14 Eylül 2024 Cumartesi

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -14 Eylül 2024-

AKP'nin yeni müfredatı ve yeni ders kitapları (II): Sosyal Bilgiler -TKP’li Eğitim Emekçileri Müfredat Komisyonu- 

TKP'li Eğitim Emekçileri Müfredat Komisyonu, yeni müfredata uygun olarak basılan ders kitaplarını sırasıyla mercek altına alacak. Dosyanın ikinci bölümünde Sosyal Bilgiler kitabını inceliyoruz.

Okulların açılmasıyla birlikte Millî Eğitim Bakanlığı’nın yeni müfredat programı doğrultusunda hazırladığı ders kitapları öğrencilere dağıtıldı.

Müfredat tartışmaları sürerken Bakan Yusuf Tekin ‘’Çocuklarımızın bilgi yükünü, okullarımızdaki müfredatın ağırlığını yüzde 35'in üzerinde azaltmak için müfredatımızı değiştirdik’’ açıklamasında bulunmuştu. Tekin, ders kitaplarının düzenlenmesiyle ilgili ise “Her ülkenin kendine ait bir model ürettiğini görüyoruz. Finlandiya modeli, Singapur modeli, Güney Kore modeli gibi örnekler var. Biz de Türkiye modelini istedik. Kendi toplumsal yapımızın ihtiyaç duyduğu müfredat oluşturabiliriz. Çocuklarımızı toplumsal değerlerimizi, milli birlik ve beraberliğimizi, çocuklarımızın sahip olmasını istediğimiz ortak değerlerimizi, bu değerleri de toplumsal hayatında yaşayabilmesi ve yaşatabilmesi, gelecek kuşaklara bunları aktarabilmesi. Bu da bizim önem verdiğimiz başka bir başlık. Bu üç başlık etrafında Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli ilk başlangıç sınıflarından itibaren uygulanmaya başlayacak. Sadece bu sınıflara ait ders kitaplarımızı değiştirdik" dedi.

Ders kitapları incelendiğinde, bilimsel bilginin azaltıldığı, konuların etkinliklerle sunulduğu, basitleştirme adı altında özellikle ana derslerin içinin boşaltıldığı görülmekte. Yeni müfredata uygun olarak basılmış ve okullarda dağıtılan ders kitaplarını sırasıyla mercek altına alacağız.

Geçmiş yıllarda seçim pusulalarının ihalesinde usulsüzlük yaptığı için gündem olan Korza Yayıncılık'ın bastığı 5. sınıf Sosyal Bilgiler kitabına bakacak olursak;

Kitap kapağının dersin içeriğini yansıttığını söyleyebiliriz.

5.sınıf Sosyal Bilgiler kitabında kültürel zenginliklerin birlikte yaşama katkıları konusunda 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramının Atatürk tarafından çocuklara hediye edildiği anlatılırken, 23 Nisan 1920 tarihinde TBMM'nin açılması ve bu açılışın taşıdığı tarihsel önemin ve bu nedenle de 23 Nisan gününün çocuklara armağan edildiği gibi bir tarihsel bir hatırlatma bilgisi verilmeden sadece 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kültürel bir olgu olarak işlenmiştir. Çocukların kendilerine armağan edilen bu bayramın içeriğini bilmeden sadece kutlama yapılan bir gün olarak öğrenmesi amaçlanmıştır.

-‘’Yardımlaşmada ve dayanışmada beraberiz’’ başlığında Kızılay konusuna yer verilmiş fakat doğal afetler başlığında en çok mal ve can kaybına sebep olan Deprem ve orman yangınları gibi afetlere yer verilmemiş, sel ve çığ gibi doğal afetlere yer verilmiştir. Güncelliğe ve toplumsal yapıya uygun bir müfredat hazırlandığı iddia edilirken çok yakın zamanda yaşanan ve hafızalara kazınan bu iki başlıktan bahsedilmemesi bilinçli bir tercihtir.

Deprem konusu ise afetler kısmında değil sosyal sorumluluk projesi başlığında değerlendirilmiştir. Deprem öncesi hazırlıklar ve alınacak önlemler detaylıca işlenmesi gerekirken deprem konusu sadece yaratığı sonuçlar üzerinden değerlendirilmiştir. 

-5. Sınıf sosyal bilgiler kitabı için yapılandırmacı eğitimin de bir yansıması olan 'Etkinlikler ‘den ibaret olduğunu söyleyebiliriz. Yeni müfredatla birlikte ünite sayısının 3'e düşürülmesi ve sadeleşme adı altında konuların birbiri ile bağlarının tamamıyla koptuğu kitaba da yansımıştır. 

-İstasyon, bilgi kartı, altı şapka gibi yöntem ve tekniklere kitapta yer verilirken bu yöntemlerin uygulanabilmesi için sınıf mevcudunun az sayıda olması ve sınıf ortamının bu tekniklere göre düzenlenmesi gerekir. Bu tekniklerin birçoğunun sınıf ortamı da dikkate alındığında uygulanması mümkün görünmemektedir. 

-Kitapta dikkati çeken diğer bir unsur öğrencinin akıllı telefon ile karekod kullanarak puanlama anahtarına, videolara, etkinliklere, dereceli puanlama anahtarına, gözlem formu ve kontrol listesine ulaşması istenmektedir. Bu bilgilere ulaşmak için sınıf ortamında her öğrencinin akıllı telefon kullanması ve bu bilgilere ulaşması mümkün değildir.

Ulaşılmak istenen hedef ile sınıfın teknik donanımı arasında büyük bir açı olduğunu söyleyebiliriz. 

-Karekod uygulamasını kullandığımızda ise bizi pandemi döneminin en çok tartışılan MEB uygulaması olan EBA karşılıyor. Uygulamanın kullanılması 5.sınıf öğrencilerinin kullanabileceği bir sadelikte düzenlenmemiş. İçerik çok zenginmiş gibi görünse de o içeriğe ulaşmak için bayağı detaylı bir inceleme gerekiyor. Sınıfta mevcut teknik donanım oluşturulmuş olsa bile uygulamada yeterli zamanı yaratmak konusunda ders öğretmeninin epeyce zorlanacağı çok açık. 

-Kitapta dikkatimizi çeken diğer bir konu ise tarih öğretiminde kullanılan müze gezisi gibi etkinlikleri önermemesidir. Neredeyse birçok şehirde Müze ve ören yerlerine yapılacak geziler aracılığıyla karekod uygulamaları gibi soyut ve akıllı telefon uygulamasını dayatan tarih öğrenimi yerine yaşayarak öğrenme modelleri tercih edilebilirdi. 

-2012 yılında başlanan Fatih projesi ile Sosyal bilgiler kitabının birbirine paralel bir içerik taşımadığını hemen görebiliriz. Çünkü kitap, Fatih projesi kapsamında hayata geçirilen akıllı tahtaların kullanımını özendirmek bir yana dursun bilgiye ulaşmayı kişiselleştiriyor. Bu da şu anlama geliyor ki Fatih projesi müfredat değişikliği ile rafa kaldırılmış durumda. 

Özetle; Maarif programı adı verilen yeni program ders kitapları ile ortaya koyulmuşken birçok okul öğretmensiz, öğretmeni olan okullarda kitaplarının neden bu şekilde yazıldığını anlamaya çalışmaktadır. Öğretmeninin, personelinin olmadığı okullar şu anki en görünür sorun olarak kendini dayatırken velilerin müfredata bakabilecekleri daha zamanı bile olmadığı bilinen bir gerçektir. Maarif programı; atanmayan öğretmenler, personelsiz okullar, hijyen sorunu olan sınıflar olarak kendini göstermeye başlamış durumdadır. Tüm bunlara bakarak bu programın da bu kitapların da eğitime uygun olmadığı ortadadır. 

                                                           /././

Dido’nun resmi -Aydemir Güler-

Benden Selam Söyle Anadolu’ya yersiz-yurtsuzluğa meze edilemez. Tersine bir kök salma çağrısıdır. Çağrıdan fazlası, kök salmanın ve geleceğe uzanmanın biricik yolunu anlatır.

Türlü saçmalığının yanı sıra kadın cinayetlerinin çoğaldığına da inanmayan Sevan Nişanyan’ı soL portalda anmak istemezdim; ama o da Dido Sotiriyu’nun adını kalemine dolamasaydı…

Olay 30 Ağustos’ta Şirince’de geçiyor. Sevan Beyin soyadını tabelasında taşımaya devam eden otelin sosyal medya hesabından paylaşılan görüntülerden anlaşılıyor ki, köyün meydanında çalınan İstiklal Marşı kahvaltı saatine denk geliyor ve sonuçta hep birlikte saygı duruşuna geçiliyor. Personel, müşteriler… 

Altında 30 Ağustos’a saygı gösterilen ağaçları “kendi eliyle dikmiş olması” ile taçlanan bu manzara, zaten sıra dışı tepkileri ortalığa dökmesiyle tanınan beyimizi çileden çıkartmaya yetmiş. Müşterilerin bir kısmının Nişanyan’ın tabiriyle “terörize” edilip edilmediğini, yani kimin samimi biçimde 30 Ağustos’a sahip çıkıp kimin görüntüyü kurtarmak zorunda kaldığını bilemiyoruz. Aralarında yabancı turist varsa ne olup bittiğini anlamayan kesin vardır.

