24 Eylül 2024 Salı

Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -24 Eylül 2024-

İşçiler ve sendikalar sokakta, direnişte: Ekmek, adalet ve haysiyet -Aziz Çelik-

2024 güzü işçilerin ve sendikaların ekmek, adalet ve haysiyet mücadelesine tanıklık ediyor. İşçilerin uzun süredir devam eden yaygın tekil direnişlerinin ardından sendikal harekette de hareketlenme yaşanıyor. Uzun süredir gelir ve vergi adaleti eylemlerini sürdüren DİSK’in ardından Türk-İş ve Hak-İş de sokağa çıkmaya başladı.

DİSK ve Hak-İş gibi Türk-İş de "Zordayız, geçinemiyoruz" eylemleri ile sokağa çıktı. (Fotoğraf: Türk-İş)


Bugün güz ekinoksu. Sonbahar geldi. Kış yaklaşıyor. Geçim derdi hiç olmadığı kadar 2024 güzüne ve 2025 kışına damgasını vuracak. “Artık yeter, geçinemiyoruz” bu dönemin en akılda kalacak sloganı olacak. Tıpkı ANAP iktidarının sonunu getirmesi gibi geçim derdi bir kez daha hükümetin sarsıyor. 31 Mart 2024 seçimlerinde ortaya çıkan “geçinemiyoruz” hoşnutsuzluğu giderek yaygınlaşıyor. Öyle görünüyor ki toplumsal hoşnutsuzluk bu kez sandığı beklemeden giderek yaygınlaşacak.

Hükümetin izlediği halkı yoksullaştıranı ve emek gelirlerini bastıran ekonomi politikası bütün hızıyla sürüyor. Yerli ve uluslararası sermaye çevrelerinin memnun olduğu ekonomi politikalarından halk yaka silkiyor. Sendikalar isabetli biçimde “geçinemiyoruz” sloganını eylemlerinin merkezine koyuyor. Hiçbir makro ekonomik göstergeyi uzun boylu analiz etmeye gerek yok. Çalışanlarının yarısını kapsayan asgari ücretin 17 bin lira, 15-16 milyonu ilgilendiren emekli aylıklarının asgarisinin 12 bin 500 TL, ortalamasının 14-15 bin TL olduğu bir ülke Türkiye. Milyonlarca hane de sosyal yardıma muhtaç halde.

Üstelik bu vahim tablo karşısında yüzleri kızarmadan ücretlerin ve emek gelirlerinin dezenflasyon hedefine uygun artırılmasından söz ediyorlar.  Teknik ifadelere gerek yok enflasyonun faturasını halka kesmeye karar vermiş durumdalar. Orta Vadeli Programları da bütçeleri de yasaları da buna göre hazırlıyorlar.

İŞÇİLER SOKAKTA

İşte bu ahval ve şerait içinde işçi-sendika eylemleri ve direnişlerinde belirgin bir artış gözleniyor. Bu eylemlerin son baharda giderek artacağını tahmin etmek zor değil. Bir yandan işten atılma, sendikalaşma, çalışma şartları, ücretler temelinde yürütülen tek tek işçi direnişleri ve grevleri öte yandan hükümetin izlediği ekonomi politikalara karşı sendikalar tarafından başlatılan merkezi eylemler.

Türk-iş ve Hak-İş uzun bir suskunluk dönemi ve aradan sonra mitinglere başladı. DİSK uzun bir süredir “geçinemiyoruz” sloganıyla vergide, gelirde ve ülkede adalet talebi etrafından eylemler örgütlüyor. Geçtiğimiz yaz aylarında uzun bir aradan sonra üç işçi konfederasyonu vergide ve gelirde adalet konularında emeğin taleplerini içeren ortak bir açıklamaya imza attı ve bu doğrultuda ortak çalışmalar yapacaklarını açıkladı. Ardandan Türk-İş ve Hak-İş çeşitli illerde mitingler yaptı. DİSK de çeşitli illerde işçi buluşmaları gerçekleştirdi. Bu hafta çarşamba günü DİSK’in İstanbul Saraçhane Meydanı’nda eylemi var. Türk-İş Salı günü ülke çapında işyerlerinin önünde bir saat oturma eylemi yapacak. Ekim ayının başında Ankara’da büyük bir işçi mitingi yapılması bekleniyor.

Bu eylemlerin çeşitlenerek artmasını beklemek lazım. Çünkü hükümetin izlediği ekonomi politikasından vazgeçmesi olası değil. 2025 bütçesi, 2025 asgari ücreti ve ocak ayında ücret, maaş ve aylıklardaki artışlar memleketin en sıcak gündemi olacak. Hükümet büyük bir neoliberal itikat ve inatla emek gelirlerini bastırmaya çalışacak. Bunun karşısında ise toplumsal tepkinin yükselmesi kaçınılmaz.

