23 Eylül 2024 Pazartesi

soL "KÖŞEBAŞI"+"GÜNDEM" +Sahaflar Çarşısı(XXIV) -23 Eylül 2024-

Sahaflar Çarşısı(XXIV) / Bir başkaldırma biçimi olarak Apê Musa -Özkan Öztaş-

Sahaflar Çarşısı'nın bu buluşmasında suikast sonucunda aramızdan ayrılan Kürt aydını Musa Anter'in Hatıralarım kitabını konuşuyoruz. Aynı zamanda dönemin tanıklarından bir de konuğumuz var bu hafta.

Mevsimlerin sonbahara merdiveni dayadığı gündür 20 Eylül. 

Tarih ağacından iki yaprak düşer o gün. Biri Ruhi Su diğeri de Musa Anter. Memleketin bu iki aydınının farklı tarihlerde aynı güne denk gelen ölümleri insanı hem kederlendiriyor hem de düşündürüyor. 20 Eylül 1992 tarihinde Musa Anter'in, Diyarbakır Seyrantepe'de bir suikast sonucunda öldürülmesi devletin 1959 yılında Kürt aydınlarından "esirgediği" zalimlik olarak kayda geçti. 

Sahaflar Çarşısı'nın bu buluşmasında Yusuf Şaylan'la birlikte İsmail Beşikçi'nin hakkında "Kürt halkının talihidir" dediği Musa Anter'i konuşacağız. Onun eşitlik ve özgürlük mücadelesini, lisede okuduğu kitapları, İstanbul'daki arayışlarını ve Mardin'deki izlerini anlattığı adeta Kürt tarihindeki önemli şahsiyetlerin resmi geçidi sayılabilecek Hatıralarım kitabını konuşacağız. 

Yusuf Şaylan, 1991 tarihinde yayımlanan Hatıralarım kitabının ilk baskılarından biriyle geliyor söyleşiye. Eline notları ve kitabın sayfalarına koyduğu yer işaretleriyle hazırım mesajı veriyor. Elindeki kitap, kitabın ilk baskılarından. Musa Anter'in ölümünden bir yıl önce 1991'de yayımlanan baskısı. Yön Yayınlarından. "Newroz buldu kitabı bana. O kadar ısrar ettim ama parasını da almadı. Gideyim ücretini vereyim dedim hem parayı almadı hem de yemek ısmarladı. Bu sizin Kürtler acayip adamlar arkadaş. Geçen hafta da dedik ya Remzi İnanç'ı konuşurken, yoksulu ağalarından yeğdir diye. Öyle gerçekten" diyor gülerek. 

Gözlüğünü çıkarıp masaya koydu Şaylan. Aldığı notları da sıraya dizerek "haydi başlayalım" diyor göz kırparak. 

Başlıyoruz. 

                                        Ressam İrfan Ertel'in fırçasından Musa Anter.

Türkiye'nin en geri bölgesi ve iki numaralı mağara

Musa Anter'in Hatıralarım kitabı daha en başından sarsıcı bir mukayese ile başlar. Kürt aydını ya da Yusuf Şaylan'ın ifadesiyle Kürt büyüklerinden Musa Anter çok zor şartlarda başladığı aydınlanma kavgasını Recaizade Mahmut Ekrem'in oğlu Ercüment Ekrem Talu'nun bir pasajıyla kıyaslar.

Ercüment Ekrem Talu bir yazısında “Marmara Bölgesi Türkiye’nin en uygar bölgesidir; İstanbul, Marmara’nın en güzel şehridir; Boğaziçi, İstanbul’un en latif semtidir. Sarıyer, İstanbul’un en şirin kazasıdır; Yeni Mahalle Sarıyer’in en üstün mahallesidir ve Recaizadelerin köşkü Yeni mahallenin en harika köşküdür... İşte ben burada doğdum” der.

Musa Anter burada alır sazı eline ve 1920'de başlayan hikayesi 1992'de sona erene kadar da bırakmaz bir daha. 

"O, Recaizade Ekrem’in oğlu idi.

Şimdi bir de bana bakalım: Kürdistan, Türkiye’nin en geri bölgesidir; Mardin, Kürdistan’ın en geri ilidir; Nusaybin, Mardin’in en dertli ilçesidir; Stilîle (Akarsu), Nusaybin’in en fakir nahiyesidir; Zivinge (Eski mağara), Stilîle’nin en geri kalmış köyüdür ve işte ben, bu köyün, nüfus kütüğüne göre, 2 numaralı mağarasında doğmuşum" diye anlatır bu mukayeseyi.

Ve akla haklı olarak bu kadar "değersiz" bir hikayeden yazılan hatıralar neden okunmalı sorusu gelir. Kendince haklı bir soru olarak gördüğü bu soruyu yine muzipçe yanıtlar Musa Anter.

"Günümüzde tıp aleminde bir farenin veya bir tavşanın üzerinde yapılan tecrübeler sayesinde birçok insanın hayatı kurtarılmıştır. İnsanlığa bu hayvanların faydası; onların arslan, kap­lan veya fil gibi oluşlarından değildir elbette. İşte benim hayatım da bu hayvanların cisimleri ayarında basittir. Fakat elli seneye yakındır, tıpkı bir laboratuvardaki tavşanlar ve fareler gibi, çeşitli iktidarlar üzerimde tecrübelerde bulundular. Burada benim yapacağım şey, bu hoş, nahoş tecrübelerimi bir rapor gibi sunmaktır."

İşte bir rapor olarak sunduğu tecrübeleri elimizde bir ayna gibi duruyor Hatırlarım kitabıyla. Bazen Anter'in yaşadıkları bazen de kendi yüzümüz yansıyor parıltısında. 

Musa Anter ve Necat Cemiloğu İstanbul'da. Sağdaki fötr şapkalı, paltolu ve elinde gazetesi ile dikkatle bir şeyler inceleyen Musa Anter. (Fotoğraf Şermin Cemiloğlu'nun arşivinden)

Adana'da bir lise, Apê Musa ve diğerleri: Rousseau, Kant, Puşkin ve Maksim Gorki

Bırakın Kürt sorununda söz etmeyi, Kürt kelimesinin dahi yasaklı olduğu yıllar. "Doğulu" demekle yetinebiliyorsunuz en fazla o zamanlar. 

Yusuf Şaylan sayfayı gösterip "Şuraya bakar mısın? İnsanın aklı almıyor gerçekten. Kürtçe konuşana kelime başına para cezası kesildiği yıllardan söz ediyor Musa Anter. Tüm Mardin dilsizler kampına dönmüştü diye anlatıyor. Böyledir işte. Zalimin sadece topu tüfeği yok. Bir de böyle yaptırımlar var" diyor öfkelenerek.

Annesinin “Ermeni fermanının hemen ardına doğdun sen” dediği Anter, kendince doğum tarihi için “Ermeni fermanı 1915’te çıktıysa ben, ya 1917’de doğmuş olmalıyım ya da 1918’ yılında” der. Ancak yaşı uygun olmadığı için okula alınmayınca Anter’in yaşı değiştirilir ve kayıtlara 1920 olarak geçer. 

Yusuf Şaylan bu düzenin Kürt halkından çok gördüğü her başlığı teker teker anlatıyor kitaptan aldığı notlarla. 

"Bakar mısın? Burada Musa Anter o dönem Kürt illerinde açılan yatılı okullardan bahsediyor. Ama bunlar farklı. Yoksul Kürt köylüsünün gittiği okullar değil bunlar. İstisna sayılabilecek başarılı öğrencilerin dışında yaygın olarak ağaların, beylerin, aşiret reislerinin çocukları gidiyor buralara. Devlet o zaman 'Kürt ağalarını asimile edersek Kürt halkı da asimile olur' diye düşünmüş. Ama tutmayınca bu eğitimi de çok görmüş. 1935 yılında Kürt illerindeki tüm okulları kapatmış. Tüm okulları! Musa Anter bunları ayrıntılı olarak anlatıyor kitabında. Bendeki baskısında 34. sayfa yer alıyor. 

İşte, lise eğitimine devam etmek isteyen Musa Anter'in yolu Adana Lisesi'ne düşüyor. Buradaki okul müdürü de ilginç. Cevdet Barlas. Paris'te eğitim görmüş birikimli bir adam. Sonra Adana Lisesi'nde okuduğu yazarlara bakar mısın? Kütüphane müdürü de ilginç. Her kitap için birkaç kelam edebiliyor. Okuduğu yazarlar arasında Hatemi Semih, Mustafa Şekip Tunç, Hasan Ali Yücel’in çevirileri yer alıyor. Rousseau, Kant, Henri Bergson, Feuerbach, Nietzche, Schopenhauer, Victor Hugo, Puşkin, Maksim Gorki ve felsefeden Sokrates, Platon ve Aristo."

Yusuf Şaylan isimleri saydıktan sonra biraz duraklıyor ve düşünüyor. Sonra tekrar ediyor isimleri. 

"Beni en çok şaşırtan ya da heyecanlandıran diyeyim, ne oldu biliyor musun?" diye söze devam ediyor. Nedir diye gözlerinin içine bakıyorum Şaylan'ın vereceği cevabı merak ederek. "Bu kadar derin bir entelektüel kültüre hakim olmakla beraber aynı anda geleneklerine sahip çıkmak her zaman kolay iş değildir. Apê Musa bunu başarıyla sürdürebilmiş. Bir ayağı Kürdistan'ın tam üstünde kültürüyle dilinde, diğer ayağıyla da dünyayı gezmiş adam."                                                                 

Musa Anter

Kürt tarihinden portreler ve şerefli bir ölüm

Musa Anter bir gün İstiklal Caddesi'nden yürürken bir pilavcının önünde durur arkadaşıyla. Tavuklu pilavı kaşıklarken yanındaki adam seyyar pilavcıya sorar "Musa Anter'i bilir misin?" diye. Pilavcı da "Bilmez miyim. Bizim Kürtlerin amcasıdır"  der. Anter'in arkadaşı "Peki bu yanımdaki adamın Musa Anter olduğunu söylesem ne dersin?' sana deyince pilavcı şaşırır. Tüm ahaliye haber verir hızlıca. O dönem İstiklal Caddesi'ndenki tüm pilavcılar Mardinlidir. Musa Anter İstiklal Caddesi'nin sonuna doğru yürürken seyyar satıcılar, pilavcılar kim varsa doluşur yanına. Anıyı aktaranlar bu yürüyüşün adeta bir mitinge dönüştüğünden söz eder ve şaşırır. Anter'e dolmuş şoförü sorar kim bunlar diye. Benim oğullarım der Anter. Şoför inanmaz haliyle. "Hepsi mi?" der. Anter de "Yok hepsi değil bir kısmı da dağlarda" der. O arada pilavcılardan biri Anter'in dolmuş ücretini de vermiştir.

Musa Anter'e Kürt emekçiler Apê Musa der. Yani Musa Amca.

İstanbul'a gurbete gelen Kürt öğrenciler okuyabilsin diye öğrenci yurdu açar Anter. Bu yurtta memlekette okuma isteğiyle yanıp tutuşan herkes gelir geçer. İlhan Selçuk da onlardan biridir mesela. 

"Kitabını okurken fark edecektir herkes. Musa Anter'in bu kitabı Kürt şahsiyetlerin resmi geçidi adeta. Çok önemli isimler, çok kıymetli kişiler yer alıyor hatırlarında. Evet Musa Anter bilinen ifadesiyle Kürtçüdür. Ama hiç bir zaman da gericilerle ve sağcılarla kol kola girmemiş. Kitapta bir yerde diyor zaten, 'Namuslu bir milliyetçiliktir beni solcu yapan' diye. Yani aslında tam ifadesiyle yurtseverdir" diyor Yusuf Şaylan. 

Sonra sayfaları hızlıca çeviriyor ve not aldığı bir yere geliyor Şaylan. 

"Şuraya özellikle değinmek istiyorum" diyor Yusuf Şaylan. Kamuran Bedirxan vardır. Bedirxan ailesinin önemli isimlerinden. Nâzım Hikmet ile tanışırlar. Hatta Kamuran ile Nâzım, eşlerinin tanışık olması vesilesiyle bir araya gelirler. Kamuran Bedirxan aynı zamanda ilk Latin harfleriyle Kürtçe dergi çıkaran Celadet Ali Bedirxan'ın da kardeşidir. 

Kamuran'ın hiç çocuğu olmamış. Manevi olarak iki oğlum var demiş. Biri Musa Anter diğer İran'daki Kürt siyasetinin önemli isimlerinden Abdurrahman Kasımlo. Kasımlo İran'da liseyi bitirince kardeşlerinin okuduğu şehir olan İstanbul'a gelir. Musa Anter elinden tutar Kasımlo'nun ve okula kaydeder. İstanbul Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi'nin yolunu tutarlar. Bölüm sosyoloji. Kasımlo Kürt halkının tarihi ve kültürüyle yanıp tutuşur. Buraya dair çalışmak ve biriktirmek ister. 

Musa Anter Kasımlo'nun çok ilerleyen yıllarda Avrupa'da bir suikast sonucu öldürüldüğünü öğrencince çok üzülür."

"Dilersen sözü burada Musa Anter'e bırakalım, bak şöyle diyor" diyerek gözlüklerini gözüne yerleştiren Yusuf Şaylan kitaptan bölümü okumaya başlıyor. 

"Kendimi hep Kamuran Bedirxan’ın oğlu saydım. Onun şerefini korumak için kuvvet ve kabiliyetimin sınırlarını zorlayarak çalıştım. Hâlâ da, onun o şerefli şahsiyeti hayatımda bir kılavuzdur. Sanıyorum, eğer bugüne kadar politik ve ahlaki olarak ayakta kalmışsam, Kamuran Bey’in telkin ettiği milli hissin payı bunda büyüktür. Dikkat edilirse, Abdurrahman da aynı paralelde bir izdüşümüdür. Ancak, o benden avantajlı çıktı. Çünkü ölümü de şerefli oldu. Eğer şansım olur, ben de onun gibi halkımın yolunda şehit düşebilirsem, ne mutlu bana. Abdurrahman, bugün halkının arasında bir bayrak gibi dalgalanıp duruyor. Şereflerin en büyüğü bu değil midir?"

Şaylan gözlüğünü bırakıyor ve gözlerimin içine bakıyor. Gözleri hafif nemli "Kendi ölümünün de böyle şerefli olacağını biri kulağına fısıldasa nasıl mutlu olurdu acaba Apê Musa" diyor sözlerini tamamlarken.

Diyarbakır cezaevi ve çocuk koğuşunda tiyatro

"Türkiye’nin 55 yıllık girdisinin, çıktısının yeminli, canlı bir şahidiyim. Hem yalnız şahidi mi? Değil!.. Sanığıyım. Mahkûmuyum” diyor Musa Anter bir konuşmasında.

Yalnızca cezaevleri değil aynı zamanda mahkeme salonları da onun önemli mekanlarındandır. Her duruşması bir miting havasında geçer. Özellikle 1959 yılında tarihe 49'lar Davası olarak geçecek tutuklamalarda içeri düşer. İlk tutuklanması ise lisede eğitim görürken Adana'da olur. 1938 Dersim olayları yaşanırken kendisine küfreden arkadaşlarına karşı öfkesini tutamaz ve dilini serbest bırakır. Mevzu taa Atatürk'e kadar uzanır. Mustafa Kemal bu genç liseliyi affedince mevzu da kapanır. 

"Musa Anter'in hayatı gerçekten okunmalı, bilinmeli ve anlaşılmalı" diye söze devam ediyor Yusuf Şaylan. 

"Mesela bir dönem, 1990 yılında sanırım, Musa Anter yine cezaevine konuluyor. Ama unutmayalım hep saygın hep muhterem bir şahsiyet. Cezaevinde cezaevi müdürleri ve savcıları dahil herkes saygı gösteriyor Musa Anter'e. Herkes onun uslanmaz ve zeki, aklı başında, bilgili biri olduğunun farkında. 

Cezaevi müdürü adli suçluların arasında kalmasın diye Anter'i Diyarbakır cezaevinde çocuklar koğuşuna koyuyor."

Yusuf Şaylan'ın tam bu esnada gözlerinin içi gülüyor. "Dur bak şimdi" diyor ve eli telefona sarılıyor. Bir numara seçip arıyor.

"Alo Bozan, nasılsın yoldaşım" diyor. Telefonda kırık bir Türkçe, tavrında Kürtçe bir tını olan ses var. Şaylan telefondaki sese "Yahu şu cezaevinde Apê Musa ile olan hikayeni bir anlatsana" deyip sohbete dahil ediyor Bozan'ı. 

Bozan kısa bir kahkaha atıyor, "Yusuf abi, Yusuf abi" diye tekrar ederek ve heyecanla başlıyor konuşmaya, "Musa Amca benim şansımdır, talihimdir, mucizemdir" diyor ve anlatmaya başlıyor:

"1990'da Diyarbakır Cezaevi'ne geldiği duyulunca cezaevi bayram yerine döndü sanki. Ben de çocuğum, 16-17 yaşlarındaydım. Ağır suçum var. O yüzden çocuk koğuşunda değildim. Ama Musa Amca çocuk koğuşuna konulunca bizim koğuşun ağası müdürü çağırdı. 'Bu çocuğu alın, Musa Anter'e verin. Yoksa burada perişan olacak' dedi. Müdür aldı beni çocuk koğuşuna götürdü. 

Valla hayatımda cezaevinde ilk kez akşamları televizyonun açılmadığı günler gördüm. Herkes çamaşırlarını yıkadığı plastik leğenlerini tabure yapar Musa Amcanın önüne otururdu. Musa Anter de anlatırdı bize her şeyi. Dünyayı, Avrupayı, memleketi, sömürüyü, sanatı, edebiyatı, sonra Brecht'i ve nicesini. Beni zorla tiyatroya yazdırdı. Bir sürü okuma yaptık. Ezberim kuvvetliydi. Hazırlandım. Sahneye bile çıktım cezaevinde. Ama Musa Anter göremedi onu. Tahliye olmuştu. Çocukluğumun en güzel anlarıydı Musa Amca ile geçen günler" diye anlattı Bozan. Ve ekledi, "Şu ömrü hayatımda doğruda durmayı becerdiysem emeği büyüktür. Cezaevine ağır bir suçla giren birinden devrimci, sosyalist, dünyaya başka gözle bakan biri çıkarmayı becerdi Musa Amca".

Yusuf Şaylan'la göz göze baktık. Telefonu kapatırken bu anıları ayrıca işlemek için sözleştik. 

Telefonu ve gözlüğünü kenara koydu Yusuf Şaylan. "Hayat garip tesadüflerele dolu. Bak Musa Anter'in oğlu Anter de 20 Eylül'de vefat etti. Babasıyla aynı günde. Kendinden önce göçenlerle buluşmuştur belki de kim bilir" dedi. 

Kitabın sayfalarını kapatırken "Unutmayalım. Böyle güzel yürekli, güzel insanları unutmayalım. Çünkü düşman yaşı 70 geçse de unutmuyor iyi olanları. Bir sokak arasında kahpece vurmaktan da çekinmiyor. Düştükleri yerde kalmadıklarını göstermek düşer bize" diyor. Aklına yine Apê Musa'nın hemşerisi olan bir Murathan Mungan şiiri düşüyor Yusuf Şaylan'ın.

"Çapraz asın tüfeklerinizi
Çağın dışına sürdüğü eski masallardaki
Eşkiya resimleri gibi
Yurdundan ve yüzyılından
Kovulmuş çocukların tarihinde
Gelenek kimi zaman başkaldırma biçimi."

Çünkü dağların Köroğlu'ndan esirgediğidir Musa Anter'in yaşadıkları. Bu yüzden Musa Anter'in anılarında bahsettiği "Kürdistan" zifiri bir umuttur okurlar için. 

                                                                    /././

Almanya’da yükselen tehlike -Cemil Fuat Hendek-

"Dikkatleri AfD’ye odaklarken başka bir köşeden yumruk yeme tehlikesi de büyüyor."

“Emperyalizm, militarizm ve ırkçılık en keskin halleriyle bir arada!” Bir kısa cümle içinde sadece üç sözcükle klasik Alman faşizmini tanımla deselerdi, böyle yanıtlardım.

Almanya’da şimdilerde bu doğrultuda bir panik havası esiyor. Kimilerinin “aşırı sağcıˮ, kimilerinin  “faşist eğilimliˮ, bazılarının da doğrudan “faşistˮ olarak nitelediği bir siyasi partinin, Almanya İçin Alternatif (AfD) adlı partinin yükselmekte olduğu konuşuluyor. Herkes bu doğrultuda ilerlediği söylenen partiye karşı uyarılıyor. “Tehlike büyükˮ deniyor. 

Boş laf değil. AfD gerçekten seçimlerde sürekli yükseliyor. İkinci büyük parti olarak yerini sağlamlaştırma yolunda ilerliyor. Geçenlerde iki eyaletteki seçimlerde büyük başarı elde ettiler. Pazar günü de yine doğudaki Brandenburg eyaletinde birinci parti olmayı çok küçük bir farkla kaçırdılar. AfD dev adımlarla ilerlerken geleneksel partiler sürekli oy kaybediyor. Şimdi sadece solcular değil, geleneksel sağ partilerin her birinden tepkiler geliyor. “Biz onlarla koalisyon yapmayızˮ diye feryatlar yükseliyor.

Burada bir parantez açıp, geçenlerde birdenbire anımsadığım bir anımı paylaşayım.

İlk ergenlik yıllarımda mahallemizde bizden epey büyük bir ağabey vardı. Bize kavga etmeyi öğretirdi. Ve bizi hep uyarırdı: “Kavgada iki şeye dikkat edeceksin. Birincisi, kızmayacak, öfkeye kapılmayacaksın. İkincisi, görüş açının daralmamasına dikkat edeceksin. Bunları başarırsan, dayak yesen bile, kavgadan daha az zararla çıkarsın.ˮ

Siyasi mücadele de aslen sınıflar arasında bir kavgadan ibaretse, işte tam buradan devam edelim.

Almanya’da tehlike giderek büyü… Derken dikkat! Öfkelenmeye başlıyoruz. Bu balonu düzenin geleneksel partileri de bolca hava basarak şişiriyorlar. Öfkemizi ve telaşımızı büyütüyorlar. Bu kakofonide bakış açımız gittikçe daralıyor. Sadece AfD’yi konuşuyor, ondan başka bir şey göremez hale düşüyoruz. Bu açıdan bakarsak, tehlike gerçekten çok büyük! Ve biz o tehlikenin tam ortasında bulunuyor, gözlerimizi sadece bir noktaya dikmiş, ondan başkasını görmez hale gelmekteyiz. Bir sonraki yumruğun nereden geleceğini kestiremeyebiliriz. 

Öyleyse önce soğukkanlılıkla çevremize yani Almanya siyaset sahnesine bakalım: Hani şu resmen 40 siyasi partinin kayıtlı olduğu sahneye. İşte o zaman bu partilerin önemli kısmının federal, eyalet ve belediyelerin yanı sıra Avrupa Parlamentosu seçimlerine katıldığı, vakıflara sahip olduğu, etkileri altında dernekler, düşünce kuruluşları bulundurduğu, kimi kadrolarının devlet dairelerinde memur olarak dokunulmazlık zırhı altında çalıştığı bir sahnenin tam ortasında olduğumuzu göreceğiz. 

Nedir bu partilerin varlık nedeni? Sadece üç tanesinin dışındaki tümü, “bu düzeni daha iyi idare edebilecekleriˮ iddiasıyla ortalıkta salınıyorlar. O üç taneden, adlarında “komünistˮ sözcüğü taşıyan ikisinden birinin de derdi, düzeni değiştirmekten çok, “tekellerin olmadığı bir demokrasiˮ yaratmak! Bunların üçünü de düzen zaten yasalarıyla, polisiyle, Anayasayı Koruma Dairesi ve başkaca örgütleriyle izlemekte, tehlike oluşturacak derecede büyümeye kalktıklarında yasaklamak için malzeme biriktirmekte.

Ya geri kalan 37’si? Bu yazının en başında sıraladığım üç kavramın içerdiği her şey kırıntılar halinde tümünün içine serpiştirilmiş bulunuyor. Hiçbirinin sömürüyle sorunu yok. Tek tek her birinin başta gelen tasası işçi ve emekçilerin hakları değil, “onlara ekmek verenˮ sermayenin sağlıklı yaşaması. Hiçbirinin Almanya’nın emperyal çıkarlar doğrultusunda attığı adımlarla sorunu yok. Hiçbirinin Almanya’nın sınır dışında askersel operasyonlara kalkışmasıyla sorunu yok. Bunların her biri faşizmin stratejik hedeflerinin belli yanlarını canla başla savunan üyelerle dolu. Irkçılık derken… Hiç kimse Yahudilerden söz etmiyor, ama bu partiler siyah Afrikalılara kıl olan, Türkleri ya da Arapları aşağı gören, ya da “İslam korkusuˮyla titreyen üyelerle dolup taşıyor. Buna karşı mırıldanmalar dışında hiçbirinden etkin tek bir sözcük yükselmiyor. Üstelik böylesi tipler hepsinin yönetici kadroları arasında da yer alıyor, bu partilerin siyasetini ve uygulamalarını yönlendiriyor, yönetiyor.

Örnek mi gerekiyor? Hükümet ortaklarından başlayalım: Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin yıkım ustası, karşı devrimci Bündnis 90 ile el ele vermiş Yeşiller’in Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock varken savaş yanlısı bir faşist partiye ne kadar gerek olduğu haklı bir soru değil midir? Haydi diyelim ki o bir anomali. Ya ondan önce aynı koltukta oturan ve hepsi de sosyal demokrat olan Frank-Walter Steinmeier (şimdiki Cumhurbaşkanı), Sigmar Gabriel ve Heiko Maas? Bunların tümünün Alman emperyalizminin gayretli sözcüleri olmadığını, sınır dışı askersel operasyonlara karşı olduklarını iddia edebilecek kimse var mı?

Ya şimdiki İçişleri Bakanımız, sosyal demokrat Nancy Faeser? Bu kadından önceki, her ikisi de geleneksel sağcı burjuva partilerinden olanlara bakalım: Doğudan ithal, Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) üyesi Thomas de Maizière ve ardından gelen Hıristiyan Sosyal Birlik (CSU) üyesi Horst Seehofer… Nancy Hanımın onlardan daha “yumuşakˮ bir iç politika yanlısı olduğunu söyleyecek biri varsa bir adım öne çıksın. 

Savunma Bakanı’na gelince… Annegret Kramp-Karrenbauer (CDU) ve sosyal demokrat Christine Lambrecht, ardından da Boris Pistorius sırayla görev aldılar. Asker selamı vermeyi öğrendiler. Alman militarizminin adım adım yükselmesine çabaladılar. Sonuçta, Alman emperyalizmi Atlantik’te savaş gemileri dolaştıracak, Afrika’da karakollar kuracak, ülke dışında konuşlanacak koca bir alay gönderecek kadar pervasızlaştı.

İşçi ve emekçilerden söz edip de Çalışma Bakanlığı’na göz atmamak olmaz. Öyleyse? Düşünün ki, Ursula von der Leyen denen korkunç kadın 2009-2012 arasında bu bakanlığın tepesine yerleştirilmişti. Ardından sosyal demokrat Andrea Nahles geldi. SPD’li olup da dört yıl boyunca işçiler için bir şey yaptığı sanılmasın. Sonra bir bakıyoruz Katarina Barley denen, SPD’nin genel sekreteri olan kadını geçici olarak bu göreve atıyorlar. Ardından da Hubertus Heil. Bakanlığın adı sadece Çalışma Bakanlığı değil, aynı zamanda “toplumˮ da var işin içinde. Demek ki bunlar, devlet adına “sömürü altında olanların toplumsal düzenle uyumunuˮ sağlamakla görevliler.

Burada okuyucunun ilgisini dağıtacak sayısız isim sıralayabilirim. Fakat isimler önemli değil. Bu insanların istisnasız tümünün heybelerinde faşizmin yapıtaşları, yani emperyalizmin, militarizmin, ırkçılığın çeşitlemeleri mevcut. Hangisinde birinden biraz az, diğerinden biraz daha fazla olduğu da önemsizleşiyor. Bunların her biri bir koltuktan kalkıp, diğerine oturuyor. Bir meclisten ötekine, bir bakanlıktan diğerine, olmadı Avrupa Birliği’nin parlamentosuna ya da bürokrasi aparatının bir önemli köşesine… Büyük bir gayretle sermayenin gereksinimlerinin temsilciliğini yapıyor, partilerinin siyasetini belirliyor, ülkeyi de ona göre yönlendiriyor ve yönetiyorlar. 

O zaman tekrarlayalım: Tehlike büyük! AfD gerçekten bunlar içinde geleneksel faşizmin nüvelerini en çok taşıyan partidir. Ve tehlike oluşturmaktadır. Ona bakıyor, kızıyoruz. Öfkemiz boğazımızda düğümleniyor. İşte tam o anda mahalledeki ağabeyin uyarısını anımsamak gerekiyor: Dikkatleri AfD’ye odaklarken başka bir köşeden yumruk yeme tehlikesi de büyüyor. Yukarıda örneklediğim siyaset sahnesinde el birliğiyle örülen ve içinde debelenmekte olduğumuz ağı görmez oluyoruz.  

Öyleyse, bakış açımızı tekrar genişleterek AfD’nin yanı sıra yükselen tehlikeyi de görelim: İktidardaki koalisyon ortakları uygulamalarıyla seçmenlerinin desteğini yitirmekteler. Bu partilerin cilaları hepten döküldü. Liberallerin zaten ne olduğu belliydi. Ama, “Bu sosyal demokratların kaçıncı ihanetidir?ˮ diye soranlar çoğaldı. Sol adına ortalıkta dolaşan yeşillerin de aslen ne denli sağ, militarist ve savaş çığırtkanı olduğu ortaya çıktı. 

Şimdi bunlar herkesi “AfD tehlikesiˮ ile korkuturken, “ehveni şerˮ olarak yeniden iktidar paylaşımına gidecekler. Her biri biraz daha sağa kaykılmış, işçi ve emekçi düşmanlığında biraz daha ilerlemiş, kendilerini Almanya’nın emperyal heveslerine biraz daha ayarlamış olarak hükümet kuracaklar. İster erken seçimle, ister zamanı gelince… 

Tehlike büyük, herkes ayağını denk atsın.

                                                         /././

Yukarı, aşağı, daha da aşağı...-Engin Solakoğlu-

Bugünkü İsrail’in IŞİD’den eksiği yok, fazlası var. Tıpkı IŞİD gibi sözde dini gerekçeler kullanarak katliam yapıyor. Buna ilaveten sömürgeci ve genişlemeci bir politika uyguluyor.

Geçen hafta yukarıdan gelen tehdit üzerine yazıp çizerken bu hafta yeniden aşağıya geçtik. İsrail Lübnan’a karşı dünya tarihinde benzerine az rastlanacak türden bir dizi terör saldırısı gerçekleştirdi. İsrail’in saldırıları hava bombardımanlarıyla devam ediyor. Bölgeyi izleyen ve benim gibi izlemeye çalışanların ortak kanısı İsrail’in Lübnan’a yönelik bir kara harekâtı başlatmakta kararlı olduğu yönünde. İsrail’in bu konuda bir yandan bir iç tartışma sürdürürken bir yandan da ABD ile pazarlık yaptığı tahmine müsait.

İsrail’in hafta içinde gerçekleştirdiği terör saldırılarının birçok boyutu var. Önce bu işin en cazibe yoksunu ve teknik tarafından başlayalım. Evet, uluslararası hukuk. Fil gibi, neresinden tutarsan o şekilde tarif edebildiğimiz ama yine de diplomaside hep hesaba katılması geren o muğlak kavram.

Ölü sayısı 26’yı, yaralı sayısı ise muhtemelen 3000’i bulan bu alçaklıktan sonra Netanyahu ve çetesi beşuş çehrelerle olaydan duydukları sevinci ortaya serdiler, ABD her zaman olduğu gibi İsrail’in “savunma” ve Hizbullah’ı hedef alma hakkından söz etti ama sömürgeci soykırım örgütü İsrail Devleti bu saldırıları resmen üstlenmekten kaçındı. İşte bunun sebebi uluslararası hukuk.

Artık biliyoruz, uluslararası hukuk, ulusal hukuk sistemlerinin aksine kolluğu olan bir olgu değil. Yaptırım gücü hedef alınan ülkeye, bir de kimlerin o ülkeyi hedef aldığına göre değişiyor. Bunlar doğru ama eksik.

Uluslararası hukukun temel metinleri var. Bunun başlıcası BM Şartı. BM şartı elbette kendi başına dünyanın karşılaştığı karmaşık sorunlara tek tek çözüm önerebilecek bir metin değil. Rolü genel bir çerçeve sunmakla sınırlı. Bu yüzden BM’ye üye devletler ve BM uzmanları zaman zaman özgül konularda çalışmalar yapıp ortaya bir metin çıkartıyorlar. Bunlar yeni bir sözleşme veya mevcutları genişleten protokoller olabiliyor. Bu metinlerin iddiası da belirli alanlarda yeni kurallar getirmek. İşte uluslararası hukukun, ulusal hukuktan ayrıldığı bir nokta da burada ortaya çıkıyor. Bir ülkede bir yasa çıkartıldığında ona o ülkede yaşayan bütün yurttaşların uyma zorunluluğu var. Uluslararası hukukta ise böyle bir zorlayıcılık söz konusu değil. Dolayısıyla BM Sözleşmeleri, Protokolleri hazırlanıyor ve sonra devletlerin imzasına açılıyor. İmzalamak, onaylamak ve o düzenlemenin kurallarına uymak devletler bakımından zorunlu değil. Ancak imzayı bastıktan sonra iş biraz değişiyor.
BM’nin savaş ve çatışmalar konusunda düzenlemeleri var. Bunlardan biri de 1980 tarihli Bazı Konvansiyonel Silahlar Cenevre Sözleşmesi (CCW). Sözleşmenin genel amacı savaşan tarafların sivillere zarar vermelerini engellemek ve buna yol açacak kimi silahların kullanılmasını yasaklamak. Bu Sözleşmenin II. Protokolünün başlığı ise Mayınlar, Bubi tuzakları ve diğer (patlayıcı) cihazlar. Bu protokolün 7. maddesinde o tanıma giren patlayıcı cihazların nerelerde kullanılamayacağı tek tek sayılıyor.  Taşınabilir sivil cihazlar da bunların arasında.

Anımsatalım hiçbir ülke bu sözleşmeyi veya ek protokolünü imzalamak zorunda değil. CCW’nin II numaralı protokolü’nü bugüne dek 106 ülke imzalamış ve onaylamış. Daha açık bir deyişle, o metinde belirtilen kurallara uyma yükümlülüğünü üstlenmiş. Bunların arasında Türkiye de var, ABD de, İsrail de... 

Uzun lafın kısası İsrail denen suç örgütünün yöneticilerinin gururla sergiledikleri mutluluklarına rağmen eylemi resmen üstlenmemelerinin sebebi bu. İşin gerçeği, kuruluş şartları, kurulma sebebi,  o dönemdeki meşruiyet seviyesi bir yana, 2024 İsrail’i, 1948 model İsrail’in üstlendiği yükümlülükleri bile tanımayan bir haydut devlete dönüşmüş durumda. Şimdi o yapıyı desteklemek, işlediği terör suçlarına gerekçe üretmek, yürüttüğü kirli savaşa, askeri veya ticaret yoluyla destek vermek suç ortaklığından başka bir anlama gelmiyor.

Netanyahu çetesinin Lübnan’a yönelik terör saldırısının Lübnan bağlamındaki yankılarını ve olası etkilerini merak edenler değerli akademisyen Nalan Yazgan’ın şu yazısını okumalarını tavsiye ederim. Yazgan önümüzdeki dönemde beklenebilecek jeopolitik gelişmelerin yanında uzun yıllar Beyrut’ta yaşamış, çalışmış bir akademisyen kimliğiyle Lübnan halkının İsrail tehdidine dair duygu ve düşüncelerini de sadakatle aktarıyor.

Ben şu kadarına değinip geçeceğim. Hizbullah bir terör örgütü filan değil. Lübnan’da faaliyet gösteren, silahlı gücü de bulunan bir siyasi parti. Lübnan siyasetinde etkili bir rol üstlendiği gibi, ülke savunmasında oynadığı rol de Lübnan ordusunun çok üzerinde. Bunlar görüş değil, tarihsel olgular. Bugünkü denklemde İsrail’in çekindiği tek bölgesel askeri güç. Nitekim İsrail saldırılarına yanıt vermekte de gecikmedi ve İsrail’in kuzeyini, yanı Lübnan’a komşu topraklarını füze yağmuruna tuttu. Elleri dert görmesin!

Netanyahu ve suç ortaklarının Lübnan’a yönelme sebeplerini sayarken, savaşı genişletme ve uzatma kaygısının yanına bir sebep daha eklemek gerek. İsrail’in yıllar içinde yarattığı bir “normali” var. Halkı buna alıştırılmış. Ordu, Mossad, güvenlik güçleri ve yerleşimciler dört bir yanı ateşe verebilirler ama gündelik hayatın aksamaması şart! Gazze’de okullar bombalanırken, Yafa’da plaj sefası yapabilmelisin örneğin. Ya da Batı Şeria’da eli silahlı yasadışı yerleşimciler Filistin köylerinde her türlü zorbalığı gerçekleştirirken, başka yörelerdeki seralarda üretim devam etmeli, sebze hasadı sürmeli. Filistinli çocuklar öldürülürken, Gazze manzaralı topraklarda “Rave Party”ler verilebilmeli vs.. Bunları sağlayamıyorsan, başka halkların başına cehennemi de çökertsen İsrail halkı gözünde başarılı bir hükümet olmuyorsun. İşte 7 Ekim 2023 saldırısı ve sonrasında yaşananlar o “normali” bozdu. İsrail halkı sirenlerin çalmasıyla sığınaklara koşmaya hep alışıktı ama bu kez durum değişti. İsrail’in soykırımcı saldırısına yanıt veren Hizbullah İsrail’in kuzeyini “yaşanamaz” hale getirdi. Yüzbinlerce İsrailli oraları terk edip ülkenin başka yörelerine gitmek zorunda kaldı. Bir nevi iç göçmen (IDP) haline geldi.

Dünyayı umursamayan, ABD emperyalizmi sayesinde her konuda benzersiz bir cezasızlıktan yararlanan İsrail’i yöneten katil çetesinin karşı karşıya kaldığı en önemli sıkıntılardan biri işte bu. Bilmem kaç bin yıl önce yazıldığı söylenen bir metne göre sözde ilahi gerekçelerle “seçilmiş” olması gereken bir halk, elde bavul, otobüs bekler gibi, evlerine dönebilmeyi bekliyor. Olacak şey mi bu? Filistinli mi bunlar?

Lübnan’da kalıcı bir işgal, bütün Lübnan halkının öldürülmesi gibi seçenekler yakın vadede mümkün görünmüyor. Öyleyse Netanyahu ve çete arkadaşlarının bu sorunu çözebilmeleri için Lübnan’ı Hizbullahsızlaştırması ya da en azından Hizbullah’ı El Fetihleştirmesi gerekiyor. Bunu askeri ve siyasi/diplomatik yolları aynı anda kullanarak, her türlü terör ve şiddet eylemini  de ihmal etmeden deneyecekler.

Lübnan’a yönelik aşağılık, canice, uluslararası hukuka ve bu arada İsrail’in imza koyduğu uluslararası sözleşmelere de aykırı bu saldırının üçüncü sebebi ise çok sıradan. Çünkü yapabiliyor. Dünyanın en “ahlaklı” ordusu, çoluğu çocuğu öldürüyor, Filistinli tutsaklara işkence yapıyor, tecavüz ediyor, işgal ettiği bölgelerde Filistinliler’in evlerini yağmalıyor ve bunları sosyal medyada paylaşıyor. Buna karşılık, kendisine “medeni” diyen dünyadan, ABD’den, Avrupa’dan tıs yok. Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Uluslararası Adalet Divanı’da İsrail’in işlediği insanlık suçlarına dair süreçler bizatihi bu “medeni” ülkelerin siyasileri tarafından engellenmeye çalışılıyor. Bu mahkemelere siyasi baskı yapılıyor. İslam alemi denen ülkeler toplamının büyük bir bölümü ise sadece kendi iktidarlarını korumanın derdindeler. Lübnanlılar, Yemenliler veya Filistinliler umurlarında bile değil.

Aksine Türkiye de dahil, bölgemizdeki  ülkelerin yöneticileri ve halklarının içinde aklını, vicdanını çoktan kiraya vermiş bir toplam, aklına geleni ortadan kaldırabildiği ve hiçbir kurala takılmadığı için İsrail’e gıptayla bakıyor, bu sınır tanımayan haydutluğa özeniyorlar.

Bugünkü İsrail’in IŞİD’den eksiği yok, fazlası var. Tıpkı IŞİD gibi sözde dini gerekçeler kullanarak katliam yapıyor. Buna ilaveten sömürgeci ve genişlemeci bir politika uyguluyor. İsrail artık bir sorundur ve bu sorunun ortadan kaldırılması, taşıma nüfusun değil ama bölgenin yerlisi Yahudiler ve Filistinliler’in birlikte yaşayabilecekleri bir alternatif için mücadele verilmesi zorunludur.

Son söz de içimizdeki çürümüşlüğe gelsin. Saldırıyı İsrail’in becerisi, savunma refleksi, karşı tarafın zaafları üzerinden değerlendirip sözde diplomatik veya jeopolitik analiz “kasmaya” kalkışanları da ihmal etmeyelim. İktidarın teneke medyası bir yana, kendisini muhalif olarak adlandıran mecralar da bu dönüştürülemez atıklardan geçilmiyor. Eski bir büyükelçi anlaşılması güç bir keyifle, İsrail’in Hizbullah’ı ve bu vesileyle bir kez daha “aşağıladığını” aktarıyor analiz niyetine. Ana muhalefet partisinin önde gelen bir yetkilisi “İsrail, Hizbullah’ı ortaçağa döndürdü, artık güvercin kullanırlar”  benzeri herzeler yumurtlayabiliyor bir yandan kendi yaptığı insanlığa yabancı espriye sırıtırken... 

Bu NATO sevdalısı atıklar, kravatlı ve traşlı katiller entarili ve sakallıları öldürdüklerinde gizleyemedikleri bir haz duyuyorlar. Halkların değerini, kıyafet ve ten renkleriyle ölçüyorlar. ABD ve Avrupa’daki “şeyhlerinin” izinde, ne Filistin, Lübnan veya Yemen’deki çocukları, ne de İsrail haydutluğunun er geç bir gün kendi yazgısını belirleme gücünü elde edecek Türkiye halkını hedef alacağı gerçeğini önemsiyorlar.

“NATO’ya, CENTO’ya bağlı”, insanlığa çok uzaklar.   

                                                                 /././

'Yazıyor, yazıyor': Emek gazeteciliği -Gamze Yücesan Özdemir-

Şunu biliyoruz: Karanlıkta olanlar görülmezler. Mikrofonu onlara uzatıp, kamerayı onlara çevirip, ışığı onlara tutacağız.

Bugün hem dünyada hem ülkemizde toplumun geniş kesimleri mülksüzleşiyor ve proleterleşiyor. Proleterleşenler bir yandan zor ekonomik ve toplumsal koşullarla baş etmeye çabalıyor, diğer yandan dijitalleşmeyle birlikte yeni çalışma, iş ve istihdam biçimlerini deneyimliyor. Yaşananlar bunlarla da sınırlı değil. Bütün bu hengame hiç kimsenin önünü göremediği, neoliberal üretimin ve tüketimin krize girdiği, yeni düzenliliklerin belirmediği bir kreşendo noktasına doğru tırmanıyor. Emekçi halk sınıflarının durumlarının, sorunlarının ve direnişlerinin haberleştirilmesi ihtiyacı ise her geçen gün kendini oldukça güçlü hissettiriyor. Toplumsal hayatta emeğin geçim, çalışma ve yaşam koşullarının sıcak gündemi oluşturması ve esas olarak emeğin toplumsal ağırlığının artması günümüzde emek gazeteciliğini gündeme getirdi.

Emek gazeteciliğinin kökleri, 1960’larda kurumsallaşan çalışma yaşamı muhabirliğine dayanıyor. Merkez ülkelerde Fordizmin, çevre ve yarı çevrede ise ithal ikameciliğin geçerli olduğu yıllarda çalışma yaşamı muhabirliği kendine önemli bir yer edinmeye başlar. Bu yıllarda tüm dünyada yükselen işçi hareketleri ve sendikal mücadele de emeğin haberleştirilmesinde başattır. 

Ülkemizde de çalışma yaşamı muhabirliği 1960-80 arasında oldukça yaygındır. Bu yıllarda, ithal ikamecilik uygulanır, Fordist üretim ve tüketim derinleşir, ayrıca medya henüz holdingleşmemiştir ve toplumsal muhalefet yükselmektedir. Dolayısıyla yalnızca muhalif değil anaakım gazetelerde de çalışanların, emekçilerin haberleri yer alır. Gazetelerin okur kitlesi de bu kesimlerden oluştuğu için onların haberlerini yapmak özel bir önem taşımaktadır. Gazetelerde işçi/sendika servisleri ve çalışma yaşamı muhabirleri bulunurken, gazetelerin de çalışma yaşamı sayfaları vardır. Birinci sayfada genelde 13-14 haber başlığı yer alırken, bunun 3-4 tanesi mutlaka işçi, memur, emekli kesimle ilgili haberlerdir. Bu yıllarda büyük gazeteler dahil basın sektörünün hemen hemen tamamında gazeteciler, yazı işleri müdürleri, hatta genel yayın yönetmenleri sendikalıdır. Sendikalı gazeteciler de emeğin toplumsal konumunu ve dolayısıyla emek haberlerini önemserler.

Bu süreç, 1980’lerdeki neoliberal dönüşümle birlikte giderek sönümlenir. Bu sönümlenmede bir yanda işçi sınıfı ve sendikaların güç kaybederek toplumsal yaşamdaki etkilerinin azalması, diğer yanda ise medyada sermaye hakimiyetinin ve tekelleşmenin artmasının payı vardır kuşkusuz. Medyanın emekçileri terk etmesi, emeğin ve emekçilerin “haber değeri taşımıyor” anlamına da gelir. Bu yeni toplumsal ve kurumsal yapılanma içinde çalışma yaşamı muhabirliği de büyük oranda silikleşir. Ülkemizde de benzer bir eğilimle, 1990 sonrası medyada tekelleşmenin ve sermaye hakimiyetinin artmasıyla gazetelerde işçi/sendika servisleri kapatılır, çalışma yaşamı muhabirliği sonlanır ve çalışma yaşamı sayfaları kaldırılır. Artık ekonomi, borsa ve finans haberleri vardır çalışma yaşamı sayfalarının yerinde.

2008 sonrası neoliberalizmin küresel krizi, yükselen toplumsal itirazlar, 2019’da salgın ve sonrası sertleşen ekonomik koşullar neoliberal düzeneğin kendi elindeki imkanlarla aşılamayacak dertlerle karşılaşmasına neden olur. Kriz yapısaldır artık. Bu süreç proleterleşenlerin sorunlarını ve taleplerini şiddetlendirirken, onları görmek de ciddi bir gerçeklik olarak kendini dayatır. Bu da emek gazeteciliğinin yükselişidir. Emek gazeteciliği son dönemde hem anaakım hem de muhalif medyada yer alıyor ve özellikle dijital ortamda oldukça yaygınlaşıyor. Ülkemizde de salgın, deprem, ekonomik kriz, enflasyon, yoksulluk, düşük ücretler ve işsizlik toplumun proleterleşen kesimlerini derinden etkilerken ve direnişler, eylemler yaygınlaşırken, bu süreç gazeteciliğin gündemini de belirliyor. Emek gazeteciliği tartışılmaya açılıyor ve dijital mecralarda emek gazeteciliği yapan platformlar artıyor.

“Emek gazeteciliği”, uzun yıllardır yok olmuş olan çalışma yaşamına ilginin ve yine yok olmuş olan çalışma yaşamı muhabirliğinin ardından yeni bir çabaya denk düşüyor. Çalışma yaşamının kurumlarından, yasal düzenlemelerinden ve emeğin örgütlerinden uzun süre uzak düşmüş olan gazetecilik kendine yeniden bir yol arıyor. Emek gazeteciliğinde haber konuları, haber kaynakları, haber mecraları ve haber türleri yeniden tanımlanıyor. Yasal düzenlemeler, istatistikler ve veri kaynakları tekrar sınıflandırılıyor. Farklı haber türleri (araştırma haber, rutin haber, dosya haber vb.) tartışılıyor. Günümüzde toplumun kurucu ve üretici gücü olan emeği haberleştirmek gazeteciliğin temellerini, diğer bir deyişle kamu yararını gözetmek, kamusal tartışma gündemini belirlemek ve en geniş kamuoyunu ilgilendirmek, tekrar yerli yerine oturtmaktır.

Emek gazeteciliği için “emeğe dair”, “emeğin bakış açısıyla” ve “emek için” haber yapmak diyebiliriz. Sacayaklarından ilki emeğe dair olmasıdır. Onların çalışma, yaşam koşullarını ve gündelik hayatlarını görünür kılmaktır. Onlar hakkında bilgi, belge, olay ve gelişme haberin ana konusudur. Emek gazeteciliği, çalışma yaşamı muhabirliğinin esas ilgi alanı olan işçi/sendika gibi konulardan, zamanın, mekanın ve çalışmanın yeniden yapılanmasıyla, daha geniş bir emek gündemine uzanır. Sacayaklarından ikincisi emeğin bakış açısıyla haber yapmaktır. Ekonomik, siyasal ve uluslararası gündemleri proleterleşen halk sınıflarının bakış açısıyla haberleştirmektir. Ekonomik ve siyasal alanda olan gelişmelerin proleterleşen halk kesimlerine etkisini yazmaktır. Sacın üçüncü ayağı ise emek için haber yapmaktır. Emekçilerin sorunlarını, itirazlarını ve taleplerini yükseltmesine yarayacak, uğradıkları haksızlıkları ve sağladıkları kazanımları serimleyecek bir haberciliktir. Dolayısıyla, nesnel ama emekten yana taraf olmaktır. 

Son dönemde emek gazeteciliğinin en çarpıcı örneklerini ise gazeteci doğrudan sahada ve emekçilerin içinde olduğunda gözlemliyoruz. Onları fabrikada, plazada, tarlada, işyerinde, mahallede ve evlerinde haberleştirmek, onların gerçeklerini daha net görünür kılıyor. Gazetecinin tanıklığıyla, sahada gözlemleriyle, röportajlarıyla proleterlerin geçim, çalışma ve hayat koşullarını yazması en etkileyici habercilik olarak öne çıkıyor. Tanıklıklar, bilgiler, cevaplar ve suskunluklar emeğin haberini var ediyor. Röportajlarıyla çalışanın hakkını, işsizin yoksulluğunu, çocuğun durumunu, hastanın derdini ve evsizin halini yazan ve emek gazeteciliğin öncü pratiğini bu topraklarda yeşertmiş olan Suat Derviş şöyle diyor, “Beni hayal değil, hayat alakadar ediyor. Çünkü hayat ve hakikat en güzel rüyadan, en parlak hayalden çok daha zengin, çok daha cazip.”

Emek gazeteciliğinin yükselişinin altını çizmek gerekiyor. Şunu biliyoruz: Karanlıkta olanlar görülmezler. Mikrofonu onlara uzatıp, kamerayı onlara çevirip, ışığı onlara tutacağız. Şunu da biliyoruz, “yazılmaya ve okunmaya değer” bir hayatları olduğunu görmek ve daha iyi bir yaşam isteğine sahip olmak işçi sınıfını ve yarınları güçlendirecek. 

Yazıyor, yazıyor… Emekçileri yazıyor…

                                                                   /././

                                                  soL - GÜNDEM

ABD'nin yaptırım tehdidi: Türk bankaları Rusya bağlantılı işlemlerden çekiliyor

Rus basınına göre neredeyse tüm Türk bankaları Rusya ve Belarus’la işlemlerden çekilmeye çalışırken geride yalnızca Emlak Katılım Bankası’nın kalacağı belirtildi.(https://haber.sol.org.tr/haber/abdnin-yaptirim-tehdidi-turk-bankalari-rusya-baglantili-islemlerden-cekiliyor-395169)

                                                              ***

Yunan basını: ABD F-35 şartını sundu, S-400'leri İncirlik'e taşımayı önerdi

Kathimerini gazetesine göre, ABD S-400'lerin İncirlik Üssü'ne transferi karşılığında F-35 anlaşmasının yürürlüğe girmesi yönünde Türkiye'ye teklif sundu. Eski Pentagon yetkilisi iddiayı doğruladı.(https://haber.sol.org.tr/haber/yunan-basini-abd-f-35-sartini-sundu-s-400leri-incirlike-tasimayi-onerdi-395171)

(soL)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder