T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -24 Eylül 2024-

Özel ama kamucu bir okul modeli: İşçi çocukları da okuyabilsin diye…-Candan Yıldız-

“Başka bir okul mümkün”e inananlar İzmir Bornova’da bir araya geldi, ortaya umut olan bir model çıktı

Okullarda hijyen sorunu var çünkü temizlik personeli bulunamıyor. Zira brüt ücret 8 bin 447 TL ve genel sağlık sigortası dışında sigorta yapılmıyor.

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin okullar açıldıktan ancak üç hafta sonra, “30 bin temizlik personeli alınacak” sözü verse de kervanın yolda dizilmediği bir önemde olmalıydı eğitim ve öğretim…

Bir diğer sorun da devlet okullarında okuyan öğrencilerin yetersiz beslenmesi… Türkiye Okul Yemeği Koalisyonu’nun devlet okullarında bir öğün yemek ve temiz su talebi henüz karşılık bulamadı.

Derin Yoksulluk Ağı’nın 2024 verilerine göre (119 öğrenciyle yapılan anket) öğrencilerin yaklaşık yüzde 50'si okulda geçirdiği uzun saatlerde yalnızca ekmek arası sandviç ve tost yiyebiliyor. Ayrıca okula ev yemeği götüren öğrencilere en çok ne tüketebildikleri sorulduğunda makarna ve pilav cevabı öne çıkıyor. Et, tavuk, yumurta gibi yiyecekleri götürebilen yok.

Tablo böyle…

Oysa başka bir okul, eğitim ve öğretim modeli mümkün…

Alt ve orta gelirli ailelerinin çocuklarını hedefleyen bir okuldan söz edeceğim. İzmir -Bornova’da…

Evet özel okul ama başka bir okul… Kurucu kadro eğitim ve sağlığın temel insan haklarına uygun biçimde ücretsiz sağlanması gerektiğine inanıyor. Buna karşın çocukları paralı okula gönderme alışkanlığının ailelerde bu kadar yaygın olduğu bir sosyal iklimde bir öğretmen, bir işçi çocuğu da iyi eğitim alabilsin diye kolları sıvamışlar. Bu nedenle fahiş fiyatlar yok. Kâr amacı da yok… Çalışan ve öğretmenlerin maaşları ile okulun diğer temel giderlerini ve öğrencilere sunulan yemek giderini ödeyebilmek için belirlenen eğitim ücreti KDV hariç yıllık 105 bin ile 130 bin TL (lise) arasında değişiyor, yemek ücreti ise yıllık 36 bin TL. Bu rakamlar 10 eşit taksitte ödenebiliyor.

Nargile tütünü üreticiliğinden kazandığını eğitime aktaran bir iş insanı, “sadece eleştirmek olmaz, bir model oluşturmak lazım” diyen eğitimcilerle bir araya gelmiş ve ortaya başka bir okul çıkmış.

İçecekleri su, soluyacakları hava, giyecekleri kumaş bile düşünülmüş

Eğitim ve öğretim hayatına bu yıl başlayan Bayetav Okulları’nda öğrencilerin içeceği suyun bile düşünüldüğü, sınıflardaki havalandırmanın dikkate alındığı, okul giysilerinin seçiminde kumaşlardaki toksik madde oranının araştırıldığı, yemeklerin nasıl pişirildiğinin hesap edildiği bir eğitim modeli hedefleniyor.

Öğretmen kadrosunda üst sınıf ailelerin çocuklarının okuduğu en iyi özel okullardan gelenler de var, kamudaki görevinden ayrılanlar da…

Peki, devlette olmanın güvencesini, iyi okulların sunduğu sosyal imkanları elinin tersiyle iten eğitimcileri bu projeye ikna eden şey neydi?

“Asıl amaç kamuya model oluşturmak”

Okulun eğitim koordinatörü İsmail Örnek’ten dinleyelim: “Sistemin işlemediğini görüyorduk. Hem özel okul tarafında hem kamuda. Biraz merhamet yorgunluğu diyeceğimiz bir hali yaşayan öğretmenlerdik. Yani siz bireysel olarak kendi yapabileceklerinizi yapıyorsunuz ama karşınızda sistemsel koca bir sorun var ve yaptığınız şey sadece kendi etki alanınızda kalıyor. Yan sınıfta hiçbir şey değişmiyor. Bir model olma amacıyla yola çıktı Bayetav Okulları… Asıl amaç kamuya model olmak, topluma bir model gösterebilmek. Ben aynı zamanda ebeveynim. Lise sona giden bir kızım ve ilkokula başlayacak bir oğlum var. Acı olan şu ki, lise sona giden kızımın derslerinin hepsine yardım edebiliyorum, oysa edememeliyim… Dolayısıyla bu okul bize şu fırsatı tanıyor: Çağın gerektirdiği bilimsel, demokratik bir eğitim nasıl olur, öğrenci merkezli bir eğitim nasıl olur? Bu konuda model olabilmeyi… Aslında burada hepimiz kamusal eğitimi savunuyoruz, ücretsiz kamusal eğitim herkesin hakkı. Ama ortada hakikaten eğitimine güvenebileceğimiz bir kurum olmadığı için dedik ki böyle bir modeli biz ortaya koyalım ve kamuya örnek olalım. Kamu kendi okullarını ne yazık ki nitelikli okullar ve niteliksiz okullar diye ayırıyor. Dışarıdaki eşitsizlikleri giderebilecek, herkese aynı imkânı tanıyan ve birbirinin benzeri okullar olması gerekirken, bugün kamuda kendi içerisinde, işte LGS sınavlarıyla nitelikli okullar ve öyle olmayan okullar gibi bir ayrıma gitmiş durumda. Bu kamusal eğitimin varlık nedenini tehdit eden bir durum.”

Anaokul tuvaletleri

Yemek listesi bu konuda uzmanlığı olan Bülent Şık’tan

Okulda yemekhane sorumlusu olarak çalışan Mustafa Kurşun da iki çocuğunu bu okulda okutabiliyor…

“Bu okulda asıl derdimiz çocuklarımız sağlıklı besine, onların sağlığını tehdit etmeyen gıdalara ulaşabilsin. Besin listelemesini Bülent Şık hazırladı. Okulun felsefesi güzel. Çok heyecanlıyım.”

Mustafa Kurşun’un adını zikrettiği Bülent Şık’ı biliyorsunuz. Uzun yıllardır çocukların maruz kaldığı kimyasal toksik maddelere dikkat çeken, gıda güvenliği konusunda cesur raporlarıyla tanınan bir akademisyen… O da bu projenin öncülerinden…

“Başka bir okul mümkün” felsefesini bir de ondan dinleyelim…

“Sürece dahil olduktan sonra bir çocuk için çevre ne anlama geliyor, buna kafa yordum. Çevre, bedenimizin dışında kalan her şey. Soluduğumuz hava. Temas içinde olduğumuz yüzeyler. Giydiğimiz kıyafet. Yediğimiz içtiğimiz şeyler. Akademik literatür bilgisi üzerinden konuşursak, insanların çevresel tehdit unsurlarına en hassas oldukları dönem 0- 14 yaş aralığıdır. Bu yaş aralığında Türkiye’de 19 milyon çocuk var. Ağır çevresel kirlenmeden, gıda krizinden, yetersiz beslenme sorunlarından en ciddi hasarı gören, mağdur olan kesim de çocuklar. Burası ise çocuk odaklı bir yer. Daha mimari proje aşamasında, sınıflardaki taze hava sirkülasyonu nasıl olabildiğince hızlı yapılabilir, bunlara kafa yorduk. Kendi mutfağımız olsun istedik. Bunu zaten ben yıllardır savunuyorum. Suya bedava erişim çok önemli. Bunu sağladık. Şebeke suyunu arıtan su ünitelerimiz var. Çocuklar gidip hem direkt çeşmeden su içebilecek, mataraları varsa su doldurabilecek. Çocuklarda gelişimi bozan, yani nörolojik gelişimi, üreme sağlığı sisteminin gelişimini ya da hormonal sistemi kötü etkileyen çeşitli toksik kimyasallara maruziyeti ne kadar azaltırsak çocuğun akademik başarısı da o ölçüde yukarı gitmeye başlıyor. Bunun için okul üniformaları için de kafa yordum. Tekstilci değilim ama kimyacı olduğumu söyleyebilirim. Konuyu araştırmaya başladıkça dehşete kapıldım. Çocuklar okula çıplak gelse daha iyi ya. İnanın abartmıyorum. Ama bilimin söylediği şeylerle uygulama arasında bir optimal nokta bulmak durumundayız. Sağ olsun bir tekstilci dostumuz geldi ve onunla uzun bir toplantı yaptık. Arkadaşlar, giysi seçeceksek kriterler şu olmalı dedik. Bir çocuğun toksik kimyasala en az maruz kalacağı kumaşlardan kıyafetler üretildi. “

Bülent Şık’ın sözünü ettiği çocuk ve doğa dostu mimariyi gözünüzle de görebiliyorsunuz.

Bülent Şık (Akademisyen) - Bora Alaca ( Mimar)

“Okulun felsefesiniz yapı tasarımına yansıttık”

Bu projeye inanan mimar Bora Alaca’ya kulak verelim: “Okulun felsefesini içinize sindirdiğiniz zaman tasarımı bu yönde yapmanız lazım. Yani beslenmeden tutun taze havaya, taze havadan tutun kullanılan malzemenin niteliğine, insanların bunu hak ettiğini düşünüyorsunuz ve bunun yapılabilir olduğunu görüyorsunuz. Biz burada bir okul binası değil de bir yaşam alanı tasarlamak istedik. Burayla ilişkisi olan herkesi sarsın sarmalasın istedik. İlk duygu ev sıcaklığı, koruma sıcaklığının olması üzerineydi. Yapının sadece biçimi değil işlevini de konuşmak lazım. Bir çevre bilincinin verilmesi için birtakım izleri taşıması lazımdı bu yapının. Güneş enerjisinden tutun da atık ayrıştırmaya, sağlıklı beslenmeye bir sürü fonksiyonla beraber bu binanın ihtiyaçları belirlendi ve yapıldı. Ruhumuzu dinlendirmek için değil de bilimin söylediğini dinleyerek işler yaptık. Yağmur suyunu hasat ediyoruz. Suyu doğru kullanmak için bir kültür yaratmaya çalışıyoruz. Aslında okulun felsefesinin yaratmaya çalıştığı kültürü yapıyla birleştirmeye çalışıyoruz. Mesela bizim ısı geri kazanım cihazlarımız var. İçerideki havanın derecesini kullanarak minimum enerjide bir taze hava sağlıyoruz. Klima santrallerimiz taze havayla çalışıyor. Depreme dayanıklılık gibi Türkiye'de ve dünyada gerçek olan bir sorun var. Bunda da bir model teşkil etmek üzere bir çabamız vardı. Türkiye'nin nitelikli deprem mühendisleri ile çalıştık. Umarım bunlar görülür, duyulur ve yapılabilir olduğu ortaya çıkar.”

Okuldan bir kare

“Böyle bir eğitim için şehir değiştiren veliler var”

Ortaokul-lise müdürü Nurcan Sonuç, hayatta durduğu yeri güçlendirecek bu modele inandığı için hayatını tamamen değiştiren öğretmenlerden biri… İstanbul’dan İzmir’e taşınmış proje için. 18 yıldır da İstanbul'da bir özel okulda çalışıyordum. Hani eğitimi nitelikli fakat erişilebilirliği az olan okullardan. Ve aslında orada çalışırken eğitimin ücretsiz olması, sağlığın ücretsiz olması gerektiğini savunan bir yerden kendi okulumuzun dışındaki öğretmen ve velilerle eğitimin dönüşebilmesi için çalışmalar yapan bir yerde duruyordum. Özellikle kurucu kadronun uzun yıllardır hayalini kurduğu şeydi bu. Eğitimci arkadaşlarla bu vizyonda bir şey yapmak için hep bir hayalimiz vardı ama gücümüz yoktu. Sonuçta kolay bir şey değil İstanbul'dan İzmir'e gelmek, hayatı tamamen değiştirmek. Epey güçlü bir nedeniniz olması gerekiyor. Böylesi bir eğitim modeli için şehir değiştiren velilerimiz var. Okulun tüm paydaşlarının sözünün dikkate alındığı ama hep çocuğun odakta durduğu bir model. Velilerimize de söylüyoruz çocuğun iyi olma hali ve ihtiyaçları için sizinle çatışabiliriz diyoruz. Bunu kabul eden insanlar geldi. Öğrencilerin bütünsel ve anlamlı öğrenmesini sağlayacak, dil ve düşünce becerilerini geliştirecek bir eğitim hedefliyoruz.”

“Yabancı değil ikinci dil diyoruz, çocuk yabancıyı kabul etmez”

ABD’de dil konusunda doktorası olan İngilizce öğretmeni Coşkun İşlek’in anlatımlarıyla eğitimin içeriği ve yöntem kafamda daha somutlaştı: “Türkiye'de dil öğrenmeye yönelik travmalarımız aslında küçük yaşlarda başlıyor. Çünkü öğrenmeye karşı olumlu tutum geliştirmemiz gereken dönemlerde biz çocuğu ezbere dayalı, başarmaya dayalı, sürekli hatalarını ön plana çıkaran bir dil modelinden gidiyoruz. Halbuki ana dil olarak İngilizce öğrenen çocukların da bir öğrenme döngüleri var. Bu döngüleri içinde önce duyduklarını doğru algılarlar. Sonra sistematik hatalar yaparlar. Yeteri kadar girdi olduktan sonra sistematik ve analitik olarak yerleştirirler. Bizim burada yapmaya çalıştığımız şey, çocuğun dil öğrenme konusunda baskı hissetmeden dil öğrenmeyi kendi otomatik olarak yapabileceği, diğer öğrendiği şeylerle birlikte algılayabileceği ve birleştirebileceği bütünlüklü bir program oluşturmak. Mesela ben burada programı yaparken İngilizceyi ‘yabancı dil’ olarak belirtmiyorum. Çünkü yabancı olan şey ötekidir. Çocuklar ötekiyi kabul etmez. Burada çocuklara ikinci dil diyoruz.”

Bayetav Okulları kurucu ekip

“Biz bir öğrenme topluluğuyuz”

Okul öncesi ve ilkokul müdürü Yıldız Ayyıldız’ın anlattıkları hayata dair derdi sadece kendisi ve yakınları olmayanlar için bir esin kaynağı…

“Hayatta ayrımcılıkla derdi olan bir insanım. Çocuklar iyi olsun, hayvanlar iyi olsun, kimse dışarıda kalmasın. Bu habitatın üzerindeki herkes adil bir düzeni hak ediyor ve ona ulaşabilsin. Eğitimci olduğum için de eğitim meselesi de ulaşılabilir olsun, erişilebilir olsun. Tüm çocuklar dışlanmadan, ayrımcılığa maruz kalmadan nitelikli eğitime ulaşabilsin. Hep derdim bu oldu. Türkiye'de ve dünyada ayrımcılık ciddi bir sosyolojik sorun. Birçok kimlik üzerinden tanımlamalar yapılıyor ve o tanımın dışında, makbul vatandaş tanımının dışında kalanlar ayrımcılığa maruz kalıyor. Çocuklar da bu eğitim sistemi içinde bazı kimliklerle dışarıda bırakılıyor. Kimse dışarıda bırakılmasın, herkes adil bir eğitime ulaşabilsin diye eğitimciler olarak uğraşıyoruz. Herkesin çeşitliliğinin ve bireysel özelliklerinin hesaba katıldığı bir habitat yaratmak derdimiz. Hepsine aynı ihtiyaçtaymış gibi bakmayan, tek tip öğrenme tasarımına gidilmeyen bir model. Çocuklar söylediklerimizden daha çok yaptıklarımızı öğreniyorlar. Biz birbirimize ayrımcı davranırsak, bizim sözümüz daha barışçıl çıkmazsa çocukların barış dili oluşturması mümkün olur mu? Velilere de aynı şeyi söylüyoruz. Benim çocuğum derseniz aynı dili konuşmuyor olacağız. Bizim çocuklarımız derseniz o dili oluşturabiliriz. Biz bir öğrenme topluluğuyuz.”

Anaokulu sınıfından bir kare

“Çok fazla duvara çarptım, canım acımaya başladı bu çarpmalardan”

Rehberlik ve psikolojik danışmanlık koordinatörü Cemal Yıldız da 20 yıllık kamudaki görevini bırakıp aynı hayali paylaşan öğretmenlerden.

“Çeşitli illerde çeşitli okul türlerinde çalıştım ve okullardaki eksiklikleri sürekli değiştirmeye, dönüştürmeye çalışan bir yanım vardı. Kırılgan gruplar, dezavantajlı gruplar ya da özel falan gibi bir etiketleme yapmak istemiyorum ama hepimiz kırılgan bir grubun içindeyiz aslında. Ya da hepimiz bir dezavantajın özetiyiz. Türkiye zaten böyle bir ülke, böyle bir coğrafya. Onu özel yapmanıza gerek yok. Her öğrendiğim tekniği, her öğrendiğim stratejiyi, her öğrendiğim bilgiyi, beceriyi okulumda diğer öğretmenlerle paylaşmaya çalıştım. Ama çok fazla duvara çarptım. Canım çok acımaya başladı bu çarpmalardan. Bir buçuk senedir bu fikrin içerisindeyim. Ama gördüğüm tek şey şu: Gerçekten diri bir dayanışma. Bu okulun bir arada nasıl yaşarız hikayesini ayakta tutan şey dayanışma.”

Sınıflardan bir kare

Gelelim bu hayal için maddi birikimini ortaya koyan, sürdürülebilir noktaya gelene kadar okulu finanse eden isme…

Görünür olmayı sevmediğini söyledi ama az da olsa konuştu. Akdeniz’de doğmuş, Ege’de bir köyde büyümüş. Küçük yaşta tütün tarlalarında çalışmış. Üniversiteden devrimciliğe oradan da tütün ekspertizliğine, fabrika sahipliğine uzanan bir hayatı var. Bir arada yaşama kültürüne hizmet edebilecek her projeye elini uzatıyor. Hayatı değiştirip dönüştürmeyi devrime ertelemeyen bir sol özeleştirisi gibi…

Epey uzattım. Ali Rıza Çelik’in ilginç hayatı da yarına kalsın…

                                                        /././

Yabancı sermayede oynaklık ve faiz -Ercan Uygur-

Türkiye’ye giren yabancı sermaye, geldikten kısa bir süre sonra kârını yapıp çıkabiliyor. Sonra riskleri tartıp bir kez daha giriş yapıyor ve kârıyla yine çıkıyor. Bu tür dalgalanmalarla politika uygulamak kolay değildir.

Başta ABD ve AB olmak üzere, birçok gelişmiş batı ülkesinin/bölgesinin merkez bankası Eylül ayında politika faizini düşürdü. İsviçre Merkez Bankası’nın (SNB) de iki gün sonra faizi düşürmesi bekleniyor.

Diğer merkez bankalarının tersine bir yol izleyen Japonya Merkez Bankası (BOJ) ise, faizi 2024 Mart ve Temmuz’undan sonra üçüncü kez yükseltme olasılığını açıkça belirtmişti. Buna karşılık, eylülde faizi değiştirmedi.

Diğer ülkelerin faiz politikası bizi neden ilgilendirsin? Çünkü bu politikalar sermaye hareketlerini ve Türkiye’ye yönelik kısa vadeli döviz giriş-çıkışlarını etkiliyor. Bu yazıda önce kısaca Japonya’daki faiz gelişmelerini irdeliyorum.

Sonra bu gelişmeler ışığında Türkiye’ye kısa vadeli yabancı para giriş-çıkışlarını, yani portföy hareketlerini ele alıyorum. Bu para hareketlerinin bazı özellikleri, özellikle oynaklığı dikkatimi çekiyor.

Japonya’da siyaset ve faiz politikası

BOJ’nin faizi 20 Eylül 2024’te değiştirmemesinin bir nedeni, Japonya’da iktidardaki Liberal Demokrat Partinin (LDP) genel başkanının değişecek olmasıydı. BOJ, faiz ve siyaset kararları aynı dönemde olmasın, birbirine karışmasın istedi.

LDP kongresi 27 Eylül’de toplanacak ve ülkenin başbakanı da olacak olan partinin genel başkanını seçecek. Şimdiki LDP Genel Başkanı ve Başbakan Fumio Kishida, bu görevleri üstleneli 3 yıl bile olmadı ve bir genel seçimden başarılı çıktı.

Buna karşılık LDP, Japonya’daki 2024 ara seçimlerinde başarılı olamadı. Ayrıca, yapılan anketlerde, Kishida ve yönetimi olumsuz puanlar alıyordu.

Bunun üzerine Kishida tüm görevlerini eylülde bırakacağını açıkladı. Böyle görev bırakma, seçime girmeme, başka birçok ülkede, örneğin 2023’te yapılan başkanlık seçiminde Arjantin’de de oldu. Bizler için çok şaşırtıcı ve mutlaka belirtmeye değer.

Özellikle son yıllarda yaşadığı tüm başarısızlıklara karşılık, Türkiye’de iktidar ve Cumhurbaşkanı Erdoğan hiçbir olumsuzluk yokmuş gibi görevine ve harcamalarına devam ediyor. Üstelik bir sonraki dönemde de ısrarla görevini sürdürmek istiyor.

Gelelim Japonya’nın faiz politikasına. BOJ, çok uzun yıllardır uyguladığı eksi faizi de içeren aşırı gevşek para politikasını 2024 Mart’ında bıraktı, küçük bir faiz artışı ile faizi artıya geçirdi ve bu politikayı sürdüreceğini açıkladı. Nitekim, temmuzda bir küçük faiz artışı daha yaptı.

Bu politika dönüşünün olacağını 2023’te BOJ Başkanı olan Kazuo Ueda yıllar önce açıklamıştı aslında. Kendisi başkan olduğunda politikanın değişeceği biliniyordu.

Buna karşılık, Japonya’nın küçük faiz artışları, düşük faizli Yen ile yüksek faizli dolar gibi diğer paraların ticaretini (carry trade) yapanlara para ve sermaye piyasalarında önemli sarsıntılar yaşattı. Dolardan Yene geçişler oldu, Yen değer kazandı. Dolar/Yen kuru BOJ politika beklentilerine göre dalgalı bir seyir izlemeye başladı.

Para ticareti yapanlar çok büyük miktarlar ile işlem yapıyorlar ve etkileri çok büyük. Örneğin, yalnızca Japonya’dan Yen ile yapılan ve bu tür ticarete konu olan miktarın   en az 15 trilyon dolar olduğu tahmin ediliyor.

Şimdi Japonya’nin faiz politikası ile ilgili merakla yanıtı beklenen soru şu; LDP’nin genel başkanı kim olacak? Soru önemli çünkü genel başkan adaylarının para ve faiz politikası yaklaşımları farklı.

LDP genel başkanlığına aday olan dokuz aday var, ancak kazanabileceği düşünülen aday sayısı üç. Bu üç adaydan birincisi Sanae Takaichi, şimdiki ekonomi Güvenliği Bakanı. Seçilirse Japonya’nın ilk kadın başbakanı olacak.

Takaichi BOJ’nin faizi erken yükselttiğini, artık faiz artışına gerek olmadığını ve gevşek para politikasının sürmesinin uygun olduğunu söylüyor. Eğer seçilirse, BOJ’nin şimdiki sıkı para politkasının sürdürülmesi zor görünüyor.

Elbette Takaichi BOJ’ye politika dikte edemez, ancak birbirine zıt görüşler sürerse, BOJ Başkanı Ueda istifaya zorlanabilir. En azından daha zonraki BOJ başkanı gevşek para politikası izleyecek birisi olabilir.    

İkinci aday önceki dönemin Savunma Bakanı Shigeru Ishiba. Kendisi BOJ’nin şimdiki politikasının doğru olduğunu, ancak yine de deflasyon tehdidinin tümüyle ortadan kalkması gerektiğini söylüyor. Diğer bir ifadeyle, BOJ, faiz artışında dikkatli olmalı.   