Öte yandan tek tek işyeri ve sektör bazında da işçi eylemleri yaygınlaşıyor. Bu eylemler ya sendikal örgütlenme nedeniyle işten atılmalara karşı direniş veya çalışma şartlarının gayri insani olmasına karşı direnişler şeklinde ortaya çıkıyor. Ücret düşüklüğüne tepkiler bu eylemlerin bir başka nedeni. Özel okul öğretmenlerinin eylemleri, Çatalca’da Polonez gıda fabrikasındaki işçilerin eylemleri, Ankara’da sağlık işçilerinin bakanlık önündeki toplu iş sözleşmesi hakkı eylemi, Gaziantep’te tekstil işçilerinin ve Soma’da maden işçilerinin eylemleri bunlardan sadece birkaçı. İnşaat, hizmet ve lojistik sektörlerinde çeşitli kazanımlarla sonuçlanan eylemler sık sık yaşanıyor. Öte yandan çeşitli işyerlerinde süren yasal grevler söz konusu.

Önümüzdeki günlerde bu eylemlerin ve direnişlerin giderek artacağı sır değil. Bu eylemlerin nesnel bir zemini var. “Güneş çarığı çatık ayağı sıkıyor.” Çalışma ve yaşama koşullarını giderek zorlaşıyor. Eylemlerin yaygınlaşmasının sebebi bu. Bu eylemlerin ortak noktası ekmek, adalet ve haysiyet eylemleri olmaları. İşçiler bir yandan geçim şartlarının iyileşmesi için öte yandan insani çalışma koşulları için onurları için, haysiyetleri için eylemdeler.

İşçiler zorlaşan geçim ve yaşam koşullarını iyileştirmek için sendikalaşmak istiyor. Anayasal haklarını kullanınca bu kez patron tarafından işten atılıyor. Anayasayı hiçe sayan patronlara kaşı direnmeye çalışan işçilerin üzerine bu kez hukuktan nasibini almamış mülki amirler güvenlik güçlerini sürüyor. İşçilere karşı zalimane bir şiddet kullanılıyor. Bu yetmiyor direnen ve yerlerde sürüklenen, ters kelepçe takılan, sakalları uzamış, giysileri kirlenmiş işçilerin karşısına günlük tıraşını olmuş ve pırıl pırıl takım elbiseleriyle çıkan bir ilçe müftüsü “böyle hak aranmaz” deme cüretinde bulunuyor.  Sözün bittiği yer! Hükümet adeta bir yandan zor bir yandan ideolojik aygıtlarıyla tam teşekküllü olarak görev başında!

Geçim şartları zorlaşan ve çalışma şartları insan onuruyla bağdaşmayan işçiler çalışma şartlarının iyileştirmesi için direniyorlar. Çalışırken ölmek, çalışırken hasta olmak istemiyorlar.  Her gün yüzlerce binlerce işyerinde yaşanan insanlık dışı çalışma şartlarının bir bölümü işçilerin gösterdiği direnç nedeniyle kamuoyuna yansıyor. İşçiler yaşama ve çalışma şartları için, ekmek, adalet ve haysiyet için ayakta. Şairin dediği gibi “paranın padişahlığına” ve paranın bekçilerine karşı verilen ekmek ve haysiyet mücadelesi bu yapılan! Bıçağın kemiğe dayandığı andır bu.

2024 güzünün ayırt edici yanı sadece tekil işçi eylemleri değil. İşçilerin tekil eylemleri hiç durmadı. 2010’lu 2020’li yıllar boyunca irili ufaklı yüzlerce, binlerce işçi eylemi ve direnişi yaşandı. Emek Çalışmaları Topluluğu’nun (EÇT)  titiz bir çalışmayla bunları kayıt altına aldı ve almaya devam ediyor. Bu kıymetli raporlara www.emekcalisma.org adresinden ulaşmak mümkün.

GEÇİNEMİYORUZ EYLEMLERİ

2024 güzünde tekil işçi eylemleri yanında uzun bir aradan sonra merkezi sendika eylemleri de başladı. Uzun süredir vergide ve gelirde adalet eylemleriyle konuyu gündeme taşıtan DİSK’in ardından Türk-İş ve Hak-İş de geçim şartlarını protesto etmek, gelir ve vergi adaleti talebiyle merkezi eylemler örgütlemeye başladı. Üç işçi konfederasyonu henüz bu eylemleri ortaklaştırmasa da temanın benzer olduğu ve bu temanın “geçinemiyoruz, gelirde ve vergide adalet” olduğu ve eylemlerin muhatabının hükümet olduğu sır değil.

Kuşkusuz siyasal ve toplumsal koşullar arasında dağlar kadar fark var ancak 1989 Bahar Eylemleri de uzun bir suskunluktan sonra böyle başlamıştı. 1980’lı yıllar boyunca etkili eylemler yapmayan Türk-İş 1989 Bahar Eylemleriyle birlikte vites yükseltmişti. ANAP hükümetinin seçimleri kaybetmesinde 1980’lerin sonundaki bu işçi hareketinin etkisi yadsınamaz. Türk-İş’in o dönemki mutedil genel Başkanı Şevket Yılmaz artan taban baskısı ve zorlaşan ekonomik şartlar karşısında 1980 sonrasının ilk genel grevini 3 Ocak 1991’de ilan etmek zorunda kalmıştı.

Bilindiği gibi Türk-İş ve Hak-İş yönetimleri uzunca bir süredir eylemlerden uzak durdu. 2010’ların başlarına kadar ortak eylemler yapabilen işçi sendikaları ile emek ve meslek örgütleri giderek paralize ve atomize oldu. 1990’ların sonlarından 2010’lara kadar emek hareketinin güç birliği yapmasını sağlayan Emek Platformu gibi kayda değer birliktelikler bir yandan içeriden bir yandan dışarından müdahalelerle sönümlendi. Emek Platformunun dağı(tı)lmasının AKP iktidarının çok büyük bir “başarısı” olduğunun altını çizmek lazım.

