18 Eylül 2024 Çarşamba

Türkiye-İsveç hattında cinayet sırrı - Timur Soykan / BİRGÜN

 

Türkiye’de vatandaş yapılan İsveçli uyuşturucu baronu Majid’in çetesi, Stockholm’de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Ferhat Berk’i katletti, eşi ve bebeğini de kalaşnikof ile tarayarak ağır yaraladı. Diyarbakır’daki ailesi, “Ferhat Berk neden öldürüldü” diye çığlık atarken İsveçli çeteler Türkiye’de elini kolunu sallayarak geziyor.

Uzun süredir Türkiye’de üslenen yabancı uyuşturucu baronlarını, çete liderlerini anlatıyoruz. Onların Türkiye vatandaşı yapıldığı skandalları anlatmaktan dilimizde tüy bitti. Size İsveç-Türkiye hattında korkunç cinayetleri anlatırken kimlere vatandaşlık verildiğini gözler önüne sereceğiz.

Ferhat Berk, 1984’te Diyarbakır’da doğdu. Makine mühendisi olarak eğitimini tamamladıktan sonra İsveç’e gitti. Pek çok akrabası 12 Eylül Darbesi’nden sonra İsveç’e iltica etmişti. Ferhat Berk, İsveç’te halasının torunu olan Sorgül Güven ile evlendi. Sorgül doktordu. İki kızları oldu.

Ferhat Berk, muhasebe şirketi sahibi kayınpederinin yanında bir süre çalıştı. Daha sonra bu işten ayrıldı. Onu tanıyan herkes karıncayı bile incitemeyecek, kibar ve asla suça bulaşmayacak bir kişi olarak tarif ediyordu.

EVİNDE KATLEDİLDİ

Yaklaşık 1 yıl önce, 13 Ekim 2023 akşamı Berk, eşi ve iki kızıyla İsveç’in başkenti Stockholm’deki iki katlı evlerindeydi. Berk, giriş katındaki kanepede uzanmış, televizyon izliyordu. 7 yaşındaki kızları odasındaydı, Sorgül Güven Berk ise üst katta 3 yaşındaki küçük kızlarıyla ilgileniyordu.

Bu sırada 16 yaşındaki Somalili tetikçi Hamse Omar, iki sokak ötede taksiden indi. Taşıdığı çantada kalaşnikof silah ve şarjörler vardı. Cep telefonundaki konum Berk’in eviydi ve o iki katlı eve doğru yürüyordu. Cep telefonundaki şifreli mesajlarda kalaşnikof ile cinayet karşılığı aldığı paralarla verdiği pozlar vardı.

Çocuk tetikçi Omar, saat 01.00’de iki katlı evin önüne geldi ve çantadaki kalaşnikofu çıkarttı. Evin cam kapısını ateş açarak kırdı ve içeri girdi. Kanepeden kalkıp kaçmaya çalışan Berk’e kurşun yağdırdı. 12 kurşun isabet eden Berk hayatını kaybetti. Katil, üst kata çıktı ve bebeğini kucağına alıp korumaya çalışan Songül Güven Berk’e ateş açtı. Anne sırtından iki kurşunla vuruldu, bir kurşun onun vücudundan geçerek çocuğa isabet etmişti. Anne ve çocuğu ağır yaralandı, şans eseri hayatta kaldılar.

                                       Hamse Omar

ÇOCUK TETİKÇİLER ÇETESİ

16 yaşındaki tetikçi kaçıp izini kaybettirdi. Ancak ertesi akşam yine elinde kalaşnikof ile ortaya çıktı. 20 yaşındaki İsveç vatandaşı sanatçı Liza Britzelli ve 60 yaşındaki annesini evlerinde kurşun yağmuruna tutarak öldürdü. Omar, bu saldırıdan sonra takside yakalandı. 28 suç kaydı bulunan tetikçi, ıslahevinden kaçıp dehşet saçmıştı. Telefonundaki şifreli mesajlar çözüldü ve suç ortaklarının da iki çocuk olduğu belirlendi. Tetikçi ile aynı ıslahevinde kalan 15 yaşındaki Antony Falk, suç için anlaşma yapmış ve kişi başı 150 bin kron para almışlardı.

Antony Falk ile İsveç vatandaşı 16 yaşındaki kız çocuğu Olivia Carlsson silahı temin edip tetikçiye ulaştırmıştı. Somalili Omar’ın cinayetleri işlediği akşamlar, Antony Falk ile Olivia Carlsson pahalı markaların mağazalarında alışveriş yapıyor ve bu anları sosyal medyadan paylaşıyorlardı. Olivia Carlsson alışveriş paketleriyle paylaşımlar yaparken “Evet mafya babasının karısıyım” yazmıştı. Bu sırada Antony Falk çete üyesine “Omar yakalanıncaya kadar öldürmeye devam edecek” diye mesaj göndermişti.

Cinayet emrini çocuk tetikçi çetesine 21 yaşındaki Kardo Fatah vermişti. Fatah, Rawa Majid’in yani Kürt Tilkisi çetesinin üyesiydi. Evinde çetenin Tilki sembolü olan yüzüğü bulundu. Uyuşturucu baronu Majid daha önce defalarca çocuk tetikçileri kullanmıştı. Çünkü İsveç yasaları gereği çocuklara düşük cezalar verilebiliyor. Berk’i öldürenler itirafta bulunmadı, konuşmadılar. Çünkü çetelerden korkuyorlar. Tetikçi Omar’a 12 yıl hapis cezası verildi, indirimlerle 8 yıl hapis yatacak. Falk ise 10 yıl hapis cezası aldı, 6 yıl hapiste kalacak. Carlsson ise ıslahevinde 2 yıl 2 ay tutulacak. 21 yaşındaki Azmettirici Fatah ise 16 yıl hapis cezası aldı.

İsveç savcılığı cinayetlerin Majid ile İsmail Abdo’nun savaşı nedeniyle işlendiğini tespit etti. Ancak Berk ve bir gün sonra katledilen iki kadının bu çetelerle hiçbir bağlantısı yoktu. İsveç’te Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı katledilirken İsveçli çetelerin Türkiye’deki sefasını hatırlamalıyız.

Rawa Majid’in parmağında tilki yüzüğü görünüyor.

İsveç’te dehşet saçan Majid’e 2020’de operasyon yapılmıştı. Ancak çoktan ülkeyi terk etmişti ve hakkında uyuşturucu kaçakçılığı suçundan kırmızı bülten çıkarılmıştı.

VATANDAŞ YAPILMIŞTI

15 Nisan 2022’de Marmaris’te bir bankta içinde 12 bin dolar olan çantasını unuttu. Karakola çağırılıp çantası teslim edilirken polis şüpheli davranışlarını fark etti. Marmaris’teki villasına yapılan baskınla gözaltına alındı. Majid’in Kırmızı Bülten ile aranırken Miran Othman adıyla Türkiye vatandaşı olduğu ortaya çıktı. Tutuklandı ancak İsveç’e iade edilmedi. Aksine 4 ay cezaevinde kaldıktan sonra Bodrum Adliyesi’ndeki duruşmada tahliye edildi. İsveç’te her gün manşetlerde olan Majid, Bodrum’da villa, İstanbul Sarıyer’deki Ağaoğlu Maslak 1453 Sitesi’nde daireler ve işyerlerine sahipti. Kara parasını kolayca aklayıp üstüne vatandaşlık almıştı.

Sadece o değil, sağ kolu İsmail Abdo da Türkiye’deydi. Ailesi İsveç’te manav olduğu için ‘Çilek Adam’ lakabıyla anılan Abdo, Kırmızı Bülten ile aranırken Türkiye’ye kaçmıştı. Kökleri Türkiye’de bulunan Kürt bir ailenin oğluydu.