Üçüncü aday önceki dönemin Çevre Bakanı Shinjiro Koizumi. Bu aday, BOJ’nin şimdi uyguladığı para politikasını tümüyle desteklediğini ve BOJ’nin bağımsızlığına saygı göstermek gerektiğini vurguluyor.

Bir kez daha belirteyim; birkaç gün sonra seçilecek LDP Genel Başkanı ve Japonya Başbakanı BOJ’nin faiz ve para politikasına müdahale edecek değil. Ancak yakın gelecekteki Japonya faiz, para ve maliye politikaları konusunda önemli bir belirsizlik olduğunu da kabul ettmek gerekir.  

İşte bu belirsizlik, kısa vadeli portföy hareketlerinde dalgalanmalar yaratıyor. Diğer yandan, uluslararası sermaye hareketlerindeki dalgalanmalar yalnızca Japonya kaynaklı değil elbette.

Türkiye’de kısa vadeli sermaye hareketleri ve faiz

Nereden kaynaklanırsa kaynaklansın, küresel sermaye hareketlerindeki oynaklık Türkiye’deki portföy hareketlerinde önemli etki yaratıyor. Türkiye’yi döviz giriş-çıkışı bakımından önemli ölçüde etkiliyor.

Bu oynaklığı Şekil 1’de izleyebiliyoruz. Bu şekilde hisse senetlerine ve Devlet İç Borçlanma Senetlerine (DİBS) yönelik net portföy hareketlerini görüyoruz. Belirteyim, DİBS dışındaki diğer senetlerin, örneğin özel kesim senetlerinin değeri çok düşük olduğu için şekilde yer almıyor.

Türkiye’de ekonomi politikaları 2023 Haziranından başlayarak değişti. Görüldüğü gibi, hisse senetlerinde de borçlanma senetlerinde de 2024 Nisan ayına kadar anlamlı bir değişiklik yok.

Nisan ayından başlayarak girişler artıyor, ancak önemli çıkışlar da yaşanıyor. Bu dalgalanmaların TCMB davranışlarına ve döviz rezervlerine de yansıdığı bellidir. Örneğin, TCMB’nin döviz kurunu belli bir bant içinde tutacağı mesajını verdiği kolayca anlaşılıyor.   

Eğer Japonya’da para politikasında sıkılaşma devam ederse, sermaye hareketlerinde dalgalanmaların süreceği ve belirsizliklerin artacağı bellidir.

Öyleyse, ABD, AB ve diğer batı ülkelerinin faiz indirimleriyle TCMB ve diğer gelişmekte olan ülkelerin merkez bankaları için yarattıkları hareket alanı çok da değişmeyecek görünüyor.

Kaynak: Tradingeconomics

Not: Faiz verileri genellikle Eylül, enflasyon verileri genellikle Ağustos içindir. 

Halbuki, Tablo 1’de görüldüğü gibi, Türkiye’nin politika faizi diğer ülkelere göre artık oldukça yüksek kalmıştır; dünyadaki en yüksek ikinci faizdir.

Şöyle bitirelim:

1) Türkiye’ye giren yabancı sermaye, geldikten kısa bir süre sonra kârını yapıp çıkabiliyor. Sonra riskleri tartıp bir kez daha giriş yapıyor ve kârıyla yine çıkıyor. Bu tür dalgalanmalarla politika uygulamak kolay değildir.

2) Sermaye hareketlerindeki dalgalanmalar yalnızca Japonya gibi diğer ülkelerin faiz/para politikaları ile ilgili değildir elbette. İçeriden kaynaklanan önemli belirsizlikler de var. Bunlardan birisi “itibar yaratmak” üzere yapılan çok yüksek kamu harcamalarıdır.  

3) Bir değeri de bu harcamaları ve anayasaya bile uyulmadığını gözleyen vatandaşların politikalara ve uygulayanlara güvenmemesi ve böylece enflasyon beklentilerini yüksek tutmasıdır.                                          

                                                                /././

Fiş/fatura almayanlara kesilecek cezanın tebliği ve nasıl (kısmen) silineceğine ilişkin…-Murat Batı-

Tebliğ evrakının pusulanın yapıştırıldığı tarihten itibaren 15 gün içerisinde muhatabı tarafından alınması hâlinde alındığı günde, bu süre içerisinde alınmaması hâlinde ise 15’inci günde tebliğ yapılmış sayılır. Süreyi kaçırırsak haklarımız da yanar, aman dikkat…

2 Ağustos 2024’te yürürlüğe giren 7524 sayılı Kanun ile fiş/fatura almayana kesilecek ceza tutarı artırılmış ve ilgili maddede (VUK m.353/3) değişiklikler de yapılmıştı. Her ne kadar fiş/fatura alma konusunda mevzuatta bir yükümlülük olmasa da -ki bu hususu geçen gün bu yazıda belirtmiştim- Vergi İdaresi fiş/fatura almayanları tespit ettiğinde bu kişilere 5 bin lira özel usulsüzlük cezası kesecek. Buna hazırlıklı olun. Ama bu cezadan büyük oranda kurtulma yolu var. Az sabır…

Olası bir durumda fiş/fatura almadınız diye kesilen 5 bin lira ceza size tebliğ edilmeli ki siz de bunu ya dava konusu yapabilin ya idareden indirim talep edebilin ya da ödeyebilin. Bu nedenle bu cezanın size usulünce tebliğ edilmesi oldukça önemli.

2 Ağustos 2024 tarihinden önce fiş/fatura almadığınız tespit edildiğinde kesilen ceza, bir tutanakla tespit edilir ve tutanağın bir nüshası size verilip -tutanak, ihbarname yerine geçerek- tebliğ edilmiş olurdu.

Ancak 2 Ağustos tarihinde yürürlüğe girecek şekilde yapılan değişiklikle ceza kesilene yapılacak özel tebliğ hükmü maddeden (VUK m.353/3) çıkarıldı. Yani ceza kesilmesi anında size tutanağın verilmesi tebliğ yerine geçmeyecek artık.

Bu çerçevede kesilecek cezanın muhataba nasıl tebliğ edileceği hususuyla alakalı maddede yeni bir açıklamaya yer verilmediğinden 2 Ağustos tarihinden itibaren bu şekilde kesilecek cezalara ilişkin genel tebligat hükümleri geçerli olacaktır.

Daha basit bir ifadeyle Vergi Usul Kanunu’nda geçerli olan tebligat hükümleri burada da geçerli olacaktır. Ancak ceza kesilen kişinin mükellefiyet durumuna göre bazı farklılıklar oluşacaktır. Çok dikkatli okumanızı önereceğim zira bu yazacaklarımı bilmemek mazeret sayılmayacak.

O nedenle detaylarını birlikte irdeleyelim…

Tebligat, ihbarname ile yapılacaktır

Fiş/fatura almayan kişiye düzenlenen tutanakla birlikte o kişiye kesilen ceza, bir ceza ihbarnamesi ile tebliğ edilmesi gerekecektir. VUK m.366 kesilen vergi cezaları ilgililere ceza ihbarnamesi ile tebliğ edilir hükmü ile açıkça belirtmiş bunu.

Peki bu ihbarname nasıl tebliğ edilecek? Bunun cevabı ceza kesilenin durumuna göre değişiklik gösterecektir.

Şöyle ki…

Mükellefiyeti bulunanlara tebliğ

Ceza kesilen kişinin avukatlık, mali müşavirlik gibi bir serbest meslek faaliyeti ya da restoran işletmecisi gibi ticari faaliyetinden dolayı mükellefiyeti varsa bağlı olduğu (iş yerinin olduğu) vergi dairesince; ticari kazanç, serbest meslek kazancı vs. gibi bir mükellefiyeti yoksa ikametgahının olduğu vergi dairesince ihbarname düzenlenir ve tebliğ edilir.

Ceza kesilen kişinin ticari kazanç, serbest meslek kazancı vs gibi mükellefiyeti varsa yani elektronik tebligat adresi varsa o kişiye tebligat, elektronik olarak yapılır. Elektronik ortamda tebliğ, belgenin elektronik posta adresine ulaştığı günü takip eden 5’inci günün sonunda tebliğ olmuş sayılır. Tebliğe elverişli elektronik adres kullanma zorunluluğu getirilen ve kendisine elektronik ortamda tebliğ yapılabilecek olanlar aşağıda belirtilmiştir. Bunlar:

Kurumlar vergisi mükellefleri

- Ticari, zirai ve mesleki kazanç yönünden gelir vergisi mükellefiyeti bulunanlar (Kazançları basit usulde tespit edilenlerle gerçek usulde vergiye tabi olmayan çiftçiler hariç)

- İsteğe bağlı olarak kendilerine elektronik tebligat yapılmasını talep edenlerdir.

Mükellefiyeti bulunmayanlara tebliğ

Yukarıda belirttiğim gibi elektronik tebligat zorunluluğu olmayanlara yani emekli Ahmet Amca’ya ya da öğrenci Ayşe Hanım’a tebligat posta yoluyla yapılacaktır. Posta ile yapılan tebligatların iadeli taahhütlü şekilde yapılması gerekmektedir. Bu şekilde yapılan tebligatın önemi, tebliği alacak olacak kişinin tebliğ alındısını imzalaması ve bir nüshasının ise vergi dairesi kayıtlarına konulmasıdır. Yani ispat aracı olarak kullanılması şarttır. Bu durumda tebliğe konu işlemin hukuken bir sonuç doğurması sağlanmış olur.

Tebliğ yapılacak adres ise muhatabın bilinen adresine yapılır. Genel olarak bu adres ise MERNİS olarak bilinen merkezi nüfus idaresi sistemidir.

Tebliğ edilmenin önemi ise haklarımızı aramamız için bize verilen sürenin başlamış olmasıdır.

Şöyle ki, tebliğ edilen evrak vergi/ceza ihbarnamesi ise mükellef, tebliğ tarihinden itibaren 30 gün içinde duruma göre ya dava açar ya cezada indirime başvurur ya da uzlaşmaya gidebilir.

O nedenle tebliği aldığınız evrak üzerine yazılan alındı tarihi çok önemlidir, aman dikkat...

Evde yoksam tebliğ evrakı posta kutusuna mı bırakılacak? Hayır elbette. Kapıya bir pusula bırakılacak.

Şöyle ki…

Kapıda bir pusula görürseniz dikkat edin, görmezden gelmeyin

VUK m.101/3’te sayılan Nüfus Hizmetleri Kanununa göre oluşturulan adres kayıt sisteminde bulunan yerleşim yeri adresinde tebliğe çıkılan hallerde, tebliğ yapılacak kişinin adresinde bulunamaması durumunda (bulunamama durumu o adresten geçici ayrılmaları da kapsar) durum, posta memuru tarafından tebliğ alındısı üzerine yazılır ve en az 15 gün sonra yeniden tebliğ çıkarılır. İkinci defa çıkarılan tebliğ evrakı da aynı sebeplerle tebliğ edilemezse, tebliğ evrakının gönderildiği idareden alınabileceği şerhini içeren bir pusula kapıya yapıştırılır. Bu durum, posta memuru tarafından tebliğ alındısı üzerine şerh ve imza edilerek, tebliğ evrakı, gönderildiği idareye iade edilir. Tebliğ evrakının pusulanın yapıştırıldığı tarihten itibaren 15 gün içerisinde muhatabı tarafından alınması hâlinde alındığı günde, bu süre içerisinde alınmaması hâlinde ise 15’inci günde tebliğ yapılmış sayılır.