Emek Platformunun dağıtılmasının ardından Türk-İş ve Hak-İş yönetimleri eylemlerden uzak durdu ve siyasi iktidarı eleştirmekten özemle kaçındı, suskunluğa gömüldü. İki konfederasyon siyasi iktidara yedeklenmeyi tercih ettiler. Kamu taşeron işçilerinin örgütlenmesi ve kadroya alınması sürecinde siyasi iktidarla iyi geçinerek, eleştiren uzak durarak üye sayılarını artırmaya çalıştılar. Bu tutumları sonucunda üye sayılarını artırdılar. Ancak kamu taşeron işçileri ikinci sınıf işçi haline geldi. Yüksek Hakem Kurulu sefalet sözleşmelerine imza attı. 2018 başkanlık seçimleri öncesi siyasi iktidar kimseyle müzakere etmeden taşeron işçileri bir gece yarısı KHK’siyle kadroya aldı. Ancak üç yıl boyunca toplu iş sözleşmesi hakkından mahrum bıraktı. Bu kez kamu işçisi haline gelen eski taşeron işçileri üye yapma ve yetki alma kaygısıyla sustular. Kamu işvereni kimi desteklerse işçi oraya gidebilirdi. O yüzden hükümetle arayı iyi tutmak lazımdı! Ancak 2018 sonrasında önce döviz krizi, ardından pandemi ve ardından yüksek enflasyonla devam eden zor günlerde hükümet tavrını net biçimde ortaya koydu. Son 45 yılın en ağır bölüşüm krizi ortaya çıktı. Emek gelirleri baskılandı ve gelir dağılımı bozuldu. Hükümet çok net sınıfsal bir tercih yaptı. Böyle bir tablodan kamu işçileri de payını aldı.

BİRLEŞİK MÜCADELE ŞART!

İşçiler, emekçiler, emekliler 31 Mart 2024 seçimlerinde siyasi iktidara kırmızı kart gösterdi. Siyasi iktidar bu kırmızı kartının mesajını anlamak yerine “nasılsa seçim yok, kemer sıkmaya devam” dedi. Artan pahalılık karşısında geçim zorlaştı. Kamu işçisinin “parlak” sözleşmeleri ile elde edilen haklar enflasyon karşısında eridi.

Hükümetten geçim şartlarını iyileştirmek yönünde bir adım gelmeyeceği anlaşıldı. Türk-İş Genel Başkanı “ben ömrü hayatımda böyle geçim sıkıntısı görmedim” mealinde sözler söyledi. Ve sonunda rica ile sonuç alınamayacağı ortaya çıkınca ve tabandan gelen baskılar da artınca Türk-İş ve Hak-İş 1 Mayıslardaki sembolik törenleri saymazsak Tekel direnişinden sonra ilk kez sokağa çıktı.

Kuşkusuz önceki tutumlarından bağımsız olarak Türk-İş ve Hak-İş’in işçilerin hak mücadelesi için sokağa çıkması önemsenmesi, desteklenmesi gereken bir tutumdur. Samiler mi değiller mi tartışması abesle iştigaldir. Eylemlerdeki konuşmaların içeriği, eylemlerdeki taleplerin yetersizliği tali bir meseledir. Uzun süredir sokağın, hak aramanın siyasi iktidar tarafından marjinalize edilmeye çalışıldığı, toplu hak aramanın, sivil itaatsizliğin kriminalize edilmeye çalışıldığı koşullarda sendikaların sokakta olması ve “sendikacılık, hak aramak suç değildir” demesi önemlidir.

Grevin, eylemin, mitingin, itirazın yerini yasak ve itaatin almaya başladığı zamanlarda sokağa çıkan işçi kıymetlidir. Paranın padişahlığına ve paranın bekçiliğine karşı girişilen her itiraz kıymetlidir.

Zor bir kış geliyor. İşçilerin, emeklilerin yaşama ve çalışma koşulları daha da zorlaşacak.  Arabayı atların önüne koymadan, eylemleri birbirinin karşısına dikmeden, öznel sorunları genel sınıf çıkarının önüne çıkarmadan işçi direnişlerini, sendikal eylemleri büyük bir duvarın tuğlaları ve büyük bir zincirin halkaları haline getirmek lazım. Defalarca doğrulanmış bir düsturu yenileyerek bitireyim: Örgütlü birleşik güç yenilmez!

                                                               /././

292 milyar $ burada -Hayri Kozanoğlu-

TCMB, iki ucu keskin kılıç gibi ne bir başlarsa sıcak parayı ürkütmekten, yerli aktörlerin dövize yöneliminden endişeli. Öte yandan Saray’ın bu işe ‘el atmaması’ için OVP’deki enflasyon hedefine yaklaşmak zorundalar.

Yüksek faiz kazancı için kısa vadeli olarak ülkeye giren küresel fonlar var, yani sıcak para diyoruz buna ve bu sıcak para döviz kurunu geçici olarak düşürebilir, ama bu bizim için ideal olan değildir. Bir süre sonra bu fonlar yüksek faiz kazancını alıp düşük kurdan tekrar dövize dönerken kur yeniden yükselir. Yükselen kuru düşürmek için her seferinde daha yüksek faiz vermek gerekir.

Büyük olasılıkla hak vereceğiniz bu görüşler 2021 Kasım ayında Recep Tayyip Erdoğan tarafından dile getiriliyor. Ne yazık ki bir kez daha 2024’te Türkiye ekonomisi sıcak paranın şantajı altında. Bu korkuyla Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası (TCMB) Eylül ayı toplantısında da faizleri %50’de tuttu. Gerçi daha önceki toplantı metinlerinde bulunan “gerekirse para politikası duruşu sıkılaştırılacaktır” ifadesini bu kez kaldırarak yeni bir faiz artışına kapıyı kapadı. Ama öte yandan “enflasyon beklentileri ve fiyatlama” davranışlarının risk unsuru olmaya devam ettiğini, mal enflasyonunda düşüşün “sınırlı” olduğunu, hizmet enflasyonundaki iyileşmenin “son çeyrekte” gerçekleşmesinin beklendiğini söyleyerek, yakın zamanda faiz indirimine pek de istekli olmadığını beyan etti.

TCMB, iki ucu keskin kılıç gibi zor bir durumda. Faiz indirimine bir başlarsa sıcak parayı ürkütmekten, yerli aktörlerin dövize yöneliminden endişe duyuyor. Öte yandan OVP’de 2025 için %17.5 enflasyon öngörülürken politika faizinin %50’de tutulmasının ekonomiye sert fren yaptırmasından, işsizliğin tırmanmasından, bu durumda Saray’ın işe el koymasından korkuyor.

Eylül 2023’te aylık enflasyon %4.75 gelmişti. Eğer bu eylül %2.75’in altında bir tüketici enflasyonu açıklanırsa yıllık enflasyon %50’nin altına inecek ve eğer Şimşek’in sürekli tekrarladığı gibi beklenen enflasyona değil, gerçekleşen enflasyona göre dahi bakılsa politika faizi bankalara reel getiri sağlıyor olacak. Bu noktada, özellikle TL kredi kullanan TOBB etrafında örgütlü Anadolu sermayesinin “faizleri indirin” çağrıları yoğunlaşacak.

Geçtiğimiz hafta TCMB’nin rezervlerini 6.2 milyar dolar artırarak 153.6 milyar dolara çıkarması da hep yarın sıcak paranın ülkeyi terk etmesi halinde cephanemi sağlam tutayım korkusundandı. Döviz alınırken haliyle piyasaya likidite pompalanıyor. Bu para bolluğu da mevduat faizlerini aşağı çekerek; harcamalara hız verme veya dövize yönelme gibi TCMB’nin pek istemediği refleksleri tetikliyor. Bu nedenle hafta sonu TL mevduatlarda zorunlu karşılıklar artırılarak fazla likiditeyi emmek amaçlandı. Döviz alımını teşvik eden diğer bir neden de, ihracatçıların değerli TL şikayetini dindirmek için döviz alımını sürdürerek kurun düşüşünü engellemek olabilir.

Bu arada eski TCMB Başkanı Şahap Özkavcı’nın başında bulunduğu, bu aralar pek sesi çıkmayan BDDK da son haftalarda belirginleşen tüketici kredisi talebindeki yavaşlamaya önlem olarak, ihtiyaç ve konut kredilerinde sermaye yeterliği katsayısını düşürdü. Son zamanlarda mesai saatleri dışında da geçerli olmak üzere bankalardan kredi teklifleri geliyor. Belli ki bankalar % 2 aylık sınırına rağmen ellerindeki fonları pazarlayamıyor.  Çünkü uygulanan  faiz oranları hala çok yüksek. Hele ki, enflasyonda öngörülen düşüş gerçekleşirse... En son ihtiyaç kredilerinde ortalama faiz oranı %74, konut kredilerinde ise %43’tü. İster istemez, TCMB’den sıkılaşma, BDDK’dan gevşeme yönünde hamleler gelmesi bu iki kurum arasında bir eşgüdüm bulunmadığı izlenimini verdi. Zaten Nurettin Nebati ekibinden Özkavcı ile Mehmet Şimşek ekürisi arasında pek sıcak ilişkiler gelişmediğini tahmin etmek zor değil.

SICAK PARANIN DÖKÜMÜ

Sıcak para demişken, isterseniz ülkedeki bu tür fon miktarı ne kadar onu bir irdeleyelim. Hatırlanırsa Mehmet Şimşek “finans tarihimizde görülmemiş 78 milyar dolar kaynak girişi var” diye demeç vermişti. 13 Eylül itibarıyla yabancıların yurtiçinde 33.6 milyar dolar hisse senedi, 14.7 milyar dolar devlet tahvili, 291 milyon dolar özel sektör ihraçlarını da içeren 48.6 milyar dolarlık portföyleri bulunuyor. Yurt dışında ihraç edilen eurobondların tutarı da 43.8 milyar dolar kamu, 13.2 milyar dolar reel sektör, 17.3 milyar dolar finansal sektör olmak üzere, 74.3 milyar doları buluyor. Menkul değer stok toplamı da 123 milyar dolara ulaşıyor.

