T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -26 Eylül 2024-

Bu rakamları yakınlarını kaybedenlere açıklayın: Cezaevleri nasıl dolup dolup boşaldı? -Gökçer Tahincioğlu-

Takdir indirimi, iyi hal indirimi, bir daha suç işlemeyeceği kanaati… İki üç slogan ve sahte gözyaşı dışında, sadece muhalifleri düşman ilan edip, suçluları serbest bırakan bu politikaların mimarlarının edecek bir sözü var mı?

Karıncayı bile incitmeden, kimseye bulaşmadan, birilerinin canını yakmaktan sürekli imtina ederek hayatınızı sürdürüp, böyle huzurla ölebileceğinizi mi sanıyorsunuz?

Bu ülkede bunun olması artık çok zor.

Hiçbir sorumluluğunuz olmadan, birilerinin koltukta üç gün fazla oturabilmek için yürüttüğü politikalar nedeniyle bir gün yaralanacak belki öleceksiniz.

Planlarınız, hayalleriniz, bir anda, ne olduğunu bile anlamadan bitecek. Bırakın bunları, nefes alıp verebilme hakkınız elinizden alınacak.

* * *

Bununla bitmiyor hikâye, ölenle de bitmiyor…

Günün rutini ile yorgun, anlaşılmaz bir iç sıkıntısı içinde bunalırken, tanımadığınız bir numaradan bir telefon gelecek.

Hayatınızı ikiye ayıran, o telefondan önce ve sonrası diye ikiye bölen bir arama…

En değerlinizi kaybettiğinizi öğreneceksiniz, ne olduğunu anlamadan, nasıl olduğuna akıl sır erdiremeden, kimin, neden yaptığını anlamaya çalışarak…

* * *

Burada da bitmiyor.

Acınızı kalbinizin bir köşesine saklayıp bu kez katillerle uğraşmak zorundasınız.

Filmlerdeki gibi olduğunu sanıyorsunuz değil mi, hayır öyle olmuyor…

Parmak izi sağlıklı biçimde alınsın diye günlerce uğraşıyorsunuz, diğer deliller usulünce toplansın, dosya öyle hemen hızla kapatılmasın…

Diyelim ki şanslısınız, katiller yakalandı ve suçları da kanıtlandı.

Bununla da bitmiyor.

Önce cezaevinde itinayla ezberlenmiş savunmaları dinlemek zorundasınız.

Kaybettiğiniz, hiçbir suçu günahı olmayan yakınınızla ilgili akıl sır erdirilemeyecek yalanları, mahkemeye karşı aşırı saygılı tutumların arasına sıkıştırılmış hakaretleri…

* * *

Deliller toplandı, ifadeler alındı, dava biter sanıyorsunuz değil mi?

Elbette kolay değil.

Bilirkişi raporunun gelmesi aylar sürecek, itiraz üzerine yeniden raporun gelmesini bekleyeceksiniz.

Adli Tıp raporları, hastane raporları, akıl sağlığı raporları…

Aniden, iki üç yılın geçtiğini fark edeceksiniz.

* * *

Kamuoyunun dikkatini çekmiş bir dava değilse işiniz zor.

Muhtemel katile takdir indirimi yapılacak…

Milyon suç işlemesine rağmen cinayetten önce nasıl serbest kaldığı sorusuna o ana kadar yanıt bulamamış olacak ve o an anlayacaksınız.

Takdir indirimi, iyi hal indirimi, bir daha suç işlemeyeceği kanaati…

Ardından dosya istinafa gidecek, bir dosyanın karara bağlanma süresinin ortalama 2-3 yıl olduğu istinaf mahkemesine…

Yargının hızlanması için kurulmuştu bu mahkemeler değil mi?

* * *

İstinaftan sonra 2-3 yıl da Yargıtay Başsavcılığı’nı ve Yargıtay’ı bekleyeceksiniz.

Ve derken bir gün, 8-9 yıl kadar sonra, davanız aniden sona erecek. Kuşa dönmüş bir cezaya şükredeceksiniz.

* * *

O büyük boşlukla baş başa kalmış, bunca yılın ardından, verilen bunca mücadelenin ardından kesinleşen cezaya bile sevinememiş bir halde akşam bültenlerini izlerken, bir siyasi parti lideri, bir mafya liderinin kutsallığını ilan edip, cezaevinden çıkması gerektiğini söyleyecek.

O mafya lideri için çıkartılan, adına "af" denilmeyen affın sizin katillerinizi kapsayıp kapsamadığını öğrenmek için haftalarca bekleyeceksiniz.

Sadece söz söyleyenleri, sosyal medya mesajı paylaşanları kapsamadığını öğreneceksiniz affın.

Zaten bu af kapsama birkaç yıl sonra çıkartılacak diğeri kapsamış olacak… O olmazsa durup dururken çıkartılan infaz düzenlemesi… O olmazsa pandemi izni… Biri mutlaka kapsayacak.

Ve siz çaresiz biçimde, "kader kurbanı" adı verilen, çıktıktan hemen sonra bir başkasının kaderini değiştiren suçluların salıverilmesini izleyeceksiniz.

* * *

Kimse bu insanların neden suçla iç içe yaşadığını araştırmayacak. Kimse, bu insanların hangi koşullarda suça itildiğini konuşmayacak. Bu düzenin değişmesi için bir şey yapmayacak. Sadece af çıkartacak, sadece kendine düşman gördüklerini hapsedip, diğerlerini bırakacak.

* * *

"Rahşan Affı" olarak bilinen Şartla Salıverme Yasası 1999’da yasalaştığında, cezaevlerinde sadece 70 bin kişi vardı. Türkiye’nin nüfusu o tarihte yaklaşık 65 milyondu.

Bugün Türkiye nüfusu yaklaşık 85 milyon…

Cezaevlerindeki insan sayısı neredeyse 350 bin…

Nüfus yaklaşık üçte bir oranında artarken, suçlu sayısı beş katına çıkmış…

* * *

Sadece geçen senenin bilançosu bile ürkütücü…

Malvarlığına karşı işlenen suçlarda açılan dosya sayısı 4 milyon 748 bin 84, şüpheli sayısı 5 milyon 864 bin 585.

Vücut dokunulmazlığına karşı suçlarla ilgili dosya sayısı 1 milyon 385 bin 562, şüpheli sayısı 2 milyon 7 bin 146.

Hırsızlık suçundan açılan dosya sayısı 2 milyon 791 bin 264, şüpheli sayısı 3 milyon 156 bin 801 şüpheli.

Kasten yaralama suçundan açılan soruşturma sayısı 880 bin 774, şüpheli sayısı 1 milyon 427 bin 494

                                                           ***

2022’de, kasten öldürme, taksirle öldürme, intihara yönlendirme gibi hayata karşı işlenen suçlardan açılan dosya sayısı 77 bin 416, şüpheli sayısı 124 bin 25.

Sadece bir yıldaki artışa bakın.

2023’te hayata karşı işlenen suçlardan açılan dosya sayısı 96 bin 505, şüpheli sayısı 140 bin 84.

Sadece kasten öldürme suçunu işleyenlerin sayısı 62 bin 512

                                                              ***

1 Ocak-31 Aralık 2023 tarihleri arasında cezaevine konulan hükümlü sayısı 294 bin 991 kişi. Sadece hükümlüler, tutuklular dahil değil.

Aynı tarihler arasında serbest bırakılan hükümlü sayısı 356 bin 936.

Türkiye’nin cezaevi kapasitesi ise yaklaşık 300 bin…

Tam kapasite kadar insan, suçlu bulunarak cezaevine konulmuş, tam kapasitenin üzerinde insan salıverilmiş.

Bir de cezaevlerindeki hükümlülerin en çok işledikleri suçlara bakın.

Yüzde 26,1'i hırsızlık, yüzde 9,4'ü konut dokunulmazlığının ihlali, yüzde 6,7'si kasten yaralama, yüzde 6,2’si kullanmak için uyuşturucu veya uyarıcı madde satın almak, kabul etmek veya bulundurmak ya da uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanmak, yüzde 5,8’i ise mala zarar vermek.

Bu suçları işleyenlerin dağılımı ise şöyle:

*272 bin 346 hırsızlık

*69 bin 415 kasten yaralama

*64 bin 814 uyuşturucu kullanmak

*54 bin 43 uyuşturucu imali ve ticareti

*43 bin 211 kasten öldürme

*39 bin 716 yağma

                                                                  ***

Gencecik bir kadın polis, Şeyda Yılmaz, bir suç makinesi tarafından şehit edildi. 19 yaşındaki Yunus Emre Geçti’nin suç sicili akıl alır gibi değil.

Bu suçların çoğunu çocuk yaşta, 18 yaşından küçükken işlemiş…

Tek bir ciddi çalışma var mı, bu çocukların neden suça bu kadar kolay bulaşabildiğine yönelik tek bir ciddi, devlet tarafından yapılan araştırma var mı?

Çıkartılan afların, karanlık, suç ortamına dönmüş, dönüştürülmüş gettoların etkisine bakan var mı?

Peki iki üç slogan ve sahte gözyaşı dışında, sadece muhalifleri düşman ilan edip, suçluları serbest bırakan bu politikaların mimarlarının edecek bir sözü var mı?

Varsa gidip Şeyda Yılmaz’ın ailesine, yakınlarını kaybeden diğer insanlara anlatsınlar.

Gerçek tablo, gerçekçi biçimde konuşulduğunda ne yanıt alacaklarını da görecekler…

                                                               /././

Ağustos 2024'te ülkemizin internet hızı, hâlâ dünya ortalamasının bile altında -Füsun Sarp Nebil-

Dünyanın en yüksek mobil hızının ancak yüzde 11,6'sına ve en hızlı sabit hızının ancak yüzde 14,4'üne sahibiz. Durum o kadar kötü ki sadece en yüksek hızın küçük bir bölümüne sahip değil aynı zamanda hem mobilde hem de sabitte dünya ortalamasının bile hayli altındayız.

İçinde olduğumuz ay, operatörler için sosyal medyada internet fiyatlarına yönelik büyük eleştiriler vardı. Tüketiciler Birliği bu konuyu Orta Vadeli Plan (OVP) ile de birleştirmiş ve yüzde 182'lere varan operatör zamları konusunda şöyle demişti.

"T.C. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı tarafından 5 Eylül 2024te açıklanan Orta Vadeli Program (2024-2027) belgesinde de enflasyonun 2024 yılı için yüzde 41,50, 2025 yılı için yüzde 17,50 olarak öngörülmektedir."

İnternet konusunda fiyat olduğu kadar kalite (yani hız ve süreklilik) de önemli bir bileşen. Her ayın ortasında olduğu gibi, yine bir önceki aya ait internet hızlarına dair rakamları yayınlıyoruz. Amacımız herkesin durumu daha iyi fark etmesini ve hakkı olan interneti talep etmesini sağlamak.

ustos ayında da internet hızlarımız duraklamaya devam ediyor. Dünyanın en yüksek mobil hızının ancak yüzde 11,6'sına ve en hızlı sabit hızının ancak yüzde 14,4'üne sahibiz. Durum o kadar kötü ki sadece en yüksek hızın küçük bir bölümüne sahip değil aynı zamanda hem mobilde hem de sabitte dünya ortalamasının bile hayli altındayız.

399 Mbps hızla Birleşik Arap Emirlikler'inin birinci olduğu mobilde, 58. sıradayız. 298 Mbps hızla yine Birleşik Arap Emirlikleri'nin birinci olduğu sabit internette ise 106. sıradayız.

Dünyada internet hızlarının en çok ölçüldüğü SpeedTest Global Index Ağustos 2024 verilerini geçen hafta yayınladı ve biz ardarda 8 aydır bunu raporluyoruz. İnternet hızımız G20 ülkeleri düzeyine gelene kadar da raporlayacağız.

Türkiye SpeedTest indeksinde 2024 ustos ayında mobilde 58. ve sabitte 106. sırada

Daha önce de raporladığımız üzere, SpeedTest sayfasında, her ayın ortalarında bir önceki ayın raporu yayınlanıyor. Bu Index, hem Mobil telefon üzerinden internet hızı hem de sabit (yani ADSL ya da fiber) internet hızını veriyor. Mobil tarafta bu ay 108 ülke sıralanmış. Sabit tarafta ise 159 ülke var. Liste, ülkelerden bu sunucuda hızlarını test edenlerin durumunu veriyor.

Şimdi şöyle bir bakalım Global Internet hız indeksinde, Türkiye'nin durumu nedir?

Mobilde dünya ortalamasının yüzde 17, en yüksek hızın yüzde 88 altında bir hıza sahibiz

Bu raporda gördüğünüz gibi:

* Mobilde 46,37 Mbps ile dünya 58’incisiyiz.

Mobilde önceki aylara nazaran yüzde 12'lik artış var ama aynı dönemde Dünya ortalaması yüzde 19 artmış. Yani artışı bile yakalayamamışız.

* Dünya ortalamalarına göre duruma bakarsak, mobilde dünya ortalamasının bile yüzde 16,9 altındayız.

Dünyanın en hızlı bağlantılara göre ise; Birleşik Arap Emirlikleri mobilde 339 Mbps ile dünya birincisi. Biz bunun ancak yüzde 12'si kadar hıza sahibiz.

Buna görsel olarak da bakalım; gördüğünüz gibi yeşil çubuk ile işaretlenen Türkiye, ortalamanın altında ve en hızlının çok çok altında. Ay ay bakarsak da hızımız olduğu yerde kalakalmış.

Sabitte dünya ortalamasının yüzde 54,8, en yüksek hızın yüzde 85 altında hıza sahibiz

Sabit internet hızına baktığımızda ise,

 * Sabitte 42,90 Mbps ile dünya 106’ncısıyız.

Önceki aylara göre hızımız aşağı yukarı değişmemiş ama dünyanın sabit hızı yüzde 4,5 artmış.

Dünya ortalamalarına göre duruma bakarsak, Sabitte yüzde 55 aşağıdayız.

Dünyanın en hızlı bağlantılara göre bakarsak; sabit internette 298 Mbps ile Birleşik Arap Emirlikleri dünya birincisi. Biz onun ancak yüzde 14'ü kadar hıza sahibiz.

Buna görsel olarak da bakalım; Gördüğünüz gibi yeşil çubuk ile işaretlenen Türkiye, ortalamanın yarısından aşağıda, en hızlının ancak 15’te biri kadar sabit internet hızına sahip.

Hem mobil hem sabit hızlarda görebileceğiniz üzere dünya her ay ortalama hızını adım adım arttırırken, Türkiye yerinde duruyor ve hatta öne geçenler nedeniyle geriliyor.

İstanbul Ankara'da Durum

Bu ortalama hızlara bir de şehirler tarafından bakalım;

Mobil hızlarda sıralanan 161 dünya şehri arasında İstanbul 85. sırada yer almış, Ankara ise 82. olmuş. İki şehir de mobil hızda dünyanın en hızlısının yüzde 14 altında olsalar da dünya ortalamasını az (yüzde 2,4 düzeyinde) aşıyorlar.

Sabit tarafa baktığımızda ise, listelenen 202 dünya şehri arasında İstanbul 117. ve Ankara 129. sırada. Sabit hızları dünya ortalamasının İstanbul'da yüzde 48 ve Ankara'da yüzde 50 daha yavaş. Dünya ortalamasından ise İstanbul yüzde 18'i kadar ve Ankara yüzde 16'sı kadar hıza sahip.                                           

                                                           /././

Ve minareler ve süngüler ve ahmaklar -Mine Söğüt-

Uzun zamandır cami, süngü, mümin gibi kelimeler üzerine düşünmek için bol bol vaktimiz oldu. Bu kelimelerin işaret ettiği hayali düzeni, neredeyse tüm yönleriyle sonuna kadar resmen deneyimledik. Şimdi sıra belki de “Ahmak” kelimesi üzerine düşünmekte.

Wirginia Woolf, “Tek kelime yeter. Ama ya insan o tek kelimeyi bulamazsa?” der.

İnsan o tek kelimeyi çoğu zaman bulamaz ama bazen de hemen buluverir.

Mesela önce minare kelimesini bulur.

Sonra süngü kelimesini.

Ardından kubbe ve miğfer kelimeleri gelir.

Onun ardından da cami ve kışla.

En son mümin ve asker kelimelerini bulur.

Bu kelimelerin üzerlerinde tek tek düşündükten sonra hepsini bir cümle içinde bir arada kullanır. Cümle bir şiir olur. Yıllar sonra bir siyasetçi tarafından kürsülerde okunur.

Ortalık önce bir ayağa kalkar sonra taşlar yerine oturur.

Nihayetinde de o şiir, çeyrek asrı aşkın bir siyasi sürecin ardından külliyen gerçek olur.

Ve ülkenin makus kaderi, o kelimelerin gücü ve bir insanın o gücü kullanma biçiminin üzerine kurulur.

Derken bir gün bir başkası da “Ahmak” kelimesini bulur.

Ahmak sözlüğe göre “Aklını gereği gibi kullanamayan, anlama ve kavrama yetenekleri gelişmemiş kimse” demektir.

Kimine göre sıradan bir tanımlama kimine göreyse ciddi bir hakarettir.

Sözlük, Mehmet Kaplan’dan bir alıntıyla kelimeyi şöyle örnekler:

"En doğru, en yüksek fikir, bir cahil veya ahmağın elinde gülünç, değersiz bir hâle gelebilir."

Cahil ve ahmağın eline geçen en doğru ve en yüksek fikirler üzerine düşünenlerle, bunu hiç düşünmeyenlerin elinde bir o yana bir bu yana çekilen bir ülkede, bazen “Ahmak” gibi tek bir kelime her şeyi anlatmaya da yeter, anlamaya da.

İnsanlar ahmaklık, cahillik, gülünçlük ve değersizlik üzerine düşünmeye başlarlar. Ve düşünen insan kendisine kurulan tuzakların üzerinden ustalıkla atlar.

Dil işte böyle güçlü bir mecradır. Ve dil de kelimeler de bazen sizin, bazen karşınızdakinin başına beladır.

Mevcut cumhurbaşkanı bir zamanlar kürsüde okuduğu şiirin süngülü, minareli dizeleri yüzünden hapse atılarak siyasetten menedilmişti, şu anda geniş yetkilerle iktidarda olan bir muktedir.

Dönemin İBB Başkanı Erdoğan, Siirt'te okuduğu şiir gerekçesiyle Pınarhisar Cezaevi'ne konuldu (1999)
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında üç bilirkişi raporunun aksini söylemesine karşın “YSK üyelerine 'ahmak' dediği” iddiasıyla dava açıldı
Bugün onun karşısına aday olarak çıkma ihtimali olan bir başka siyasetçi yine kürsüde kullandığı bir kelime yüzünden hapse atılmakla ve siyasetten menedilmekle tehdit ediliyor.

Ve biz bu bayram günü siyasetçilerin dillerinden çıkan kelimelerin, ülkenin kaderini bir kez daha öngörülemez bir şekilde belirlemesine şahitlik ediyoruz.

Siyasi mühendislik peşinde koşan karanlık niyetlerin lokomotifliğindeki bir akışa kapılıp giderken, hala bu kelimeler cehenneminde sahip çıkmaya çalıştığımız “doğru ve yüksek fikirleri temsil eden” bir rejimden başka bir dayanak yok elimizde.

Ama onu da ahmaklığa ve cahilliğe tamamen terk etmemiz an meselesi.

Uzun zamandır cami, süngü, mümin gibi kelimeler üzerine düşünmek için bol bol vaktimiz oldu. Bu kelimelerin işaret ettiği hayali düzeni, neredeyse tüm yönleriyle sonuna kadar resmen deneyimledik.

Şimdi sıra belki de “Ahmak” kelimesi üzerine düşünmekte.

Ahmak kime denir, ahmaklık neye yarar ve koca bir ülke bunca ahmaklığı nasıl yapar?

Nihayetinde…

Birtakım kelimelerin sırtına binmiş belirsiz bir seçim sürecine doğru giden bu ülkede, Türk Dil Kurultayı’nın toplanışının 92’nci yıldönümünde…

İyi bayramlar hepimize.                  /././

                                                     T24 - GÜNDEM

Beyin göçü yapan yükseköğretim mezunlarının oranı belli oldu: En çok hangi ülkeye gidiyorlar?

Beyin göçü oranı 2015'te yüzde 1,6 iken, 2023'te yüzde 2 oldu. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2021-2023 dönemine ilişkin yükseköğretim beyin göçü istatistiklerini açıkladı.Türkiye'de geçen yıl yükseköğretim mezunlarının beyin göçü oranı yüzde 2 olurken, mezunlar en çok ABD'ye gitmeyi tercih etti.

Beyin göçü oranı 2015'te yüzde 1,6 iken, 2023'te yüzde 2 oldu

Buna göre, yükseköğretim mezunlarının beyin göçü oranı 2015'te yüzde 1,6 iken, 2023'te yüzde 2 oldu. Bu oran kadınlarda yüzde 1,6, erkeklerde ise yüzde 2,4 olarak kayıtlara geçti.

En yüksek eğitim-öğretim oranına sahip alan: Bilişim ve iletişim teknolojileri

En yüksek beyin göçü oranına sahip eğitim ve öğretim alanı, yüzde 6,8 ile bilişim ve iletişim teknolojileri oldu. Bu alanı, yüzde 4,4 ile mühendislik, imalat ve inşaat, yüzde 2,6 ile doğa bilimleri, matematik ve istatistik takip etti.

En yüksek beyin göçü oranına sahip lisans programı: Moleküler biyoloji ve genetik

Mezunların beyin göçü oranları incelendiğinde ise en yüksek beyin göçü oranına sahip lisans programı yüzde 17,9 ile moleküler biyoloji ve genetik olarak kayıtlara geçti. Bu bölümü, yüzde 10,2 ile biyomühendislik, yüzde 9,8 ile işletme mühendisliği, yüzde 9,1 ile elektronik mühendisliği, yüzde 8,9 ile matematik mühendisliği ve yüzde 8,4 ile bilgisayar mühendisliği izledi.

Mezunlar en çok ABD'ye gitti: En büyük paya sahip lisans programı "işletme" oldu

Bir lisans programını tamamlayanların göç etmeyi en çok tercih ettikleri ülke yüzde 21,4 ile ABD oldu. ABD'yi, yüzde 17,5 ile Almanya, yüzde 11,2 ile Birleşik Krallık, yüzde 6,9 ile Hollanda ve yüzde 4,9 ile Kanada takip etti.

ABD ve Kanada'ya göç eden mezunlar içinde en büyük paya sahip lisans programı işletme olurken, Almanya, Birleşik Krallık ve Hollanda'yı en fazla bilgisayar mühendisliği bölümünden mezun olanlar tercih etti.

                                                       ***

Olmayan geçişe rekor ödenek: Yap-işlet-devret kapsamındaki köprü ve otoyollar için müteahhitlere 328,7 milyar TL ödenecek

Müteahhitlere, işletme hakkı ve garanti anlaşmaları ile inşa ettirilen köprü ve otoyollar için 2025, 2026 ve 2027 yıllarında ödenmesi öngörülen garanti tutarı 328,7 milyar TL oldu. Kamu projelerinde kullanılan Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) ve Yap-İşlet-Devret (YİD) modelleri AKP iktidarlarında giderek daha da tartışmalı hale geldi. Havaalanlarına verilen yolcu garantileri ile yol, köprü ve tünellere verilen araç geçiş garantileri, kamu bütçesini altüst etti. Merkezi yönetim bütçesi gerçekleşmeyen yolcu garantileri nedeniyle erirken, müteahhitler servetine servet kattı.(https://t24.com.tr/haber/olmayan-gecise-rekor-odenek-yap-islet-devret-kapsamindaki-kopru-ve-otoyollar-icin-muteahhitlere-328-7-milyar-tl-odenecek,1186136)              ***

İddia | Mehmet Şimşek, BDDK Başkan Yardımcısı ve düğün daveti üzerine inceleme talimatı verdi: Gereği yapılacak!
 

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) Başkan Yardımcısı Mustafa Aydın’ın düğününe denetlemekle sorumlu olduğu banka genel müdürlerini davet ederek onlardan yüklü miktarda düğün hediyesi kabul ettiği haberi hükümet nezdinde rahatsızlığa yol açtı. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in ABD dönüşünde konu hakkında inceleme başlatılması talimatı vererek “gereğinin yapılacağını” söylediği iddia edildi. 
(https://t24.com.tr/haber/iddia-mehmet-simsek-bddk-baskan-yardimcisi-ve-dugun-daveti-uzerine-inceleme-talimati-verdi-geregi-yapilacak,1186221)

(T24) 








soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -26 Eylül 2024-

Emperyalizme karşı toplumsal görev ve sorumluluk -Ali Rıza Aydın-

Türkiye’nin NATO üyeliğinin derhal sonlandırılması, hep vurguladığımız gibi, Türkiye’nin NATO’dan çıkmasından öte NATO’nun emekçilerin yaşamından çıkması hareketidir.

Cumhurbaşkanı ve AKP ABD’de NATO güzellemesi yaparken, NATO’ya karşı olmayan TBMM’nin ikinci, yerel seçimlerin birinci partisi CHP ABD’de boy gösterirken Türkiye Halk Temsilciler Meclisi (THTM) emperyalizme ve onun militarist örgütüne karşı yürüyor. 

Yürüyüş dün Ulukışla’daydı. Ulukışla İç Anadolunun güneyinde Kuvayı Milliyenin önemli merkezlerinden biri. Ulukışla gibi birçok merkezde halk kenetlenerek emperyalizme ve saltanat düzenine karşı, hilafete ve gericiliğe karşı kurtuluş savaşı verilirken, halkın yerel merkezlerden kongrelere, kongrelerden merkeze toplanması 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisinin açılmasıyla sağlandı. Ve kurtuluştan kuruluşa bu Meclisle geçildi. Kuruluş Meclis hükümetiyle gerçekleştirildi. 

Ne acıdır ki emperyalist örgütlerin, IMF’nin, DB’nin 1940’ların ikinci yarısında, NATO’nun 1952’de Türkiye’ye girişi de Türkiye’nin Büyük Millet Meclisinin uygun bulmasıyla gerçekleşti. 1924 Anayasasındaki, Türk milletini temsil eden ve millet adına egemenlik hakkını kullanan o Meclis tarafından kurtuluş ve kuruluşu gerçekleştiren halka karşı ülke emperyalizme teslim edildi.

Yakın tarihlerde 2023’de Finlandiya’nın, 2024’de İsveç’in NATO üyeliklerinin onaylanmasının uygun bulunmasına ilişkin yasalar TBMM’de kabul edildi. 

Meclisteki siyasi partiler NATO Parlamenterler Asamblesindeyken THTM NATO’ya karşı yürüyor. NATO işbirliği düzen siyaseti ve sömürücü sınıf tarafından tam gaz devam ederken, NATO kaynaklı ve destekli savaşlar devam edip çocuklarıyla, kadınlarıyla halklar ölüme ve yoksulluğa bırakılırken THTM geçtiği yollar ve yerleşimlerdeki halkın katılımıyla, büyüyerek NATO’ya karşı yürüyor. 

NATO Yugoslavya, Afganistan, Irak, Suriye, Libya saldırılarını unutturmaya çalışarak Ukrayna’da… NATO dünyanın en büyük katliamlarından birini gerçekleştiren İsrail’de… “Günlük yașamlarımızda güvenlik sağlamak huzurumuz için kilit noktadır. NATO'nun amacı politik ve askeri vasıtalarla üye ülkelerin özgürlüǧünü ve güvenliǧini temin etmektir.” politikasını savunan NATO, üye olup olmadığına bakılmaksızın her yerde silahlı saldırgan, işgalci. 

Kendi anlatımlarıyla: “NATO, üye olmayan pek çok ülke ile çeşitli politik ve güvenlikle alakalı sorun hakkında işbirliği yapar. Bu ülkeler İttifak ile diyalog ve uygulamalı ișbirliǧi sürdürmektedir ve birçoǧu NATO liderliğinde düzenlenen operasyonlara ve görevlere katılmaktadır. NATO aynı zamanda çok çeşitli uluslararası kuruluş ile işbirliǧi halinde.”

Erdoğan NATO’nun ABD’de bir yandan Gazze savunması yaparken aynı anda Türkiye’nin “NATO’nun en güçlü müttefiklerinden biri” olduğunu söylüyor, NATO’yu övüyor.  

Türkiye’nin emperyalizmle barışık ve bağımlı olmasında düzen meclisleri hem siyasal hem de hukuksal eylem ve işlemleriyle ortak. “Genel ve eşit oy” diye diye halkın “oy”unu çalarken Türkiye’nin bağımsızlığının önünde engel teşkil eden emperyalist NATO’yu tartışmaya bile yanaşmıyor, tersine NATO’nun genişlemesine katkıda bulunuyorlar.

1949’da 12 üyeyle başlayan NATO bugün 32 üyeye ulaştı. 

NATO’nun, 1949’daki kuruluş anlaşmasından sonra sürekli ek gerekçe üretmesi, genişlemesini ve savaş suçlarıyla dolu saldırganlıklarını bu gerekçelere dayandırması, kapitalist/emperyalist dünyanın istek ve gereksinmeleriyle özdeş.   

İsrail üye mi değil mi diye sormanın anlamı yok. İsrail, emperyalizmin hemen tüm örgütleri içinde. Doğrudan NATO üyesi gözükmese de hem Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) ülkelerinden biri hem de NATO Akdeniz Diyaloğu üyesi. AB'yle de “Avrupa-Akdeniz Ortaklığı” çerçevesinde Ortaklık Anlaşması var.

AGİT Avrupa Birliği (AB) üyelerini, AB ve/veya NATO üyeliği perspektifi bulunan Balkan ülkelerini, ABD, Kanada, Doğu Avrupa, Kafkasya ve Orta Asya ülkelerini bünyesinde toplayan en büyük bölgesel güvenlik forumlarından. Siyasal, askersel, ekonomik, çevresel ve insansal boyutları içeren kapsamlı güvenlik anlayışı, erken uyarı, çatışmaların önlenmesi, kriz yönetimi ile çatışma sonrası rehabilitasyon alanlarındaki deneyimiyle bu örgüt aslında uluslararası tekellerin, sermaye sınıfının militarist örgütü NATO’nun dünyaya yayılmasının etkin ortaklarından biri. 

Türkiye’nin bağımsızlığı ve egemenliği doğrultusunda faaliyet yürüten Türkiye Halk Temsilciler Meclisinin, bağımlılığı ve emperyalist işbirliğini siyasal ve ekonomik olarak bütünsel görmesi, sömürünün olmadığı bağımsız bir düzeni hedeflemesine dayanıyor. 

NATO’ya karşı yürüyüş, emperyalizme ve kapitalizme karşı duruşun olmazsa olmazı. Emperyalizmin bölgemizde yürüttüğü politikaların örtülü ya da açıktan parçası olan, bu politikaların yürütülmesinde önemli roller üstlenen bir Türkiye’nin sömürenlerin yanında olması emekçi halkı yoksulluğa, yoksunluğa, güvencesizliğe esir ediyor. Dur demek de emekçi halkın görev ve sorumluluğu.     

NATO yürüyüşüne katılımın yaygınlığı ve canlılığı, ABD ve NATO’nun kirli yüzlerinin halkımız tarafından iyi tanınıyor ve onlardan gelecek herhangi bir faydaya inanç beslenmiyor olmasına dayanıyor. Halk, sermaye sınıfına, düzen içi siyasete, gericilere, onların kutsal saydıklarına kanmayacağını gösteriyor. 

Türkiye’nin NATO üyeliğinin derhal sonlandırılması, hep vurguladığımız gibi, Türkiye’nin NATO’dan çıkmasından öte NATO’nun emekçilerin yaşamından çıkması hareketidir;  emperyalizmle işbirliği devam ederken sömürücü düzene karşı yurtseverliği, cumhuriyetçiliği, bağımsızlığı, laikliği, aydınlığı, eşitliği, refahı ve emek gücünü savunanların hareketidir. 

Yürüyüş aynı zamanda Türkiye’nin egemenliğini, bağımsızlığını, laikliği, emekçi halkı koruyamayan, Anayasanın rafa kaldırılmasına, Cumhuriyetin yıkılmasına sesini çıkaramayan TBMM’ye çağrı hareketidir. 

28 Eylül’de Adana/İncirlik’te, 3 Kasım’da İstanbul’da THTM ile yurtsever halkın buluşmaları devam edecek. Müziğin diliyle “bağımsız bir ülkeyi kuracak Halk Meclisi”.1

https://x.com/THalkMeclisi/status/1838937599727001849

Bu memleket ne NATO’ya ne de sömürücülere bırakılacak. Emekçilerin Cumhuriyetinde emperyalizmin ekonomik, siyasal ve militarist örgütlerinin üyesi olunmayacak, işbirliği yapılmayacak.

  • 1.“Yürüyor Halk Meclisi”, Manifesto Müzik Grubu, söz: Cansın Aktan Sertesen, müzik: İltan Bilge, vokal düzenleme: Haluk Polat, kamera-kurgu: Etkin Kolbaşı,
                                                                            /././
İşte iktidar: Hatay'da öğretmenlere ev yapmadılar, konteynerlere sayaç takıyorlar -Özkan Öztaş-
AFAD’ın genelgesine göre Hatay’da memurlar herkesten ayrı konteynerlere yerleştirilecek. Sebep elektrik faturası kesebilmek için tüm memurları tespit edebilmek.
AFAD'ın depremzedelere ilettiği bir genelge tartışmalara neden oldu. Genelgeye göre konteyner kentlerde kalan kamu personelleri 27 Eylül Cuma gününe kadar elektrik sayacı taktırmak için Toroslar EDAŞ'a başvurmalı. Aksi durumda konteyner kentlerde kalan memurların elektrikleri kesilecek.

Aylar önce konteyner kentlerde kalan esnafların işletmelerine ücretsiz elektrik sözü veren Valiliğin yine benzer bir gerekçeyle kararından vazgeçmesi ve dükkanlara sayaç takılması gündem olmuştu.

AFAD'ın yeni genelgesi, konteyner kentlerdeki sayaç uygulamasının zamanla genişletildiğini ve ilerleyen süreçlerde tüm depremzedelere de dayatılacağı izlenimini doğurdu. 

Aynı zamanda genelgede konteyner kentlerde yalnızca memurlara sayaç takılması zor olacağı için kamu personellerinin benzer konteyner kentlere yerleştirileceğine dair bir ibare de yer alıyor.

Bu durum "Farklı Geçici Konaklama Merkezlerinde barınan kamu personellerinin aynı Geçici Konaklama Merkezlerinde yerleşmelerinin sağlanması ve bu merkezlerin işletim giderlerinin (elektrik, su vb.) bağlı oldukları kurumlarca karşılanması" ifadesiyle yer alıyor.

Öğretmenler konteynerlere takılacak sayaçları ve fatura gündemini cep telefonlarına gelen bir mesajla öğrendi.

'Tek sorun elektrik sayacı olsa belki tamam ama...'

Konteyner kentler, diğer adıyla "Geçici Konaklama Merkezleri". Her ne kadar "geçici" denilse de depremden bu yana süren bir uygulama. 

İşte bu konteyner kentlerden birinde kalan Emir Öğretmen* durumu şöyle anlatıyor:

"Tek sorun bu olsa belki 'eyvallah' diyeceğiz ama onca sorunun içinde bir de bununla uğraşacak olmak canını sıkıyor insanın. Aslında elektrik konusu normalde büyük bir konu olmamalı. Gelen yazıdan anladığımız kadarıyla öğretmenler aynı konteyner kentlere yerleştirilecek. Elektrik ve su ödemeleri de bağlı olduğu kurumlar tarafından yani bakanlık tarafından ödenecek. Ancak abonelikleri bizim almamız ve ödemeleri bizim yapmamız gerektiği söylendi."

Öğretmenler için toplama kampı gibi fatura modeli

Konteyner kentlerde kalan öğretmenlere iletilen genelgeye göre kimin memur kimin işçi olduğunu tespit etmek zor. Bu yüzden de memurları ayrıştırmak için tüm öğretmenlerin ayrı bir konteyner kente yerleştirileceğinden bahsediliyor.

Sürecin nasıl ve ne zaman olacağına dair birçok belirsizlik mevcut. 

Ancak öğretmenlerin esas şikayeti, devletin masraftan kaçınması. 

Emir öğretmen bu durumu  "Devletin umurunda olmadığımızı düşünüyorum. Herkese ayrı bir konteyner verseler, elektrik-su mevzusunu kimse sorun etmez bence. Bizi rahatsız eden iktidarın masraftan kısmak için sürekli bizlere sorumluluk yüklenmesi" diye ifade ediyor.

Yönetmeliğe göre abonelikler öğretmenlerin adına olacak ve başlangıçta faturayı bakanlık ödeyecek. Ama bu durum aslında depremzedelerin yeniden faturalarla ilişkilenmesi için atılan ilk adım olarak görülüyor. Faturaları takip edebilmek için de tüm öğretmenler bir konteyner kentte toplanacak.

Bir konteynere iki bekar öğretmen

Her konteynere iki bekar öğretmenin yerleştirildiğini anlatan Emir, "Yeni atanan öğretmenlerin neredeyse tamamı bekar ve iki kişi kalıyoruz. Küçücük bir alanda iki kişi yaşamak çok zor. Alan çok dar. Hayatta kalmak dışında yapabildiğimiz bir şey yok konteynerde. Devletin sırf masrafları azaltmak, daha az konteyner sağlamak adına iki yetişkin insanı aynı küçücük konteynere yerleştirmesi bence çok büyük saygısızlık. Onuruna dokunuyor insanın" diyerek durumun yarattığı problemleri anlatıyor.

Tüm bu sorunların üzerine bir de elektrik sayacı takılacak olmasını, hatta bunun için belki de konteyner kent değiştirecek olmalarından dolayı yaşanacak problemlere dikkat çekiyor:

"Konu gerçekten tek başına fatura değil. Mesela ben internet altyapısı olmadığı için ayda zaten 1000 lira civarından telefon faturası ödüyorum. Çünkü sabit internet altyapısı yok ve gezgin internet aboneliklerine 1000 lira gibi uçuk ücretler ödemek zorundayız. Bir eğitimci olarak internet kullanmaya mecburum. Ama hiçbir sorun yok gibi, her şey yolundaymış gibi 'Sıra elektrik faturasına' geldi demeleri tuhaf gerçekten. Anlaşılan o ki normalleşmeden anladıkları şey faturaların depremzedelerin kaldığı 20 metrekarelik kutulara gelmesi. Başka bir şey değil."

Kamuda çalışan depremzedeler bu uygulamadan duydukları rahatsızlığa dikkat çekerken mevcut durumda devam eden sorunların da acilen çözülmesini talep ediyor. Bakanlık ise konteyner kentlere sayaç takma telaşı içinde. İlk fatura ise eğitimcilere kesilecek.

*Öğretmenin adı mesleki sorun yaşamaması adına değiştirilmiştir.

                                                                           /././

Küba’ya borcumuz -Nevzat Evrim Önal-

Küba sosyalizm değil abluka nedeniyle yoksul. Market raflarında olağan biçimde bulunan pek çok şey orada yok. Ama haberleri açtığımızda insanlığımızdan utandığımız şeyler de yok, onurlu bir yaşam var.

Geçtiğimiz hafta sonu, ABD emperyalizminin on yıllardır Küba’ya uyguluyor olduğu ablukanın, adanın insanlarına nasıl büyük bir zarar verdiğini gözler önüne seren bir sempozyum izledik. Küba’dan gelen kapsamlı bir delegasyon, hem genel anlamda, hem de ekonomi, hukuk, gençlik gibi başlıklarda ablukanın yıkıcı etkilerini anlattı.

ABD emperyalizmi, kurulduğu günden bu yana Küba devrimini boğmaya çalışıyor. Uyguladığı abluka ile Küba’nın sadece ABD’deki herhangi bir şirket ya da başka aktörle ekonomik ilişki kurmasını engellemiyor; aynı zamanda Küba’ya yanaşan gemileri ABD limanlarına yanaştırmayarak ve tüm uluslararası bankaların Küba ile işlem yapmasını engelleyerek adayı ekonomik anlamda neredeyse tamamen tecrit ediyor.

Bir iktisatçı olarak kolaylıkla ve yüzde yüz emin olarak söyleyebilirim ki, Sovyetler Birliği’nin yıkıldığı günden bu yana bir ekonomi “mucizesi” varsa, bu Çin’in yükselişi falan değil Küba’nın yıkılmamış olmasıdır. Küba’da sosyalizmin büyük zorluklara rağmen halen yaşıyor olması, ekonomi bilimiyle açıklanamaz. 

Bu “mucize”nin açıklaması şu: Küba’da devrimin kurduğu toplumsal düzen sayesinde insanlık onuru bireysel bir mesele olmaktan çıkıp halkın ideolojisine dönüştü ve ortaya muazzam bir güç çıktı. Bu öyle bir güç ki, daha neredeyse çocuk yaşta, gencecik bir insan, evine döndüğünde haftanın bazı günleri elektriksiz olacağını bilse de, kendi çocuğuna daha güzel bir Küba bırakmaktan bahsediyor. Bir milletvekili, evinde diş macunu olmasa da, Küba ekonomisinin emperyalist ablukaya rağmen çocuklara ücretsiz süt sağlamaya devam edeceğini anlatıyor.

Ve bunları söylerken gülümsüyorlar. Çünkü, biraz yavaş çalışmaya başladığında hemen yenisiyle değiştirmeyi düşündükleri yüzlerce farklı model telefonları yok, ama onurları var. Toptan bir “arka bahçe” olarak anılan kıtada özgürce, boyun eğmeden yaşayan bir ağaç olmayı başarmışlar ve bunu kaybetmektense, geri kalan her şeylerini kaybetmeye hazırlar.

Bunu sadece kendileri için yapmıyorlar. Onların mücadelesi dünyanın her yerinde, onurundan vaz geçmeyen her insana umut oluyor. İnsanlar çocuklarının adını Fidel koyuyor. Gençler mazluma silah doğrultan şerefsiz çetecilere değil, egemenlerin en güçlüsüne silah çeken Castro ve yoldaşlarına özeniyor. Dünyanın her yerinde, özel mülkiyet düzeni tarafından kuşatılmış her yaştan insan, bu kuşatılmış adanın müzikleriyle, danslarıyla, Mojito’suyla bir an olsun nefes alıyor. 

Her birimiz, umudumuzun bir kısmını Küba’ya borçluyuz.