Burada tebliğ edilmiş sayılacağı için bizim hak arama süremiz de bu tarihten itibaren başlayacak. Süreyi kaçırırsak haklarımız da yanar, aman dikkat…

Tebligatı alın ki indirimlerden yararlanabilesiniz

Kesilen ceza, ceza ihbarnamesiyle tebliğ edildiği günü takip eden günden itibaren mucizevi 30 günlük süre başlıyor. Bu süre içerisinde dava açabilirsiniz. Dava açmayacaksanız ya uzlaşmaya ya da cezada indirime başvurur cezaları büyük oranda sildirebilir ve daha azını ödeyerek bu yükten kurtulabilirsiniz. O nedenle tebliğ tarihi çok ama çok önemliYok ben bilmiyordum gibi bahaneler sizi kurtarmaz, aman dikkat…

Tebligat yapıldığı günden itibaren 30 günlük süre zarfında cezayı gönderen vergi dairesine gidip ben cezada indirim talep etmek istiyorum derseniz cezanın yüzde 50’si silinir. Bu başvuruyu elektronik olarak vergi dairesine gitmeden de Dijital Vergi Dairesine  yapabilirsiniz.

Hatta kesilen usulsüzlük cezasının tutarı 23 bin lirayı aşmıyorsa ayrıca kalanın da yüzde 50’si tekrar silinir. Örneğin fiş almadınız diye 5 bin lira ceza kesildi ve 24 Eylül Salı günü size tebliğ edildiyse 30 gün içinde yani 24 Ekim gününe kadar (24 Ekim dahil) cezada indirim için başvurursanız 5 bin lira cezanın önce yüzde 50’si sonra da kalanın yüzde 50’si indirilir yani toplamda yüzde 75’i silinir ve 1.250 lira olarak öder borçtan kurtulursunuz. Ancak indirilen borcu süresinde ödemezseniz bu borç indirilmemiş sayılacak, 5 bin lira olarak sizden alınacak, aman dikkat…

Son olarak fiş/fatura istediniz ve vermedilerse bunu vergi idaresinin bilgisine girmeden önce belgenin düzenlenmesi gereken tarihi takip eden beş iş günü içerisinde belgenin düzenlenmediğini vergi idaresine bildirirseniz hiç ceza kesilmeyecektir.

                                                                /././

Emniyet'te deprem: Ankara'da iki polis müdürü Emniyet'ten ihraç edildi! -Tolga Şardan-

Emniyet Genel Müdürlüğü Yüksek Disiplin Kurulu, Servet Yılmaz’ın Ankara Emniyet Müdürlüğü döneminde yardımcıları olan Alp Arslan ile Oben Özay’ın “meslekten ihraç edilmesine” karar verdi. İşte haklarında soruşturma ve dava açılan polis müdürleri odağında emniyet kulislerinde konuşulanlar…

Suç örgütü lideri olduğu iddiasıyla gözaltına alınıp tutuklanan ve halen yargılaması devam eden Ayhan Bora Kaplan soruşturmasıyla başlayan süreç emniyet teşkilatında bazı taşları yerinden oynattı kuşkusuz.

Kaplan’ın gözaltına alınmasıyla başlayan süreçle, siyaset – bürokrasi – yargı – mafya hattında pek çok iddia gündeme geldi.

Söz konusu iddiaların merkezinde önceki İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve ekibi yer aldı.

Özellikle emniyet ve jandarmada görev yapan Soylu’nun ekibi olarak nitelendirilen isimlerle ilgili iddialar konuşulmaya devam ediyor kulislerde.

Soylu’nun Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile yaptığı son görüşmede mevcut durumdan hoşnut olmadığını aktardığı AKP cenahında konuşulanlardan.

Önceki İçişleri Bakanı’nın Emniyet'teki ekibinin liste başı ismi Servet Yılmaz’dı. Bir önceki Ankara Emniyet Müdürü olan Yılmaz, Ali Yerlikaya’nın bakanlık koltuğuna oturmasının ardından görevinden alındı.

Yeri gelmişken; Yılmaz hakkında önemli bir soruşturma süreci başlatıldı. Detaylarını şimdilik vermeyeyim, yakın zamanda gündeme düşecek.

Dikkati çeken iki polis müdürü: Alp Arslan ve Oben Özay

Asıl konuya gelelim.

Soylu’nun ekibinin en tepesindeki isim olan Servet Yılmaz’ın Ankara Emniyet Müdürü olduğu dönemde sağ ve sol kolu diyebileceğimiz iki polis müdürü vardı.

Alp Arslan ve Oben Özay.

Yakın zamana kadar kamuoyunun pek de tanımadığı isimlerdi bu iki polis müdürü. Fakat, Ayhan Bora Kaplan suç örgütü ile eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Sinan Ateş’in öldürülmesiyle ilgili soruşturmalarda kimi ifade ve belgelerde isimlerinin geçmesi nedeniyle tanındılar.

Arslan, Yılmaz döneminde Organize Suçlarla Mücadele Şubesi’nden sorumlu Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı’ydı. Aynı zamanda, 15 Temmuz sürecinde FETÖ’nün Türk Silahlı Kuvvetleri İmamı olduğu öne sürülen Adil Öksüz’ün firarında adı gündeme geldi. O dönemde İstihbarat Şube’de görev yapması sebebiyle sahip olduğu bilgiler ışığında yargılandığı davada beraat etti! Ankara Emniyeti içindeki ülkücü polis müdürlerinden olduğu biliniyor.

Sonrasında Arslan, gerek Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü, gerekse sorumlu müdür yardımcılığı görevi sırasında, yakın geçmişte “büyük operasyonlar” olarak açıklanan ancak şimdilerde soru işaretlerini barındıran mafya operasyonlarını yönetti.

Diğer polis müdürü Oben Özay da Ankara Emniyeti Asayiş Şube Müdürü olarak görev yaptı. Bir dönem Başbakanlık Koruma Müdürlüğü bünyesinde görev yaptı. Sonrasında yeniden Ankara Emniyeti’ne döndü.

Özay’ın adı, eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Sinan Ateş’in öldürülmesi olayında duyuldu. Cinayet soruşturmasını yürüten birimin en tepesindeki isimdi Asayiş Şube Müdürü olarak. Yakın zamanda Ateş suikastının kilit ismi MHP’li Tolgahan Demirbaş’ın, cinayetin işlendiği dönemde MHP Milletvekili olan Olcay Kılavuz’un yanından gözaltına alındığı yönündeki tutanağın imha edilerek yerine yeni sahte bir tutanak hazırlanması iddiasına adı karıştı. Aynı zamanda, Ateş’in öldürülmeden önceki son konum bilgisinin, suikastı gerçekleştiren kişilere ulaştırılması olayına adı karışan Mustafa Ensar Aykan’ın arkasındaki isimlerden olduğu ifade ediliyor.

Özay da Arslan gibi Ankara Emniyeti’ndeki ülkücü polislerden birisi olarak tanınıyor.

‘Mafyadan rüşvet alma’ suçlamasıyla yargılanıyorlar

Her iki polis müdürü hakkında Ankara Adliyesi’nde önemli bir yargı süreci başladı. Arslan ve Özay’ın aralarında bulunduğu polisler hakkında, suç örgütü lideri Ayhan Bora Kaplan’a Rolex saat aldırdıkları iddiasıyla ‘rüşvet’ suçlamasından dava açıldı. Davada Kaplan da rüşvet vermekle suçlanıyor.

Aynı davanın içeriğinde Arslan ve Özay’ın “mali profili ile uyumsuz şekilde banka hesaplarına yüksek tutarlarda para yatırıldığı” yönünde MASAK raporları mevcut.

İki polis müdürüne ‘meslekten ihraç’ cezası

Mesleki profillerini ve haklarında açılan ‘rüşvet’ davasını ortaya koyduğum iki polis müdürü hakkında Emniyet Genel Müdürlüğü, geçtiğimiz günlerde önemli bir karar aldı.

Her iki polis müdürünün aralarında bulunduğu Ankara Emniyeti’nden görevli bazı polisler hakkında düzenlenen soruşturma raporu, Emniyet Genel Müdürlüğü’nce sonuçlandırıldı.

Emniyet Genel Müdürlüğü Yüksek Disiplin Kurulu, Alp Arslan ile Oben Özay’ın “meslekten ihraç edilmesine” karar verdi.

Meslekten çıkarma, bir devlet memurunun alabileceği en yüksek idari ceza.

Arslan ve Özay’ın hakkındaki müfettiş raporunun, Ankara Adliyesi’ndeki ‘rüşvet’ iddiasıyla bağlantılı olduğu belirtiliyor.

Kararın, Arslan ve Özay’a tebliğ edilmesinin ardından her iki polis müdürünün teşkilatla bağı kesilecek.

Adli ve idari süreçle ilgili dava yolu iki polis müdürü açısından açık elbette.

Şimdi burada “küçük” ama önemli bir tablo var karşımızda:

Suç çeteleriyle mücadele etme görevi bulunan iki üst düzey polis müdürü, mafya liderinden pahalı saat alıyor, mal varlıkları dikkat çekici boyutta.

Her iki polis müdürü, ailelerine ve meslektaşlarına bu durumu nasıl açıklayacaklar acaba?

İşin diğer yönü ise en az bunun kadar vahim.

Haklarında böylesi ağır iddialar ve ithamlar bulunan iki polis müdürünün en tepe yöneticisi konumundaki önceki Ankara Emniyet Müdürü Servet Yılmaz’ın, bu işlerden haberinin olmaması mümkün mü?

Haberi varsa neden iki personelinin böylesi faaliyetlerine göz yumdu?

Bu tabloya karşın Yılmaz, hemen her polis müdürünün idealindeki yurt dışı müşavir görevlendirilmesi çerçevesinde nasıl oldu da Bakü’ye atanarak ‘ödüllendirildi’ adeta?

İstanbul Emniyet Müdürü Aktaş, kebapçı açılışında

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, kamuoyunu bilgilendirme paylaşımlarında gün geçmiyor ki, İstanbul’da çete operasyonları hakkında bilgi vermesin.

Büyük ölçekli suç örgütlerinin yanı sıra çeteler mahallelerde bile örgütlenmiş artık İstanbul’da.

Yerel çeteler mevcut.

Bu durum, elbette geceden sabaha kadar oluşmadı.

Farklı kişi ya da kişiler, siyasetçiler ve güçlü yapıların kurduğu suç örgütleri, kenti adeta parsellemiş durumda.

Halk deyimiyle kentin vaziyeti “evlere şenlik.”

Suç örgütleriyle mücadele eden veya etmesi gereken kamu kurumlarının en üst sırasında polis teşkilatı var.

İstanbul Emniyeti’nin yöneten ve tecrübeli olduğu ifade edilen Zafer Aktaş, dört yıldan fazla süreden bu yana İstanbul polisinin başında.

Ve maalesef İstanbul’da işler istenildiği gibi gitmiyor. Sayılar ve olaylar bunun göstergesi.

Ortaya çıkarılan suç örgütleri, yakalanan şüpheliler, ele geçirilen silah ve mühimmatın yükselen sayıları, mücadele boyutu kadar ortamı da anlatıyor aslında.

İşte en son henüz 27 yaşındaki polis memuresi Şeyda Yılmaz, şehit edildi.

Hâl böyleyken, hafta sonunda İstanbul Emniyet Müdürü Zafer Aktaş’ın sosyal faaliyetinin görüntüleri kamuoyuna yansıdı.

Aktaş, beraberinde korumalarıyla birlikte Yeşilköy’de bir lokantanın açılışına katıldı. Eski futbolcu Tanju Çolak ile fotoğraf çektirdi.

İşyeri sahibince protokolle karşılandı, uğurlandı.

Bu arada küçük bir bilgi daha vereyim; Aktaş, herhangi bir aksilik olmadığı takdirde aralık başında yaş haddinden emekli olacak. Kısa süre öncesine kadar Emniyet Genel Müdürü olacağı ifade ediliyordu. Ancak bu göreve yapılan atama sonrasında Aktaş, büyük olasılıkla aralık ayının ilk haftasında “sade vatandaş” olarak yeni yaşamına başlayacak.

İstanbul’da bu kadar olay ve iş varken, İstanbul Emniyet Müdürü’nün sosyal hayata uyum aşamasına girmesi tartışılması gereken bir durum.

                                                                     /././

                                                    T24 - GÜNDEM

İsrail Lübnan'a saldırıyor, Hizbullah füzeyle karşılık veriyor: Lübnan'da saldırılarda 492 kişi öldü, bin 645 yaralı var

İsrail hükûmeti olağanüstü hal ilan etti.(https://t24.com.tr/haber/israil-ordusundan-lubnan-a-hava-saldirisi,1185616)

                                                         ***

OVP’de emeklilerle ilgili düzenleme netleşiyor: Çalışan için 2025 formülü!