Bizim anladığımız, Nişanyan’ın bayram diye “yüz binlerce masum Rum’un katlinin ve sürgününün kutlandığını, memleketin en zorba ve sahte sınıfını onore etmeyi amaçlayan bir şov sergilendiğini” düşündüğüdür. Sosyal medyada tam olarak bunları yazdı.

Geçenlerde bu köşede değindiğim, solu istila eden “yersiz-yurtsuzluk” salgınının öfkeli bir dışavurumuyla karşı karşıyayız. Bahsi geçen tezi, gerçek yaklaşımlarını ara sıra ağızlarından kaçıran şeriatçılar ve Yunan ordusu Anadolu’da kamp kurduğunda memleketin çeşitli yörelerini işgal etmiş bulunan emperyalistler paylaşıyor:

“Bağımsızlığı hak etmeyen bir kötülük diyarı olan Türkiye gayrimeşrudur.” Türk milliyetçiliğine gösterilen tepki Türk düşmanı bir şovenizme dönüşüyor.

Elbette ülkemizde bu meczup iddiayı desteklercesine neredeyse durmaksızın bir şeyler yaşanıyor; kötülükler üstümüze boca edilip duruyor. Narin’in sadece sekiz yıl süren öyküsünde olduğu gibi! 

Ama yaşanan karanlığı, yersiz-yurtsuzluk duygusunu meşru kılan gerekçe olarak kabul edersek, bu ülkenin kanlı aşiretlere, kopkoyu tarikatlara ait olduğunu kabullenmiş olmaz mıyız? Kötülüğe duyulan öfke, kötülüğün hak edilmiş bir kader olduğunu söylemeye varmıyor mu? 

*    *    *

Ama şimdilik benim önemsediğim nokta, söz konusu sosyal medya mesajına Anadolulu bir büyük yazarın karıştırılmış olması.

Nişanyan’ın eşinin “Dido Sotiriyu adına utandım. Bari fotoğrafını ters döndürseydiniz” yorumundan, kahvaltı yapılan alanda Şirinceli büyük yazarın bir resminin asılı olduğunu da anlamış bulunuyoruz. 
O halde söylemeliyim: 30 Ağustos’un kutlanışını Sotiriyu’nun görmemesi gerektiği, uyduruk mu uyduruk bir sosyal medya aforizmasıdır. 

Benden Selam Söyle Anadolu’ya yersiz-yurtsuzluğa meze edilemez. Tersine bir kök salma çağrısıdır. Çağrıdan fazlası, kök salmanın ve geleceğe uzanmanın biricik yolunu anlatır.

Derin, katlanılması zor acıların topraklarındayız. Romanın ışık tuttuğu Amele taburları, hiç kuşkusuz Osmanlı’nın, son nefesinde yurttaşlarının bir bölümünü düşmanın uzantısı ilan etme çıkışsızlığıdır. Şaşırtıcı olmayan, amele taburları düzenlenirken, gayrimüslim “askerlerin” bulundukları yerlerde büyük çiftlik sahipleri tarafından işlenmeyen toprakları ekip dikmekle mükellef sayılmalarının da yazılmasıdır. Gerekçe savaş koşullarında boy gösteren açlık olsa da, toprağın “sahipleri” vardır. Oysa gayrimüslimler en azından 1908’den itibaren yurttaştı. 

Sömürü düzeni varsa bazıları başkalarından daha yurttaş oluyor! Zira burjuva ulus devletlerin tarihsel kuralı eşitlik değil milliyetçiliktir. Milliyetçilik ise nüfusun belirli bir kesiminin diğerlerine göre ayrıcalıklı olmasına dayanır. 

Haliyle kimse kimseye ayrıcalık hediye etmez. Tarihte milliyetçilik yeni ve modern bir birlik kurar, ama bunu yaparken acımasız bir bölücülüğün icra edilmesini de içerir. Önemli bir istisnası olduğunu hiç zannetmediğim bu olgunun alternatifi, modernleşmenin hiç yaşanmaması olabilir mi? Feodal egemenlik alanlarına bölünmüş bir ülkenin daha az acılı olduğu, saltanat özlemcilerinin uydurması. Modernitenin öncesinde bir asrısaadet bulamayız. Ulusallığı önceleyen dinsel ayrımcılık modern kıyıcıları asla aratmamıştır. 

Peki, biz ne yapacağız? Amele taburlarının acısıyla Müslüman Anadolu köylüsünün ezikliğini veya laik, anayasacı belki cumhuriyetçi İstanbul veya Ankara aydınının utancını mı yarıştıracağız? 

Dido Sotiriyu Yunanca, yani bizim ülkemizin kadim dillerinden birinde bir tarihsel selam yollar. İlk ve orijinal başlığı Kanlı Toprak’tır mesajın. Başka dillere “Elveda”, Türkçeye “Selam Söyle” diye çevrilir. Sotiriyu’nun 1962 tarihli, gözyaşlarıyla ısıtılmış selamını boşa düşürmek, buradan Türkiye düşmanlığı türetmek cahil gerici ve liberallerin haddi değildir. 

*    *    *

Benden Selam Söyle Anadolu’ya, Manolis Aksiyotis’in kurgulanmış-gerçek yaşam öyküsü. Manolis bir hain değil, Batı Anadolu’nun emekçi köylüsü. Amele taburlarından, yani Müslüman olmayanların zorla çalıştırılması anlamına gelen uygulamadan nasıl firar etmezsiniz? Peki, firardan sonra Yunan işgal ordusundan başka gidecek bir adresiniz nasıl olabilir? 

Dido gerçekten bu isimde biriyle tanışmış, onun anılarını kalkış noktası yapmış anlatımına. Biliyoruz ki Manolis’ler kadar Ahmet’ler Mehmet’ler de benzer hayatları paylaşıyordu. Onlar da büyük toprak sahibinin yararına aç yatıyorlardı geceleri. Bir şansları olabilirdi; yurttaş yani eşit olmanın yolu onlar için Milli Mücadele’ye katılmaktı. Yazar roman kahramanına söyletir bunu: “Kemal’in direnme hareketi, Türkler’e yepyeni bir yürek” vermişti.1 Anadolu Rumlarının anavatanından, yani Yunanistan’dan gelenlerse çirkin bir savaş yürütmektedirler… Manolis düşmanımız olabilir mi hiç?

Bir de Adviye’ler vardır. Manolis’in abayı yaktığı Türk kızı gibi. Veya herhangi bir Mustafa’nın âşık olmaktan geri duramayacağı herhangi Eleni’ler gibi! 

Dido, doğduğu soyadıyla Pappa, başka birçokları gibi anavatan saydığı Yunanistan’da mülteci olacaktır. Küçük Asya’da paylarına kurtuluş değil felaket düşen Rumların kaçmaktan başka çıkışları olamazdı. Yunanistan’da ise dillerine dinlerine değil sınıflarına bakılacaktı. İkinci felaketi, emekçi kalabalıklarının en hor görülen kesimini oluşturarak yaşadılar. 

Yazarımız şanslıydı yine de. Okudu, gazeteci ve yazar oldu. Devamında işini şansa bırakmadığı, yaşamını kendi elleriyle kurduğu kesindir. İkinci Dünya Savaşında komünist bir direnişçidir. Yunanistan Komünist Partisi’nin yayın organı Rizospastis’in yayın yönetmenidir. Uluslararası Demokratik Kadın Federasyonu’nun kurucuları arasındadır. Partide kalmamıştır ama komünistliği bize bir edebi tarih kazandırmıştır…

Sotiriyu’dan, 30 Ağustos’un katliam ve sürgünden ibaret olduğunu öğrenmek iflah olmaz, düzeltilemez bir okumuş cehaletidir. Bizim de “büyük yazarımız” saymamız gereken Dido’nun kitabında sınıflar var, Alman emperyalistleri var, büyük öykülerin ayakları altında ezilen küçük emekçiler var, halkları birbirine kırdıranlara okunan lanet var. 

Benden Selam Söyle Anadolu’ya sosyalist Türkiye’mizin müfredatında yerini hiç kuşkusuz alacak. Devrimin resmi tarihi yazılır, ama yetmez. Sosyal tarih gerek, edebi tarih gerek. Sosyalist Türkiye’de kutlamaya tereddütsüz devam edeceğimiz Kurtuluş Zaferimiz ve Cumhuriyet Devrimimiz ancak böyle, eşitlik ve özgürlük yürüyüşünün bugüne kadar olamadığı kadar güçlü ayakları haline gelebilir. Nâzım’ın Kuvayı Milliye Destanı ile Dido’nun Selam’ı birbirini çelmez, tamamlar. 

*    *    *

Türkçede 1970’de yayınlanan kitap elbette çarpıcı olmuştu. Türk ulusunun kuruluş anlatısının başkalarının felaketi olduğu sert bir gerçektir. Yaşama içkin olan bu diyalektik çelişkiyi ve birliği kavramak, anlamak, anlatmak zor değil, imkânsızdır! 

Çelişki bize değil hayata dair. “Biz” ise netiz: Türkiye emperyalizme ve işgale karşı savaşla kurulmuş, meşruiyetini buradan almıştır. Yeni bir kurtuluş anlatısına ihtiyacımız var ve bu anlatı topraklarımızdan selamlarını eksik etmeyenleri de içermeli.  

Manolis’in Amele taburundan işgal ordusu neferliğine, İzmir’de limana dökülüşten Yunanistan’da mülteciliğe uzanan zorunlu yolculuğunun bir çıkışı vardır ama. Kurmaca değil gerçek olan, yaşanan o yoldan Dido da geçmiştir. Tarihin diyalektiğinin karşı karşıya getirdiği insanlar başka bir mücadeleyle bu karşıtlığı aşabilirler pekâlâ. Onların yeni yaşamında, yeni ülkelerinde yol Yunanistan Komünist Partisi’nden, KKE’den geçer.

Nitekim Sotiriyu Türkçede okuyabileceğimiz diğer iki kitabında Anadolu göçmen ve mübadillerinin Yunanistan’daki acılarını, sonra emperyalizme ve gericiliğe karşı Yunan halkının direnişi anlatır. Okur Selam’la yetinmemeli, Ölüler Bekler ve Buyruk’la devam etmelidir…

Buyruk’ta karşımıza Karanfilli Adam çıkacaktır. Komünist direnişin ve KKE’nin kahramanı Nikos Beloyannis’e bu betimlemeyi bir fotoğrafından hareketle Pablo Picasso hediye etmiş, sonra fotoğrafı ve resmi, Nâzım Hikmet aynı adlı şiiriyle ileriye taşımıştır. Parti Merkez Komite üyesi Nikos, bir kaynağa göre Dido’nun eniştesidir de... Adı üstünde Yunanlı bir olgu olan KKE, Küçük Asya Felaketinden kaçanların doğal ve en güçlü adreslerinden biridir. KKE aynı zamanda Türkiye’nin Milli Mücadelesinin destekçisi, Yunan milliyetçiliğinin Anadolu macerasının lanetleyicisidir. 
Dido Sotiriyu’nun da Manolis Aksiyotis’in de resimleri asılmalıdır doğdukları ve ayrıldıkları ülkede. Onlar duvarlarımıza sığmayacak kadar çoklar… 

Romantizm olsun diye değil, tarihin diyalektik çelişkisini çözmek için yeni bir mücadele tasarımı gerekiyor ya, onun için!

Gomitas Vartabed’siz müzik, Zabel Yesayan’sız edebiyat, Taniel Varujan’sız şiir; onlarsız duvarlar olmasın. Birbirleriyle ve bizimle göz göze gelsinler. 

Biliyoruz, her biri sevgili topraklarına, topraklarımıza dayatılan karanlıktan tiksinecek, ama eşitliğin ve aydınlığın, elbette cumhuriyetin ve bağımsızlığın her göz kırpışına selam edeceklerdir. 

  • 1.“Sadece soygunculuğu düşünür olmuştuk. Türk köylerini talan etmeye koyulmuştu askerler. Ve Kemal haklı olarak, ‘Düşmanın yaptıklarından ben utanç duyuyorum...’ tarzı demeç veriyordu. 1914'lerdeki Türk ordusunu hatırlatıyordu bana içine düştüğümüz durum, yüreğim sızlıyordu… Şimdi Türklerin tarafına geçmişti cesaret ve direnç. Kadınlarıyla çocukları bile sırtlarına erzak ve cephane yüklenip ordularına ve çetecilere yardıma koşuyorlardı.” (Çeviri: Atila Tokatlı, Can yayınları, 15.baskı, İstanbul, Kasım 2013, s.196) Burada sadece savaşma kabiliyetinden söz edildiğini zannetmiyorum

                                                     /././

Narin’leri kimler öldürüyor? -Fatih Yaşlı-

"Tabutun üzerine örtülen gelinliğe, o tabuta taşıyanlara bir bakın; gericiliğin ahlaksızlığını, utanmazlığını, alçaklığını tüm çıplaklığıyla göreceksiniz orada."

İktidar, sermaye düzeninin bekası adına boğazını sıktığı halkı bütünüyle piyasanın ve sermayenin insafına terk edecek yeni hamleler yapmaya ve bunları “reform” diye sunmaya hazırlanıyor şu günlerde. 

Bunlardan ilk çalışma yaşamının yeniden düzenlemesi ve “esnek çalışma” adı verilen güvencesiz çalışmanın yaygınlaştırılmasıyla ilgili. Böylece kamuyu da kapsayacak şekilde “belirli süreli çalışma”nın  norm haline getirilmesi, yani patronların işçileri yarı-zamanlı, güvencesiz, kıdem tazminatından yoksun bir şekilde çalıştırmasının önünün açılması ve taşeronlaşmanın daha yaygınlaşması hedefleniyor. Böylece emek çok daha ucuza, çok daha kolay işten atılabilir bir şekilde ve çok daha örgütsüz bir halde istihdam edilebilecek, içinde bulunduğumuz emek cehennemi daha da derinleşecek.

İkinci “reform” ise emeklilikle ilgili. İktidarın gündeminde emekliliği de piyasalaştırmak, piyasanın kontrolüne vermek ve insafına bırakmak var. “Tamamlayıcı emeklilik” adı altında milyonlar ya son derece düşük emekli maaşları almaya razı olacaklar ya da kısmen daha iyi bir emekli maaşı alabilmek için özel emeklilik şirketlerine şimdiden para yatırmaya başlamak zorunda kalacaklar. Dahası çalışanlara kıdem tazminatlarından vazgeçip o tazminatlar karşılığında tahvil satın almaları söylenecek, yirmi-yirmi beş yıl sonra da o tahvillerin ufak tefek getirisine razı olmaları istenecek. 

Mehmet Şimşek geçtiğimiz günlerde Türkiye’yi büyük bir üretim üssü haline getirmek istediklerini söylemişti; doğrudur Türkiye’yi küresel tedarik zincirlerine bir üretim üssü olarak bağlamak istiyorlar ama bunun için milyonların asgari ücret ve civarındaki maaşlarla ve güvencesiz, taşeron bir şekilde çalışması, mezarda emekli olması, emekli olma haklarının dahi şirketlere devredilmesi gerekiyor. Tüm bunlar ise ancak sendikaların, emek hareketinin, toplumsal muhalefetin olmadığı, emek-sermaye çelişkisinin üzerini örtecek yapay çelişkilerin sürekli gündemde tutulduğu ve halka daha çok sopa gösterildiği bir konjonktürde söz konusu olabilir.

Türkiye bugün artık halkının içinde bulunduğu ekonomik durumla, ortalama ücretlerle, gelir dağılımındaki uçurumla, doğasına, ormanına, nehrine yapılanlarla, özelleştirmelerle, şirketlere verilen imtiyazlarla adeta bir sömürge gibi yönetiliyor, bir iç sömürgeye dönüştürülüyor. Bu sömürgeleştirme faaliyeti ise sürüleştirilmiş, ahmaklaştırılmış, toplum olmaktan çıkartılmış kitlelere ihtiyaç duyuyor. Siz bakmayın liberallerin “piyasa demokrasi ister” zırvalarına, Türkiye’nin tepeden tırnağa piyasalaştırılmasının, sermayenin talanına açılmasının yolu, bu sömürgeleştirilmiş coğrafyada halka daha fazla sopa göstermekten, daha fazla otoriterleşmekten, en ufak bir işçi direnişini, grevi, toplumsal tepkiyi doğduğu an boğmaktan, toplumu çözündürmekten ve çürütmekten geçiyor.

İşte Erdoğan geçtiğimiz günlerde katıldığı İmam Hatip Kurultayı’nda bir kez daha bu gidişata uygun bir konuşma yaptı ve sömürünün üzerine bir kez daha Türk sağının hamaset edebiyatını örterek “eğer bu topraklardan Müslümanlığı, eğer bu topraklardan ezanı, minareyi, camiyi, Kur'an'ı çekip alırsanız, inanın geriye hiç ama hiçbir şey kalmaz” dedi. Siyasetteki varoluş misyonunu da son derece dürüst bir şekilde şöyle anlattı: 

“Bana 'ömrün boyunca yaptığın tek bir şeyi, ortaya koyduğun tek bir eseri söyle' deseler, tereddüt etmeden vereceğim cevap gayet açıktır; imam hatip okullarının önündeki engelleri kaldırmaktır, imam hatiplerin sayısını artırmaktır, imam hatiplerin eğitim kalitesini artırmaktır.”

Erdoğan, en büyük başarısının Cumhuriyet’le ve onun kurucu felsefesiyle hesaplaşmak olduğunu açıkça söylediği bu konuşmada Kara Harp Okulu’ndaki mezuniyet töreninde kılıç çatarak yemin eden ve “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye slogan atan teğmenleri de hedef tahtasına yerleştirdi ve yepyeni bir “askeri vesayet” gündemi açmayı başardı. Böylece milyonların açlığının üzerine sadece sağ demagojiyi örtmekle yetinmeyeceğini, sahte gündemler ve kutuplaşmalar yaratmaya devam edeceğini de göstermiş oldu, tüm bunlar ise muhalif kesimlere gösterilen bir sopa anlamına geliyordu aynı zamanda. 

İktidar ülkeyi sermaye düzenin bekası adına bir iç sömürge haline getirdikçe, dinselleşmenin dozajını da artırmak zorunda. Tarihsel olarak Türkiye’de piyasacılık ve dinselleşme Özal’dan, Demirel’den Erbakan’a, Erdoğan’a hep birbirine paralellik arz etti. Türkiye’nin sermaye düzeni sendikanın, grevin karşısına, tarikatı, cemaati koydu, örgütsüz bir toplum, zayıf sendikalar, güçsüz bir emek hareketi istedi. Bunu en iyi yapacak olanlar ise sağcılardı, İslamcılardı. Ulusal gün ve bayramlarda holdinglerin çektiği reklam filmlerine ağlama ahmaklığının görünmez hale getirdiği şey tam olarak budur; muhalif kitleler dinci gericiliğin sermaye ile bağlantısını görmedikçe “laik sermaye” diye bir şey var sandılar, laik sermaye ile iktidarın kavga ettiğine inandılar, buna umut bağladılar. 

Buna inanmanın ve umut bağlamanın sonuçlarını yaşıyoruz bugün işte. Asgari ücretle ve açlık, yoksulluk sınırında asgari hayatlar yaşamaya mahkûm edilmiş, sinemaya, tiyatroya gidemeyen, dışarıda yemek yiyemeyen, tatil yapamayan milyonlar. Altüst edilmiş bir gelir dağılımı, tamamen halkın üzerine bindirilmiş bir vergi yükü, korkunç bir yolsuzluk düzeni, imar-rant-ihale üçgeninde kolaylıkla köşeyi dönen bir azınlık, adaletin ve hukukun gözden yitimi, tarikat ve cemaatler arasında parsel parsel bölüşülmüş bir devlet aygıtı…

Türkiye bugün piyasacılıkla dinci gericiliğin ve artık ona çoktan eklemlenen ülkücü milliyetçiliğin ölümcül sentezi altında çözülüyor, çürüyor, kendi felaketine doğru hızla koşuyor. Kara para aklayanlar lüks araçlarında çektikleri videolarla tahliye edilmelerini kutlarken, kestikleri kolonlar nedeniyle depremde onlarca insanın ölümüne sebep olan müteahhitler serbest bırakılırken, ormanından bir ağaç kesilmesin diye uğraşan yurttaş sermayenin kurşunlarıyla can veriyor, 8 yaşında bir kız çocuğu öldürüldükten sonra bir çuvala konup dereye atılıyor. Organize bir kötülük, kolektif bir şekilde halka, topluma, hukuka, adalete, insani olan her şeye saldırıyor.

Narin’in ölümü de bu saldırının bir parçası. Tıpkı Aladağlar’da, malum vakıflarda, tarikat ve cemaat yurtlarında, dinciliğin boğucu ikliminde yitirdiğimiz çocuklar gibi yitirdik Narin’i. Yardım edeniyle, görmezden geleniyle, susanıyla bütün bir köyün kolektif olarak işlediği bir cinayete kurban gitti Narin. Ama sadece bu değil, Türkiye’yi on yıllardır bir örümcek gibi kuşatan ve en çok da çocukların ömrünü çalan sağcılığın kurbanı oldu o. Mesele tek başına taşra değildi yani, mesele düzendi. Günler sonra bulunan küçük bedeninin konulduğu tabutun üzerine örtülen gelinliğe, o tabuta taşıyanlara bir bakın; gericiliğin ahlaksızlığını, utanmazlığını, alçaklığını tüm çıplaklığıyla göreceksiniz orada.  

Türkiye buralara bir günde gelmedi, karanlık sol düşmanlığıyla kendisine açılan kapılardan girip iktidara yürüdü, o kapıları onlara açanlar aydınlığı cezaevlerine attı, sürgüne gönderdi, idam etti, otellerde yaktı, suikastla öldürdü. Bugün Türkiye’de bildiğimiz anlamda bir toplum, bildiğimiz anlamda bir halk, bildiğimiz anlamda yurttaş yok artık. Holdinglerin kontrolünde bir sömürü düzeni, pelteleşmiş, düzen tarafından rehin alınmış, ahmaklaştırılmış sessiz yığınlar, feodal ilişkiler, aşiretler, tarikatlar ve cemaatler var. Narin’i, Narin’leri onlar öldürüyor, onlar elimizden alıyorlar.

Buradan ise tek bir çıkış var. Türkiye’de halk, yeniden halk olmayı hatırlayacak. Türkiye’de toplum, kendisini yeniden toplum olarak kuracak. Türkiye’de yurttaş, yurttaşlığı yeniden öğrenecek. Bu ise kaçınılmaz olarak solda olmak, solda durmak demek. Kamucu, halkçı bir ekonomi modeli, açlık ve yoksulluk sınırının üstünde bir yaşam, gelir dağılımında adalet,  vergi yükünde adalet, sosyal devlet, insanca yaşam, insanca barınma, laik bir toplum düzeni ve laik bir eğitim sistemi, tarikat ve cemaatlerle mücadele, güçlü bir emek hareketi, eşit yurttaşlık, sömürüye karşı mücadele… Sıralamayı sonsuza kadar uzatabilirsiniz, ya hepsi sola dair bu başlıklar Türkiye siyasetindeki yerini alacak ve her biri halk için, toplum için birer mücadele konusu haline gelecek ya da memleket içine düşürüldüğü bataklıkta debelenmeye devam edecek.

                                                              /././

AYM'nin Can Atalay kararı: Hukuk(suzluk)la sınanmaya karşı durma bilinci -Neval Oğan Balkız*-

Edmund Burke "Ne zaman özgürlük ve adalet arasında bir ayrım yapılsa, her ikisinin de güvende olmadığını düşünürüm" der.

Hukuk idesi; "eşitlik", "amaca uygunluk" ve "hukuk güvenliği" öğelerini barındırır. Bu öğeler; "insanının birey ve kişi olarak özgürlük, güvenlik ve eşitlik gereksinimlerinden" doğar. Bu gereksinimlerin gerçekleştirilmesini nihai amacı olarak belirleyen ve temel değerler olarak yüklenen devlet de; "hukuk devleti" diye tanımlanır.

Böyle bir devlette; özgürlük, güvenlik ve eşitlik devletin üç boyutunu oluşturur. Hukukun oluşturulması, kurum ve kuruluşların örgütlenmesi ve işletilmesi bu amaç temelinde gerçekleşir. Teorik ve pratikte genel bir kabul ve ideal bir durum olarak, liberal bir hukuk devletinde; “devlet gücü, anayasa ile yasal hale getirilmiştir. Bu gücün hukuki sınırlarını temel insan hak ve özgürlükleri çizer. Kuvvetler ayrımı (yasama, yürütme, yargı erklerinin birbirinden bağımsız ve eşit konumlarda, kanunlar çerçevesinde işlev görmesi) ilkesi uygulanır. Vatandaşlara eşit muamele yapılır. Tüm idari makamlar yasalara bağlıdır. Tüm bireylere devlete karşı yargı himayesi sağlanır. Devlet gücünün anayasaya ve yasalara karşı kullanılması halinde, bundan zarar görenlere tazminat hakkı verilir. Devletin alacağı her türlü önlem, “ölçülülük” ilkesine uygun olmak zorundadır.” “... en genel anlamıyla yönetilenlere hukuk güvenliği” sağlanmış durumdadır.

İnsanın özgürlük, güvenlik ve eşitlik gereksinimleri siyasette ise; özel alan, kamusal alan ve resmi alan olarak birimleşir. Düzen diye nitelenen siyasal eylem ve işlemler de; bu birimlerin kendi aralarındaki etkileşimleri ve birbirini belirleyici nitelikleri sonucunda ortaya çıkan siyasal yapılardan oluşur.  

Dolayısıyla modern anayasal devlette; devlet organlarını ve erklerini belirleyen, onların birbirinden farklılaşmasını sağlayan "hukuk" oluyor. İktidar hukukla, hukuka başvurarak örgütleniyor. Server Tanilli’nin deyimiyle “hukuk; bir yandan iktidarı örgütler, kurumlaştırır, yönetilenler gözünde meşru da göstermeye yarar”.  İktidar; hukuku/yasaları ve hukuk uygulamasından doğan yargı işlevini belirle(ye)mez ve denetle(ye)mez. Tam tersine, iktidarın işlevleri hukuk tarafından belirlenir ve denetlenir. Bu ilke; politikanın hukuku çelik ağların arasına alma girişimlerine karşı şeffaf, meşru bir koruma zırhı oluşturma anlamı taşır ve demokrasi açısından bir gerekliliği vurgular. Zira bu gereklilik; iktidarın hem yürürlükteki pozitif hukuka uygun olma ölçüsünde kanuniliğini sağlar. Hem de; toplumda belli bir zamanda yaygın olarak kabul gören "evrensel normlara" uygun yönetim biçimi olma ölçüsünde "meşruluğunu" temin eder. Böylece biri hukuksal (kanunsallık), diğeri sosyolojik (meşruiyet) olan iki koşulun bir arada gerçekleşmesine olanak yaratır.

Friedrich Pollock, hukukun bu özelliğini; "vücut için kemikler neyse, siyasal kurumlar için de hukukun önemi odur”. Şeklinde tanımlar. Pollock, hukukun siyasal, ekonomi-politik özelliğini açıklarken de; “hukuk, bir bakıma toplumun egemen ideolojisini hem yansıtır; hem de bekçiliğini yapar. Birey, grup ve sınıflararası ekonomik, sosyal ve siyasal çıkar çatışmalarının bir sonucu, daha doğrusu geçici dengesidir" der. Marks’a göre de; “hukuksal ilişki, kendisinde ekonomik ilişkilerin yansıdığı bir iradeler ilişkisinden başka bir şey değildir”.

Bu durumda şu sorular gündeme gelecektir. Hukuk; birey, grup ve sınıflararası ekonomik, sosyal ve siyasal çıkar çatışmalarının bir sonucu, geçici bir dengesi ise ve bu denge; bir kısım bireyler, gruplar veya sınıfların lehine veya aleyhine bozuluyorsa ne olacaktır? Ya da; bir iradeler ilişkisi olan hukuksal ilişkide, (egemenliği kullanan) irade belirleyici oluyorsa, sonuçları ne olacaktır? 

“Can Atalay dosyasında” olanlar olacaktır!

Ne olmuştu?

Can Atalay, Gezi Parkı eylemleri dolayısıyla İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nce zorla hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs suçundan 18 yıl hapis cezasına mahkûm edilmişti. Karara karşı İstinaf Mahkemesinin onayından sonra Yargıtay’a başvurulmuştu. 

Dosya 3. Ceza Dairesi’nin incelemesinde iken 14 Mayıs 2023’te Atalay, milletvekili seçildi.

Anayasanın 83. maddesi uyarınca dokunulmazlık kazanması nedeniyle Yargıtay’dan yargılamanın durdurulması ve tahliyesi istendi. Mahkeme, Anayasanın 83/2 maddesine göre (suçun Anayasanın 14. maddesinde sayılan durumlarla ilgili olması, suçun soruşturmasına seçimden önce başlanılması kaydıyla) anayasal düzene karşı suç işlenmesi halinde seçimden önce soruşturmasına başlanılması nedeniyle Atalay hakkında dokunulmazlığın kaldırılmasına gerek olmadığı gerekçesiyle, Atalay’ın yargılamasının durdurulması ve tahliye istemini reddetti. Bu ret kararına karşı 20 Temmuz 2023’te Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) bireysel başvuruda bulunuldu. Dava bireysel başvuru incelemesi aşamasındayken 28 Eylül 2023’te Yargıtay hükmü onadı.

Anayasa Mahkemesi, 25 Ekim 2013 tarihli kararı ile “Anayasanın 14. maddesinin genel bir ilke koyduğu, hangi suçların madde kapsamına girdiğini belirtmediği, kişilerin işledikleri fiiller dolayısıyla kendilerine ne yapılacağını öngöremedikleri, suçun tarifinin açık ve kesin olmadığı, mevcut haliyle 14. maddenin mahkemelere suçu belirleme yetkisi verdiği, özgürlüklerin anayasada belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılamayacağı, özgürlüğü sınırlama yetkisinin 13. madde uyarınca parlamentoya ait olduğu, parlamentonun harekete geçerek anayasanın 14. maddesi doğrultusunda düzenleme yapması gerektiği, suç ve cezaların kanuniliği ilkesi ihlal edildiği için seçilme ve siyaset yapma, özgürlük ve güvenlik haklarının ihlal edildiğini” kabul etmiş; ihlalin ortadan kaldırılması, yeniden yargılama yapılması, infazın durdurulması, tahliyenin sağlanması, yeniden yapılacak yargılamada durma kararı verilmesi gerektiği kanaati ile dosyayı İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdi.

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, AYM Kuruluş ve Yargılama Usulleri H.K. kanunun 50. maddesini gerekçe göstererek bireysel başvuruya konu ihlal kararını Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin verdiğini, onama ile davayı nihai karara bağladığını, yeniden değerlendirme yetkisinin yüksek mahkemeye ait olduğu gerekçesiyle dosyayı 3. Ceza Dairesi’ne gönderdi. (Bu gönderme kararı hukuka aykırıdır. Yargıtay hukuki denetim yapan yüksek mahkemedir. Yargılamayı yeniden yapma yetkisi yoktur. Bu nedenle ağır ceza mahkemesinin gönderme kararı “yokluk” ile sakat bir işlemdir. Yoklukla sakat işlem her zaman geri alınabilirdi.) 

Daire, (08 Kasım 2023 tarihli) kararında Anayasanın 83/2 ve 14. maddelerine göre seçimlerden önce anayasal düzene karşı suç işlemiş ve hakkında soruşturma açılmış milletvekillerinin dokunulmazlıklarının bulunmadığı, 14. madde kapsamına giren suçları soruşturma ve kovuşturma makamlarının belirleyebileceği, TCK’nin 312. maddesinde düzenlenen hükümeti yıkmaya teşebbüs suçunun da madde kapsamında olduğu, bu nedenlerle yasama dokunulmazlığından faydalanamayacağı, Anayasanın 76 ve 84/2 maddeleri uyarınca milletvekilliğinin düşürülmesine, ayrıca mahkemelerinin 28 Eylül 2023 tarihli kararı ile hükmün onandığı, kesinleşen hükmü artık AYM’nin inceleme yetkisinin olmadığı, AYM’nin süper temyiz makamı olmadığı, yetkisini aştığı, böylece anayasayı ihlal ettiği gerekçeleriyle AYM’nin kararına uyulmamasına, TBMM’ye milletvekilliğinin düşürülmesine ilişkin yazı yazılmasına, AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunulmasına karar vermişti. 

'Hukuki değerden yoksun kararı ilemilletvekilliğinin düşürülmesi işlemi, yok hükmünde!'

Bu karara karşı yapılan başvuru üzerine, AYM’nin 1 Ağustos 2024 tarihinde Resmi Gazete'de yayımlanan kararında; Yargıtay 3.Ceza Dairesi'nin, Atalay ile ilgili hak ihlali kararını uygulamamasına ilişkin kararın mahkumiyet kararı değil, Türk hukukunda verilmesi mümkün olmayan, anayasanın tamamen dışında kalan ve hukuki dayanağı bulunmayan hukuki değerden yoksun bir “yazı” olduğuna, bu nedenle TBMM Genel Kurulu’nda okunan hukuki değerden yoksun bu karar ile milletvekilliğinin düşürülmesi işleminin de yok hükmünde olduğuna karar verdi. Kurum ve kuruluşlara da hukuk dersi niteliğinde hatırlatmalar yaptı:

"Anayasa Mahkemesi’nin ihlal kararından sonra kararın hüküm fıkrasında belirtildiği şekliyle ihlale yol açan kararın ortadan kaldırılması anayasal bir zorunluluktur. Anayasa Mahkemesi’nin ihlal kararları yol gösterici veya tavsiye niteliğinde olmayıp bağlayıcı ve gereğinin yapılması konusunda otoritelere takdir hakkı bırakmayan kararlardır. Bu kapsamda derece mahkemelerinin takdir yetkisi bulunmamaktadır. Sadece mahkemeler değil diğer kamu otoriteleri de ihlal kararının gereğini yerine getirmek, ihlali gidermek ve ihlalin sürmesini önlemekle yükümlüdür" dedi!

Bu koşullarda derhal; seçilme ve siyasi faaliyette bulunma, özgürlük ve güvenlik haklarının ihlal edildiği farklı tarihli kararla saptanmış olan Atalay hakkında, TBMM yeniden toplanmalı ve milletvekili olarak yemin etmesi ve görevine başlaması sağlanmalı, ihlallerin giderilmesi yönünde mahkûmiyet hükmünün infazı durdurulmalı, ceza infaz kurumundan tahliyesi sağlanmalı ve yeniden yapılacak yargılamada durma kararı verilmelidir. 

Hukukun ve AYM kararının gereğini savunmak bir kişi ve partiyi savunmak değildir!

Anayasa Mahkemesi kararının yerine getirilmesini savunmak, "Can Atalay'ı ve partisini savunmak" değildir! 
Anayasadan arındırılmış, adeta anayasa dışına çıkarılmış bir devlet yapısı; anayasal parlamenter demokrasi niteliğinden bütünüyle arındırılmaya çalışılan bir yönetim sistemi; etkisiz ve geçersiz kılınmış kuvvetler ayrılığı ilkesi; insan hak ve özgürlüklerini oluşturan öncül ve ilkelerinden, bunların güvencesini oluşturan kural ve mekanizmalardan arındırılmış bir hukuk ve adaletten arındırılmaya çalışılan bir yargı işlevinin yaratıldığı koşullarda; hukuk devleti ve hukuk güvenliğini, diğer bir deyimle anayasanın uygulanmasını, hukukun üstünlüğünü, Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığını ve yargısal karar hiyerarşisini, bu anlamda bağımsız tarafsız yargı güvencesini, temel hak ve özgürlüklerin herkes için ayrımsız şekilde korunmasını, seçme seçilme hak ve özgürlüğünün yerine getirilmesini savunmaktır. 

AKP’nin toplumda, hasımlar arasındaki bir siyasal cepheleşme olması gerekirken, iyi ve kötü arasındaki ahlaki bir karşıt olma, bir mücadeleye dönüştürdüğü biz/onlar ayrımında, “onlar” sayılan muhalif kesimleri sindirme, Ceza Hukukçusu Günter Jakobs’un tanımıyla; düşünceyi sorgulamaya, bu sorgulamadan yapılan çıkarımlara dayalı niyet saptamalarına göre “tehlikenin önlenmesine/ bertaraf edilmesine” yönelik olan “düşman ceza hukukunu” uygulama keyfiliğine karşı durmaktır! Bütün istediği iyi ya da kötü, kendi kişiliği, kendi hayatı ve şahsi onuru olarak gördüklerini korumak olan sıradan yurttaşı bile, tüm zamanlarını bunun için ‘sürekli bir savunma hali’ içinde geçirmek zorunda bırakan paradigmaya hayır demektir.

Edmund Burke "Ne zaman özgürlük ve adalet arasında bir ayrım yapılsa, her ikisinin de güvende olmadığını düşünürüm" der.

Bu anlamda da, hukuksuzluğa karşı durma bilinci, adalete ve eşitliğe dayalı, “özgürlük” ve “adaletin” güvende olduğu bir toplumsal yapıyı oluşturma ve sürdürme sorumluluğunu yerine getirme eylemliliği, bireysel ve toplumsal özgürlük için yeni olanaklar oluşturma arayışıdır.*Hukukçu/Akademisyen

                                                              /././

Yeni Orta Vadeli Program: Aynı nakarat -Oğuz Oyan-

Programın fiyat istikrarını sağlayamadan tıkanma olasılıkları da -toplumsal tepkilerin dikkate alınmadığı steril bir dünyada dahi- göz ardı edilemeyecek kadar yüksektir.

Orta Vadeli Program (OVP)-2025-2027 lehine söylenebilecek tek şey, geçen yıl olduğu gibi bu yıl da vaktinde açıklanmasıdır denilebilir. Malum OVP’ler Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın uygulama programı olarak her yıl açıklanıyor. (Gerçi geçen yıl önce OVP sonra Plan açıklanmıştı!). Her yıl gelecek üç yıl “programlanıyor”; dolayısıyla içinden geçilen yıl düşüyor ve yeni bir yıl ekleniyor. OVP’ler Beş Yıllık kalkınma Planları gibi TBMM onayından geçmiyor; Cumhurbaşkanının imzasıyla Resmi Gazete’de yayımlanması yetiyor. Bu arada, OVP’nin ilk yılı için daha ayrıntılı bir “Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı”nın (CYP) yayınlandığını da not edelim. 2025 Yılı CYP’si de yakında gün yüzüne çıkar.

OVP’lerin tutarsızlıklarıyla ve sapmalarıyla ünlü belgeler olduğu artık ilgili herkesçe biliniyor. Özellikle de son iki yıla (şimdiki OVP için 2026-2027 yıllarına) ilişkin öngörülerdeki sapma, kabul edilebilir sınırların hep çok ötesinde oldu. O yüzden de yeni OVP açıklandığında içinde bulunulan yılın son 3,5 ayına ve gelecek yıla (burada 2025) ilişkin öngörülere bakmak ve bunlar üzerinde daha fazla durmak biraz daha anlamlıdır. Ama sadece “biraz daha” anlamlı; çünkü bu dönemler için dahi geniş ölçekli yanılma payları oluşuyor. 3,5 ay sonrasını bile öngöremeyen bir programın gelecek yıla ilişkin hedeflerinin tutmasını nasıl beklersiniz?

Bununla birlikte, OVP’leri hepten “ciddiye alınamaz” belgeler klasörüne atıp görmezden gelemiyoruz. Neden? Çünkü bu programlar orta vadede atılacak adımları, izlenecek eğilimleri belirleyen niyet beyanları olarak önemsiz sayılamaz. Ortada sermayenin ve (dış sermayenin taleplerini de kataloglayan) sermaye iktidarının sınıfsal bir programı vardır. Bu program yok sayılamaz. Öte yandan, programın eleştirisini ve program-uygulama çelişkilerini ve tutarsızlıklarını da gene bu belgelere bakarak ortaya koyabiliyoruz. Emeğin kimi karşı taleplerinin ne olması gerektiğinin bazı ipuçlarını da bu eleştirel analizlerden türetilebiliyoruz.

2024 yılı: Ne öngörülmüştü, ne bekleniyor?

Enflasyon öngörüsü malum yüzde 33’ten yüzde 41,5’e revize edildi. TCMB zaten bu tahmini yüzde 38-42 aralığına taşımıştı epeydir. Ama biz dahil birçok iktisatçı TÜFE’nin yıl sonu itibariyle bu aralığın üst sınırının da üzerinde kalacağını söylüyor. Burada vurgulanması gereken şu: Gelirleri hedeflenen enflasyona göre belirlemek bile manipülasyonsuz olmuyor.

Bir önceki OVP’ye göre enflasyon öngörüleri yukarı çekilirken büyüme tahminleri aşağıya (2024 için yüzde 4’ten yüzde 3,5’e) çekildi, evet. Ama enflasyon ve büyüme öngörülerinde yeterince gerçekçi düzeltmeler yapıldı mı acaba? Hayır. Örneğin 2024’ün ilk yarısında GSYH büyümesi yüzde 3,8; ikinci çeyrekte yüzde 2,5 büyüme sağlanmıştı, ama üç ve dördüncü çeyreklerde bunun dahi altına düşüleceğinin çok sayıda öncü göstergesi (sanayi üretiminde azalma, sınai katma değerin küçülmesi, vb.) birikirken, yılın bütünü için yüzde 3,5’lik büyüme ortalaması elde edilebilir mi? IMF’nin tahmininin de yüzde 3,4 olduğuna güvenilmesin; bu yıl için yüzde 2,5 oranının üzerinde kalan bir büyüme (Şimşek ekibi için dahi) aşırı sürpriz olurdu!

Peki daha 3,5 ay sonrasını yani burnunun ucunu göremeyen veya gördüğünü göstermek istemeyen bir programın izleyen yıl ve yıllar için öngörüleri ciddiye alınabilir mi? 2025 yılı beklentilerine bakarken buna dönülecektir.

Merkezi Yönetim Bütçesi (MYB) örneğinden gidersek, 2024 yılı bütçe gelir, gider ve bütçe açığı öngörülerinin de önemli sapmalarla gerçekleşeceğini anlıyoruz. Geçen OVP’de 2024 bütçesi giderleri 11 trilyon 89 milyar TL olarak öngörülmüşken, bunun yıl sonunda 11 trilyon 213 milyar TL olacağı; 8 trilyon 437 milyar TL olarak öngörülmüş gelirlerin ise yeni OVP’ye göre 9 trilyon 65 milyar TL’ye çıkacağı anlaşılmaktadır. Giderlerin 124 milyar TL, gelirlerin ise 628 milyar TL  (salt vergi gelirlerinin ise gene 198 milyar TL) tahminlerin üstünde gerçekleşeceği anlaşılmaktadır. Bütün bunların sonucunda bütçe açığının da 2 trilyon 652 milyar TL yerine 2 trilyon 148,5 milyar TL yani 503,5 milyar TL daha düşük gerçekleşeceği anlaşılmaktadır. Yıl henüz tamamlanmadığı için bunlar kesin veriler de değildir.

Buradaki temel sorun ekonomik olmaktan ziyade hukuksal ve siyasaldır. Meclisin izin verdiğinin ötesinde gelir/vergi toplanırken bütçe harcama ödenekleri de aşılmış olacaktır. Peki yasamanın bütçe hakkı ne olacaktır? Meclisin gündemini beş hafta işgal eden bütçe görüşmelerinin -ki tüm meclislerin en önemli gündem maddesidir- bir hükmü kalmakta mıdır bu durumda?

Bütçe hukuku ile ilgisi olmayan kimi iktisatçıların, kamu kesimini MYB üzerinden ele almanın sığ olduğunu çünkü kamu kesiminin önemli ölçüde bunun çok dışına taştığını okudum geçenlerde. (Adını da verelim, Prof. Hakan Kara’nın bir demecinde gördüm). Ben 40 yıldır bunu önerenlerdenim. Elbette kamu kesimine merkezi yönetim bütçesi yanında mahalli idareleri, sosyal güvenlik kuruluşlarını, genel sağlık sigortasını, fonları, döner sermayeleri ve işsizlik sigortasını da kapsayan “Genel Devlet Dengesi” üzerinden, hatta buna KİT’leri de dahil ederek “Kamu Kesimi Genel Dengesi” üzerinden bakmak da gerekir. Buradan bakıldığında, örneğin 2024 için 11,2 trilyonluk MYB harcaması yerine 16,2 trilyon TL’lik Genel Devlet harcaması üzerinden gitmek gerekecektir. Ama, bir: MYB ezici ağırlığını koruduğu için temsili değeri çok yüksektir; iki: Yasamanın denetimi, izin ve onay düzeneği esas olarak MYB gelir ve giderleri üzerindedir. Bütçe hakkının hesabı da hukuken ve siyaseten buradan sorulabilmektedir. (Tabii sorulursa!).

2025 yılı ve ötesi: Büyüme illüzyonu peşinde

2025 yılı büyümesinin yüzde 4,5’ten 4,0’e düşürülmesi, bugünkü yavaşlama eğiliminin sürmesi durumunda -ki bu güçlü olasılıktır- anlamlı bir düzeltme sayılamaz. IMF’nin 2025 büyüme tahminini yüzde 2,7’ye indirmesi de muhtemelen daha gerçekçidir. 2026 ve 2027 yılları için yüzde 4,5 ve 5,0 oranındaki büyüme öngörüleri de teknik hedefler olmaktan ziyade siyasidir. Esasen tekrar başa dönersek, son iki yıl hedeflerini fazla ciddiye almamak gerekir.

Bununla birlikte şu değerlendirmeyi yapabiliriz: AKP, kendinden önceki koalisyon hükümetinin istikrar programının sonuçlarını tam almadan 2002’de erken seçime zorlanmasının üç iktidar partisini de baraj altında bırakan ve kendisini iktidara taşıyan süreci tetiklediğinin farkındadır. 2009 yerel seçimlerine küçülen ekonomi konjonktüründe girilmesinin de kendisine pahalıya patladığının dersini unutmamıştır. O nedenle seçimlere büyüme konjonktüründe ve seçmenine az çok seçim parsası dağıtacak konumda girmeyi yeğleyecektir. (2023 seçimleri konjonktüründe yaptığı buydu; 2024 yerel seçimlerinde ise istikrar programına mecbur kaldığı için istediği gibi yapamadı ve kaybetti). Bu durumda ekonomi düzelmeden erken seçime gitmeyi bir siyasi intihar olarak görecektir. Bu defa ekonomik büyümeyi faiz gibi araçlarla yapay yoldan şişirme olanağı da olmadığına göre, 2027’den önce bir erken seçimi istemeyecektir. Demek ki AKP açısından kritik yıl 2027’dir; bu yıla kadar istikrar programının sonuçları alınmış ve büyüme patikasına girilmiş olunmalıdır. Dolayısıyla bu OVP, yüksek büyümeyi ve erken seçimi haberleyen bir program değildir. Ekonominin yüksek büyümeye takati yoktur; programın uygulama araçları da buna uygun değildir. (Enflasyon ve cari açıklar düşerken büyümenin hızlanması zaten Türkiye’nin büyüme tarzıyla uyumsuzdur).

Reel olarak değerlenmiş (ve değerlenecek) bir TL ile yüksek reel faiz eşleşmesi, sıcak para girişlerini teşvik edebilir ama tam tersine yatırımları, ihracatı ve büyümeyi caydırıcı olacaktır. Bu OVP, 2027 yılı dahil döviz kurunun düşük tutulması üzerine inşa edilmiştir. Demek ki, reel büyümeden ziyade fiktif bir büyümenin pazarlanabileceği eski güzel yılların (AKP’nin ilk 10 yılının) hayali kurulmaktadır. Zaten bu nedenle de, 2024 yıllık ortalama dolar kuru geçen OVP’de 36,8 TL olarak öngörülmüşken, yeni OVP’de 33,2 TL’ye inmiştir.

Reel olarak değerlenen TL (reel değer yitiren döviz kuru) politikasından bellibaşlı dört fayda elde edilmesi umulmaktadır:

* Kur artışlarının enflasyon üzerine ilave katkı yapmasının frenlenmesi;

* Kurların yatay seyredeceği hatta TL’nin değer kazanacağı güvencesiyle sıcak para girişlerinin teşvik edilmesi;

* GSYH önce TL olarak hesaplanıp sonra dolara çevrildiği için, dolar bazında GSYH ve kişi başına milli gelirin çok daha yüksek çıkması üzerinden bir illüzyon yaratılması; (Şöyle örnekleyelim: 2024 büyümesi yüzde 3,5 olarak öngörülürken, dolar cinsinden büyüme yüzde 17,8 olmaktadır! 2025-2027 için dolar cinsinden sırasıyla yüzde 10,1, yüzde 12,1 ve yüzde 8,0 oranında büyümeler olması öngörülmektedir. Böylece 2027’de 1 trilyon 774 milyar dolarlık bir GSYH ve kişi başına 20.420 dolar düzeyleri elde edilecektir. Bunlar çok zor hedeflerdir ama yaratılmak istenen illüzyonun boyutunu gösterir).

* Dış borç/GSYH oranı düşer çünkü dış borçları şişirilmiş bir dolar cinsi GSYH’ya oranlamış olursunuz (ki bu oran 2024 için de düşmüştür ve Cevdet Yılmaz sunumunda bunu övgü konusu yapmıştır).

Elbette her artının bir eksisi de olabilir. Reel olarak değerlenmiş TL (veya düşük değerli kur), ihracatı olumsuz etkilerken ithalatı özendirir; dış seyahat talebini arttırır; döviz cinsinden borçlanmayı özendireceği için açık pozisyon riskleri yaratır (TL cinsi yüksek reel faizlerle borçlanmış olanlarla birlikte bu kesimleri yıkıma sürükleyebilir),vs.

Sonuç

Son olarak, 2025 yılsonu TÜFE tahmininin yüzde 17,5’te tutulmasının nedeni gene teknik olmaktan ziyade politiktir. Birincil bölüşüm ilişkilerine devlet katında sermaye lehine müdahalenin tercihli aracı enflasyon hedeflemesi ve gelir yönetimi politikalarıdır. Bu örtük IMF politikaları OVP (2024-2026)’da çatılmıştır; OVP (2025-2027) bir devam programından başka bir şey değildir. Programın fiyat istikrarını sağlayamadan tıkanma olasılıkları da -toplumsal tepkilerin dikkate alınmadığı steril bir dünyada dahi- göz ardı edilemeyecek kadar yüksektir.

                                                               /././

Reklamın ardındaki gerçekler: Koç Holding işçisine nasıl davranıyor? -Emre Alım-

Vitrinine makyajlanmış ofis hayatını koyan Koç kârını işçi kanına, hakaretlere, tehditlere, sürgünlere borçlu. Perdenin arkasını canı pahasına çalıştırılan bir işçi anlattı.

Türkiye 5 yıldır krizin gölgesinde. Alım gücü hızla geriliyor, işsizlik yeniden şahlanıyor. Çalışma ve yaşam koşulları günden güne ağırlaşırken holdinglerse sinsi bir algı oyununun peşinde. 

Neredeyse her hafta bir sosyal medya kullanıcısının "ofiste bir günüm" temalı videosu popüler oluyor, haber portallarında "Burada çalışmayı kim istememez" başlığıyla sunuluyor.

Son örnek Koç Holding'den geldi. Beyaz yakalı emekçilerin uzun çalışma saatlerine zorlandığı, intihara sürükleyen mobbinglere maruz kaldığı gerçeğine inat pembe bir tablo çizildi. Buna göre Koç'ta mesai lüks bir otelde tatilden farksız: Açık büfe kahvaltı, dilediğin menüyü seçebildiğin öğle yemeği, "mocktail" atölyesi, ofis içerisinde spor salonu...

Videoya yapılan bir yorumsa görünenin ardında başka bir gerçek olduğunun sinyalini verdi. Görüntüleri şaşkınlıkla izleyen bir Koç çalışanı, "Biz başka Koç'ta çalışıyoruz galiba" diye sordu.

Anlatılan kimin hikayesi?

Nitekim henüz bir hafta olmadan videonun yaldızları döküldü. 16 Ağustos'ta Rahmi Koç'un Göcek'ten Kaş'a yelken açtığı sırada Koç'a bağlı WAT Motor'da 200'e yakın işçi işten çıkarıldı.

O işçilerden biri Oltan Avcu. Koç'un "hiçbir işçisine değer vermediğini" söylüyor. Çünkü iki defa iş kazası geçirmiş, bu nedenle parmağını kaybetmiş, itiraz ettiğinde hakaretlere maruz kalmış, tehdit edilmiş, o tezgahtan bu tezgaha sürülmüş.

Yaşadıklarını soL'a anlatan Avcu'nun hikayesi, aslında Koç Holding'in nasıl Türkiye'nin en büyük sermaye grubu haline geldiğinin kısa bir özeti.

İş kazası yaşamanın bedeli: Yalan, hakaret, sürgün

Çerkezköy'deki fabrikanın strator hazırlama sahasında çalışan Oltan, kullandıkları bir robottaki mıknatısın yetersiz olduğunu önce hat lideri ve vardiya amirine sonra iş güvenliği uzmanına bildiriyor. Her defasında "iyileştirme yapılacak" yanıtını alıyor.  

Ve beklenen kaza 2021 Temmuz'unda yaşanıyor. Robot 40 kiloluk bir malzemeyi Oltan'ın koluna düşürüyor. Kolundaki derin kesiğe rağmen iş arkadaşının otomobiliyle gönderiliyor hastaneye. Sonrasını kendisinden dinleyelim:

"Bölüm şefi 'kolunu uzatmasaydın kesilmeyecekti' dedi. Halbuki ben refleks olarak arkadaşımı itmiştim. Eğer itmeseydim daha büyük hatta ölümle sonuçlanan kaza olabilirdi.”

Tedavi olan ve 45 gün sonra işe dönen Oltan, ilk olarak çalıştığı bölümün değiştirilmesini talep ediyor. Şefinin bu talebe verdiği yanıtı şöyle aktarıyor:

"Bana ilk tepkisi 'senin psikolojin bozulmuş, git tedavi ol' demek oldu. Ben orada büyük bir kaza geçirmişim, bir insan olarak yardımcı olmaya çalışırsın. Kimse ilgilenmedi. Terslediler, hakaret eder gibi konuştular."

Hakaretleri adeta ceza gibi bir değişiklik izliyor. Yaşadığı iş kazası nedeniyle daha güvenli bir bölümde çalışmak isteyen işçi, yüzlerce derecede alüminyum eritilen dökümhaneye sürülüyor.