İSTANBUL’DA ÇATIŞTILAR

2023 yılında Rawa Majid ile ortağı İsmail Abdo’nun arası bozuldu. Parayı paylaşamıyorlardı. İsveç’te başlayan savaş, Türkiye’ye sıçradı. Ferhat Berk’in Stockholm’de öldürülmesinden sadece bir hafta önce Abdo’nun adamları, Ağaoğlu Maslak 1453’teki lüks kafede oturan Majid’in adamlarına silahlı saldırı düzenledi. Bir kişi yaralandı. Siteden kaçan 6 İsveçli, polis tarafından yakalandı ve tutuklandılar. Bu saldırıdan bir gün sonra Majid’in tetikçileri, İsveç’in Uppsala kentinde yaşayan Abdo’nun 60 yaşındaki annesini yaşadığı villada vurarak öldürdü. İsveç’te bir hafta içinde çok sayıda silahlı ve bombalı saldırı düzenlendi.

Bu çetelerle hiçbir ilgisi olmayan Ferhat Berk de bu savaşın masum kurbanı oldu.

Ancak bitmedi. 18 Mart’ta Majid’in Türkiye kökenli İsveç vatandaşı iki tetikçisi, Sarıyer’deki bir kafede Abdo’nun adamı olan İsveç vatandaşı Mazlum Ayrancı’yı silahla vurarak öldürdü.

                            Mazlum Ayrancı

KEFALETLE BIRAKILDI

Rawa Majid’in Türkiye’de olup olmadığı bilinmiyor, belki de halen Türkiye vatandaşı. İsmail Abdo ise 27 Mayıs’ta Adana’da polisin durduğu bir otomobilde yakalandı. Çelik yelek giymişti ve üzerinde namluya mermi sürülmüş halde ruhsatsız bir tabanca vardı. Tutuklanmıştır diye düşünüyorsunuz değil mi? Hayır. Adana’daki sulh ceza hâkimi, Abdo’yu 20 bin TL kefaletle serbest bıraktı. Ona Ferhat Berk’in öldürülmesi sorulmadı bile.

                       İsmail Abdo 20 bin TL kefaletle bırakıldı.
İsmail Abdo’nun üzerinden silah ve çelik yelek çıktı.

İsveçli çeteler Türkiye’de cirit atmaya devam ederken Berk’in Diyarbakır’da yaşayan ailesi “Neden öldürüldü?” diye soruyor. İsveç polisi, Berk’in ailesine “Çete ‘Berk’ soy isimli Konya Kulu nüfusuna kayıtlı bir kişiyi öldürmek istiyordu. İsim benzerliği nedeniyle Ferhat Berk’i öldürdüler” diye açıklama yapmış. Ancak Ferhat Berk’in muhasebeci olan kayınpederinin eşinin önüne iki hafta önce bomba atılmış. Ferhat’ın katledildiği gece ise Ferhat’ın bir baldızının evi yakılmak istenmiş. Bu kara para aklama iddialarını akla getiriyor. Çetelerin muhasebe şirketi sahibi olan Ferhat’ın kayınpederinden haraç almak istediği de öne sürülüyor.

‘YASINI TUTAMIYORUZ’

Berk’in ağabeyi Rohat Berk, “Ferhat dünya iyisi, eğitimli bir insandı. Yanında küfürlü konuşulsa giderdi. Hiçbir suça bulaşmadı. Biz neden öldürüldüğünü bilmediğimiz için yasını bile tutamıyoruz. Aklımızdaki ‘Neden’ sorusu silinmiyor, acımız dinmiyor. Annemi ayda bir yoğun bakıma kaldırıyoruz. Vatandaşlık verilen bir suçlunun çetesi, evladımızı öldürdü ama Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Ferhat’a adalet için adım atılmıyor. Lütfen yetkililer bize bir yanıt bulsun” diyor.

Timur Soykan / BİRGÜN


soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -18 Eylül 2024-

AKP'nin yeni müfredatı ve yeni ders kitapları (VI):Türk Dili ve Edebiyatı TKP’li Eğitim Emekçileri Müfredat Komisyonu- 

TKP'li Eğitim Emekçileri Müfredat Komisyonu, yeni müfredatın ders kitaplarını sırasıyla mercek altına alıyor. Dosyanın bu bölümünde Liselerdeki Türk Dili ve Edebiyatı ders kitaplarını inceliyoruz.

Geçtiğimiz dönem sonunda AKP, "Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli" başlığı altında müfredatın gericileşmesine yönelik ciddi müdahaleleri olan bir model açıkladı. Bilimsel ve laik eğitime mesafeli akademisyenler ile yandaş sendikalarda üye öğretmenler tarafından hazırlanan bu model, AKP’nin kendi anlayışında nesiller yetiştirmeye devam ettiğini gösteriyor.

Derslerin genel itibariyle bilimsel/analitik düşünebilen, dünyayı doğru kavrayabilen, evrensel değerlere sahip olan öğrenciler değil; “ilme ulaşan, belagat sahibi, girişimci, manevi sağlığını koruyan” nesiller yetiştirmek üzere düzenlendiği görülüyor. Modelin eğitim yerine kullandığı “maarif” sözcüğüne bakılarak da anlaşılacağı üzere; geçerliliği olmayan, tarih olmuş Osmanlıca sözcükleri diriltmek, Osmanlıcı bir eğitim anlayışı ve zihin dünyası yaratmak bu modelin temel amaçlarından. 

Edebiyat kitaplarında Yaşar Kemal'e yer yok

Liselerdeki Türk Dili ve Edebiyatı dersi özelinde baktığımızda; Osmanlıca sözcüklerin her sınıf düzeyinde alabildiğine arttığı, gerici yazarların çoğunlukta olduğu ve dini kavramların öne çıkartıldığı görülüyor. Sabahattin Ali, Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Fakir Baykurt gibi önemli isimler ise dört kitapta da yer almıyor.

Geçtiğimiz dönem kullanılan kitapta Füruzan, Oğuz Atay, Adalet Ağaoğlu, Bilge Karasu gibi modern edebiyatçıların hikâye örneklerine yer verilirken yeni dönem kitaplarında gerici yazarlara yer veriliyor. Toplumcu gerçekçi edebiyat çarpıtılarak anlatılırken, ayrıca Köroğlu, Dadaloğlu, Pir Sultan Abdal gibi önemli halk şairleri de kitaplarda yer almıyor. Hicviye, taşlama konuları bir cümleyle değinilerek örnekleri dahi verilmeden geçiliyor.

Aydınlanma düşmanı karakterler, dini temalı metinler 

10. Sınıf Türk Dili ve Edebiyatı kitabında Ömer Seyfettin’in Mermer Tezgâh hikâyesinde şu ifadeler yer almakta: “Okuryazar takımındandı. Fakat bu faziletini hiç kullanmıyordu. Kütüphanelerin önünden geçerken kendini tutamaz: ‘İşte cahillerin akıl ambarı!’ diye gülümserdi. Onun fikrince kitaplar ‘hakikat’in üstüne gelişigüzel yığılmış birtakım zarif, süslü, kıymetli kerpiçlerdi. Bu kerpiçleri toplayıp bir tarafa atmayan, mümkün değil, hakikati göremezdi.”

12. Sınıf kitabında ise Sâmiha Ayverdi’nin Batmayan Gün romanından bir metin seçilmiştir. Bu metinde de Mermer Tezgâh hikâyesindeki gibi aydınlanma düşmanı bir karakter yer almaktadır:

“Onların mânâsını yakalayabilmek için aklın ve ilmin bana yol göstereceğini, meşale olacağını bilsem, bir bu kadar daha çalışırdım. Fakat ilmin uzun eteği, gene kendi dikenlerinin arızalarına takılarak ileri gitmiyor. Bak mesela sen, İrfan Paşa’nın oğlu, koskoca bir elçi, şu metruk kağıtların sakladığı mânâyı çözemiyorsun.” “Fakat maddenin mekanik hudûdunu aşmadın, bu suretle de rûhî bünyemin teşekkülü hâsıl olmadı. Böylece de yalnız bilginin sathında kaldım. Kazandığım bu sermâye ile hayatta bir mevki sâhibi olabilirim, fakat bir insan olamam.”

Bu sözlerle yazar manevi yönü eksik olan, akla ve bilime göre hareket eden insanların tam olarak insan olamayacağını anlatmaya çalışmıştır. 

Toplumcu edebiyat çarpıtıldı

12. Sınıf hikâye ünitesinde Mustafa Kutlu’nun İkindiyi Kılmak hikâyesi alınmıştır: “Nefes nefese Beyazıt’taki elektrik idaresindesindeyim. Yani yeni bir kuyruktayım. Beyazıt Camii’nden ezan sesi geliyor, tam bu sırada ödeme sırası bana geliyor. Tahsildarın yüzüne dik dik bakıyorum. Parayı ödemiyorum...Elektrikleri kesecekler. Kessinler. Mum alacağım.”

Bu satırlardan Milli Eğitim Bakanlığının öğrencilere kazandırmak istediği kazanımın "insani ihtiyaçlarınızı erteleyin, gerekirse karanlıkta kalın ama namazı kaçırmayın" olduğu görülüyor.  

Mustafa Kutlu’dan sonra kitaba alınan bir diğer örnek ise Zeyyat Selimoğlu’nun Eski Sonsuza Doğru hikâyesi: “Gördün mü? Benimki boşboğazlık. İkindiyi kaçırıyorum, -telaşlanıyor- dedim sana, bu kent çok büyük, yetişemiyorum. Ben çabuk yürüyeyim. Şu arkalarda bir cami olacaktı, orada kılarım ikindiyi. Hadi sana güle güle…”

Aynı kitapta toplumcu gerçekçi hikâye örneği olarak verilen Nezihe Meriç’in Marangozdur Adı Ahmet Ustadır hikâyesinin bir bölümü şöyle: “Ben bataklıkta bir Ahmet ustayım. Grev nedir bilmem Allahıma şükür. Sendika bilmem. Bir dükkanım var benim çarşıda. Köşebaşında. Yadigâr ustamdan. Ustam mı? Ustam ünlü şanlı Aliş ustaydı. Allah rahmet eylesin. (…)
Din demek insanları sevmek demek, hileci olmamak, sevmenin tüm kurallarını yerine getirmek demek.”

Nezihe Meriç tarafından ironik bir şekilde çizilen bu karakter, toplumcu gerçekçi edebiyatta olması gereken düzenin sorunlarını eleştiren ve buna karşı toplumsal çözümleri savunan karakterin tam karşısında yer alıyor. Ne hikâye ne de karakter öğrencilerin toplumcu gerçekçi edebiyatı algılayabilmesi için uygun görünmüyor.

Sabahattin Ali yok ama Zaman yazarı var

11. Sınıf Türk Dili ve Edebiyatı kitabında Fıkra ünitesinde Cemre adlı yazısıyla yine Mustafa Kutlu’ya yer verilmiştir.

“Mevsimlere bağlı takvimde tabiattaki oluşumların insanoğlunu eğittiğini, ona bir ‘zaman şuuru’ verdiğini biliyoruz. …Allah’ı inkar eden modern insan tabiatı düşman bilerek onunla savaşmış, bu savaş alkışlanmış, kazanılan zaferler modern insana bir firavun gururu vermiştir. Ne acı.”

Dört sınıf düzeyinde de hikâyelerine ve yazılarına yer verilen Mustafa Kutlu kimdir?

1986 yılından itibaren ‘Bir Demet İstanbul’ köşesiyle Fetullah Gülen cemaatine ait Zaman Gazetesinde yazarlık yapmış olup şimdilerde köşe yazılarına Yeni Şafak gazetesinde devam etmektedir. Yazılarında ve hikâyelerinde genellikle modernleşen, şehirlileşen ve ‘dini değerleri’ unutan insana eleştirisini dile getirmektedir. Kitapları, Anadolu Mektebi projesi kapsamında İmam Hatip Liselerinde okutulmaktadır.

                                                                   /././

NATO’ya karşı yürüyüş 3. gününde Sakarya’da: 'THTM bir başka ülke hayaliyle yolda'

THTM, NATO’dan kurtulmak için yurtseverleri göreve çağırdı. “Filistin halkı yalnız değildir” sesi Sakarya’da yankılandı.(https://haber.sol.org.tr/haber/natoya-karsi-yuruyus-3-gununde-sakaryada-thtm-bir-baska-ulke-hayaliyle-yolda-395087)

                                                                        /././

'Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya' -Fatih Yaşlı-

"Türkiye’nin sermaye düzeni kendi insanına, kendi halkına, kendi coğrafyasına pervasızca saldıran, kâr ve servet hırsıyla bu ülkeyi yiyip bitiren bir kanser hücresine dönüşmüş durumda."

Kamu bütçeleri sınıfsal metinlerdir, iktidarların vergiyi kimden aldıklarını ve aldıkları vergiyi nereye, nasıl harcadıklarını, yani sınıfsal tercihlerini ve hangi sınıfa hizmet ettiklerini gösterirler. Bu hafta açıklanan 2024 yılı Ocak-Ağustos bütçe gerçekleşmeleri bu iktidarın sınıfsal karakterini bize bir kez daha bütün çıplaklığıyla gösteriyor. 

Önce vergilere bakalım: ilk olarak, bu sekiz aylık dönemde toplam vergi gelirlerinin içerisinde dolaylı vergilerin payı yüzde 67,3’iken dolaysız vergilerin payı yüzde 32,7’de kalmış. Yani toplanan vergilerin üçte ikisi tüketim üzerinden alınırken, servetten, zenginlikten ve gelirden alınan verginin oranı üçte bir olarak gerçekleşmiş. Ayrıca toplam vergi gelirlerinin yüzde 20’si ÖTV’den, yüzde 33’ü KDV’den alınmış, toplanan verginin yarısından fazlasını bu dolaylı vergiler oluşturmuş. 

Peki bu ne demek? Bunun anlamı Türkiye’nin vergi adaletsizliğinin en yoğun olduğu ülkelerden biri olması demek. Çünkü bir ülkede vergi gelirleri içerisinde dolaylı vergilerin payının yüksek, dolaysız vergilerin yükünün ise düşük olması, o ülkede vergi yükünün halkın sırtına, emekçi sınıfların sırtına bindirildiği anlamına gelir. 

Vergiden devam edelim. Yılın ilk sekiz ayında toplanan vergilerin içerisinde kurumlar vergisinin payı sadece yüzde 11,3 olarak gerçekleşmiş; yani toplanan her 100 liralık verginin sadece 11 lirası kurumlardan gelmiş. Peki, bunun anlamı ne? Çok basit: şirketler, holdingler, bankalar, yani fahiş kârlarla çalışan Türkiye sermaye sınıfı doğru dürüst vergi ödememiş, istisnalardan, muafiyetlerden, indirimlerden bolca yararlanmış.

Holdingler vergi ödememiş gördüğümüz üzere, peki gelir elde edenler, kazanç sahipleri ödemiş mi, ödemişse ne kadar ödemiş?

Tüm vergi gelirleri içerisinde gelir vergisinin payı 19,8’i olmuş, yani toplanan her 100 liralık verginin 20 TL’si gelir ve kazançlardan alınmış. Kurumlar vergisinden daha yüksek bu oranın ilk bakışta göreli de olsa adil bir vergilendirmeye işaret ettiği düşünülebilir. 

Ancak öyle düşünürsek ciddi bir şekilde yanılırız; çünkü tabloya yakından baktığımızda durum bambaşkadır. Yüzde 19,8’lik gelir vergisinin sadece 1,49’u beyan esasına dayanmakta, geri kalanı ise stopaj yoluyla alınmaktadır. Yani tüccar, esnaf, serbest meslek sahibi vs. ya son derece düşük gelir ya da zarar beyan etmiştir ve ödemesi gereken vergiyi ödememiştir.  

Peki, gelir vergisini esas olarak kim ödemektedir, stopaj kesintisi kimden yapılmaktadır? 

Stopaj ücretlerden kesilir, yani ücretlinin vergisi otomatik olarak tahsil edilir, çalışanlar ne muafiyetten ne istisnadan yararlanabilir ne de vergi kaçırabilir. Dolayısıyla Türkiye’de tüketim üzerinden alınan vergiler yetmezmiş gibi gelir vergisi yükünün de tamamına yakını ücretli kesimlerin üzerine bindirilmiştir. 