Çalışan emeklilerden genel sağlık sigortası alınması tartışılıyor.(https://t24.com.tr/haber/ovp-de-emeklilerle-ilgili-duzenleme-netlesiyor-calisan-icin-2025-formulu,1185709)                              ***

Beşar Esad genel af ilan etti: Türkiye'deki sığınmacıların durumu ne olacak, milyonlarca Suriyeli evine mi dönüyor?
Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın, asker kaçaklarını da kapsayan genel af ilan etmesinin ardından gözler sığınmacılara çevrilirken, uzmanlar, kararın Türkiye’deki Suriyelileri nasıl etkileyeceğini anlattı. (https://t24.com.tr/haber/besar-esad-genel-af-ilan-etti-turkiye-deki-siginmacilarin-durumu-ne-olacak-milyonlarca-suriyeli-evine-mi-donuyor,1185708)

                                                                ***

Trump: Zelenskiy tarihin en büyük pazarlamacısı, ne zaman gelse 60 milyar dolarla geri dönüyor

ABD, şu ana dek yaptığı 56 milyar dolar yardımla Ukrayna’nın savunmasına destek veren başlıca ülke.(https://t24.com.tr/haber/trump-zelenskiy-tarihin-en-buyuk-pazarlamacisi-ne-zaman-gelse-60-milyar-dolarla-geri-donuyor,1185704)

                                                                   ***

İsmail Saymaz: İsmailağa Cemaati'ne bağlı müftü, Konya'da arabasında bir kadınla çıplak yakalandı

Müftü G.B., daha sonra çarşaflı eşini Konya Müftülüğü'ne getirterek, "O kadın bendim" dedirttiği bir sahneyle kendini savunmaya çalıştı.(https://t24.com.tr/haber/ismail-saymaz-ismailaga-cemaati-ne-bagli-muftu-konya-da-arabasinda-bir-kadinla-ciplak-yakalandi,1185047)

                                                                    ***

Tamer Karadağlı’yı eleştiren tiyatrocu, sorguya çekildiğini belirterek suç duyurusunda bulundu: “Telefonum alındı, üç saat alıkonuldum”
Ankara Devlet Tiyatrosu sanatçılarından Gaye Filiz Alacacı, sosyal medyada Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Tamer Karadağlı’yı eleştirdiği için telefonu alınarak üç saat boyunca bir odada alıkonulduğu iddiasıyla savcılığa başvurdu. Alacacı, Karadağlı’nın danışmanı olduğu öne sürülen Görkem Ali Kaya ve Özel Kalem Müdürü Ali Ceyhan’dan şikayetçi oldu, Karadağlı’nın, “Lale Devri bitti, çalışmayacaksanız istifa edin” açıklamasını sosyal medyada eleştirmesinin ardından Karadağlı’nın danışmanı Kaya tarafından 3 saat boyunca sorgulandığını, paylaşımını kaldırması ve özür dilemesi konusunda tehdit ve şantaja maruz bırakıldığını iddia etti. T24’e konuşan Alacacı, “Kendisini müfettiş olarak tanıtan Kaya, Karadağlı‘nın danışmanlığını yapıyordu. Yaptığım paylaşımın Devlet Tiyatroları’nın itibarını zedelediğini iddia edip, ‘Bu savcılığa gidebilir’ diyerek beni tehdit etti. Ben de yanlış bir şey yapmadığımı, onlardan korkmadığımı söyledim” dedi.(https://t24.com.tr/haber/tamer-karadagli-yi-elestiren-tiyatrocu-sorguya-cekildigini-belirterek-suc-duyurusunda-bulundu-telefonum-alindi-uc-saat-alikonuldum,1185665)

(T24)

SÖZCÜ "GÜNDEM" -24 Eylül 2024-

 Patlamış platformu 125 milyon dolara aldık -Erdoğan Süzer-

Sakarya açıklarındaki Karadeniz gazını işlemek için alınan 300 metrelik platform hasarlı çıktı. Platformda 9 yıl önce büyük bir patlama yaşandığı 9 kişinin öldüğü, 23 metrelik kısmının da kesilerek onarıldığı öğrenildi...(https://www.sozcu.com.tr/patlamis-platformu-125-milyon-dolara-aldik-p86402)

                                                               ***

Halkın 740 milyon lirasını dağ başına gömdüler-Başak Kaya-
Alanya’da yapılması planlanan 200 yataklı devlet hastanesi projesinin müteahhidinin sırra kadem bastığını söyleyen CHP’li Gürsel Tekin, “Orada ölü bir inşaat var” dedi.(https://www.sozcu.com.tr/halkin-740-milyon-lirasini-dag-basina-gomduler-p86404)                                     ***

122 milyar TL’lik kur farkı ödendi -Tarık Işık-
İktidarın “Milletin cebinden bir tek kuruş çıkmıyor” diye savunduğu yap-işlet-devret projeleri için ödenen garantilerin yanı sıra her yıl ödenen kur farkı katlanarak artıyor. Dolar ve Euro yükseldikçe, yap-işlet-devret ile yapılan projeleri yapan şirketlere kur farkı da ödeniyor. Bu kapsamda 10 yılın faturası 122.3 milyar TL’ye ulaştı. CHP Genel Başkan Yardımcısı Ulaş Karasu, “İktidar, milyonlarca emekliyi, asgari ücretliyi, genci görmezden gelirken birkaç yandaş firmanın kasası doluyor” dedi.(https://www.sozcu.com.tr/122-milyar-tl-lik-kur-farki-odendi-p86401)                           ***

Ankara Emniyeti'nde deprem: İki polis müdürü ihraç edildi!
Ali Yerlikaya'nın İçişleri Bakanlığı koltuğuna oturmasının ardından görevden alınan Ankara Emniyet Müdürü Servet Yılmaz’ın o dönem yardımcılığını yapan polis müdürleri Alp Arslan ile Oben Özay, Emniyet Genel Müdürlüğü Yüksek Disiplin Kurulu tarafından meslekten ihraç edildi.(https://www.sozcu.com.tr/ankara-emniyet-inde-deprem-iki-polis-muduru-ihrac-edildi-p86352)                                                         ***

KKTC'de asgari ücret 35 bin TL oldu -Ali Özgür İnan-
Türkiye'de milyonlarca asgari ücretli zam beklerken Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde üçüncü kez asgari ücrete zam geldi. Yeni zamla birlikte KKTC'de yeni asgari ücret 35 bin 180 TL oldu.(https://www.sozcu.com.tr/kktc-de-asgari-ucret-35-bin-tl-oldu-p86339)

(SÖZCÜ)
                                                                  

Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -24 Eylül 2024-

İşçiler ve sendikalar sokakta, direnişte: Ekmek, adalet ve haysiyet -Aziz Çelik-

2024 güzü işçilerin ve sendikaların ekmek, adalet ve haysiyet mücadelesine tanıklık ediyor. İşçilerin uzun süredir devam eden yaygın tekil direnişlerinin ardından sendikal harekette de hareketlenme yaşanıyor. Uzun süredir gelir ve vergi adaleti eylemlerini sürdüren DİSK’in ardından Türk-İş ve Hak-İş de sokağa çıkmaya başladı.

DİSK ve Hak-İş gibi Türk-İş de "Zordayız, geçinemiyoruz" eylemleri ile sokağa çıktı. (Fotoğraf: Türk-İş)


Bugün güz ekinoksu. Sonbahar geldi. Kış yaklaşıyor. Geçim derdi hiç olmadığı kadar 2024 güzüne ve 2025 kışına damgasını vuracak. “Artık yeter, geçinemiyoruz” bu dönemin en akılda kalacak sloganı olacak. Tıpkı ANAP iktidarının sonunu getirmesi gibi geçim derdi bir kez daha hükümetin sarsıyor. 31 Mart 2024 seçimlerinde ortaya çıkan “geçinemiyoruz” hoşnutsuzluğu giderek yaygınlaşıyor. Öyle görünüyor ki toplumsal hoşnutsuzluk bu kez sandığı beklemeden giderek yaygınlaşacak.

Hükümetin izlediği halkı yoksullaştıranı ve emek gelirlerini bastıran ekonomi politikası bütün hızıyla sürüyor. Yerli ve uluslararası sermaye çevrelerinin memnun olduğu ekonomi politikalarından halk yaka silkiyor. Sendikalar isabetli biçimde “geçinemiyoruz” sloganını eylemlerinin merkezine koyuyor. Hiçbir makro ekonomik göstergeyi uzun boylu analiz etmeye gerek yok. Çalışanlarının yarısını kapsayan asgari ücretin 17 bin lira, 15-16 milyonu ilgilendiren emekli aylıklarının asgarisinin 12 bin 500 TL, ortalamasının 14-15 bin TL olduğu bir ülke Türkiye. Milyonlarca hane de sosyal yardıma muhtaç halde.

Üstelik bu vahim tablo karşısında yüzleri kızarmadan ücretlerin ve emek gelirlerinin dezenflasyon hedefine uygun artırılmasından söz ediyorlar.  Teknik ifadelere gerek yok enflasyonun faturasını halka kesmeye karar vermiş durumdalar. Orta Vadeli Programları da bütçeleri de yasaları da buna göre hazırlıyorlar.

İŞÇİLER SOKAKTA

İşte bu ahval ve şerait içinde işçi-sendika eylemleri ve direnişlerinde belirgin bir artış gözleniyor. Bu eylemlerin son baharda giderek artacağını tahmin etmek zor değil. Bir yandan işten atılma, sendikalaşma, çalışma şartları, ücretler temelinde yürütülen tek tek işçi direnişleri ve grevleri öte yandan hükümetin izlediği ekonomi politikalara karşı sendikalar tarafından başlatılan merkezi eylemler.

Türk-iş ve Hak-İş uzun bir suskunluk dönemi ve aradan sonra mitinglere başladı. DİSK uzun bir süredir “geçinemiyoruz” sloganıyla vergide, gelirde ve ülkede adalet talebi etrafından eylemler örgütlüyor. Geçtiğimiz yaz aylarında uzun bir aradan sonra üç işçi konfederasyonu vergide ve gelirde adalet konularında emeğin taleplerini içeren ortak bir açıklamaya imza attı ve bu doğrultuda ortak çalışmalar yapacaklarını açıkladı. Ardandan Türk-İş ve Hak-İş çeşitli illerde mitingler yaptı. DİSK de çeşitli illerde işçi buluşmaları gerçekleştirdi. Bu hafta çarşamba günü DİSK’in İstanbul Saraçhane Meydanı’nda eylemi var. Türk-İş Salı günü ülke çapında işyerlerinin önünde bir saat oturma eylemi yapacak. Ekim ayının başında Ankara’da büyük bir işçi mitingi yapılması bekleniyor.

Bu eylemlerin çeşitlenerek artmasını beklemek lazım. Çünkü hükümetin izlediği ekonomi politikasından vazgeçmesi olası değil. 2025 bütçesi, 2025 asgari ücreti ve ocak ayında ücret, maaş ve aylıklardaki artışlar memleketin en sıcak gündemi olacak. Hükümet büyük bir neoliberal itikat ve inatla emek gelirlerini bastırmaya çalışacak. Bunun karşısında ise toplumsal tepkinin yükselmesi kaçınılmaz.

Öte yandan tek tek işyeri ve sektör bazında da işçi eylemleri yaygınlaşıyor. Bu eylemler ya sendikal örgütlenme nedeniyle işten atılmalara karşı direniş veya çalışma şartlarının gayri insani olmasına karşı direnişler şeklinde ortaya çıkıyor. Ücret düşüklüğüne tepkiler bu eylemlerin bir başka nedeni. Özel okul öğretmenlerinin eylemleri, Çatalca’da Polonez gıda fabrikasındaki işçilerin eylemleri, Ankara’da sağlık işçilerinin bakanlık önündeki toplu iş sözleşmesi hakkı eylemi, Gaziantep’te tekstil işçilerinin ve Soma’da maden işçilerinin eylemleri bunlardan sadece birkaçı. İnşaat, hizmet ve lojistik sektörlerinde çeşitli kazanımlarla sonuçlanan eylemler sık sık yaşanıyor. Öte yandan çeşitli işyerlerinde süren yasal grevler söz konusu.

Önümüzdeki günlerde bu eylemlerin ve direnişlerin giderek artacağı sır değil. Bu eylemlerin nesnel bir zemini var. “Güneş çarığı çatık ayağı sıkıyor.” Çalışma ve yaşama koşullarını giderek zorlaşıyor. Eylemlerin yaygınlaşmasının sebebi bu. Bu eylemlerin ortak noktası ekmek, adalet ve haysiyet eylemleri olmaları. İşçiler bir yandan geçim şartlarının iyileşmesi için öte yandan insani çalışma koşulları için onurları için, haysiyetleri için eylemdeler.

İşçiler zorlaşan geçim ve yaşam koşullarını iyileştirmek için sendikalaşmak istiyor. Anayasal haklarını kullanınca bu kez patron tarafından işten atılıyor. Anayasayı hiçe sayan patronlara kaşı direnmeye çalışan işçilerin üzerine bu kez hukuktan nasibini almamış mülki amirler güvenlik güçlerini sürüyor. İşçilere karşı zalimane bir şiddet kullanılıyor. Bu yetmiyor direnen ve yerlerde sürüklenen, ters kelepçe takılan, sakalları uzamış, giysileri kirlenmiş işçilerin karşısına günlük tıraşını olmuş ve pırıl pırıl takım elbiseleriyle çıkan bir ilçe müftüsü “böyle hak aranmaz” deme cüretinde bulunuyor.  Sözün bittiği yer! Hükümet adeta bir yandan zor bir yandan ideolojik aygıtlarıyla tam teşekküllü olarak görev başında!

Geçim şartları zorlaşan ve çalışma şartları insan onuruyla bağdaşmayan işçiler çalışma şartlarının iyileştirmesi için direniyorlar. Çalışırken ölmek, çalışırken hasta olmak istemiyorlar.  Her gün yüzlerce binlerce işyerinde yaşanan insanlık dışı çalışma şartlarının bir bölümü işçilerin gösterdiği direnç nedeniyle kamuoyuna yansıyor. İşçiler yaşama ve çalışma şartları için, ekmek, adalet ve haysiyet için ayakta. Şairin dediği gibi “paranın padişahlığına” ve paranın bekçilerine karşı verilen ekmek ve haysiyet mücadelesi bu yapılan! Bıçağın kemiğe dayandığı andır bu.

2024 güzünün ayırt edici yanı sadece tekil işçi eylemleri değil. İşçilerin tekil eylemleri hiç durmadı. 2010’lu 2020’li yıllar boyunca irili ufaklı yüzlerce, binlerce işçi eylemi ve direnişi yaşandı. Emek Çalışmaları Topluluğu’nun (EÇT)  titiz bir çalışmayla bunları kayıt altına aldı ve almaya devam ediyor. Bu kıymetli raporlara www.emekcalisma.org adresinden ulaşmak mümkün.

GEÇİNEMİYORUZ EYLEMLERİ

2024 güzünde tekil işçi eylemleri yanında uzun bir aradan sonra merkezi sendika eylemleri de başladı. Uzun süredir vergide ve gelirde adalet eylemleriyle konuyu gündeme taşıtan DİSK’in ardından Türk-İş ve Hak-İş de geçim şartlarını protesto etmek, gelir ve vergi adaleti talebiyle merkezi eylemler örgütlemeye başladı. Üç işçi konfederasyonu henüz bu eylemleri ortaklaştırmasa da temanın benzer olduğu ve bu temanın “geçinemiyoruz, gelirde ve vergide adalet” olduğu ve eylemlerin muhatabının hükümet olduğu sır değil.

Kuşkusuz siyasal ve toplumsal koşullar arasında dağlar kadar fark var ancak 1989 Bahar Eylemleri de uzun bir suskunluktan sonra böyle başlamıştı. 1980’lı yıllar boyunca etkili eylemler yapmayan Türk-İş 1989 Bahar Eylemleriyle birlikte vites yükseltmişti. ANAP hükümetinin seçimleri kaybetmesinde 1980’lerin sonundaki bu işçi hareketinin etkisi yadsınamaz. Türk-İş’in o dönemki mutedil genel Başkanı Şevket Yılmaz artan taban baskısı ve zorlaşan ekonomik şartlar karşısında 1980 sonrasının ilk genel grevini 3 Ocak 1991’de ilan etmek zorunda kalmıştı.

Bilindiği gibi Türk-İş ve Hak-İş yönetimleri uzunca bir süredir eylemlerden uzak durdu. 2010’ların başlarına kadar ortak eylemler yapabilen işçi sendikaları ile emek ve meslek örgütleri giderek paralize ve atomize oldu. 1990’ların sonlarından 2010’lara kadar emek hareketinin güç birliği yapmasını sağlayan Emek Platformu gibi kayda değer birliktelikler bir yandan içeriden bir yandan dışarından müdahalelerle sönümlendi. Emek Platformunun dağı(tı)lmasının AKP iktidarının çok büyük bir “başarısı” olduğunun altını çizmek lazım.

Emek Platformunun dağıtılmasının ardından Türk-İş ve Hak-İş yönetimleri eylemlerden uzak durdu ve siyasi iktidarı eleştirmekten özemle kaçındı, suskunluğa gömüldü. İki konfederasyon siyasi iktidara yedeklenmeyi tercih ettiler. Kamu taşeron işçilerinin örgütlenmesi ve kadroya alınması sürecinde siyasi iktidarla iyi geçinerek, eleştiren uzak durarak üye sayılarını artırmaya çalıştılar. Bu tutumları sonucunda üye sayılarını artırdılar. Ancak kamu taşeron işçileri ikinci sınıf işçi haline geldi. Yüksek Hakem Kurulu sefalet sözleşmelerine imza attı. 2018 başkanlık seçimleri öncesi siyasi iktidar kimseyle müzakere etmeden taşeron işçileri bir gece yarısı KHK’siyle kadroya aldı. Ancak üç yıl boyunca toplu iş sözleşmesi hakkından mahrum bıraktı. Bu kez kamu işçisi haline gelen eski taşeron işçileri üye yapma ve yetki alma kaygısıyla sustular. Kamu işvereni kimi desteklerse işçi oraya gidebilirdi. O yüzden hükümetle arayı iyi tutmak lazımdı! Ancak 2018 sonrasında önce döviz krizi, ardından pandemi ve ardından yüksek enflasyonla devam eden zor günlerde hükümet tavrını net biçimde ortaya koydu. Son 45 yılın en ağır bölüşüm krizi ortaya çıktı. Emek gelirleri baskılandı ve gelir dağılımı bozuldu. Hükümet çok net sınıfsal bir tercih yaptı. Böyle bir tablodan kamu işçileri de payını aldı.

BİRLEŞİK MÜCADELE ŞART!

İşçiler, emekçiler, emekliler 31 Mart 2024 seçimlerinde siyasi iktidara kırmızı kart gösterdi. Siyasi iktidar bu kırmızı kartının mesajını anlamak yerine “nasılsa seçim yok, kemer sıkmaya devam” dedi. Artan pahalılık karşısında geçim zorlaştı. Kamu işçisinin “parlak” sözleşmeleri ile elde edilen haklar enflasyon karşısında eridi.

Hükümetten geçim şartlarını iyileştirmek yönünde bir adım gelmeyeceği anlaşıldı. Türk-İş Genel Başkanı “ben ömrü hayatımda böyle geçim sıkıntısı görmedim” mealinde sözler söyledi. Ve sonunda rica ile sonuç alınamayacağı ortaya çıkınca ve tabandan gelen baskılar da artınca Türk-İş ve Hak-İş 1 Mayıslardaki sembolik törenleri saymazsak Tekel direnişinden sonra ilk kez sokağa çıktı.

Kuşkusuz önceki tutumlarından bağımsız olarak Türk-İş ve Hak-İş’in işçilerin hak mücadelesi için sokağa çıkması önemsenmesi, desteklenmesi gereken bir tutumdur. Samiler mi değiller mi tartışması abesle iştigaldir. Eylemlerdeki konuşmaların içeriği, eylemlerdeki taleplerin yetersizliği tali bir meseledir. Uzun süredir sokağın, hak aramanın siyasi iktidar tarafından marjinalize edilmeye çalışıldığı, toplu hak aramanın, sivil itaatsizliğin kriminalize edilmeye çalışıldığı koşullarda sendikaların sokakta olması ve “sendikacılık, hak aramak suç değildir” demesi önemlidir.

Grevin, eylemin, mitingin, itirazın yerini yasak ve itaatin almaya başladığı zamanlarda sokağa çıkan işçi kıymetlidir. Paranın padişahlığına ve paranın bekçiliğine karşı girişilen her itiraz kıymetlidir.

Zor bir kış geliyor. İşçilerin, emeklilerin yaşama ve çalışma koşulları daha da zorlaşacak.  Arabayı atların önüne koymadan, eylemleri birbirinin karşısına dikmeden, öznel sorunları genel sınıf çıkarının önüne çıkarmadan işçi direnişlerini, sendikal eylemleri büyük bir duvarın tuğlaları ve büyük bir zincirin halkaları haline getirmek lazım. Defalarca doğrulanmış bir düsturu yenileyerek bitireyim: Örgütlü birleşik güç yenilmez!

                                                               /././

292 milyar $ burada -Hayri Kozanoğlu-

TCMB, iki ucu keskin kılıç gibi ne bir başlarsa sıcak parayı ürkütmekten, yerli aktörlerin dövize yöneliminden endişeli. Öte yandan Saray’ın bu işe ‘el atmaması’ için OVP’deki enflasyon hedefine yaklaşmak zorundalar.

Yüksek faiz kazancı için kısa vadeli olarak ülkeye giren küresel fonlar var, yani sıcak para diyoruz buna ve bu sıcak para döviz kurunu geçici olarak düşürebilir, ama bu bizim için ideal olan değildir. Bir süre sonra bu fonlar yüksek faiz kazancını alıp düşük kurdan tekrar dövize dönerken kur yeniden yükselir. Yükselen kuru düşürmek için her seferinde daha yüksek faiz vermek gerekir.

Büyük olasılıkla hak vereceğiniz bu görüşler 2021 Kasım ayında Recep Tayyip Erdoğan tarafından dile getiriliyor. Ne yazık ki bir kez daha 2024’te Türkiye ekonomisi sıcak paranın şantajı altında. Bu korkuyla Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası (TCMB) Eylül ayı toplantısında da faizleri %50’de tuttu. Gerçi daha önceki toplantı metinlerinde bulunan “gerekirse para politikası duruşu sıkılaştırılacaktır” ifadesini bu kez kaldırarak yeni bir faiz artışına kapıyı kapadı. Ama öte yandan “enflasyon beklentileri ve fiyatlama” davranışlarının risk unsuru olmaya devam ettiğini, mal enflasyonunda düşüşün “sınırlı” olduğunu, hizmet enflasyonundaki iyileşmenin “son çeyrekte” gerçekleşmesinin beklendiğini söyleyerek, yakın zamanda faiz indirimine pek de istekli olmadığını beyan etti.

TCMB, iki ucu keskin kılıç gibi zor bir durumda. Faiz indirimine bir başlarsa sıcak parayı ürkütmekten, yerli aktörlerin dövize yöneliminden endişe duyuyor. Öte yandan OVP’de 2025 için %17.5 enflasyon öngörülürken politika faizinin %50’de tutulmasının ekonomiye sert fren yaptırmasından, işsizliğin tırmanmasından, bu durumda Saray’ın işe el koymasından korkuyor.

Eylül 2023’te aylık enflasyon %4.75 gelmişti. Eğer bu eylül %2.75’in altında bir tüketici enflasyonu açıklanırsa yıllık enflasyon %50’nin altına inecek ve eğer Şimşek’in sürekli tekrarladığı gibi beklenen enflasyona değil, gerçekleşen enflasyona göre dahi bakılsa politika faizi bankalara reel getiri sağlıyor olacak. Bu noktada, özellikle TL kredi kullanan TOBB etrafında örgütlü Anadolu sermayesinin “faizleri indirin” çağrıları yoğunlaşacak.

Geçtiğimiz hafta TCMB’nin rezervlerini 6.2 milyar dolar artırarak 153.6 milyar dolara çıkarması da hep yarın sıcak paranın ülkeyi terk etmesi halinde cephanemi sağlam tutayım korkusundandı. Döviz alınırken haliyle piyasaya likidite pompalanıyor. Bu para bolluğu da mevduat faizlerini aşağı çekerek; harcamalara hız verme veya dövize yönelme gibi TCMB’nin pek istemediği refleksleri tetikliyor. Bu nedenle hafta sonu TL mevduatlarda zorunlu karşılıklar artırılarak fazla likiditeyi emmek amaçlandı. Döviz alımını teşvik eden diğer bir neden de, ihracatçıların değerli TL şikayetini dindirmek için döviz alımını sürdürerek kurun düşüşünü engellemek olabilir.

Bu arada eski TCMB Başkanı Şahap Özkavcı’nın başında bulunduğu, bu aralar pek sesi çıkmayan BDDK da son haftalarda belirginleşen tüketici kredisi talebindeki yavaşlamaya önlem olarak, ihtiyaç ve konut kredilerinde sermaye yeterliği katsayısını düşürdü. Son zamanlarda mesai saatleri dışında da geçerli olmak üzere bankalardan kredi teklifleri geliyor. Belli ki bankalar % 2 aylık sınırına rağmen ellerindeki fonları pazarlayamıyor.  Çünkü uygulanan  faiz oranları hala çok yüksek. Hele ki, enflasyonda öngörülen düşüş gerçekleşirse... En son ihtiyaç kredilerinde ortalama faiz oranı %74, konut kredilerinde ise %43’tü. İster istemez, TCMB’den sıkılaşma, BDDK’dan gevşeme yönünde hamleler gelmesi bu iki kurum arasında bir eşgüdüm bulunmadığı izlenimini verdi. Zaten Nurettin Nebati ekibinden Özkavcı ile Mehmet Şimşek ekürisi arasında pek sıcak ilişkiler gelişmediğini tahmin etmek zor değil.

SICAK PARANIN DÖKÜMÜ

Sıcak para demişken, isterseniz ülkedeki bu tür fon miktarı ne kadar onu bir irdeleyelim. Hatırlanırsa Mehmet Şimşek “finans tarihimizde görülmemiş 78 milyar dolar kaynak girişi var” diye demeç vermişti. 13 Eylül itibarıyla yabancıların yurtiçinde 33.6 milyar dolar hisse senedi, 14.7 milyar dolar devlet tahvili, 291 milyon dolar özel sektör ihraçlarını da içeren 48.6 milyar dolarlık portföyleri bulunuyor. Yurt dışında ihraç edilen eurobondların tutarı da 43.8 milyar dolar kamu, 13.2 milyar dolar reel sektör, 17.3 milyar dolar finansal sektör olmak üzere, 74.3 milyar doları buluyor. Menkul değer stok toplamı da 123 milyar dolara ulaşıyor.

Sıcak para toplamını hesaplayabilmek için şimdi de vadesine 1 yıldan az süre kalan dış borç istatistiklerine 2024 Temmuz itibarıyla bir göz atalım. Merkez Bankası mevduatları 38.7 milyar dolar. Banka kredileri 50.3 milyar dolar. Gerçek-tüzel kişilerin yurtiçi döviz mevduatı 19.1 milyar dolar. Yurtdışı bankaların yurtiçindeki döviz mevduatı 19.6 milyar dolar. Yabancıların TL cinsi yurtiçi ve yurtdışı şubeler mevduatı 20.4 milyar dolar. Bu tutarın da dövize çevrilme potansiyelini göz önüne alarak sıcak paraya dahil ediyoruz. Reel sektörün de 2.1 milyar doları kamu, 18.4 milyar doları özel, 20.5 milyar dolar kısa vadeli dış borcu bulunuyor. Kısa vadeli borçlar böylelikle 168.6 milyar dolara ulaşıyor.

Menkul değer ve borç stokunu; 123+168,6 milyar doları toplayınca 291.6 milyar dolar sıcak para stoku rakamını buluyoruz. Dünya Gazetesi’ndeki köşesinde titiz analizler yapan Naki Bakır ise sıcak para stokunu 283 milyar dolar tahmin ediyor. Arada Bakır’ın kısa vadeli ticari kredileri dahil etmesi, benim dış ticaretin finansmanını istikrarlı bir kalem görüp dışarıda bırakmam; buna karşın onun TL mevduatları sıcak para saymayıp, benim toplama katmam gibi farklılıklar var. Ama sonuçlar yaklaşık çıkıyor. (Naki Bakır, Sıcak Para Stoku 283 milyar Dolar, Dünya Gazetesi 20.09.2024)

Dar tanımlı, yani kredileri dışarıda bırakan, sıcak parayı portföy yatırımları ve yabancı mevduatla sınırlayan yaklaşıma göre de;123,0 +59.1 =182,1 milyar dolar.

Görüldüğü gibi halihazırda Merkez Bankası’nın 153.6 milyar dolar brüt, 26.5 milyar swap hariç net rezervlerini, kısa sürede eritebilecek bir sıcak para varlığı bulunuyor.

TÜRKİYE EKONOMİSİ 2018-2023

Bu yazıda Türkiye’nin döviz pozisyonunun anlık bir fotoğrafını çekmeye çalıştık. Ümit Akçay ise 2018-2023 arasını kapsayan Krizin Gölgesinde En Uzun Beş Yıl başlıklı kitabıyla bir dönemi çok ayrıntılı bilgi ve verilerle analiz ediyor. Akıcı bir dille yazılmış, bir solukta okunan sürükleyici çalışmasında, Türkiye ekonomisindeki temel dönüm noktalarını eleştirel iktisat yaklaşımından hareket ederek değerlendiriyor. Zaman zaman, özellikle 2023’teki seçimler yaklaştığında ücretli kesimlere bazı tavizler verilse de AKP rejiminin emek karşıtı yüzünü teşhir ediyor. Ekonomi politikalarının belirlenmesinde sermaye fraksiyonları arasındaki gerginlikleri, Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi’nden taviz koparma çabalarını sergiliyor. TÜSİAD ile simgeleşen Yerleşik Büyük Sermaye Grupları ile Diğer Sermaye Grupları diye nitelediği MÜSİAD-TOBB etrafında kümelenmiş iki sermaye fraksiyonunun farklılaşan çıkarlarını masaya yatırıyor. Şimşek programının liberal iktisatçıları utangaçça da olsa nasıl saflarına kattığını dile getiriyor. Ekonomi meraklılarına okumalarını hararetle öneririm. (Ümit Akçay, Krizin Gölgesinde En Uzun Beş Yıl, Doğan Kitap 2024)

                                                                       /././

İzlemek üzere olduğunuz film gerçektir! -Selçuk Candansayar-

1974 yılında gösterime giren “The Texas Chainsaw Massacre” (Teksas Testere Katliamı) filmi bu ifadeyle başlar. Korku filmlerinin en kült ve tür belirleyicilerinden biri olarak kabul edilir. Taşraya, büyükbabalarının evine giden bir kaç arkadaşın, ev ve çevresinde “vahşice” öldürülmelerini anlatır. 300 bin dolara mal olup 30 milyon dolar hasılat getiren film, gösterime girdiğinde içerdiği “vahşet” ve “şiddet” nedeniyle yasaklamalara, kısıtlamalara tabi tutulur.

Filmin tümüyle kurmaca olmasına karşın “gerçek olaylara dayalıdır” diye başlamasını, yazar-yönetmen Tobe Hooper, hükümetinin o dönem halkı özellikle Vietnam Savaşı’ndaki katliamlar hakkında yanıltmasına bir tepki olarak açıklar.

Peki, Tavşantepe katliamının filmi yapılabilir mi? Tavşantepe-Beyrut arası karayoluyla yaklaşık 800 km, bilemedin, yarım günlük yol. Beyrut’un yaklaşık 300 km güneyi ise Gazze Şeridi. Güneyde resmi rakamlarda bile 50 bine yaklaşan ölüm, Tavşantepe’de ise, olasılıkla akrabalarınca boğularak katledilen bir Narin beden.

Sosyal medyanın ilgisini çekmese, kamuoyu baskısı olmasa belki de bulun(a)mayacak bedeni, kayıp haberinden 19 gün sonra bulunabildi. O günden bu yana ortaya çıkmayan tek şey ise katil/ler. Sonunda bir mahkeme kararı olsa bile, gerçeğin ne olduğunu belki de hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Bildiğimiz tek gerçek, neredeyse tüm ailenin bir şekilde suçun içinde, köyün tamamının ise öyle ya da böyle suç ortağı olduğu. Elbirliğiyle bir çocuğu öldürüp, kaybetmeye çalışmışlar. Cinayetin üstünü örtmek için ellerinden geleni yapmışlar.

ÜSTÜ ÖRTÜLEMİYOR MU?

Köyde başka çocuk ölümleri de olduğu söyleniyor. Biz “izleyiciler” haklı olarak köy hakkında ortaya çıkan gerçeklere inanmakta zorlanıyoruz. Tavşantepe’yi sinemada bir film olarak seyretsek senaryoyu tutarsız ve akıldışı bile bulabilirdik. Tıpkı, Teksas Katliamı gibi. Tavşantepe, sokaklarında lüks arabaların fink attığı bir “köy”. Çakarlı arabalar, köyde görülen 3 Porche, lüks araç galerileri, tefecilik iddiaları, her devrin adamı olmak ama özünde Hizbullah kafasında olmak, dindar, mutaassıp, muhafazakar vs. vs.

İnternet ortamında çok aramama rağmen bulamadığım için belleğim beni yanıltıyor mu diye düşündüğüm bir “sanat eseri” var. Ben İstanbul Bienallerinden birinde sergilendi diye hatırlıyorum. Altına süpürülmüş çöpler nedeniyle yerden epeyce yükselmiş bir halı, öyle ki artık halı çöpü, pisliği örtemiyor. Türkiye adıyla sergilenmiş miydi acaba? Türkiye sınırları içinde yaşayanlar bir halk ya da toplum olma niteliğini yitirdi tartışmaları var ya; belki de Türkiye halısı artık altına süpürülenleri örtemiyor mu, demeliyiz?

Dincilik ve milliyetçilikle gözü dönmüş egemenlerin Tavşantepe’den Gazze’ye sürdürdükleri katliamları “izliyoruz”. Narin’in katil/ler/i ve suç ortaklarının ortaya çıkarılması ve en ağır cezaları almaları için haykırıyoruz. Narin’in gerçek öldürülme nedenini belki de hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Öyle olsa da akla en yakın açıklama, Narin’in de “üstü örtülen, yokmuş gibi davranılan bir gerçeği, güçlülerin aslında, nasıl da “dinsiz imansız” olduklarını görmüş olabileceği” gibi duruyor.

Gazze’den Beyrut’a “ne din ne milliyet, sadece barış içinde bir arada yaşamak istiyoruz” diye haykıranlar da katlediliyor. Onlar da dinci, milliyetçi yönetimlerin yokmuş gibi yaptıkları bir gerçeği gördükleri için katledildiler. 7 Ekim yaklaşıyor. Bir yıl önce barış festivali için dünyanın dört bir yanından gelen barışseverler de tecavüze maruz bırakılmış, katledilmişlerdi. Katledilenler Filistin-İsrail çatışması bitsin, öyle ya da böyle eşit koşullarda bir arada yaşansın istiyorlardı. Festivale katılanların çok büyük çoğunluğu Netanyahu hükümeti ve politikalarına karşıydı. O katliam için de bir yıldır bin türlü komplo teorisi birbiri ardına gerçekmiş gibi dile getiriliyor. Ve biz yine, gerçeği hiçbir zaman bilemeyeceğiz.

Kendisinden sonraki korku, yamyamlık, zombi filmlerine ilham kaynağı olan Teksas Katliamı, hükümetin yalanlarla halkı kandırmasına bir tepki olarak da çekilmişti. Öncüsü olduğu tür, dünyanın tekinsiz bir yer olduğunu, en masum görünenlerin, en sessiz kasabaların bile ardında üstü örtülen bir vahşet olabileceğini gösterdi. Ama maalesef aynı zamanda da “normalleştirdi”.

Barışı en çok isteyenlerle, gerçeğin ne olduğuna tanık olanların katledildiği bir zamanda yaşıyoruz. Gerçek, bir çöl değil kan çukuru.

                                                                 /././

AKP’de çatlak var, Cumhur çözülüyor -Yaşar Aydın-

İktidar bloku içinde tartışma var algısı yapay gündem yaratmanın bir başka yolu oldu. Muhalefetin ülkenin gerçek sorunlarının üzerinden atlayıp bu tartışmalara balıklama atlaması ise Erdoğan'ın ekmeğine yağ sürüyor.

Geçen haftanın en çok konuşulan konusu, anayasanın ilk dört maddesiyle ilgili yaşanan tartışma oldu. HÜDAPAR Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu'nun açıklaması üzerine muhalefet, Cumhur İttifakı’nın diğer ortaklarına “ne diyorsunuz” diye sorunca olay memleket meselesi haline geldi. CHP nedense özellikle MHP'den aksiyon bekledi. Ancak beklenen olmadı. Devlet Bahçeli, CHP lideri Özgür Özel’in çağrısına "deli saçması" diyerek, meselenin kendisi için önemsiz olduğunu vurguladı. Erdoğan ise muhalefetin bu talebini geçiştirerek karşı hamle yaptı ve durumu “hadi özgürlükçü bir anayasa yapalım” noktasına getirdi.

ERDOĞAN’IN İSTEDİĞİ ORANDA TARTIŞIRLAR

Cumhurbaşkanı’nın açıklamasıyla tartışma bitse de biz yine ülke meselelerine dönemedik. Bu defa da AKP’nin bazı isimleriyle Saray çevresi arasında yaşandığı düşünülen çelişki gündemi belirledi. Bilindiği gibi Metin Külünk, Mehmet Metiner, Bülent Arınç ve Şamil Tayyar gibi isimler, zaman zaman iktidarı eleştirir gibi yaparak gündem olurlar. Bu sefer anayasa tartışmasında Saray'la ters düştüler. Ama yine bu eleştiriler tabi ki Erdoğan’a kadar uzanmadı. Buna rağmen bu kez de “AKP içinde çatlak mı var” sorusunun yanıtının arandığı bir gündem oluştu. Muhalefet ve bazı medya organları geçen hafta hem Cumhur'u hem de AKP'yi ortadan ikiye bölmek üzereydi. Ama öyle olmadı, olamadı.

Altını bir kez daha çizmek gerekir ki, AKP ya da ittifak içinde yaşanan tüm bu tartışmalar, Erdoğan ve birinci derece çalışma arkadaşlarının bilgisi veya izni olmadan yaşanmaz. AKP, böyle tartışmaların açıkça yaşanabileceği bir parti değil, Cumhur İttifakı hiç değil.

O halde, bazen sertleşen ve AKP’yi yıpratan düzeye çıkan tartışmaların arkasında ne var sorusu akla gelebilir.

1- AKP hala tartışma yapılan, eleştirilerin dile getirildiği bir partiymiş gibi izlenim yaratılır. Son sözün nereden söyleneceği belli olduktan sonra hiçbir sorun yoktur.

2- Tartışılan konu hakkında ciddi bir kamuoyu yoklaması yapılmış olur. Hem de hiçbir ücret ödemeden.

3- Muhalefet bu tartışmanın parçası haline gelir. Olay parti ve ittifaktan çıkıp memleket meselesi haline dönüşür. Erdoğan ve rejim yıpranmadan tartışma sürer.

4- Erdoğan aklından geçirse de söylemeyeceği sözleri başkalarına söyletip, bu kavramların aşınmasına ve toplumda tartışmaya açılmasına zemin hazırlanır. Bakınız anayasanın ilk dört maddesi tartışması.

Listeyi uzatmak mümkün. Ama yaşanılan bu tartışmanın kimin işine yaradığını anlamak için bunlar bile yeterli olur.

SUÇ ORTAKLIĞI VE RANT ÇOK GÜÇLÜ BİR TUTKAL

Peki bu isimler ve partiler arasında hiç mi çelişki yok, yaşananlar tamamen bir oyundan mı ibaret? Tabii ki hayır. Hem de oldukça fazla çelişki var. MHP ile AKP’nin ya da DSP ile HÜDAPAR’ın ülkenin gelecek on yılına ilişkin ortak bir metinde, hatta bir paragrafta uzlaşmaları çok zor. Ancak bu çelişkiler sonucu değiştirmiyor. Partiler ve bahsi geçen isimler bir ittifakın değil, bir rejimin parçası durumunda. Kazandıkları bu gücün devam etmesi için rejimin devamından başka bir seçenekleri yok.

Bir rant şebekesi ve yolsuzluktan, insan hakları ihlallerine kadar suç örgütüne dönüşmüş bir rejimden bahsediyoruz.

Rejimin bir ucunda HÜDAPAR, ortasında AKP diğer tarafında MHP ve mafya var. Yargıda ve emniyetteki çeteleşme, devlet ihaleleri ile büyük servete ulaşan yandaşlar var. Rejim bazı insanlara ve partilere asla ulaşamayacakları olanakları sundu ve sunmaya devam ediyor. O yüzden ittifak içinde yaşanan tartışma ve çelişkiler ele geçirilen devlet aygıtı ve devasa olanaklar karşısında bir anda üzerinden kolayca atlanabilir ayrıntılara dönüşüveriyor.

YANLIŞ YERDEN MEDET UMULUYOR

Tüm bu karmaşa içinde bir gerçek var ki o da Erdoğan'ın merkezinde bulunduğu rejimin ciddi anlamda sarsıldığıdır. İç tartışmalar değil, Türkiye'yi içine soktukları durum ve onu yaratanlara karşı yükselen öfke iktidar blokunu sarsıyor.

Ülkenin yüzde 80'i yaşadığı hayattan memnun değil. Toplumun çok büyük kesimi yakın gelecekte durumunun düzelmeyeceğini düşünüyor. Ve ilk kez bu duruma karşı yaygın ve eylemli şekilde itirazlar oluşmuş durumda. Dünya üzerindeki çok az ülkede aynı zaman diliminde bu ölçekte yaygın ve çeşitlilik gösteren eylemlikler var. Evinin dışına çıkan birinin işçi, köylü, üniversite öğrencisi, öğretmen, çevre aktivisti, kent rantına direnen biriyle karşılaşma olasılığı çok kuvvetli bir ihtimal haline geldi.

İktidar blokunu sarsmaya başlayan ve o cenahı korkutan durum da bu fotoğraf. O yüzden bugün iktidar içinden gelen “farklı” sesler çoğaldı. Esas amaçları dikkat dağıtmak. Muhalefet ve bazı medya organlarına bakınca bunu başardıklarını söylemek mümkün.

Cumhur İttifakı dağılacaksa bu teğmenden, imamdan, anayasadan, yargıdan olmayacak. Aşağıdan gelen büyük ve güçlü müdahaleden olacak. O yüzden muhalefetin yüzünü o yana dönmesinde sonsuz fayda var.

                                              Birgün - GÜNDEM

İsrail, Lübnan’da yerleşim yerini hedef aldı: 492 ölü, 1645 yaralı

İsrail'in sabahtan bu yana düzenlediği saldırılarda ölenlerin sayısı 35'i çocuk olmak üzere 492'ye, yaralananların sayısı 1645'e yükseldi. İsrail'in hava saldırıları nedeniyle Lübnan'ın güneyinde halk ülkenin kuzeyine doğru kaçmak zorunda kaldı. İsrail, Lübnan'ın doğusunda yer alan Bekaa Vadisi'ne "yakın zamanda" saldırı düzenleyeceğini bildirerek, bölge halkına uzaklaşmaları için 2 saat süre verdi.(https://www.birgun.net/haber/israil-lubnanda-yerlesim-yerini-hedef-aldi-492-olu-1645-yarali-561104)

                                                                       ***

İsrail'den Hizbullah'a tehdit: Evler hedef alınacak, tahliye çağrısı yapıldı

İsrail ordusu, Lübnan'ın güneyindeki sivilleri "evlerini hedef almakla" tehdit ederek; Hizbullah’ın silah gizlediğini ileri sürdüğü ev ve binaları boşaltma çağrısında bulundu.(https://www.birgun.net/haber/israil-den-hizbullah-a-tehdit-evler-hedef-alinacak-tahliye-cagrisi-yapildi-561074)

                                                                      ***

Ölülere zimmetli 28 bin 539 cihaz -Mustafa Bildircin-

CHP'li belediyelere yönelik icra girişimi başlatan SGK’nin, başka kurumlardan alacakları için tek bir adım atmadığı ortaya çıktı. Kurumun, yaşamını yitiren 28 bin 539 kişiye zimmetli tıbbi cihazları halen geri almadığı öğrenildi.(https://www.birgun.net/haber/olulere-zimmetli-28-bin-539-cihaz-561008)

                                                                     ***

Saray’ın ofisleri para yuttu: Yıllık 980,8 milyon -Mustafa Bildircin-

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin ikinci gününde kurulan ofislere yönelik mali denetimler, ofislerin kamuya yükünü ortaya koydu. Saray’a bağlı ofislerinin yıllık harcamasının 1 milyar TL’ye dayandığı belirlendi. Cumhurbaşkanlığı’na bağlı dört ofisin toplam harcaması 980 milyon 827 bin 3 TL olurken toplam harcamanın ofislere göre dağılımı şöyle sıralandı: Dijital Dönüşüm Ofisi Başkanlığı: 375 milyon 38 bin 970 TL, * Finans Ofisi Başkanlığı: 109 milyon 473 bin 124 TL, * İnsan Kaynakları Ofisi Başkanlığı: 161 milyon 656 bin 407 TL, * Yatırım Ofisi Başkanlığı: 334 milyon 658 bin 502 TL. Saray’a bağlı ofislerin toplam 980,8 milyon TL’lik harcamasının büyük bölümünü, mal ve hizmet alımları için yapılan harcamalar oluşturdu. Ofislerin mal ve hizmet alım gideri, ofislere göre şöyle kaydedildi: Yatırım Ofisi Başkanlığı: 182 milyon 872 bin 667 TL, * İnsan Kaynakları Ofisi Başkanlığı: 63 milyon 559 bin 880 TL, * Finans Ofisi Başkanlığı: 38 milyon 72 bin 629 TL, * Dijital Dönüşüm Ofisi Başkanlığı: 258 milyon 307 bin 70 TL

(https://www.birgun.net/haber/sarayin-ofisleri-para-yuttu-yillik-980-8-milyon-561018)

                                                             /././

Tarihi Yarımada’da kaçak yapı: İçişleri’nden AKP’li eski başkana soruşturma -Onur DURMUŞ-
Perşembe Belediyesi'nin eski Başkanı AKP'li Mustafa Sayım Tandoğan, Ordu’nun Perşembe ilçesi sınırlarında yer alan ve 1’inci derece arkeolojik ve doğal sit alanı olan Yason Burnu Yarımadası'nda ruhsatsız kaçak yapıya izin verdi. İskânı bulunmayan yapıya çalışma ruhsatı veren eski AKP’li belediye başkanı hakkında İçişleri Bakanlığı soruşturma başlattı.(https://www.birgun.net/haber/tarihi-yarimadada-kacak-yapi-icislerinden-akpli-eski-baskana-sorusturma-561169)

 (BİRGÜN)


Öne Çıkan Yayın

Çok şey söyleyip bir şey anlatmama sanatı! -Mehmet Y. Yılmaz /T24-

Cumhurbaşkanı “altı doldurulmamış sözlerle sürece sahip çıkıyormuş gibi görünme” konuşmalarını hep yapıyor. Ama esasen hiçbir şey söylemiyor...