Sıcak para toplamını hesaplayabilmek için şimdi de vadesine 1 yıldan az süre kalan dış borç istatistiklerine 2024 Temmuz itibarıyla bir göz atalım. Merkez Bankası mevduatları 38.7 milyar dolar. Banka kredileri 50.3 milyar dolar. Gerçek-tüzel kişilerin yurtiçi döviz mevduatı 19.1 milyar dolar. Yurtdışı bankaların yurtiçindeki döviz mevduatı 19.6 milyar dolar. Yabancıların TL cinsi yurtiçi ve yurtdışı şubeler mevduatı 20.4 milyar dolar. Bu tutarın da dövize çevrilme potansiyelini göz önüne alarak sıcak paraya dahil ediyoruz. Reel sektörün de 2.1 milyar doları kamu, 18.4 milyar doları özel, 20.5 milyar dolar kısa vadeli dış borcu bulunuyor. Kısa vadeli borçlar böylelikle 168.6 milyar dolara ulaşıyor.

Menkul değer ve borç stokunu; 123+168,6 milyar doları toplayınca 291.6 milyar dolar sıcak para stoku rakamını buluyoruz. Dünya Gazetesi’ndeki köşesinde titiz analizler yapan Naki Bakır ise sıcak para stokunu 283 milyar dolar tahmin ediyor. Arada Bakır’ın kısa vadeli ticari kredileri dahil etmesi, benim dış ticaretin finansmanını istikrarlı bir kalem görüp dışarıda bırakmam; buna karşın onun TL mevduatları sıcak para saymayıp, benim toplama katmam gibi farklılıklar var. Ama sonuçlar yaklaşık çıkıyor. (Naki Bakır, Sıcak Para Stoku 283 milyar Dolar, Dünya Gazetesi 20.09.2024)

Dar tanımlı, yani kredileri dışarıda bırakan, sıcak parayı portföy yatırımları ve yabancı mevduatla sınırlayan yaklaşıma göre de;123,0 +59.1 =182,1 milyar dolar.

Görüldüğü gibi halihazırda Merkez Bankası’nın 153.6 milyar dolar brüt, 26.5 milyar swap hariç net rezervlerini, kısa sürede eritebilecek bir sıcak para varlığı bulunuyor.

TÜRKİYE EKONOMİSİ 2018-2023

Bu yazıda Türkiye’nin döviz pozisyonunun anlık bir fotoğrafını çekmeye çalıştık. Ümit Akçay ise 2018-2023 arasını kapsayan Krizin Gölgesinde En Uzun Beş Yıl başlıklı kitabıyla bir dönemi çok ayrıntılı bilgi ve verilerle analiz ediyor. Akıcı bir dille yazılmış, bir solukta okunan sürükleyici çalışmasında, Türkiye ekonomisindeki temel dönüm noktalarını eleştirel iktisat yaklaşımından hareket ederek değerlendiriyor. Zaman zaman, özellikle 2023’teki seçimler yaklaştığında ücretli kesimlere bazı tavizler verilse de AKP rejiminin emek karşıtı yüzünü teşhir ediyor. Ekonomi politikalarının belirlenmesinde sermaye fraksiyonları arasındaki gerginlikleri, Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi’nden taviz koparma çabalarını sergiliyor. TÜSİAD ile simgeleşen Yerleşik Büyük Sermaye Grupları ile Diğer Sermaye Grupları diye nitelediği MÜSİAD-TOBB etrafında kümelenmiş iki sermaye fraksiyonunun farklılaşan çıkarlarını masaya yatırıyor. Şimşek programının liberal iktisatçıları utangaçça da olsa nasıl saflarına kattığını dile getiriyor. Ekonomi meraklılarına okumalarını hararetle öneririm. (Ümit Akçay, Krizin Gölgesinde En Uzun Beş Yıl, Doğan Kitap 2024)

                                                                       /././

İzlemek üzere olduğunuz film gerçektir! -Selçuk Candansayar-

1974 yılında gösterime giren “The Texas Chainsaw Massacre” (Teksas Testere Katliamı) filmi bu ifadeyle başlar. Korku filmlerinin en kült ve tür belirleyicilerinden biri olarak kabul edilir. Taşraya, büyükbabalarının evine giden bir kaç arkadaşın, ev ve çevresinde “vahşice” öldürülmelerini anlatır. 300 bin dolara mal olup 30 milyon dolar hasılat getiren film, gösterime girdiğinde içerdiği “vahşet” ve “şiddet” nedeniyle yasaklamalara, kısıtlamalara tabi tutulur.

Filmin tümüyle kurmaca olmasına karşın “gerçek olaylara dayalıdır” diye başlamasını, yazar-yönetmen Tobe Hooper, hükümetinin o dönem halkı özellikle Vietnam Savaşı’ndaki katliamlar hakkında yanıltmasına bir tepki olarak açıklar.

Peki, Tavşantepe katliamının filmi yapılabilir mi? Tavşantepe-Beyrut arası karayoluyla yaklaşık 800 km, bilemedin, yarım günlük yol. Beyrut’un yaklaşık 300 km güneyi ise Gazze Şeridi. Güneyde resmi rakamlarda bile 50 bine yaklaşan ölüm, Tavşantepe’de ise, olasılıkla akrabalarınca boğularak katledilen bir Narin beden.

Sosyal medyanın ilgisini çekmese, kamuoyu baskısı olmasa belki de bulun(a)mayacak bedeni, kayıp haberinden 19 gün sonra bulunabildi. O günden bu yana ortaya çıkmayan tek şey ise katil/ler. Sonunda bir mahkeme kararı olsa bile, gerçeğin ne olduğunu belki de hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Bildiğimiz tek gerçek, neredeyse tüm ailenin bir şekilde suçun içinde, köyün tamamının ise öyle ya da böyle suç ortağı olduğu. Elbirliğiyle bir çocuğu öldürüp, kaybetmeye çalışmışlar. Cinayetin üstünü örtmek için ellerinden geleni yapmışlar.

ÜSTÜ ÖRTÜLEMİYOR MU?

Köyde başka çocuk ölümleri de olduğu söyleniyor. Biz “izleyiciler” haklı olarak köy hakkında ortaya çıkan gerçeklere inanmakta zorlanıyoruz. Tavşantepe’yi sinemada bir film olarak seyretsek senaryoyu tutarsız ve akıldışı bile bulabilirdik. Tıpkı, Teksas Katliamı gibi. Tavşantepe, sokaklarında lüks arabaların fink attığı bir “köy”. Çakarlı arabalar, köyde görülen 3 Porche, lüks araç galerileri, tefecilik iddiaları, her devrin adamı olmak ama özünde Hizbullah kafasında olmak, dindar, mutaassıp, muhafazakar vs. vs.

İnternet ortamında çok aramama rağmen bulamadığım için belleğim beni yanıltıyor mu diye düşündüğüm bir “sanat eseri” var. Ben İstanbul Bienallerinden birinde sergilendi diye hatırlıyorum. Altına süpürülmüş çöpler nedeniyle yerden epeyce yükselmiş bir halı, öyle ki artık halı çöpü, pisliği örtemiyor. Türkiye adıyla sergilenmiş miydi acaba? Türkiye sınırları içinde yaşayanlar bir halk ya da toplum olma niteliğini yitirdi tartışmaları var ya; belki de Türkiye halısı artık altına süpürülenleri örtemiyor mu, demeliyiz?

Dincilik ve milliyetçilikle gözü dönmüş egemenlerin Tavşantepe’den Gazze’ye sürdürdükleri katliamları “izliyoruz”. Narin’in katil/ler/i ve suç ortaklarının ortaya çıkarılması ve en ağır cezaları almaları için haykırıyoruz. Narin’in gerçek öldürülme nedenini belki de hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Öyle olsa da akla en yakın açıklama, Narin’in de “üstü örtülen, yokmuş gibi davranılan bir gerçeği, güçlülerin aslında, nasıl da “dinsiz imansız” olduklarını görmüş olabileceği” gibi duruyor.

Gazze’den Beyrut’a “ne din ne milliyet, sadece barış içinde bir arada yaşamak istiyoruz” diye haykıranlar da katlediliyor. Onlar da dinci, milliyetçi yönetimlerin yokmuş gibi yaptıkları bir gerçeği gördükleri için katledildiler. 7 Ekim yaklaşıyor. Bir yıl önce barış festivali için dünyanın dört bir yanından gelen barışseverler de tecavüze maruz bırakılmış, katledilmişlerdi. Katledilenler Filistin-İsrail çatışması bitsin, öyle ya da böyle eşit koşullarda bir arada yaşansın istiyorlardı. Festivale katılanların çok büyük çoğunluğu Netanyahu hükümeti ve politikalarına karşıydı. O katliam için de bir yıldır bin türlü komplo teorisi birbiri ardına gerçekmiş gibi dile getiriliyor. Ve biz yine, gerçeği hiçbir zaman bilemeyeceğiz.

Kendisinden sonraki korku, yamyamlık, zombi filmlerine ilham kaynağı olan Teksas Katliamı, hükümetin yalanlarla halkı kandırmasına bir tepki olarak da çekilmişti. Öncüsü olduğu tür, dünyanın tekinsiz bir yer olduğunu, en masum görünenlerin, en sessiz kasabaların bile ardında üstü örtülen bir vahşet olabileceğini gösterdi. Ama maalesef aynı zamanda da “normalleştirdi”.

Barışı en çok isteyenlerle, gerçeğin ne olduğuna tanık olanların katledildiği bir zamanda yaşıyoruz. Gerçek, bir çöl değil kan çukuru.

                                                                 /././

AKP’de çatlak var, Cumhur çözülüyor -Yaşar Aydın-

İktidar bloku içinde tartışma var algısı yapay gündem yaratmanın bir başka yolu oldu. Muhalefetin ülkenin gerçek sorunlarının üzerinden atlayıp bu tartışmalara balıklama atlaması ise Erdoğan'ın ekmeğine yağ sürüyor.

Geçen haftanın en çok konuşulan konusu, anayasanın ilk dört maddesiyle ilgili yaşanan tartışma oldu. HÜDAPAR Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu'nun açıklaması üzerine muhalefet, Cumhur İttifakı’nın diğer ortaklarına “ne diyorsunuz” diye sorunca olay memleket meselesi haline geldi. CHP nedense özellikle MHP'den aksiyon bekledi. Ancak beklenen olmadı. Devlet Bahçeli, CHP lideri Özgür Özel’in çağrısına "deli saçması" diyerek, meselenin kendisi için önemsiz olduğunu vurguladı. Erdoğan ise muhalefetin bu talebini geçiştirerek karşı hamle yaptı ve durumu “hadi özgürlükçü bir anayasa yapalım” noktasına getirdi.

ERDOĞAN’IN İSTEDİĞİ ORANDA TARTIŞIRLAR

Cumhurbaşkanı’nın açıklamasıyla tartışma bitse de biz yine ülke meselelerine dönemedik. Bu defa da AKP’nin bazı isimleriyle Saray çevresi arasında yaşandığı düşünülen çelişki gündemi belirledi. Bilindiği gibi Metin Külünk, Mehmet Metiner, Bülent Arınç ve Şamil Tayyar gibi isimler, zaman zaman iktidarı eleştirir gibi yaparak gündem olurlar. Bu sefer anayasa tartışmasında Saray'la ters düştüler. Ama yine bu eleştiriler tabi ki Erdoğan’a kadar uzanmadı. Buna rağmen bu kez de “AKP içinde çatlak mı var” sorusunun yanıtının arandığı bir gündem oluştu. Muhalefet ve bazı medya organları geçen hafta hem Cumhur'u hem de AKP'yi ortadan ikiye bölmek üzereydi. Ama öyle olmadı, olamadı.

Altını bir kez daha çizmek gerekir ki, AKP ya da ittifak içinde yaşanan tüm bu tartışmalar, Erdoğan ve birinci derece çalışma arkadaşlarının bilgisi veya izni olmadan yaşanmaz. AKP, böyle tartışmaların açıkça yaşanabileceği bir parti değil, Cumhur İttifakı hiç değil.

O halde, bazen sertleşen ve AKP’yi yıpratan düzeye çıkan tartışmaların arkasında ne var sorusu akla gelebilir.

1- AKP hala tartışma yapılan, eleştirilerin dile getirildiği bir partiymiş gibi izlenim yaratılır. Son sözün nereden söyleneceği belli olduktan sonra hiçbir sorun yoktur.

2- Tartışılan konu hakkında ciddi bir kamuoyu yoklaması yapılmış olur. Hem de hiçbir ücret ödemeden.

3- Muhalefet bu tartışmanın parçası haline gelir. Olay parti ve ittifaktan çıkıp memleket meselesi haline dönüşür. Erdoğan ve rejim yıpranmadan tartışma sürer.

4- Erdoğan aklından geçirse de söylemeyeceği sözleri başkalarına söyletip, bu kavramların aşınmasına ve toplumda tartışmaya açılmasına zemin hazırlanır. Bakınız anayasanın ilk dört maddesi tartışması.

Listeyi uzatmak mümkün. Ama yaşanılan bu tartışmanın kimin işine yaradığını anlamak için bunlar bile yeterli olur.

SUÇ ORTAKLIĞI VE RANT ÇOK GÜÇLÜ BİR TUTKAL

Peki bu isimler ve partiler arasında hiç mi çelişki yok, yaşananlar tamamen bir oyundan mı ibaret? Tabii ki hayır. Hem de oldukça fazla çelişki var. MHP ile AKP’nin ya da DSP ile HÜDAPAR’ın ülkenin gelecek on yılına ilişkin ortak bir metinde, hatta bir paragrafta uzlaşmaları çok zor. Ancak bu çelişkiler sonucu değiştirmiyor. Partiler ve bahsi geçen isimler bir ittifakın değil, bir rejimin parçası durumunda. Kazandıkları bu gücün devam etmesi için rejimin devamından başka bir seçenekleri yok.

Bir rant şebekesi ve yolsuzluktan, insan hakları ihlallerine kadar suç örgütüne dönüşmüş bir rejimden bahsediyoruz.

Rejimin bir ucunda HÜDAPAR, ortasında AKP diğer tarafında MHP ve mafya var. Yargıda ve emniyetteki çeteleşme, devlet ihaleleri ile büyük servete ulaşan yandaşlar var. Rejim bazı insanlara ve partilere asla ulaşamayacakları olanakları sundu ve sunmaya devam ediyor. O yüzden ittifak içinde yaşanan tartışma ve çelişkiler ele geçirilen devlet aygıtı ve devasa olanaklar karşısında bir anda üzerinden kolayca atlanabilir ayrıntılara dönüşüveriyor.

YANLIŞ YERDEN MEDET UMULUYOR

Tüm bu karmaşa içinde bir gerçek var ki o da Erdoğan'ın merkezinde bulunduğu rejimin ciddi anlamda sarsıldığıdır. İç tartışmalar değil, Türkiye'yi içine soktukları durum ve onu yaratanlara karşı yükselen öfke iktidar blokunu sarsıyor.

Ülkenin yüzde 80'i yaşadığı hayattan memnun değil. Toplumun çok büyük kesimi yakın gelecekte durumunun düzelmeyeceğini düşünüyor. Ve ilk kez bu duruma karşı yaygın ve eylemli şekilde itirazlar oluşmuş durumda. Dünya üzerindeki çok az ülkede aynı zaman diliminde bu ölçekte yaygın ve çeşitlilik gösteren eylemlikler var. Evinin dışına çıkan birinin işçi, köylü, üniversite öğrencisi, öğretmen, çevre aktivisti, kent rantına direnen biriyle karşılaşma olasılığı çok kuvvetli bir ihtimal haline geldi.

İktidar blokunu sarsmaya başlayan ve o cenahı korkutan durum da bu fotoğraf. O yüzden bugün iktidar içinden gelen “farklı” sesler çoğaldı. Esas amaçları dikkat dağıtmak. Muhalefet ve bazı medya organlarına bakınca bunu başardıklarını söylemek mümkün.

Cumhur İttifakı dağılacaksa bu teğmenden, imamdan, anayasadan, yargıdan olmayacak. Aşağıdan gelen büyük ve güçlü müdahaleden olacak. O yüzden muhalefetin yüzünü o yana dönmesinde sonsuz fayda var.

                                              Birgün - GÜNDEM

İsrail, Lübnan’da yerleşim yerini hedef aldı: 492 ölü, 1645 yaralı

İsrail'in sabahtan bu yana düzenlediği saldırılarda ölenlerin sayısı 35'i çocuk olmak üzere 492'ye, yaralananların sayısı 1645'e yükseldi. İsrail'in hava saldırıları nedeniyle Lübnan'ın güneyinde halk ülkenin kuzeyine doğru kaçmak zorunda kaldı. İsrail, Lübnan'ın doğusunda yer alan Bekaa Vadisi'ne "yakın zamanda" saldırı düzenleyeceğini bildirerek, bölge halkına uzaklaşmaları için 2 saat süre verdi.(https://www.birgun.net/haber/israil-lubnanda-yerlesim-yerini-hedef-aldi-492-olu-1645-yarali-561104)

                                                                       ***

İsrail'den Hizbullah'a tehdit: Evler hedef alınacak, tahliye çağrısı yapıldı

İsrail ordusu, Lübnan'ın güneyindeki sivilleri "evlerini hedef almakla" tehdit ederek; Hizbullah’ın silah gizlediğini ileri sürdüğü ev ve binaları boşaltma çağrısında bulundu.(https://www.birgun.net/haber/israil-den-hizbullah-a-tehdit-evler-hedef-alinacak-tahliye-cagrisi-yapildi-561074)

                                                                      ***

Ölülere zimmetli 28 bin 539 cihaz -Mustafa Bildircin-

CHP'li belediyelere yönelik icra girişimi başlatan SGK’nin, başka kurumlardan alacakları için tek bir adım atmadığı ortaya çıktı. Kurumun, yaşamını yitiren 28 bin 539 kişiye zimmetli tıbbi cihazları halen geri almadığı öğrenildi.(https://www.birgun.net/haber/olulere-zimmetli-28-bin-539-cihaz-561008)

                                                                     ***

Saray’ın ofisleri para yuttu: Yıllık 980,8 milyon -Mustafa Bildircin-

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin ikinci gününde kurulan ofislere yönelik mali denetimler, ofislerin kamuya yükünü ortaya koydu. Saray’a bağlı ofislerinin yıllık harcamasının 1 milyar TL’ye dayandığı belirlendi. Cumhurbaşkanlığı’na bağlı dört ofisin toplam harcaması 980 milyon 827 bin 3 TL olurken toplam harcamanın ofislere göre dağılımı şöyle sıralandı: Dijital Dönüşüm Ofisi Başkanlığı: 375 milyon 38 bin 970 TL, * Finans Ofisi Başkanlığı: 109 milyon 473 bin 124 TL, * İnsan Kaynakları Ofisi Başkanlığı: 161 milyon 656 bin 407 TL, * Yatırım Ofisi Başkanlığı: 334 milyon 658 bin 502 TL. Saray’a bağlı ofislerin toplam 980,8 milyon TL’lik harcamasının büyük bölümünü, mal ve hizmet alımları için yapılan harcamalar oluşturdu. Ofislerin mal ve hizmet alım gideri, ofislere göre şöyle kaydedildi: Yatırım Ofisi Başkanlığı: 182 milyon 872 bin 667 TL, * İnsan Kaynakları Ofisi Başkanlığı: 63 milyon 559 bin 880 TL, * Finans Ofisi Başkanlığı: 38 milyon 72 bin 629 TL, * Dijital Dönüşüm Ofisi Başkanlığı: 258 milyon 307 bin 70 TL

(https://www.birgun.net/haber/sarayin-ofisleri-para-yuttu-yillik-980-8-milyon-561018)

                                                             /././

Tarihi Yarımada’da kaçak yapı: İçişleri’nden AKP’li eski başkana soruşturma -Onur DURMUŞ-
Perşembe Belediyesi'nin eski Başkanı AKP'li Mustafa Sayım Tandoğan, Ordu’nun Perşembe ilçesi sınırlarında yer alan ve 1’inci derece arkeolojik ve doğal sit alanı olan Yason Burnu Yarımadası'nda ruhsatsız kaçak yapıya izin verdi. İskânı bulunmayan yapıya çalışma ruhsatı veren eski AKP’li belediye başkanı hakkında İçişleri Bakanlığı soruşturma başlattı.(https://www.birgun.net/haber/tarihi-yarimadada-kacak-yapi-icislerinden-akpli-eski-baskana-sorusturma-561169)

 (BİRGÜN)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder