14 Eylül 2024 Cumartesi

NATO (I+II+III+IV) - Erhan Nalçacı / soL

 NATO Türkiye’yi nasıl savaşa sürükleyebilir?(IV)

Bir yerden sonra Karadeniz ve ne kadar uzak olursa olsun Pasifik fark etmiyor. NATO üyesi bir devlet her an kendini topyekûn bir savaşın içinde bulabilir.

NATO ile ilgili yazı dizimizin dördüncüsünde NATO’nun Türkiye’yi bir savaşa sürükleme riskini ele alacağız.

Çünkü NATO tarih içinde dünya halklarına karşı canavarca suçlar işlemiş bir örgüt değildir sadece, sadece sermaye sınıfının bir karşı-devrim örgütü de değildir. NATO güncel olarak Türkiye’yi ve diğer dünya halklarını savaşa sürüklemeye çalışan bir örgüttür.

Bu nedenle NATO karşıtlığı yalnızca tarihsel bir hesaplaşma değil, halkımızı her an gerçekleşebilecek ve bize ait olmayan bir savaşa sürüklenme olasılığına karşı mücadeledir.

Şimdi NATO’nun Türkiye’yi hangi koşullarda savaşa sürükleyebileceğine ilişkin dört maddeyi ele alalım:

1-Rusya-Ukrayna Savaşının NATO ile bir savaşa dönüşme olasılığı

Halkımız 2. Dünya Savaşı’ndan uzak kaldı, düşük yoğunluklu savaşları saymazsak genellikle barış içinde yaşadı ve bu nedenle aslında bir savaşa ne kadar yakın olduğumuzu hayal etmekte güçlük çekiyor.

Ancak hemen kuzey komşularımız, 1. Dünya Savaşını andıracak şekilde 1000 km’lik cephede birbirlerinin çocuklarını katletmeye çalışıyorlar. Halkları savaşa daha kolay sürükleyebilmek için ölen ve sakat kalanların sayısı gizleniyor. Tam olarak bilemiyoruz ama en gelişkin silahların kullanıldığı Rusya ile Ukrayna arasındaki savaşta yarım milyon civarında insanın katledildiği tahmin ediliyor.

Bu köşede bu savaşın nedenlerini çok işledik, yine de ilk kez okuyanlar için tekrarlayalım. NATO’nun Sovyetler Birliği dağılırken yaptığı anlaşmalara uymadığı ve Rusya’yı doğuya doğru genişleyerek sürekli olarak Avrupa’daki yeni NATO üyeleriyle askeri olarak kuşattığını biliyoruz. En son Ukrayna’yı NATO’ya alma girişimi savaşı kışkırtan başlıca olaylardan biriydi.

Ancak daha derin bir nedene de işaret ettik. Çin’de son 30 yıl içinde gerçekleşen olağanüstü hızlı ve hacimli sermaye birikimi nedeniyle yaşanan emperyalist hegemonya krizi günümüzü belirlemeye devam ediyor. 2011’de ABD Çin’i kuşatmak ve en nihayet Çin’deki sermaye birikimini askeri yöntemlerle ortadan kaldırmak için Pasifik’e yığınak yapmaya başladı. Ancak yapılan savaş simülasyonları Pasifik’te Rusya ve Çin ittifakının askeri olarak yenilemeyeceğini gösteriyordu. Bu nedenle Rusya’yı diz çöktürmek, Pasifik’te savaşamaz hale getirmek için Ukrayna-Rusya savaşı kışkırtılmış gözüküyor.

Ve iki yıl sonra dünyanın doğuya kayan ekonomik gücüne yaslanan Rusya ekonomik olarak çökmedi, askeri olarak ise Batı emperyalizminden aldığı bütün yardıma rağmen Ukrayna askeri bir yenilginin eşiğine geldi.

Bu çaresizlikte Batı emperyalizmi ve NATO savaşı Rus topraklarına taşımaya karar verdi. Kursk Saldırısı bunun parçası. Ama esas olarak Ukrayna’ya yerleştirilen ve kullanılmasına izin verilen orta menzilli füzeler kriziyle karşı karşıyayız. 

Başta Almanya olmak üzere devletler ikilem içindeler, ancak ağırlık Rusya’nın içlerini vurma kapasitesindeki NATO ülkelerinin verdiği füzelerin kullanılmasına doğru gidiyor.

Rusya bu hamlenin NATO’ya karşı savaşla karşılanacağını açıkladı.

Bu aşamada sizce Türkiye NATO üyesi olarak savaşın dışında kalabilir mi?

Kaldı ki Türkiye Ukrayna’daki silah fabrikaları ile Ukrayna’ya silah temin edici NATO ülkelerinden biri.

2-NATO’nun Karadeniz kışkırtması ve Montrö Antlaşmasının delinmesi

Bu mesele bu köşede sıklıkla işlediğimiz bir konu. Sonuçta bütün NATO bildirilerinde Rusya’nın Karadeniz’den kuşatılması örtülü bir ihtirasla yer alıyor. Bunun önünde engel 1936’dan beri Türkiye’nin egemenlik ve bağımsızlığının garantilerinden olan ve savaş zamanı NATO gemilerinin Karadeniz’e girmesine izin vermeyen Montrö Anlaşması. 

Türkiye’nin dışında Karadeniz’de kıyısı olan iki NATO ülkesi daha var: Bulgaristan ve Romanya.

Romanya’nın Karadeniz kenti olan Köstence’de NATO’nun en büyük askeri üssü kuruluyor. Bulgaristan da öyle, ABD ve NATO üsleriyle doldu.

Şimdi tuhaflığa bakın, NATO Ukrayna’da denizi mayınlıyor, uluslararası sözleşmelere aykırı olarak onları serbest bırakıyor, sonra Karadeniz’de NATO teşvikiyle Türkiye-Bulgaristan ve Romanya arasında Karadeniz Mayın Güvenliği Anlaşması imzalanıyor.

Bu her türlü kışkırtmaya açık anlaşma pek ala Türkiye’yi savaşa çekecek bir sürece açılabilir.

Önümüzdeki günlerde Rusya’ya sınır komşusu ülkelerde yaygın ve hacimli NATO tatbikatları yapılacak. Karadeniz de bir deniz tatbikatına ev sahipliği yapacak olarak gözüküyor. Bunun ne anlama geldiğini yakından izlemeliyiz.

3- İran ile rekabetin kaşınması

İran kısa bir süre önce Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) üyesi oldu. ŞİÖ Batı emperyalizmine karşı bir güvenlik örgütü ve İsrail-İran krizinde Rusya ve Çin İran’ın güvenliğine karşı sorumlu olduklarını hatırlattılar. Türkiye ise malum uzun yıllardır NATO üyesi. Bunun kendisi bir gerilim konusu olarak büyüyebilir zamanla.

Ancak başka bir sorun var. Emperyalist hiyerarşide daha alttaki ülkeler arasında rekabet varsa tuzağa düşürülmeleri kolaylaşır. Her iki ülke halkının büyük bedeller ödediği İran-Irak savaşı bu kapsamda ele alınabilir belki.

İran-İsrail geriliminde güya İsrail karşıtı olan düzen medyasının nasıl İran’a cephe aldığını fark etmiş olmalısınız. Kendi çapında yayılmacı amaçlar güden İran ve Türkiye’nin arasına iki başlıkta ciddi bir rekabetin girdiğini görüyoruz. 

Hem Türkiye hem İran sermayesi Irak üzerinde çeşitli araçlarla hegemonya kurmak istiyor. Türkiye’den gelen büyük ölçekli bir sermaye yatırımı Irak’ta bir hegemonya inşası için kullanılıyor. Daha önce bahsettiğimiz Kalkınma Yolu Projesi su yönetimini de içeren birçok ikili anlaşma ile bir hegemonya projesine dönüşmüş durumda. Bu durum dışlanan İran için bir kayıp anlamına geliyor.

İkinci olarak, daha önce ele aldığımız Azerbaycan-Ermenistan savaşından sonra Nahçıvan ile Azerbaycan arasında kurulacak Zengezur ekonomik koridoru. Iran bu koridorla Ermenistan ve Kuzey Kafkasya ile ilişkisinin kesileceğini düşünüyor, kabul etmeyeceğini yüksek sesle dile getiriyor. Buradaki hegemonya mücadelesi Yeni İpek Yolu’nun Orta Koridor’da hangi güzergâhı kullanacağı ile de ilgili. Azerbaycan’ın İsrail ile dostluğu ayrıca bir güvenlik riski yaratıyor İran için.

Dolayısı kaşınır ve kışkırtılırsa Türkiye’nin NATO üzerinden savaşa girebileceği bir diğer coğrafya İran-Türkiye sınırı.

4-Pasifik’te olmak

Bu yıl Türkiye’den bir donanma gemisi Pasifik bölgesini ziyaret etti, Japonya’ya kadar uzandı geldi. Dönüşünde düzen medyası “Türkiye Pasifikte varlığını gösterdi” diye manşet attı.

Oysa savaştan kaçınmak isteyen bir ülkenin bugün en uzak duracağı yer Pasifik.

ABD tıpkı Ukrayna’da yaptığı gibi Japonya’ya Çin’i vurabilecek uzun menzilli füzeler veriyor. NATO alanını Pasifik’e kadar genişletiyor, Rus ve Çin Donanmaları birlikte büyük bir askeri manevra yapıyor bugünlerde, NATO gemileri bölgede bir askeri yığınak yapmış durumda.

Dolayısı ile bir yerden sonra Karadeniz ve ne kadar uzak olursa olsun Pasifik fark etmiyor. NATO üyesi bir devlet her an kendini topyekûn bir savaşın içinde bulabilir.

***


Bu Pazar günü Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi “NATO’ya ve emperyalist savaşa hayır” demek için Kartal’dan İncirlik Askeri Üssüne bir yürüyüş başlatıyorlar. Yürüyüşçülere başarılar diliyoruz. Emekçi halkımızın kendisine ait olmayan bir savaşa sürüklenmesine izin vermeyeceğiz. NATO’dan çıkmak hiçbir zaman bu kadar yaşamsal olmadı.                                                                                         /././

NATO’nun suç ortağı İsrail (III)

Sakın İsrail’i işlediği suçlardan dolayı protesto edip NATO’yu savunmayın bize. İkisinin birbirinden farkı yok, aynı lanet doku. NATO’ya ve emperyalist savaşa hayır.

İsrail Devletinin Gazze’de işlemeye devam ettiği katliamın sonucunda can kaybı 40 bini aştı.

Rakamlara karşı insan yüreği bir süre sonra nasırlaşıyor. Bize ölenlerin tek tek yüzlerini gösterseler, ölen çocukları bir arada ölmemişler de okula gidiyor gibi hayal ettirseler, öldürülen öğretmenleri, öğretim üyelerini, sanatçıları, sağlıkçıları, gazetecileri anlatsalar nasıl bir cinayet makinesi ile karşılaştığımızı daha iyi anlayacağız. Ayrıca günümüz silahlarının korkunçluğu ile uzuvlarını kaybeden ve yaşamını o koşullarda sürdürmeye çalışan insanlardan bahsetseler…

Sonuçta dünya halklarına karşı işlenen suçlarda NATO ve İsrail birbirine yakışıyor.

Bu köşede NATO’ya ilişkin yaptığımız dizinin üçüncü kısmını NATO-İsrail ilişkisine ayırmak yararlı olacak. 

İsrail NATO üyesi mi?

İsrail doğrudan üye olmamakla beraber NATO’nun hep öncelikli ortağı oldu.

İsrail ve NATO arasında 1970’li yılların sonuna doğru istihbarat paylaşımı ve askeri eğitimi içeren bir anlaşma yapıldı.

Ancak İsrail daha fazlasını isteyecektir. NATO’nun Brüksel’deki merkezinde kalıcı ofis açmak ve “İleri İşbirliği “programına dâhil olmak isteyen İsrail 2010’da Türkiye’nin vetosu ile karşılaşır. İsrail’in Gazze’ye yardım için giden Mavi Marmara gemisine yaptığı baskınla veto gerekçelendirilir.

AKP’nin Batı emperyalizmiyle yaptığı pazarlıklarda İsrail vetosu masada olacaktır. 2012’de Türkiye kısmen vetoyu çeker, İsrail’e NATO seminer ve çalışmalarına katılma olanağı doğar. Karşılığında hükümet geçici olarak NATO’dan Patriot Bataryaları alır.

2016’da ise Türkiye vetosunu tamamen çeker, İsrail halen sürecek şekilde NATO merkezinde kalıcı bir ofis elde eder. Böylece İsrail bazı NATO tatbikatlarına da katılabilen adı konmamış bir NATO üyesi haline gelir.

Örneğin, son dönemde İsrail-İran arasındaki düşük yoğunluklu savaşta Türkiye’deki Kürecik başta olmak üzere NATO’nun bölgedeki tüm radarlarından gelen bilginin İsrail’e servis edildiği düşünülmektedir.

Şimdi İsrail karşıtı kesilen AKP’nin bu yalpalamasını halkımızın dikkatine sunuyoruz. İsrail özünde hep aynı İsrail’di, yalpalamayı gerektirecek hiçbir unsur olamazdı. 

Şunu hatırlatalım, İsrail’in değişmeden kaldığını söylemek istemiyoruz. Tabi ki İsrail işçi sınıfı iktidardaki sermaye sınıfına karşı direniyor, güç dengeleri bir değişim içinde. Örneğin, geçen gün savaşa karşı gerçekleştirilen genel grevin bir anlamı vardı. Ancak iktidardaki tekelci sermeyenin suça eğilimi ve kirliliği öylece değişmeden duruyor.

Bu yalpalamayı, zaten NATO üyesi olmayı kendine uygun gören Türkiye sermayesinin ilkesiz pazarlıkçılığında aramak gerekiyor.

ABD ve İsrail askeri ilişkileri

Öncelikle NATO’nun ABD tekelci sermayesinin çıkarlarını temsil ettiğini biliyor ve neredeyse ABD ile eş anlamlı olarak kullanılabiliyoruz. NATO; ABD’den sonra İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda vb. ülkelerin sermaye sınıflarının çıkarları için işbirliğini anlatıyor bize. Bu yüzden İsrail ile ABD askeri ilişkilerine bakmak daha bütün bir resim verecektir.

İsrail ve NATO hemen hemen aynı zamanda kuruldular. ABD’nin 1949’dan günümüze İsrail’e yaptığı askeri yardımın 300 milyar dolar civarında olduğu söyleniyor.

Grafik dolar cinsinden çeşitli ülkelerin 1946-2022 yılları arasında ABD’den aldığı askeri yardımı enflasyona dair düzeltme yapıldıktan sonra gösteriyor. Bu sade grafik her ülke halkının başına gelen olayları saklıyor, örneğin, Kore ve Vietnam savaşlarını, Afganistan ve Irak’ın işgalini, Türkiye gibi ülkelerin bağımlı hale getirilmesini... Ancak İsrail’in aldığı askeri yardımın şaşırtıcı büyüklüğü dikkatten kaçmıyor. Ayrıca İsrail miktardan bağımsız olarak en üst düzey askeri teknolojiye kavuşmuştur bu destekle, dolayısıyla ülkeler arasında askeri yardımın niteliği arasında da büyük fark vardır.

Bu yazı dizisinin beşinci ve son kısmında Türkiye’nin ABD’den aldığı askeri yardımın hiçbir işe yaramadığını yazacağız. Ancak Türkiye ve İsrail’in aynı kaynaktan, ABD-NATO’dan aldığı yardım bütün eşitsizliğine rağmen halkımıza utanç veriyor.

İsrail’deki tek yabancı askeri üs(ler) ABD’ye ait bulunuyor. Yine ABD’nin bir Ortadoğu savaşında kullanılmak üzere bu ülkeye çok büyük miktarda askeri malzeme depoladığı biliniyor. ABD ve İsrail düzenli olarak askeri manevraları diğer NATO ülkelerinin de katılımıyla gerçekleştiriyor.

Ayrıca ABD Gazze saldırısında gördüğümüz gibi, İsrail’e BM Güvenlik Konseyi’nde veto yetkisini kullanarak siyasi destek sağlıyor, daha doğrusu İsrail’in işlediği suçların ortada kalması için elinden geleni yapıyor.

Şunu da eklersek resim bütünleşecek: İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği katliam esnasında Avrupa devletleri adeta ülkelerinde bir sıkıyönetim ilan etti. İsrail’in eylemlerinden dolayı 

eleştirilmesi anti-semitizm ile eş tutuldu. Böylesine bir ideolojik aygıtın işlemesi için dizinin geçen haftaki kısmında bahsettiğimiz gizli NATO’nun görev başında olması gerekir. NATO tarafından satın alınmış sayısız gazetesi, yazar, siyasi ve akademisyen olmadan böyle bir ideolojik baskı ortamını kuramazlardı.

Bir nükleer suç örgütü olarak NATO ve İsrail ilişkileri

ABD Japonya’da sivil halkın üzerinde ilk nükleer silahları deneyerek dünya halklarına karşı halen yargılanmamış olan büyük bir suç işlemişti. NATO 1949’da bu suçun üzerine inşa edildi, bu suça karşı sessizlik ve yeni nükleer suçları ilave etme potansiyeli ile çalıştı.

Eğer NATO’nun kuruluşundan hemen sonra aynı yıl içinde Sovyetler Birliği nükleer silah ürettiğini bildirmeseydi, muhtemelen çok daha kitlesel ve acı olaylar yaşayacaktık. Buna rağmen NATO’nun Sırbistan saldırısında kullanılan zayıflatılmış uranyumun halen kansere ve ölümlere yol açtığını daha önce ele almıştık.

İsrail’in nükleer silahlara sahip olmasının ve tamamen uluslararası denetimden serbest kalışının öyküsü doğal olarak ABD’nin ve sonra NATO’nun sahip çıktığı gelenek içinde okunabilir.

İsrail kuruluşunun başından itibaren nükleer silah sahibi olmak istedi. Fransa ile 1950’lerdeki kirli ilişkisi (Fransız sömürgelerinde istihbarat desteği veya Süveyş Kanalının ele geçirilmesi gibi) sonucu nükleer reaktöre kavuştu. 1960’larda atom, 1980’lerde hidrojen bombasına sahip olmasına ABD ve müttefikleri göz yumdular, hatta el altından destek verdiler.

Sonuçta NATO Sovyetler Birliği’ne ve emekçi sınıfların iktidar kavgasına karşı kurulmuş bir örgüttü. Ortadoğu bu anlamda bir sınıf savaşına sahne oluyordu. Sovyetler Birliği’nin desteği ile burjuva devrimleri olabileceğinden ileri çekiliyor, feodalizme ve emperyalizme karşı yoğun bir mücadele veriliyordu. İsrail’in bölgede tek nükleer silah sahibi ülke olarak kalması bu mücadeleye bütün Soğuk Savaş boyunca büyük zarar verdi.

İsrail; Irak, Suriye ve İran’da nükleer gelişmelere, çok sayıda bilim insanına suikast yaparak veya tesislere saldırarak engel olmaya çalıştı. Halen 100 civarında nükleer silaha sahip olduğu tahmin edilirken ABD’nin koruyucu şemsiyesi altında asla uluslararası olarak denetime tabi tutulamıyor ve hiçbir anlaşmanın parçası değil.

Gazze’de 40 bin kişiyi katleden bir devletin nükleer silahlara davranmayacağının hiçbir garantisi bulunmuyor.

Sakın İsrail’i işlediği suçlardan dolayı protesto edip NATO’yu savunmayın bize.

İkisinin birbirinden farkı yok, aynı lanet doku.

NATO’ya ve emperyalist savaşa hayır.

                                                                  /././

Terörist bir örgüt olarak NATO: Bologna Olayı (II)

Terör eylemlerinde hep sol örgütler suçlandı, devlet eylemden önce başlayarak suçluları koruyacak önlemler aldı. Amaç halkın İtalya Komünist Partisi’ne olan sempatisini ve desteğini kesmeye dönüktü.

Bir sınıfı sınıf yapan en önemli unsur belleğidir. Belleği boşaltılmış ve tarih bilinci yok edilmiş bir sınıfı istediğiniz gibi yönlendirebilir ve güdebilirsiniz.

Bu nedenle toplumsal bellek bir sınıf mücadelesi alanıdır. Emekçi sınıfların siyasi temsilcisi kendi tarihine sahip çıkmaya, sermaye sınıfı ise unutturmaya ve bulandırmaya çalışır. Sınıfın örgütlülüğü, politik hedefleri ve sınıf kini bu tarihsel belleğe dayanan bilinçten doğar.

Bir test yapalım hemen:

Bologna size ne ifade ediyor?

İtalya’da bir kent, eski ve önemli bir üniversite?

Yoksa Avrupa Birliği’nin yükseköğrenim programı mı?

Yani Avrupa tekelci sermayesinin belleğiyle oynanmış, istenilen şekilde yoğrulmuş beyinleri ile kendini sömürtmeye hazır kalifiye emekçi yetiştirme programı mı?

Eğer aklınıza ilk gelen Bologna yükseköğrenim süreci ise sermaye sınıfına karşı ideolojik cephedeki savaşı kaybetmiş ve belleksiz kalmışız demektir. 

Çünkü tarih bilincine sahip her emekçi Bologna Tren İstasyonu Katliamını hatırlamak zorundadır. 2 Ağustos 1980’de saat ayarlı bombanın patlaması ile İstasyon binası yıkılır, 85 kişi ölürken 200 kadar kişi yaralanır. 

2 Ağustos 1980’de saat 10.25’te patlayan saatli bomba sonrası Bologna Tren İstasyonu görülüyor. Saldırıda turistler de içinde olmak üzere 80 kişi yaşamını yitirmiş 200’den fazla kişi yaralanmıştır. Görünüşte saldırı kimseye dönük değil, halka dönük salt bir terör eylemidir.

Bu olay bize İtalya’nın geçen yüzyılın ikinci yarısında nasıl büyük çaplı bir emperyalist müdahale ile karşılaştığını ve NATO’nun emekçi sınıflara karşı bir terör örgütü olduğunu gösterir.

Aynı zamanda karşılaştırmalı tarih açısından da öğreticidir. Bir ay kadar sonra Türkiye’de NATO tarafından düzenlenen bir askeri darbe olacaktır. Her iki olay da aynı örgüt tarafından tezgâhlanmıştır.

Ama olayın anlaşılması için işi başından alalım:

Ulusal bütünlüğünü geç sağlayan ve kapitalizme geç giren ülkelerin tekelci burjuvazisi oluşur oluşmaz faşizme yönelmiştir: Almanya, İtalya ve Japonya…

Artık bir iktidar hedefi ile davranan işçi sınıfına karşı duyulan korku ve yeniden paylaşım savaşının gerektirdiği militarizm bu benzer zamanlarda beliren faşizmleri açıklamaktadır.

İkinci Dünya Savaşı sadece bir emperyalist paylaşım savaşı değil, şiddetli bir sınıf savaşıydı. Bu boyutu kavramazsak Batı emperyalizminin propaganda tuzağına düşeriz. ABD ve İngiltere’nin Normandiya, İtalya ve Yunanistan çıkarmaları Nazilere karşı değil, bu ülkelerde komünist partilerin öncülüğündeki anti-faşist ve yurtsever partizan savaşına karşıydı. Çünkü Sovyetler Birliği’nin Nazilere karşı artık kesinleşen zaferi ile birlikte halkın büyük sempatisini kazanmış olan bu direnişler emekçi iktidarlarıyla taçlanabilirdi.

İtalya’da Mussolini rejiminin yıkılması ile İtalya Komünist Partisi cumhuriyete razı olup silah bıraktı. Burada ayrıksı örneği silah bırakmayan Yunanistan Komünist Partisi’nin verdiğini biliyoruz.

Ancak ABD bu ülkeleri ve devletlerini hiç bırakmadı. Özellikle İtalya’da faşist devlet görevlileri korundu ve komünistler tasfiye edilirken anti-komünist bir devlet inşa edildi.

1949’da NATO’nun kurulması ile birlikte NATO’ya katılan her devlete gizli bir anlaşmaya imza attırdılar. Bu anlaşmaya göre devletin içinde ve NATO’ya bağlı emekçi sınıfların ayaklanma olasılığına karşı bir yer altı örgütü inşa edilecekti. Bu örgütün İtalya’daki ismi Gladio oldu ve CIA’nın en üst düzey kadroları tarafından öncelikli olarak örgütlendi.

Gladio Sardunya adasında kara yolu olmayan gizli bir kamptan yönetiliyordu ve hücre şefleri burada sabotaj, bombalama, suikast, bilgi çarpıtma gibi konularda eğitim alıyordu. Benzer şekilde Türkiye’de 60’lı yılların sonuna doğru gazeteler “Komando Kampları”ndan bahsediyordu ama ne anlama geldiği tam olarak çözülemiyordu. İtalya’ya yasa dışı yollardan büyük hacimli askeri mühimmat sokularak çeşitli yerlerde toprak altına gömüldü.

Gladio sadece askeri bir örgüt değildi, en azından açığa çıkmış 34 gazeteci bu örgütten fonlanıyordu. Bunun dışında siyasiler, mason locası mensupları, mafya liderleri, sendikacılar, yönlendirilen bazı sol gözüken örgütler vb. hep Galdio’ya bağlıydı.

1949’dan günümüze gördüğü işleve göre NATO tarihini sınıflandırma denemesi yaptığımız yazıya bakabilirsiniz. 

NATO 1990’a kadar hemen hemen hiç savaşmadı, işi gücü dünya emekçi sınıflarının eşitlik ve özgürlük mücadelesini her türlü insanlık dışı yöntemle engellemekti. İtalya’da Bologna Tren İstasyonu’na gelene kadar defalarca terör eylemi gerçekleştirdi Gladio. Örneğin, 1969’da Ulusal Tarım Bankası’na yerleştirilen bomba patladığında arkasında çoğu tarımsal kredi için bekleyen köylüler olan 17 ölü, 84 yaralı bırakmıştı. 

Terör eylemlerinde hep sol örgütler suçlandı, devlet eylemden önce başlayarak suçluları koruyacak önlemler aldı. Amaç halkın İtalya Komünist Partisi’ne olan sempatisini ve desteğini kesmeye dönüktü. Ayrıca işçi eylemlerine doğrudan saldırılar düzenleniyordu. Örneğin, 1963’te inşaat işçileri mitingine polis üniforması giydirilmiş Gladio üyeleri saldırmıştı. Türkiye’deki 1977 1 Mayıs katliamının faalini başka yerde aramıyoruz tabi.

Bologna 1980’e gelebiliriz artık.

Bu yazıda altını doldurmamızın mümkün olmadığı bir başka sürece sadece değinip geçeceğiz. 1970’lerin başında İtalya Komünist Partisi Avrupa komünizmi denen sınıf uzlaşmacılığına yattı ve bu şekilde tarihsel olarak kendini ortadan kaldıracak süreç başlamış oldu.

Ancak halen çok kitleseldi, genel seçimlerde oy oranı %30 ile %40 arasında değişiyordu. Tarihsel uzlaşma açılımı ile Hıristiyan Demokratlarla koalisyon hükümeti kurma ve reformlar dalgasını siyasi programlarına işlemişlerdi.

Konuyu kavramamız için şu gerekli, İtalya Komünist Partisi uzlaşma yoluna girmişti ama ABD halen onlardan korkuyordu ve kesinlikle hükümet üyesi olarak görmek istemiyordu komünistleri.

Hıristiyan Demokratların lideri Aldo Moro ABD’den izin alamadı ancak koalisyonu kurma kararı almaktan başka çaresi kalmamıştı. ABD Dışişleri Bakanı Kissinger Aldo Moro’yu “Bunun bedelini ödeyeceksin” diye telefonda azarladı. Aldo Moro “Tarihi Uzlaşma” anlaşmasının imzalanacağı 16 Mart 1978’de kaçırıldı, 55 gün sonra cesedi bulundu. Suç birçok kez olduğu gibi silahlı sol bir örgütün üzerine yıkıldı.

Bu olay emperyalizmin ülkeleri ve halkları nasıl kendine bağlı olarak yönettiğinin çok ibret verici bir örneği olarak tarihe geçti.

1979 seçimlerinde İtalya Komünist Partisi hala yüksek oy oranına sahipti ve koalisyon fikri çekici ve gündemdeydi.

Ve Gladio o günlerde Bologna Tren İstasyonu katliamını gerçekleştirdi.

1990’dan sonra NATO yeni bir aşamaya geçecek ve NATO’ya bağlı ülkelerdeki örgütlerini kısmen tasfiye edecekti. İtalya’da da sanki namuslu bir savcı işi gibi lanse edilen tasfiye operasyonu gerçekleşti. Ancak Gladio üyeleri tam olarak hiçbir zaman deşifre olmadılar. Çünkü düzenin bu deşifrasyonla birlikte gitmesi mümkün değildi, geride düzeni sürdürecek kadar temiz siyasi kadro kalmıyordu.

Bugün Türkiye’de de 1990 öncesi Kontrgerilla üyeleri milletvekili, parti lideri, belediye başkanı vb. düzenin yeni gereksindiği rolleri oynuyorlar.

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’ne Eylül ayında başlayacak “NATO’ya ve emperyalist savaşa hayır” kampanyasında başarılar diliyoruz.

                                                                  /././

Bir suç ve savaş kışkırtıcısı örgüt olarak NATO: Belgrad bombardımanı (I)

Türkiye NATO üyesi olarak yapılan saldırıya F-16 uçakları ile katıldı, yapılan bombardıman uçuşlarının %2,2’sini 78 saldırı ile gerçekleştirdi.

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi Eylül ayından itibaren “NATO ve emperyalist savaş karşıtı bir kampanya” örme kararı aldı. Kampanya İncirlik Üssüne iki hafta süren bir yürüyüşü, resim ve karikatür sergilerini, çok sayıda paneli ve bir mitingi içerecek.

Bu kampanya çok yaşamsal bir aydınlanma çalışması olarak kabul edilebilir. Çünkü halkımız NATO’yu çok dış bir konu olarak kabul eder ve gündemine almaz genellikle veya NATO konusu uzmanların işidir, bu teknik konuya karışmanın anlamı yok, diye düşünülür.

Oysa NATO ve Türkiye’nin NATO üyeliği hepimizi ilgilendiriyor. NATO bir suç örgütü olmanın dışında halkımızı büyük bedeller ödetecek bir savaşa sürükleme potansiyeli de taşıyor.

Bu haftadan başlayarak acil gündemler bölmediği sürece NATO’nun suçlarını ve Türkiye’yi halkımıza ait olmayan bir savaşa sürükleme potansiyelini ele alacağız.

Bugünlerde tatilciler için Sırbistan çok gözde yerlerden biri, çünkü vizesiz girilebiliyor. Bir Avrupa ülkesi ziyareti için bugünkü vize kısıtlarında bulunmaz nimet!

Oysa bu ülke bundan 25 yıl önce Türkiye’nin de dahli olan büyük bir trajedi yaşadı. 

Bize özgünmüş gibi gelen düşünceler çoğu kez sermaye sınıfının aklımıza saldırısının sonucu oluşur. Bunu mantığımızı bozarak ve belleğimizi yok etmeye çalışarak yaparlar. Artık kimse turlara katılıp gitmeyi denediği bu ülke halkının başına gelenleri hatırlamıyor.

Balkan halkları İkinci Dünya savaşında hem faşizme hem kendi ülkelerinin kralcı, gerici çetelerine karşı emekçi sınıfların öncülüğünde bir partizan savaşı ördüler. Sovyetlerin faşizme karşı zaferi ile birlikte Balkanlarda feodalizme ve emperyalizme karşı sosyalizm rüzgârı esti. Bulgaristan, Romanya ve Arnavutluk’un yanında Yugoslavya federatif bir sosyalist cumhuriyet olarak doğdu.

Ancak Yugoslavya zayıf merkezi planlaması ve federatif yapısı ile burjuva düşüncesine ve toplumsal eşitsizliklere yol açan bir deneyim yaşadı. Dünyada 1989 karşı devrimi yaşandığında emperyalizm çoktan Yugoslavya’da mevziler elde etmişti.

ABD ve AB’nin programı şuna dayanıyordu: Yugoslavya parçalanacak, sermaye hegemonyası her köşesinde sağlanacak, parçalanmış devletler NATO ve AB üyesi olacaklar, Yugoslavya’nın her yeri ABD’nin askeri üsleriyle dolacak.

Bu programı engelleyecek güçlü bir işçi sınıfı öznesi kalmamıştı. Milliyetçilik ve rekabet temel siyasi unsurlardı.

Bugün halen incelenmeyi ve anlaşılmayı hak eden bir operasyon yürüdü. Milliyetçi ve dinci kışkırtma, faşist çetelerin Batı istihbaratı tarafından büyütülmesi, taşınmış şeriatçı çetelerin ortaya çıkışı ve terörü, medya yoluyla gerçekleri çarpıtma…

En nihayet halklar arasında büyüyen savaşa Batı emperyalizmi doğrudan müdahale edecek hale geldi. Sırbistan’ın resmi olarak parçası olan Kosova’yı ABD kopartmaya karar vermişti, buraya inşa edilecek büyük ölçekli ABD üssünün planları bile hazırdı. Ancak Sırbistan direniyordu.

ABD’nin Sırbistan saldırısı sonrası Kosova’da kurduğu 465 bin metre kareye yayılan Bondsteel Askeri üssü. ABD dışındaki en büyük ABD üssü olan Bondsteel’in imar planları henüz Belgrat’a bombalar düşmeden aylarca önce hazırlanmıştı. Ayrıca üssün etrafındaki onlarca kilometrelik alan ve köprüler bugün ABD tarafından kontrol ediliyor.

24 Mart 1999 tarihinde NATO kendi aldığı kararla Sırbistan’a saldırdı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı gerekiyordu savaş ilanı için ancak saldırı kararı BM Güvenlik Konseyine gelmedi. NATO Sovyetler Birliği’ndeki karşı-devrim sonrası uluslararası hukuku tanımıyordu.

Savaş mümkün olduğu kadar kara birliği kullanmadan Sırbistan’a diz çöktürmeye dayanıyordu, bu nedenle Sırbistan’daki enerji tesisleri, köprüler, fabrikalar, rafineriler, kente su temin eden tesisler gibi bütün altyapıya yok etmeye dönük alçakça bir hava bombardımanı gerçekleştirildi. Büyük bir sivil can kaybı yaşandı.

ABD’nin halkları aşağı gören mağrur ve ırkçı ideolojisi muhtemel işlenen cinayetlerde rol oynadı. Trenler, göçmen konvoyları, yolcu otobüsleri, evler, santrallar, Belgrad’daki Sırbistan Sosyalist Partisi’nin merkezi NATO bombardımanına hedef oldu. Sadece Radyo Televizyon Kurumu’na yapılan saldırıda 16 gazeteci öldü. Bugün İsrail’in çok sayıda gazeteciyi kasıtlı olarak öldürmesine giden yol o günlerde döşendi.

Sırbistan’ın teslim olduğu 10 Haziran’a kadar 78 gün içinde 2 bin civarında sivil öldürüldü.

Ancak NATO’nun uyguladığı vahşet burada bitmedi. NATO Sırbistan’da 15 ton kadar zayıflatılmış uranyum kullandı. Yani savaş örtülü bir nükleer saldırıyı içeriyordu. Uranyumun etkisiz hale gelmesi için 4,5 milyar yıl gerektiği düşünülürse Sırbistan’ın havası ve suyunun halen NATO’nun nükleer saldırısı sonucu kirletildiği anlaşılır.

Bu nükleer kirlilik Sırbistan’daki kanserden ölümleri dünya ortalamasının defalarca üzerine çıkardı, on binlerce kişinin bu nedenle yaşamını yitirdiği tahmin ediliyor.

NATO hukuk tanımayan bir suç örgütü mü? Evet, sadece bu savaş nasıl bir suç örgütü olduğunu gösteriyor.
Gelelim savaş kışkırtıcılığına.

Belgrat bombardımanı esnasında 8 Mayıs’ta Belgrat’ta bulunan Çin Büyükelçiliği üç füzeyle vuruldu, yanıp yıkıldı. Dört kişi ölürken çok sayıda kişi yaralandı. ABD saldırının yanlışlıkla yapıldığını söyledi. Bu alçaklar sivilleri öldürürken hakikaten hata yapacak bir rahatlığa sahiptirler, ancak iş Çin Halk Cumhuriyeti Büyükelçiliği olunca hata yapmazlar, kasıtlı olarak karar alıp vurdular. Çin’in o dönem Sırbistan ile tarihsel bağları vardı ve muhtemelen el altından desteklemeye çalışıyorlardı.

Bugün olsa kesin yeni savaşa yol açacak bu olay hiç unutulmamakla birlikte Çin’in protestosuyla kapandı. Çin’in o zaman savaşı göze alacak hali yoktu, ayrıca Çin’in uzun vadeli stratejisinde Dünya Ticaret Örgütü’ne katılmak bulunuyordu ve iki yıl sonra bu niyeti gerçekleşti.

Çiçeği burnunda Rus burjuvazisi ise o yıl halen ABD emperyalizminin işbirlikçisi durumundaydı ve Sırbistan saldırısına onay vermişti.

Ancak Çin büyükelçiliğine saldırı muhtemelen Çin ve Rusya arasında güvenlik iş birliğini ve dolayısıyla bugünkü emperyalist paylaşım savaşına giden yolu hızlandıran bir olay olarak tarihe geçti.

Şimdi suça ortak olmaya gelelim.

Türkiye NATO üyesi olarak yapılan saldırıya F-16 uçakları ile katıldı, yapılan bombardıman uçuşlarının %2,2’sini 78 saldırı ile gerçekleştirdi.

Tamam bu bir halka karşı işlenmiş suç, Türkiye burjuvazisinin ilkesiz çıkarcılığı ile ilişkilidir ancak emekçiler kendilerini sıyıramazlar. Çünkü bu suçu engellemek bizim görevimizdi, biz başaramadık.

NATO’ya ve emperyalist savaşa hayır. 

Erhan Nalçacı / soL



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder