14 Eylül 2024 Cumartesi

Sahaflar Çarşısı- Doğurgan bir yalnızlık ve Mavi Defter(XXI)+Sivas Lisesi'nden Sansaryan Han'a giden bir kızıl yol (XXII)- Özkan Öztaş / soL-Kültür

 Doğurgan bir yalnızlık ve Mavi Defter

Sahaflar Çarşısı'nın bu haftaki buluşmasında Yusuf Şaylan'la birlikte Emmanuil Kazakeviç'in Mavi Defter kitabını ve Ekim Devrimi'nin arifesinde Lenin'in doğurgan yalnızlığını konuşuyoruz.

Bazen en önemli ayrıntılar herkes tarafından önerilen ya da herkesin en az bir kez okuması gerektiği kitaplardan dökülür belleğimize. Bu tür kitaplar için genelde klasik eserler diye bahsederiz. Herkesi ilgilendirdiği kadar herkesin üzerine bir çift kelam edebildiği kitaplardır aynı zamanda. 

İtalo Calvino "Klasikler Niçin Okunmalı" adlı eserinde "Klasiğin, bize bilmediğimiz bir şeyi öğretmesi gerekmez; bazen klasik yapıtta, hep bildiğimiz (ya da bildiğimizi sandığımız), ama ilk kez onun söylediğini (ya da her durumda, özel bir biçimde onunla bağlantılı olduğunu) bilmediğimiz bir şeyler keşfederiz" diye tarif ediyor bu durumu. 

Bu yüzden de klasikler için tekrar tekrar dönüp okuduğumuz kitaplar yorumu da yapıyor Calvino. Bu hafta Yusuf Şaylan'la birlikte bu türden bir klasik esere Emmanuil Kazakeviç'in Mavi Defter kitabına yakından bakacağız. Yusuf Şaylan haftalar öncesinden önermişti bu kitabı. Kendisi pek önemsiyor Mavi Defter'i. İçindeki her bir ayrıntıya kuyumcu terazisindeki altın gibi dikkat ediyor ve kıymet veriyor. Yanında Lenin ile ilgili bir sürü kitap. Hazırlanmış ama telaşlı bir yandan. Sanki uzaktan gelen yakınını karşılar gibi heyecanlı konu Lenin olunca. Sohbete başlamadan dökümden yapılmış bir Lenin heykeli alıyor eline kitaplığından. "Bak bu kuzeyden geldi" diyor. Kuzey kelimesinin üzerinde adım sayıyor sesi. Azıcık bekliyor ve öyle geçiyor kelimenin üzerinden. Kuzeyde tatar yüzlü uslanmaz bir devrimcinin insanlık tarihine armağınını konuşacağız. Ama devrimin ön gününe gideceğiz önce, yasaklı yıllara. Yusuf Şaylan'ın ifadesiyle devrimin arifesine... 

Gözlüklerini çıkarmadan önce demli çayından bir yudum alıyor. Bardağı kristal bir avize gibi parlıyor. "Çayın hazır mı başlayalım mı" diye soruyor. Kitabın sayfalarını çevirirken "Ruslar da seviyor çayı. Bak Lenin'in yanında hep bir semaver var" diyor gülerek. 

Notlarımızı derliyoruz. Zamanda bir yolculuğa çıkacağız. Bir eli geniş alnında diğeri kalemini tırpan gibi kullanan sürgün yıllarında Lenin, Razliv Gölü'nün kıyısında, davet ediyor bizi anılarına. 

"Başlayalım" diyor Şaylan. Sesinde "hazırım" mesajı var. 

Başlıyoruz. 

Semaverde çay, sobada patates, oltada ringa balığı ve sürgün yıllarında Lenin

Emmanuil Kazakeviç'in Mavi Defter kitabı, 1917 Ekim Devrimi'nin hemen öncesinde sürgün yıllarında Lenin'in bir köy evinde saklandığı günleri ve onun Zinovyev ile olan anılarını anlatıyor. Konstantin İvanov adını kullanıyor Lenin burada kaçak kaldığı günlerde. Bu isimle saklanıyor, bir yandan da notlarını temize çekiyor ve Devlet ve Devrim ismini taşıyacak metni işliyor. 

Sakalları ve bıyıkları kesilmiş, köylü şapkasıyla yıllardır kendisini tanıyan dostlarının dahi tanıyamadığı bir halde Razliv Gölünün kıyısında. Eski bir Bolşeviğin tek göz evinde kaçak olarak saklanıyor Lenin. Buraya gelen tek yol sandal ya da kayık olduğu için de güvenli görülüyor. Eğer bir yabancı, ajan ya da polis gelecek olursa önceden fark etmek çok kolay. Ama bir yandan da iletişim kurmanın da aynı derecede zorluklar taşıdığı bir yerde Lenin. Mektuplar zor ulaşıyor ve kongre hazırlıklarını uzaktan takip ediyor. 

"Bazı kitaplar vardır" diye söze giriyor Yusuf Şaylan, "Bazı kitaplar zorluyor insanı. Mavi Defter de onlardan biri. Şimdi neresini anlatsan bir diğer yanı eksik kalıyor. Yazar saat tamircisi titizliğinde yazmış kitabı. Cüssesinden büyük bir kitap. Böyle kitapları insan tek başına okurken dahi sesli okuyası geliyor. Şimdi sana bir not okuyacağım ama nerede bırakacağım nerede keseceğim bilemiyorum. Hepsini okumak geliyor içimden. Çok basit, çok yalın bir dili var. Ama her buluşmamızda diyoruz ya Sahaflar Çarşısı vesilesi ile, biraz birikimi olanların okurken daha çok keyif alacağı daha çok lezzet bulacağı ayrıntılara sahip kitaplardan bu da".

Çayından bir yudum alan Şaylan "Her ayrıntısına bir saat konuşulur bu kitabın. Ama bana Lenin'le ilgili tek bir kitap okutma hakkın olsaydı ne okuturdun deselerdi sanırım Mavi Defter derdim. Bu kitabı herkesin okumasını sağlayacak bir şey bulsak keşke. Bir formül, bir ihtiyaç hali, bir şeyimiz olsa da herkes bunu okusa bir vesileyle keşke" diye devam ediyor sözlerine ve gülümsüyor. 

Lenin sürgün günlerinde. Evinde kaldığı Yemelyanov bir çiftçinin belki de sahip olabileceği tüm karakterleri taşıyan biri. Gözü pek, sakin ve biraz umursamaz. Bir çuval patatesi, oltasında balığı olduğu sürece kimseye eyvallahı olmayan biri. Evin en ufak çocuğu Lenin'in gözcüsü. Lenin çocukla çocuk, doğanın içinde doğayla özdeş bir parça, misafirlik yaptığı evde sofrayı kaldıran ve bulaşıklara yardım eden bir konuk, Zinovyev ile yaptığı tartışmalarda uslanmaz bir devrimci. Emmanuil Kazakeviç Lenin'e ve onun insani yönlerine dair bir sürü küçük ayrıntı sunuyor. 

"Bu kitabın 125 sayfa olması çok şaşırtıcı" diyor Yusuf Şaylan. "Yazar bunu 500 sayfada da anlatabilirdi. Başka bir tercih yapmış. Ve buradaki muazzam şey bence politik olanın insani yanlarına dair zengin anlatım. Öyle güzel anlatıyor ki sanki orada Lenin soframızda, yan odada bir yatakta ya da semaverin başında çay içerken beliriyormuş gibi hissediyor insan" diyor. 

O sürgün yıllarında o eve misafir olsaydın ne yapardın diye soruyorum. Gözlerinin içi gülüyor. "Hem de şimdiki aklımla ve bilincimle öyle mi?" dudaklarını ısırıyor eyvah eyvah dercesine. "Kitabın yazarı kadar cömert davranmazdım. Lenin'i sorulara boğardım bir sürü şey anlattırırdım elbette" diyor gülerek.

Lenin Mavi Defter Romanı'na konu olan günlerinde, saklandığı yıllarda, çoğunlukla bir ağaç kütüğünün üzerine oturarak çalışır. Çalışma masası ya da çalışmak için ayrı bir odası olmayan Lenin, şartların zorluğuna aldırış etmez ve çalışmalarını sürdürmek için bir yol bulur her seferinde. Bu dönemi anlatan resimlerde Lenin bazen bir ağaç kütüğünü tabure ya da çalışma masası yaparken resmedilir. Yukarıdaki resimde Lenin saklandığı günlerde evinde kaldığı Yemelyanov'un küçük oğlu Kolya ile birlikte resmedilmiş.

'Gerektiğinde yalnız olmayı bilmeyenlerin, inanmayın beraberliğine'

Emmanuil Kazakeviç'in Mavi Defter romanı, Lenin'in verdiği savaşın çok boyutlu olduğunu gösteriyor bir yanıyla. Yıllar sonra yolları ayrışacak olan Zinovyev ile olan diyalogları biraz da bu ayrımın alt metinlerini aktarıyor okuyucuya.

Teorik tartışmalar ve ayrımlar bir yana, iki şey öne çıkıyor. Biri cesaret diğeri de tutarlılık. 

Lenin tartışmaları sırasında halka gerçekleri söylemekten ve yenilmekten korkmamak gerektiğinden dem vuruyor sürekli. Cesareti burada arıyor. Ne olursa olsun ama ne olursa olsun halka gerçekleri söylemek. Bu bir felaketse felaketi, zaferse de zaferi olduğu gibi anlatmak gerekir diyor. 

Sözü alıyor buraları okurken Yusuf Şaylan:

"Kitapta dediğim gibi bir sürü ayrım var. Mesela bir yerde 'Daha önce benzeri olmayan bir devlet kuracağız' diyor. Bu hikaye rivayet edilirken Kerensky hükümeti var. Yani Çar yıkılmış ama devrim olmuş dense de sömürü ve savaş devam ediyor. Lenin gerçekliğe güveniyor. Devrimi çağıran hiçbir şart ortadan kalkmamışken nasıl devrimi düşünmeyiz diyor özetle. Ve halka gerçeği söylemeyi, yenilgiden, denemekten korkmamayı salık veriyor sürekli. 

Bir diğer şey de popülizme karşı gösterilecek tavır. İşte tutarlılık da burada giriyor devreye. Zira o dönem halkın hoşuna giden şeyler söylemenin, azıcık beğenisini almanın, azıcık onları mutlu edecek ve aferin diyecekleri şeyleri söylemenin önemli olduğu düşünülüyor.

Bugünler de de biraz öyle değil mi?

Uzatmayayım. Bolşevikler insanların hoşuna giden şeyleri söylemeyi beceremeyen insanlar değiller. İnsanların hoşuna giden değil, ihtiyaç duyacakları şeyleri söylemeyi düstur edinmiş insanlar. Bizler popülist olmayı beceremeyen insanlar değiliz. Bunu reddedenleriz. Lenin de bunu söylüyor. Hatta bazen saklandıklarını ve kaçak olduklarını unuturcasını sesini yükselterek söylüyor. Çünkü o öncülük yapılması gereken kitleleri hiç bir zaman saf ve cahil bir toplam olduğunu da düşünmüyor. Aynı zamanda o kitleler bu popülizmi çok açık fark eden ve altüst oluşlarda popülist olanın değil, sahici olanın peşinden gidecek olan kalabalıklardır diye anlatıyor bu ayrımı."

Biraz derin nefes alıyor ve içini çekiyor Şaylan. "İnsan yalnız olmayı göze almalı" diyor. "Göze almalı ki kalabalıkları bir hedefle buluşturabilsin". Sonra bir dergi alıyor eline sayfalarını karıştırıyor. Söze girmeden önce Murathan Mungan'ın bir şiirinden söz ediyor: "Murathan Mungan'ın bir şiiri var. Adı Karanfil şiirin. 'Yalnızlık kullanışlı bir şeydir, bazen iyi gelir gerektiğinde yalnız olmayı bilmeyenlerin inanmayın beraberliğine' diyor. Ama bir kritik yer var şiirde. 'Kuşandığınız kavramlar kullanılmaz silâhlar gibi sizi terkeder' diyor. Biraz böyledir. O kavramlar kullanılmadığı takdirde terk ederler sizi."

Elinde tuttuğu dergi Toplumsal Kurtuluş dergisi. Yalçın Küçük'ün Nisan Tezleri Yalnızlığı ve Politika Sanatı yazısını gösteriyor. Bu açıdan okumak belki iyi olur diye tamamlıyor sözlerini.

                                                            Yusuf Şaylan

'Ne dersin,  sence  güvenilir bir  kirpi midir? Bizi ele verir mi?'

Lenin saklandığı günlerde evinde kaldığı Yemelyanov'un küçük oğlu Kolya ile ilgilenir. Babası kızar sürekli Kolya'ya Lenin'i çalışırken rahatsız etmemesi için. 

Kolya aynı zamanda önemli bir görevin başındadır. Çocuk yaşta dikkat çekmeyeceği için pek güvenilir bir gözcüdür Kolya. Gölün kenarına gelen tekneleri ve sandalları gözetler. Bir gün gözetleme sırasında bir kirpi bulunca koşarak Lenin'e haber vermek ister. Ama Lenin'i çalışırken bulunca rahatsız etmek de istemez. Lenin bir eli alnında çalışırken ona usulca eğilir ve "Ben bir kirpi gördüm, yavruları da vardı" der. Lenin de bir yandan yazmaya devam ederken ciddi bir sesle "Ne dersin, sence güvenilir bir kirpi midir? Bizi ele verir mi?" diye sorar muzipçe. Kolya "Kirpi bizim saflarımızda" der gülerek babası Lenin'i rahatsız etmemesi için onu uyarmadan önce. 

Kitapta yer alan ayrıntılarda Lenin'in sıradanlığı ve insanlarla kurduğu samimi ilişkiler işleniyor. Yusuf Şaylan biraz duruyor. Yavaşlıyor bunu anlatırken. 

"Daha önce Kollontay'ı konuştuğumuz Sahaflar Çarşısı buluşmasında da değinmiştik bu ayrıntıya. Bu dünyada yalnızca komünistlere has bir eda bu. Gösterişsiz ama zarif, sade ama dikkate alınır insanlar komünistler. Lenin kitabı vardı vaktiyle. Habora Yayınları'ndan çıkmıştı. Orada Clara Zetkin'in Lenin ile olan anısı vardı. Sene sanırım 1920'lerin başı. Lenin'i en son 13 yıl önce görmüş. 13 yıl sonraki karşılaşmalarında Lenin'in üzerinde hala aynı ceket var. Bak burası önemli bir ayrıntı. Bu adam devlet yönetiyor. Şimdilerin meşhur ifadesiyle itibardan tasarruf ediyor. Şartlar bunu gerektiriyor. Ona yardımcı olanlarla aynı şeyleri yiyor aynı şeyleri tüketiyor. Devletin sade bir lojmanında kalıyor. Komünistleri erdemli yapan şeyler arasında belki de önemli olan şeylerden biri bu. Ama unutmadan o ceket ince ince fırçalanmış, tertemiz ve ütülü, bunu belirtmem lazım. Yani komünistler gösterişli kıyafetler aramıyorlar, sade insanlar ama bununla beraber zarif, şık ve estetik bir tavrı yansıtmışlar her zaman. Çözülüş yıllarında bu değerlerin azaldığını görmek de tesadüf olmasa gerek" diyor. 

Kitapta bahsi geçen iki defter var. Biri sarı diğer mavi defter. Lenin kendisini ziyarete gelenlere, eşi Krupskaya'dan notlarını aldığı defteri getirmelerini rica ediyor. Karışmaması için de uyarıyor "Sarı olan değil. Mavi ciltli deftere aldığım notları istiyorum" diyor. Romanın adı da buradan geliyor. 

Kitaba eşlik etmesi gereken başka okumalar da var elbette. Yusuf Şaylan bu kitaptan keyif alan herkese ek kaynaklar da öneriyor. Yazılama Yayınevi'nden çıkan Aleksandr Şliyapnikov'un 1917’ye Girerken kitabının yanı sıra Yordam Yayınları'ndan Alexander Rabinowitch'un Bolşevikler İktidara Geliyor kitapları ilk sırada yer alıyor. Daha önceleri Odak Yayınları'ndan çıkan Krupskaya'nın kaleme aldığı Lenin'den Anılar kitabı da öneriler arasında yer alıyor. Konuk Yayınları'ndan Lenin yaşam öyküsü ve savaşımı kitabı ve Georg Lukacs'ın Lenin'in Düşüncesi Devrimin Güncelliği kitabı ve Yazılama'dan çıkan Ekim Fırtınası ve Sonrası öyküleri de listede yer alan öneriler arasında. 

"Buraya bir küçük not daha eklemek isterim. Madem Sahaflar Çarşısı, sahaflık bir yazı olsun. Sahaflar Çarşısı okurları da tanır, bilir. Bizim Durmuş Tiryaki'nin de Lenin ile ilgili hoş bir yazısı vardır. Onu vesilesi ile hatırlatalım" diyor Yusuf Şaylan. 

Toplumsal Kurtuluş'un 21. sayısında kapağında kendi adının da yer aldığı sayıda Onur Erk imzasıyla yayınlanan Sosyalist Devrimin Mimarı Lenin başlıklı yazı yine bu "doğurgan yalnızlık" konusunu ele alıyor. "Durmuş Tiryaki o zamanlar Onur Erk mahlasıyla yazmıştı bunu. Şimdi adını söylemekte sakınca olmayacaktır. Bu yazılar ilk aklıma gelenler" diyor sözlerini bitirirken. 

Gözlüğünü çıkarıp katlıyor. Kutusuna koymadan masaya bırakıyor Yusuf Şaylan. Sohbetimiz bitti ama kitap bitmiyor. "Biliyor musun saatlerce konuşurum üzerine. Bu kitabı okutacak bir şeyler bulmalıyız sahiden" diyor bitirirken. 

"Dur bu sefer bir şiirler bitirelim buluşmamızı madem konumuz Lenin. Nâzım'la birlikte analım büyük ihtilalciyi" diyor. Eline şiiri alıyor ve sakince okuyor. 

"Komünistler, bir çift sözüm var size:

ister devlet başında olun, ister zindanda,

ister sıra neferi, ister parti katibi,

Lenin girebilmeli, her zaman, her mekanda işinize,

evinize, bütün ömrünüze ,

kendi işi, öz evi, kendi ömrüymüş gibi."

Haftaya yeni bir kitabı konuşmak üzere ayrılıyoruz.

                                                             /././

Sivas Lisesi'nden Sansaryan Han'a giden bir kızıl yol

Sahaflar Çarşısı'nın bu haftaki buluşmasında, komünistlerin Sivas Lisesi'nden Sansaryan Han'a uzanan ilginç hikayesine ve 104. yaşını kutlayacak TKP tarihinden birkaç sarı sayfaya bakıyoruz.

Sahaflar Çarşısı'nın bu haftaki buluşmasında Türkiye'deki komünist mücadelenin pek bilinmeyen, sarı sayfalarından birine bakacağız Yusuf Şaylan'la beraber.

Ankara Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'ndeki buluşmamıza gelirken yanında yine konuyla alakalı birden fazla kaynak getiren Şaylan güleç yüzüyle karşılıyor.  

Şaylan söze girmeden önce "Bu hikayenin kökleri çok derinde, tıpkı bizlerin bu memleketin tarihindeki kökleri" gibi diyor başlarken. 10 Eylül Salı günü 104. yaşını kutlayacak olan TKP tarihindeki bir ilginç şahsiyeti konuşacağız bu buluşmamızda. Bahçede serin bir yer seçiyor ve oturuyoruz. Yusuf Şaylan notlarını ve yanında getirdiği kitapları masaya dizerken "köklerimiz" diyor tekrar. Ve Nâzım'ın Kablettarih şiirini hatırlatıyor.

"Çok uzaklardan geliyoruz
çok uzaklardan..
Kaybetmedik bağımızı çok uzaklarla..

Bize hâlâ
konduğumuz mirası hatırlatır
Bedreddini Simavînin boynuna inen satır.
Engürülü esnaf Ahilerle beraberdik.
Biliriz
hangi pir aşkına biz
sultan ordularına kıllı göğüslerimizi gerdik…"

Bu sefer bir kitabı ya da bir yazarı değil, bir hikayenin etrafında birden fazla yazarı ve kitabı konuşacağız. Söyleşimizin merkezinde Kelime Ata'nın Tekin Yayınevi'nden çıkan Kızıldan Yeşile kitabı yer alıyor. Şiirin bu dizesini okuduktan gülümseyen Şaylan gözünü kırparak "Başlayalım hazırsan" diyor.

Başlıyoruz. 

Bozkırın ortasında açan bir çiçek

Bozkır kelimesinin tınısında meşakkatin izleri vardır. Hiçbir çiçek gelişigüzel açmaz bozkırda. Tesadüfleri ve ihtimalleri pek sevmez yine böylesi topraklar. İlgi ister, özen ister, emek ister... Sivas'ın kurak topraklarında açan bir çiçekten, Ruşen Zeki'den söz edeceğiz Sahaflar Çarşısı'nın bu buluşmasında. 

Ruşen Zeki Koca, Türkiye'de komünist hareketin satır aralarında yer alan, önemli isimlerinden biri. Kendisiyle ilgili en kapsamlı araştırmalardan birine imza atan Kelime Ata'nın kaleme aldığı Kızıldan Yeşile kitabı, Sivas'ın kent tarihi üzerinden Türkiye'deki aydınlara ve aydınlanma mücadelesine yakından bakıyor. Ruşen Zeki, Kelime Ata'nın bu kitapta anlattığı konulardan birini oluşturuyor. 

Elindeki notlara bakan Yusuf Şaylan "Kelime Ata'nın bu çalışması aslında bir sahaf kitabı sayılmaz. Kitap Tekin yayınlarından iki sene evvel çıktı. Ama kitabın ele aldığı konular tam sahaflık konular. Kitap Osmanlı'dan Cumhuriyete, Cumhuriyetten günümüze kadar geçen süre zarfında Sivas tarihindeki önemli kişi ve olaylara odaklanıyor" diye giriş yapıyor.

Notlarını masaya bırakan Şaylan, okuma gözlüklerinin üzerinden uzağa bakarken düşünceli ve ağır ağır cümlelerle şu şekilde devam ediyor:

"Hani bazen mücadele tarihine bakarken 'Bireyin tarihteki rolü' deriz ya. Bu da işte onun gibi bir hikaye. Plehanov'un bu ifadesiyle yer alan kitabı Yazılama'dan Nahide Özkan çevirmişti Türkçeye. Önemli bir kitaptır. Lenin'in de bu çalışmadan çok faydalandığı bilinir. 

İşte Ruşen Zeki de Sivas'ta bir bireyin, evet bazen tek başına uçsuz bucaksız topraklarda bir tanecik bireyin neler yapabileceğini, neleri değiştirebileceğini gösteriyor bizlere. Mücadele ederken zaman bazen çok ağır geçer. İşte öylesi anlarda insanlar kendilerini daha etkisiz görebilir. Hani başta dedik ya bugünlere öyle bir günde gelmedik diye. Kökleri çok eskilerde bu mücadelenin. Buna bir de ek yapmak lazım. Emin olalım ki bu uzun mücadele tarihi içinde de sonuçlarını hemen kısa sürede göremesek de yapılan hiçbir şeyin boşa gitmediğini bilelim. Hiçbir şey boşa gitmiyor. Bazen misafir olduğunuz bir evde, bazen bir köy kahvehanesinde bildirinizi okurken fark ediyorsunuz bunu. Bizden önce geçenler değmiş bu insanlara, dokunmuşlar, iz bırakmışlar diye."

Yusuf Şaylan'ın bu anlattıkları diğer yandan Ruşen Zeki için Hasan İzzettin Dinamo'nun "O Sivas'ın biricik komünistiydi" ifadesini hatırlatıyor.

Ruşen Zeki görev yaptığı Sivas Lisesi'nde temas ettiği her öğrenciye ve öğretmene sınıf mücadelesinden, insanlık tarihinden ve sömürüden bahsetmiş bir vesile.

Bazen dost kazanmış bazen de düşman eksiltmiş. İşte Ruşen Zeki'nin etrafında şekillenen bu küçük dünyada birçok büyük sonucu okuma şansı buluyoruz bu sayede. 

                                       Kelime Ata'nın kaleme aldığı Kızıldan Yeşile Sivas kitabı

Bir tren garı, bir lise, Hafik'te bir köy ve komünist bir öğretmen

Türkiye'de cumhuriyetin aydınlanma mücadelesinde iz bırakan imgelerinden bir tanesi de şehrin kendisiyle özdeşleşen liseler.

Belli açılardan Köy Enstitüleri kadar iz bırakan bu liselerde eğitim gören gençler ilerici ve aydınlanmacı fikirlerle buluşmuş ve ülkedeki emekçilere karşı sorumluluklarının bilinciyle hareket etmiştir.

İstanbul, Ankara, İzmir, Eskişehir, Sivas, Erzurum, Adana, Diyarbakır, Konya, Kayseri ve benzer birçok kentte yer alan ve şehrin kendisiyle anılan liseler cumhuriyetin aydınlanma fikrini ülkenin en ücra noktalarına kadar taşımayı görev edinmiştir.

Bu şehirlerin aynı zamanda bir tren yolu rotasında yer alması da tesadüf değildir. Demiryolları ile taşınan genç kadrolar buralarda hem bu düşünceleri yaymış hem de gelişmesine katkı sunmuştur. 

Ruşen Zeki'nin görev yaptığı Sivas Lisesi de bir o kadar canlı ve düşünce haritası açısından renklidir. Kelime Ata'nın aktardığı bilgilere göre birçoğu yurt dışında eğitim görmüş Sivas Lisesi'nde görev yapan öğretmenler dünya tarihinden önemli isimleri ve olayları öğrencilerine aktarmış ve aynı zamanda güncel gelişmeleri de takip etmelerini sağlamıştır.

Ruşen Zeki İstanbul'da eğitim görmüştür. İlk yayınlanan makalelerinden biri de "Sosyalizmin terakkiyatı ve istikbali" adını taşır. 1896 yılında dünyaya gelen Ruşen Zeki gençlik yıllarında TKP ile tanışır ve mücadeleye katılır. 

Ruşen Zeki Sivas'ta bulunduğu süre zarfında tüm hayatını, hayatının her anını araştırmaya, incelemeye, yoktan var etmeye, bildiklerini aktarmaya ve yeni insanı aramaya ayırır. Burada tanıştığı herkeste bir iz bırakır. Ahmet Kutsi Tecer, Fakir Baykurt, Hasan İzettin Dinamo, Hasan Basri Alp gibi isimler bunlardan bir kaçıdır.

Nâzım ile sıkı ilişkiler kuran Ruşen Zeki, dönemin TKP'sinde Nâzım Hikmet'i destekleyen isimler arasında yer alır. Kâh gider köylerdeki arkeolojik alanlara dair araştırmalar yapar ve eserleri belgelendirir kâh gidip antropolojik çalışmalar yaparak bölgenin kültürel ve biyolojik haritasını çıkarır.

Kendisinin Sivas'ın bir köyü olan Tozantı Tetkikleri adıyla birleştirdiği notlarında bu yörenin kültürel haritasını çıkarır. Bu çalışma belli açılardan Türkiye'deki belki de antropolojik ilk saha çalışmalarından biri olarak görülebilir. 

                                                                Yusuf Şaylan

Sözü burada devralıyor Yusuf Şaylan:

"Baksana, Sivas'ta keyfi yerinde maaşı cebinde biri olarak yaşasa kim ne derdi Ruşen Zeki'ye? Yine anlatırdı herkese iyiyi ve güzeli. Ama bununla yetinmemiş. Marks der ya hani aslolan yorumlamak değil değiştirmektir diye. Ruşen Zeki işte tam bu ayrımda yer alan bir komünist aydın. Düşünsene adam Victor Hugo ile Namık Kemal arasındaki ayrımları eserleri üzerinden karşılaştırmalı olarak kaleme almış biri. Kadınlar üzerine ve onların sosyal haklarına dair makaleler kaleme almış. Bunlar döneminin ilk örnekleri öyle basit konular değil. 

Bak Kelime Ata kitabında Hasan İzettin Dinamo'dan bir ilginç anekdot aktarıyor.

Sivas Kongresi'nin yapılacağı zaman şehre gelen Mustafa Kemal Ruşen Zeki'yi görüyor. Tabi Ruşen Zeki Mustafa Kemal'den 15 yaş kadar küçük. Paşa bakıyor, çopur yüzlü, pırıl pırıl, zeka fışkıran kahverengi gözleriyle karşısında onu etkileyen, genç ve güvenilir biri var. Ruşen Zeki'yi ulus işlerinde el ele çalışmaya çağırıyor. Ama Mustafa Kemal'in bilmediği bir şey var."

Yusuf Şaylan burayı okurken başını kaldırıyor kitaptan ve gözlerime bakıyor gülümseyerek ve kitaptan okumaya devam ediyor. 

"Ancak paşanın bilmediği bir şey vardı. Bu çopur yüzlü Anadolu çocuğu, kendisinden daha ileride bir düşüncenin sahibiydi. Çünkü o dünya devrimi hayal ediyordu"

Ruşen Zeki henüz cumhuriyet kurulmadan önce Anadolu'daki komünist örgütlenmeler içerisinde yer almış ve buradaki gizli çalışmalara katılmıştı bile. Üstelik ulus fikrinin sınıf fikrine kıyasla neden geri bir ideoloji olduğunu, sınıf düşüncesinin ve sosyalizmin insanlık için neden önemli olduğuna dair yazılar kaleme almıştı. 

Dolayısıyla Anadolu'da etrafında ışık saçan bu komünist öğretmenin çevresinde şekillenen insanların Türkiye'de bu kadar iz bırakması da tesadüf değil.

Türkiye'de halk bilim çalışmalarının önde gelen isimlerinden İlhan Başgöz'ün Ruşen Zeki'nin çevresinden biri olması, Ruşen Zeki'nin Tozantı Tetkikleri olarak notlar haline kaleme aldığı çalışmalarından bağımsız düşünülebilir mi? Ruhi Su'nun eşi olan Sıdıka Su'nun kardeşi Necmi Umut, sonra Hasan İzettin Dinamo ve Hasan Basri Alp, Ruşen Zeki'nin dokunduğu önemli isimlerden birkaçı sadece. 

                                        İrfan Ertel'in fırçasından Hasan Basri Alp tablosu

'Hepimiz 104 yaşındayız'

TKP, emekçilerin kurtuluşu için bu topraklara iz bırakmış kıymetli şeylerden biri tanesi. Nâzım'ın 10 Eylül 1960 tarihinde TKP'nin 40. yılı için kaleme aldığı şiirde geçer bu ifadesi, "Hepimiz kırk yaşındayız" diye. 

Şiir şöyle başlar. 

"Hepimiz kırk yıl önce doğduk,
kırk yıl önce sabahleyin
kırk yıl önce gün ışırken Bedreddin'in İznik Gölü'nde
çamlı bellerinden birinde Köroğlu'nun
ve Sibirya'dan, esirlikten dönen Bolşevik Osman
pusuya düşürürken Urfa yolunda seher vakti Fıransızı.

Hepimiz kırk yaşındayız
yirmisine basanımız da
altmışını geçenimiz de
atılıp ölenimiz de İstanbul'da Müdüriyet penceresinden."

Şiirde bahsi geçen İstanbul'da Sansaryan Han'da (Orijinal adı: Sanasaryan Han) Müdüriyet Penceresinden atılıp öldürülen komünist, Hasan Basri Alp'tir. Türkiye'de kayıtlara geçen ilk işkence olarak biliniyor bu olay ve isim. Hasan Basri Alp de Ruşen Zeki'nin öğrencilerinden. Sivas Lisesi'nden. Hasan Basri'nin Sivas'ta başlayan öyküsü Çorum ve Ankara günlerinden sonra İstanbul'da gözaltına alındığı müdüriyetin penceresinden atılarak yaşamını kaybetmesi ile sona erer. 

Yusuf Şaylan bu anekdotu anlatırken derin bir iç çekiyor:

"Geçenlerde Murat ile buluştum. Ankara'ya gelmişti. Murat da TKP üyesi. Hasan Basri'nin oğlu. Bunu anlatmazsam olmaz. Bu bayrağın düşmediğinin, elden ele geleceğe devrolduğunun göstergelerinden biri. Şimdi insan 'Boşuna mı çekildi onca acılar' diye düşünebilir. Ama hiç öyle değil. İstanbul şiirini bilirsin değil mi Vedat Türkali'nin? Şarkısı da vardır.

'Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bekle bizi
Büyük ve sakin Süleymaniyenle bekle
Parklarınla köprülerinle kulelerinle meydanlarınla
Mavi denizlerine yaslanmış
Beyaz tahta masalı kahvelerinle bekle
Ve bir kuruşa Yenihayat satan
Tophanenin karanlık sokaklarında
Koyunkoyuna yatan
Kirli çocuklarınla bekle bizi
Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi
Bekle dinamiti tarihin
Bekle yumruklarımız
Haramilerin saltanatını yıksın
Bekle o günler gelsin İstanbul bekle
Sen bize layıksın' diye

İşte bu şiirde bir bölüm vardır. Şarkıda bu bölüm bestelenmediği için çok bilinmez. 

"Bir kadın yoldaş tanırdım
Bir kardeş karısı
Hasta ciğerlerini taşıdığı çelimsiz kemikli omuzları
Ve hüzünlü çehresiyle bebelerini seyrederdi
Cellatlara emir verildiği gün haramilerin sarayında
Gebeliğin dokuzuncu ayında
Aç kurtların varoşlara saldırdığı
Tipili bir gece yarısı
Sırtında çok uzak bir köyden indirdi
Otuzbeş kiloluk sırrımızı
Zafer kanlı zafer kıpkırmızı"

İşte, Bekle Bizi İstanbul şiirinde geçen bu kardeş karısı Hasan Basri Alp'in eşi, Murat'ın da annesiymiş. Bu ayrıntıyı geçenlerde Murat anlattı" diyor ve acılı bir gülümsemeyle bakıyor gözlerimin içine. 

Sonra derin bir nefes alırken "Elbette boşuna çekilmedi bu acılar." diyor Bir yandan da parmaklarını sırayla masaya vuruyor ritmik şekilde. 

Nâzım'ın "Kırkıncı yılımız" şiirinin üzerinden 64 yıl daha geçti. 10 Eylül'de 104. yaşını kutlayacak olan TKP, Nâzım'ın şiirinde geçtiği ifadesiyle 104. yılında "Ne bir ormanız, ne şose boyunda tek tük kavak ağacı, bir tarlayız tohumu saçılmış."

Geçmişe kıyasla daha inatçı ve daha güçlü. Üstelik tohumları çatlamış, toprağı yarmış, güneşle buluşmuş, Anadolu'da Ruşen Zeki'nin köylerine kadar yayılmış durumda.

Yusuf Şaylan, Fakir Baykurt'un Ruşen Zeki'yi ömrünün son günlerinde ziyaret ettiğini anlatıyor. Ruşen Zeki, yaşadığı onca sürgün, hapse ve zorluklara rağmen yine hayata gelse, bu hayatı tercih edeceğini tereddütsüz söylemiş.

İnsan olarak yaşadım diyebilmek için.

Yusuf Şaylan kitapları tanıtırken bir yandan Cahit Irgat'ın Irgatın Türküsü kitabını gösteriyor. Sayfa 90'daki şiirde "Selam seksen ayak merdivenli, Kara yüzlü binanın, Üst katından atılan, Berrak gözlü, Paramparça cesede" dizeleriyle ilgili "Bak bu şiir de Hasan Basri'yi anlatır" bilgisini veriyor.

Yusuf Ziya Bahadınlı'nın Bir Hikayem Var kitabı ile Muzaffer İlhan Erdost'un Üç Sivas kitabını da notları arasına ekliyor. Vedalaşırken kucaklıyor bir de "Haydi bakalım haftaya görüşürüz yoldaşım, nice nice yıllara" diye. 

Özkan Öztaş / soL-Kültür




 

 

NATO (I+II+III+IV) - Erhan Nalçacı / soL

 NATO Türkiye’yi nasıl savaşa sürükleyebilir?(IV)

Bir yerden sonra Karadeniz ve ne kadar uzak olursa olsun Pasifik fark etmiyor. NATO üyesi bir devlet her an kendini topyekûn bir savaşın içinde bulabilir.

NATO ile ilgili yazı dizimizin dördüncüsünde NATO’nun Türkiye’yi bir savaşa sürükleme riskini ele alacağız.

Çünkü NATO tarih içinde dünya halklarına karşı canavarca suçlar işlemiş bir örgüt değildir sadece, sadece sermaye sınıfının bir karşı-devrim örgütü de değildir. NATO güncel olarak Türkiye’yi ve diğer dünya halklarını savaşa sürüklemeye çalışan bir örgüttür.

Bu nedenle NATO karşıtlığı yalnızca tarihsel bir hesaplaşma değil, halkımızı her an gerçekleşebilecek ve bize ait olmayan bir savaşa sürüklenme olasılığına karşı mücadeledir.

Şimdi NATO’nun Türkiye’yi hangi koşullarda savaşa sürükleyebileceğine ilişkin dört maddeyi ele alalım:

1-Rusya-Ukrayna Savaşının NATO ile bir savaşa dönüşme olasılığı

Halkımız 2. Dünya Savaşı’ndan uzak kaldı, düşük yoğunluklu savaşları saymazsak genellikle barış içinde yaşadı ve bu nedenle aslında bir savaşa ne kadar yakın olduğumuzu hayal etmekte güçlük çekiyor.

Ancak hemen kuzey komşularımız, 1. Dünya Savaşını andıracak şekilde 1000 km’lik cephede birbirlerinin çocuklarını katletmeye çalışıyorlar. Halkları savaşa daha kolay sürükleyebilmek için ölen ve sakat kalanların sayısı gizleniyor. Tam olarak bilemiyoruz ama en gelişkin silahların kullanıldığı Rusya ile Ukrayna arasındaki savaşta yarım milyon civarında insanın katledildiği tahmin ediliyor.

Bu köşede bu savaşın nedenlerini çok işledik, yine de ilk kez okuyanlar için tekrarlayalım. NATO’nun Sovyetler Birliği dağılırken yaptığı anlaşmalara uymadığı ve Rusya’yı doğuya doğru genişleyerek sürekli olarak Avrupa’daki yeni NATO üyeleriyle askeri olarak kuşattığını biliyoruz. En son Ukrayna’yı NATO’ya alma girişimi savaşı kışkırtan başlıca olaylardan biriydi.

Ancak daha derin bir nedene de işaret ettik. Çin’de son 30 yıl içinde gerçekleşen olağanüstü hızlı ve hacimli sermaye birikimi nedeniyle yaşanan emperyalist hegemonya krizi günümüzü belirlemeye devam ediyor. 2011’de ABD Çin’i kuşatmak ve en nihayet Çin’deki sermaye birikimini askeri yöntemlerle ortadan kaldırmak için Pasifik’e yığınak yapmaya başladı. Ancak yapılan savaş simülasyonları Pasifik’te Rusya ve Çin ittifakının askeri olarak yenilemeyeceğini gösteriyordu. Bu nedenle Rusya’yı diz çöktürmek, Pasifik’te savaşamaz hale getirmek için Ukrayna-Rusya savaşı kışkırtılmış gözüküyor.

Ve iki yıl sonra dünyanın doğuya kayan ekonomik gücüne yaslanan Rusya ekonomik olarak çökmedi, askeri olarak ise Batı emperyalizminden aldığı bütün yardıma rağmen Ukrayna askeri bir yenilginin eşiğine geldi.

Bu çaresizlikte Batı emperyalizmi ve NATO savaşı Rus topraklarına taşımaya karar verdi. Kursk Saldırısı bunun parçası. Ama esas olarak Ukrayna’ya yerleştirilen ve kullanılmasına izin verilen orta menzilli füzeler kriziyle karşı karşıyayız. 

Başta Almanya olmak üzere devletler ikilem içindeler, ancak ağırlık Rusya’nın içlerini vurma kapasitesindeki NATO ülkelerinin verdiği füzelerin kullanılmasına doğru gidiyor.

Rusya bu hamlenin NATO’ya karşı savaşla karşılanacağını açıkladı.

Bu aşamada sizce Türkiye NATO üyesi olarak savaşın dışında kalabilir mi?

Kaldı ki Türkiye Ukrayna’daki silah fabrikaları ile Ukrayna’ya silah temin edici NATO ülkelerinden biri.

2-NATO’nun Karadeniz kışkırtması ve Montrö Antlaşmasının delinmesi

Bu mesele bu köşede sıklıkla işlediğimiz bir konu. Sonuçta bütün NATO bildirilerinde Rusya’nın Karadeniz’den kuşatılması örtülü bir ihtirasla yer alıyor. Bunun önünde engel 1936’dan beri Türkiye’nin egemenlik ve bağımsızlığının garantilerinden olan ve savaş zamanı NATO gemilerinin Karadeniz’e girmesine izin vermeyen Montrö Anlaşması. 

Türkiye’nin dışında Karadeniz’de kıyısı olan iki NATO ülkesi daha var: Bulgaristan ve Romanya.

Romanya’nın Karadeniz kenti olan Köstence’de NATO’nun en büyük askeri üssü kuruluyor. Bulgaristan da öyle, ABD ve NATO üsleriyle doldu.

Şimdi tuhaflığa bakın, NATO Ukrayna’da denizi mayınlıyor, uluslararası sözleşmelere aykırı olarak onları serbest bırakıyor, sonra Karadeniz’de NATO teşvikiyle Türkiye-Bulgaristan ve Romanya arasında Karadeniz Mayın Güvenliği Anlaşması imzalanıyor.

Bu her türlü kışkırtmaya açık anlaşma pek ala Türkiye’yi savaşa çekecek bir sürece açılabilir.

Önümüzdeki günlerde Rusya’ya sınır komşusu ülkelerde yaygın ve hacimli NATO tatbikatları yapılacak. Karadeniz de bir deniz tatbikatına ev sahipliği yapacak olarak gözüküyor. Bunun ne anlama geldiğini yakından izlemeliyiz.

3- İran ile rekabetin kaşınması

İran kısa bir süre önce Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) üyesi oldu. ŞİÖ Batı emperyalizmine karşı bir güvenlik örgütü ve İsrail-İran krizinde Rusya ve Çin İran’ın güvenliğine karşı sorumlu olduklarını hatırlattılar. Türkiye ise malum uzun yıllardır NATO üyesi. Bunun kendisi bir gerilim konusu olarak büyüyebilir zamanla.

Ancak başka bir sorun var. Emperyalist hiyerarşide daha alttaki ülkeler arasında rekabet varsa tuzağa düşürülmeleri kolaylaşır. Her iki ülke halkının büyük bedeller ödediği İran-Irak savaşı bu kapsamda ele alınabilir belki.

İran-İsrail geriliminde güya İsrail karşıtı olan düzen medyasının nasıl İran’a cephe aldığını fark etmiş olmalısınız. Kendi çapında yayılmacı amaçlar güden İran ve Türkiye’nin arasına iki başlıkta ciddi bir rekabetin girdiğini görüyoruz. 

Hem Türkiye hem İran sermayesi Irak üzerinde çeşitli araçlarla hegemonya kurmak istiyor. Türkiye’den gelen büyük ölçekli bir sermaye yatırımı Irak’ta bir hegemonya inşası için kullanılıyor. Daha önce bahsettiğimiz Kalkınma Yolu Projesi su yönetimini de içeren birçok ikili anlaşma ile bir hegemonya projesine dönüşmüş durumda. Bu durum dışlanan İran için bir kayıp anlamına geliyor.

İkinci olarak, daha önce ele aldığımız Azerbaycan-Ermenistan savaşından sonra Nahçıvan ile Azerbaycan arasında kurulacak Zengezur ekonomik koridoru. Iran bu koridorla Ermenistan ve Kuzey Kafkasya ile ilişkisinin kesileceğini düşünüyor, kabul etmeyeceğini yüksek sesle dile getiriyor. Buradaki hegemonya mücadelesi Yeni İpek Yolu’nun Orta Koridor’da hangi güzergâhı kullanacağı ile de ilgili. Azerbaycan’ın İsrail ile dostluğu ayrıca bir güvenlik riski yaratıyor İran için.

Dolayısı kaşınır ve kışkırtılırsa Türkiye’nin NATO üzerinden savaşa girebileceği bir diğer coğrafya İran-Türkiye sınırı.

4-Pasifik’te olmak

Bu yıl Türkiye’den bir donanma gemisi Pasifik bölgesini ziyaret etti, Japonya’ya kadar uzandı geldi. Dönüşünde düzen medyası “Türkiye Pasifikte varlığını gösterdi” diye manşet attı.

Oysa savaştan kaçınmak isteyen bir ülkenin bugün en uzak duracağı yer Pasifik.

ABD tıpkı Ukrayna’da yaptığı gibi Japonya’ya Çin’i vurabilecek uzun menzilli füzeler veriyor. NATO alanını Pasifik’e kadar genişletiyor, Rus ve Çin Donanmaları birlikte büyük bir askeri manevra yapıyor bugünlerde, NATO gemileri bölgede bir askeri yığınak yapmış durumda.

Dolayısı ile bir yerden sonra Karadeniz ve ne kadar uzak olursa olsun Pasifik fark etmiyor. NATO üyesi bir devlet her an kendini topyekûn bir savaşın içinde bulabilir.

***


Bu Pazar günü Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi “NATO’ya ve emperyalist savaşa hayır” demek için Kartal’dan İncirlik Askeri Üssüne bir yürüyüş başlatıyorlar. Yürüyüşçülere başarılar diliyoruz. Emekçi halkımızın kendisine ait olmayan bir savaşa sürüklenmesine izin vermeyeceğiz. NATO’dan çıkmak hiçbir zaman bu kadar yaşamsal olmadı.                                                                                         /././

NATO’nun suç ortağı İsrail (III)

Sakın İsrail’i işlediği suçlardan dolayı protesto edip NATO’yu savunmayın bize. İkisinin birbirinden farkı yok, aynı lanet doku. NATO’ya ve emperyalist savaşa hayır.

İsrail Devletinin Gazze’de işlemeye devam ettiği katliamın sonucunda can kaybı 40 bini aştı.

Rakamlara karşı insan yüreği bir süre sonra nasırlaşıyor. Bize ölenlerin tek tek yüzlerini gösterseler, ölen çocukları bir arada ölmemişler de okula gidiyor gibi hayal ettirseler, öldürülen öğretmenleri, öğretim üyelerini, sanatçıları, sağlıkçıları, gazetecileri anlatsalar nasıl bir cinayet makinesi ile karşılaştığımızı daha iyi anlayacağız. Ayrıca günümüz silahlarının korkunçluğu ile uzuvlarını kaybeden ve yaşamını o koşullarda sürdürmeye çalışan insanlardan bahsetseler…

Sonuçta dünya halklarına karşı işlenen suçlarda NATO ve İsrail birbirine yakışıyor.

Bu köşede NATO’ya ilişkin yaptığımız dizinin üçüncü kısmını NATO-İsrail ilişkisine ayırmak yararlı olacak. 

İsrail NATO üyesi mi?

İsrail doğrudan üye olmamakla beraber NATO’nun hep öncelikli ortağı oldu.

İsrail ve NATO arasında 1970’li yılların sonuna doğru istihbarat paylaşımı ve askeri eğitimi içeren bir anlaşma yapıldı.

Ancak İsrail daha fazlasını isteyecektir. NATO’nun Brüksel’deki merkezinde kalıcı ofis açmak ve “İleri İşbirliği “programına dâhil olmak isteyen İsrail 2010’da Türkiye’nin vetosu ile karşılaşır. İsrail’in Gazze’ye yardım için giden Mavi Marmara gemisine yaptığı baskınla veto gerekçelendirilir.

AKP’nin Batı emperyalizmiyle yaptığı pazarlıklarda İsrail vetosu masada olacaktır. 2012’de Türkiye kısmen vetoyu çeker, İsrail’e NATO seminer ve çalışmalarına katılma olanağı doğar. Karşılığında hükümet geçici olarak NATO’dan Patriot Bataryaları alır.

2016’da ise Türkiye vetosunu tamamen çeker, İsrail halen sürecek şekilde NATO merkezinde kalıcı bir ofis elde eder. Böylece İsrail bazı NATO tatbikatlarına da katılabilen adı konmamış bir NATO üyesi haline gelir.

Örneğin, son dönemde İsrail-İran arasındaki düşük yoğunluklu savaşta Türkiye’deki Kürecik başta olmak üzere NATO’nun bölgedeki tüm radarlarından gelen bilginin İsrail’e servis edildiği düşünülmektedir.

Şimdi İsrail karşıtı kesilen AKP’nin bu yalpalamasını halkımızın dikkatine sunuyoruz. İsrail özünde hep aynı İsrail’di, yalpalamayı gerektirecek hiçbir unsur olamazdı. 

Şunu hatırlatalım, İsrail’in değişmeden kaldığını söylemek istemiyoruz. Tabi ki İsrail işçi sınıfı iktidardaki sermaye sınıfına karşı direniyor, güç dengeleri bir değişim içinde. Örneğin, geçen gün savaşa karşı gerçekleştirilen genel grevin bir anlamı vardı. Ancak iktidardaki tekelci sermeyenin suça eğilimi ve kirliliği öylece değişmeden duruyor.

Bu yalpalamayı, zaten NATO üyesi olmayı kendine uygun gören Türkiye sermayesinin ilkesiz pazarlıkçılığında aramak gerekiyor.

ABD ve İsrail askeri ilişkileri

Öncelikle NATO’nun ABD tekelci sermayesinin çıkarlarını temsil ettiğini biliyor ve neredeyse ABD ile eş anlamlı olarak kullanılabiliyoruz. NATO; ABD’den sonra İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda vb. ülkelerin sermaye sınıflarının çıkarları için işbirliğini anlatıyor bize. Bu yüzden İsrail ile ABD askeri ilişkilerine bakmak daha bütün bir resim verecektir.

İsrail ve NATO hemen hemen aynı zamanda kuruldular. ABD’nin 1949’dan günümüze İsrail’e yaptığı askeri yardımın 300 milyar dolar civarında olduğu söyleniyor.

Grafik dolar cinsinden çeşitli ülkelerin 1946-2022 yılları arasında ABD’den aldığı askeri yardımı enflasyona dair düzeltme yapıldıktan sonra gösteriyor. Bu sade grafik her ülke halkının başına gelen olayları saklıyor, örneğin, Kore ve Vietnam savaşlarını, Afganistan ve Irak’ın işgalini, Türkiye gibi ülkelerin bağımlı hale getirilmesini... Ancak İsrail’in aldığı askeri yardımın şaşırtıcı büyüklüğü dikkatten kaçmıyor. Ayrıca İsrail miktardan bağımsız olarak en üst düzey askeri teknolojiye kavuşmuştur bu destekle, dolayısıyla ülkeler arasında askeri yardımın niteliği arasında da büyük fark vardır.

Bu yazı dizisinin beşinci ve son kısmında Türkiye’nin ABD’den aldığı askeri yardımın hiçbir işe yaramadığını yazacağız. Ancak Türkiye ve İsrail’in aynı kaynaktan, ABD-NATO’dan aldığı yardım bütün eşitsizliğine rağmen halkımıza utanç veriyor.

İsrail’deki tek yabancı askeri üs(ler) ABD’ye ait bulunuyor. Yine ABD’nin bir Ortadoğu savaşında kullanılmak üzere bu ülkeye çok büyük miktarda askeri malzeme depoladığı biliniyor. ABD ve İsrail düzenli olarak askeri manevraları diğer NATO ülkelerinin de katılımıyla gerçekleştiriyor.

Ayrıca ABD Gazze saldırısında gördüğümüz gibi, İsrail’e BM Güvenlik Konseyi’nde veto yetkisini kullanarak siyasi destek sağlıyor, daha doğrusu İsrail’in işlediği suçların ortada kalması için elinden geleni yapıyor.

Şunu da eklersek resim bütünleşecek: İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği katliam esnasında Avrupa devletleri adeta ülkelerinde bir sıkıyönetim ilan etti. İsrail’in eylemlerinden dolayı 

eleştirilmesi anti-semitizm ile eş tutuldu. Böylesine bir ideolojik aygıtın işlemesi için dizinin geçen haftaki kısmında bahsettiğimiz gizli NATO’nun görev başında olması gerekir. NATO tarafından satın alınmış sayısız gazetesi, yazar, siyasi ve akademisyen olmadan böyle bir ideolojik baskı ortamını kuramazlardı.

Bir nükleer suç örgütü olarak NATO ve İsrail ilişkileri

ABD Japonya’da sivil halkın üzerinde ilk nükleer silahları deneyerek dünya halklarına karşı halen yargılanmamış olan büyük bir suç işlemişti. NATO 1949’da bu suçun üzerine inşa edildi, bu suça karşı sessizlik ve yeni nükleer suçları ilave etme potansiyeli ile çalıştı.

Eğer NATO’nun kuruluşundan hemen sonra aynı yıl içinde Sovyetler Birliği nükleer silah ürettiğini bildirmeseydi, muhtemelen çok daha kitlesel ve acı olaylar yaşayacaktık. Buna rağmen NATO’nun Sırbistan saldırısında kullanılan zayıflatılmış uranyumun halen kansere ve ölümlere yol açtığını daha önce ele almıştık.

İsrail’in nükleer silahlara sahip olmasının ve tamamen uluslararası denetimden serbest kalışının öyküsü doğal olarak ABD’nin ve sonra NATO’nun sahip çıktığı gelenek içinde okunabilir.

İsrail kuruluşunun başından itibaren nükleer silah sahibi olmak istedi. Fransa ile 1950’lerdeki kirli ilişkisi (Fransız sömürgelerinde istihbarat desteği veya Süveyş Kanalının ele geçirilmesi gibi) sonucu nükleer reaktöre kavuştu. 1960’larda atom, 1980’lerde hidrojen bombasına sahip olmasına ABD ve müttefikleri göz yumdular, hatta el altından destek verdiler.

Sonuçta NATO Sovyetler Birliği’ne ve emekçi sınıfların iktidar kavgasına karşı kurulmuş bir örgüttü. Ortadoğu bu anlamda bir sınıf savaşına sahne oluyordu. Sovyetler Birliği’nin desteği ile burjuva devrimleri olabileceğinden ileri çekiliyor, feodalizme ve emperyalizme karşı yoğun bir mücadele veriliyordu. İsrail’in bölgede tek nükleer silah sahibi ülke olarak kalması bu mücadeleye bütün Soğuk Savaş boyunca büyük zarar verdi.

İsrail; Irak, Suriye ve İran’da nükleer gelişmelere, çok sayıda bilim insanına suikast yaparak veya tesislere saldırarak engel olmaya çalıştı. Halen 100 civarında nükleer silaha sahip olduğu tahmin edilirken ABD’nin koruyucu şemsiyesi altında asla uluslararası olarak denetime tabi tutulamıyor ve hiçbir anlaşmanın parçası değil.

Gazze’de 40 bin kişiyi katleden bir devletin nükleer silahlara davranmayacağının hiçbir garantisi bulunmuyor.

Sakın İsrail’i işlediği suçlardan dolayı protesto edip NATO’yu savunmayın bize.

İkisinin birbirinden farkı yok, aynı lanet doku.

NATO’ya ve emperyalist savaşa hayır.

                                                                  /././

Terörist bir örgüt olarak NATO: Bologna Olayı (II)

Terör eylemlerinde hep sol örgütler suçlandı, devlet eylemden önce başlayarak suçluları koruyacak önlemler aldı. Amaç halkın İtalya Komünist Partisi’ne olan sempatisini ve desteğini kesmeye dönüktü.

Bir sınıfı sınıf yapan en önemli unsur belleğidir. Belleği boşaltılmış ve tarih bilinci yok edilmiş bir sınıfı istediğiniz gibi yönlendirebilir ve güdebilirsiniz.

Bu nedenle toplumsal bellek bir sınıf mücadelesi alanıdır. Emekçi sınıfların siyasi temsilcisi kendi tarihine sahip çıkmaya, sermaye sınıfı ise unutturmaya ve bulandırmaya çalışır. Sınıfın örgütlülüğü, politik hedefleri ve sınıf kini bu tarihsel belleğe dayanan bilinçten doğar.

Bir test yapalım hemen:

Bologna size ne ifade ediyor?

İtalya’da bir kent, eski ve önemli bir üniversite?

Yoksa Avrupa Birliği’nin yükseköğrenim programı mı?

Yani Avrupa tekelci sermayesinin belleğiyle oynanmış, istenilen şekilde yoğrulmuş beyinleri ile kendini sömürtmeye hazır kalifiye emekçi yetiştirme programı mı?

Eğer aklınıza ilk gelen Bologna yükseköğrenim süreci ise sermaye sınıfına karşı ideolojik cephedeki savaşı kaybetmiş ve belleksiz kalmışız demektir. 

Çünkü tarih bilincine sahip her emekçi Bologna Tren İstasyonu Katliamını hatırlamak zorundadır. 2 Ağustos 1980’de saat ayarlı bombanın patlaması ile İstasyon binası yıkılır, 85 kişi ölürken 200 kadar kişi yaralanır. 

2 Ağustos 1980’de saat 10.25’te patlayan saatli bomba sonrası Bologna Tren İstasyonu görülüyor. Saldırıda turistler de içinde olmak üzere 80 kişi yaşamını yitirmiş 200’den fazla kişi yaralanmıştır. Görünüşte saldırı kimseye dönük değil, halka dönük salt bir terör eylemidir.

Bu olay bize İtalya’nın geçen yüzyılın ikinci yarısında nasıl büyük çaplı bir emperyalist müdahale ile karşılaştığını ve NATO’nun emekçi sınıflara karşı bir terör örgütü olduğunu gösterir.

Aynı zamanda karşılaştırmalı tarih açısından da öğreticidir. Bir ay kadar sonra Türkiye’de NATO tarafından düzenlenen bir askeri darbe olacaktır. Her iki olay da aynı örgüt tarafından tezgâhlanmıştır.

Ama olayın anlaşılması için işi başından alalım:

Ulusal bütünlüğünü geç sağlayan ve kapitalizme geç giren ülkelerin tekelci burjuvazisi oluşur oluşmaz faşizme yönelmiştir: Almanya, İtalya ve Japonya…

Artık bir iktidar hedefi ile davranan işçi sınıfına karşı duyulan korku ve yeniden paylaşım savaşının gerektirdiği militarizm bu benzer zamanlarda beliren faşizmleri açıklamaktadır.

İkinci Dünya Savaşı sadece bir emperyalist paylaşım savaşı değil, şiddetli bir sınıf savaşıydı. Bu boyutu kavramazsak Batı emperyalizminin propaganda tuzağına düşeriz. ABD ve İngiltere’nin Normandiya, İtalya ve Yunanistan çıkarmaları Nazilere karşı değil, bu ülkelerde komünist partilerin öncülüğündeki anti-faşist ve yurtsever partizan savaşına karşıydı. Çünkü Sovyetler Birliği’nin Nazilere karşı artık kesinleşen zaferi ile birlikte halkın büyük sempatisini kazanmış olan bu direnişler emekçi iktidarlarıyla taçlanabilirdi.

İtalya’da Mussolini rejiminin yıkılması ile İtalya Komünist Partisi cumhuriyete razı olup silah bıraktı. Burada ayrıksı örneği silah bırakmayan Yunanistan Komünist Partisi’nin verdiğini biliyoruz.

Ancak ABD bu ülkeleri ve devletlerini hiç bırakmadı. Özellikle İtalya’da faşist devlet görevlileri korundu ve komünistler tasfiye edilirken anti-komünist bir devlet inşa edildi.

1949’da NATO’nun kurulması ile birlikte NATO’ya katılan her devlete gizli bir anlaşmaya imza attırdılar. Bu anlaşmaya göre devletin içinde ve NATO’ya bağlı emekçi sınıfların ayaklanma olasılığına karşı bir yer altı örgütü inşa edilecekti. Bu örgütün İtalya’daki ismi Gladio oldu ve CIA’nın en üst düzey kadroları tarafından öncelikli olarak örgütlendi.

Gladio Sardunya adasında kara yolu olmayan gizli bir kamptan yönetiliyordu ve hücre şefleri burada sabotaj, bombalama, suikast, bilgi çarpıtma gibi konularda eğitim alıyordu. Benzer şekilde Türkiye’de 60’lı yılların sonuna doğru gazeteler “Komando Kampları”ndan bahsediyordu ama ne anlama geldiği tam olarak çözülemiyordu. İtalya’ya yasa dışı yollardan büyük hacimli askeri mühimmat sokularak çeşitli yerlerde toprak altına gömüldü.

Gladio sadece askeri bir örgüt değildi, en azından açığa çıkmış 34 gazeteci bu örgütten fonlanıyordu. Bunun dışında siyasiler, mason locası mensupları, mafya liderleri, sendikacılar, yönlendirilen bazı sol gözüken örgütler vb. hep Galdio’ya bağlıydı.

1949’dan günümüze gördüğü işleve göre NATO tarihini sınıflandırma denemesi yaptığımız yazıya bakabilirsiniz. 

NATO 1990’a kadar hemen hemen hiç savaşmadı, işi gücü dünya emekçi sınıflarının eşitlik ve özgürlük mücadelesini her türlü insanlık dışı yöntemle engellemekti. İtalya’da Bologna Tren İstasyonu’na gelene kadar defalarca terör eylemi gerçekleştirdi Gladio. Örneğin, 1969’da Ulusal Tarım Bankası’na yerleştirilen bomba patladığında arkasında çoğu tarımsal kredi için bekleyen köylüler olan 17 ölü, 84 yaralı bırakmıştı. 

Terör eylemlerinde hep sol örgütler suçlandı, devlet eylemden önce başlayarak suçluları koruyacak önlemler aldı. Amaç halkın İtalya Komünist Partisi’ne olan sempatisini ve desteğini kesmeye dönüktü. Ayrıca işçi eylemlerine doğrudan saldırılar düzenleniyordu. Örneğin, 1963’te inşaat işçileri mitingine polis üniforması giydirilmiş Gladio üyeleri saldırmıştı. Türkiye’deki 1977 1 Mayıs katliamının faalini başka yerde aramıyoruz tabi.

Bologna 1980’e gelebiliriz artık.

Bu yazıda altını doldurmamızın mümkün olmadığı bir başka sürece sadece değinip geçeceğiz. 1970’lerin başında İtalya Komünist Partisi Avrupa komünizmi denen sınıf uzlaşmacılığına yattı ve bu şekilde tarihsel olarak kendini ortadan kaldıracak süreç başlamış oldu.

Ancak halen çok kitleseldi, genel seçimlerde oy oranı %30 ile %40 arasında değişiyordu. Tarihsel uzlaşma açılımı ile Hıristiyan Demokratlarla koalisyon hükümeti kurma ve reformlar dalgasını siyasi programlarına işlemişlerdi.

Konuyu kavramamız için şu gerekli, İtalya Komünist Partisi uzlaşma yoluna girmişti ama ABD halen onlardan korkuyordu ve kesinlikle hükümet üyesi olarak görmek istemiyordu komünistleri.

Hıristiyan Demokratların lideri Aldo Moro ABD’den izin alamadı ancak koalisyonu kurma kararı almaktan başka çaresi kalmamıştı. ABD Dışişleri Bakanı Kissinger Aldo Moro’yu “Bunun bedelini ödeyeceksin” diye telefonda azarladı. Aldo Moro “Tarihi Uzlaşma” anlaşmasının imzalanacağı 16 Mart 1978’de kaçırıldı, 55 gün sonra cesedi bulundu. Suç birçok kez olduğu gibi silahlı sol bir örgütün üzerine yıkıldı.

Bu olay emperyalizmin ülkeleri ve halkları nasıl kendine bağlı olarak yönettiğinin çok ibret verici bir örneği olarak tarihe geçti.

1979 seçimlerinde İtalya Komünist Partisi hala yüksek oy oranına sahipti ve koalisyon fikri çekici ve gündemdeydi.

Ve Gladio o günlerde Bologna Tren İstasyonu katliamını gerçekleştirdi.

1990’dan sonra NATO yeni bir aşamaya geçecek ve NATO’ya bağlı ülkelerdeki örgütlerini kısmen tasfiye edecekti. İtalya’da da sanki namuslu bir savcı işi gibi lanse edilen tasfiye operasyonu gerçekleşti. Ancak Gladio üyeleri tam olarak hiçbir zaman deşifre olmadılar. Çünkü düzenin bu deşifrasyonla birlikte gitmesi mümkün değildi, geride düzeni sürdürecek kadar temiz siyasi kadro kalmıyordu.

Bugün Türkiye’de de 1990 öncesi Kontrgerilla üyeleri milletvekili, parti lideri, belediye başkanı vb. düzenin yeni gereksindiği rolleri oynuyorlar.

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’ne Eylül ayında başlayacak “NATO’ya ve emperyalist savaşa hayır” kampanyasında başarılar diliyoruz.

                                                                  /././

Bir suç ve savaş kışkırtıcısı örgüt olarak NATO: Belgrad bombardımanı (I)

Türkiye NATO üyesi olarak yapılan saldırıya F-16 uçakları ile katıldı, yapılan bombardıman uçuşlarının %2,2’sini 78 saldırı ile gerçekleştirdi.

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi Eylül ayından itibaren “NATO ve emperyalist savaş karşıtı bir kampanya” örme kararı aldı. Kampanya İncirlik Üssüne iki hafta süren bir yürüyüşü, resim ve karikatür sergilerini, çok sayıda paneli ve bir mitingi içerecek.

Bu kampanya çok yaşamsal bir aydınlanma çalışması olarak kabul edilebilir. Çünkü halkımız NATO’yu çok dış bir konu olarak kabul eder ve gündemine almaz genellikle veya NATO konusu uzmanların işidir, bu teknik konuya karışmanın anlamı yok, diye düşünülür.

Oysa NATO ve Türkiye’nin NATO üyeliği hepimizi ilgilendiriyor. NATO bir suç örgütü olmanın dışında halkımızı büyük bedeller ödetecek bir savaşa sürükleme potansiyeli de taşıyor.

Bu haftadan başlayarak acil gündemler bölmediği sürece NATO’nun suçlarını ve Türkiye’yi halkımıza ait olmayan bir savaşa sürükleme potansiyelini ele alacağız.

Bugünlerde tatilciler için Sırbistan çok gözde yerlerden biri, çünkü vizesiz girilebiliyor. Bir Avrupa ülkesi ziyareti için bugünkü vize kısıtlarında bulunmaz nimet!

Oysa bu ülke bundan 25 yıl önce Türkiye’nin de dahli olan büyük bir trajedi yaşadı. 

Bize özgünmüş gibi gelen düşünceler çoğu kez sermaye sınıfının aklımıza saldırısının sonucu oluşur. Bunu mantığımızı bozarak ve belleğimizi yok etmeye çalışarak yaparlar. Artık kimse turlara katılıp gitmeyi denediği bu ülke halkının başına gelenleri hatırlamıyor.

Balkan halkları İkinci Dünya savaşında hem faşizme hem kendi ülkelerinin kralcı, gerici çetelerine karşı emekçi sınıfların öncülüğünde bir partizan savaşı ördüler. Sovyetlerin faşizme karşı zaferi ile birlikte Balkanlarda feodalizme ve emperyalizme karşı sosyalizm rüzgârı esti. Bulgaristan, Romanya ve Arnavutluk’un yanında Yugoslavya federatif bir sosyalist cumhuriyet olarak doğdu.

Ancak Yugoslavya zayıf merkezi planlaması ve federatif yapısı ile burjuva düşüncesine ve toplumsal eşitsizliklere yol açan bir deneyim yaşadı. Dünyada 1989 karşı devrimi yaşandığında emperyalizm çoktan Yugoslavya’da mevziler elde etmişti.

ABD ve AB’nin programı şuna dayanıyordu: Yugoslavya parçalanacak, sermaye hegemonyası her köşesinde sağlanacak, parçalanmış devletler NATO ve AB üyesi olacaklar, Yugoslavya’nın her yeri ABD’nin askeri üsleriyle dolacak.

Bu programı engelleyecek güçlü bir işçi sınıfı öznesi kalmamıştı. Milliyetçilik ve rekabet temel siyasi unsurlardı.

Bugün halen incelenmeyi ve anlaşılmayı hak eden bir operasyon yürüdü. Milliyetçi ve dinci kışkırtma, faşist çetelerin Batı istihbaratı tarafından büyütülmesi, taşınmış şeriatçı çetelerin ortaya çıkışı ve terörü, medya yoluyla gerçekleri çarpıtma…

En nihayet halklar arasında büyüyen savaşa Batı emperyalizmi doğrudan müdahale edecek hale geldi. Sırbistan’ın resmi olarak parçası olan Kosova’yı ABD kopartmaya karar vermişti, buraya inşa edilecek büyük ölçekli ABD üssünün planları bile hazırdı. Ancak Sırbistan direniyordu.

ABD’nin Sırbistan saldırısı sonrası Kosova’da kurduğu 465 bin metre kareye yayılan Bondsteel Askeri üssü. ABD dışındaki en büyük ABD üssü olan Bondsteel’in imar planları henüz Belgrat’a bombalar düşmeden aylarca önce hazırlanmıştı. Ayrıca üssün etrafındaki onlarca kilometrelik alan ve köprüler bugün ABD tarafından kontrol ediliyor.

24 Mart 1999 tarihinde NATO kendi aldığı kararla Sırbistan’a saldırdı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı gerekiyordu savaş ilanı için ancak saldırı kararı BM Güvenlik Konseyine gelmedi. NATO Sovyetler Birliği’ndeki karşı-devrim sonrası uluslararası hukuku tanımıyordu.

Savaş mümkün olduğu kadar kara birliği kullanmadan Sırbistan’a diz çöktürmeye dayanıyordu, bu nedenle Sırbistan’daki enerji tesisleri, köprüler, fabrikalar, rafineriler, kente su temin eden tesisler gibi bütün altyapıya yok etmeye dönük alçakça bir hava bombardımanı gerçekleştirildi. Büyük bir sivil can kaybı yaşandı.

ABD’nin halkları aşağı gören mağrur ve ırkçı ideolojisi muhtemel işlenen cinayetlerde rol oynadı. Trenler, göçmen konvoyları, yolcu otobüsleri, evler, santrallar, Belgrad’daki Sırbistan Sosyalist Partisi’nin merkezi NATO bombardımanına hedef oldu. Sadece Radyo Televizyon Kurumu’na yapılan saldırıda 16 gazeteci öldü. Bugün İsrail’in çok sayıda gazeteciyi kasıtlı olarak öldürmesine giden yol o günlerde döşendi.

Sırbistan’ın teslim olduğu 10 Haziran’a kadar 78 gün içinde 2 bin civarında sivil öldürüldü.

Ancak NATO’nun uyguladığı vahşet burada bitmedi. NATO Sırbistan’da 15 ton kadar zayıflatılmış uranyum kullandı. Yani savaş örtülü bir nükleer saldırıyı içeriyordu. Uranyumun etkisiz hale gelmesi için 4,5 milyar yıl gerektiği düşünülürse Sırbistan’ın havası ve suyunun halen NATO’nun nükleer saldırısı sonucu kirletildiği anlaşılır.

Bu nükleer kirlilik Sırbistan’daki kanserden ölümleri dünya ortalamasının defalarca üzerine çıkardı, on binlerce kişinin bu nedenle yaşamını yitirdiği tahmin ediliyor.

NATO hukuk tanımayan bir suç örgütü mü? Evet, sadece bu savaş nasıl bir suç örgütü olduğunu gösteriyor.
Gelelim savaş kışkırtıcılığına.

Belgrat bombardımanı esnasında 8 Mayıs’ta Belgrat’ta bulunan Çin Büyükelçiliği üç füzeyle vuruldu, yanıp yıkıldı. Dört kişi ölürken çok sayıda kişi yaralandı. ABD saldırının yanlışlıkla yapıldığını söyledi. Bu alçaklar sivilleri öldürürken hakikaten hata yapacak bir rahatlığa sahiptirler, ancak iş Çin Halk Cumhuriyeti Büyükelçiliği olunca hata yapmazlar, kasıtlı olarak karar alıp vurdular. Çin’in o dönem Sırbistan ile tarihsel bağları vardı ve muhtemelen el altından desteklemeye çalışıyorlardı.

Bugün olsa kesin yeni savaşa yol açacak bu olay hiç unutulmamakla birlikte Çin’in protestosuyla kapandı. Çin’in o zaman savaşı göze alacak hali yoktu, ayrıca Çin’in uzun vadeli stratejisinde Dünya Ticaret Örgütü’ne katılmak bulunuyordu ve iki yıl sonra bu niyeti gerçekleşti.

Çiçeği burnunda Rus burjuvazisi ise o yıl halen ABD emperyalizminin işbirlikçisi durumundaydı ve Sırbistan saldırısına onay vermişti.

Ancak Çin büyükelçiliğine saldırı muhtemelen Çin ve Rusya arasında güvenlik iş birliğini ve dolayısıyla bugünkü emperyalist paylaşım savaşına giden yolu hızlandıran bir olay olarak tarihe geçti.

Şimdi suça ortak olmaya gelelim.

Türkiye NATO üyesi olarak yapılan saldırıya F-16 uçakları ile katıldı, yapılan bombardıman uçuşlarının %2,2’sini 78 saldırı ile gerçekleştirdi.

Tamam bu bir halka karşı işlenmiş suç, Türkiye burjuvazisinin ilkesiz çıkarcılığı ile ilişkilidir ancak emekçiler kendilerini sıyıramazlar. Çünkü bu suçu engellemek bizim görevimizdi, biz başaramadık.

NATO’ya ve emperyalist savaşa hayır. 

Erhan Nalçacı / soL