Peki ya harcamalar? Kamu bütçelerinin bir servet aktarımı mekanizması olarak kullanılmasının yolu, kendisinden bilinçli bir şekilde vergi alınmayan kesimlere, yani sermaye sınıfına, emekçi sınıflardan toplanan vergilerin faiz harcamaları yoluyla aktarılmasıdır. 2024 yılının ilk sekiz ayında gerçekleşen faiz harcamaları 764 milyar lira olarak gerçekleşmiştir, yani 22 milyar dolar civarında bir para, sadece sekiz ayda halkın cebinden alınıp faiz olarak sermayenin cebine konulmuştur. 

Bu tablonun bize gösterdiği şey basitçe “vergide adaletsizlik” denilerek geçiştirilemez; bu tablo sömürgeci bir gücün başka bir coğrafyayı işgal edip oranın halkını vergiye, haraca bağlamasına benzetilebilir ancak. Türkiye’nin sermaye düzeni ve onun icra komitesi olarak çalışan iktidar, bu coğrafyaya bir sömürge coğrafya, bu halka da sömürge halk muamelesi yapmaktadır uzun zamandır ve vergi politikaları bu “iç sömürgeleştirme” mekanizmalarının en önemlilerindendir. 

Bu iç sömürgeleştirme süreci, sadece vergilemeye indirgenemez elbette; Türkiye kapitalizminin Türkiye’yi uluslararası kapitalist sistemin içerisine nasıl yerleştireceğine dair makro planına bakmak gerekir esas olarak. O plan Mehmet Şimşek’in defalarca söylediği üzere Türkiye’nin bir “üretim üssü” olarak yapılandırılması, yani bütün bir Anadolu coğrafyasının “küresel fabrika”nın bir parçası haline getirilmesidir. 

“Küresel fabrika”nın Türkiye ayağı olmak ise düşük ücretleri, asgari bir hayatı, sendikasızlaşmayı, esnek çalışmayı, mezarda emekliliği, ranta açılan arazileri, yok edilen ormanları, kurutulan dereleri, mülksüzleştirmeyi, yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin sınırsız bir şekilde yerli ve küresel sermayenin talanına açılmasını sermaye açısından zorunlu kılmaktadır.

Dolayısıyla Türkiye’nin tamamı yerli ve uluslararası sermaye tarafından insanıyla, doğasıyla, madeniyle bir sömürge coğrafyaya dönüştürülmeli, 20 bin lira civarındaki ücret düzeyiyle yaşamaya mahkûm edilmiş milyonlar, küçük bir azınlığın akla hayale gelmeyecek ölçüde ultra lüks hayatlar yaşayabilmeleri için sessiz sedasız bir şekilde köle misali çalışmalıdır. 

İşte şimdilerde ülkenin farklı noktalarında devam eden işçi ve çevre direnişleri, hem bu sömürgeleştirme mekanizmalarının somutlaştığı hem de bu mekanizmaya karşı koyuş biçimlerinin filizlendiği, ete kemiğe büründüğü hadiseler olarak karşımızda durmaktadır. 

Polonez işçilerinin başına gelenlere bakalım örneğin. Polonez, sahipleri tarafından 2021 yılında Ürdün menşeli bir uluslararası şirkete satılan, 400’den fazla kişinin çalıştığı bir gıda firması. Bu uluslararası şirket, sendikaya üye oldukları gerekçesiyle bir grup işçiyi işten çıkartıyor ve işten çıkartılan işçiler en temel hakları için fabrika önünde greve gidiyorlar. Yaklaşık iki aydır süren bu direnişte polisin tavrı, aynı zamanda iktidarın tavrı anlamına geliyor ve polis her seferinde işçilere adeta bir “sınıf kini”nin temsilcisi olarak, sermaye sınıfı adına, hınçla saldırıyor. En son yapılan saldırıda işçilere ters kelepçe yapılması da bu kinin açık bir göstergesi olarak karşımızda duruyor. 

Benzer bir durum Fernas Madencilik adlı şirket için de geçerli. AKP Batman Milletvekili Ferhat Nasıroğlu’na ait olan bu maden şirketinde insanlık dışı koşullarda çalışan işçilerden bazıları sendikalı oluyor ve sonra da işten atılıyorlar. Direnişe geçen işçiler ise günlerdir Polonez işçilerinin başına gelenlerin aynısını yaşıyorlar; yani coplanıyorlar, dövülüyorlar, kelepçelenip gözaltına alınıyorlar. Fernas işçileri, tüm bunlara rağmen direnişlerini Ankara’ya taşımış durumdalar ve şimdi daha çok kişi seslerini duysun, daha çok kişi direnişlerine omuz versin istiyorlar. Onlara başka bir direniş daha eşlik ediyor üstelik; Gaziantep merkezli Akcanlar Tekstil işçileri de haklarını Ankara’da arıyorlar, işçilerin sloganları Ankara sokaklarında yankılanıyor.  

Sadece işçi direnişlerinde değil, çevre direnişlerinde de görüyoruz sermayenin bu coğrafyayı sömürgeleştirmek için gözünü nasıl kararttığını. Geçtiğimiz günlerde Artvin Cankurtaran’da turizm tesisi kurmak için ağaçları kesen şirketin karşısına dikilen Reşit Kibar’ın öldürülmesi bunun en açık kanıtlarından biri. Kibar öldürüldü, azmettirici patronlar hala dışarıda ve Kibar’ın mücadelesini devam ettiren devrimciler de cezaevinde. Tüm bunlara rağmen Cankurtaran’da ve Türkiye’nin başka yerlerinde ülkenin doğasına, ormanına, ağacına sömürge bir coğrafyaya saldırır gibi saldıranlara karşı direnişler devam ediyor. 

Görülüyor olmalı, bugün Türkiye’nin sermaye düzeni kendi insanına, kendi halkına, kendi coğrafyasına pervasızca saldıran, kâr ve servet hırsıyla bu ülkeyi yiyip bitiren bir kanser hücresine dönüşmüş durumda. Vergi vermiyor, vermediği vergiyi halkın sırtına yüklüyor, işçiyi çalışırken öldürüyor, öldürmediğine asgari ücreti ve açlık sınırını reva görüyor, sendikalı olmak isteyen işçiyi copluyor, koluna kelepçe takıp gözaltına alıyor, ormanını koruyan yurttaşı öldürüyor, ırmağını akışını paraya çeviriyor, tarımı bitiriyor, Narin’leri, tertemiz, masum çocukları öldürüyor. Hadi o çok sevdikleri ve yıllarca ekmeğini yedikleri dizelere atıfla söyleyelim; sermaye, bu ülkenin insanını “öz yurdunda garip, öz vatanında parya” haline getiriyor.

Bugün Türkiye’nin sermaye düzenine karşı çıkmak, bu ülkede yaşamanın, bu ülkenin halkı, bu coğrafyanın insanı olmanın ön koşulunu oluşturuyor. İnsana, toprağa, havaya, suya bir işgalci güç gibi, bir sömürgeci güç gibi saldıran bu düzene karşı mücadele, bu ülkeyi taşıyla, toprağıyla, kurduyla, kuşuyla, madeniyle, ırmağıyla sahiplenmekten ve onu yeniden halka ait kılmaya çalışmaktan geçiyor. Bunu ise ancak halkın kendisi yapabilir, Türkiye’de uzunca bir süredir düzenle halk arasında bir beka mücadelesi, bir ölüm-kalım savaşı yaşanıyor, kazanan var olmaya devam edecek, kaybeden silinip gidecek.

                                                              /././

İsrail'in hamisi NATO 'doğuda güçlenmek' için buluştu: İktidar ve muhalefet vekilleri de katıldı

NATO’nun doğu kanadının güçlendirilmesi gündemli toplantısına TBMM’den iktidar ve muhalefet partisi milletvekilleri katıldı. TKP, "Bu İsrail’in Filistin’de sürdürdüğü katliama ortak olmaktır" dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/israilin-hamisi-nato-doguda-guclenmek-icin-bulustu-iktidar-ve-muhalefet-vekilleri-de-katildi)

                                                             /././

Oba Makarna işçileri anlattı: 'Daha önce de yangın çıktı, arkadaşlarımızın parmakları koptu' -Aslı İnanmışık-

Patlamanın yaşandığı fabrikada çalışan ve yakınları yaralanan işçilerin anlattıkları iş güvenliğinin yetersizliğini gözler önüne serdi. İşçiler ayrıca ölü sayısının fazla olduğunu iddia ediyor.

Sakarya’nın Hendek ilçesinde bulunan Oba Makarna fabrikasında dün öğle saatlerinde patlama oldu. Patlama sonrası soğutma çalışmaları sırasında 27 yaşındaki işçi Mesut Şimay'ın cesedine ulaşıldı.

Sağlık Bakan Yardımcısı Halim Özçevik, biri 12 yaşında çocuk, 3'ü itfaiye eri olmak  üzere 30 kişinin patlamada yaralandığını, yaralılardan ikisinin entübe durumda olduğunu duyurdu. Yaralılardan 16'sı tedavilerinin ardından taburcu edildi.

'Daha önce de yangın çıkmıştı'

Yaralı işçilerin yakınlarına ulaştık.

Yaralılardan bazılarının başka şirketlere bağlı çalıştığını, mal almak için oraya gittiği sırada yaralandığını öğrendik. 

İşçilerden biri, 2024 yılı başlarında fabrikanın aynı bölümünde küçük bir yangın çıktığını anlattı. Bu yangının fabrika yöneticileri tarafından pek önemsenmediğini belirten işçi, olayın kamuoyuna yansıtılmadığını, çalışanlara da detaylı açıklama yapılmadığını ifade etti.

"Bizim öğrendiğimize göre yangın elektrikten çıkmış ama kimse açıklama yapmadı. Yaralanan olmadığını biliyoruz" dedi.

'Birden fazla arkadaşımın parmağı koptu'

İşçi, fabrikada pek çok kez iş kazasına şahit olduğunu da aktardı, "Birden fazla arkadaşımın parmağı koptu, kesildi. Bunlar olduktan sonra önlem alınmaya çalışıldı" ifadelerini kullandı.

Çalışma koşullarının kötü olduğunu, çalıştıkları yerlerin hijyenik olmadığını söyleyen işçi, "Kimseyi umursadıkları yok" diye konuştu.

Fabrikanın çok sayıda bölümden oluştuğunu ancak üretimin tamamen durduğunu belirterek, müdürlerinin kendilerine "Biz çağırana kadar gelmeyin" dediğini söyledi.

İşçi, yaralı çocuğunsa babasıyla birlikte TIR'da içeri girdiğini anlattı. Çalışma saatleriyle ilgili de şöyle konuştu:

"Ben 8 saat çalışıyorum, asgari ücret alıyorum. İşçiler 12, 14 saat de çalışabiliyor. Hatta 16 saat çalışan, mesaiye kalan bile var."

'Ölü sayısı daha fazla' iddiası

İşçinin dün yaşanan patlamayla ilgiliyse önemli bir iddiası var: "Bizim duyduğumuz ölü sayısının daha fazla olduğu." 

Somut verilere dayanmasa da, AFAD'a dayandırılan aynı iddia bir başka işçi yakını ve aynı zamanda fabrika çalışanı tarafından da dillendirildi. 

Henüz resmi makamlar Mesut Şimay'ın ölümünü doğruladı.

Savcılıkta soruşturmanın sürdüğünü, gözaltı yapılmadığını biliyoruz.

Oba Makarna'dan yapılan açıklamadaysa, fabrikanın iş güvenliğine ilişkin tüm yasal gerekliliklerin yerine getirildiği iddia edildi.

(soL)

Skandal resmi ilanla ortaya çıktı: Tutuklu baron meğer kaçmış! - Bahadır Özgür / duvaR

Şu sıra adı yeniden gündemde olan kara para aklama, yasadışı bahis ve kumar çetesi lideri olduğu belirtilen Fedlan Kılıçaslan’la ilgili bir skandal ortaya çıktı. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın Kasım 2023’de duyurduğu operasyonda tutuklanan Kılıçaslan, meğer serbest bırakılmış ve ülkeden kaçmış. Bu gelişmeyi bir boşanma davası ilanından öğreniyoruz. Devlet Kılıçaslan’ı bulamıyor!

Türkiye’de kara para ile mücadele edilmediğini biliyoruz artık. Ama öyle skandallara imza atılıyor ki, “bunca olayın üzerine bir de dalga geçiyorlar” demekten kendini alamıyor insan. İşte bunun bir örneği daha...

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın yakalandığını sosyal medyadan duyurduğu, savcılığın tutuklandığını açıkladığı bahis baronu, meğer serbest bırakılmış ve ortadan kaybolmuş. Skandal, bir boşanma davası ilanıyla ortaya çıktı.

                                                         ***

Yasadışı bahis ve kumar ağının önemli bir parçası olduğu belirtilen Fedlan Kılıçaslan’ın adı şu sıra yine gündemde. Galatasaray Spor Kulubü’nün sponsorluk anlaşması yaptığı meritking.news adlı bir internet sitesinin Kılıçaslan ile ilişkili olduğu iddia ediliyor.

Kılıçaslan’ın adını ilk kez herkesin eve kapandığı pandemi günlerinde, Balıkesir Büyükşehir Belediyesi’nin sattığı bir arsa vesilesiyle duyduk. AKP’li başkan tarafından şehrin merkezinde yer alan ve daha önce birkaç kez ihaleye çıkarılıp iptal edilen 8 bin metrekarelik arsa, 26 Ocak 2022 günü satılmıştı. İhaleye tek alıcı olarak giren Golden Money Kuyumculuk 52 milyon 50 bin lira vermişti. Şirket Fedlan Kılıçaslan’a aitti. KKTC’de amatör hakemken aniden memleketi Balıkesir’e milyon dolarlık birisi olarak dönmüştü.

Fedlan Kılıçaslan bir ara Ukrayna’da da gözaltına alınmıştı (solda). Şimdi pek çok internet sitesinde aynı anda yayınlanan paralı haberlerde, teknoloji dehası diye sunuluyor.

İhalenin ardından Kılıçaslan’ın Sermaye Piyasası Kurulu’nca forex dolandırıcılığı ile suçlandığını, Ukrayna merkezli bahis sitelerini yönettiğini yazmıştım. Ve arsanın bir kara para aklama operasyonu olup olmadığını sormuştum. Belediye hemen yazıya erişim engeli getirdi. Kılıçaslan adına bir avukat da erişim engeli kararı aldırdı. Ancak sonradan bunun savcı imzaları taklit edilerek hazırlanmış sahte bir karar olduğu anlaşıldı.

Türkiye’de kuyumcu olarak bilinen Fedlan Kılıçaslan, online bahis ve kumar faaliyetlerini Ukrayna üzerinden organize ediyordu. Şimdi Polonya merkezli kurduğu bir şirket üzerinden yürütüyor.

İşte Kasım 2023’te İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, büyük bir yasadışı bahis operasyonu yapıldığını duyurdu. İzmir, Balıkesir, Manisa, Eskişehir, Mardin, Mersin, Kocaeli, Bursa, Burdur ve Hakkari’de eş zamanlı yapılan operasyonlarda 59 kişi gözaltına alındı, 38’i tutuklandı. Soruşturmaya göre çetenin merkezi Balıkesir’di ve paralar buraya taşınıp Gold Money üzerinden aklanıyordu. Kılıçaslan da şirkette ortaklığı olan eşi ile beraber gözaltına alınıp tutuklandı. Bakanlık kara para aklamaya dair çok sayıda delil ele geçirildiğini bildirdi kamuoyuna.

Peki sonra ne oldu?

Tutuklu olduğunu bildiğimiz Kılıçaslan hakkında medyada büyük bir teknoloji dahisi olduğuna dair aniden haberler çıkmaya başladı. Kimler yoktu ki, haber yapan: Yeniçağ’dan Yeni Akit’e, Onedio’dan Yahoo Finans’a, memurlar.net’ten haberler.com’a internet bu haberle kaynıyor. Öyle ki hepimizin film ve dizilerin dünya çapındaki reytingini merak ettiğinde baktığımız, bu alanda bir saygınlığı olan İMDB’de bile adına ‘yönetmen’ olarak sayfa açılmış. Böylesine para saçıyor yani.

Ancak asıl skandal devletin yargısının bir boşanma davasında verdiği ilan ile ortaya çıktı. 2 Ağustos 2024 günü gazetelerde İstanbul Anadolu 15. Aile Mahkemesi’nin bir boşanma tebligatı yayımlandı. Davalı Fedlan Kılıçaslan’dı.

Eşi F.Z. 2018 yılından beri evli oldukları Fedlan Kılıçaslan’a boşanma davası açmıştı. Gerekçe sürekli seyahat etmesi, eve gelmemesi, çocuğuyla ilgilenmemesiydi. Ayrıca ilanda Fedlan Kılıçaslan hakkında başlatılan soruşturma nedeniyle eşinin de olaya dahil edilip tutuklandığı ve hala sanık olarak yargılandığı belirtiliyordu. F.Z. aylık 200 bin lira nafaka, toplam 20 milyon lira da maddi ve manevi tazminat talep ediyordu.

Mahkeme davaya dair ihtarın ulaştırılması için Fedlan Kılıçaslan’ın adresinin tespit edilememesinden dolayı ilan yayımlamış. Yani devletin kamuoyuna Türkiye’deki en büyük bahis, kumar ve kara para aklama çetesinin baronu olarak duyurduğu isim, serbest bırakılmış. Şimdi de boşanma ihtarı için dahi ulaşamıyor.

Bir bahis baronu daha böylece devletin elinden uçup gitti. Geriye İçişleri Bakanlığı’nın güzel prodüksiyonlarla hazırladığı operasyon duyurusu videoları kaldı.

Bahadır Özgür / duvaR

17 Eylül 2024 Salı

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" - 17 Eylül 2024 -

AKP'nin yeni müfredatı ve yeni ders kitapları (V): Türkçe -TKP’li Eğitim Emekçileri Müfredat Komisyonu- 

TKP'li Eğitim Emekçileri Müfredat Komisyonu, yeni müfredata göre basılan ders kitaplarını sırasıyla mercek altına alıyor. Dosyanın bu bölümünde Türkçe 5. sınıf ders kitabını inceliyoruz.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli öğretim programına uygun şekilde yazılan Türkçe ders kitabı, müfredattaki konuların bilimsel bir yöntemle değil zor olanın çıkarılıp geriye etkinliklerle dolu ama içi bilgi ve öğreticilik açısından boş “Maarif Modeli”nin aynası şeklinde kurgulanmıştır. Türkçe ders kitabı iki cilttir ve 1. Kitap, 2. Kitap olarak adlandırılmıştır.

Kitaba genel olarak baktığımızda önceki yıllarda var olan dilbilgisi konularını ve etkinliklerinin kitaptan çıkarıldığını ya da oldukça azaltıldığını görüyoruz. Bu etkinliklerin yerine konulan sezdirmeye dayalı etkinlikler ise birbirinin tekrarı ve verilen altı saatlik ders süresi için oldukça kalabalık. Milli Eğitim Bakanlığı'nın bu ders kitabının derslerde uygulanması için hazırladığı çerçeve planda ilk hafta “Oyun Durdu” metninin dinlenmesi, etkinliklerinin yapılması ile ilgili yönergeler yer alıyor. Metne yönelik etkinliklerden sonra “tahmin etme” stratejisinin uygulanacağı üç ayrı birbirini tekrar eden benzer etkinlik karşımıza çıkıyor. Tüm bu etkinlikler için verilen süre altı ders saati. Sınıf mevcutları, öğrencilerin hazır bulunuşlukları göz önüne alındığında bu etkinlikleri verilen sürede bitirmenin imkânsız olduğu görülüyor. Kitaptaki birbirine benzer, kalabalık etkinlikler dikkate alındığında “Maarif Modeli”nin sadeleşme hamlesinin kitaplardaki bilimsel bilgiyi yok etmeye yönelik olduğu anlaşılıyor.

Kitaptaki dini vurgular

1. Kitap, sayfa 37, 13. etkinlikte, “Bir yarışmayı kazanmak istediğinizde ne yaparsınız?” diye sorulmuş ve ardından kare kod okutularak şiirin dinlenmesi istenmiştir. Kare kod okutulduğunda Recep Tayyip Erdoğan’ın elinden ödül alan ve Millet Partisi Bursa Nilüfer Belediye Bakanı adayı olan Selami Yıldırım’ın “Anne Bana Dua Et” şiiri ile karşılaşıyoruz. Şiirden sonra sorulan sorularda da günlük yaşamda başarılması gereken işlerde önemli olanın “dua” olduğuna vurgu yapılmış. Bu etkinlik laiklik ilkesine aykırılık oluşturmaktadır.

2. Kitap sayfa 96’da “İnsanların tutum ve davranışlarının doğru mu yoksa yanlış mı olduğuna karar verirken kişisel görüşlerimizi değil, toplumun kabul edip onayladığı kurallardan uygun olan birini esas almalıyız. Örneğin kanunlar, okul kuralları, evrensel kabuller, gelenek ve görenekler, toplumsal ahlak kuralları ve dini kurallar toplumun kabul ettiği, benimsediği kurallardan bazılarıdır” ifadesine yer verilmiştir. Bu ifadeye göre insanların tutum ve davranışlarını değerlendirirken dini kuralların önemli olması gerektiğine vurgu yapılmıştır. 

2. Kitap sayfa 53’te geleneklerin ve bayramların anlatıldığı bölümde, "Her bayramın bayram namazının kılınmasıyla başlaması bir gelenek değil, dini bir gerekliliktir" ifadesi yer almaktadır.

Kitaptaki AKP propagandası

2. Kitap sayfa 86’da yazar Bestami Yazgan’ın "Gülü İncitme Gönül" şiiri yer almaktadır. Söz konusu şiir 21 Mayıs 2017 tarihinde yapılan AKP 3. Olağanüstü Büyük Kongresi’nde AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından okunmuştu. Erdoğan 2019 yılında Ordu’da partisinin aday tanıtım toplantısında da yine Yazgan’ın başka şiirini okumuştu.

2. Ders Kitabı sayfa 72’de yer alan bir kroki çiziminde; sağlık sisteminde yarattığı büyük maliyet ile sık sık gündeme gelen ‘hasta garantili’ şehir hastanelerinin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2018 cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerinden önce "seçim vaadi" olarak gündeme getirdiği, çoğu hâlâ tamamlanamamış millet bahçeleri yer almıştır.
                                                               /././
NATO'ya karşı İncirlik Üssü'ne yürüyüşte ikinci gün: İzmit
İstanbul'dan yola çıkan Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi'nin NATO'ya karşı İncirlik Üssü'ne yürüyüşü sürüyor. İzmit'te yurtseverlerle buluşan temsilcilerin yarınki durağı Sakarya olacak.(https://haber.sol.org.tr/haber/natoya-karsi-incirlik-ussune-yuruyuste-ikinci-gun-izmit-395073)
                                                               /././
DEİK'ten 'Çin' uyarısı: 'Neyi alkışladığımızı bilmemiz lazım, ortaklık aleyhimize'
DEİK Başkanı, Çin'in Kuşak ve Yol projesinin, Türkiye'nin Avrupa'daki lojistik avantajını ortadan kaldıracağını söyledi. Olası BRICS üyeliğiniyse "Bir şeyler alabilme süreci" olarak değerlendirdi.

Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) Başkanı Nail Olpak, her yıl belirli periyotlarda gazetecilerle bir araya geldiği toplantıyı, memleketi Burdur'da gerçekleştirdi.

Patronlara yeni pazarlar bulmak ve mevcut pazarlardaki ilişkileri derinleştirmek için çalışan DEİK Başkanı'nın gündeminde Çin'in "Kuşak ve Yol" projesi vardı.

Asya, Avrupa ve Afrika'yı lojistik ve yol projeleriyle birbirine bağlamayı amaçlayan girişim, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın Haziran ayındaki Çin ziyareti sonrası gündemdeki ağırlığını artırdı. İktidar medyasının bir bölümü projeyi "fırsat" olarak değerlendirirken bir kısmı "Çin'in bir sessiz istila" peşinde olduğunu savunmuştu.

DEİK Başkanı Olpak'ın patronlar cephesinden yaptığı açıklamaysa dengeliydi. Ekonomik imkanlar kadar yitirilebilecek pazarlara işaret edildi, açıkça uyarıda bulunuldu.

'Lojistik avantajımız ortadan kalkacak'

Çin'in, Kuşak ve Yol projesi için şu ana kadar 50-60 milyar dolar harcadığını hatırlatan Olpak, "Çin'in zengin pazara çabuk ve hızlı ulaşmaya çalıştığını" söyledi.

Bugün bir gemi Şahghay'dan Amsterdam'a 40-45 günde gidiyor. Olpak'ın aktardığına göre, 2-3 yıl önce Türkiye'nin yer aldığı projenin Orta Koridor ayağında yapılan bir denemede Şanghay'dan Amsterdam'a 11 günde gidilebildi. Projenin hedefi bu süreyi 7-9 güne düşürmek.

Olpak, bu hedefe yaklaşıldığını kaydederek şöyle konuştu:

"İyi ihracatçı illerimizden Gaziantep'ten yola çıkan bir tır, 3-4 günde Amsterdam'a varıyor ama Çin, 8 güne indiğinde 'en büyük avantajım' dediğimiz lojistik avantajımız ortadan kalkacak. O zaman Çin'in Kuşak ve Yol'unu alkışlarken neyi alkışladığımızı iyi bilmemiz lazım. Oradan gelen tırlar geriye boş gitmeyecek, nasıl dolduracağımı bilmem lazım. En büyük pazarımız olan Avrupa pazarımızda ciddi bir kayıpla karşı karşıya kalacağız."

'Çin'le ortaklığımız 1'e 10 oranında aleyhimize'

DEİK'in konuya ilişkin iki rapor hazırladığını kaydeden Olpak, "Akıllı hareket edersek bu süreci fırsata da çevirebiliriz. Çin en büyük ortağımız haline geldi ama 1'e 10 gibi bir oranla aleyhimizde... Bunu kapatmamız lazım" dedi.

DEİK Başkanı Olpak, "Türkiye'nin BRICS üyeliğine nasıl bakıyorsunuz?" sorusu üzerine, Türkiye'nin BRICS ile ilişkisinin bugün başlamadığını, daha önce gözlemci üye olarak toplantılarda yer aldığını belirterek, "Ekonomik değerlendirmemden ziyade siyasetin bir oyun alanı olarak değerlendiriyorum. Bugünlerde biraz hareketlenmiş görünen, Avrupa ile ilişkiler konusunda yeni bir kart açması gibi..." dedi.

BRICS yorumu: 'Bu bir şeyler alabilme sürecidir'

Daha önce Avrupa Birliği ile yüksek düzeyli ekonomik diyalog toplantıları yapıldığını, Doğu Akdeniz krizinden sonra bu toplantıların iptal edildiğini hatırlatan Olpak, şöyle devam etti:

"Bu yılın başında İstanbul'da, bir ay önce de ismi değiştirilerek Brüksel'de yüksek düzeyli ticaret toplantıları başlatıldı. Bu aslında üstü kapalı bir şekilde 'biz hem dik duruyoruz hem de bir taraftan gelin ufak ufak karşılıklı ısınalım' demenin bir başlangıcıydı. Dışişleri Bakanımızı da gayriresmi dışişleri bakanları toplantısına uzun süre sonra ilk kez davet ettiler. Donan ilişkilerde böyle olumlu bir şeyler görülmeye başlandı. Onların olduğu yerde siyasetin karşılıklı bir kartlaşması şeklinde görüyorum. Bunun kopmaya doğru götüreceği kanaatinde değilim. Türkiye, o ilişkiyi bence dengeli götürebilir. Bunu ifade ederken kimseden herhangi bir sinyal almadığımı söylemek isterim. Bu bir pazarlık, bir şeyler alabilme sürecidir. İki dengeyi de birlikte götürebileceğimizi düşünenlerdenim."

Patronlar hâlâ 'kolaylık' istiyor

Hükümetin yeni Orta Vadeli Programı'nı değerlendiren Nail Olpak, kendisine gazeteciler tarafından sorulan "servet transferi" ifadesinin ekonomi yönetimiyle bir araya geldiği farklı toplantılarda da kullanıldığını söyledi.

İhracat patronlarına sağlanan döviz desteğinin artırılmasını isteyen Olpak, bunun "bütçe dengesini çok da bozmayacağını" söyledi.

Olpak'ın talepleri bununla sınırlı değildi. "Merkez Bankası rezervlerinin iyiye gittiğini her gün dinliyoruz" diyen DEİK Başkanı, ihracatçı patronlara getirilen yüzde 30'luk döviz bozma zorunluluğunda oranın düşürülmesini istedi. Ayrıca küçük ve orta ölçekli işletmeler için kredilerin büyütülmesi gerektiğini savundu.

                                                              /././

Nükleer savaş başlamadan İngiltere durdurulmak zorunda -Çağdaş Gökbel-
Irak savaşında ortaya çıkan barış çığlıklarının, hapsoldukları dehlizlerden çıkıp yükselmesi gerekiyor. Yoksa dünya hızla büyük bir savaşa doğru sürükleniyor gibi görünüyor.

Yeni değil, uzunca bir süredir İngiltere, cesur adımlarla bir dünya savaşı doktrinini uyguluyor. Boris Johnson ve ekibi bu doktrinin adına: ‘Rekabetçi bir Çağda Küresel Britanya’ dedi. İngiltere, dikkatle izlenmesi gereken bir ülke ve sömürgeciliğin geçmişte kaldığı falan yok. Hızla irtifa kaybeden pozisyonlarını korumak için bir üçüncü dünya savaşı çıkarabilirler mi? Evet, buna niyetleri olduğunu zaten askeri kaynaklar dahil olmak üzere defalarca gösterdiler ve ifade ettiler. Bu köşedeki yazılar geriye doğru taranır ve hafızalar tazelenirse aslında nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuz görülür. Tehlikenin tam göbeğinde, yani ateş hattında Türkiye duruyor. İngiltere’nin hedefinde Montrö boğazlar sözleşmesi var, bu artık kimse için bir sır değil. NATO üyeliği, Türkiye için tarihte belki de hiç olmadığı kadar büyük bir güvenlik sorunu. NATO üyeliği, Türkiye’yi bir anda küresel bir savaşın içine yuvarlayabilir. Erhan Nalçacı, kendi köşesinde bu konuyu ele alıyor ve haklı olarak şu soruya işaret ediyor: ‘NATO Türkiye’yi nasıl savaşa sürükleyebilir?

Şimdi, İngiltere’ye yaklaşmadan İrlanda’dan ibretlik birkaç haber vermek istiyorum. Bu haberler kamu bütçesinin liberal yağmacılar tarafından nasıl acımasızca yok edildiğini gösteriyor. Avrupa Adalet Divanı, Apple’ın İrlanda’dan vergi kaçırdığına hükmetti. Alınan kararla Apple, İrlanda’ya toplamda 14 milyar Avro ödemek zorunda. Rakamın büyüklüğünü tahayyül edebiliyor musunuz? 14 MİLYAR AVRO! Bu şirketlerin ülkelerden sızdırdığı verginin bence görünen ve saklanamayan boyutu. Buzdağının altında kim bilir daha neler var? Peki, bu vergiler ödenmeyince ne oluyor? Sonuçta şirketler girdiği ülkede yatırım ve istihdam yaratıyor. Vergi ödemese ne olur ya! Histerileriyle kıvranan alıklara sert yanıtlar vermek gerekiyor. Şirketler vergi kaçırdığı için İrlanda’da evsizlerin sayısı rekor düzeyde artıyor ve 14 bin sınırını geçiyor. Şirketler vergi ödemediği için, yoksul İrlandalı çocuklar üniversiteyi rüyalarında görüyor. Çünkü, ihtiyaçları olan yurtlar ve barınma yerleri devlet tarafından inşa edilmiyor. Elbette sadece meselelere vergi odaklı bakmamak gerek, karşımızda bir sistem var; ancak örnek haber bu olması nedeniyle, odağı burada tutmaya çalışıyorum.1 Şirketlerin kamu bütçesini yağmalamasının yarattığı yıkım çok büyük. İşçi sınıfının çocukları, üniversiteye devam edebilmek için karavanlarda, arabalarda, çadırlarda ya da sokaklarda uyumaya zorlanıyor. Bu ekonomik şartlarda yaşamaya ve hatta okumaya zorlanan çocuklardan gelecekte iyi birer birey olmaları bekleniyor. Kapitalizmde iyiye dair hiçbir şey yok. Sık sık şu soruyla karşılaşıyorum: “Hiç mi iyi bir şey yok, hocam yaaa?” “Yok ulan! Hiç iyi bir şey yok!” Ukrayna savaşı başladı, savaştan kaçan kadınlar Avrupa’da fuhuşa sürüklendi ve yolda kaybolan çocukların akıbeti bilinmiyor. Buna savaşın vurduğu ve ırkçı bir yaklaşımla ‘diğer’ kategorisindeki halkların yaşadıkları dahil değil. Gelelim bir diğer meseleye, bisiklet kulübesi ya da bisiklet park alanı skandalına. Bisiklet mi? Evet, bisiklet. Çevreci ve doğa dostu, aynı zamanda hükümet ortağı Yeşillerin sponsorluğunda, meclis bahçesine bisikletlerin park edilebilmesi için bir alan inşa edildi. Aşağıdaki fotoğraf bu alanın büyüklüğünü ve çapını gösteriyor.

Dublin’de Leinster House'a (Meclis Binasına) yapılan bisiklet otoparkı sadece 18 bisiklet kapasiteli.

Bu bisiklet otoparkının maliyeti ne olabilir? İnsanın aklına pek çok rakam gelebilir. Bu küçük alanın İrlanda devletine maliyeti tam tamına 336 bin avro.2 Elbette İrlanda kamuoyu ayağa kalktı, muhalefet hükümete sorular yöneltti; ancak gelin görün ki koalisyon hükümeti yetkilileri sorumluların telefonlara cevap vermediğini söyledi. Hükümet yetkilileri defalarca şu vurguyu yaptı: ‘Sorumluları bulmak sandığınız kadar kolay değil ve bu karmaşık bir iş’. Kamu bütçesinin böylesine arsızca yağmalandığı bir ülkede toplumsal barış falan olmaz. Bu yağma, neoliberalizmin hüküm sürdüğü tüm dünyada gerçekleşiyor. Yağmanın olduğu yerde, sosyal savaş olur. 

Peki, Apple vergi kaçırıyor, meclis binasına kimin yaptığı belli olmayan bisiklet otoparkının maliyeti binlerce avro tutuyor, bunun suçlusu kim? Elbette mülteciler, elbette göçmenler. Yurt ateşiyle yanıp tutuşanların gerçek hırsızları (sermayedarları) gizlediklerini ne zaman fark edeceğiz? Küresel bir savaş çıkıp, kitlesel yok oluşu yaşadıktan sonra mı? Günün 24 saati sosyal medyayı yalan haber ve nefretle dolduran ülke sevdalılarını bir gün olsun vergi kaçıran şirketlerin önünde gören oldu mu? Dünyanın her yerinde savaşlar çıkaran emperyalist komşularına karşı tek söz ettiklerini duyan oldu mu? Mülteci kamplarını yakmaya çalışanlar, Apple binasının camlarına bir çakıl taşı dahi gelsin istemiyor. Şirketlere kesilen vergi cezaları, muhtemelen onları üzüyor. Ya sermaye ülkeyi terk eder ve istihdam yaratmaktan vazgeçerse diye sözde hayıflanıyorlar.

Gelelim zurnanın en büyük deliğine. İngiltere, artık büyük bir kara delik ve bu delik kapatılmazsa tüm dünyayı yutabilir. İşçi Partisi hükümetinin, bir kâbus hükümeti olabileceğini sevinç çığlıkları arasında söylemiş ve yine huzur kaçırmıştık. Keir Starmer kabinesi, bir savaş kabinesi olabilir ve bu yolda emin adımlarla ilerliyor. Barış görüşmelerini büyük bir marifetle baltalayan İngiltere, ABD’yi uzun menzilli füzeler konusunda cesaretlendiriyor. Ukrayna savaşında sona yaklaşan batı cephesi, Rusya’nın sınır çizgilerini zorlamaya devam ediyor. Peki, uzun menzilli füzeler ki bunlar Moskova’yı vuracak kapasiteye sahip, bu füzeler nasıl kullanılacak? NATO’nun bu işe karışması şart. Karışmadı mı ki? Karıştı ama şu vakte kadar karşılıklı bazı şeyler görmezden gelindi, ancak bu durum başka. İngiltere’nin kışkırttığı şey, büyük bir yıkıma neden olabilir. Füzeleri kullanabilme kapasitesi Ukrayna’da yok. Yıpratma savaşında, İngiltere cephesinden bakıldığında bir sonraki aşamaya geçilmek zorunda gibi. 2025 yılı tüm dünya için kritik bir yıl olabilir. Tıpkı, NATO ve İngiliz askeri kaynaklarının defalarca işaret ettiği gibi. Putin cephesinden yapılan açıklamalara baktığımızda ise değişen bir şey yok. Rusya, bu füzelerin kullanımının NATO olmadan mümkün olamayacağını biliyor ve böyle bir şeyin yanıtsız kalamayacağına işaret ediyor. Bununla da yetinmiyor ve BM’de resmi olarak bunu deklare ediyor. Rusya’ya düşecek bir füze, NATO ile resmi olarak bir savaş anlamına gelecek. Hep tekrar ettiğimiz şeyi bir kez daha tekrarlayalım, tüm bu dehşetengiz senaryoların gerçekleşip gerçekleşmemesi tartışma alanımızın dışında. Buradaki temel sorun, İngiltere’nin her fırsatta hem de nükleer bir güç savaşına dönüşebilecek bir şeyi sürekli kışkırtıyor olması. 

Peki, tüm bu savaş kışkırtmalarının gölgesinde, İngiltere işçi sınıfını ne bekliyor? Tıpkı yukarıdaki vergi ve yağma tartışmalarında olduğu gibi, savaşa ayrılan kamu bütçesinin bedelini yoksullar ödüyor. 2025 yılı için hazırlanacak olan bütçenin, İngiltere’deki yoksullar için acı sonuçları olabileceğini İşçi Partisi Lideri Starmer birkaç kez söyledi. Sir, fedakârlık döneminde olduğumuzu söylüyor. Sanki hiç fedakârlık yapılmıyormuş gibi. Nükleer kapasitenin arttırılması, Ukrayna’da biten mühimmatın tahkim edilmesi, kısacası İşçi Partisi, işçilerin sırtına acımasızca binecek ve kırbacı şaklatacak gibi görünüyor.

Şimdilik bu fedakârlığın boyutları maddi ölçülerle sınırlı. Gelecekte İngiltere’deki yoksulları ve belki de göçmenleri savaşa gitmeye ikna edebilecekler mi, ya da bunu yapmaya zamanları olabilecek mi? Tüm bu soruların cevabını bize zaman gösterecek. Ancak yoksulların ve hâlâ varsa eğer örgütlerin yapması gereken bir şey var ki daha fazla vakit kaybetmeden dünya barışı için harekete geçmek. Irak savaşında ortaya çıkan barış çığlıklarının, hapsoldukları dehlizlerden çıkıp yükselmesi gerekiyor. Yoksa dünya hızla büyük bir savaşa doğru sürükleniyor gibi görünüyor.