Papa ziyaretinden yağ çıkarmak -Tevfik Taş-
Ulusal çıkarlar söyleminin arkasına sığınılarak yapılan bu değerlendirmelerde, ulusaldan anlaşılanın büyük sermayenin çıkarları ve AKP iktidarının öncelikler sıralaması olduğunu anlamak için yapılması gereken tek şey, ulusal çıkar kavramının öznesinin sermaye olduğu gerçeğini kavramaktan ibarettir. Gerisi liberal gevezeliktir.
Papa ziyareti başlıklı ülke gündemi, devlet denetimli meczupluğun tarikat ve cemaat medyasındaki yansımalarıyla dikkat çekiyor. Bu medya kanallarında, ziyaretin derin sırların ifşası ve ağza alınmayacak beddualar üzerinden işlenmesi, tartışmanın boyutunu farklı bir seviyeye taşıdı.
Özellikle Beyza Hakan ve Ali Çiğdem’in sunduğu programlarda, Vatikan’ın “yapay deprem tetiklemeleri” yaptığına dair absürt komplo teorileri öne çıkarılırken, TV100’de Buket Aydın ve Erhan Altunay’ın sunduğu bol kahkahalı programlarda ise konu, “cinler görülebilir mi?” ve “Papa boyut kapısı açacakmış” gibi düpedüz zırva sohbetlerine dönüştü.
Benzer şekilde, Youtuber Koray Kamacı’nın İznik’e giderek “sahadan” Hristiyan düşmanlığı yapması, öteden beri bildiğimiz devlet denetimli meczupluğun hız kaybetmeden devam ettiğini gösterdi. Bu tür mizansenlerin ilk kez sahnelenmediği aşikâr.
Türk sağının farklı çevrelerinin yaklaşımına göre şekillenen bu akıl ve mantık dışı söylemlerin, AKP/MHP iktidarı tarafından derin bir şefkatle karşılandığı biliniyor. Ancak bu tür mizansenlerin ilk kez sahnelenmediği de aşikâr. Bu siyasal meczupluğa en son Vatan Partisi de dahil oldu. “Burası Bizans değil, kılıçla gelen kılıçla karşılanır” içerikli sokak eylemi olarak pazarlanan tuhaflığı kaydetmeden olmaz. İstisnasız her dönem ve her uğrakta siyaseten ters köşe olmaları ile bilinen bu toplam, şaşırtmadı tabii. Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Ayasofya’nın müze yapılmasına karşı çıkıp, Mustafa Kemal’i ve laikliği lanetlediği kılıçlı şovunda AKP iktidarının en mini ortağı olarak Vatan Partisi, kılıcı görmezden gelmeyi bilmişti mesela.
Öte yandan, iktidar havuz medyasının “devlet aklı”nı temsil eden kimi platformlarında farklı bir ton ortaya çıkıyor. Özellikle AKP entelijansiyasının yer aldığı ve Nedret Ersanel’in moderatörlüğünü yaptığı TV Net’in “Akıl Odası” programında, Papa ziyaretinin devlet çıkarları için nasıl kullanılabileceği tartışıldı. AKP bürokrasisinin sözü geçen programdaki kimi düşünce ve önerilere kayıtsız kalmadığının altı çizilmeli. Henüz tamamen ıskartaya çıkartılmamış kimi liberal aydınların yer aldığı bu toplamda, iktidarın gereksinim duyduğu “devlet üst aklı” egzersizleri yapılıyor. Önemsiz addedilemez.
Patrikliğin devlet yararına nasıl kullanılacağı ve Papa ziyaretinden AKP iktidarı lehine uluslararası meşruiyet sağlanması gibi başlıklarda dikkate değer öneriler sunuluyor. Ulusal çıkarlar söyleminin arkasına sığınılarak yapılan bu değerlendirmelerde, ulusaldan anlaşılanın büyük sermayenin çıkarları ve AKP iktidarının öncelikler sıralaması olduğunu anlamak için yapılması gereken tek şey, ulusal çıkar kavramının öznesinin sermaye olduğu gerçeğini kavramaktan ibaret. Gerisi liberal gevezeliktir.
Katolik-Ortodoks yakınlaşması mı, Rus Ortodoks Kilisesi’nin izole edilmesi mi?
İktidar bloğunun en meczup tarikatından en soğukkanlı akademisyenine kadar üzerinde anlaştıkları tek şey, Papa’nın İznik ziyaretinin iki kiliseyi birleştirmeye dönük bir planlamanın ürünü olduğuna dair görüştür. Tam bir şehir efsanesidir! Katolik ve Ortodoks Kiliseleri 971 yıldır ayrı. Daha doğru bir ifade ile, ayrıştılar ve iki farklı mezhepten ziyade iki farklı dine dönüştüler. Yüzyıllardan sonra Soğuk Savaş döneminin ikinci evresinde ilk kez kimi yakınlaşma çabaları olmuş ancak karşılıksız kalmıştır. Bu yakınlaşma çabalarının arka planında da ABD siyaseti yer alıyordu.
Reel sosyalizmi kuşatma siyasetinde büyük çoğunluğu Slav ülkelerinde yaşayan Ortodoks inancından insanları komünizme karşı örgütleyip, mobilize etme konseptinin bir çıktısı olarak şekilleniyordu sözü geçen iki kilisenin yakınlaştırılması çabası. Güdülen amaç tam bir fiyasko olarak sonuçlanmıştı.
Ancak şimdi durum farklı. Ortada reel sosyalist blok yok ama emperyalizm hâlâ varlığını koruyor. Rusya kapitalizminin merkez kaç direncinin kırılması emperyalist piramit açısından son derece önemli bir anlam ifade etmekte. Rusya, ya terbiye edilip emperyalist rekabet sisteminde haddini bilecek konuma çekilecek ya da ağır bir savaşın mekânı olacak. Velhasıl Ortodoksluğun ana karası öyle ya da böyle kuşatılmak zorunda.
Fener Patriği Bartholomeos ile ortak ayin yöneteceği planlanan Amerikalı Papa XIV. Leo, AKP meczup medyasının iddia ettiği gibi Hristiyanlığı birleştirmek için bir araya gelmiyorlar. Hristiyan mezhepleri arasındaki birlik lafzı buharlaşalı çok oldu. Ancak emperyalist siyasetin her dönem en işlevsel aracı olarak din, baskı ve bölme malzemesi olarak kullanılmaya devam ediyor. Bu olgunun varlığından dolayıdır ki, raf ömrünü tamamlayalı çok olmasına karşın devasa dinsel örgütlülükler hâlâ varlıklarını sürdürebilmektedirler.
Papa ile Patrik’in planladığı şey birlik değil, Ortodoks Kilisesi’nin Rus etkisinden uzaklaştırılarak ABD denetimine açılmasının yolunu aramaktır. Bundan dolayıdır ki, cüce Fener Patrikliği ile dev Vatikan kurmaylığı arasında orantısız da olsa kimi programlamalar gündeme alınmış gibi görünüyor. Tabii emperyalist piramidin en üst basamağındaki ABD’nin moderatörlüğünde…
Türkiye’nin yobaz ve faşist devlet denetimli kontra cemaatleri müsterih olsunlar: Hristiyanlar birleşmiyor, Hristiyan yoksulları birbirine karşı bilenerek, konumlandırılıyor.
/././
AKP, MHP, DEM ve İmralı ne derse o: Halktan neyi kaçırıyorlar?
'Her şey onların kapalı kapılar ardında sürdürdüğü pazarlıklarla ilerliyor. Bu pazarlığın bir yerinde 2028 seçimleri ve yeni anayasa var mı yok mu sorusunun da anlaşılan bu çerçeve dolayısıyla hiçbir önemi bulunmuyor.'
Suriye’de Esad iktidarının düşmesinin hemen öncesinde Bahçeli tarafından startı verilen süreç ‘son İmralı ziyaretiyle birlikte yeni bir aşamaya taşındı’ deniliyor.
Ancak o aşama ne, hangi eksen üzerinden pazarlıklar sürüyor, İmralı’ya kim gitti, gidenler ne konuştu, konuşulanlar açıklanacak mı yoksa yine saklanacak mı, kim hangi pazarlığın sonucunda serbest kalacak ya da içerde kalmaya devam edecek, Komisyon yoğun programından fırsat bulup da ne zaman toplanacak, toplandığında bu kez halktan hangi bilgileri saklayacak hepsi ayrı bir soru işareti.
Peki, gerçekten neler oluyor?
Komisyon’a zahmet olmuyor mu?
Meclis’te “çözüm süreci” için kurulan bir komisyon var malum.
Kurulduktan sonra sadece iki başlıkta gündeme girebilen bu komisyon (gizli toplantı kararı ve İmralı’ya gidiş), bir türlü “vekillerin yoğun programı” dolayısıyla toplanamıyor.
İmralı ziyareti öncesi oylama yapılacak gün defalarca güncellendi, şimdi de “tarihi önemde”, “çok kritik” denilen İmralı ziyareti sonrası ne zaman toplanacaklar diye bekleniyor.
Belli ki Meclis’e uğrayamayacak kadar yoğun olan vekiler, Komisyon için de uygun zaman bulmakta zorlanıyor.
Bu yüzden de önce dün yapılacağını duyurdukları toplantıyı 1 Aralık’a ertelediler, sonra da 1 Aralık’ı 4 Aralık olarak güncellediler.
Tekrar ertelerler mi ayrı bir soru işareti ama toplanmaya pek niyetleri var gbi görünmüyor.
Ancak işin tuhafı toplanmalarının da bir hükmü bulunmuyor.
Komisyon İmralı’ya AKP, DEM, MHP, EMEP ve TİP’in “evet” oylarıyla gitmişti. Şimdi yeniden bir araya gelecekler ve İmralı’da kayıt altına alınan tutanağı konuşacaklar.
Bu tutanağın “halkla paylaşıp paylaşılmayacağı” ise bilinmiyor. Beklenti yine bir oylama yapıp bu oturumu da halktan kaçırmaları.
Daha önceki tüm kritik toplantılarda yaptıkları gibi.
Peki, neyi saklıyorlar gerçekten?
Ülkede barışı ve kardeşliği getirecek dedikleri süreç için madem çok kritik konular konuşuldu, kritik kararlar alındı, bunları ilan edecekleri toplantıları neden kamuoyundan, halktan kaçırıyorlar?
Belki de halktan kaçırmaları gereken bir yol haritaları olduğu içindir…
CHP Genel Başkanı Özgür Özel'in açıkladığı AKP teklifi tam da bunun işareti değil mi:
Helikopterin kalktığı, indiği belli olmayacak. Gidildikten sonra bir gün sorulacak, ‘O iş yapıldı’ denecek. Hatta istiyorsanız kimin gittiği bile gizli kalabilir, ‘CHP’den biri gitti’ deriz. İlla gelin” dedi. Ben de “Gitmek mi bu o zaman?” dedim. O da “Bu iş böyle olacak” dedi. Bu ziyaretten bizi alıkoyan neyse, AKP de bunu görüyor. Bunun kendince bir maliyet yaratacağını düşünüyor.
Demirtaş parantezi: Pazarlık sürüyor
Öyle bir süreç ki, her şey pazarlık usulüyle ilerliyor.
Bir AİHM kararı sonrası Demirtaş serbest bırakılacak mı sorusu ortaya atılıyor.
Bu sorunun ardından Bahçeli “süreç için hayırlı olacaktır” diyor ve yeşil ışığı yakıyor. Sonra gözler Erdoğan’a dönüyor, itiraz etmemesi tahliye için yeterli görülüyor, Adalet BakanIı çıkıyor, “karar inceleniyor, söz mahkemenin” diyor.
Tüm bu sürecin ardından Demirtaş’ın ailesi ve yakınları Diyarbakır’dan Edirne’ye tahliye haberi için yola düşüyor ve bu adımın üzerinden yaklaşık üç hafta geçmesine rağmen en ufak bir adım atılmıyor.
Belli ki bu başlıkta da pazarlıklar sürüyor.
Hemen her konunun bir “alma”, “verme” taktiği üzerinden ilerlediği süreçte Demirtaş’ın kimin talebiyle içerde tutulduğu dahi bilinmiyor. Bilinen tek şey, mahkeme kararlarıyla tutulmadığı.
Arınç üzerinden gelen son Erdoğan açıklaması, Kandil’den yapılan açıklamalar, İmralı’nın itirazları iddiası orta yerde dururken, kimse bu konuda net bir açıklama yapmıyor.
Her şeyin gizli kapaklı yürütüldüğü bir ortamda hukuksuz ve sonuna kadar siyasi bir mahkeme kararının da gizli kapaklı bir pazarlığın sonucunda kaldırılıp kaldırılmayacağı tartışılıyor. Üstelik benzer kapsamda birçok isim olmasına rağmen sadece tek bir kişi için... Tam da bu düzene yakışan şekilde.
İki taraf da kararlı ama hangi konuda?
“‘Süreç madem ilerliyor neden hala adım atılmıyor?' yönünde eleştiriler olduğunu biliyoruz. Her şeyin zamanı var. Halkımızın kafasında binlerce soru işareti var. Hem devletle hem Sayın Öcalan'la görüşen biri olarak söylüyorum; her iki taraf da sorunun çözümü için büyük bir irade ortaya koymuştur."
Bu sözlerin sahibi DEM İmralı Heyeti üyesi Pervin Buldan.
Yani Buldan’a göre ortada hiçbir sorun yok, her şey yolunda. Hem devlet hem Öcalan kısmında işler gayet iyi gidiyor deniliyor.
Peki, hangi yönde?
“Her şeyin zamanı var” diye yanıtlıyor Buldan.
AKP ve MHP ile yürütülen sürecin doğrultusu konusunda bir türlü halka bilgi verilmiyor, tıpkı yukarıda aktardığımız çözüm ve pazarlık sürecinde olduğu gibi.
Birileri kapalı kapılar ardından konuşuyor, pazarlıklar yürütüyor.
Birbirleriyle samimi pozlar veriyor, her şey yolunda diyorlar ama sonuç olarak neyi konuştuklarını bir türlü öğrenemiyoruz.
Neden böyle?
Sürecin başından bu yana bu sürecin zemini ne diyen soran herkes “barış karşıtı”, “savaş düşkünü” ilan edildi. Neyin pazarlığı yürüyor diye soranlara “Kürt düşmanı” etiketi yapıştırıldı.
Kimse “Demirtaş’ın serbest bırakılması için yürütülen pazarlığın hangi noktasındasınız?”, “Bu kadar kritik denilen bir İmralı ziyaretinden sonra Komisyon’u günlerce toplamaya bile ihtiyaç duymamanızın nedeni ne?”, “Komisyon ile birlikte İmralı’ya giden AKP’li vekil neden yalan söyleyip hastanedeyim dedi?”, “İmralı-DEM-AKP ekseninde süren pazarlık konuları ne, hangi başlıklarda anlaştığınızı neden halka açıklamıyorsunuz?”, “Bu sürecin doğrultusu ne, hangi zeminde hareket ediyorsunuz, nelerde ortaklaştınız?” sorularını sorsun istenmiyor.
Bu soruları soranların hepsi büyük bir AKP-MHP-DEM lincine maruz kalıyor.
Peki, gerçekten hangi eksende ilerliyorsunuz?
Onlar yanıt vermemekte kararlı, biz özetin özetini aktaralım:
1923’e karşı Yeni Osmanlıcık, sermaye sınıfının bölgede yayılma ve yeni hamilik noktaları elde etme planı doğrultusunda hamle, emperyalizmin yeni bölge tasarımıyla mutlak uyum ve tabii ki “İslam kardeşliği” temelli gerici bir zemin…
Tam da bu yüzden her şey onların kapalı kapılar ardında sürdürdüğü pazarlıklarla ilerliyor. Bu pazarlığın bir yerinde 2028 seçimleri ve yeni anayasa var mı yok mu sorusunun da anlaşılan bu çerçeve dolayısıyla hiçbir önemi bulunmuyor.
/././
Nedir bu gericilerin Kut-ül Amare sevgisi?-Ogün Eratalay-
Amaçları düşmana karşı alınmış bir zaferi kutlamak değil. Niyetleri cumhuriyete ve kazanımlarına düşmanlıklarını yaslayacakları sağlam bir dayanak bulmak.
Anadolu Ajansı'nın geçtiğimiz gün paylaştığı bir haber çok dikkat çekmeden arşivlerdeki yerini aldı.
Buna göre Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı İmparatorluğu’nun İngilizlere karşı kazandığı Kut'ül Amare zaferini ele alan TRT ortak yapımı "Kut'ül Amare: Masaldan Gerçeğe" belgeselinin Ankara özel gösterimi gerçekleştirildi.
Ancak yazacaklarımız belgeselle değil belgeseldeki aktörlere, onların günümüzdeki yansımalarına dair.
Önce kısa bir hatırlatma
Konuya bir miktar arka plan bilgisi sağlamakla başlamak iyi olabilir. 1916 yılına girildiğinde Birinci Dünya Savaşı üçüncü yılına girmiştir. Osmanlı İmparatorluğu Kafkas Cephesindeki olağanüstü kayıplarının ardından bölge Rus Çarlığı ordularının denetimindedir. Cemal Paşa’nın mantık dışı Kanal Harekatıyla Mısır’daki İngilizleri atma planı suya düşmüştür. Bu plan katliamla sonuçlandıktan sonra Filistin Cephesi daha düşman gelmeden üşüşen çekirge sürüleri nedeniyle açlık, yoksulluk ve hastalıktan dolayı çökmenin eşiğine gelir. Çanakkale’de deniz harekâtının başarısızlığının ardından karaya asker çıkartan İngilizlerin işgal girişimi de insanüstü bir gayretle püskürtülmüş ancak çok değerli asker ve subay kaynağı kaybedilmiş durumdadır.
Bu cephelerin dışında İngiliz İmparatorluğu Hindistan ağırlıklı sömürgelerinde kurduğu Hindistan Ordusu eliyle Osmanlı denetimindeki Irak Cephesine hamle yapar. Bu kapsamda General Townsend komutasında Basra’dan başlayarak hamle yapan İngilizler çok hırslı bir şekilde ilerler. Ancak hızlı ilerleyiş lojistik sorunlara yol açmış ve düşmanın hafife alınması pahalıya patlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu Ordusu cephane ve iaşe yokluklarına, komuta kademesindeki sorunlara rağmen kaliteli silahlarla donatılıp, yetkin komutanlar tarafından idare edildiğinde hiç de azımsanmayacak bir güç olduğunu gösterir.
Yıldönümü içinde olduğumuz 26 Kasım 1915 tarihindeki Selman-ı Pak Muharebesi sonrasında geri çekilmek durumunda kalan İngilizler Kut-ül Amare’ye sığınmak zorunda kalır ve kuşatılır. Bölgede sıkışan İngiliz Ordusunu kurtarma çabaları da sonuç vermez. Townsend ve beraberindeki 13 bin İngiliz askeri imparatorluk tarihindeki en onur kırıcı mağlubiyetlerden sayılan bir şekilde 16 Nisan 1916 günü teslim olur. Takip eden dönemde bölgeye gönderilen teçhizat anlamında üstün ve yeni birlikler sayesinde İngilizler 10 ay sonra kenti teslim alacak ve savaşın sonuna kadar cephe hattı boyunca ilerleyecektir.
Soldaki Nurettin Paşa ve Mustafa Kemal, Gebze 1923Gericilerin Kut sevdası
Cumhuriyetle barışık olmayan, cumhuriyetin kazanımlarıyla kavgalı olan siyasiler, kendi açılarından sahiplenilecek bir “tarih” ararken Irak Cephesindeki başarıları ve Kut-ül Amare zaferini seçmiştir. Bu muharebeler seçilmiştir çünkü Çanakkale zaferinin aksine burada Mustafa Kemal yoktur ve Kurtuluş Savaşı dışında yaslanacak bir mesnet arayanlar buraya basmaya karar vermiştir. Bu kararın en önemli etkenlerinden birisi de her iki zaferi kazanan komutanların “sıra dışı” olmasıdır.
Bu isimler Selman-ı Pak Muharebesini kazanan Sakallı Nurettin Paşa, Kut’u alan ise Halil Paşadır. 1873 doğumlu olan Nureddin Paşa, askeri başarıları tartışmalı ve hakkında çeşitli söylentilerin yoğunlaştığı bir şahıs olarak öne çıkar. Kurtuluş Savaşı sırasındaki şüpheli faaliyetleri, başarısız idari kararları ve usulsüzlükleri yeni rejim tarafından tolere edilir. Kurtuluş Savaşının son aşamasında I. Ordu Komutanıyken askeri anlamda gösterdiği başarısızlık Mustafa Kemal tarafından “Dürbünle seyretmeyi bırakınız! Savaşı yakından ve bizzat idare edebilmek için ileri ateş mevzilerine gideceğiz.” şeklinde eleştirildiğini hatırlatalım. Nurettin Paşa, kurucu kadronun attığı adımlara ayak diremiş, Şapka Kanununu eleştirmiş, vekillik seçimleri öncesinde kendisini öven kitapçıkların basılmasını sağlamıştır. Mustafa Kemal, yine Nutuk’da kendisini şiddetli şekilde eleştirmiş ve takındığı “Kûtülamare muhasırı, Bağdat müdafii, Yemen, Selman-ı pâk, Garbı Anadolu, Afyonkarahisar, Dumlupınar, İzmir muharebatı galibi ve İzmir fâtihi" gibi lakapları mahkum etmiştir. Kurtuluş Savaşı’nın ilk aşamalarında kiril ilişkilere girişen, payitaht ile temasını kesmeyen ve İslamcı yönü ağır basan bu paşa, tam anlamıyla günümüz AKP rejimi için bulunmaz nimettir. 12 Eylül Darbesinin ardından Kenan Evren rejimi tarafından başlatılan devlet mezarlığı girişimiyle beraber aklanmaya çalışılıp naaşı buraya getirilmeye denense de kamuoyu baskısı nedeniyle proje iptal edilmiştir.
Halil Paşa, 1916Enver Paşa’dan yaşça küçük olsa da amcası olan Halil Paşa ise kazandığı zaferin ardından bölgede kalmış ancak takviye edilen İngiliz Ordusu karşısında Bağdat’ı boşaltmak durumunda kalmıştır. Ekim Devriminin ardından çöken Rus Cephesindeki boşluktan faydalanmak için oluşturulan Kafkas İslam Ordusunun komutasına getirilmiştir. O dönemde Azeri topraklarında milliyetçilere karşı tutunmaya çalışan Bolşevik lider Stepan Şaumyan’ın önderliğindeki Bakü Sovyetinin ortadan kalkmasına yol açmış, sonrasında Bakü’yü ele geçirdikten sonra yapılan katliamlara sessiz kalmıştır. Enver Paşa ekolünden maceracı kişiliğiyle öne çıkan Halil Paşa, Mustafa Kemal Paşa tarafından Anadolu’da kalması sakıncalı görülerek Sovyetler Birliği ile temasların sürdürülmesinde memur edilmiştir. Ülkeye dönüşüne ancak cumhuriyetin ilanıyla beraber izin verilen Halil Paşa, 1934 yılında Soyadı Kanununun çıkmasıyla beraber Atatürk’ün isteğiyle Kut soyadını almıştır. 1957 yılında İstanbul’da ölmeden önce kabrine bir kadeh rakı dökülmesini vasiyet ettiği rivayet edilir.
/././
Sağlığı piyasaya açan Erdoğan şimdi 'kapitalizm'den şikayet ediyor: TKP'den 'hepsini devletleştireceğiz' yanıtı
Sağlıkta özelleştirmenin en yoğun yaşandığı yıllar yani AKP’li yıllar. Erdoğan, “Tıbbı bilançolara sığdırmak yanlış, kapitalist sistem paradigmayı dönüştürüyor” dedi. TKP, Erdoğan'ın bu sözlerine sert tepki göstererek, “Bebekleri para için öldüren sağlık sistemi sizin eseriniz. Özel hastanelerin hepsini tek tek devletleştireceğiz” yanıtını verdi.
AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Beştepe Millet Kongre ve Kültür Merkezi'nde düzenlenen 11. Türk Tıp Dünyası Kurultayı'nda yaptığı konuşmaya Türkiye Komünist Partisi’nden (TKP) yanıt geldi.
IIMF'nin “Sağlıkta Dönüşüm” adlı programıyla sağlığı tamamen piyasanın insafına terk eden, hastayı “müşteri”, hastaneleri “işletme” haline getiren iktidarın başı değilmiş gibi Erdoğan, “kapitalist sistemden” şikayet etti. Oysa Erdoğan “Sağlıkta Dönüşüm Projesi” hakkında 2006 yılında “...ısrarla söylüyorum, nasıl dünyada her şeyin serbest piyasası varsa sağlıkta da serbest piyasa oluşmalıdır” demişti.
Erdoğan konuşmasında, “Para kazanmayı, rantı, çıkarı, kâr hırsını teşvik eden kapitalist sistem hayatın pek çok alanı gibi tıpla ilgili paradigmayı da dönüştürüyor. Kadim tıp bilimini bilançolara sığdırmaya çalışmanın yanlışlığını en iyi sizler biliyorsunuz” ifadelerini kullandı. Erdoğan ayrıca “Hastalanan her insanın kendini tedavi ettirme imkânı bulamadığı bir dünya; adil, eşit ve yaşanabilir bir dünya değildir” dedi.
‘Bebekleri para için öldüren düzen sizin eseriniz’
Erdoğan’ın bu sözlerine Türkiye Komünist Partisi'nden yanıt gecikmedi. TKP, “Bebekleri para için öldüren sağlık sistemi sizin eseriniz!” başlıklı bir açıklama yayınlayarak, Erdoğan'ın sözlerinin gerçeği yansıtmadığını ve iktidarın sorumluluğu üzerinden atmaya çalıştığını vurguladı.
Açıklamada, AKP iktidarı döneminde özel hastanelerin mantar gibi türediğine dikkat çekildi, “İktidarları döneminde özel hastane sayısı yüzde 112, özel hastanelerdeki yatak sayısı yüzde 237, ameliyat sayısı ise yüzde 575 artmamış gibi; kamu kaynaklarıyla özel hastaneleri teşvik eden, sağlık hakkını parası olana 'özel' hâle getiren kendileri değilmiş gibi konuşuyor Erdoğan” denildi.
Yenidoğan Çetesi hatırlatması
TKP'nin açıklamasında, Türkiye'yi sarsan ve sağlıkta özelleştirmenin en vahşi yüzünü gösteren “Yenidoğan Çetesi” skandalına da işaret edildi.
Açıklamada, “Daha dünyaya gözlerini yeni açan bebekleri özel hastaneler eliyle kurulan Yenidoğan Çetesi’nin öldürdüğü düzen kendi iktidarları döneminde ortaya çıkmamış gibi konuşuyor Erdoğan” ifadelerine yer verildi.
Kamu hastanelerindeki randevu krizine de değinilen açıklamada, vatandaşın aylarca sıra beklediği gerçeğinin iktidar tarafından görmezden gelindiği belirtildi.
‘Sağlık Bakanı'nı patronlardan seçenler…’
TKP, Erdoğan'ın “kapitalist sistem” eleştirisinin inandırıcılığını, bizzat atadığı bakanlar üzerinden sorguladı. Açıklamada şu ifadelere yer verildi:
“Sağlık Bakanı olarak özel hastane patronu atayan, pandemide kendi bakanlığına dezenfektan satan isimlere bakanlık koltuğu verenlerin; nitelikli sağlık hakkını sadece parası olanların erişebileceği bir 'ürün' hâline getirenlerin 'adil, eşit ve yaşanabilir bir dünya' sitemleri komik bile değil.”
‘Ailesinin ve bakanlarının hastanelerini devletleştirerek başlasın’
Açıklamanın sonunda Erdoğan'a bir çağrıda bulunan ve emekçilere bir söz veren TKP, çözümün devletleştirmede olduğunu vurguladı:
“Erdoğan’a çağrımız şudur: İnsanların eşit ve ücretsiz bir şekilde sağlık hakkına ulaşabilmesini gerçekten istiyorsa, işe ailesinin ve bakanlarının sahibi olduğu özel hastaneleri devletleştirerek başlasın.
Bunu gündemlerine bile almayıp sağlığın piyasalaşmasından şikâyet edenler bilsin ki, emekçilerin iktidarında tüm özel hastaneleri tek tek devletleştireceğiz. Bebeklerin yaşam hakkını dahi paraya kurban eden bu düzenden ve sorumlularından mutlaka hesap soracağız.”
Açıklamanın tamamı şöyle:
https://x.com/tkpninsesi/status/1993716900023439896Fatih Altaylı'ya 4 yıl 2 ay hapis cezası: Tahliye yok
AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a yönelik "tehdit içerikli sözler" sarf ettiği iddiasıyla tutuklanan gazeteci Fatih Altaylı bugün ikinci kez hakim karşısına çıktı. Mahkeme Altaylı'ya 4 yıl 2 ay hapis cezası verdi, Altaylı'nın tutukluluğu devam edecek.
Duruşma, Silivri'deki mahkeme salonunda yapıldı. 22 Haziran'dan beri tutuklu bulunan gazeteci Altaylı'nın yargılandığı davanın ilk duruşması 3 Ekim tarihinde görülmüş, tutukluluğa devam kararı veren mahkeme davayı bugüne ertelemişti.
İlber Ortaylı, Celal Şengör ve Murat Bardakçı Silivri'de
BirGün'den İsmail Arı'nın haberine göre, Altaylı'nın programlarına sık sık konuk olan İlber Ortaylı ve Celal Şengör'ün de, Altaylı'nın duruşmasına katılmak için Silivri'de oldukları görüldü.
İki ismin yanısıra "tarihçi" ve Cumhurbaşkanı başdanışmanlarından Murat Bardakçı da duruşma salonuna geldi.
CHP Milletvekilleri Utku Çakırözer ve Sezgin Tanrıkulu da duruşma salonunda bulunanlar arasında.
Erdoğan’ın avukatı da duruşmada
Fatih Altaylı saat 10:45'te alkışlarla duruşma salonuna girdi. 10:00'da başlaması gereken duruşma bir süre gecikmeyle 10:50'de başladı.
AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın avukatı da duruşmaya katıldı.
Savcılık, sunduğu esas hakkında mütalaasını tekrar ederek Fatih Altaylı’nın “cumhurbaşkanına tehdit” suçundan 5 yıldan az olmamak kaydıyla hapisle cezalandırılmasını ve tutukluluk halinin devamını talep etti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın avukatı da savcılığın talebine katıldıklarını bildirdi.
'Cumhurbaşkanı’nın konuşmamdan korkup tehdit olarak algılayacağı bir şey yok'
Fatih Altaylı kimlik tespiti ve işlemlerin ardından savunmasına başladı:
Cumhurbaşkanı’nın benim konuşmamdan korkup tehdit olarak algılayacağı bir şey yok. Böyle bir etkim de yok. Karşınızda duran bir vatandaşım ben. Cumhurbaşkanı korkan biri değil, kaldı ki tarihi bir örnekten niye korksun. Hem bana hem de Cumhurbaşkanı’na haksızlık yapılıyor diye düşünüyorum. Suçlanmamam gerekirken karşınızda olmamı çok gereksiz buluyorum. Herhangi bir tehdit kastım olmadığı çok açık. Beraatımı talep ediyorum.
Altaylı'nın avukatları: Cumhurbaşkanı’nın korkmuş olabileceği abesle iştigal
Altaylı'nın sözlerinin ardından avukatlarının savunmalarına geçildi. Avukat Ömer Teker savunmasında şu ifadeleri kullandı:
Müvekkilim 158 gündür tutuklu bulunuyor. Bugüne kadar geldiğimiz noktada mevcut delilin dışında başka bir delil dosyaya sunulmadı. Zaten dosyada da tek bir delil mevcut. Ortada maddi unsurları oluşmuş bir suç da yok. Müvekkilimin programında sarf ettiği sözlerden Cumhurbaşkanı’nın korkmuş olabileceği abesle iştigal. Müvekkilimin beraatını talep ediyorum.
Avukatların savunmalarına devam edildi. Tüm avukatların savunmaları yapıldıktan sonra son sözü sorulan Altaylı "Avukatlarımın görüşlerine aynen katılıyorum. Beraatımı talep ediyorum" dedi.
Tahliye edilmedi
Duruşmaya ara verildi.
Aranın ardından mahkeme kararını açıkladı. Altaylı'ya 4 yıl 2 ay hapis cezası veren mahkeme tutukluluğun devamına karar verdi.
Mahkeme salonunda Bardakçı'ya tepki
Sözcü'nün haberine göre, karar sonrası Altaylı'nın elindeki dosya ve kağıtları havaya atarak tepki gösterdiği öğrenilirken, Altaylı'ya destek vermek için toplanan kalabalık ise yıllardır Erdoğan'a ve AKP'ye yönelik destek açıklamaları ile bilinen Murat Bardakçı'ya tepki gösterdi.
Kalabalık Bardakçı'ya "Mutlu musun? Seninkiler kazandı" sözleriyle tepki gösterdi.
Ülkenin esas meselesi: Şirketi olmayanlar ayağa kalksın -Yiğit Günay-
"Şirketi olanlar ayağa kalksın." Bütçe görüşmelerindeki bir tartışmada söylendi bu söz… Orada bile eğreti durdu, zira herkesin şirketi vardı. Ama Türkiye’nin bugün hemen tüm yakıcı meseleleri, şirketlere bağlanıyor.
“S..r lan!”
Önceki gün TBMM’deki Plan ve Bütçe Komisyonu’nun toplantısı açıldığı an başlayan tartışma, bir iki dakika içinde CHP Kars Milletvekili İnan Akgün Alp’in bu küfrü etmesine vardı.
Konu, Tarım ve Orman Bakanlığı bütçesiydi. Et ve Süt Kurumu’nun (ESK) başındaki Mücahit Taylan da bakanlığa bağlı üst düzey bürokrat olarak toplantıya gelmişti.
AKP’li Mehmet Muş toplantıyı açtı, bürokratlar kendilerini tanıttı, CHP’li Alp bağırdı: “Hangisinin Macaristan'da şirketi varsa, hangisi Macaristan devletinde para kazanıp Macaristan devletine vergi veriyorsa onu da söyleyecek, sadece ‘Genel Müdürüm’ demekle olmaz.”
Söz, karşılıklı atışmaya dönüştü. Bu kez Alp şöyle bağırdı:
“Mücahit, kalk ayağa! Ayağa kalk! Sen Mücahit misin, müteahhit misin söyle? Senin Macaristan'da şirketin var mı söyle?”
AKP Elazığ Milletvekili Ejder Açıkkapı laf atınca İnan Akgün Alp, girişteki küfrü etti. Toplantıya ara verildi.
Komisyon toplantısının devamında Bakan İbrahim Yumaklı, ESK Genel Müdürü Mücahit Taylan’ın durumuna kendilerinin baktığını, Taylan’ın Macaristan’da şirketi olsa da, bu şirketten geçmişte Türkiye’ye et ithalatı yapmış olsa da, ESK’nin başına getirildikten sonra ticaret yapmadığını öne sürdü.
Oysa mevzuat açık. Kamuya ait şirketin yalnızca başındaki kişi de değil, tepe yöneticileri, yönetim kurulu üyeleri, hiçbirinin o sektörde şirket sahibi olmaması gerekiyor. Sebebi belli: Et ve Süt Kurumu, Türkiye’de et ve süt ürünlerinin piyasasını düzenleyen, fiyatlara müdahale eden, en azından kağıt üstünde amacı halkın ete ve süte erişimini sağlamak olan bir yapı. Bunun başına et tüccarı getirmeyi Bakan normal sayıyor, göğsünü gererek savunuyor.
Fakat, sıkıntı Mücahit Taylan’dan ve ESK’den ibaret değil. Son günlerde Türkiye’nin gündemine giren hangi meseleye bakılırsa, orada şirketi olanlar görülüyor.
CHP’li Alp’in “Şirketi olanlar ayağa kalksın” diye bağırdığı anda sözü ciddiye alınsa ve patronlar ayağa kalksa, Komisyon toplantısında hemen herkesin ayağa kalkması gerekirdi.
Patron ve şirket karşıtlığı, popülist bir öylesine lafmış gibi ele alınıyor. Bir çeşit “biz de yoksuldan yanayız” sinyali gibi. Bu anlamsız sinyalcilik, siyasetçilerce çok seviliyor.
Söz konusu toplantıya CHP’li Veli Ağbaba, kafasında kasket, elinde buğdayla geldi. Ağbaba’nın şirketi var. Ortağı olduğu aile şirketi, inşaat sektöründe on yıllardır faaliyet yürütüyor. Ama Ağbaba, yine aynı sinyalcilikle kendilerinin anlattığı üzere, Özgür Özel ve Ali Mahir Başarır’la Ankara’da bir “bekar evinde” makarna yiyip geyik muhabbeti yapan “çok mütevazı” ekibin parçası.
İnan Akgün Alp, toplantıda bağırarak söylediği “Mücahit misin müteahhit misin” sözünü çok beğenmiş olacak ki, sonradan düzenlediği basın toplantısında da tekrar etti. Diğer CHP’liler de ESK’deki skandala “kurda kuzu emanet ediyorlar” yorumu yaptı.
Madem buna inanılıyor, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bir müteahhite teslim edilmesi niye kurda kuzu teslim edilmesi sayılmıyor?
İmamoğlu ve ekibi, siyasi bir operasyonla hapse atıldı. Operasyonun siyasi bir amaç güttüğü gerçeği, İBB yöneticilerinin kendilerinin, eşlerinin, hısım akraba ve dostlarının sürekli olarak belediyeyle iş yapan şirketlerle ticari ilişkilere girmiş olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor.
İmamoğlu’na yönelik operasyonun başında İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek var.
Gürlek de şirket yöneticisi. Mükafat olarak Eti Maden’in Lüksemburg’daki şirketinin yönetim kurulu üyeliğine alındı. “Ben savcıyım” demedi, gocunmadı. Yasalara ve mevzuata açıkça aykırı olmasına rağmen, dediğine göre HSK bir gün “savcı değilsin” kararı aldı savcılıktan çıkıp şirket yöneticisi oldu, HSK başka bir gün “gel yeniden savcısın” dedi yeniden savcı oldu. Eldeki belgelere bakılırsa, yeniden savcı olunca şirket yöneticiliğinden istifa etmeyi de unuttu ama o kısmını reddediyor. Şirket işleriniyse dünyanın en normal şeyiymiş gibi kabul ediyor. Sonra da İBB’yi yargılamaya kalkıyor.
Bahis operasyonları, spor kulüplerinin şirket olmasıyla, başkanlarının aynı zamanda kumar patronu olmasıyla bağlantılı. Bahis şirketleri finans şirketleriyle, onlar medyayla bağlantılı.
Türkiye’de hangi konuya el atılsa, altından şirketler çıkıyor.
CHP’li İnan Akgün Alp’in çağrısını tersine çevirmek gerek.
Şirketi olmayanlar ayağa kalksın.
/././
Akın Gürlek iki suçunu tek seferde nasıl itiraf etti?-Ali Ufuk Arikan-
İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek dün bir mülakat verdi. Söz konusu mülakatta hem suç itirafı var hem de mülakatın kendisi suç. Nasıl mı? Gelin ayrıntılarına birlikte bakalım…
İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek, içinde bulunduğumuz yılın en çok konuşulan isimlerinin başında geliyor.
Yürüttüğü soruşturmalar, hazırladığı iddianameler, hakkında ortaya atılan iddialar ve son dönemde yaptığı açıklamalar çokça konuşuldu, konuşulmaya da devam ediyor.
Gürlek hakkında ortaya atılan iddialara ve yoğunlaşan tepkilere dün Yeni Şafak gazetesine verdiği mülakatla yanıt verdi.
Pek de alışıldık olmayan şekilde…
Bir başsavcının yürüttüğü soruşturmalara dair iktidar medyasına açıklama yapması haliyle tepki çekti ama mesele bundan ibaret de değil.
Gürlek’in yürüttüğü bir soruşturmaya dair, iddianameye dair, yürüteceği yeni soruşturmalara dair açıklama yapması açıkça suç.
Yani Gürlek, bile isteye kimsenin de karışmayacağı, müdahale etmeyeceğine duyduğu büyük güvenle suç işleyebilen bir savcı.
Mülakatın suç olması dışında ilginç bir diğer başlık da mülakatın verildiği gazetenin muhabiri.
Haberde imzası bulunan ve Gürlek’le birlikte fotoğraf veren isim, söz konusu soruşturma sürecinde birçok “gizli” bilgi ve belgeye ulaşan, haber yapan bir isim.
Bu durumun kendisi dahi birçok soru işareti yaratıyor.
Meselenin bir yanı buyken, diğer yanı ise Gürlek’in mülakatta dile getirdiği Eti Maden savunması.
Şöyle diyor Gürlek:
Ben hakim-savcı kökenliyim. Bakan yardımcısı olduğum zaman hakim-savcı sıfatından çıkıyorum. Bu konuyla alakalı HSK toplandı ve beni meslekten çıkarttı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı olurken de HSK tekrar toplanarak savcılığa kabulümü yaptı. Prosedür bu şekilde işliyor. Ben, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı olarak atandıktan sonra dilekçemi sundum. İstifa dilekçem ulaşmış mı? Ulaşmış. Hatta bana alındı belgesi de geldi. Bu tarihten sonra, dilekçem ulaştıktan sonra söz konusu şirketin yönetimi toplanıp işleme alır. Genel kurul senede 1 kere toplanma kararı alıyor ve orada çıkartmışlar. Benim dilekçem ulaştıktan sonra bu şirkette herhangi bir imzam var mı ya da maaş almış mıyım? Hayır, almamışım.”
Peki, Gürlek bu sözlerle tüm soruları yanıtlamış ve aklanmış mı oldu?
Hayır, tam tersi, Gürlek açıkça itirafta bulunuyordu.
Gürlek'ten hem suç itirafı hem de yeni suç
Eski YARSAV Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu, Gürlek’in Eti Maden yöneticiliğinin ortaya çıkması sonrası soL’a yaptığı açıklamada önemli bir vurgu yapmış, Akın Gürlek’in Eti Maden'in yurt dışı işletmesinin yönetimine ne zaman atandığının, ne zaman istifa ettiğinin hiçbir önemi olmadığına işaret etmişti:
Akın Gürlek’in Bakan Yardımcılığı bir idari görev. İdari görevde yargıç ve savcı hükümlerine tabi olmaya devam ediyordu. Bu tip isimler ister bakan yardımcısı olsun, ister yargıç ve savcı olsun fark etmiyor. Anayasa’da hüküm çok açık, her durumda aynı hükümlere tabiler. Bu nedenle hiçbir biçimde resmi ve özel bir kurumun yönetiminde görev alamazlar.”
Gürlek yaptığı bu açıklamayla kendini savunmak yerine aslında suçunu itiraf etmiş oldu.
Akın Gürlek hakkında soruşturma başlatılması için Adalet Bakanlığı'na başvuruda bulunan ve süreci yakından takip eden Eminağaoğlu, soL’a yaptığı değerlendirmede HSK’nin meslekten çıkardığı sözlerinin doğru olmadığını, Gürlek’in istifa ettiğini ve HSK’nin bunu kabul ettiğini hatırlattı.
Gürlek’in bu sözlerinin itiraf olduğunu “gittim o görevi yaptım, ücret aldım” denildiğini vurgulayan Eminağaoğlu, “Bakan yardımcısıyken o görevi kabul ettiğini itiraf ediyor, yargıçlıkla bakan yardımcılığının ayrı başlıklar olduğunu, bakan yardımcılığının siyasi bir görev olduğunu söylüyor. Yargıç olarak tarafsızlığının AKP iktidarının bakan yardımcılığı ile sonlandığını kabul ediyor. Bu bir itiraf aynı zamanda. Savunmasının da karşılığı yok, her durumda bu yaptığı bir suç. Bu ücreti Varlık Fonu’ndan alıyor. Cumhurbaşkanlığı’na bağlı bir şirketten. Devlet malı yani. Kısacası sorumluluğu olan bir kurumdan maaş alıyor, bu zimmet suçunu dahi gündeme getiriyor” dedi.
Tüm bu hususlarda başvurularını yaptığını, bu sürecin hukuken takipçisi olmaya devam edeceğini dile getiren Eminağaoğlu, Gürlek’in Yeni Şafak’a verdiği mülakatın da suç olduğunu şu şekilde aktardı:
“Basın açıklaması tarihi itibariyle İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı, bir Başsavcı devam eden davayla ilgili asla ve asla basın açıklaması yapamaz, kimse de bu konuda onu kendisini yetkilendiremez. Bu da hem görevi kötüye kullanma suçu hem de görevde bağımsız kalamayacağı için kamu görevinde bulunamaması, kamu görevinden çıkarılmasını yeniden gündeme getiriyor. Hem ana iddianameyle hem de devam eden soruşturmalarla ilgili konuşuyor, görüş beyan ediyor, bunlar şimdiye kadar yaşanmamış, yargıda yeni sorunların da ne aşamaya geldiğini gösteren başlıklar. Bu konuda da kendisi hakkında hukuki adımları atacağız.”
/././
Putin-Trump tünelinde diplomasi -Gamze Erbil-
Ukrayna-Rusya ateşkesiyle ilgili tartışmalar, ABD ve Rusya arasında yürütülen “gizli diplomasi”ye bağlanıyor. Bunun aktörleri olarak öne çıkan Witkoff ve Dimitriev neredeyse mevcut dışişleri kanallarının alternatifleri olarak görülüyor. Peki aslında ne oluyor?
Ukrayna-Rusya savaşı sürerken ABD’nin arabulucuğuyla zorlanan ateşkes-anlaşma sürecinde bir kez daha yoğun bir diplomasi trafiği gündemde. Geçen hafta medyaya sızdırılan 28 maddelik anlaşma önerisi üzerinde yoğunlaşan tartışmalar, bu dokümanın aslında kimin çıkarlarını öne çıkarttığı üzerinde odaklandı ve sonuçta belgenin nereden sızdığı konusu da gündeme geldi.
Doküman ve sızıntıların hazırlığının nasıl bir gizli diplomasi sonucu ortaya çıktığı konusuna, son durumu ve gelişmeleri hatırlattıktan sonra döneceğiz. Önce metnin kendisine bakalım.
Sızıntılarla yoğunlaşan diplomasi
Planla ilgili Rusya’nın “Alaska’da konuşulanlardan farklı bir şey yok” açıklamaları, Avrupa tarafının ve Ukrayna’nın tepkileri, sızdırılan 28 maddede kimi revizyonların gerekeceğini düşündürüyordu.
Nitekim Cenevre’de Avrupa ülkelerinin de katılımıyla Pazar günü başlatılan görüşmelerin ardından Beyaz Saray Sözcüsü Karoline Leavitt, X paylaşımı üzerinden yaptığı açıklamada, “Geçtiğimiz hafta boyunca ABD, Ukrayna ve Rusya'yı masaya oturtarak barış anlaşması yolunda büyük ilerleme kaydetti. Halen çözülmesi gereken birkaç hassas, ancak aşılabilir ayrıntı var. Bunlar da Ukrayna, Rusya ve ABD arasında daha fazla görüşme gerektirecek” diyerek aslında bu konuda çalışıldığını anlatıyordu.
Sızıntı ve tepkiler
Planın sızmasının ardından ABD Başkanı Trump, bunun Ukrayna için “son şans” olduğunu söyleyerek yine bir son tarih vermiş ve Zelenskiy’in elinde hiçbir kart olmadığını vurgulayarak bu defa süreci tamamlama konusunda kararlı bir çıkış yapmıştı. Başkan Yardımcısı J. D. Vance de, Rusya’yı ekonomik olarak sıkıştırmakla savaşta kaybedeceğini sananların yanıldığını vurgulayarak geçen defa anlaşma yolunu tıkayan Avrupalı ortakları hedef almıştı.
Ukrayna lideri, geçen cuma halkına yaptığı konuşmada bugün karşı karşıya oldukları ikilemi şu şekilde ifade etmişti: Onurunu kaybetmek mi, yoksa kilit bir ortağını kaybetmek mi? Aslında bu çok sinsice oluşturulmuş bir denklem: Yok olmaktansa, “biraz” onursuz olmak durumundayız.
Gerçekte Ukrayna liderinin bir onuru ya da müttefiki bulunmuyor. Avrupalı emperyalistler onu bozdura bozdura harcama konusunda ısrar ederken, ABD çoktan ipliğini pazara çıkardı. Zelenskiy “onurunu” ve önemli destekçisini, Beyaz Saray’da Trump’ın ilk teklifini -Avrupalıların verdiği gazla- reddettiğinde dayak yiye yiye kaybetmişti.
Zelenskiy ve Trump'ın Beyaz Saray'daki geriliminden bir an.Avrupa cephesinden çatlak sesler yükselirken Türkiye ise hemen böyle bir sürecin “ev sahipliğine” soyundu. Erdoğan Putin’le bir telefon görüşmesi yaptı. Ekim ayı için tasarlanan ama sonra birden yerini yeni yaptırımlara bırakan süreçte, Trump – Putin buluşması için Macaristan’ın evsahipliği gündemdeydi.
Karizması örselenen Trump tedbirli
Bugün gelinen noktada Trump, Rusya-Ukrayna barış planı konusunda Özel Temsilcisi Steve Witkoff'a Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'le görüşme talimatı verdiğini belirterek, iki ülkenin liderleriyle ancak "anlaşma kesinleştiğinde veya son aşamasına geldiğinde" görüşebileceğini açıkladı.
En son zirve planlaması konusunda yüksek konuşmalar yapar ve Budapeşte’de hemen Putin’le buluşmaya hazırlanırken birden kendisini Rusya’ya yaptırım kararı imzalarken bulan ABD Başkanı, kendisinden beklendiği gibi her yeni duruma uyum sağlama konusunda daha ekonomik davranmaya karar vermiş olmalı. “Artık beni öne atmayın; her şey netleşsin sonra konuşayım” diyor aslında.
Büyük hamleler ve U dönüşü
Hatırlanacağı gibi geçen ay Ortadoğu’da bir “barış şovu” yapan ABD Başkanı, hemen ardından Ukrayna konusunu gündeme getirmiş ve Putin’le çok kısa zamanda bir görüşme yapacağını ve bu sorunu da çözeceğini duyurmuştu. Rusya tarafı da Ağustos ayında Alaska zirvesinde kalınan yerden devam etmeye hazır olduğunu beyan etmişti. Rusya’nın özellikle Ortadoğu sürecinde önemli katkılarda bulunduğu için ABD Ortadoğu Özel Temsilcisi ve Barış Misyonları için Özel Temsilci sıfatını taşıyan Steve Witkoff’un bu konuda anlamlı katkısı olacağına inanıldığı yönündeki açıklamaları da dikkat çekmişti.
Fakat ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio ve mevkidaşı Sergey Lavrov’un zirve hazırlığı için yaptığı telefon görüşmesinin ardından, ateşkesle ilgili “henüz hazır olunmadığı” yönündeki ani açıklamalarla birlikte AB Rusya’ya yönelik 19. yaptırım paketini yürürlüğe sokarken ABD de petrol gelirlerini hedef alan ve ilk kez doğrudan yaptırımları içeren bir paketi gündeme getirdi.
Steve Witkoff, geçtiğimiz Nisan ayında St. Petersburg'daki Başkanlık Kütüphanesi'nde Vladimir Putin ile bir araya geldiPutin-Trump tüneli temsilcisi
Alaska Zirvesi ve Ortadoğu’daki anlaşma süreçlerinin ardından gelen bu hamlelerin arkasındaki gizli diplomasiye dair fazla veri yok. Ancak bu sürecin hararetli destekçilerinden Rusya Doğrudan Yatırım Fonu (RDIF) CEO'su ve Putin’in Uluslararası Yatırım ve Ekonomik İşbirliği Özel Temsilcisi Kiril Dimitriev’in, son gelişmelerin arkaplanında yürütülen gizli diplomaside üstlendiği rol hakkında medyaya kimi bilgiler yansıdı.
Dimitriev’in Ekim’de planlanan ve sonra içerikte anlaşmazlıklar nedeniyle ilerletilemeyen Putin-Trump zirvesi sürecinde X paylaşımlarıyla gündeme soktuğu Bering Boğazı’nın altından Rusya ve ABD’yi birbirine bağlayacak ve “Putin-Trump tüneli” projesi, aslında son tartışmalarda daha da belirginleşen bir politik hattın temsilî ifadesi olarak kendini gösteriyor.
28 maddenin şekillendirildiği tünel: Miami’de gizli diplomasi
Batı medyasına belli ölçülerde yansıyan (Politico, Axios, Fortune) Miami’de Steve Witkoff ve Kiril Dimitriev arasında yapılan gizli görüşmeler, daha fazla ABD siyasetinde kamplaşma arayanların ilgisini çekti. Rubio-Lavrov kanalının alternatifi, hatta rakibi olduğu üzerinde duruldu. Bu tamamen hafife alınacak bir konu değil. Ama şuna da dikkat edilmeli, emperyalist odaklar gizli diplomasiye zaten olağan kanallardan yol alamadıkları zaman başvuruyor; olağan kanalda hangi ismin görev yaptığının ve neyi temsil ettiğinin de önemi bulunmuyor.
Trump’ın Witkoff’u Putin’le görüşmeye göndermesi hafife alınmamalı ama gizli yürütülen diplomasinin resmi cephede karşılık bulmaya çalıştığını da gözden kaçırmamak gerekiyor.
Sızdırılan 28 maddenin, mevcut savaşın Rusya’nın istediği şekilde sonlandırılmasını içerdiği üzerinde duruldu. Ama daha önemlisi burada Rusya’nın Batı emperyalizmiyle hatta NATO’yla entegrasyon iradesinin—ki son dönemde Putin tarafından daha sık vurgulanıyor—önünü açan bir yaklaşımın içeriliyor olması. Ukrayna’nın yeniden inşası için oluşturulan düzenek ABD ve Rusya’nın birlikte iş/yatırım yapacağı bir kurguyu barındırıyor. NATO'yla ilgili maddeler, Rusya-NATO karşıtlığı üzerinden yürüyen gerilimin önünü kapatmayı, en azından Rusya tarafının beyanlarına uyumlu şekilde öngörüyor. Çok iddialı görülebilir, ama gizli diplomasi bunu zorluyor.
Putin-Trump tüneli misyoneri
Dimitriev’in son dönem üstlendiği “özel temsilci” rolü aslında Trump iktidarıyla birlikte gündeme gelen bir rol. Hatta Lavrov’un da dahil olduğu kimi kesimlerin bu görevlendirmeyi çok da onaylamadıkları söyleniyor. Şubat’taki atamayla birlikte Rusya Doğrudan Yatırım Fonu (RDIF) CEO’su sıfatının yanına bir de Uluslararası Yatırım ve Ekonomik İşbirliği Özel Temsilci sıfatını eklemiş oluyor.
Putin’in kızıyla eşinin özel ilişkileri nedeniyle Rusya Devlet Başkanı’na yakınlığı bahsi bu konularla ilgili önem taşıyabilir; ancak Dimitriev’in üstlendiği misyonların hakkını vermeye “muktedir” olduğu, aslında biyografisine bakıldığında da görülüyor. 1975, Kiev doğumlu Dimitriev, öğrenci değişim programı çerçevesinde gittiği ABD’de, Stanford sonra Harvard gibi kurumlarda parlak öğrenci olarak kariyerini inşa ediyor. McKinsey&Company, Goldman Sachs gibi şirketlerde çalışan Dimitriev, Putin’in iktidara gelmesinin ardından Moskova’ya dönüyor ve ABD-Rusya Yatırım Fonu’nda çalışmaya başlıyor. Detayları wikipedia biyografisinden tamamlanabilir; ama bu kadarı Putin-Trump tünelinin aslında ne anlama geldiğini anlamak için yeterli.
Dimitriev ve Witkoff'un geçtiğimiz Nisan ayında St. Petersburg'da yaptığı görüşmeden bir kare.Görünür hale geliyor
Trump’ın damadı Kushner ile ilişkisi, Putin sonrası Rusya’da üstleneceği rolle ilgili tartışmalar, Ukrayna’nın ikinci başkanı olan Kuçma’nın damadı oluşu... Tüm bunlar yakında daha fazla gündeme girecek. Bugünden dikkat çekilmesi gereken asıl önemli yönü, Dimitriev’in, Batı emperyalizmiyle NATO dahil entegrasyon konusunda son dönem yeniden yoğunlaşan bir hattın proaktif bir temsilcisi oluşu.
Şimdilik Dimitriev’in bu misyonunun Trump’ın ikinci döneminde özel temsilci olarak görev almasıyla başlamadığını, tüm ilişkiler ağı ve bağlantıların aslında önceki dönemde de aktif olduğunu not edebiliriz. Ama Ortadoğu süreci dahil, son dönem ABD-Rusya gizli diplomasisinin aktörleri olarak öne çıkan bu ağın daha görünür hale geldiğini söyleyebiliyoruz.
/././
Devrim ve devrim anayasasından bakışla…-Ali Rıza Aydın-
İnsanın insan tarafından sömürülmesini ve sömürücü düzeni, araçlarını, yanılsamalarını ortadan kaldıracak koşullar yaratıldığında yeni düzeni yansıtacak ve güvence altına alarak ilerlemesini sağlayacak araçlar da devreye girecek; cumhuriyet gerçek ilkelerine kavuşacak.
Düzenin durum saptaması yapılıp sorunlar belirlendikten sonra aynı düzenin çerçevesi içine yerleştirilen çözüm önerilerinden kurtuluş umudu beklemek, güncel ekonomi ve siyasete mahkumiyette havalandırmaya çıkmaya benziyor. Bunun toplumsallıktaki karşılığı “sömürülmeye devam ama ara sıra nefes” olarak tanımlanabilir.
Nefes aralarında kimi gerçekler gölgelenebiliyor. Tarihimizdeki en tipik örneklerden biri demokrasi, özgürlük ve anayasa tartışmalarında değinilen 27 Mayıs 1960 ve devamında 1961 Anayasası dönemi: (i) Kapitalist dünyayla ilişkilerde bir tıkanma üzerine “yeniden uyum” geçişi yaşandığı, (ii) 27 Mayıs 1960 günü okunan Milli Birlik Komitesi tebliğinde “NATO’ya inanıyoruz ve bağlıyız” yükümlülüğünün yer aldığı, (iii) egemenliğin yasama, yürütme ve yargı organları tarafından kullanılacağının belirtilerek kuvvetler ayrımına geçilip TBMM’nin temsilinin terk edildiği, bunun burjuvazinin güçlü yürütme politikası yönünde bir aldatmaca olduğu çoğunlukla görmezden geliniyor.
Güncel olarak yaygın yaşanan bir başka durumsa düzen içi öneri ya da programların ilerici çözüm olarak sunulması. Buna da yazarımız Oğuz Oyan’ın bu haftaki yazısında, “programın CHP açısından temel sorununu, kendi tarihi köklerinden ziyade kapitalizmin ve emperyalizmin yedek gücü olarak çalışan sosyal demokrasiye olan bağlılığına vurgu yapması” biçiminde tanımladığı CHP’nin yeni program taslağı ya da düzen siyasetince sıklıkla dile getirilen “yeni, sivil” anayasa örnekleri gösterilebilir.
Monarşinin tersi olarak gösterilen cumhuriyet tartışmaları da cumhuriyetin özü ve dinamizmi yok sayılarak biçimleştirildiğinde düzenin kılıfı olarak kullanılabilmekte, özünden uzaklaştırmaktadır.
Yakın tarihten örneklersek, 2017’de Anayasa değişikliğiyle, 2018’de fiilen geçilen başkanlı rejim eleştirilirken kuvvetler ayrımı ilkesinden uzaklaşıldığının söylenmesi yanlış değil. Ancak kuvvetler ayrımının meclisi yürütme karşısında zayıflatan bir aldatmaca olduğu gerçeğini ortaya koymadan yeniden oraya dönme önerisini eleştirmek de yanlış değil. Hele hele Kurtuluş ve Kuruluş Cumhuriyetinin “Meclis”e dayalı yönetimi göz önünde tutulduğunda hiç yanlış değil.
Sömürü düzeninin politika, devlet, hukuk, seçim gibi araçlarının ara sıra nefes alabilmenin yolları olarak kullanılmasında ipler hep sermaye sınıfının ve onun siyasal iktidarının elinde oluyor.
Bu durum seçeneksiz değil. Verilecek yanıtı devrimde ve devrim anayasasında bulabiliriz. 1917 Büyük Ekim Devrimi ve sonraki kararnameler birikiminin yansıması olarak ortaya çıkan, geçiş dönemini yansıtan 1918 “Rusya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti Anayasası”, -ki bu anayasa kağıt üzerine geçirilmeden önce uygulamada gerçekleşen bir metindir- hem burjuva anayasacılığının gerçek yüzünü hem de sosyalist toplumun temel ilkelerini ortaya çıkarıcı özelliklere sahip.
İşte birkaç örnek:
“Rusya; İşçi, Asker ve Köylü Temsilcileri Sovyetleri’nin oluşturduğu bir cumhuriyettir. Merkezde ve yerellerde tüm iktidar bu sovyetlerin elindedir.”
“Temel amacı insanın insan tarafından sömürülmesine ve toplumun sınıflara bölünmüşlüğüne tamamen son vermek, sömürücülerin acımasızca ezilmesi, toplumun sosyalist biçimde örgütlenmesi ve sosyalizmin tüm ülkelerde zaferi olan III. Tüm Rusya İşçi, Asker ve Köylü Sovyetleri Kongresi” (bu Anayasada belirtilen konuları karar bağlar).
(Kongre), “proletaryanın, sömürücüleriyle kesin bir savaşım içimde olduğu şu anda sömürücülerin hiçbir iktidar organında yer almayacağını bildirir”.
(Anayasanın temel amacı) “burjuvaziyi kesin biçimde ezmek, insanın insan üzerindeki sömürüsüne son vermek ve ne sınıf ayrımının ne de devlet iktidarının bulunmadığı sosyalizmi kurmak”(tır).
“Rusya Cumhuriyeti, Rusya’nın tüm emekçilerinden oluşan özgür sosyalist bir toplumdur.”
(Cumhuriyet), “emekçilerin örgütlenme özgürlüğünü gerçek anlamda güvence altına almak için, mülk sahibi sınıfların ekonomik ve siyasal egemenliğini sona erdirir, bugüne kadar burjuva toplumda işçilerin ve yoksul köylülerin örgütlenme ve eylem özgürlüğünü kullanmasına engel olan bütün engelleri ortadan kaldırır, işçilere ve yoksul köylülere birleşmeleri ve örgütlenmeleri için maddi ve diğer destekleri sunar”.
(Cumhuriyet), “politik ve dinsel suçlar sebebiyle baskı gören herkese sığınma hakkı tanır”.
“Aşağıda belirtilen kişiler, seçme ve seçilme hakkına sahip olamazlar:
- Kâr sağlamak için ücretli emek kullanan kişiler.
- Yaşamını faiz, işletme gelirleri, mülklerden (çiftlik, tarla, arsa) sağladığı kazançla, emeksiz gelirle sağlayan kimseler.
- Özel tüccarlar ve komisyoncular.
- Kiliselerde ve diğer dinsel yapılarda görevli rahip ve din adamları.
- Eski polisin çalışanları ve ajanları, siyasal polis biriminde ve (devrimcilere karşı kurulmuş gizli polis servisi) Ohranka’da görev almış olanlar ve çarlık ailesine mensup olanlar.
- Yasal kurumlarca akıl sağlığı yerinde olmadığı belgelenmiş kişiler ve velayet altındaki kişiler.
- Yasa ve yargı kararıyla maddi ve yüz kızartıcı suçlardan dolayı hüküm giymiş kimseler.”
“Seçmenler, Temsilciler Sovyeti’ne gönderdikleri bir temsilciyi geri çağırma ve genel duruma göre yeni seçim yapma hakkına sahiptirler.”
“(…) geçiş dönemindeki mali politikasının temel amacı, burjuvazinin mülksüzleştirmesi ve cumhuriyetin vatandaşları için zenginliğin üretimi ve bölüşümünde eşitliği konusunda gerekli koşulların hazırlanmasına katkıda bulunmaktır.”
İnsanın insan tarafından sömürülmesini ve sömürücü düzeni, araçlarını, yanılsamalarını ortadan kaldıracak koşullar yaratıldığında yeni düzeni yansıtacak ve güvence altına alarak ilerlemesini sağlayacak araçlar da devreye girecek; cumhuriyet gerçek ilkelerine kavuşacak.
/././
Tahtakurusu, jetonlu oyuncak, kazara yaşamak -Alpaslan Savaş-
Piyasacı düzen emekçi halka karşı savaş dönemleri dışında hiç bu kadar kıyıcı olmamıştı. Yaşam hiç bu kadar ucuz olmamış, ölüm hiç bu kadar sıradanlaşmamıştı. İnsanlığın sosyalizme hiç bu kadar ihtiyacı olmamıştı.
Bir korku filminde gibiyiz. İnsanlar, sıradan olarak nitelenemeyecek olaylar sonucu ölüyor. Ölümlerin gerçekleşme şekli ve sıklığı ‘kazara’ denmesine de izin vermiyor. Ölüm değil de yaşamak kazara neredeyse.
Birkaç gün önce İstanbul Bağcılar’da bir mahalle parkında, jetonla çalışan elektrikli oyuncaklara binen beş çocuğu elektrik çarptı. Neyse ki hayattalar. Soyulmuş kablolar dışarıda ve öylece bantlanmış, uzatmalar ortalıkta. Park belediyenin, oyuncaklar belediyeden iş alan bir değnekçinin. Olaydan hemen sonra jet hızıyla parka ulaşan belediye görevlileri aynı hızla tüm oyuncakları kamyona doldurup götürmüş. Deliller artık yerinde değil, belediyenin hurdalığında. Açıklama falan hak getire. Olsa da muhtemelen ‘verilmiş sadakamız varmış’ diyecektir kimse o yetkili.
Bu işlerin verilen sadakaya bakmadığı geçen ay Dilovası’nda patlayan parfüm deposunda bir kez daha görüldü oysa. Patlamaması sürprizdi o deponun. Kimyasal tankın etrafında kaçamadan yanarak can veren çocuk işçiler parktaki çocuklar kadar şanslı değildi.
Şansızlık mı gerçekten? Değil ama öyle düşünmemiz isteniyor. Her örnekte ‘fıtrat’ demesi Erdoğan’ın sadece inancından değil, toplumu bu yeni normale ikna etme çabasından.
Dilovası’ndaki depoda da Bağcılar’daki parkta da çocuklar dudak uçuklatan ihmaller nedeniyle öldüler ya da yaralandılar. İhmal deyip duruyoruz ya, o da açıklamaya yetmiyor artık olan biteni. Sistemin içine yerleşmiş, işini bilen paragöz densizlere de yıkarsak hafifletmiş oluruz suçu. Piyasacı tercihlerin sonuçlarıyla yüzleşiyoruz. Arızi değil hiçbiri. Kazara yaşıyor artık emekçi halkımız. Sistemin normali haline geldi bu durum.
Başka nasıl açıklanır ki bunca ölüm. İstanbul’un kent içi turizminin merkez ilçelerinin birinde tahtakurusu basmış otel olur mu? Şikâyet edince ilaçlatılan odada aynı akşam kimse yatırılır mı? Odada zehirlenip ambulansla hastaneye kaldırılan aileye “hava değişimi olmuş, yediğiniz dokunmuştur” denip yarım saat serum sonrası otele geri yollanır mı? İki çocuk, anne, baba peş peşe ölünce, lokumcudan midyeciye günlerdir nerede yemek yedilerse hepsi toplanıp tutuklanır, sahibinin “sadece pakette su veriyoruz, o da ambalajlı” dediği otelde başka bir enayilik var mı diye hiç araştırılmaz mı?
Kazara yaşamak ya da ölümün yaşama göre sıradanlaşması değil mi bu?
İş cinayetlerinde kadın, erkek, çocuk demeden her gün altı işçi ölüyor. Kadın cinayetleri durmuyor. Öğrenciler kaldıkları yurtta yedikleri yemekten zehirleniyor. Sokakta, işyerinde, evde, parkta, yani gündelik hayatta ölüm hiç bu kadar sıradanlaşmamıştı.
Yoksulluktan bahsediyoruz, yüksek enflasyondan, eriyen ücretlerden, kredi kartları arasında dönüp duran borç sarmalından, işsizlikten, güvencesizlikten… Sömürü sadece eşitsizlik yaratmıyor, aynı zamanda emekçi halkı süründürüyor, evet ama bir başka büyük yıkımla daha karşı karşıyayız. Ölümün sıradanlaşmasıyla.
Piyasacı düzen emekçi halka karşı savaş dönemleri dışında hiç bu kadar kıyıcı olmamıştı. Yaşam hiç bu kadar ucuz olmamış, ölüm hiç bu kadar sıradanlaşmamıştı.
İnsanlığın sosyalizme hiç bu kadar ihtiyacı olmamıştı.
/././
Emekli mücadeleden vazgeçmiyor!-Atilla Özsever-
Yurttaş Birlikteliği Platformu’nun düzenlediği “Emeklilerin Bütçe Hakkı Mitingi”, 6 Aralık’ta Ankara’da yapılacak. Birliğe bağlı 33 kuruluşun katılım sağladığı bu miting, “En düşük emekli maaşının en düşük memur maaşına eşitlenmesi” talebi başta olmak üzere 8 temel talebi gündeme getirecek.
Ülkemizde geçim koşulları açısından yoksullar ve işsizlerle birlikte en güç konumda olanların başında emekliler geliyor. Türkiye’de 17 milyon emekli var. En düşük emekli aylığı 16 bin 881 TL.
Resmi verilere göre 4 milyon emekli bu aylığı alıyor. Öte yandan dört kişilik bir ailenin sadece gıda harcamalarını içeren açlık sınırı 28 bin 412 TL’dir. Türkiye Emekliler Derneği’nin açıklamasına göre, emeklilerin yüzde 85’i açlık sınırının altında aylık alıyor.
Hemen her gün televizyonlarda, sosyal medyada, emeklilerin semt pazarlarının bitiminde artıkları topladığı, kiraların yüksekliği nedeniyle evi olmayanların çocuklarına sığındığı ya da birkaç emeklinin ortak ev kiraladığı, yine emeklilerin yarısına yakınının ikinci bir işte çalıştığı veya iş aradığı yer alıyor.
Bu güç koşullara karşın emekliler, dernekleri, sendikaları veya platform türü çeşitli örgütlenmelerle hak arayışlarını sürdürüyorlar, mücadeleden vazgeçmiyorlar. Aslında bizler de ne kadar emekli haberi yapsak ya da yazısını yazsak yine de az olur…
6 Aralık mitingi
Yurttaşlar Birlikteliği adı altında 70’den fazla kuruluşun oluşturduğu bir platform söz konusudur. Bu platforma bağlı 33 kuruluşun 6 Aralık 2025 günü Ankara Tandoğan Meydanı’nda saat 13.00’te bir miting düzenleyeceği belirtildi.
Mitingi düzenleyen kuruluşların arasında özellikle emekli dernek ve sendikaları başı çekiyor. Zaten mitingi adı da “Emeklilerin Bütçe Hakkı Mitingi”. Tüm Emeklilerin Sendikası, Emekli ve Emekçiler Dernekleri Federasyonu, Emekli Meclisleri Sendikası gibi emekli örgütlerinin yanı sıra Birleşik Kamu-İş, Eğitim-Sen, 29 Ekim Kadınlar Derneği gibi demokratik kitle örgütleri de bu mitinge destek veriyor.
Miting, esas itibariyle emekli maaşlarının enflasyona karşı korunarak artırılması, emekçilerin sosyal güvenlik haklarının iyileştirilmesi, adil bir bütçe dağılımı ve insanca yaşamaya yetecek ücretlerin maaşlara yansıtılması amacını taşıyor.
Bununla birlikte miting sadece bir hak arayışını ve ekonomik talepleri gündeme getirmekle kalmayıp emeklilerin daha güçlü bir dayanışmasını ve nihayetinde örgütsel bağımsızlıklarını koruyarak “tek çatı” altında birleşmeye giden bir süreci de amaçlıyor.
Emeklilerin talepleri
Yurttaş Birlikteliği, emeklilerin somut konuları içeren taleplerini şu 8 başlık altında ortaya koydu:
- En düşük emekli aylığı, en düşük memur maaşına eşitlensin (halen en düşük memur aylığı aile yardımı dahil 50 bin 503 TL’dir).
- Muayene ve ilaç bedellerindeki katkı payı kaldırılarak parasız sağlık hizmeti anlayışı esas alınsın,
- Bütçe kaynakları, tüm yurttaşlar ve toplumsal kesimler arasında eşit ve adil dağıtılsın,
- Bayram ikramiyeleri, yılda 4 kez bir maaş tutarında olsun,
- Banka promosyonları, bir maaş tutarında olup her yıl ödensin,
- Halen ihtiyaca cevap vermeyen 18 bin yatak kapasiteli resmi huzurevi sayısının artırılarak yatak kapasitesi 50 bine çıkarılsın,
- Emekli sendikalarının örgütlenmesi önündeki fiili engeller kaldırılarak yasal statü tanınsın,
- Engellilerin erken emeklilik hakkını ortadan kaldıran 7538 sayılı yasa iptal edilip sakatlık oranı yeniden esas alınsın.
Hükümet zammı
Öte yandan Ocak 2026’da emekli aylıklarına yapılacak zam miktarı, geçmiş altı aylık enflasyon oranında belirleniyor. Bu durumda SSK ve Bağ-Kur emeklileri için Ocak 2026 zammının yüzde 13,10, memur emeklileri için ise toplu sözleşme zammıyla birlikte yüzde 19,60 oranında gerçekleşmesi bekleniyor.
Böylece halen 16 bin 881 lira olan en düşük emekli aylığı 19 bin 100 liraya yükselmiş olacak. Gerçekten kabul edilecek bir düzey değil. 2026 yılında bir erken seçim de yapılmayacağına göre işçiler, memurlar, emekliler ve tüm emekçiler açısından çok zor bir dönemin yaşanacağı besbelli. Özellikle temel gıda, kira ve yakıt giderleri dikkate alındığında bu aylıklarla emeklilerin yaşamlarını sürdürebilmesi son derece güç olacak.
İşte bu koşullarda emeklilerin 6 Aralık’da güçlü bir ses vermeleri, ardından 2026 yılı içinde de hem örgütsel anlamda daha birleşik, hem de eylem düzeyinde daha mücadeleci bir sürece girmeleri gerekli gözüküyor.
/././
Yetişkinlere hayali arkadaşlar -Nevzat Evrim Önal-
Büyük kurtuluşlar çelişkilerin sönümlenmesi değil patlamasıyla gelir. Düzen bizi çocukluğumuza mı itiyor? Öyleyse hatırlayalım: Çocuklar sadece korkak, bencil ve sorumsuz değildir; aynı zamanda çok daha kolay arkadaş olur, birlikte olağanüstü dünyalar hayal eder ve haksızlığa çok daha çabuk isyan ederler.
Pek çok insan çocukluğunda kendisine konuşacağı, oynayacağı bir hayali arkadaş yaratır. Bu arkadaş bazen bedensizdir, sadece çocuğun kafasının içindedir. Bazense çocuk kendisine güven hissi veren bir oyuncağı ya da başka bir objeyi kişileştirir (mesela benimkisi bir Fred Çakmaktaş bebeğiydi). Bu, çocuğun gelişiminde tamamen normal, sağlıklı bir süreçtir ve ev ortamında oynayacağı, yaşı kendisine yakın bir kardeşi olmayan çocuklarda belirgin biçimde daha sık görülür. Çocuk hayali arkadaşıyla sosyalleşme ve empati kurma deneyleri yapar, yetişkinler arasındaki ilişkileri taklit eder; ayrıca ondan taleplerde bulunur, onay alır, kaygılarını hafifletmek için ona başvurur.
Hayali arkadaşın çocuk açısından en önemli özelliklerinden biri kontrolün kendisinde olmasıdır. Gerçek insanlardan farklı olarak hayali arkadaş her zaman çocuğun ihtiyaçlarına yanıt vermeye hazırdır; onu reddetmez, kırıcı davranmaz, sözünü kesmez ve hep öngörülebilir biçimde davranır.
Dolayısıyla hayali arkadaş çocuk gelişimi açısından faydalı olmakla birlikte, onunla kurulan ilişki gerçek insanlarla kurulan ilişkiden farklıdır, çünkü aslında yalnız bir insanın kendi kendisiyle kurduğu bir ilişkidir.
Bunları akılda tutalım ve devam edelim…
***
Yapay zekâ tartışmaları konusunda çekilmiş en iyi filmlerden birinin Aşk (Her) olduğunu düşünüyorum. 2013’te çekilen film 2025’te geçiyordu ve yapay zekâ ile aşk yaşayan (ya da yaşadığını zanneden) bir insanla ilgiliydi. Kuşkusuz bu konuda çekilmiş ilk film değildi, ama tartışmayı yürütme biçim ve derinliği açısından çarpıcıydı.
Filmin senaryo isabetliliği ise tartışılmaz. 2025’e geldik ve internet “sanal sevgili” uygulamalarıyla dolu. Bu uygulamaların tamamının reklamlarında, cinsel tatmin pazarlamalarının yanı sıra benzer vaat cümleleri kullanılıyor: “Her istediğinizde sizinle sohbet eder”, “sizi asla strese sokmaz, yalnızca konfor sunar”, “idealinizdeki sevgili neyse o olur.”
Aklı başında herhangi bir insan bunun karşısında en azından irkilir ve bir şeylerin yanlış gidiyor olduğunu sezer. Ne var ki, iş eleştirmeye geldiğinde sorun muhtemelen “ahlaksız teklif”in kendisinde bulunacak, yaygın pornografinin ya da teknolojiyi kötüye kullanan şirketlerin toplumu çürüttüğü, insanların kişiliklerini ve ilişkilerini yozlaştırdığı iddia edilecektir.
Bu önermenin en azından sığlığına itiraz etmek durumundayım ve tartışmayı buradan sürdüreceğim. Zira, içinde yaşadığımız uygarlığın günümüzde geldiği noktada sezdiğimiz, hissettiğimiz ya da kabak gibi ortada durduğu için gözümüze batan (hatta ruh sağlığımızı koruyabilmek için gözümüzü kapattığımız) hiçbir tuhaflığın kök sebebi bireylerin psikolojisi değil. Bireyin psikolojisi, içinde yaşadığı toplumsal koşulların gölgesinde, büyük ölçüde bu koşullara verilen tepkilerle şekilleniyor ve o toplumsal koşulları da tek tek başka bireyler değil toplumun maddi işleyişi, yani kapitalist üretim ilişkileri belirliyor.
Bunun konumuzu ilgilendiren kısmı ise şu: İçinde yaşadığımız toplumsal düzen, sistematik olarak bireyin toplumsallaşma yollarını kapatır ve onu kendi yalnızlığına hapseder. Bunu durup dururken bireye zarar vermek için değil, kendi güvenliğini ve çıkarlarını sağlamak için yapar. Zira insanlar ne kadar toplumsallaşmış, birbirleriyle dayanışma içerisinde bir hayat sürüyorlarsa kendilerine yönelen emek sömürüsü ya da devlet baskısı gibi olumsuzluklara karşı da o kadar örgütlü hareket ederler. Bugün bize “modernizmin yarattığı distopya” diye sunulan, işçi sınıfının gün doğarken kitleler halinde fabrikalara aktığı ve mesai başlama sirenleriyle işbaşı yaptığı dönemlerde, salt bu ortak yaşam ritmi yüzünden bile örgütlü emek mücadelesi daha “olağan” bir şeydi. Kapitalizm bu belayı defetmek için sanayi üretimini parçaladı, bu parçaların kritik olanlarında çalışan işçileri görece yüksek ücretlerle orta sınıflaştırdı, geri kalanları ise kent merkezlerinden mümkün olduğunca uzağa (bazı örneklerde ta Çin’e) taşıdı. Bugün sermaye zenginliğinin yoğunlaştığı kent merkezlerinde sadece plazalardaki beyaz yakalı işçiler ve hizmet işçileri çalışıyor. Bu çalışma biçimlerinde emekçiler ya çalışma ritmi yoğun ve dağınık olduğu için bir araya gelemiyor ya da prim, terfi vb. bireysel kazanç havuçlarıyla birbirleriyle rekabete zorlanıyor.
Çalışma hayatının yalnızlaştırıcı pratikleri tabii ki kendisiyle sınırlı kalmıyor; hayatın tamamına yayılıp, dönüştürüyor. Kent merkezlerinde yaşam pahalı olduğu için buralarda çalışan emekçiler kentin çevresine dağılmış biçimde yaşıyor ve her gün işe giderken uykulu, dönerken yorgun halde uzun yolculuklar yapıyor. Sadece işte değil iş dışında da bir araya gelip sosyalleşmek zorlaşıyor. Çocuklar büyüdüklerinde görece yüksek gelirli bir mesleğe sahip olabilmek için sandalyeye oturduklarına ayakları yere değdiği andan itibaren yarışmaya, sınavlara hazırlanmaya başlıyor. Aile kuşaktan kuşağa bir arada yaşayan ve dayanışan, daha kabileyi andıran bir yapı olmaktan çıkıp iki insanın birlikteliği biçimini alıyor. Bunun devamı olarak çocuk o kolektif yapıya katkı koyacak sonraki kuşak değil “yuvadan uçup” kendi hayatını kurana kadar destek olunacak görece dışsal bir bireye dönüşüyor. Çocuk yetiştirmek de giderek pahalı hale geldiği için aileler daha az, sıklıkla tek çocuk yapıyor.1
Sonuç olarak insanlar doğdukları andan itibaren çok daha yalnız hayatlar yaşıyor.
***
Düzenin ideologları bozuk plak gibi kapitalizmin “insan doğasına” en uygun üretim biçimi olduğunu iddia ediyor. Bunu genel anlamda tartışmak yazı sınırlarımızı aşar ancak size kolaylıkla şunu söyleyebilirim: İnsan zaman zaman yalnız kalmaya ihtiyaç duyar ama yapayalnız yaşamak, hayatta kalmak için tek başına mücadele etmek insanın içgüdülerine tamamen aykırıdır.
Bize yalnızlığımızı sevmemizi, bencil olmamızı öğütleyenler bunu birey olarak bizlerin değil içinde yaşadığımız düzenin çıkarlarını korumak için yapıyor.
Kapitalizm insanların yalnızlaşmasına sadece örgütlü mücadelenin zorlaşması için değil aynı zamanda toplam tüketimin artması için ihtiyaç duyar; çünkü insanlar bir arada yaşarken, her birinin yalnız yaşıyor olduğu duruma göre toplamda daha az harcama yapar. Yalnızlaşma birey başına tüketimi artırır ve en büyük sorunu üretememek değil ürettiklerini satamamak olan düzen için bu çok faydalıdır.2
Bu yalnızlaşma sadece maddi ihtiyaçları artırmıyor; sosyalleşmeyi zorlaştırdığı ölçüde, insanları bu ihtiyacı da meta tüketimiyle ikame etmek zorunda bırakıyor. Arkadaşlarımızla sinemaya gitmiyor, onun yerine evimizde Netflix izliyoruz ve onlarca bölüm seyrettiğimiz dizi karakterlerine arkadaşça yakınlık duyuyoruz. Eşyalarımıza isimler takıyor, huylar atfediyoruz. Satın alma kararlarımızı birbirimize danışarak değil “influencer” izleyerek veriyoruz. (Anti)sosyal medya yazışmaları, tüm çarpıklığıyla sosyal iletişimin hâkim biçimi haline geliyor.
Ve sonunda bazılarımız yapay zekâ ile sohbet etmeye başlıyor. “Her istediğinde yanıt verecek”, “asla hayır demeyecek” sanal sevgili ediniyor.
Kuşkusuz bu sürecin nesnel bir tarafı var, ama sadece bir “işlerin olacağına varması” durumu yaşandığını zannetmeyin. Netflix CEO’su “en büyük rakibimiz diğer platformlar değil uyku” diyordu.3 Yapay zekanın sıradan kullanıcı ara yüzü de kendiliğinden “chatbot” olmadı, öyle tasarlandı.
***
Psikolojide yetişkin insanların stres altında yetişkin olmayan davranışlarda bulunmasına regresyon deniyor. İnsanlar başa çıkamadıkları durumlar karşısında geçmişe, çoğunlukla çocukluklarına dönme eğilimi gösteriyor. Bu durum geçiciyse ve eldeki meseleyle baş etmek için güç toplamaya yarıyorsa sağlıklı, süresiz bir kaçışa dönüşüyorsa sağlıksız olarak tanımlanıyor.
İçinde yaşadığımız düzen bizi yalnızlaştırdıkça ve birbirimize yabancılaştırdıkça, sağlıksız bir regresyona zorluyor. İnsanlardan kaçıp eşyalara sığınıyor, onları hayali arkadaşlara dönüştürüyoruz.
Her kuşağın kendisinden sonra gelen kuşağı bir türlü olgunlaşmamakla, çocuk kalmakla, sorumsuzlukla suçlamasının sebebi bu. Kapitalizm olgunlaştıkça, sermaye hayatımızı daha fazla işgal ediyor ve sağlıklı insan ilişkilerine daha az yer kalıyor.
Açık konuşmak gerekirse, ellime merdiven dayamış ve hala bayıla bayıla bilgisayar oyunu oynayan biri olarak şunu söylemek isterim: Bu durumdan sadece yakınan ve suçu gençlerde bulan yaşıtlarıma en az gençler kadar uyuz oluyorum. O gençler “biz bu dünyaya doğduk, bu hale gelirken siz armut mu topluyordunuz?” diye sorduğunda verilecek bir cevap yok.
Öte yandan kuşaklar birbirine “tencere dibin kara, seninki benden kara” dedikçe, tencereyi de çaydanlığı da kim ateşte bıraktı sorusu yanlış yanıtlanıyor. Toplumu bireyler değil sermaye egemenliği, piyasa diktatörlüğü bu hale getirdi. Ve buradan bir takım ideal devrimci bireyler gelip bizi kurtardığında değil, kendi ayaklarımızın üzerine doğrulup o egemenliği yıktığımızda kurtulacağız.
Büyük kurtuluşlar çelişkilerin sönümlenmesi değil patlamasıyla gelir. Düzen bizi çocukluğumuza mı itiyor? Öyleyse hatırlayalım: Çocuklar sadece korkak, bencil ve sorumsuz değildir; aynı zamanda çok daha kolay arkadaş olur, birlikte olağanüstü dünyalar hayal eder ve haksızlığa çok daha çabuk isyan ederler.
Ekim Devrimi gerçekleştiğinde Lenin benimle aynı yaştaydı ama lakabı “ihtiyar”dı. Devrimin yetmiş üçüncü gününde tek başına bahçeye çıkıp dans etmeye başladı. Yoldaşları “eyvah bizim ihtiyar sonunda delirdi” dediler; yanına gittiklerinde “Paris Komünü yetmiş iki gün sürmüştü, onu geçmemizi kutluyorum” dedi.
Devrim çocukluğunu yitirmiş ihtiyarların işi değil, yaşı kaç olursa olsun çocukluk hayallerini kaybetmeyenlerin şenliğidir.
Bizi çocukluğumuza iterek ateşle oynuyorlar.
Gelin, biz de hep beraber çok kalabalık bir oyun oynayalım.
-----
1Yazıyı şişirmemek için girmiyorum ama bu gelişmelerin hiçbiri sermaye düzenine sadece fayda sağlamıyor, aynı zamanda yeni çelişkiler bindiriyor. Örneğin çocuk yapma eğiliminin azalması sonucunda toplumların yaşlanıyor olması uzun erimde düzeni sürdürülemez hale getirecek kadar büyük bir çelişki.
2Dolayısıyla, bugün bize kapitalizmin en büyük başarısı olarak sunulan kişi başına üretim artışı, sadece üretilen değer giderek daha eşitsiz paylaşıldığı için değil, aynı zamanda hayatlar paylaşılmadığı için de aynı ölçüde refah artışı anlamına gelmez ve yanıltıcıdır. Bir arada yaşayan dört kişinin bir çamaşır makinası olmasıyla dört yalnız insanın birer çamaşır makinası olması arasında fayda açısından hiçbir fark yoktur.
3https://www.theguardian.com/technology/2017/apr/18/netflix-competitor-sleep-uber-facebook.
/././
soL











Hiç yorum yok:
Yorum Gönder