Bir parmak koptu, iş güvenliğine kaynak bulundu

"Baskılara yenik düştüm" diyen Oltan Avcu, dökümhanedeki bir ayın sonunda eski bölümüne dönmeyi istiyor. Talebinde haklı olduğuysa ancak parmağı koptuktan sonra anlaşılıyor.

Oltan ilkinden farkı olarak ikinci kazanın tarihini net olarak hatırlıyor: "Büyük bir travma yaşadığım için unutmuyorum. 16 Ocak 2023."

Kazanın yaşandığı makine 1974 model. Neredeyse şirketle yaşıt. Bu nedenle cihazın değiştirilmesi ya da önemli ölçüde yenilenmesi gerekiyor. Ancak üretim kapasitesini düzenli olarak artıran şirket, buna "kaynak bulamıyor":

"Sahada çalıştırdıkları makineler o kadar eski ki sürekli bir kazayla burun burunayız. İş güvenliği ve yönetim bu makineyi aldı, kapağına switch(kontrol cihazı) taktı. Daha önce bu switch olmadığı için makinenin şalterini kapatıyor öyle devam ediyorduk. Bu yenilikten sonra gerek duymadık çünkü kapak açıldığı an makine duruyordu artık. Makine takıldığı sırada ben müdahale etmeye çalışırken birdenbire çalışmaya başladı ve sol el dördüncü parmağımı kopardı."

İlk kazada Oltan Avcu'yu suçlayan şirket, bu defa makinenin hatalı olduğunu kabul ediyor. Saatler içerisinde makinenin sensörleri yenileniyor, switchleri değiştiriliyor ve diğer güvenlik önlemleri artırılıyor.

'Size Oltan çoksa bana da WAT motor çok'

"Hakkımı aramak zorundaydım" diyen Oltan, ikinci kazadan sonra Emniyet'e başvurarak şirketten şikayetçi oluyor.

Bunun üzerine personel müdüründen bir telefon alan Oltan, "Şikayetini geri çek, gel çalış. Eğer çekmezsen seni işten atarım" sözleriyle tehdit ediliyor.

Şikayetini geri çekmeden işbaşı yapmak için fabrikaya gittiğinde de aynı müdürü yeniden karşısında buluyor.

"Para pul istemiyorum. Kendimi daha güvenli sahalara atmak istiyorum. Buna dair imzalı bir kağıt istiyorum. Çünkü bu sahada durdukça fiziken ve ruhen yıprandım. Bana 'İmzalı kağıt veremem, şikayetini çekmezsen seni işten atarım' dedi. Ben de 'Burası sanayi bölgesi. Size Oltan çoksa bana da WAT Motor çok" dedim."

Oltan çalışmaya devam ediyor ama mobbing de giderek artıyor: "İzin istediğim zaman vermediler aynı gün başka arkadaşıma verdiler. İstenmiyorsun tavrını alttan altta hep hissettirdiler."

'Maaşımız ekside kalmadı ama sağlığımız ekside kaldı'

16 Ağustos'ta Oltan'la birlikte 200'e yakın işçi "küçülme" gerekçesiyle işten çıkarıldı. Bu işçilerin bir bölümü daha önce iş kazası geçirmiş kişiler. Kimileri personel müdürüne inanıp şikayetçi olmamış. Ancak onlar da diğeriyle birlikte işlerini kaybetmiş.

Oltan'ın WAT Motor'da yaşadıkları, Koç'un ofis güzellemelerinin aksine karanlık bir tablo çiziyor, sömürü gerçeğini tüm çıplaklığıyla hissettiriyor.

"Koç belki dünya genelinde büyük bir şirket olabilir ama emin olun işçilerini, özellikle WAT Motor'daki işçilerini hiçbir değer vermeden, her türlü tehlikeye karşı çalıştırmaya devam ediyor. Koç'un böyle zengin olduğuna inanmaya başladım. Hani diyorlardı 'zengin olanlar milletin sırtından oluyor' diye. Evet, bizim sırtımızdan zengin oldular. Maaşımız hiç ekside kalmadı ama sağlığımız ekside kaldı. O fabrikada çalışanların çoğu bel fıtığı, parmak kırılması, kol-bacak kesilmesi, yanıklar yaşıyor. Hiçbirine sahip çıkılmıyor." 

Yaşadıkları Oltan'ı derinden etkilemiş. "Hâlâ geçirdiğim kazalar, uygulanan mobbingler rüyalarıma giriyor" diyor, psikolojik destek alıyor. Ancak mücadelesinde kararlı:

"Holdingde sefa sürdüklerini gördüğümde şikayetimi geri çekmedim. Kazanırım, kazanamam bilemiyorum ama şikayetimin her zaman arkasındayım."

                                                                  /././

                                                soL - GÜNDEM

Kiev'e uzun menzilli füze izni vermeye hazırlanan NATO'ya Putin'den sert uyarı: 'Savaş anlamına gelir'

ABD ve İngiltere'nin Ukrayna'ya uzun menzilli füzelerini kullanma izni vermeye hazırlanmasına ilişkin konuşan Putin, "Bu, NATO ülkelerinin Rusya ile savaş halinde olacağı anlamına gelecektir" dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/kieve-uzun-menzilli-fuze-izni-vermeye-hazirlanan-natoya-putinden-sert-uyari-savas-anlamina)

                                                                      ***

'Herkes sigortalı oldu' aldatmacası pahalıya patladı: SGK 8 milyon kişiden haraç istiyor

Milyonlarca kişi aldığı mesajla, farkında bile olmadığı bir borcu olduğunu öğrendi. SGK haber vermeden zorunlu Genel Sağlık Sigortası'na dahil ettiği kişilerden adeta haraç istedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/herkes-sigortali-oldu-aldatmacasi-pahaliya-patladi-sgk-8-milyon-kisiden-harac-istiyor-395018)

                                                                       ***

Yemeksepeti işçileri kontak kapattı: 'Ölmek istemiyoruz, adalet istiyoruz!'

Yemeksepeti motokuryeleri, çalışma koşullarını ağırlaştıran düzenlemelere karşı tek yumruk oldu.(https://haber.sol.org.tr/haber/yemeksepeti-iscileri-kontak-kapatti-olmek-istemiyoruz-adalet-istiyoruz-395020)

                                                              ***

İmam hatip lisesinde öğrenciye taciz: Sanık müdür İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü'ne atandı

Fethiye'deki bir imam hatip lisesinin müdürü olan Arif Aslan, bir öğrenciye cinsel istismar ve tacizde bulundu. Tutuksuz yargılanan sanık, İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nde yeni bir göreve atandı.(Avukatlığını Ensar Vakfı'nın başkanı üstlendi) Öte yandan sanığa ilişkin iddialar, yargılama sürecine yönelik siyaset ve tarikat bağlantılı müdahaleler olmuş olma olasılığını gündeme getiriyor.  Arif Aslan’ın gözaltına alınmasından hakkında dava açılmasına kadarki süreçte, sanığın avukatlığını Cemil Kaşlı üstleniyor. Avukat Cemil Kaşlı aynı zamanda Fethiye Ensar Vakfı Başkanlığı görevini de yürütüyor. Soruşturma sonunda kimi detayların açığa çıkması nedeniyle Fethiye Ensar Vakfı Başkanının davadan çekildiği iddia ediliyor. Ancak istismara uğrayan öğrencinin yakınları, söz konusu çekilmenin vakfın adını olaya karıştırmamak için olduğunu belirtiyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/imam-hatip-lisesinde-ogrenciye-taciz-sanik-mudur-ilce-milli-egitim-mudurlugune-atandi-395019)
                                                                ***

Manisa'da veliden müdüre silahlı saldırı girişimi: 30'dan fazla sabıkası var, iki gündür yakalanmadı

Manisa'daki bir ortaokulda bir veli, çocuğunun sınıfta kaldığı gerekçesiyle müdüre silahlı saldırı girişiminde bulundu. Olay yerinden kaçan saldırganın 37 sabıkası var ve iki gündür yakalanmadı.(https://haber.sol.org.tr/haber/manisada-veliden-mudure-silahli-saldiri-girisimi-30dan-fazla-sabikasi-var-iki-gundur)

                                                                     ***

Türkiye'den bir Somali hamlesi daha: Balistik füze test sahası için görüşmelere başlandı

Afrika kıtasındaki varlığını güçlendirmek için adımlar atan Türkiye'nin, Somali’de balistik füze kullanımı için test sahası inşa etmek üzere görüşmelere başladığı belirtiliyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/turkiyeden-bir-somali-hamlesi-daha-balistik-fuze-test-sahasi-icin-gorusmelere-baslandi-395013)

                                                           ***

Taze kriz sonrası İbrahim Kalın'dan Trablus'a ziyaret: Libya'da neler oluyor?

MİT Başkanı İbrahim Kalın, siyasi krizin yeniden baş gösterdiği Libya'ya gitti. Ülkedeki siyasi fraksiyonlar, merkez bankası başkanının görevden alınmasının ardından yeniden açmazda.(https://haber.sol.org.tr/haber/taze-kriz-sonrasi-ibrahim-kalindan-trablusa-ziyaret-libyada-neler-oluyor-394958)

(soL)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder