T-24 "Köşebaşı + Gündem"-27 Kasım 2025-

 Hong Kong'da 1900 daireli Wang Fuk Court sitesinde çıkan yangına müdahale sürüyor: 36 kişi öldü, 279 kişiden haber alınamıyor! 

Çin'in Hong Kong Özel İdari Bölgesi'nin Tai Po bölgesinde bulunan 8 apartmanlı sitede çıkan yangında 36 kişinin hayatını kaybettiği, 29 kişinin yaralandığı bildirildi. Çin'in Hong Kong Özel İdari Bölgesi Baş Yöneticisi John Lee Ka-chiu,  279 kişiden de haber alınamadığını kaydetti.

1900'dan fazla daire bulunuyor

Hong Kong merkezli South China Morning Post (SCMP) gazetesinin haberine göre, Tai Po'da 8 apartmanın olduğu bir sitede yangın çıktı.

Sitede 1900'dan fazla daire bulunuyor.

Yangın, 1900'den fazla dairenin bulunduğu sitede, binaların yenilenmesi için dış cepheye kurulu bambu iskeleler yüzünden hızla yayıldı.

Emniyet yetkilileri, yangının başladığı binada mahsur kalanlar olduğuna dair ihbarlar aldıklarını açıkladı.

Sitede çıkan yangında yoğun duman ve alevler yükseldi (Fotoğraf: DHA)

Çin'in Hong Kong Özel İdari Bölgesi Baş Yöneticisi John Lee Ka-chiu, yangında 36 kişinin öldüğünü, 7'si ağır 29 kişinin yaralandığını belirtirken 279 kişiden de haber alınamadığını kaydetti.

Lee ayrıca, yangının "yavaş yavaş kontrol altına alındığını" belirtti.

Çevrede bulunan iki sitenin daha tahliye edildiğini bildiren yetkililer, kamu alanlarının bölge sakinlerinin geceyi geçirmesi için hizmete açıldığını duyurdu.

Sitedeki yangını söndürme çalışmaları devam ediyor (Fotoğraf: DHA)

Site içinde bulunan tüm apartman dairelerine alevlerin sıçradığı bilgisini paylaşan yetkililer, 140'tan fazla yangın söndürme aracının ve 800'ün üzerinde sağlık ve itfaiye personelinin olay yerine sevk edildiğini bildirdi.

Ulaştırma Bakanlığından yapılan açıklamada, yangın nedeniyle çevre yolların ulaşıma kapatıldığı duyuruldu.

Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, yangından dolayı derin endişe duyduğunu belirterek, Pekin'in Hong Kong ve Makao İşleri Ofisi'ne yerel hükümetle yangına mücadele için destek sağlaması talimatını verdi.

Yangınların şiddeti için 5 kademeli derecelendirme sistemi kullanılan Hong Kong'da, 17 yıl sonra ilk defa 5. seviye alarmı verildi.

Sitede yaklaşık 4 bin kişinin ikamet ettiği tahmin edilirken yangının çıkış sebebi ise henüz bilinmiyor.

İtfaiye ekiplerinin yangına müdahalesi sürüyor.

***

 Bu karara şaşırdınız mı?-Mehmet Y.Yılmaz- 

Gençlik yıllarımızda nüfus cüzdanı, pasaport falan kaybedildiğinde yenisini çıkarmadan önce Türkiye çapında dağıtılan gazetelerden birine “Nüfus cüzdanımı kaybettim. Hükümsüzdür! Ad, soyad” diye ilan vermek gerekirdi. Türkiye'de de hukuk kayboldu. Hükümsüzdür!  Onun için Altaylı’nın mahkûm edilmesine hiç şaşırmadım.

2018 yılının mayıs ayında yayınlanan kitabımın adı “Şaşırma Duygumu Kaybettim – Hükümsüzdür” adını taşıyordu.

Benim yaşımdakiler hatırlarlar; gençlik yıllarımızda nüfus cüzdanı, pasaport, “şebeke” adı verilen üniversite öğrenci kimliği filan kaybedildiğinde yenisini çıkarmadan önce Türkiye çapında dağıtılan gazetelerden birine ilan vermek gerekirdi.

Şöyle bir şey: “Nüfus cüzdanımı kaybettim. Hükümsüzdür! Ad, soyad.” Kelime sayısı ne kadar az olursa o kadar ucuza gelirdi.

Kitabın adı o ilanlardan mülhemdi ve Erdoğan rejiminde şaşırma duygum tamamen yok oldu.

Yeniden böyle bir duygum olabilecek mi, yaşadığım, gördüğüm bir şeye şaşırabilecek miyim, artık ondan da emin değilim.

Başıma bu iş gelene kadar şaşırma duygusunun çok önemli olduğunun farkında da değildim.

Meğerse ne kadar önemliymiş.

Şaşırma duygunuzu koruyabilmeniz için normal bir rejimde yaşamanız gerekiyor.

Yani her şeyin yazılı ya da yazısız, genel kabul görmüş ilkeler, kurallar çerçevesinde gerçekleştiği bir ülkede yaşıyor olmalısınız ki bunun dışına çıkıldığında şaşırabilesiniz.

Ama her gün başta Anayasa olmak üzere, kanunların, sözleşmelerin vs. kolayca yok sayılabildiği bir ülkede yaşıyorsanız bir süre sonra hiçbir şeye şaşırmaz hale geliyorsunuz.

Şaşırma duygusunun yokluğu, aynı zamanda kişisel haklarınızdan artık asla emin olamayacağınız bir tabloya işaret ediyor.

Başınıza her şey gelebilir ve bu gelen şey siz dahil kimseyi şaşırtmaz.

İşte Fatih Altaylı’nın durumu tam olarak böyle!

Gazeteci Altaylı, YouTube kanalında söylediği bir söz nedeniyle Cumhurbaşkanı’na fiili saldırı ve tehdit suçlamasıyla 22 Haziran gününden beri tutuklu olarak cezaevinde.

Dün bu suçlamayla ikinci kez hâkim karşısına çıktı ve İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi, Altaylı’yı bu suçlamayla 4 yıl 2 ay hapse mahkûm etti. Altaylı’nın tutukluluğu devam edecek.

Buna şaşırmadım.

Şikayetçisi Cumhurbaşkanı olan bir davada, rejimin yargısının aksine bir karar vermesine şaşırırdım.

Çünkü artık genel kural bu: Kanunların ne yazdığını filan boş verin, gözünüz kulağınız Cumhurbaşkanı ya da yakın çevresinde olsun, kararın nasıl çıkacağını oradan anlarsınız!

Altaylı’nın tutuklanmasının ardından yazdığım yazı şöyle bitiyordu:

“Hukuk fakültelerinde hukuk öğretiminin artık geride kaldığını, hukuk mezunlarının önemli bölümünün hukuk öğrenmeden mezun olduklarını geçenlerde yapılan hukuk mesleklerine giriş sınavında öğrenmiştik.

Altaylı’nın başına açılan bu soruşturmadan sonra bir endişem daha var artık: Acaba liselerdeki Türkçe edebiyat dersleri de mi es geçiliyor?

Hukuk fakültesinde hukuk öğrenmeden mezun olanlar, liseden de Türkçe öğrenmeden mi mezun olmuşlar?”

Evet, bu karardan sonra, “söz ile fiili saldırı” yapılabileceğini düşünen birisinin, liseden Türkçe öğrenmeden mezun olması gerektiğini de rahatça söyleyebilirim.

Daha önce de yazmıştım, tekrarlayacağım.

Fatih Altaylı’nın cezalandırılmasına gerekçe yapılan Türk Ceza Kanunu’nun 310. maddesinin 2. fıkrası şöyle:

“Cumhurbaşkanına karşı diğer fiili saldırılarda bulunan kimse hakkında, ilgili suça ilişkin ceza yarı oranında artırılarak hükmolunur. Ancak, bu suretle verilecek ceza beş yıldan az olamaz.”

Bizim Ceza Kanunumuz, “Cumhurbaşkanı’na hakaret” suçunu ayrıca düzenliyor.

Buradan da anlıyoruz ki “Cumhurbaşkanı’na fiili saldırı” suçu sözle, yazıyla gerçekleşemez.

Eğer söylenen bir söz ya da yazıdaki bir cümle, “fiili saldırı” kapsamında değerlendiriliyor olsaydı, “Cumhurbaşkanı’na hakaret” suçu diye ayrı bir suç tanımı ve ceza tayini gerekmezdi.

Madde Cumhurbaşkanı’na suikast teşebbüsü suçunu da suikast gerçekleşmiş gibi cezalandırdığına göre de zaten ikinci madde “yaralamaya yol açmayacak fiili saldırı” şeklinde yorumlanmalı.

Mesela Cumhurbaşkanı’na yumurta atamazsınız.

Eğer mahkeme, bu fiili saldırı sırasında kullanılan nesneyi “silah gibi” değerlendirirse de zaten yine birinci fıkrada düzenlenmiş suikast suçu gerçekleşmiş gibi yargılanırsınız.

Öyle bir durum olsaydı Altaylı zaten aynı maddenin “suikast” eylemini cezalandıran birinci fıkrasına göre yargılanacaktı.

Onun için bu maddenin tanımladığı “fiili saldırı” yaralanmaya yol açmayacak düzeydeki fiili saldırıları kapsıyor olmalı.

Fatih Altaylı’nın mahkumiyetine gerekçe yapılan konuşması, adı üzerinde “konuşma.”

Konuşarak bir T.C. vatandaşını rencide edecek bir eylemde bulunuyorsanız bu, fiili saldırı değildir.

Geriye kalıyor Altaylı’nın “tehdit” suçu işleyip işlemediği meselesi.

TCK, “tehdit” suçunu 106. maddesinde düzenliyor:

“(1) Bir başkasını, kendisinin veya yakınının hayatına, vücut veya cinsel dokunulmazlığına yönelik bir saldırı gerçekleştireceğinden bahisle tehdit eden kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu suçun kadına karşı işlenmesi hâlinde cezanın alt sınırı dokuz aydan az olamaz. Malvarlığı itibarıyla büyük bir zarara uğratacağından veya sair bir kötülük edeceğinden bahisle tehditte ise, mağdurun şikâyeti üzerine, iki aydan altı aya kadar hapis veya adlî para cezasına hükmolunur.

(2) Tehdidin;

a) Silahla,

b) Kişinin kendisini tanınmayacak bir hale koyması suretiyle, imzasız mektupla veya özel işaretlerle,

c) Birden fazla kişi tarafından birlikte,

d) Var olan veya var sayılan suç örgütlerinin oluşturdukları korkutucu güçten yararlanılarak,

İşlenmesi halinde, fail hakkında iki yıldan yedi yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.

(3) Tehdit amacıyla kasten öldürme, kasten yaralama veya malvarlığına zarar verme suçunun işlenmesi halinde, ayrıca bu suçlardan dolayı ceza verilir.”

Bir hukukçunun, Altaylı’nın video yayınında söylediği sözleri, kanunun bu maddesi ışığında “tehdit” olarak değerlendirebilmesi için bizzat “tehdit altında” olması lazım gibi geliyor bana.

Türkiye hukuk devleti olmaktan çoktan çıktı. Anayasa’da öyle yazıyor ama takan yok.

Ve artık tartışılmayacak şekilde görüyoruz ki kanunların filan da bir anlamı yok. Muktedirin keyfine göre vatandaşlara ceza kesilen bir düzene geçtik.

Padişahlar, krallar bile kendilerini çıkardıkları kanunlar ile bağlı kabul ediyorlardı, Türkiye’de artık böyle bir kural da kalmadı.

Onun için Altaylı’nın mahkûm edilmesine hiç şaşırmadım.

/././

 Köpekleri besleyiniz ve politikacıları daha fazla semirtmeyiniz -Mine Söğüt- 

Sokaktaki tüm kedileri, köpekleri, kuşları ve bilimum canı tıka basa besleyin. Yeterki iktidar merhametsizliği beslemeyi fırsat bilmesin, kalpsizliği bulaşıcı bir hastalık gibi yaymayı beceremesin.

sokak hayvanları

Hayat sizin beslediğiniz ve beslemediğiniz şeylerle şekillenir.

Besledikleriniz semirir, beslemedikleriniz yok olur gider.

Misal;

Eğer kadının erkekten daha kırılgan ve daha romantik ve daha duygusal ve daha hassas ve daha zarif ve daha naif olduğunu düşünürseniz, kadının kırılganlığı, romantikliği, duygusallığı, hassaslığı, zarifliği ve naifliği üzerinden kendisine bir dil yaratan toplumsal şiddeti beslersiniz.

Toplumsal cinsiyet rollerinin dokunulmazlığına başkaldırır, yapma denileni yapar, gitme denilen yere gider, sorma denilen soruyu sorarsanız da dünyayı değiştirirsiniz.

Anneliğin kutsallığından, babalığın dokunulmazlığından, cinsel namusun öncelikli öneminden, aile denilen kurumun mükemmelliğinden kuşku duymazsanız aile içi şiddeti beslersiniz.

Kutsalların, dokunulmazlıkların, namus kavramanın üzerine düşünmeye ve tartışmaya başladığınız andaysa şiddetin tüm görünmezliğini ifşa edersiniz.

Mahremiyet ve mülkiyet sizin için en kıymetli kavramlar ve ırkdaşlık ya da dindaşlık en çok değer verdiğiniz paydaşlar olursa, bunlar üzerinden iştahla pazarlanan savaş çığırtkanlıklarını beslersiniz.

Bireysel sorumluluklarınızı düşünmeye ve mahremiyetin, mülkiyetin gerçek anlamlarını sorgulamaya başladığınızdaysa sizi “öteki”nin tehlikelerine ikna eden tüm kimlik siyasetlerine sırtınızı dönersiniz.

Başta eğitim ve sağlık olmak üzere toplumsal konularda fırsat eşitliğinin savunulmasını demode ve romantik bir ütopya olarak kodlarsanız, güçsüz, tembel, engelli ya da farklı insanların sistem dışı bırakılmasını doğal hatta kaçınılmaz bulursanız, bireysel farklılıkların çarkın verimli işlemesine zarar verdiği görüşüne kanarsanız, ekonomik zorbalıkları beslersiniz.

Fırsatın ve eşitliğin ne anlama geldiği üzerine düşünmeye başladığınız andaysa sivili askerden ayıran mantıkla zengini fakirden ve sağlıklıyı sağlıksızdan ayıran mantığın aynı mantık olduğunu görür, devlet için ölmekle devlet yüzünden ölmenin aynı anlama geldiğini anlarsınız.

Sosyal medya aracılığıyla bombalı bir paket gibi önünüze atılan tüm tartışma konularında tarafınızı hızla seçer ve mağdur olarak gördüğümüz tarafın haklarını korumak adına sarf ettiğiniz dilin şiddetini kıymetli bir saf tutuş olarak bellerseniz inşa etmeye çalıştığınız hukukun katilini, yani bizzat hukuksuzluğu beslersiniz.

Ancak her meselede önce neden sonuç ilişkileri kurarsanız ve şüphelerin izini sürüp olan biteni gerçekten anlamaya kafa yorarsanız çözüm odaklı bir irade inşa edersiniz.

Yeryüzündeki her şeyin insan için yaratıldığından, insanın diğer canlılardan daha akıllı ve üstün olduğunundan, hayatta kalabilmek için öncelikli olarak kendi türünü düşünmesi gerektiğinden emin olduğunuzda, korkunç doğa katliamlarını beslersiniz.

Dünyaya uzaktan bakmak ve anlamı sadece kendinizde değil bir bütün içinde aramak sorumluluğunu içinizde hissettiğinizdeyse değişim başlar.

Tarih sizi vicdansızlığın merhametten daha kıymetli bir duygu olduğunda ikna etmek üzere yazılmıştır. Tarihten ders değil komut aldıkça kendi tercih hakkınızın kıymetini unutur ve öğrenilmiş bir çaresizliklikle sadece hayatta kalmak için uzatılan her dala sorgusuz sualsiz tutunarak kötü kalpli ve kötü niyetli politikacıları beslersiniz.

Tarihten komut değil ders aldığınız andaysa tüm kötü kalpli ve kötü niyetli politikacıları tarihten silersiniz.

Nihayetinde, sokakta ve evde beslemeniz ve beslememeniz gereken şeylere başkaları karar veremez. İstediğiniz şeyi istediğiniz yerde ve zamanda istediğiniz gibi beslersiniz. Tercih sizin. Bu hayatta açlıktan öldürdükleriniz de semirtip büyüttükleriniz de bizzat sizin eseriniz.

O yüzden laf dinlemeyin. Sokaktaki tüm kedileri, köpekleri, kuşları ve bilimum canı tıka basa besleyin.

Yeterki iktidar merhametsizliği beslemeyi fırsat bilmesin, kalpsizliği bulaşıcı bir hastalık gibi yaymayı beceremesin.

/././

 Büyük yayın kuruluşları, ifade özgürlüğüne dikkat etmeyen Twitter’ı terk ediyor -Füsun Sarp Nebil- 

Twitter'ın avukatı Gönenç Gürkaynak, bir yandan “bunlara itiraz ediyoruz” deyip kendilerini ifade özgürlüğünü savunuyor gibi gösteriyor ama öbür yandan açıkça Anayasa’ya aykırı olduğunu söyledikleri kararları tamamen ticari sebeplerle hemen uyguluyorlar.

Elon Musk’ın Twitter’ı artık çöplük haline dönüştü. İfade özgürlüğünü savunacağım derken, asıl “ifade özgürlüğü”nü engelleyen -en azından Türkiye’de muhalif hesapları için durum böyle-, karşılığında tuhaf iddialara, komplo teorilerine ve dezenformasyona yol veren Twitter’ı artık büyük yayın kuruluşları da birer birer terk ediyor.

Hollanda kamu yayın kuruluşu Nederlandse Omroep Stichting (NOS) Twitter'ı (yani X.com'u) suçlayarak, platformda artık içerik yayınlamayı bırakacağını duyurdu. NOS yayın yönetmenleri "sosyal medyada haberleri sunma şeklimize dair vizyonumuza artık uymuyor" şeklinde bir gerekçe belirtti.

Jack Dorsey zamanının Twitter'ı, "sağduyu" ve "ifade özgürlüğü" savunucusuydu ama Elon Musk'ın Twitter'ı adeta pislik yuvasına dönmüş durumda. Pizzagate, Qanon gibi tuhaf komplo fantazileri yaratan gruplar artık egemen oldu. Bu nedenle de pek çok kurum ya da medya kuruluşu terkediyor. Bu yazının devamında terkeden kuruluşların bir listesini veriyoruz. Biz de mart ayında Twitter'ı boykot etmeyi önermiştik. Ama anlaşılan zaten pek çok kuruluş ve muhtemelen tek tek olduğu için farkında olmadığımız kullanıcılar boykot etmeye başlamışlar bile.

Bizim "Boykot" çağrımızın arkasında Twitter'ın ifade özgürlüğüne gösterdiği hoyrat davranışlar yatıyor. 2023 seçimleri öncesinde Twitter, AKP’nin talebiyle bazı muhalif hesapları askıya almıştı. 19 Mart sonrası süreçte de başta Ekrem İmamoğlu'nun 9 milyon kullanıcılı hesabı olmak üzere, pek çok muhalif hesabı kapatmaya devam ediyorlar.

Twitter'ın avukatı Gönenç Gürkaynak, bir yandan “bunlara itiraz ediyoruz” deyip kendilerini ifade özgürlüğünü savunuyor gibi gösteriyor ama öbür yandan açıkça Anayasa’ya aykırı olduğunu söyledikleri kararları tamamen ticari sebeplerle hemen uyguluyorlar. Musk böyle davranarak Türkiye'de açık kalmaya devam ettiğini ve sesleri duyurduğunu iddia ediyordu ama durum tersine döndü. Bu sesler ve markalar şimdilerde Twitter'ı terk ediyor. Yani Twitter artık boş çuvala dönüyor, açık kalsa da kullanıcılarını kaybederek aslında kapanmış oluyor.

Çünkü Twitter'ın muhalifleri engellemesi milyonlarca kullanıcısına da saygısızlık anlamına geliyor. En büyük örnek 9 milyon takipçisi olan İmamoğlu. Avukat Gürkaynak, İmamoğlu’nun ne diyeceğini duymak isteyen bu 9 milyon kullanıcıya saygısızlık anlamına gelen bu durumu “Anayasa’ya aykırı olduğu için biz gerekli hukuki başvuruları yaptık" gibi bir çelişki ile cevaplıyor.

İşte tam bu noktada Hollandalı yayın kuruluşu NOS, X platformundaki nefret dolu tepkilerin ve dezenformasyonun miktarının büyük ve sınırsız olduğunu, kendi gönderilerinin altına yapılan tepkiler de dahil olmak üzere, bu tür içeriklerin yayılmasına istemeden de olsa, katkıda bulunabileceklerini düşündüklerini söyleyerek, ne olup bittiğini farklı bir cepheden açıklamış oldu.

Twitter'da 2,4 milyon takipçisi bulanan NOS, TikTok, Instagram, YouTube ve WhatsApp gibi diğer platformlarda da paylaşım yapmaya devam edeceğini söyledi.

NOS'un çekilmesi neden önemli?

Dezenformasyon ve nefret endişeleri nedeniyle büyük bir küresel platformdan çekilen kamu hizmeti veren medya kuruluşu hamlesi, medya politikası açısından dikkate değer bir durum. Platform moderasyonu, medya güveni ve haber kuruluşlarının içeriklerinin zararlı veya yanıltıcı materyallerle ilişkilendirilme riskini nasıl yönettiği konusunda yeni tartışmaları gündeme getiriyor.

Ayrıca, özellikle Avrupa'da, sosyal medya platformları üzerinde dezenformasyon, nefret söylemi ve zararlı tepkileri temizleme yönündeki genel baskıyı da gösteriyor.  Haber tüketimi ve medya stratejisi açısından bakılırsa, kamu yayıncıları belirli platformlardan kaçmaya başlarsa, izleyici erişimi ve medya ekosistemleri değişebilir.

Şimdi merak edilen konular şöyle; Hollanda'da ve dünyada diğer medya kuruluşları NOS'un yolunu izleyecek mi? X.com, bu endişeleri gidermek için yanıt verecek mi, moderasyon veya politikalarını değiştirecek mi? İzleyici davranışları nasıl değişecek? X.com'daki 2,4 milyon kullanıcısı, NOS'u diğer platformlardan takip etmeye gidecek mi? Bu olay, AB'de Dijital Hizmetler Yasası ve DSA kapsamında, platform sorumluluklarının daha fazla düzenlenmesini gerektirecek mi?   Bu durum, ifade özgürlüğü ile platformun içerik sorumluluğu arasındaki dengeyi nasıl etkiliyor?

Yayın kuruluşundan yapılan açıklama şu şekilde;

"NOS ve Nieuwsuur (NOS/NTR), X'te paylaşım yapmayı bıraktı. Platform, artık sosyal medya aracılığıyla haber sunma vizyonumuza uymuyor.

Son yıllarda, neredeyse tüm sosyal medya platformları için, o bölgedeki hedef kitleye ve haber ihtiyaçlarına uygun içerikler üretmeye başladık. Bu genellikle hedef kitleyle doğrudan teması da içeriyor. Bu artık X'te mümkün değil; platformda moderasyon mümkün değil.

X'teki nefret dolu yorumların ve dezenformasyonun miktarı çok fazla ve engellenmeden yayılabilir. Aşağıda kendi mesajlarımızı da ekleyerek, farkında olmadan yayılmalarına katkıda bulunuyoruz.

Sosyal medyada stratejimiz, yıllardır platforma özel içeriklere odaklandı. YouTube ve Instagram'daki NOS op 3'ün açıklayıcı videolarını, TikTok ve Instagram'daki gençler için NOS Hikayeleri formatlarını, WhatsApp'taki NOS Sport'u, YouTube'daki Nieuwsuur'u ve Roblox'taki NOS Jeugdjournaal'ın deneylerini düşünün. Ayrıca, bu platformların kullanımına özel videoları, NOS Nieuws ve NOS Sport'un Instagram ve TikTok'taki genel hesaplarında yayınlıyoruz.

X istisna olarak kaldı. Haberler otomatik olarak NOS.nl'ye bir bağlantıyla paylaşılıyordu. Bu bir zamanlar mantıklıydı: Twitter, haberleri hızla yayabildiğimiz, yorumları okuyup yanıtlayabildiğimiz ilk sosyal platformlardan biriydi.

Ancak sosyal medya değişti ve yaklaşımımız da onunla birlikte değişti. X'in dezavantajları artık çok büyük. Ve X üzerindeki ek erişimimiz oldukça sınırlı: Başka yerlerde ulaşamadığımız insanlara orada da ulaşamıyoruz.

X'in gelişimini izlemeye devam edeceğiz. Platform değişirse, elbette seçimimizi yeniden değerlendirebiliriz. NOS ve Nieuwsuur, X'i bir haber kaynağı olarak kullanmaya devam edecek, ancak şimdilik haber yayınlamak için bir platform olarak kullanmayacak.

NOS News, NOS Sport ve Nieuwsuur'un genel yayın yönetmenleri"

X.com'daki varlığını azaltan ya da ayrılan diğer büyük medya grupları

Son zamanda pek çok kuruluş, X.com'da artan nefret söylemi, komplo içerikleri ve yapıcı tartışmaya yönelik tehditlerden bahsediyor. Medya kuruluşları, içerikleri, zararlı kullanıcı yanıtları veya yanlış bilgilerle çevriliyse, X'te kalmanın markalarına ve okuyucu güvenlerine zarar verebileceğini düşünüyor.

Kararlar yalnızca marka riskini değil, aynı zamanda yankı odalarına, tacize veya dezenformasyona olanak sağlayabilecek bir platformda kalma konusundaki daha geniş bir isteksizliği de gösteriyor. Birçok medya kuruluşu, Twitter’ı terketse de, sosyal medyayı tamamen terk etmiyor yani diğer platformlarda devam ediyorlar. Sadece X'ten uzaklaşıyorlar.

The Guardian (İngiltere) : Kasım 2024'te X'te paylaşım yapmayı bırakacağını duyurdu. Neden olarak da,  X'te ırkçılık ve komplo teorileri gibi "rahatsız edici içerik"teki artışı gö Moderasyon ve kalite endişeleri nedeniyle platformdan ayrılan ilk büyük İngiliz medya şirketlerinden biri oldu.

NPR Ulusal Kamu Radyosu (ABD): "Devlet tarafından finanse edilen medya" olarak etiketlendikten sonra, Nisan 2023 civarında X'teki paylaşımlarını sessizce azalttı veya durdurdu.

Business Insider (ABD): Platformun güveninin, moderasyonunun ve etiketlerinin editoryal güvenilirliğini etkilemesiyle ilgili endişe duyduğunu açıkladı.

La Vanguardia (İspanya): Büyük İspanyol gazetesi 2024'de X.com'u "zayıf moderasyon yüzünden artık dezenformasyon networkü, komplo teorileri için yankı odası haline geldi" diyerek terketti.

CBC/Radio-Canada (Kanada): 2023'te "Devlet destekli medya" olarak etiketlenmesinin ardından Twitter'daki faaliyetleri durduruldu; etiketin kurumun bağımsızlığını yanlış yansıttığını sö

ABC ve SBS (Avustralya): 2023'te ikisi de "devlet destekli medya" olarak etiketlendi; ABC etkileşimi azalttı, SBS de bu etiketin editoryal bağımsızlık eksikliğini ima ettiğini söyledi.

Sveriges Radio (İsveç): 2023'te, değişen izleyici alışkanlıkları ve platformun gidişatı konusundaki endişeler nedeniyle Twitter'daki faaliyetlerin çoğunu durdurdu (daha sonra açıklama yaptı)

X'ten uzaklaşan üniversiteler, STK'lar ve diğerleri (toplu çıkışlar)

55+ Alman üniversitesi ve araştırma enstitüsü: 2025'te artık resmi hesaplarından X'te paylaşım yapmayacaklarını duyurdular. Sebepler arasında nefret söylemi, dezenformasyon ve platform yönetimi endişeleri yer alıyor.

80'den fazla Fransız STK ve kuruluşu: 2025'te Trump'ın göreve başlama gününde, nefret ve dezenformasyonun yayılması gerekçe gösterilerek X'ten ayrılma yönünde toplu kararı verdiler.

Kültürel Girişimler Derneği (İngiliz kültür sektörü ağı): 2024'te, kullanıcı güvenliğini, içerik görünürlüğünü ve kurumsal değerlerle uyumu zedeleyen değişiklikler nedeniyle X'ten ayrıldı.

FC St. Pauli (Almanya): Ünlü sol eğilimli futbol kulübü. Kasım 2024'te X'ten ayrılarak, Elon Musk döneminde X'in bir "nefret makinesi" haline geldiğini, nefret söylemini ve komplo içeriklerini yaydığını söyledi.

Çıkışların ortak nedenleri

Ülkeler ve kuruluşlar, Twitter’ı terk ederken hep aynı temalar tekrarlanıyor:

*Nefret söylemi, ırkçılık ve tacizde artış.

*Algoritmik değişikliklerle güçlenen dezenformasyon ve komplo teorileri.

*Musk'ın devralmasından sonra zayıflayan moderasyon (personel kesintileri, politika değişiklikleri).

*Devlet kontrolü ima eden bir şekilde "devlet tarafından finanse edilen" olarak etiketlenen kamu hizmeti medyası için güvenilirlik riskleri.

Anlayacağınız bir zamanların özgür içerik sağlayıcı X.com artık küçülüyor. Markalar, kurumlar ve medya kuruluşları da, küçülen, daha zehirli bir X'e yatırım yapmaktansa TikTok, Instagram, YouTube, WhatsApp, haber bültenleri ve uygulamalara yatırım yapmayı tercih ediyorlar.

/././

 Papa ziyaretinin bilinen ve bilerek gizlenen yanları -Stelyo Berberakis- 

Papa ile Patrik’in Fener Patrikhanesi’nde yapacakları görüşmeden sonra yayınlayacakları ortak bildiri, Hıristyanlık aleminde heyecan uyandırırken, ev sahibi konumundaki Türkiye’de gerçekleşen bu önemli ziyaretin sadece “Papa’nın Türkiye ziyareti” şekline indirgenmesi oldukça yadırganıyor.

Papa 14. Leo’nun bugünlerde Türkiye’yi ziyaret edeceği haberlerini ulusal çapta yayınlar yapan TV kanallarından ve yazılı basından izliyorum.

Papa’nın, bin 700 yıl önce İsa Peygamber’in “Tanrının oğlu olduğunun” kabulünü öngören ve Hıristyanlığın temel kuralını oluşturan “ikrar kararının” alındığı 1. İznik Konsili’nin yapıldığı su altından çıkartılan Bazilika’nın temellerini ziyaret edeceği ve orada bir ayin yöneteceği belirtiliyor.

"İkrar kararı"nın alındığı 1. İznik Konsili

Papa’nın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın resmi davetlisi olarak ilk önce Ankara’da Anıtkabir’i ziyaret edeceği ve ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüştükten sonra İstanbul’a ve oradan İznik’e geçeceği duyuruluyor.

Papa’nın İstanbul ziyareti günlerinde Katolik kiliselerini,  Ermeni ve Rum Patriklerini de ziyaret edeceğine şöyle bir değiniliyor.

Türk basınında yayınlanan bu haberlerin hepsi doğru.

Ancak Hıristyanlık için son derece önemli olan bu ziyaretin gerçekleşmesinde –her nedense- Patrik Bartholomeos’un  vesile olduğuna hiç değinilmiyor.

Bir kere Papa 14. Leo, Patrik Bartholomeos’un daveti üzerine Türkiye’ye geliyorBartholomeos bu daveti ilk önce Papa Francesco’ya Kudüs ziyaretleri süresinde ortaklaşa yaptıkları ayinden sonra önermiş; Francesco bu daveti büyük bir coşku ile kabul etmişti.

Papa Francesco, bu yılın başlarında sağlık durumu ağırlaşınca, kendisinden sonra seçilecek Papa’ya “İznik’e mutlaka gidilmesi ve Hısrityanlık kurallarının temellerinin atıldığı İznik’te Patrik Bartholomeos ile ortaklaşa ayin yönetmeleri” vasiyetini bırakmıştı.

Papa 14.Leo da Francesco’nun “1054’te Katolik ve Ortodoks olarak ayrılan(büyük schizma)  kilisenin  yeniden birleşmesi” amacıyla gösterilen uğraşıları benimsediği için bu vasiyeti yerine getireceğini açıklamıştı.

Papa, aynı zamanda Vatikan Devlet Başkanı ünvanını taşıdığından Türkiye ziyaretini gerçekleştirmesi için  Türkiye Cumhurbaşkanlığı’nın resmi daveti gerekiyordu. Ve nitekim öyle de oldu.

Hıristyanlık aleminde Papalık, “Katoliklerin Ruhani” lideri olarak tanınıyor. İstanbul Rum Patrikliği  de “Ortodoksların Ruhani lideri” olarak kabul ediliyor.

Bin 700 yıl önce, yani İ.S 325 yılında Katolik-Ortodoks mezhebi ayrımı yoktu. Hıristyanların tek bir kilisesi ve tek bir Ruhani lideri olmasına rağmen “İsa Peygamber’in tanrılığını” tartışmaya açan (Arius fraksiyonu gibi) çeşitli fraksiyonlar vardı.

İstanbul’un –o yıllarda Konstantinopolis’in- başkenti olduğu Doğu Roma (Bizans) imparatorluğu döneminde İmparator Büyük Konstantin, kilise içindeki bu tartışmalara bir son vermek için 1.İznik Konsili’ni gerçekleştirmiş ve Hıristyanlığın ana temelleri bu konsilde alınan kararların sayesinde atılmıştı.

"İkrar kararı"nın alındığı 1. İznik Konsili

Ancak aradan geçen 729 yıl sonra; yani 1054 yılında Bizans oldukça güçlendiğinden Batı ile çanaklarını ayırmak amacıyla  Hıristyanlığın da aynı Latince konuşan Batı ve Helen (Yunan) dilini kabul eden Doğu Roma gibi Katolikler ve Ortodokslar olarak ikiye ayrılmasına neden olmuştu.  

Katoliklerin Ruhani liderliği ‘Papa’ların, Ortodoksların Ruhani liderliği ise ‘Patrik’lerin sorumluluğundaydı.

(Bu ayrılmanın kilise tarihinde adı ‘yırtılma’ anlamına gelen ‘Büyük Schizma’ olarak geçer).

Hatta kiliselerin ikiye ayrılması, Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’nun ileri yıllarda zayıflamasına ve aşamalı olarak yok olmasına neden olacaktı.

1204 yılında Katolik Haçlı Orduları, Ortodoks Bizans’ın bu zayıflığından istifade ederek Papa’nın itirazlarına rağmen yön değiştirerek Başkent Konstantinopolis’i işgal etmiş ve yağmalamıştı.  

İznik’e çekilen Bizans orduları ise tam 59 yıl sonra Başkent’in Latin işgaline son vermeyi ve Haçlı Ordusu’nu dağıtmayı başaracaktı.

1204 Haçlı işgali ile başlayan zayıflama, yerini 1071’de Malazgirt Savaşı’yla gerilemeye bırakacak, nitekim Osmanlı’nın 1453’te İstanbul’u fethiyle birlikte Bizans haritadan silinecekti.

Papalar ve Patrikler 913 yıl görüşmedi...

Papalar ile Patrikler gerek silahlı gerekse sözlü mezhep savaşları nedeniyle 913 yıl görüşmemişti.

İlk görüşme 1967 yılında İstanbul’da Patrikhane’yi ziyaret eden Papa 6. Paul ile Patrik Athenagoras arasında oldu. 

Papa Paul ve sonraki Patrikler, İstanbul’u her ziyaretlerinde 1204 Haçlı işgali için Ortodoksların Ruhani lideri konumundaki Patriklerden özür dilemeyi alışkanlık haline getirmişti.  Aralarındaki beddualar kaldırılmıştı.

Bu “özür”, kiliseler arasındaki buzların çözülmesine yardımcı olurken, kiliselerin yeniden birleşmesi için kiliseler arası müzakereleri de başlatmış oldu.

İznik’in önemi kısaca böyle özetlenebilir.

Bazilika

Tarihi gerçeklere ışık tutulmuyor

Ancak Papa’nın bu hafta sonu gerçekleştireceği Ankara- İstanbul ve İznik ziyaretlerinin gerçek önemi kamuoyuna iletilmiyor.

Papa 14. Leo ile Patrik Bartholomeos’un İznik’te gerçekleştirecekleri ortak ayine hiç değinilmiyor bile.

Haberlerde neredeyse Patrik’in adı bile geçmiyor. Papa sanki İznik’i tek başına ziyaret edecekmiş gibi bir hava yaratılıyor.  

Papa ile Patrik’in Fener Patrikhanesi’nde yapacakları görüşmeden sonra yayınlayacakları ortak bildiri, Hıristyanlık aleminde heyecan uyandırırken, ev sahibi konumundaki Türkiye’de gerçekleşen bu önemli ziyaretin sadece “Papa’nın Türkiye ziyareti” şekline indirgenmesi oldukça yadırganıyor.

Oysa Türk basınının, ev sahibi olarak bu ziyareti yalnız turistik açıdan değil, bu toprakların Katolik- Ortodoks ayrımı yapmadan, gerçekleri hasır altı etmeden Hıristyanlığın beşiği olarak da görüldüğünü kamuoyuna göstermesi gerekiyor.

/././

 Ankara’nın “silah bırakma” çağrısına SDG’den yanıt: Sadece bizimle ilgili bir mesele değil, mutabakata yakınız -Namık Durukan- 

“Türkiye Büyük Millet Meclisi Komisyonu‘nun da İmralı Adası ziyaretini önemli bir adım olarak nitelendiriyoruz. Yapılanlar devletin kararı çerçevesindedir. Çözüm konusunda bir anlaşmaya varmaya kararlıyız.”

namık durukanSDG Genel Komutanı Mazlum Abdi ve Suriye'nin geçici Cumhurbaşkanı Ahmed Şara, 10 Mart mutabakatını imzalarken

Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi Dış İlişkiler Ofisi Eş Başkanı İlham Ahmed, TBMM Komisyonu’nun İmralı ziyaretini “tarihî bir adım” olarak değerlendirerek, sürecin hem Türkiye'de hem Suriye'de kalıcı barış ve demokratikleşme için fırsat oluşturduğunu söyledi. Ahmed, AKP Sözcüsü Ömer Çelik’in, Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) de silah bırakması gerektiği yönündeki açıklamasını ise, “Silah bırakma konusu salt SDG ile ilgili bir mesele değil. Geçici Şam yönetimi ile askeri ve siyasi entegrasyon süreci devam ediyor ve bu konuda önemli bir mutabakata yakınız” diye yanıtladı.

İlham Ahmed, TBMM’de kurulan Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun İmralı Adası’na gerçekleştirdiği ziyaretin hem Türkiye'deki çözüm süreci hem de Suriye'deki siyasi denklem açısından “tarihî bir adım” niteliği taşıdığını söyledi.  Ahmed, sürecin devam etmesinin Kürt sorununun çözümü, bölgesel istikrar ve Kuzeydoğu Suriye ile Türkiye arasındaki ilişkilerin normalleşmesi açısından önemli bir fırsat oluşturduğunu belirtti.

AKP Sözcüsü Çelik: SDG, PKK'nın Suriye koludur ve Türkiye için tehdit olmaktan çıkmalıdır; milli güvenliğimiz pazarlık kabul etmez!

Nûmedya24 haber sitesine konuşan Ahmed, AKP Sözcüsü Çelik’in, PKK’nın yanı sıra SDG’nin de silah bırakması gerektiği yönündeki açıklamasına dikkat çekti. SDG’nin silah bırakmasının sadece kendi inisiyatifinde olmadığına vurgu yapan Ahmed, “SDG’nin silah bırakması konusu sadece DSG ve Özerk Yönetim’i ilgilendiren bir husus değil. Unutmayalım, DSG bölgede oluşturulan IŞİD Karşıtı Uluslararası Koalisyon’un bir ortağıdır. Dolayısıyla bizim kadar geçici Şam yönetimi ve uluslararası ortaklarımızı da ilgilendiren bir durum söz konusu. Tarafların bu konuda yükümlülüklerini unutmamalıyız. Geçici Şam yönetimi ile askeri ve siyasi entegrasyon süreci devam ediyor ve bu konuda önemli bir mutabakata yakınız. Ancak detayların müzakeresi sürüyor” dedi.

“Yapılanlar devletin kararı çerçevesindedir”

Meclis Komisyonu’nun İmralı ziyaretinin devletin kararı çerçevesinde gerçekleştiğine vurgu yapan Ahmed, şöyle devam etti:

“Son İmralı ziyareti önemli tartışmalara da zemin hazırladı. Bu görüşmede birçok konunun ele alındığı ve esasen çok tarihi bir ziyaret olduğu açıktır. Dolayısıyla yapılanlar devletin kararı çerçevesindedir. Devlet ve Abdullah Öcalan’ın Kürt sorununu ve Türkiye'de demokratikleşme meselesini doğrudan ve resmi olarak yüz yüze görüştüğü ilk seferdir. Bu nedenle, Türkiye Büyük Millet Meclisi Komisyonu’nun İmralı Adası ziyaretini önemli bir adım olarak nitelendiriyoruz.”

“Çözüm için anlaşmaya varmaya kararlıyız”

“Kesinlikle olumlu anlamda etkili olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla Ankara’nın Rojava’yı yakından takip ettiğini çok iyi biliyoruz. Ankara, Suriye'deki hem askeri ve hem de siyasi sorunların üst seviyede içindedir. Dolayısıyla bu sorunların demokratik çözümü için olumlu bir rol oynamalıdır.

Meclis Komisyonu üyelerinin açıklamalarından da anlaşılacağı üzere, Öcalan, toplantı sırasında komisyonun sorularını hem değerlendirmiş hem de 10 Mart Mutabakatı ve elbette demokratik entegrasyonun hayata geçirilmesi temelinde görüş belirtmiştir. Bu bağlamda biz de Rojava Kürtleri olarak çözüm konusunda bir anlaşmaya varmaya kararlıyız” dedi.

“Nusaybin kapısının açılması için Ankara ile görüşüyoruz”

Ahmed, Türkiye'den Suriyeli mültecilerin geri dönüşü ve Türkiye ile Suriye arasındaki sınır kapılarının açılmasına yönelik soruyu yanıtlarken, Kuzeydoğu Suriye’nin Kamışlı kentine açılan Nusaybin Sınır Kapısı’nın açılması için Ankara ile görüşme halinde olduklarını belirtti.

***

Dünya düzeni değişiyor mu yoksa!-Ahmet Çelik Kurtoğlu- 

Yeni düzenin önemli tarafı üretimin bir bütün olarak, otomobil, uçak, emar cihazı, elbise gibi kalemlerden değil, bunların her birini oluşturan parçalardan, yani zincirin halkalarından oluşmasıdır. Tedarik veya entegre üretim eskiden şirket stratejisinin konusuydu, bugün üretim modelinin ve planlamasının konusu

dünya siyaset

Küreselleşme tartışmaları

Küreselleşme tartışmaları, sürecin geri dönüp dönmeyeceği sorusu yıllardır gündemde. Yakın geçmişe kadar teknolojinin kaynağı, en çok aranan sanayi ürünlerinin ihracatçısı ABD, Almanya, İngiltere, İsveç iken, önce sahneye Japonya, ardından Kore ve Çin girdi. Düne kadar serbest ticaretin herkes için en iyi çözüm olduğunu savunan ABD, Trump’la birlikte seçili ülkelerden yapılan, seçili ürünlerin ithalatını azaltmak için yüzde yüzün üstünde gümrük vergisi uygulamaya başladı. Bunun üzerine tartışılan konu serbest ticaretin herkesin refahını yükselteceğini savunan klasik iktisat teorisi değil, bu uygulamayla yükselecek fiyatların enflasyonist etkisi oldu.

NATO genişlemesi ve savunma

Yine Trump’la birlikte savunma senaryolarında değişiklikler telaffuz edilmeye başlandı. Nato’nun Avrupa’da genişlemesi, Putin’in yıllardır beslediği “çarlık Rusya’sını yeniden yaratmak” hayalini harekete geçirdi. Sonuç Ukrayna’nın işgali ve yüzbinlerce ölüme yol açan çatışmalar. Bunlar olurken Trump merkantilist hedeflerini ithalatı azaltmakla sınırlı tutmadı ve alışılmış diplomatik saygı ve nezaket kurallarını aşarak, Ukrayna’nın savunulmasının bedeli olarak ülkenin sahip olduğu ender metallere el koydu. Bunlar olurken ülkeler çeşitli tehdit ve şantaj yöntemlerinden söz etmekten geri kalmıyor. Bu yöntemlere örnek olarak veto yetkisine, hakkına birazdan değineceğim.

Nitekim ABD’nin bu söylem ve eylemleri sonucu Almanya alışılmış savunma bütçesi ilkelerini terk edip silahlanma çalışmalarını başlattı. Fransa enerji alanında yıllarca önce nükleer alanında yatırımlar yapmıştı. Şimdi bu sektör birçok ülkede telaffuz edilmeye başlandı. Bunlar olurken Türkiye kapanan AB kapılarının ardından, Akdeniz’de kendisini dışlayan yeni savunma projeleriyle karşı karşıya ve Dışişleri Bakanı’nın beyanları bu konuda bazı girişimleri, projeleri hatırlatıyor.

Türkiye’nin içinde bulunduğu açmaz: Yunan ve GKRY vetosu

Önce şunu hatırlamalıyız; Türkiye ile AB ve genellikle Avrupa arasında aşılması güç engeller oluşmuştur. Bu engellerin mimarı Yunanistan ve Güney Kıbrıs Yönetimi ve buna engel olamayan Türkiye’nin izlediği dış politikadır. Bu iki ülkenin tüm “batı dünyası liderliği gözünde”, eski Yunan’dan beri var olan itibarı, AB üyeliği ile tahkim edilmiştir. Bunu birçoğumuz çeşitli siyasi kademelerdeki AB politikacılarının ağzından duyduk. Benim bu konudaki payım, AB Komisyonunda görev yapan (Bakan), dünya ticaret örgütü direktörü, İrlandalı hukukçu Peter Sutherland’ın söyledikleri olmuştur. Brüksel’de bir toplantı sırasında, “Çelik, biz Yunanistan’la Kıbrıs’ı AB’ne alarak büyük yanlış yaptık, bundan sonra sizin işiniz çok zor olacak” demişti. Aynı yönde beyanları birçok arkadaşımız çeşitli pozisyonlardaki AB diplomatlarından duymuştur.

Veto, uluslararası politikada olmazsa olmaz bir müzakere ve uzlaşma aletidir. Üstelik yalnız uluslararası politikada değil, şirketler veya şahıslar arasındaki serbest sözleşmelerde de taraflara benzer haklar tanınması alışılmış uygulamadır. Bunun belki de en önemli örneğini, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde görüyoruz. En hayati müzakerelerde, savaş durumlarında, genel kurulun aldığı karar, güvenlik konseyinin beş daimi üyesinden birinin veto hakkını kullanması nedeniyle uygulanamıyor. Filistin-İsrail çatışmasının sonlanmamasının önemli bir nedeni budur.

Bir Akdeniz ülkesiyiz. Üç tarafımızdan denizle çevrili olmamıza rağmen, uluslararası deniz sözleşmesine taraf değiliz. Bunun nedenleri Dışişleri Bakanlığı yetkililerinin malûmudur. Ege ve Akdeniz sahillerimizden denize açıldığımızda bu hukukun alanına girmekteyiz ve Yunanistan’la Güney Kıbrıs Rum Yönetimi karşımızdadır. Konuyu AB bağlamında ele aldığımızda ise değindiğim veto yetkisi karşımıza çıkmaktadır. Yani adeta çözümü neredeyse olanaksız bir sorunlar yumağının içindeyiz.

Türkiye Cumhuriyeti çeşitli sorunları aşmak için mücadele etmektedir. Burada değindiğim ve veto yetkisiyle güçlenen engel nasıl aşılabilir. Yukarıda ülkelerin yeni dünya düzeninin oluşmasında çeşitli tehdit ve şantaj mekanizmalarını kullandıkları ifade edildi. Türkiye Yunanistan’ın 1974’te Kıbrıs müdahalesinde ayrıldığı NATO’ya 1980’de Türkiye’nin itiraz etmemesi sayesinde üye olması aşamasında bu hakkını kullanmamakla önemli ve yeniden elde edilemeyecek bir fırsatı heba etmiş oldu. Yılın 1980 olması hepimize, Türkiye neden veto etmedi acaba sorusunun yanıtını vermiş olmalı.[1]

Yakın zamanda İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üyeliği konusunda başlangıçta kullandığı vetoyu erken mi kaldırdığı, bu kozunu daha yüksek bedel karşılığında kullanabilir miydi, yoksa değerli arkadaşım emekli büyükelçi Suha Umar’ın hatırlattığı gibi vetonun gerekçe argümanı, yani bu iki ülkenin topraklarında bulunan teröristleri iade etmesi koşulu yeterince güçlü değil miydi ?

Bu aşamada Brüksel’in iradesini oluşturan güçlerin, İngiltere, Fransa, Almanya, ABD, Danimarka gibi ülkelerin önüne, Peter Sutherland’dan ve birçok üst düzey yetkilimizin AB yetkililerinden duyduğu benzer görüşleri koymak; ayrıca Yunanistan ve GKRY iradelerini düzeltmedikçe, yani Türkiye ile ilgili olarak veto kullanmaktan vazgeçmedikçe, Türkiye’nin NATO kurucu üyesi olarak sahip olduğu aynı hakkı kullanacağını bildirmek ve bunda ısrarlı olmak gerekmez miydi? Bu ilk bakışta bir gentleman’s agreement olarak görülebilir, ancak gentleman’s agreement uluslararası müzakerelerde, yazılı antlaşmalar kadar makbul bir usuldür. Yeter ki, siz elinizdeki sözleşmeye sahip çıkın. Nitekim Türkiye bugüne kadar pek çok kez NATO’yu durduracak derecede önemli durumlarla karşılaşmış ancak bunların hiçbirinde konuyu sonuna kadar götürmemiştir. 

Dış politika, ülkenin çıkarı doğrultusunda, gerektiğinde zor adam, zor ülke olmasını bilmek demektir ve bunun için “hey Amerika, Almanya” demek yeterli değildir. Sonunda karşı tarafın şantajı karşısında rahibi geri göndermek durumuna düşmemek gerekir. Bunun için ise ülkenin, müzakerecilerin başka zaaflarının, açıklarının olmaması gerekir.

Yeni dünya düzeni endüstri ve rekabet gücü için ne demektir? [2]

Yeni düzenin önemli tarafı üretimin bir bütün olarak, otomobil, uçak, emar cihazı, elbise gibi kalemlerden değil, bunların her birini oluşturan parçalardan, yani zincirin halkalarından oluşmasıdır. Tedarik veya entegre üretim eskiden şirket stratejisinin konusuydu, bugün üretim modelinin ve planlamasının konusu.

Bunların en kolay algılanabilecek olan bir gömleğin kumaşının tasarımı, kumaş fabrikası İtalya’da, kumaşın pamuğu Mısır’da üretilmekte, kesim, montaj, ütüleme Türkiye’de, pazarlama ve satış perakende zincirlerinin bulunduğu ülkelerde yapılmaktadır. İlk örneğini 1947’de H&M ile İsveç’te, daha sonra 1969’da GAP ile AB’de gördüğümüz ve hızlı moda ile bugün Zara, Koton, Damat, LC Waikiki ile Türkiye pazarında çalışan perakendeciler taleple karşı karşıya gelmektedir.

Otomotiv endüstrisi

Ciddi bir yenilenmenin, dolayısıyla krizin arefesinde olan otomotiv endüstrisine bakarsak, ABD hala büyük pazarıyla oyuncu olmakla birlikte liderliği önce Almanya’ya ardından, diğer eski liderler İngiltere, İtalya, Fransa’yla hep beraber Çin’e kaptırmaktadır. Otomotiv endüstrisinde sorun bu kadar kolay değildir. Çünkü burada da tedarik bir önceki paragrafta belirttiğimiz gibi, parça tedarikçileri önemlidir. Benzin veya mazotlu araçlarda 40.000 civarında parça bulunmakta, bunlar çeşitli ülkelerden tedarik edilmektedir. Fransız markası ve önemli bir tedarikçi olan Valeo giderek ağırlaşan sorunu her vesileyle dillendirmektedir. Bu iki paragraftan sonra vurgulamak istediğim, yeni dünya düzeninde üretimin “lokalize” olması, değer zincirinin halkalarının değişik ülkelerde yapılan üretimden oluşmasıdır ve küreselleşme budur.

Financial Times’a beyanat veren Valeo genel müdürü Christophe Périllat, yaşanan Darwin’ci, evrimin, ayakta kalma savaşının bugüne kadar 38 üretim biriminin kapanmasına yol açtığını, bunun 350.000 kişinin işini kaybetmesi sonucunu yaratacağını söylemektedir. 

Yapay zekâ

Bu sıradan bir gelişme değildir. Geçen hafta Suudi Arabistan Veliaht Prensi MAS Washington’da Trump’la yaptıkları toplantıda yapay zeka konusunda önemli ortak girişimler konusunda anlaşmışlardır. Bu görüşmelere paralel olarak yapay zekanın önemli oyuncuları da bir araya gelerek yeni dünya düzeninin hayati parametrelerini açıklamışlardır. Tesla’nın yaratıcısı olarak tanıdığımız, Güney Afrika yurttaşı Elon Musk ve son aylarda çok önemli değer artışı yaşayan GPU (grafik işlemci) üreticisi NVIDIA’nın kurucusu, Tayvan vatandaşı Jensen Huang’ın, Suudi Arabistan’lı sunucu ile yaptıkları ve youtube’da yayınlanan kısa sohbetten şunları not aldım:

- “Önümüzdeki dönemde 5-10 veya en fazla 20 yıllık süre içinde “insanı andıran robotlar (humanoid) yaygın kullanım alanı bulacaktır.

- Bugün yapay zeka endüstrisinin önemli yapıp taşı yazılımdır, önümüzdeki dönemde yazılımın ihtiyaç yerinde ve anında, ihtiyaca göre kendiliğinden yazılım üreteceğini, generative AI göreceğiz. Generative AI ile desteklenen humanoid robotların neler yapabileceğini düşünürken, makine öğrenmesini, büyük veriyi hatırlamamız yararlı olacaktır.

- Chip endüstrisini araştıranlar R.Moore yasasını, yani çiplerin gelişme hızının 18 ayda bir, birbuçuk, iki katına çıkacağı öngörüsünü bilirler. Bugün yasanın artık geçerli olmadığını, bunun yerine çiplerin işlem hızının yükseldiğini, generative AI’ın bunun sonucu olduğunu görüyoruz.

- Tedarik endüstrisinden ve küreselleşmenin değer zincirindeki yerelleşme olduğunu söylerken dayandığımız veri, çiplerin işlem hızının yükselmesidir. GPU’ların ulaştığı hız, üretimin giderek daha küçük halkalardan oluşmasına, verimliliğin artmasına, üretim sürecinde daha fazla sayıda ülkenin yer almasına imkan sağlamaktadır.”

Elon Musk’ın bunları söyledikten sonra vardığı sonuç, bu başarıların başta enerji maliyetleri olmak üzere verimliliğin artması nedeniyle kullanımı azalan işgücünün daha verimli olması, bunun da gelirlerin yükselmesi sonucunu doğurmasıdır. Musk’ın vardığı “fantastik” sonuç 20 yıl gibi bir gelecekte paranın anlamını yitireceği, insanların zevk için çalışacağı, yemekte kullanacağı domatesi, diğer sebzeyi bahçesinde yetişitirebileceği.

Paranın anlamını yitireceği bir dünyada, Elon Musk’ın veya Jensen Huang’ın son aylarda zirve yapan varlıklarının da, ülkemizde sık sık medyada yankılanan ünlü zenginlerin varlıklarının da anlam yitireceğini düşünebiliyor musunuz?

Son olarak Musk’ın enerji konusundaki öngörüsünü nakledeyim. Dünyada mevcut teknoloji ile enerji üretimi pahalıdır. Oysa uzay önemli enerji kaynağı. Başta, dünyamızı ısıtan en büyük yıldız olarak tanıdığımız güneşin enerjisinin milyarda birini kullanabiliyoruz. Bu oranı ikiye katlamamızın dünyamıza kazandıracağı enerji tasavvur ötesinde. Uzayda, diğer yıldızlarda su bulunup bulunmadığı tartışılır. Sohbetin Suudi Arabistan’lı yöneticisi, Ürdün vatandaşı ve Filistin’li Omer Aghi’nin reticular-ağ kimya alanında yaptığı çalışmalar sonunda Nobel ödülü kazandığını, bu teknikle uzayda su toplamayı hedeflediğini paylaştı.

Elon Musk genellikle fantastik fikirleriyle ABD vergi gelirlerini kullanarak zenginleşmekle, aslında gerçek hayatta elle tutulur bir şey yapmamakla suçlanır. Oysa hayal edebilmek, sözde gerçek hayatın bizi içine soktuğu cenderenin dışına çıkabilmek kendi başına büyük başarıdır, buluşun, yaratmanın ana faktörüdür.

ABD’nin “endüstri politikası izlemek sosyalizm demektir” deyip, ABD ekonomisini sözde piyasa kuvvetlerine bırakmasının cezası olarak imalat sanayiinde rekabet gücünü Çin, Kore, Meksika gibi ülkelere kaptırdı. Bu kendisini söz konusu ülkelerle yapılan ticarette ithalatın ihracatı aşmasıyla gösterdi. Burada da Çin’in ABD’den teknoloji çaldığı iddiasıyla D.Trump ithalat üzerine gümrük vergileri koydu.

Çin’de 1978-89 arasında yönetimde olan Deng Xiaoping izlediği politikalarla teknolojik gelişmeyi, özel girişimleri destekledi, şirketlerin rekabet gücü kazanmasına öncelik verdi. Bu politikanın kullandığı aletlerden biri de, eğitim alanında hamle yapılmasıydı. “Dindar veya Mao’”cu gençlik yetiştirmek yerine, tıpkı Atatürk’ün daha Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaptığı gibi, binlerce genci yüksek eğitim için ABD’ne ve diğer batı ülkelerine gönderdiler. Bugün bu gençlik batının teknolojisini içselleştirmiş olarak ülkesine döndü. Trump’ın yönetimindeki ABD ekonomisi artık Çin’in kendi geliştirdiği nüfusun yarattığı teknolojiyle rekabet etmek durumunda. 

Çin bu politikayı sürdürüyor. Bugün İngiltere’nin en iyi kız ortaokul ve lisesinde 20 kişilik sınıfın yarıdan fazlası, kırsal bölgelerden çıkıp, Çin hükümetinin sağladığı bursla gelen ve bu lisenin fevkalade zor olan giriş sınavlarını başararak o yirmi İngiliz kız öğrencinin arasına giren öğrencilerden oluşuyor. Bu okulun bir de erkek öğrenciler için olanı var ve tabii oraya da sınavları geçen Çinli çocuklar yine burslu olarak kaydediliyor. İşte Çin Komünist partisi gençliği böyle yetiştiriyor. Üstelik bu yalnız İngiltere’den alınan bir örnek. Çin tarihinde birçok liderin Fransa’da, Almanya’da eğitim aldığı bilinmektedir. Binlerce yıllık hanedan kültürü böylece aydınlanma dünyasının bilim ve buluşa öncelik veren hamlelerinin katkılarından yararlanmaktadır.

Bu çocuklar yarın Dünyanın en iyi üniversiteleri arasında yer alan Cambridge, Oxford, Imperial College, LSE de eğitim görecekler. 6-10 yıl sonra Çin’de kamu yönetiminde, Partisinin belirlediği, Xi Jingpin’in ifade ettiği ilkeler doğrultusunda Çin toplumuna ve dünyaya yön verecekler. D.Trump ve bugünkü diğer liderlerden geriye kalan ise, bugün izlenen politikalar ve onların toplumlara maliyeti olacak. Çin Komünist Partisinin stratejisi ve onun maliyeti düşündürücü, değil mi?

Milli Eğitim Bakanı ve bugünün yönetimi bunların farkında mı acaba? Farkında olsalar da son 23 yılda yaratılan hasarı ortadan kaldırıp, doğru yolu bulabilirler mi dersiniz?

[1] 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi birçok kötünün başlangıcı oldu. ABD bunu “Our boys have done it” diyerek onayladı, Bugün çektiğimiz sıkıntıların başlangıcı da 12 Eylül 1980’dir. Kimseye kusur bulmayalım. Ektiğimizi biçiyoruz.

[2] Çelik Kurtoğlu, Değer Zincirinin Evrimi, Efil Yayınevi, Ankara 2022.

/././

T-24







 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem"-27 Kasım 2025-

 Hong Kong'da 1900 daireli Wang Fuk Court sitesinde çıkan yangına müdahale sürüyor: 36 kişi öldü, 279 kişiden haber alınamıyor!  Çin...