31 Ağustos 2024 Cumartesi

T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" + Karbon denkleştirme kredileri, emisyonları azaltmada neden yetersiz? -31 Ağustos 2024-

 

Ferzan Özpetek'in Altın Portakal sınavı: 'Kanun Hükmü' sansürünü yok saymak ya da festivali 'özür'le onurlandırmak...-Candan Yıldız-

Özgür Özel'in "Bütün belediyelerimize bir yazı gönderdik. Herhangi bir sebepten dolayı konser iptali aklınızdan geçiyorsa önce Cumhuriyet Halk Partisi'ne bildireceksiniz, onu bileceğiz" tedbiriyle özgürlükler genişletilemez.

Muhalefetin oyun alanını kim belirliyor? İktidar mı çiziyor muhalefetin alanını? Pek çok emare bu soruları sorduruyor… Sanatçı Suavi'nin Beykoz'daki konserini bozkurt işaretleri yapan bir grubun engellemek istemesinin yarattığı korku ya da "hassas dengeler" Konya Seydişehir'e ulaşabildi… CHP'li Seydişehir Belediyesi Suavi'nin konserini iptal etti. Genel merkezden yöneticilere durumu aktardığını söyleyen Seydişehir Belediye Başkanı Hasan Ustaoğlu merkezden tepki almadığını ifade etti.

Konser iptalinde Seydişehir Ülkü Ocakları'nın etkili olduğu konuşuldu; her ne kadar Ustaoğlu söz konusu değil, emniyet tavsiye etti dese de… Gökçer Tahincioğlu'na konuşan Emekli Emniyet Müdürü Hanefi Avcı'nın dediği gibi "Hükümet galiba kendini korumak için sokağa ait bir grup her zaman kendi yanında olsun istiyor." Son iki yılda 30 festivalin iptal edildiğini söyleyen CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Seydişehir Belediyesi'nin iptal kararı için "maalesef" dedi.

Özel, iktidarın sınırı belirlediği bir muhalefet görüntüsünün aksine Suavi'yi ziyaret etti, Aydın Çine Belediyesi'nin iptal etme niyetine el koydu ve "benzer odakların" tehditlerinden söz etti.  

Festivallere, konserlere, panellere sınır koyan, engelleyen "odaklar" malum… Bazen dini hassasiyetleri öne çıkaran parti, dernekler, bazen valilik ve kaymakamlıklar, bazen de milliyetçi adresler ve bakanlıklar…

Hatırlayacaksınız, tarihinde iki kez iptal edilen Antalya Altın Portakal Festivali geçen yıl yaşanan siyasi baskıların yüküyle başlıyor.

Kanun Hükmünde Kararname ile işten atılan bir hekim ve bir öğretmenin hayatını anlatan Kanun Hükmü belgeseli sansüre uğramıştı. Gerekçe hayatı konu edilen öğretmenin yargılandığı davanın sürmesiydi.

O dönem festivalin yönetmeni olan Ahmet Boyacıoğlu önce yargı sürecinin tamamlandığını duyurarak Kanun Hükmü'nün festivale geri aldığını açıklamıştı. Kültür ve Turizm Bakanlığı bu karara tepki olarak festivalden çekildiğini açıklamıştı. Boyacıoğlu geri adım atarak Kanun Hükmü belgeselini festivalden yeniden çıkardı. Sonrası malum, festival iptal edildi, Boyacıoğlu da görevden alındı. CHP'li Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek "Festival siyaset üstüdür, hiç kimsenin siyasi emellerine malzeme ettirmeyeceğim" dese de bir sanat eserinin sansüre uğraması siyasetin bizzat konusudur. Siyasi baskının üretim özgürlüğünü nasıl ortadan kaldırdığını en yakından bilen, deneyimleyen çok sayıda yönetmen (kurmaca, kısa film ve belgesel film) filmini geri çekmişti. Jüri üyeleri de belgeselin geri alınmasını şart koşmuştu. Ama siyasi baskı galebe çaldı ve festival yapılamadı.

Bu yıl 61'incisi yapılacak Altın Portakal geçen yılın yüküyle başlıyor. Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) bu yıl festivale jüri üyesi göndermeme kararı aldı. SİYAD, sansürün üzerinin örtüldüğü, özeleştiri verilmediği ve festivalin hazırlık aşamasında emek harcayan üyelerine ücretlerinin henüz ödenmediği gerekçesiyle festivale katılmayacak.

Zira SİYAD üyeleri ön jüri olarak film seçkilerinde görev alıyor ve bunun karşılığında da bir ücret ödeniyor.

Konuyu Altın Portakal'ın idari ev sahipliğini yapan ve Antalya Büyükşehir Belediyesi iştiraki olan ANSET'in yöneticisi ve festivalin idari koordinatörü Cansel Çevikol Tuncer'e sordum.  

Tuncer, bir dönem SİYAD'ın genel sekreterliğini yapan ve festival yönetmeni olan Deniz Yavuz'un SİYAD'la görüştüğünü, geçen yıl nedeniyle ihtilaflı süreçten dolayı ödemelerin geciktiğini, ödenmesi için çalıştığını söyledi.

17 Eylül'de basının karşısına çıkacak ve festivalin içeriği ile ilgili açıklama yapacak Muhittin Böcek'in "sansür" yüküne değinip değinmeyeceğini göreceğiz. Zira bu "yük" unutulmuş değil.  

Aynı basın toplantısına katılması beklenen Altın Portakal'ın jüri başkanı yönetmen Ferzan Özpetek, prestijli bir festivalde üretimlerinin ilk gösteriminden vazgeçecek kadar sansüre, 'ama' ya da 'fakat' demeden ses çıkaran yönetmen arkadaşlarının duruşuna selam duracak mı? Sanata siyasi otoritelerin sınır çizemeyeceğini vurgulayacak mı? Kanun Hükmü'nün anlattığı zulmü görmezden gelecek mi? Yoksa festivali 'özürle' mi onurlandıracak? Ona da tanıklık edeceğiz... 

Belgesel Sinemacılar Birliği'nin kurucularından Nalan Sakızlı'nın Ferzan Özpetek'in "Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, sinemanın kültürel hafızasını saklayan çok önemli markadır" sözüne atfen yaptığı "sansür" hatırlatması işte tam da bu bagajdan kurtulma beklentisinin bir sonucu...

"2023 yılı Altın Portakal'da sansürle canı yanan belgesel sinemacılar, canı yananları yalnız bırakmayarak festivalden çekilen sinemacılar; insanın en doğal hakkı olan yaratıcı hakların, özgür düşünme, üretme ve paylaşma hakkının yasaklanması olarak meseleyi kamusal alanda görünür itiraza da dönüştürdüler.

Bu itiraz da festivalin ve toplumsal hafızanın kayıtlarına girdi. Belgesel Sinemacılar, film üretim süreçlerinde toplumsal hafızanın hayli yüklü olan bagajını hep önemsediler. Hakikati arama, anlamlandırma ve izleyicisiyle birlikte düşünme, uğraşlarının odağında oldu.

Bu nedenle, böylesi derdi olan filmlerini zor koşullarda ürettiler, izleyicileriyle paylaştılar, paylaşamadılar, yasaklar ve sansürlerle boğuştular, boğuşuyorlar. 

Özgür üretim ve paylaşım, istatiksel bir çokluk kavramı değil. Tek sansür bile kabul edilemez.

Demokrasi de çoğunluğun makul bulduğu esaslar manzumesi değil.

Kaldı ki, makul bildiklerinin kendisi de zaten değişken. Gücü elinde tutanların tekelinde. 

2024 Altın Portakal için şimdiden, toplumsal hafızaya 'farkındayız' notu düşmeli.

Ve olacaklara şimdiden ön almak için bu uyarıyı görünür kılmalı.

İtiraz hakkı da bir çokluk meselesi değil." 

Sakızlı'nın hatırlattığı film Reyan Tuvi'nin Gezi eylemlerini konu alan "Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek" adlı belgesel… Belgesel film 2014 yılında sansüre uğramış, o dönemde de çok sayıda yönetmen ve yapımcı festivalden çekilmişti.

Dönemin Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı ise AKPli Menderes Türel'di… 

Geçen yıl belgeseli sansürlenen yönetmen Nejla Demirci'ye de duygularını sordum:

"Geçen yıl sadece sansür değil baskı ve yasak vardı. Bir film karalandı. Bir filme yapılabilecek bütün kötülükleri sinema sektörü yaşadı. SİYAD'ın açıklaması şifa gibi geldi. Festival yapılmasın demiyorum. Festivallerin önemini biliyorum ama Antalya Film Festivali sinema emekçilerini, onların üretimlerini korumalıydı. İzleyici ile sinema emekçilerinin üretimleri arasında köprü olmalıydı ama egemenlerin aparatı olmayı tercih etti. Festival başkanı "malum film" diyerek belgeselimin adını bile anmadı. Belediye Başkanı filmin arkasında durmayarak beni linç ortamına terk etti. Hiçbir şey yokmuş gibi, hiçbir özür dilemeden festivalin yapılıyor olması kültür sanat ortamının geldiği noktayı gösteriyor. Bu nedenle benim için yok hükmünde…"

Türkiye'de özeleştiri, yapılanlarla yüzleşme geleneği zayıf. Sansür siyaset üstü bir konu olmadı ve olmayacak da… Mesele özgürlüklerin nasıl çalındığını görebilmek ve buna karşı durabilmek…

Yoksa Özgür Özel'in "Bütün belediyelerimize bir yazı gönderdik. Herhangi bir sebepten dolayı konser iptali aklınızdan geçiyorsa önce Cumhuriyet Halk Partisi'ne bildireceksiniz, onu bileceğiz" tedbiriyle özgürlükler genişletilemez. Sansüre, baskılara, engellemelere karşı durmak idari tedbirin değil, siyasi  duruşun konusudur.

                                                             /././

Bir şairi “ıslah” etmek: Şiirin, boğaza dayanan bıçaktan tehlikeli bulunduğu düzen -Gökçer Tahincioğlu-

İşlemediği bir suçu kabul etmediği, üye olmadığını söylediği bir örgüte üye olmadığını kanıtlamak için türlü eylemlerde bulunması gerektiği için reddediliyor başvurusu. Çomak için Kasım ayında cezaevi kurulu yeni bir inceleme daha yapacak. Benzer bir rapor verilirse yine cezaevinde tutulacak. Cezaevi yönetimine göre “ıslah olana kadar…”

“Bir ömürdür cezaevindeyim… Mesela hiç cep telefonu, akıllı telefon kullanmadım. İnternet de hakeza dışarıdayken bildiğim bir şey değildi…”

İlhan Sami Çomak

Bingöl Karlıova’da doğup büyüdüğünüzü düşünün, bütün güçlüklere rağmen okumayı, sınavı kazanmayı başarıp İstanbul Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi’ni kazandığınızı…

İlhan Sami Çolak, o günden sonrasının daha kolay olacağını düşünüyordu. Daha iyi, daha ferah… Bahar gelmiş de saçınızı, kalbinizi okşuyor gibi…

İlhan Sami Çomak böyle olacağını düşünmüştü.

Öyle geçmedi bahar…

O güzel günlerin hayalini kurarken, onlarca, yüzlerce kişinin ismini söyleyip tutuklanmasına neden olan iki itirafçı, hakkında ifade veriyordu.

Silahlı eylemlere katılmıştı o ifadelere göre, orman yakmıştı hatta… Örgütün etkili, önde gelen isimlerinden biriydi!

1994’te, 21 yaşında tutuklandı.

Kendi anlatımına göre, bu ifadeleri kabul etmesi için günlerce işkenceli sorgulardan geçti. Ve yine kendi anlatımına göre, kendini belki de o korkunun etkisiyle, hakkınca savunamadı. Orman yakmadığı açık seçik belliydi. Silahlı eyleme katılmadığı da belliydi de ortada itirafçı ifadesi vardı. Aynı yıl, müebbete mahkûm edildi. Bunun karşılığı 36 yıldı…

***

Cezaevinde Hayata Dönüş adı verilen, sonradan isminin “Tufan” olduğu ortaya çıkan, onlarca hükümlü ve tutuklunun can verdiği operasyona da maruz kaldı, kötü muameleye de…

Barışçıl protestolara katılarak bu uygulamalara karşı çıkmaya çalıştı. Kolay değil, bir ömür cezaevinde kalacaktı…

Derken, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, dosyası için “hak ihlali” kararı verdi. Yeniden yargılanacaktı.

O aşamada, hakkında ifade veren itirafçılardan birinin öldüğü, diğerinin ise başka bir vesileyle verdiği ifadede, işkence altında isimleri söylediğini anlattığı ortaya çıktı.

Ama yetmedi… AİHM kararı nedeniyle yapılan yeniden yargılama sonunda da aynı cezaya mahkûm edildi.

Belli ki ömrü burada geçecekti. Geçti de… Artık 51 yaşında Çomak… 21 yaşında girdiği cezaevinde tam 30 yıl geçirdi.

***

“İçeriye düşen genç insanların, başlangıçta yokluğunu hissettiği şey akıllı telefonları ve sosyal medyaya ulaşamamak oluyor. Ben bu neviden şeylerin yokluğunun yarattığı boşluğa aşina değilim.”

Yine haksız biçimde aylarca cezaevinde tutulan Celalettin Can’ın yaptığı söyleşide, yaşayamadığı hayatı böyle özetliyordu Çomak.

Gençliğini, orta yaşın ilk yıllarını cezaevinde geçirdi. Kimseye zarar vermedi bütün bu süreçte, kimsenin canını yakmadı. Ama kalpleri ağrıttı. Yazdığı kitaplar, yazdığı şiirlerle sesini duyurdu hücrelerden dünyaya…

***

Çomak’la benzer cezalardan yargılanan mafya babaları erkenden tahliye oldu. Sağ örgüt davalarından mahkûm edilenler, işkenceyle insan öldüren Hizbullahçılar tahliye oldu. Çeteler, katiller tahliye oldu. Tecavüzcüler, gaspçılar tahliye oldu.

Çomak, hepsinin cezaevinden çıkışını izledi. Ve şiirle anlattı içindekini…

***

Çomak’ın şartlı salıverme süresi dolmuş durumda.

Birkaç yıl önce dolmuş olsa, cezaevinden çıkıp gidecekti. Ancak yeni uygulamaya göre, koşullu salıvermeye cezaevindeki idare ve gözlem kurulları karar veriyor. Ancak o zaman tahliye olabiliyorsunuz.

Çomak için bu karar çıkmazsa, 6 yıl daha cezaevinde kalması gerekecek. Toplam 36 yıl.

***

20 Ağustos’ta Marmara 5 Nolu L Tipi Cezaevi İdare ve Gözlem Kurulu, Çomak’ın dosyasını görüştü. Koşullu salıverme talebini reddetti.

Çomak’ın talebinin reddedildiği kamuoyuna yansıdı. Ancak kararın detayları ilginç. Kurul, Çomak ile ilgili değerlendirmesinde şunların altını çiziyor:

- Cezaevinde yattığı süre boyunca 5 kez gereksiz olarak marş söylemek veya slogan atmak.

- 4 kez kurumda gereksiz gürültü yapmak.

- 5 kez açlık grevin girmek.

- 2 kez gruplaşmaya yönelik olumsuz davranışa neden olmak.

- Yemeği topluca almama eylemine katılmak

***

Raporun devamında Çomak’ın eğitim öğretim programlarına katıldığı, tutum ve davranış değişikliğinin, gelişim motivasyonunun olumlu olduğu, ailesi ile kopan ilişkilerinin olmadığı, madde kullanmadığı da açıkça vurgulanıyor.

Terör örgütü üyesi olmadığını her seferinde vurgulayan Çomak’ın, “mensup olduğu terör örgütünden ayrıldığı konusunda samimiyet oluşmadığı” ifade ediliyor.

Gerekçesi enteresan.

“Suçu” nedeniyle pişman olup olmadığı sorulduğunda Çomak, iki itirafçının ifadesi nedeniyle ceza aldığının altını çiziyor. Bunlardan birinin öldüğünü, birinin de işkence altında ismini verdiğini itiraf ettiğini anımsatıyor. Daha ne desin? Zaten suçsuz olduğunu söylüyor.

Adı geçen örgütle ilgili fikri sorulduğunda samimi fikrini de söylüyor. Ancak üye olmadığını vurguluyor yeniden.

Zaten bununla ilgili bir kanıt bulunmadığı da ortada.

Dışarıda ne yapacağı sorulduğunda edebiyat ve şiirden başka bir konusu olmadığının altını çiziyor. İçeride de yaptığı gibi…

***

Sonuç bölümünde örgüte zaten üye olmadığını, iftira atıldığını söyleyen Çomak için, “örgütten ayrıldığına dair sözlü ya da yazılı ikrarının bulunmadığı” tespiti yapılıyor.

Düşünün, hayatınız suçlamaları reddetmekle geçmiş ama sizden “ikrarda bulunmanız” isteniyor.

Cezaevi kurulu, bu görüşünü desteklemek için, Çomak’ın, “kararlılar” olarak nitelenen, örgütlerden ayrılan, itirafçı olanların yanında kalmak istememesini kanıt gösteriyor.

Zaten böyle iki itirafçı nedeniyle 30 yılını cezaevinde geçiren Çomak, bu kişilerle kalmak istemediği için örgüt üyesi sayılıyor. İşlemediği suçların cezasını çoktan çekmiş olmasına rağmen…

Şöyle deniliyor değerlendirme raporunda:

“Tüm bu hususlar birlikte değerlendirildiginde hükümlünün ceza infaz kurumunda geçirdigi uzun sürenin suç ve suç algısına karşı tutum ve davranış değişikliği konusunda caydırıcı bir etki yaratmadığı, kişide suç algısının ve suça yönelik farkındalığın oluşmadığı, suç işleme yönelimi ve kendisini suça iten etkenlerin halen devam ettiği, yeniden suç işleme ve topluma zarar verme riskinin düşük olmadığı… Mükerrer suçluluğun önlenmesi, toplumun suça karşı korunması, farkındalık kazanması, iyileştirme programına alınarak bir süre daha gözlemlenmesine devam olunması gerektiği anlaşılmış olup, iyi halli olmadığı değerlendirilmiştir.”

***

İşlemediği bir suçu kabul etmediği, üye olmadığını söylediği bir örgüte üye olmadığını kanıtlamak için türlü eylemlerde bulunması gerektiği için reddediliyor başvurusu. Bir şairin, topluma faydalı olduğunu kanıtlaması isteniyor, istenileni söylemesi, istenileni konuşması…

***

Anımsayalım…

Hrant Dink’in katili Ogün Samast, cezaevinde bulunduğu sürede işlediği suçlardan dolayı 5 yıl 11 ay ceza almasına, bir gardiyanın boğazına bıçak dayamasına ve gardiyanı yaralamasına rağmen, cezaevinde fazladan 6 yıl daha tutulabilecekken, yine bir cezaevi kurulunun raporuyla tahliye edildi.

Bir tarafta şairin “ıslah” olmadığını söyleyen, diğer tarafta tetikçinin yeteri kadar yattığına kanaat getiren cezaevi kurulları.

Adalet nedir?

***

Çomak için Kasım ayında cezaevi kurulu yeni bir inceleme daha yapacak. Benzer bir rapor verilirse Çomak yine cezaevinde tutulacak. Cezaevi yönetimine göre “ıslah olana kadar…”

Ne istendiği ortada, 30 yıldır cezaevinde bulunan Çomak’ın kitapları, şiirleri, düşünceleri dışında bir silahının bulunmamasının ortada olduğu gibi…

Ama bir şairin dizelerini değiştirmekse niyet Çomak’ın bunu yapmayacağı da ortada…

Ve Türkiye’deki algıya göre, bir şiir, bir gardiyanın boğazına dayanan bıçaktan çok daha tehlikeli…

Bir itirafçı ifadesinin, herkesin gözü önünde Hrant Dink’i katleden silahtan daha tehlikeli bulunması gibi…               /././

İktidara yakın bir patron daha fazla vergi ödediğinde daha mı değerli oluyor? -Mustafa Durmuş-

Çok enteresan değil mi? İşin aslına bakılmaksızın ülkedeki iki sermaye grubu arasında, "iktidara yakınlık" veya "daha az yakınlıktan" yola çıkılarak vergi etiği açısından kıyaslamalar yapılıyor. Oysa durum "kimin daha çok ya da daha az vergi ödediği" hususundan çok daha önemli boyutlara sahip.

Gelir Vergisi rekortmenleri listesinin ilk iki ismi Saray'a çok yakın isimlerden oluşunca, özellikle de sosyal medyada bir tartışma başladı.

Öyle ki geçen yılın Gelir Vergisi rekortmenleri sırasıyla; Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın damadı Selçuk Bayraktar ve kardeşi Haluk Bayraktar ve Türkiye'nin en büyük ve en eski sermaye gruplarından birisi olan Koç Holding'in patronu Mustafa Rahmi Koç oldu.

Selçuk Bayraktar 1,95 milyar TL, Haluk Bayraktar 1,68 milyar TL vergi ödeyerek ilk iki sırada yer alırken, Rahmi Koç 480 milyon TL vergi ödeyerek üçüncü oldu.

Saray'ın gurur tablosu mu?

Böyle olunca da Saray medyası ve Anadolu Ajansı gibi devlet medyası aşağıdaki tabloyu gururla yaymaya başladılar. Sarayın kadrolu danışmanı, "dolar 3 TL'yi geçerse yüzüme tükürün" vecizesi ile bilinen piyasa iktisatçısı Yiğit Bulut da her zamanki gibi AKP'li bu sermayedarlara övgüler yağdırdı.

Diğer yandan, daha ziyade ulusalcı, Atatürkçü, laik ya da sosyal demokrat olarak kendini tanımlayan bazı kesimlerse Koç Grubunun Bayraktarların yarattığı istihdamın 15 katından daha fazla istihdam yarattığına vurgu yaparak Koç'u savunmaya geçtiler.

Vergi etiği açısından bu kıyaslama ne kadar doğru?

Çok enteresan değil mi? İşin aslına bakılmaksızın ülkedeki iki sermaye grubu arasında, "iktidara yakınlık" veya "daha az yakınlıktan" yola çıkılarak vergi etiği açısından kıyaslamalar yapılıyor. Oysa durum "kimin daha çok ya da daha az vergi ödediği" hususundan çok daha önemli boyutlara sahip.

Öncelikle, hem Bayraktarlar hem de Koç Grubu ödedikleri vergilere temel teşkil eden kârlardan elde ettikleri gelirlerini, adına "güvenlik ve savunma sektörü" de denilen "askeri sanayi karması" bir sektörden sağlıyorlar. Bu sektör AKP iktidarlarının, özellikle de son yıllarda, en çok yatırım yaptığı, en çok desteklediği sektör oldu.

Bayraktarlar ağırlıklı olarak İHA ve SİHA gibi insansız-silahlı hava araçları üretimi ve satışlarından, Koç (Otokar) gelirlerinin önemli bir kısmını ise karada faaliyet gösteren hafif-ağır askeri araç ya da anti terör denilen zırhlı, robotik araç üretiminden sağlıyor.  

Bu durum, özünde sermaye grubu farkı gözetmeksizin ülkedeki müesses nizamın nasıl "askeri sanayi karması" sektöre doğru yöneldiğini ve devletin bu o konuda aktif rol alarak bu sektörü nasıl desteklediğini gösteriyor. Kısaca bu tür bir iktisadi faaliyetin toplum ve doğa açısından ne denli faydalı (!) olduğunu sorgulamak gerekiyor. 

Bu ürünlerin ülke içindeki temel alıcısı devlet

Yani bu kişiler ödedikleri gelir vergisinin önemli bir kısmını devlete ürün satmaktan elde ettikleri gelirlerle geri alıyorlar. Ülkede emek, demokrasi ve barışın inşası yönünde verilen mücadele açısından bu gerçeğin üzerinde dikkatle düşünülmesi gerekir.

İkincisi, her iki grup da acaba kendi yarattıkları değer üzerinden mi vergi ödüyorlar? Örnek olarak bir sanayi işçisi çalışarak ürettiği değerin bir kısmını gelir vergisi olarak devlete ödüyor (KDV ve ÖTV'nin yanı sıra).

Oysa ne Bayraktarlar ne de Koç'un kendi emekleriyle ürettikleri, yarattıkları bir değer var. Bu vergileri, işyerlerinde çalıştırdıkları işçilerine ödemedikleri ve adına kâr dedikleri artı değerin kendilerine dağıtılması sırasında Gelir Vergisi olarak (menkul sermaye iradı) ödüyorlar.

Kısaca, aslında bu vergilerin ödenmesine esas teşkil eden kârı (artı değeri) işçiler ürettiğinden ve kapitalist düzende üretim araçlarının sahibi patronlar olduğundan işçiler bu artı değere sahip çıkamadıkları için, bu artı değerden ödenen vergiyi de son tahlilde işçiler ödüyor.

Son olarak, "en çok vergiyi kimlerin ödediği" kadar, "bu vergilerin en çok kimler için kullanıldığı" çok daha önemli.

Kapitalizmde toplanan vergilerden elde edilen gelirlerin özellikle de iktidara daha yakın sermaye gruplarına; ballı ihaleler, sübvansiyonlar ve teşvikler olarak verildiğini, önemli bir kısmınınsa anapara ve faiz ödemelerinde kullanıldığını, daha da önemlisi bu vergilerin siyasal İslamcı otoriter bir rejimin ayakta kalması ve savaşların finansmanı için kullanıldığını biliyoruz.

Sonuç olarak

Her iki sermaye grubu da kendi kârlarını, sermayelerini ve ekonomik ve politik güçlerini büyütmek için bu vergileri veriyorlar. Bu vergi gelirlerinin, örneğin Bayraktar Grubunun İHA ve SİHA'larının Kuzey Afrika ülkelerinde dağıtılmasını sağlamak için bazı ülkelere karşılıksız bağış ya da çok ucuz faizli kredi biçiminde verildiği de ileri sürülüyor.

Özcesi, birbiriyle yarıştırılan bu iki sermaye grubunun ödediği vergiler halka daha iyi, nitelikli, ücretsiz ve kamusal eğitim, sağlık, barınma ve ulaştırma gibi temel hizmetleri fonlamak veya yoksullukla mücadele etmek amacıyla kullanılmıyor.

                                                             /././

Karbon denkleştirme kredileri, emisyonları azaltmada neden yetersiz? -Doç. Dr. İzzet Arı-

Bilim Temelli Hedefler İnisiyatifi'nin 2023 İzleme Raporu, net sıfır emisyon hedefi belirleyen şirketlerin sayısında önemli artış yaşandığını gösteriyor. Ancak bu hedeflerin başarısı, şirketlerin satın aldığı karbon kredilerinin etkinliği ile doğrudan ilişkili. Ne var ki rapora göre karbon kredileri çoğunlukla etkili olmadığı gibi, gerçek karbonsuzlaşma çalışmalarını da yavaşlatma riski taşıyor. Gönüllü karbon piyasalarının geleceği ve iklim değişikliği ile mücadelede etkili bir çözüm haline gelebilmesi, şeffaflık ve yönetişim alanında kapsamlı iyileştirilmeler gerçekleştirilmesine bağlı.

Küresel ısınmayı, Paris Anlaşması ile uyumlu olacak şekilde, bir buçuk derece ile sınırlandırma mücadelesinin aciliyet kazanması, net sıfır emisyon hedefi belirleyen şirketlerin sayısında da hızlı bir artışa sebep oldu. Bilim Temelli Hedefler İnisiyatifi'ne (Science Based Targets Initiative, SBTi) göre net sıfır emisyon hedefi bulunan şirketlerin sayısı, bir önceki yıla göre yüzde 102 artarak 4,205'e yükseldi. 

Ancak bu hedeflerin küresel emisyonların azaltımına olumlu etki sağlaması, şirketlerin sıkça başvurduğu bir karbon dengeleme yöntemi olan karbon kredilerinin etkinliği ile doğrudan ilgili. Ne var ki birçok araştırma, karbon kredilerinin emisyon azaltımında etkili olmadığı gibi, gerçek karbonsuzlaşma çalışmalarını olumsuz etkileyebileceği uyarısında bulunuyor. 

Bugünkü koşullarda şirketler, sebep oldukları emisyonları azaltmak için kapsamlı bir yol haritası geliştirmeden de karbon kredisi satın alarak emisyonlarını dengeleyebiliyor. Bu durum, daha kapsamlı sürdürülebilirlik çalışmalarının ve iklim değişikliğiyle etkin mücadelenin önünü tıkıyor. 

Bunun yanı sıra gönüllü karbon piyasaları, ciddi bir şeffaflık sorunundan muzdarip ve projelerin etkinliğini güvenilir şekilde ölçebilecek, herkes tarafından kabul gören yöntemlerin eksikliği devam ediyor. Nitekim SBTi da raporunda, tüm bu riskler nedeniyle gönüllü karbon kredilerinin net sıfır emisyon hedefine ulaşmak için kabul edilebilir bir yöntem olmaktan uzak olduğunu ifade ediyor.  

Giderek büyüyen bu güven sorunu, gönüllü karbon piyasalarının devamlılığını da tehdit ediyor. Net sıfır emisyon hedefi belirleyen şirket ve kuruluşların sayısındaki artışa karşın gönüllü karbon piyasalarında son iki yıldır gözlenen daralma, mevcut durumun sürdürülebilir olmadığına işaret ediyor. Bu zorlukların üstesinden gelmek ve iklim değişikliği ile mücadele potansiyelini değerlendirebilmek için, gönüllü karbon piyasalarında özellikle hesap verebilirlik ve yönetişimde ciddi iyileştirmeler sağlanması gerekiyor.

Bilim temelli hedef belirleyen şirket sayısı artıyor

Geçtiğimiz ay yayımlanan SBTi 2023 yılı İzleme Raporu, bilim temelli hedefler belirleyen şirketlerin sayısında önemli artış yaşandığını gösteriyor. Temmuz 2024 itibarıyla binin üzerinde şirketin SBTi onaylı, yani bilim temelli, net sıfır hedefleri bulunuyor. 

Özel sektör şirketlerine ve finansal kurumlara emisyonlarını azaltabilmeleri için rehberlik eden SBTi; küresel iklim değişikliği ile mücadele edebilecek, sürdürülebilir iş geliştirmeyi hedefliyor. Bu kapsamda şirketlerin hedeflerinin, Paris Anlaşması'nın küresel ısınmayı 1,5°C ile sınırlandırma hedefiyle uyumlu ve bilim temelli olması gerektiğinden yola çıkıyor. Emisyon azaltım girişimlerinin şeffaf ve nesnel olmasına duyulan ihtiyaç da SBTi gibi yapıların önemini giderek artırıyor çünkü SBTi, şirketlere, neyi nasıl yapacakları konusunda önemli bir rehberlik sunuyor.

İzleme Raporu'na göre bilim temelli hedefler belirleyen şirketlerin sayısı en fazla Avrupa'da artıyor (yüzde 53). Avrupa'yı Asya (yüzde 27) ve Kuzey Amerika (yüzde 14) merkezli şirketler takip ediyor. 

Net sıfır emisyon hedefi olan şirket sayısı yüzde 102 arttı

2023 yılında net sıfır emisyon hedefi bulunan şirketlerin sayısı ise 2022'ye kıyasla yüzde 102 artarak 4,205'ye yükseldi. Bu şirketlerin, küresel ekonominin piyasa kapitalizasyonunun yüzde 39'unu temsil etmesi, ilerleme için iyimser bir tablo çiziyor. Net sıfır emisyon hedefi bulunan 4,205 şirketin 583'ü, en geç 2050 yılına kadar net sıfır emisyona ulaşmayı hedefliyor. 

2023 yılında net sıfır emisyon hedefi belirleyen şirketlerin sayısı incelendiğinde, Japonya merkezli şirketlerin başı çektiği görülüyor. Listede Hindistan, Meksika ve Endonezya gibi gelişmekte olan ülke merkezli şirketlerin de bulunması, dikkat çekici.

Türkiye'de ise 2022 yılında yalnızca altı şirketin net sıfır hedefi bulunuyordu. Bu sayı 2023'te 16'ya yükseldi. Küresel ortalamanın üzerinde olan bu artış oranı, gelişmekte olan ülkelerde şirketlerin, emisyon azaltımında ulusal hükümetlere kıyasla daha aktif rol üstlenebileceğine işaret ediyor.

Karbon yoğun sektörler, hedef belirlemekte gecikiyor

Öte yandan, emisyon yoğunluğu düşük olan ve müşteri hizmetleri gereği reklama önem veren sektörlerin, listede sayıca fazla olduğu da dikkat çekiyor. Enerji şirketlerinin listenin en sonunda yer alması, net sıfır hedeflerinin durumunu değerlendirirken nicelik kadar niteliğe de önem verilmesi gerektiğini ortaya koyuyor. 

Hizmet sektöründe faaliyet gösteren şirketler, net sıfır hedefi bulunan şirketlerin yüzde 32,3'üne denk geliyor. Enerji sektörü ise yalnızca yüzde 1,3 ile temsil ediliyor. Bu durum aslında, hedeflerin izlenmesinde emisyon yoğunluğu yüksek sektörler için ayrı bir kategori oluşturulması gerekliliğini de beraberinde getiriyor. 

Tablo 1: SBTi kapsamındaki şirketlerin sektörel dağılımı

 

Bilim temelli hedef belirlemede KOBİ'ler önde

Bu şirketler; kurumsal firmalar, KOBİ'ler (Küçük ve Orta Ölçekli İşletmeler) ve finansal kuruluşlar olarak ele alındığında ise KOBİ'lerin 2,253 ile en üst sırada yer aldığı görülüyor. Kurumsal firmaların sayısı 1,866 iken, finansal kuruluşlar ise 86 ile son sırada. KOBİ'lerin bilim temelli hedefler belirleme oranlarının yüksek olması, küçük işletmeler arasında sürdürülebilirlik ve iklim eylemine yönelik artan farkındalığın bir göstergesi olarak yorumlanabilir. 

Önemli bir katılım göstermelerine rağmen kurumsal firmalar, KOBİ'lere göre geride kalıyor. En düşük katılımı finansal kuruluşların göstermesi ise, listede hizmet sektörünün başı çektiği düşünüldüğünde, kayda değer bir çelişki olarak öne çıkıyor. 

Peki net sıfır emisyon hedefi bulunan şirketlerin başvurduğu önde gelen yöntemlerden karbon kredileri, emisyonları azaltma konusunda gerçekten fayda sağlıyor mu?

Karbon dengeleme, emisyon azaltımında etkisiz

Emisyon azaltımı konusundaki gelişmeleri yakından takip eden Fosil Yakıtların Ötesinde'ye (Beyond Fossil Fuels) göre karbon dengeleme yöntemleri, şirketlerin emisyonlarını azaltmada genellikle etkisiz.

Ayrıca çalışmalar, karbon dengelemenin, gerçek karbonsuzlaşma çalışmalarını da engelleyebileceğine işaret ediyor. SBTi da Temmuz ayında yayınladığı raporda, kurumsal karbon dengeleme sertifikalarının yeterli olmadığına dikkat çekti. Ayrıca şirketleri, bu gibi karbon dengeleme programlarını iklim hedeflerine dahil etme planlarını gözden geçirmeye çağırdı. 

Nitekim gönüllü karbon piyasaları - her ne kadar piyasa temelli araçlar olarak potansiyel taşısalar da - kalite ve güvenilirlikleri konusunda uzun süredir eleştiriliyor.

Dengeleme projelerinin gerçek etkisi ölçülemiyor

Karbon dengeleme kredilerinin destekçileri, bu yöntemlerin maliyet etkin olduğunu savunuyorlar. Eleştirenler ise çevresel bütünlük, dağılımsal etkiler ve etik kaygılar gibi sorunlara dikkat çekiyor ve karbon dengeleme piyasasının ekonomik verimsizliğine işaret ediyor. 

Karbon dengeleme projelerinde çevresel bütünlük sorununa örnek olarak, yeniden ormanlaştırma ve ormansızlaştırmayla mücadele projelerindeki durum verilebilir. Bu projelerde ormansızlaşma riskini abartılıyor ve böylelikle önlenen karbon miktarı fazla tahmin ediliyor. Böylelikle, gerçekte önlenen emisyonlardan daha fazla karbon kredisi verilmiş oluyor. Emisyon mahsuplaşmada bu kredilerin kullanılması, küresel emisyonlarda net bir artışa neden olunuyor. 

Dağılımsal etkiler sorununa da yine aynı sektörden örnek verilebilir. Nitekim büyük ölçekli ağaçlandırma gibi projeler, yerel toplulukların arazi kullanımını sınırlandırarak geçim kaynaklarına zarar verebiliyor. Üstelik elde edilen karbon dengeleme sertifikaları, çoğunlukla daha zengin kuruluşların hanesine yazılıyor. Bu da  karbon denkleştirmede bir dağıtımsal etki sorunu ortaya çıkarıyor.

Etik kaygılar ise şirketlerin yeşil badana pratikleriyle ilgili. Birçok şirket, kendi emisyonlarını azaltmak yerine karbon dengeleme kredileri kullanarak, çevreye, gerçekte olduklarından daha duyarlı görünebiliyorlar.

Endişe yaratan önemli noktalardan bir diğeri, dengeleme projelerinin gerçek etkisini değerlendirmeye yarayacak, güvenilir bir yöntemin eksikliğiÜstelik karbon kredileri için sağlanan fonların önemli bir kısmı, doğrudan emisyon azaltım projelerine katkı sunmak için kullanılmak yerine finansal aracılık sektörü tarafından tüketiliyor. Kamusal şeffaflık eksikliğiyle birlikte bu durum, güven sorunları yaratıyor

Örneğin Kaliforniya'nın orman karbon dengeleme programları, sistematik olarak daha fazla kredi verdikleri gerekçesiyle eleştiriliyor. Bu programların hatalı tasarlandığı, ekolojik ve istatistiksel eksikleri olduğu ve dolayısıyla gerçek iklim faydası yaratmadığı iddia ediliyor

Karbon kredisi almak son çare olmalı

Mevcut karbon yönetim modelleriyle ilgili temel bir sorun, karbon kredileri satın alarak karbon dengeleme yoluna gitmeden önce yapılması gereken emisyon azaltımlarıyla ilgili net koşullar bulunmaması.

sacası bir şirket, kendi sebep olduğu emisyonları azaltmak için elinden geleni yapmak zorunda tutulmuyor; bilim temelli hedefler belirlemesi veya daha geniş sürdürülebilirlik girişimlerinde nasıl bir rol oynayabileceği hakkında plan yapması gerekmiyor; doğrudan karbon kredisi satın alarak emisyonlarını kağıt üstünde düşürebiliyor. 

Üstelik bazı çalışmalar, karbon dengelemenin güvenilirliğinin, genellikle gerçekçi olmayan vaatlerle desteklendiğine ve sürdürüldüğüne işaret ediyor. Buna göre, karbon dengeleme kredilerinin etkinliğine dair bilgi eksiklikleri, kendini konunun uzmanı olarak takdim eden kişilerin görüşleriyle dolduruluyor ve yöntemin güvenilirliğine dair genel kanı böylelikle sürdürülebiliyor. 

Karbon yönetimine dair yapılan reform önerileri de bu gibi sorunların ve eksikliklerin giderilmesi amacını taşıyor. Hem emisyon azaltımını hızlandırmak hem de karbon dengelemenin güvenilirliğini sağlamak için daha geniş sürdürülebilirlik girişimleri ve muhasebe çerçeveleri içeren, gelişmiş bir karbon yönetim hiyerarşisi öneriliyor.

Bu hiyerarşiye göre şirketlerin ilk yapması gereken, tüm iş planlarını gözden geçirerek karbon yoğun aktivitelerden olabildiğince kaçınmanın yollarını aramak. İkinci adım, verimliliği artırmak; üçüncü adım ise karbon-yoğun enerji kaynaklarını, düşük kaynaklı alternatifler ile değiştirmek. Karbon kredileri satın almak ise, ancak bu üç adım ile önlenemeyen emisyonları dengelemek için önerilen bir son çare. 

Bu hiyerarşi, hem aşırı kredi yaratılması nedeniyle arz fazlası oluşması riskini azaltmayı hem de kolayca suistimal edilebilecek kurallara sahip karbon dengeleme protokolleri oluşturulmasının önüne geçmeyi hedefliyor.

Güven eksikliği, piyasada daralmaya sebep oluyor

Geçtiğimiz mayıs ayında yayımlanan 2024 Gönüllü Karbon Piyasasının Durumu raporunun da ortaya koyduğu üzere küresel gönüllü karbon piyasası, 2021'de zirveye ulaştıktan sonra daralmaya başladı. İşlem hacminde yüzde 56'lık bir azalma, ortalama kredi fiyatında ise yüzde 11'lik düşüş yaşandı. 

Bu azalmaların tetikleyicisi olarak, karbon kredisi projelerinin daha sıkı denetimden geçmeye başlaması gösteriliyor. Özellikle REDD+ (Ormansızlaşma ve Orman Bozulmasından Kaynaklanan Emisyonların Azaltılması) programı altındaki projelere duyulan güven eksikliği öne çıkıyor. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, bu projelere dair incelemeler, olumlu etkilerinin oldukça abartılı hesaplandığını ortaya koyuyor.  Sebep olarak ise metodolojilerinin tam da bu sonucu doğuracak şekilde tasarlanması gösteriliyor. 

Benzer şekilde, doğa temelli projelerin karbon kredisi metodolojilerinin doğruluğuna ilişkin tartışmalar uzun süredir devam ediyor. Bu güvensizlik de fiyatların düşüşünde beklenmedik şekilde etkili oldu. Karbon kredisi projelerinin katkısallığı (yani bir proje kapsamında sağlanan emisyon azaltımının, ancak o proje faaliyetlerinin karbon kredisinin satışından sağlanan gelirle mümkün olabilecek olması) ve yönetişimi konusunda sorunlar var. Ayrıca potansiyel kurumsal alıcıların yeşil badana (greenwashing) yaptıklarına dair eleştiriler de alıcıların yatırımlarını geri çekmesine neden oluyor. 

Her ne kadar gönüllü karbon kredileri için yayınlanmış ‘temel karbon ilkeleribulunsa da, net sıfır hedefine ulaşmak için karbon denkleştirmenin nasıl kullanılabileceğine dair SBTi'ın sağladığı rehberliğin yetersiz olduğu görülüyor. Bu durum, kredilerin yeterli talep görmesini engelliyor. Ayrıca gönüllü karbon piyasası genişledikçe, piyasadaki aktör sayısı, nitelikleri ve beklentileri de farklılaşıyor. Bu durum da karbon kredilerinin fiyatını ve hacmini aşağı yönlü baskılayan bir diğer unsur.

Sistemde önemli iyileştirmelere ihtiyaç var

Gönüllü karbon piyasalarında sistematik olarak gözlenen fazla kredi verme veya arz fazlası oluşturma sorunu; net sıfır emisyon hedefi belirleyen bunca ülke, şirket ve kurumsal yapı varken ortaya çıkmaması gereken bir durumdu.

Paris Anlaşması'nın karbon kredilerine ilişkin 6. Maddesi ile uyumlu olmak, çevresel bütünlüğü korumak ve çifte sayımdan (bu, tek bir karbon kredisinin birden fazla kuruluş tarafından sahiplenilmesi sonucu ortaya çıkan muhasebe hatası ve eksikliği olarak özetlenebilir) kaçınmak, gönüllü karbon piyasalarının etkili ve güvenilir olması için büyük önem taşıyor. Bunu sağlayabilmek için ise daha sıkı ve herkes tarafından anlaşılabilir yönergeler oluşturulması gerekiyor. Sistemin etkin bir şekilde çalışabilmesi için hesap verebilirlik ve yönetişimde önemli iyileştirmelere ihtiyaç var.

m eleştirilere karşın gönüllü karbon piyasaları, özellikle gelişmekte olan ülkelerde, önemli iklim eylemlerini teşvik etme potansiyeli taşıyor. Tamamlayıcı proje türleri ve metodolojiler sunarak kritik bir rol oynayabilir ve net sıfır hedeflerine ulaşmak için herkesi sürece dahil edebilir. Böylelikle, devletlerin iklim eylemlerini tamamlayıcı bir rol üstlenebilir. Ancak bu zorlukların üstesinden gelmek ve potansiyelini değerlendirmek için küresel ölçekte sağlam politika desteğine ve yenilikçi çözümlere acil olarak ihtiyacı var.

Aksi halde, gönüllülük esasına dayanan gönüllü karbon piyasaları ve kurumsal karbon dengeleme sertifikaları, varoluşsal bir mücadeleyle karşı karşıya kalabilir. Bu durum, bu piyasaların geleceği ve etkisi konusunda ciddi sorgulamalara neden olabilir. 

                                                             /././

                                                 T24 - GÜNDEM 

Bahçelievler Devlet Hastanesi'ne silahlı saldırı; yaralılar var: Hastaneye çok sayıda özel harekât polisi sevk edildi

İstanbul Bahçelievler Devlet Hastanesi acil servisine kimliği belirlenemeyen kişiler tarafından silahlı saldırı düzenlendi. Saldırıda 5 kişinin yaralılandığı öğrenildi. Saldırıda hastane binası ve bir ambulans da zarar gördü. Olay yerine çok sayıda özel harekât polisi ve çevik kuvvet polisi ekipleri sevk edildi. Polisin incelemesi sürüyor. 

                                                         ***

Caddede yürüyen 3 kişiye silahlı saldırı: 1 ölü, 1 yaralı

Olaydan birkaç saat önce de yine yine Bahçelievler’de sokakta silahlı saldırıya uğrayan 3 kişiden biri yaşamını yitirdi, 1 kişi yaralandı. Kocasinan Merkez Mahallesi Mahmutbey Caddesi üzerinde yaya olarak ilerleyen 3 kişiye kimliği henüz belirlenemeyen kişi ya da kişilerce ateş edildi. Saldırıya uğrayan bir kişi olay yerinden kaçarken, 1 kişi öldü, 1 kişi yaralandı.Yaralı, ilk müdahalenin ardından hastaneye kaldırılırken, diğer kişi olay yerinde hayatını kaybetti. Emniyet, saldırıyı gerçekleştiren zanlı ya da zanlıları yakalamak için çalışma başlattı.                          ***

Paralimpik Oyunları'nda 3. gün geride kaldı; Para Millilerden 4 madalya

Paris 2024 Paralimpik Oyunları'nda Çin, madalya tablosunun ilk sırasındaki yerini korudu. Paris'te 8 Eylül'e kadar sürecek oyunların üçüncü gününü Çin, 12 altın, 9 gümüş, 4 bronz madalya olmak toplam 25 madalyayla ilk sırada bitirdi.Türkiye, oyunların üçüncü gününde para tekvandoda 1 altın, 2 gümüş, para masa tenisinde de 1 bronz madalya aldı. Türkiye'nin oyunlardaki madalya sayısı ise 1 altın, 3 gümüş, 2 bronz olmak üzere 6'ya yükseldi ve ay-yıldızlılar üçüncü günü 14. sıraya yükselerek tamamladı. Güne damga vuran branş para tekvando oldu. Erkekler K44 64 kiloda Mahmut Bozteke altın, K44 70 kiloda Fatih Çelik ve kadınlar K44 57 kiloda Gamze Gürdal gümüş madalya kazandı. Türkiye, 30 Ağustos Zafer Bayramı'nın kutlandığı gün para masa tenisinde de bronz madalya aldı. Çiftlerde MD 8 sınıfında Abdullah Öztürk-Nesim Turan ikilisi bronz madalya kazanarak önemli bir başarıya imza attı.(Madalya sıralaması) Paris 2024 Paralimpik Oyunları'nda 30 Ağustos'ta madalya sıralamasında ilk 10 ve Türkiye'nin sırası şöyle:

(T24)

       


30 Ağustos 2024 Cuma

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -30 Ağustos 2024-

Yoksulluk bitmiş, haberiniz var mı? -Ahmet Yaşaroğlu-

Ülke yönetiminin en tepesindeki şahıs “Yasakların, baskıların, yokluk ve yoksullukların olduğu o eski günler artık bir daha gelmemek üzere tamamen geride kalmıştır” dediğinde neler hissedersiniz? Bunları kesinlikle bir emekli kahvesinde  veya semt pazarında söylememiştir diyeceğiniz kesin. Ama yine de şaşkınlık, üzüntü ve bunları söyleyen hakkında aklınızdan geçen ve buraya yazılamayacak başka duygulara da sahip olabilirsiniz. Ya da bunları bütünüyle bir yana bırakıp konuşan acaba başka bir ülkede mi yaşıyor deyip, ülkenin gerçeklerine keskin bir bakış yöneltebilirsiniz.  

Biz de öyle yapmayı deneyip, devletin resmi bakanlığının -başında aile vb. yazan- verilerine göre sosyal yardımlarla geçinen 4.2 milyon hanenin mensuplarının yani yaklaşık 17 milyon bireyin durumlarını hatırlatarak işe başlayalım. Evet yanlış okumadınız, yoksulluğun “tarihe karıştığı” bu ülkede yaklaşık 17 milyon kişi sosyal yardımlarla yaşıyor. Öyle anlaşılıyor ki, devletin en tepesi sosyal yardımla yaşamlarını sürünerek sürdüren bu kitleyi yoksulluktan kurtulmuş sayıyor! Ama bu yoksulluktan da öte sefalet içinde bir yaşam anlamına geliyor. Yoksulluktan kurtulma edebiyatının bir yönünü bu gerçek oluşturuyor.

Diğer yönü ise şu: Bu ülkede asgari ücret 17 bin 2 lira. Türk-İş’e göre açlık sınırı temmuz ayı için 19 bin 234 TL, Türk Metal sendikasına göre ise 19 bin 423 TL. Son hesaplamalara göre ise 21 bin lirayı aşmış durumda. Yani bu ülkenin işçi ve emekçilerinin milyonlarcası -15 milyon 22 bin 900- açlık sınırının altında bir ücretle çalışıyor. Açlık sınırının sadece 4 kişilik bir ailenin zorunlu gıda harcamalarını içerdiğini, kira, ulaşım, enerji, sağlık, çocukların okul masrafları vb. giderleri içermediğini hatırlatmak gerekiyor. Yani ortalama en düşük rakamı varsayarak iki kişilik bir aileyi hesaba katacak olsak bile ülkenin en az 30 milyonu açlık sınırının altında geçinmeye çalışıyor. Bu korkunç bir yoksulluk değilse nedir ki? Kim bilir, belki de ülkeyi yöneten çoktan yoksulluğun ne olduğunu unutmuştur. Saray’da her bir dakikada 2 asgari ücret veya en düşük 4 emekli maaşının harcandığı koşullarda halkın içinde bulunduğu gerçekler nasıl kabul edilecek?

Bir diğer yön ve gerçek ise şu: İçerisinde Türk-İş ve diğer bazı sendikaların olduğu araştırmaların ortaya koyduğuna göre yoksulluk sınırı 61 ile 65 bin lira arasında değişen bir rakamı içeriyor. Yani bir emekçi ailesinin kıt kanaat geçinebileceği bir rakam. Genel ücret düzeyinin asgari ücrete yaklaştığı, ortalama işçi ücretinin 25 bin TL civarında olduğu gerçeği dikkate alındığında, bu ücretle geçinmeye çalışan kitlenin -son resmi rakamlara göre istihdam edilenlerin sayısı 32 milyon 591 bin kişi- yaşamını yoksulluk sınırı içinde sürdürdüğünü ülkeyi yöneten dışında kim inkar edebilir? Bunlar ne söylenirse söylensin inkar edilemeyecek gerçeklerdir.

Ama bu gerçekler tablonun tamamını oluşturuyor mu? Son zamanlarda hepimizin tanık olduğu başka bir gerçeklik daha var: Ülkenin tarımsal üretim merkezlerinde küçük ve orta düzeyde üretim yapan üreticiler tarımsal girdi fiyatlarının aşırı artması, buna karşın ürünlerinin büyük tekeller tarafından üç kuruşa kapatılmak istenmesine artan bir yaygınlıkta tepki göstermeye başladılar. Ürünler tarlada bırakılıyor, yollara dökülüyor, tabii icradan kurtulup hâlâ ellerinde kalmışsa traktörlerle eylemler de yapıyorlar. Bu üreticiler yıkıma ve iflasa sürükleniyor. Şimdi de bunların mülklerine ek koymanın yasal kılıfı hazırlanıyor. Ama küçük mülk sahibinin protestosu oldukça sert olur. Çok merak edenler 13 Şubat 1990’da Akhisar’da tütün üreticilerinin ne yapmış olduğunu bir araştırsın. Ankara Siteler esnafının eylemi ise başka bir örnek oluşturuyor.

İşin yasaklar ve baskı yönüne ise hiç girmeye gerek yok. Ülkenin hapishaneleri politik tutuklularla dolu. Gezicilere verilen keyfi cezalar ortada. Seçilmiş Milletvekili Can Atalay üstelik Anayasa Mahkemesi kararlarına rağmen halen hapiste tutuluyor. Mecliste kürsü dokunulmazlığına sahip milletvekillerinin kanı akıtılıyor. Sulh ceza mahkemeleri eskinin DGM’leri gibi çalışıyor. Saray ne derse, yargı o yönde kararlar alıyor. Bağımsız yayın yapan, gerçeği yansıtma peşinde koşan TV ve gazeteler üzerinde ağır bir baskı uygulanıyor. RTÜK, Basın İlan Kurumu sansür ve baskı konusunda sıkıyönetim koşullarını aratmayacak uygulamalar yapıyorlar. Açıkçası yukarıya yaptığımız alıntıda çizilen pembe tablonun ülkenin ne ekonomik, ne de politik gerçekleri ile uyuşan tek bir yönü bile bulunmuyor.

Son sözü ülkeyi yönetenin bu sözleri nerede ve hangi koşullarda yaptığını değinerek söyleyelim. Bunlar Ahlat’ta, “Anadolunun kapısını açtığı” söylenen “Malazgirt zaferinin” bilmem kaçıncı yılında söyleniyor. Tek adam, etkili olacağını düşündüğü bir yerde ve zamanda, şövenizm dozunu uyuşturucu niyetine halkın kanına şırınga ediyor. Sanıyor ki açlığın ve sefaletin kapısını ardına kadar açmasına karşın, söyledikleri halkı her gün, her saat yaşadığı gerçeklikten koparır, destek kitlesini ayakta tutar ve canlandırır. Ama köprülerin altından çok sular aktı. Halk kitleleri iktidarın yoksulluk, açlık, işsizlik kırbacını yiye yiye bilendiler ve hızla bilinçleniyorlar. Yandaş araştırma şirketinin-SETA- itiraf etiği gibi Erdoğan’ın üzerinde artık bir zırh yok. Ortaya çıkan eylemler ve eylem biçimleri gelecekte olacakların küçük bir ön gösterisi niteliğinde. Ülkenin gidişatın değiştirmek için mücadele eden her kesim daha hareketli günlere hazır olmak zorunda.

Ve son olarak kişisel bir not: 1980 öncesinde Ankara’dan tanıdığım yoldaşım BEDO’yu kaybettiğimizi üzüntüyle öğrendim. Sakin, birikimli, yiğit bir insandı. Her koşulda mücadeleye katkıda bulunacak bir yolu bulmuştu. Anısı mücadelemizde yaşayacak. Başımız sağ olsun.                               /././

Gözlem -Arif Nacaroğlu-

Saat 6.  Akşam. Otelin içerisinde büyük ihtimalle akşam yemeğinde hangi tür et yeneceği, etin yanına hangi şıranın yakışacağı tartışılırken, otelin üst pencerelerinden birileri, belki de otelin sahibi, perdenin arasından korkuyla dışarıyı gözlüyor. Otelin önünde az sayıda lüks araç.  

Diğerleri ne olur ne olmaz diye gizlenmiş. Otelin hemen bitişiğindeki diğer otelin önünde 100’e yakın çevik(?) kuvvet. Robot gibiler. Kim bilir ne düşünüyorlar. Belki hepsi işçi, köylü çocuğu. (Zengin çocuğu neden çevik kuvvet olsun ki, o otel sahibi olur ve işçiyi işçi çocuğuna dövdürür.) Bir o kadar da sivil polis. Sağa sola emirler vermelerinden belli ki bazıları üst(?) rütbeli. Aldıkları 40 bin lira maaşın hakkını vermek için çırpınıyorlar. İşleri kötü. Olanı görünce “İyi ki bunlardan olmamışım, pazarda limon satar bu kötü işi yapmazdım” düşüncesi geçiyor aklımdan.

Divan otel patronu Akcanlar tekstilin de sahibi korkudan otelinin önünü ıslak çuvallarla(?) örtmüş. Asgari ücretli otel görevlisi patronuna yaranma peşinde.

Polis araçları, uzun namlulu silahlı polisler. İlk bakışta otelde seri katil, büyük mafya babası, devletin 128 milyar dolarını götüren uğursuz, dağları, ormanları, dereleri yağmalayan küfürbaz iş adamı var sanıyor insan.

Hayır.

Az ötede 40 kadar silahsız, sopasız, Akcanlar işçisi. Sendikaları ile birlikte yokluğa yoksulluğa, 7’li sisteme karşı bir bildiri hazırlamışlar. Okuyup gidecekler.

Polis, pencereden bakan patronun gözü önünde işçiyi ezmeye kararlı. Bir polis Sendika Başkanı Mehmet Türkmen ile diyalog içerisinde ama, beyaz gömlekliyi görünce hemen aklıma iyi polis, kötü polis sahneleri geliyor. Sivil biri eline aldığı megafonla “Dağılın” diye bağırırken beyaz gömlekli kalkanlı polislerle işçileri çeviriyor.

“Dağılacağız” diyen işçiler kalkanlarla çevriliyor ve “gözaltı” emri ile işçiler tek tek koparılıp yere yatırılıyor ve plastik kelepçe takılıp minibüslere sürükleniyor. Uzaktan bakınca siviller içerisinde bu işi zevkle yapanlar kadar, yaptığından utandığı belli olanları ayırt edebiliyor insan.

Bir işçi iki elini uzatıp beni de alın diyor ama muamele aynı. Yere yatır, plastik kelepçe tak. 

Etrafa toplanan az sayıda insan, “Bu kadar da vahşet olmaz ki, zengine de yapabilseler ya bunu da görsek” diye sıkıntıyla söyleniyor.

Minibüsler dolunca dışarıda kalan işçiler yürüyerek gidip gözaltına alınan arkadaşlarını bulmak ve belki de gözaltına alınıp bu kavgada doğru tarafta olmanın gururu ve cesaretiyle yürüyorlar.

Yoksul işçiye bir sayfa kağıdı okutmayan polisin gece nasıl uyuduğunu bilmiyorum ama patronlar otelin serin odasında coşkulu.

“Şerefe”                                            /././

Atamaların değeri değersizleştirilmesi üzerine -Adnan Gümüş-

Merkez, il, ilçe yöneticiliklerine, tüm okullara hep atama yapılıyor, artık tüm üniversitelere de atama yapılıyor, rektör atanıyor, enstitü müdürü atanıyor, okul müdürü atanıyor, hatta memuru, hocası atanıyor. Daha iki hafta önce, bir gece yarısı 13 üniversiteye rektör, şu ile vali, bu emniyete emniyet müdürü atandı. Her gün biri alınıyor, biri atanıyor.

Atama ile değer arasında, atama ile ahlak arasında, atama ile kişi olma arasında, atama ile toplum olma arasında nasıl bir bağ bulunuyor acaba?

AKP ve MEB, 2010’daki şura kararından bu yana ha bire “değerler eğitimi”nden söz ediyor. Peki, okullarda ve üniversitelerde atama sistemi değer bakımından ne anlama geliyor acaba?

HANGİ DEĞER, OKUL VE ÜNİVERSİTE BİR DEĞER Mİ?

Okulların, örgün eğitimin neler kazandıracağı her şeyden önce neyi değerli bulduğumuza dair. En başta çocukların ve insanlığın mutluluğu mu gözetilecek? Mutluluk ne?

“Mutluluğun resmini yapabilir misin, Abidin?” Mutluluk bir değer mi ve bir değer ölçüsü mü, nasıl bir değer ve ölçü? Mutluluk duyulabilir mi, bilinebilir mi, öğretilebilir mi? Mutlu olmak nasıl bir duygu, tanımlanabilir tarif edilebilir mi?

Her bir şeyin illa bir özü, mutluluğun bir özü olmak zorunda mı? Yoksa özü olup olmamasının ötesinde varoluşsal bir insan fenomeni mi, yaşantısal bir durum mu?

Bilimsel değerler gerçeklik ve gerçek dışılık, mantıksal değerler doğruluk ve yanlışlık, geometrik değerler şekillilik ve şekilsizlik, estetik değerler güzellik ve çirkinlik, sanatsal değerler yaratıcılık ve sürdürüm, ahlaki değerler iyilik ve kötülük, sosyal değerler dostluk/sevgi ve nefret/düşmanlık, politik değerler eşitlik, etkililik ve eşitsizlik, etkiliksizlik, dini değerler sadakat ve sadakatsizlik, maddi değerler yararlılık yararsızlık, psişik duygusal değerler haz ve acı, felsefi değerler sofya/sebep bilgisi ve bilgisizlik/cehalet, kapitalist değerler para/zenginlik ve fakirlik, libidinal değerler yaşamsallık ve ölümcüllük… bunların hepsi birer değer mi, nasıl birer değer?

Sağlık biyofizyolojik bir değer mi?

Değerler sayılarak sınırlandırılabilir mi, yoksa ne kadar istem ne kadar seçim ne kadar üretim varsa o kadar değer mi var?

Bu yazının konusu açısından, değerin özü her şeyden önce bir insan seçimi ise, bir istem ve bu istemin gerçekleştirilmesi ise, seçemeyen, istemini gerçekleştiremeyen öğrenci, öğretme, akademisyen, okul ve üniversite kendinde bir değer mi, birer kişi kişilik mi?

DEĞER BAKIMINDAN BİLGİ, ÖZGÜRLÜK, SEÇİM VE YARATICLIK NE ANLAMA GELİYOR?

İnsan seçiminden, insan yöneliminden özerk olarak kendi başına bir değerden söz edilebilir mi?

İnsan bilmeden seçebilir mi?

İnsan bilmeden özgür olabilir mi?

İnsan özgür olmadan merak edebilir, bu merakını sorgulayabilir, bilgi edinebilir mi, ne kadar?

İnsan özgür olmadan seçebilir mi?

Üretim en temel tercih mi, insan ürettiğini seçtiği tercih ettiği için mi üretiyor? Üretim, yaratıcılık bir değer oluşturma süreci mi?

İnsan kendi seçtiği ve istediğini değil de başkalarının dayattığını sürdürüyorsa bunun değer bakımından anlamı nedir? Böyle bir durumda bu öğrencilerin, öğretmenlerin, akademisyenlerin, bu okulların, bu üniversitelerin bir değerinden söz edilebilir mi? En azından yeni bir değer oluşturma imkanından söz edilebilir mi?

OKUL VE ÜNİVERSİTE SEÇEMİYORSA BİRER KİŞİLİK VE DEĞER SAYILIR MI, DEĞER ÖĞRETEBİLİR Mİ, DEĞER ÜRETEBİLİR Mİ?

Değer ve değerler eğitimi bakımından rektör atamaları dahil atama sisteminin ne anlama geldiğini irdelemeye tartışmaya çalışıyorum.

İnsan hakları temel beyannamesi çocukların ne okuyacağını, okulunu kendi ve ailelerinin seçimine bırakmış durumda. Türkiye maalesef bu seçim hakkına bile saygı göstermiyor, çocuklar ve aileler istemese de imam hatip veya MESEM seçtirmiyor, bunun için çeşitli teşvikler uygulamaya kalkıyor.

Ama sorun sadece okul seçimi ile sınırlı değil, okuldaki hiçbir şeyi seçemiyorsak, okul seçmemizin alanı çok daralıyor.

Dahası üniversitelerdeki atama sistemi, bilim ve araştırmanın başlangıç şartının özgür bir seçim olduğunu yok sayıyor.

Seçemeyen öğrenci, öğretmen, okul, araştırmacı, üniversite… bir kişilik oluşturmuyor, kendi başına bir “değer” sayılmıyor ama bu okullardan ve üniversitelerden “değerler eğitimi”, dahası üniversitelerden değer üretmesi isteniyor.

Daha en başından, en esasından bir terslik yok mu?

Bu olan bitene ve dayatılana az çok direnmeye çalışanlar bir kişilik oluşturuyor, ya bu kadarını da yapmayanlar?

                                                         /././

İsrailli Milletvekili Cassif: Batı Şeria saldırısı faşist ana planın parçası -Elif Görgü-

Evrensel’e konuşan İsrail Komünist Partili Milletvekili Ofer Cassif, Batı Şeria’ya saldırının “Faşist bir ana plan”ın parçası olduğunu söyledi. Uluslararası toplumu İsrail’e karşı sertleşmeye çağırdı.

Bir bölümü Mahmut Abbas yönetiminin kontrolünde olsa da asıl olarak 1967’den bu yana İsrail işgali altında bulunan Batı Şeria’ya yönelik son büyük saldırı can almaya devam ediyor.

İsrail hükümetlerinin silahlı paramiliter güçler olarak örgütlenen “yerleşimciler” aracılığı ile son Filistin topraklarını gasbettiği, evlerini yıktığı, tarlalarını ve zeytinliklerini yerle bir ettiği Batı Şeria için saldırılar yeni değil. Bölge el Fetih yönetiminde olsa da Filistinli gençlerin ağırlıkta olduğu yeni direniş gruplarının da bir süredir İsrail ordusuna karşı direndiği biliniyor.

İsrail, ABD’nin yardımı ile dünyayı Gazze’de bir ateşkes umuduyla oyaladığı bir süreçte Batı Şeria’ya son yirmi yılın en büyük saldırılarını başlattı. 28 Ağustos’ta başlayan saldırılarda ilk hedefler Batı Şeria’nın kuzeyinde Cenin, Tulkerim ve Tubas kentlerindeki mülteci kampları oldu. Kentler kuşatma altına alındı. Dozerlerle altyapı yerle bir edildi. Elektrik ve internet kesildi. Kamplar ve çevrelerindeki evler hem karadan hem de insansız hava araçlarıyla vuruldu. El Cezire’ye göre keskin nişancılar Cenin’de “hareket eden herkesi” vurdu. Cenin Devlet Hastanesi kuşatıldı ve ambulanslar engellendi.

Tubas kentindeki el-Faria ve Tulkerim’deki Nur Şems Mülteci Kamplarını yerle bir ettikten sonra çekilen İsrail’in Cenin saldırısı ise devam ediyor. AA’nın bugün geçtiği bir habere göre Cenin’e bağlı Zebabide köyündeki bir araca yönelik saldırıda 3 Filistinli daha yaşamını yitirdi.

CASSIF: SMOTRICH PLANI UYGULANIYOR

İsrail’in Batı Şeria saldırılarını Evrensel’e yorumlayan, İsrail Komünist Partili ve Hadaş İttifakından İsrail Meclisi (Knesset) Milletvekili olan Ofer Cassif, “İşgal altındaki Batı Şeria’ya saldırı ve İsrail hükümetinin rehine anlaşmasını bozması, faşist bir ana planın, yani (İsrail Maliye Bakanı) Smotrich’in ‘Kararlılık/Boyun Eğdirme Planı’nın iki bileşenidir” dedi.

Yaşananların “İsrail’in ve İsraillilerin güvenliğiyle (Dolayısıyla rehinelerin feda edilmesiyle) hiçbir ilgisi yoktur” diyen Cassif, hedefin Filistin topraklarının bir bütün olarak kontrolünü ele geçirmek ve İsrail’e ilhak etmek olduğunu söyledi: “Filistin halkını fiilen ve resmen ‘apartheid’a tabi kılmayı, mümkün olduğunca çok sayıda insanı sürmeyi ve hatta öldürmeyi amaçlıyor.”

SMOTRICH PLANINDA NE VAR?

İsrail’in Maliye Bakanı ve faşist Dini Siyonizm Partisi Lideri Bezalel Smotrich dün gerçekleştirilen Avrupa Birliği (AB) gayriresmi dışişleri bakanları toplantısında hakkında yaptırım uygulanması tartışılan iki İsrailli bakandan biri. Diğeri ise Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir.

Ancak Avrupa ülkeleri bu iki faşist bakana yaptırıma şimdilik yaklaşmadı. AB Dış İlişkiler Şefi Josep Borrell, toplantı sonrasında konuyu tartıştıklarını söyledi ancak “Kesinlikle oy birliği yoktu” dedi. Borrel, “Kararı bakanlar verecek. Her zaman olduğu gibi bu onlara kalmış bir şey ama süreç başlatılacak” ifadelerini kullandı.

Peki Cassif’in dikkat çektiği Batı Şeria’daki Smotrich planı ne içeriyor?

Smotrich’in geçtiğimiz haftalarda açıkladığı plan Batı Şeria’nın güneyinde yer alan Beytüllahim’de yeni “Nahal Heletz” adıyla yerleşim yeri kurulmasını, Hristiyan nüfusun da içinde yer aldığı Filistinlilerin topraklarının gasbedilmesini içeriyor. Böylece bu yeni yerleşim birimiyle bir diğer yerleşim olan “Gush Etzion”un coğrafi olarak Kudüs’e bağlanması amaçlanıyor. İşgal altındaki Filistin topraklarında İsrail ordusuna bağlı sivil idare de söz konusu yerleşimin kurulacağı alanın sınırlarını devlet arazisi ilan ettiklerini açıklamıştı.

Smotrich, 14 Ağustos’ta X hesabından yaptığı açıklamada, “Gush Etzion’u Kudüs’e bağlamanın ulusal bir görev” olduğunu iddia etmişti.

Filistin topraklarındaki “İsrail yerleşimleri” Birleşmiş Milletler ve uluslararası hukuk açısından “yasa dışı” sayılıyor. Ancak şu ana kadar İsrail’e bu konuda bir yaptırım uygulanmadı. Sadece son yıl birkaç yerleşimci hakkında ABD ve bazı Avrupa ülkelerine girmelerinin yasaklanması gibi etkisiz bazı kararlar alındı.

Batı Şeria’da yaklaşık 5 bin 640 kilometrekarelik bir alanda yaklaşık 2 milyon 750 bin Filistinli yaşıyor. Bölgede 200 binden fazlası Doğu Kudüs’te olmak üzere 500 binin üzerinde yerleşimci bulunuyor.

‘ULUSLARARASI TOPLUM İSRAİL’E KARŞI SERTLEŞMELİ’

Bu arada Gazze’deki İsrail katliamları da ara vermedi. Pazar günü Gazze’deki çocukların çocuk felcinden korunması için başlayacak aşı kampanyası için “insani ara” verileceği duyuruldu. İsrail ara öncesi saldırılarını yoğunlaştırdı.

İsrail ordusu ABD merkezli Anera adlı STK tarafından organize edilen yardım konvoyunu vurdu. Konvoy, Refah’ta Birleşik Arap Emirlikleri tarafından işletilen bir hastaneye tıbbi malzeme ve yakıt taşıyordu. Guardian’ın haberine göre Anera’nın Filistin Ülke Direktörü Sandra Rasheed “Bu şok edici bir olay. Anera tarafından koordine edilen ve İsrailli yetkililer tarafından onaylanan konvoyda, şans eseri yara almayan bir Anera çalışanı da bulunuyordu” dedi.

Gazze’deki son durumu yorumlayan İsrailli Milletvekili Ofer Cassif’e İsrail’e yönelik tutumun sertleşmesi gerektiğini belirterek şunları söyledi: “Gazze’deki soykırım katliamı, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki etnik temizlik ve İsrail’in kendi içindeki faşizm ve siyasi zulüm derinleşip yaygınlaştıkça, uluslararası toplum İsrail hükümeti ve ortaklarına karşı sertleşmelidir.”

Ancak İsrail’in silahlarının yüzde 70’e yakınını sağlayan ABD’nin böyle bir planı yok. İktidardaki Demokrat Partinin kasım seçimlerinde yarışacak Başkan Adayı Kamala Harris, CNN Televizyonuna verdiği röportajda bir yandan ateşkesi desteklediğini iddia ederken öte yandan şu ifadeleri kullandı: “Açık konuşayım, İsrail'in savunmasına ve kendini savunma kabiliyetine olan taahhüdüm sarsılmaz ve kesindir. Bu değişmeyecek.”

                                                      /././

SETA'dan gelen imdat -Nuray Sancar-

AKP’nin 2006’da kurduğu iç ve dış politika üzerine hem politika üreten hem de üretilmiş politikaları gerekçelendiren, çok sayıda rapor-analiz, kitap yayımlayan, iktidara kadro transferi yapan SETA’nın hazırlayıp parti üst yönetimine sunduğu son raporla ilgili Gazete Pencere Yazarı Nuray Babacan’ın verdiği bilgilere göre Erdoğan’ın, partisine uzun süre sadakatle destek vermiş kitle üzerindeki nüfuzu gerilemiş görülüyor.

SETA’nın varlığını reddettiği raporda dikkat çeken noktalar arasında; halkın adalet duygusunun zedelendiği, parti içi bölünmelerin artmasının motivasyonu düşürdüğü, ekonomik kriz ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin AKP’den uzaklaşmaya neden olduğu gibi malumun ilamı cinsinden başlıklar var. Daha önemlisi AKP seçmeninin hatırı sayılır bir bölümü ‘Erdoğan iyi çevresi kötü’ veya ‘Erdoğan bilse yaşananlara izin vermez’ mealinde iyimser bir beklenti zemininde durmaktan da uzaklaşmış görünüyor: Erdoğan her şeyden sorumlu.

AKP’nin, parti aidiyeti ekseninde kurduğu yardım, lütuf, iane ve sadakate bağlı sosyal politikalarının muhatabı olan en yoksul kesimler ile; ihale, vergi indirimi, teşviklerle beslenen seçili sermaye gruplarını kapsayan kümelenme eskisi gibi işletilemiyor. Din-iman-maneviyat ekseninde, en alttakilerle en üsttekileri dava kardeşliğinde sözde eşitleyen kimlik politikasının hayatın acı gerçekleri karşısında sınıfsal bir ‘farkındalık’ yaratarak çözülebileceği aslında bir sır değil. Eski damat maliye bakanının söylediği gibi ‘Aya otoyol yapacağı desek buna inanacak olan kitle’ birikmiş yalanların, tutulmayan sözlerin, oyalamaların altında ezildikçe yerli-milli birlik beraberlik miti de çöküyor ister istemez.

Adalet ise şimdiye kadar, bu birlik beraberlik çatısının altında birlikte kalkınma umuduyla durabilen kesimler dışında bırakılanların derdi olmuştu. Ancak dava kardeşi aç yatarken yiyip içtiklerinin, lüks yaşam alışkanlıklarının ve kazandıklarının teşhiriyle eziyet eden, bu yetmiyormuş gibi borçlarını ve kazançtan kayıplarını vergi olarak, düşük ücret ve ağır sömürü olarak yoksula yükleyen ele dur demeyen, hatta bunu hem meşru hem yasal gören kudret, durdurulmayan elin sahibi ve yetkilendiricisi görülüyor. Ama emekçinin sesi, ses çıkarmak için ihtiyaç duyduğu birliği, örgütlülüğü karşısında rejimin güvenlik aygıtları, din kardeşiyle makbul olmayan diğerleri arasında hiçbir ayrım yapmadan kardeşlikten bir çırpıda atabiliyor. O zaman anlaşılıyor ki iktidarın muhabbeti koşullu; boyun eğmeye, her ne olursa olsun müritleşmeye bağlı.

İktidar yanlısı medyanın yüksek volümlü ajitasyonu altında cezaya suç uydurulduğu, tamamlanmış cezaların ilgili heyet ‘iyi hal’ görmediği için tutuklunun salıverilmesinin keyfi olarak engellendiği, kadın ve çocuk kıyımının had safhaya ulaştığı, sokak hayvanlarının katli için yeşil ışık yakıldığı gerçeği bütün bariyerleri geçerek her yerde yankılanıyor. Keyfi ceza kimse için uzak bir ihtimal değil. Böyle olunca adaletin ve yasanın yerine kendi teveccühünü ve takdirini yerleştiren tek adam elbette bir güven kriziyle baş başa kalır.

Dahası Ahlat’taki kabine toplantısından sonra OVP’den iyi sonuçlar alındığını söyleyen Cumhurbaşkanının sözleri realiteyle çarpışıyor. Maden ve santral şirketlerine ikram edilen ormanlar, yağmalanan kıyılar, tarım çökertildikten sonra küçük üreticinin göz dikilen toprağıyla ölçülen ekonomik durum bu sözlerin sağlamasını yapmıyor.

Şimdi kulübeler saray(lar)la yüz yüze kaldı ve her seferinde can acıtıcı sonuçlar yaşandı, yaşanıyor. Partinin dağılmış ve güven yitimine uğramış aynı zamanda giderek güvencesizleşmiş çevre çeperi çöktükçe merkezi de istikrarsızlaştı. İçişleri bakanlarının eskisiyle yenisi, maliye bakanlarının damadıyla devşirmesi arasındaki taht kavgaları sadece, program zamanını doldurmak için ekranda köpürtülen bir mevzu değil. İktidarın güvenlik bürokrasisini de kesen ayrışmalar, parti basını ve siyasetçilerinden çıkan farklı sesler, gruplaşmalar, adam tutmalar, çıkar fraksiyonlaşması herkesin gözü önünde gerçekleşiyor. Paylaşılacak akar kıtlığı koltuk kavgalarını tetikliyor. Bu durumda kendisine başka alemlerde yer arayanların sayısı da artıyor. Bu yüzden başka parti ve çevrelerden kan arama hali SETA raporuna kadar sinmekte.

İktidarın fiili ortağı Bahçeli’nin sembolik ve gizemli mesajları, Tuğrul Türkeş’in Gezi tutuklularını ziyaret etmesi, Parti Yazarı Abdülkadir Selvi’nin Kavala ile ilgili yazıları koalisyonda da işlerin iyi gitmediğini, güç yarışına girildiğini gösteriyor.

SETA raporunun asıl önemi iktidar memnuniyetsizliğinin ve Erdoğan’ın karizmatik etkisindeki erimenin giderek daha geniş bir toplumsal kesimi kapsaması. Raporu bir iç imdat çağrısı olarak görmek mümkün. Çünkü SETA’nın kurmaylarının çoğu iktidarın yüksek mevkilerine de transfer oldular. Kurucu üyelerinden İbrahim Kalın bugün MİT Başkanı, Fahrettin Altun İletişim Daire Başkanı ve en son Kurumun Direktörü Prof. Burhanettin Duran dışişleri bakan yardımcılığına getirildi. Vakfın tabii ki kontrolü Erdoğan’da.

AKP ile Erdoğan’ın irtifa kaybettiği şimdiye kadar iktidarın bütün politikalarına övgü yağdıran organik bir düşünce kuruluşu tarafından tespit edildi. Ne var ki satamadığı karpuzu, sütü yola döken çiftçiyi, geçinebilmek için fazla mesai yapan emekçiyi kendine ve emeğine zarar vermeye zorlayan sistem çürür ama kendiliğinden çökmez. Üretimden gelen gücü öz yıkıma değil mevcudu değiştirmeye yöneltmek gerekir. Kendisine rapor sunulan erkanın kabusu da açık ki budur.

                                                     /././

Prof. Dr. Doğan Yaşar İzmir’deki balık ölümlerini değerlendirdi: Körfezin ölümü son 25 yılın eseri -Ramis Sağlam-

Prof. Dr. Doğan Yaşar İzmir Körfezi’nde yaşanan balık ölümlerinin körfezin foseptik olarak kullanılmasından ve arıtılmayan fabrika sularından kaynaklandığını söyledi.

İzmir Bayraklı, Alsancak ve Karşıyaka sahillerinde görülen toplu balık ölümleri gözlerin körfez kirliliğine çevrilmesine neden oldu. Tarım ve Orman İl Müdürlüğü balık ölümlerinin nedenini araştırmaya devam ederken, Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği İzmir İl Müdürlüğü uzmanlarının balık ölümleri ile ilgili ilk açıklaması “Denizdeki mikroorganizmalarda ciddi artış olduğu” yönünde oldu.

İzmir Büyükşehir Belediyesi toplu balık ölümlerinin ardından Bayraklı sahiline 4 hidrosoft pompa kurdu. Pompaların çektiği deniz suyu filtrelenerek yeniden denize deşarj edilirken bu yolla su içindeki oksijen oranının da artırılması hedefleniyor. Deniz yüzeyindeki ölü balıklar kirliliğe ve kötü kokuya neden oldu.

Körfez’de yaşanan kirliliğin sürpriz olmadığını, son 25 yılın en kirli Körfez’iyle karşı karşıya olduğumuzu belirten Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) Çevre, Biyoçeşitlilik ve İklim Değişikliği Çalışma Grubu Üyesi Prof. Dr. Doğan Yaşar ile sorunun geçmişini ve nedenlerini konuştuk.

“BİLİMSELLİKTEN UZAKLAŞMANIN FATURASI”

Körfez kirliliğinin bu seviyeye geleceğini bildiklerini ifade eden Yaşar, geçtiğimiz yıllarda yaşanan plankton patlamalarının 2023 yılında da görüldüğünü, az da olsa balık ölümlerinin yaşandığını söyledi.

Bu yıl toplu balık ölümlerinin had safhaya ulaştığını söyleyen Yaşar, “Zaten bu beklemediğimiz bir durum değildi. Körfez’in kızıla dönmesi demek plankton patlamaları anlamına geliyordu. Bunun anlamı ise denizde oksijenin sıfırlanması demek. Bu durumda balık ölümleri sürpriz bir durum olmadı. Son 25 yılın en kötü yılını yaşamamıza neden oldu” dedi.

“KİRLİLİĞİN EN ÖNEMLİ NEDENİ FABRİKA ATIKLARI”

İzmir Körfezi'nde yaşanan kirliliğin nedenlerini değerlendiren Yaşar, “Yaşanan kirliliğin en önemli nedeni arıtılmadan derelere bırakılan fabrika sularıdır. Bunun yanında son yıllarda yapılan baypasları unutmamak gerekir. Çiğli'deki arıtma tesisinin yetersiz kalması sonucu bypaslar oluştu. Tabii baypasların hiç olmayacağını söylemiyorum. Zaman zaman aşırı yağışların kaldıramayacağı dönemlerde baypaslar olur, sanırım bunun da etkisi oldu” diye konuştu.

Körfezin aşırı kokmasını ‘derelerin betonlanmasına’ bağlayan Yaşar, “2000'li yıllarda derelerin altının betonlanması en büyük yanlıştı. O zamanda körfezi öldürürsünüz demiştik dinletemedik. Toprakla suyun ilişkisinin kesilmesinin kaçınılmaz bir sonucunu yaşıyoruz. Böyle bir sonuç doğuracağı bilimsel bir gerçekliktir. Kokunun nedeni derelerin toprakla ilişiğinin kesilmesidir. Açıkça söylemek gerekiyorsa bu bilim dışılık, bilim tanımazlıktır. Bugün tam da bunu yaşıyoruz. Bir an önce betonlar sökülmelidir” ifadesini kullandı.

ARITMA TESİSLERİ KAPATILDI, KİRLİLİK PATLADI

Yaşar, 2004 yılında arıtma tesislerinin kapatılarak fabrikalardan yine kirli suların Körfez’e akıtılmasıyla, Körfez’in kirlenmesinin tekrar başladığını aktardı. 2008 yılına gelindiğinde Körfez’in tekrar kokmaya başladığının altını çizen Yaşar, “2010'nun ilk çeyreğinde makro algler, deniz marulları patlamaya başladı. Bu patlamalar devam ettikçe kirlilik bu seviyeye ulaştı” bilgisini paylaştı.

Gediz Nehri'nin Körfez’i kirlettiği düşüncesine karşı çıkan Yaşar, akıntı çalışmalarının bunu doğrulamadığına dikkat çekerek “Körfez'de akıntı sistemi yok. Karaburun'dan girer, güneyden dolaşır ve kuzeye doğru akıntı gider. Bizim buradaki kirlilikle hiçbir ilgisi yok. Çiğli arıtmanın da burayla bir ilgisi yok. Burası tamamen iç körfezden gelen kirli suların bir eseridir” hatırlatmasını yaptı.

İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay'ın balık ölümlerine ilişkin açıklamalarına da değinen Prof. Dr. Doğan Yaşar, “Sanırım yanlış yönlendiriliyor. Tugay'ın açıklaması bilimden çok uzak açıklamalardır. Daha ilk cümlesi kirliliğin 1965'li yıllardan sonra başladığıydı. İzmir Körfezi kirliliğiyle ilgili ilk makale 1930 yılında William Numan tarafından yazıldı. 1955’te ilk defa müthiş bir plankton patlaması yaşandı. Bu patlama Türkiye denizlerinde müthiş bir balık ölümüne neden oldu. Körfez devamlı foseptik olarak kullanıldı. İzmir'in foseptiği iç körfeze verildiği için 4-5 yıldır plankton patlamaları ve balık ölümleri gerçekleşti” dedi.

                                                          /././

İktidarın rotası: ABD-AB-NATO ekseni -Yusuf Karadaş-

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, dün Brüksel’de Türkiye’nin 5 yıl aradan sonra tekrar davet edildiği Avrupa Birliği (AB) dışişleri bakanları gayriresmi toplantısına katıldı. AB’nin 5 yıl sonra yaptığı bu davet ve Türkiye’nin bu daveti memnuniyetle karşılaması, beklentileri farklı olsa da her iki tarafın ilişkilerde yeni bir dönemi başlatma isteğini ortaya koyuyor. Öte yandan önümüzdeki günlerde görev süresi dolacak olan ABD Ankara Büyükelçisi Jeff Flake, son dönemlerde ABD-Türkiye ilişkileri ve Türkiye’nin NATO içindeki önemine dair dikkat çekici açıklamalar yapıyor. Özellikle 2016’daki darbe girişiminden sonra Erdoğan iktidarı ile ilişkileri bozulan bu güçlerin son dönemlerde Türkiye’ye ilgisinin artması, Türkiye’yi kuşatan bölgelerdeki gelişmelerden ve bu bölgelerde Türkiye’ye biçilen görevlerden bağımsız değil. Ancak bu ilgide ve ilişkilerin hızlı bir seyir ilerlemesinde Erdoğan iktidarının ABD, NATO ve AB eksenine daha fazla bağlanma yönünde attığı adımların da önemli bir rolü bulunuyor.

ABD Ankara Büyükelçisi Flake, haziran ayında Reuters haber ajansına verdiği röportajda “Ukrayna'daki savaşın Ankara'nın NATO'ya ve Batı'ya olan bağlılığını gösterdiğini” belirterek “Türkiye'nin Batı ile ilişkilerinin ve ABD ile ortaklığının hiç olmadığı kadar güçlü olduğunu” söylemişti. Flace, geçtiğimiz günlerde Politico dergisine verdiği röportajda da 2016’daki darbe girişiminden sonra ABD’nin Erdoğan iktidarını desteklemekte yavaş kaldığı konusunda öz eleştiri yapıyor -ki, darbe girişiminden hemen sonra Rusya Lideri Putin tarafından aranan Erdoğan, dönemin ABD Başkanı Obama tarafından aranmamıştı. Ancak bu ayın başında Ankara’da aralarında ABD, Rusya ve Almanya’nın da yer aldığı 7 ülke arasındaki esir takasındaki rolü konusunda Erdoğan iktidarından övgüyle söz eden Flake, bu takastan sonra Erdoğan’ın Biden tarafından aranırken bu kez Putin tarafından aranmadığını ve dolayısıyla ilişkilerin tersine döndüğü vurguluyordu. Flake ayrıca kendisinden sonra gelecek büyükelçiye de “Büyüyen bir bölgesel güç ve NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesi için her cephede çalışması” nasihatini vermeyi de unutmuyor.

Ukrayna savaşı; ABD, AB ve NATO’nun Rusya ve Çin ile hegemonya mücadelesinin önemli alanlarından birini oluşturuyor. Türkiye’deki iktidar bu savaş sürecinde Ukrayna’ya askeri destek (başta Bayraktar TB2 SİHA’ları) vermekle kalmadı, NATO’nun çizdiği hattın da dışına çıkmadı. Dolayısıyla Ukrayna savaşı, Batılı emperyalistlerle yaşadığı kimi sorunlara rağmen Erdoğan iktidarının emperyalistler arasındaki egemenlik mücadelesinin hangi tarafında yer aldığını açık bir biçimde gösterdi.

Haziran ayında İsviçre’de yapılan ve Rusya’nın davet edilmediği ‘Ukrayna barış zirvesi’nin sonuç bildirgesinde barış görüşmelerinin başlaması için Rusya’nın işgal ettiği topraklardan çekilmesi maddesi yer almıştı. Türkiye’nin de aralarında yer aldığı 80 ülke tarafından imzalanan bu bildirgeye Brezilya, Hindistan, S. Arabistan, BAE’nin de aralarında yer aldığı 8 ülke imza koymamıştı. Hindistan Başbakanı Modi’nin 23 Ağustos’ta Ukrayna’ya gerçekleştirdiği ziyaret sonrasında açıklamalar yapan Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy, Hindistan ilk bildirgeye imza atmadığı için kasım ayında yapılması planlanan ikinci barış zirvesinin Hindistan’da yapılmayacağını; bu konuda Türkiye’nin de aralarında yer aldığı ve bildirgeye imza atan 4 ülke ile görüşmeler yaptıklarını belirtmişti.

Böylesi bir süreçte ABD ve NATO’nun Türkiye’nin rolünden övgüyle söz ettiği Ukrayna savaşının en önemli gündem maddelerinden birini oluşturduğu AB dışişleri bakanları gayriresmi toplantısına Türkiye’nin davet edilmesi daha anlaşılır oluyor. Bu yazı yazılırken sonuçları henüz açıklanmamış olan bu toplantıda Ukrayna savaşının yanı sıra Ortadoğu, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs, Karadeniz, Kafkasya, mülteci sorunu gibi Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren birçok önemli gündem maddesi yer alıyor.

ABD, NATO ve AB’nin Türkiye konusundaki beklentilerindeki yükselişi, Erdoğan iktidarının yaşadığı ekonomik ve siyasi sıkışmışlığın da etkisiyle son dönemde bu beklentileri karşılama yönünde attığı adımlardan bağımsız düşünmemek gerekiyor.

Ukrayna savaşının yarattığı saflaşmanın en önemli dönemeçlerinden biri Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliklerinin onaylanması idi. Erdoğan iktidarı bu konuyu ilk başlarda bir pazarlık konusu yapmaya çalışsa da ABD’nin baskısı karşısında geri adım attı.

Türkiye’nin ABD-NATO ile yakın dönemde yaşadığı en önemli sorunlardan biri de Rusya’dan S-400 hava savunma sisteminin satın alınmasıydı. Erdoğan iktidarının “acil savunma ihtiyacı” gerekçesiyle 2017’de 2.5 milyar dolara satın aldığı ve ilk parçaları 2019’da teslim edilen S-400’ler o gün bugündür hangarlarda bekletiliyor. Son günlerde Erdoğan yönetiminin S-400’lerden kurtulmak için onları Pakistan ya da Hindistan’a satması senaryoları konuşuluyor.

Bu dönemde Türkiye’nin en büyük enerji tedarikçisi Rusya’ya olan bağımlılığın azaltılması ve ABD-NATO eksenine bağlanma yönünde atılan bir diğer önemli adım da BOTAŞ ile ABD’li enerji tekeli ExxonMobil arasında 10 yıllık LNG (sıvılaştırılmış doğal gaz) anlaşması yapılmasıydı.

İsrail’deki Netanyahu yönetimi Gazze’deki saldırı, işgal ve katliamlarını bölgesel bir savaşa çevirecek hamleler yaparken ABD emperyalizmi de bu saldırganlığa desteğinin bir ifadesi olarak Doğu Akdeniz’deki askeri varlığını arttırıyor. Filistin ve Gazze konusunda en başından itibaren iç kamuoyunu yedeklemeye yönelik istismarcı bir tutum takınan iktidar partisi AKP’nin Sözcüsü Ömer Çelik, ABD’nin Doğu Akdeniz’e gönderdiği savaş gemilerini “Oraya başka devletlerin gönderdiği her savaş gemisi, her uçak gemisi şiddet sürsün, şiddet bölgeye daha çok yayılsın diyenlerin işine yarayacak bir vesile sunmuş olacak" sözleriyle eleştirmişti. Ancak Çelik’in “eleştirisinin” üzerinden çok geçmeden 13-17 Ağustos tarihleri arasında ABD ve ilk amfibi savaş gemisi TCG Anadolu’nun da yer aldığı Türk savaş gemilerinin Doğu Akdeniz’de ortak bir deniz tatbikatı düzenledikleri ortaya çıktı.

Tıpkı Ukrayna savaşı gibi Doğu Akdeniz’de Türkiye-ABD ortak deniz tatbikatı da Erdoğan iktidarının bölgedeki egemenlik mücadelesi ve olası bölgesel savaşın hangi tarafında yer aldığını açık bir biçimde ortaya koyuyor.

Erdoğan iktidarının Türkiye’yi çevreleyen gelişmeler ve emperyalist egemenlik mücadelesi karşısındaki tutumunu ve attığı adımları anlamak için Milli Savunma Bakanı Güler’in geçtiğimiz günlerde Reuters haber ajansına yaptığı "Önceliğimiz önemli bir müttefik olarak NATO'ya karşı sorumluluklarımızı yerine getirmek ve müttefiklerimizle dayanışmayı güçlendirmektir" açıklamasına dikkat çekmek gerekiyor.

İktidarın askeri ve siyasal alanda attığı bu adımları ekonomik alanda Şimşek’in IMF’siz IMF programı olarak adlandırılan işçi ve emekçilere yönelik saldırı programı tamamlıyor. Bu yüzden ücretlerin düşürülmesi, vergilerin arttırılması ve zamların devam etmesi üzerinden işçileri, emeklileri ve üreticileri açlık, işsizlik ve yoksullukla karşı karşıya bırakan bu ekonomik program IMF’nin "Türkiye’de uygulanan ekonomik politikaların önemli bir dönüşüm geçirdiği ve bu dönüşümün(…) kriz risklerini belirgin bir şekilde azalttığı ve güveni artırdığı" değerlendirmesinin yer aldığı raporunda da övülüyor.

Erdoğan iktidarının Türkiye’yi siyasi, ekonomik ve askeri olarak ABD, AB ve NATO’ya daha fazla bağımlı hale getiren hamleleri bir yandan ülkeyi bölgedeki gerilim ve çatışmaların içine sürüklüyor ve öte yandan IMF’siz sermaye programlarıyla işçi sınıfı ve emekçi halkın yaşam koşullarını giderek zorlaştırıyor. Bu süreç, işçi-emekçilerin iş ve ekmeği ile ülkenin bağımsızlığı ve bölgede barış mücadelesini daha önce olmadığı kadar birbirine bağlıyor.

                                                             /././

Terör saldırısı gölgesinde Doğu Almanya seçimleri -Yücel Özdemir-

Almanya, bir hafta önce bugün 26 yaşında, Suriye’den gelen bir mültecinin Solingen’de düzenlediği bıçaklı saldırıda üç kişinin hayatını kaybetmesi, sekiz kişinin yaralanmasını tartışmaya devam ediyor. Saldırganın neden sınır dışı edilemediği, katliamı gerçekten IŞİD’in emriyle mi yoksa tek başına mı yaptığı sorgulanıyor. Hükümet ve muhalefet partileri tam bir koro halinde mülteciler ve göçmenlere karşı açıklamalar yapıyor. Alman Anayasası’nın 16a. maddesiyle güvence altına alınan “Siyasi nedenlerle takibat altında olanlara iltica hakkı” yok edilmek isteniyor. Daha önce tek cümleden ibaret bir maddeye yapılan dört ekle zaten sınırlandırılan iltica hakkının neredeyse tamamen kaldırılması isteniyor.

Örneğin ana muhalefetteki Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU) Partisi Genel Başkanı Friedrich Merz, açık bir şekilde Afganistan ve Suriye’den mülteci alımının durdurulması çağrısında bulundu. Saldırıları düzenleyenlerin bu ülkelerden gelen radikal dinci teröristler olması, Taliban rejiminden kaçan kadınların yüzüne kapının kapatılmasına vesile ediliyor.

Sapla samanı karıştırmak tam da bu olsa gerek.

Halka karşı terör saldırısı düzenleyenlerle savaş mağduru masum insanları birbirinden ayırmak yerine, genellemeler yapılarak neredeyse İslam ülkelerinden gelen bütün göçmenler suçlu ya da potansiyel terörist olarak ilan ediliyor. Teröristle savaşların mağduru sivilleri ayırma görevi toplumun değil, güvenlik birimleri ve yargının işi olmalı. Bunun gereği yapılamadığı için basit genellemeci çözümlerle suçlamalar yapılıyor.

Daha önce bu türden genellemeci demagojik söyleme asıl olarak aşırı sağcı, faşist, ırkçı parti ve örgütler sarılıyordu. Bir süredir bu söylem artık diğer düzen partilerinin de temel yaklaşımı haline geldi. Aşırı sağ ve ırkçı partilerle yarış halinde olan bu partiler, onların söylem ve eylemlerini devralarak aslında en çok aşırı sağcı partileri güçlendirdiler. Bu nedenle Avrupa genelinde göç, sığınma, güvenlik gibi konularda aşırı sağın söylemleriyle mücadele yerine onlarla yarış; aşırı sağın fikir üstünlüğüyle sonuçlandı.

Kıta genelinde son yıllarda aşırı sağın yükselişinin önemli nedenlerinden birisi bu. Sahtesi yerine orijinalini tercih etme her zaman “çözüm” için en kestirme yol olmuştur.

Pazar günü Saksonya ve Thüringen eyaletlerinde yapılacak parlamento seçimleri tam bu tartışmaların ortasında gerçekleşecek. Her iki eyalette de mülteciler ve İslam düşmanlığı üzerinden son yıllarda oylarını artıran Almanya için Alternatif (AfD) partisi birinci ya da ikinci görünüyor. Oyu yüzde 30 civarında. Her iki eyalette de göçmen ve mülteci oranı Almanya genelindeki ortalamanın çok altında olduğu halde, düşmanlık propagandası adeta zirvede. Artan sosyal sorunlar, derinleşen yoksulluk, gelecek korkusu ve endişesi daha önce de Doğu Almanya’da kendisini hissettiriyordu. Ancak, son 4-5 yıl içinde Ukrayna savaşının da etkisiyle bu durum daha da büyüdü. Bu nedenle göçmen ve mülteci düşmanlığının genellemeler üzerinden karşılık bulmasının maddi koşulları öncesinde göre çok daha fazla.

Bu son terör saldırısından bağımsız olarak, durum zaten böyleydi.

Zira güncel ve tarihsel nedenlerden ötürü Doğu Almanya’daki eyaletlerde, Der Spiegel dergisinin bu haftaki başyazısında da ifade edildiği gibi, “farklı bir politik kültür” oluşmuş durumda. Batı Almanya merkezli geleneksel düzen partilerine tepki iki Almanya’nın birleşmesinden bu yana kendisini hep hissettirdi.

Pazar günkü seçimlerde bu bir kez daha tekrarlanacak. Thüringen’de 1.6 milyon, Saksonya’da 3.2 milyon seçmen var. Seçimlere katılım oranı genellikle yüzde 60-70 arasında olduğundan anketler şimdiden sandık başına gideceklerin yarısının geleneksel düzen partilerine oy vermeyeceğini ifade ediyor. Özellikle hükümet partileri SPD, Yeşiller ve FDP can çekişiyor ve yüzde 5 barajını geçmenin mücadelesini veriyorlar.

Bölgenin yükselen iki partisi var: AfD ve Bündnis Sahra Wagenknecht (BSW). İkisinin toplam oyu yüzde 50’yi buluyor. Ukrayna savaşı ve mülteciler konusunda birbirinden çok da farklı şeyler söylemeyen, birisi ırkçı diğeri sol-ulusalcı çizgide duran bu partilerin Doğu Almanya’daki eyaletlerde kurulacak hükümetlerde kilit konumda olacağı bugünden açık. Muhafazakar CDU şimdilik AfD ile koalisyon ortaklığına kapıyı kapatmış görünüyor. Sol Parti ve BSW ile ortaklığa sola düşmanlık geleneği nedeniyle çok gönüllü değil.

Her iki eyalette sandıktan çıkacak sonuçlar Almanya’nın geleneksel siyaset ezberini kısmen bozacak gibi görünüyor. Birbirine benzemeyen partiler koalisyonlar kurup birlikte çalışmaya mı başlayacaklar yoksa belirsizlik dönemine mi girilecek... Junge Welt gazetesi oluşacak tabloyu dün “çifte kriz seçimi” olarak tanımladı. Krizlerden birisi hükümet oluşturmayla ilgili iken diğeri de AfD’nin eyalet parlamentolarında üçte biri aşacak bir çoğunluğu aşması durumunda meclislerin çalışmasını engellemesi. Parlamentoların feshedilerek yeniden seçime gitme, meclis başkanını seçme, anayasayı değiştirme, anayasa mahkemesine hakim atama gibi uygulamalar için üçte ikilik çoğunluğu gerekiyor.

Her iki eyaletteki tablo aynı zamanda önümüzdeki yıl yapılacak genel seçimlerden çıkacak sonuçların da ön habercisi. Avrupa’nın birçok ülkesinde olduğu gibi Almanya’da ekonomik, sosyal gelişmeler eski siyası dengeleri değiştiriyor. Bu nedenle pazar günkü seçimler, yerel bir tercihin ötesinde, Almanya ve Avrupa genelinde yükselen aşırı sağla mücadele konusunda kritik bir öneme sahip.

                                                              /././

                                          Evrensel - GÜNDEM

Kocaeli’de otobüslerde canlı bomba ihbarı: Tüm seferler durduruldu

Kocaeli'de otobüslerde bomba ihbarı yapıldı. Toplu taşıma uygulaması olan e-komobil hacklendi ve kullanıcılara mesaj gönderildi.(https://www.evrensel.net/haber/526901)

                                                                ***
Jandarma Fernas patronuna kalkan oldu: İşçiler aileleriyle birlikte güneş altında bekletiliyor

Jandarma, Manisa Soma'da sendikal hakları ve işçi sağlığı ve güvenliği için mücadele eden işçilere karşı AKP'li Ferhat Nasıroğlu’na ait Fernas Madene kalkan oldu. İşçiler güneş altında bekletiliyor.(https://www.evrensel.net/haber/526866)

                                                        ***
İşgücü uyum programı: Kamuda esnek çalışmanın yeni adı -Andaç Aydın ARIDURU-

İşgücü Uyum Programı, işsizlerin kamu kurumlarında geçici, düşük ücretli çalışmasını öngörüyor. Akademisyen Özgür Müftüoğlu, programı "esnek ve güvencesiz çalışma" olarak eleştiriyor.(https://www.evrensel.net/haber/526876)

                                                                   ***
AKP'nin emeklilik gündemi: Emeklilik yaşını 70’e çıkaracaklar

Emeklilik sisteminin güncellenmesine dair konuşan AKP'li Abdullah Güler, "daha adil bir sistem" iddiasıyla farklı ülkeleri örnek gösterdi, "Kimi ülkelerde 70 yaşına kadar emeklilik durumu var" dedi.

Hükümet emeklilik sistemini değiştirmek için yeni hamleler peşinde. Hedefleri mezarda emeklilik. AKP Grup Başkanı Abdullah Güler, ülkede çok fazla emekli olduğunu söyleyerek emeklilik yaşının 70’e çıkarılması gerektiğini, bununla ilgili yeni çalışmalar yaptıklarını duyurdu. AKP Grup Başkanı Abdullah Güler, emeklilik sisteminin güncellenmesi, haftalık çalışma süresinin düşürülmesi ve bazı davaların istinafa gitmeden doğrudan Yargıtay'a gönderileceği yönündeki iddialarla ilgil açıklamalarda bulundu. DHA’ya konuşan AKP Grup Başkanı Abdullah Güler, emeklilikte yeni düzenlemelere ihtiyaç duyulduğunu söyleyerek, Avrupa’daki emekli sayısını dayanak aldı ve Türkiye’de çok fazla emekli olduğunu söyledi: “Ortalamaya baktığımızda 3 ila 4 çalışana karşılık bir emekli var. Ama ülkemizde 2 çalışana 1 emekli olduğunu görüyoruz. Bizim bu manada mutlaka hem prim miktarını ve yaşı hem de ödenen süreyi esas alacak şekilde daha adil, daha dengeli ve sürdürülebilir mahiyette bir emeklilik sistemini inşa etmemiz lazım.” Bu gerekçelerle emekli olma yaşının 70’e kadar çıkarılması gerektiğini savunan Güler, “Gelişmiş ülkelerdeki uygulamayı esas alırsak emeklilikte üç tane başlık öne çıkıyor. Bir tanesi, ödediğiniz prim miktarı, ödediğiniz süre ve yaş. Avrupa'nın gelişmiş ülkelerinde bizim ülkemizde olduğu gibi 40'lı, 45'li ve 50'lili yaşlarda bir emekliliğe rastlayamazsınız. Avrupa'da emeklilik yaşı 65'tir, 67'dir. Kimi ülkelerde de 70 yaşına kadar emeklilik yaş durumu vardır. Bu, sürdürülebilirlik çizgisi açısından önemlidir” dedi.(SIRA EMEKLİLİĞE GELİNCE "GELİŞMİŞ ÜLKELERİ" ÖRNEK VERDİ) Açıkça, emekli yaşının artırılmasını hayata geçireceklerini ilan eden Güler, bu sistemin uygulanmadığı takdirde emekli maaşlarının daha da düşeceğini iddia etti: “Gelişmiş ülkelerin de uyguladığı bu sistem üzerinden benzer bir uygulamayı bizim ülkemizde de hayata geçirmemiz gerekiyor. Bakanlığımızın bu konuda çalışmaları var ama henüz şu anda bir yasal düzenleme açısından elimizde böyle bir metin yok” diye konuştu.(ESNEK ÇALIŞMADA HAZIRLIK SÜRÜYOR) “Güvenceli” adı altında esnek çalışma sisteminİ devreye sokan AKP çalışma yaşamına ilişkin yeni hazırlıklar yaparken, Kamu ve özel sektörde haftalık çalışma saatlerinin düşmeyeceğini belirterek, "Belli meslek gruplarında daha kısa süreli çalışma, daha esnek çalışma modelleri de tabii burada gerek işveren, gerekçe çalışanlar açısından öneriliyor, çalışılıyor. Bu mahiyette eğer olabilecekse sadece belli meslek kollarında ve belli mesleğin icrası noktasında uzaktan çalışma modeli gibi daha kısa süreli haftalığın belli günlerinde çalışabilecek bazı öneriler ve teklifler var” dedi.

                                                         ***
İsrail’e petrol tedarikini ifşa eden ve gözaltına alınan iki gence sınır dışı tehdidi
TRT World’ün panelinde SOCAR'ın İsrail’e petrol tedarikini ifşa eden 2'si Filistinli 4 genç gözaltına alındı. Türkiye vatandaşı olan iki genç serbest bırakılırken, iki Filistinli genç "Cumhurbaşkanına hakaret" suçlamasıyla sınır dışı tehdidi ile yüzyüze.(https://www.evrensel.net/haber/526818)
                                                          
(EVRENSEL)