                                                                ***

Küba’nın böylesine özveriyle direniyor olmasının sırrı, aktif siyasetin halktan ayrı, kapalı kapılar ardında yapılan bir çıkar pazarlığı değil, herkesin katıldığı bir toplumsal faaliyet olması. Bunu sağlayan da, birden fazla nedenle, sosyalizm. Birincisi, kimse zengin olduğu için borusunu daha fazla öttüremiyor; herkes beklentilerini kendisiyle eşit olan yurttaşlarını ikna edecek biçimde savunmak zorunda. İkincisi, sosyalist demokrasi, pratik yerel meselelerden anayasa değişikliği dahil en merkezi yasama kararlarına kadar tüm politik süreçlere katılım kanalları sağlıyor; kimsenin siyasete katılımı oy vermekten, “basıp geçmekten” ibaret kalmıyor. Üçüncüsü, sosyalist düzende sömürücü bir sermaye sınıfı yok ve emekçileri haftada yetmiş seksen saat çalıştırıp tüm enerjilerini emmiyor, gündelik hayat da insanları evlerine kapatıp antisosyalleştirmiyor, izole etmiyor. Böylelikle insanların siyasete katılma isteği, enerjisi ve zamanı oluyor.

Parçası olduğunuz şeyi benimsersiniz. Kübalıların büyük çoğunluğu sosyalizmi benimsemiş çünkü sosyalizm altında yaşamıyor, sosyalizmi her gün bizzat gerçekleştiriyor, yaşatıyor ve ülkelerinin bağımsızlığının buna bağlı olduğunu biliyorlar. Bu yüzden, çok yoksul olsalar da, sosyalizmden ve ülkelerinden vazgeçmiyorlar.

Bizim yaşantımızdan ne kadar farklı, değil mi? Bizim ülkemizde sadece merkezi yasama süreçlerinde değil apartman genel kurullarında bile eşitsizlik var; üç dairesi olanın üç oy hakkı oluyor. Oturduğunuz ilçenin belediye başkanı sosyal demokrat olsa bile, “birlikte yöneteceğiz” iddiasıyla yaptığı mahalle toplantısında “belediyedeki işçilerin maaşları niye ödenmiyor?” diye sorduğunuzda “bu sizin sorununuz değil” cevabı alıyorsunuz.1

Siyasete katılım kanalları kapalı çünkü siyaset, zenginlerin zenginliklerini koruma ve büyütme faaliyeti. Bunu sadece yolsuzlukla yapmıyorlar, yollar da buraya doğru döşeniyor.

Hal böyle olduğunda, kimimiz düzenin sahtekârlarına bel bağlıyor, kimimiz küsüp kendi yalnızlığına kapanıyor, kimimiz çekip gitmeyi düşünüyor, hatta gidiyor. Ama içinde yaşadığımız düzende, sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde sıradan insan siyasetten el çekiyor, bilhassa gençler arasında seçimlere katılım oranları yerlerde sürünüyor. Çünkü sözümüzün bir değeri yok, bu düzende herkesin değeri serveti kadar ve büyük çoğunluğu oluşturan bizlerin serveti yok.

Yurt bir toprak parçası değil, siyasi bir varlıktır. Siyasette yoksak, gerçekten bir yurdumuz da yoktur.

Ama liberaller yalan söylüyor; insan yersiz, yurtsuz, köksüz olduğunda özgürleşmez, eksilir. 

Kübalılara baktığımızda içimizin ısınmasının sebebi bu. Sadece tutkuyla değil iyicil arzularla, özgürlük için, eşitlik için, adalet için, bağımsızlık için, horlanmamak, aşağılanmamak için sımsıkı tutundukları bir yurtları var. 

Bu yüzden çok zor şartlarda sadece kendilerine değil hepimize umut oluyorlar.

Onlara borçluyuz.

                                                           ***

Bu borcu ödemenin iki yolu var.

Birincisi, Küba’yı savunmalıyız. Küba devrimi, insanlığın emperyalizme ve sömürüye karşı verdiği mücadelede çok ileride, emperyalizmin kalesinin dibinde bir mevziye bayrak dikti ve 1959’dan bu yana o siperi savunuyor. Küba küçücük bir ada olabilir, ama ABD emperyalizmine bu denli yakın olması ve mücadelesini bu denli aydınlık, onurlu ve meşru biçimde veriyor olması, onu kana susamış aslanın pençesine batmış dikene dönüştürüyor. Aslan dikenle uğraşmaktan, başka hayvanları parçalamaya daha az güç bulabiliyor. Yani Küba devrimi, emperyalizme karşı hepimiz adına mücadele ediyor.

Bu mücadeleye destek vermeliyiz. ABD’nin Küba’ya attığı “teröre destek veren ülke” iftirasına karşı çıkmalı, Küba’nın egemenlik haklarını ihlal eden ablukanın kaldırılmasını savunmalıyız. Ama bu yetmez. Çünkü adaya yönelik kara propaganda bununla sınırlı değil. Sorsanız solcu olduğunu, bağımsızlıktan yana olduğunu söyleyecek, ama hayatlarında bir gün bile gerçekten mücadele etmemiş bir sürü çok bilmiş, Küba’ya destek olacaklarına, onun yoksulluğuna ve bu yoksulluğun fuhuş gibi, karaborsa gibi kimi sonuçlarına bakıp, bundan ABD’yi değil sosyalist Küba devletini sorumlu tutuyor. 

Bu yalanları mahkûm etmeli, Küba’daki yoksulluğun tek sorumlusunun abluka olduğunu her fırsatta söylemeliyiz.

Ama bu da yetmez, çünkü Küba en önde çatışıyor ve güzel sözlerden, iyi dileklerden ziyade ikmale, mühimmata, maddi olanaklara ihtiyacı var. Bu yüzden ayni ve nakdi bağışlarla Küba’ya destek olmalıyız. Bunları nasıl yapabileceğimiz konusunda, Küba ile dayanışma için kurulmuş ve Küba devletinin Türkiye’deki resmi muhatabı olan José Marti Küba Dostluk Derneği’nden bilgi almalıyız.

İkincisi, biz de mücadele etmeliyiz. Küba, ön cephede yalnız başına direniyor. Onu bu yalnızlıktan kurtarmalı, biz de ilerlemeli ve onun tuttuğu mevziinin yanında bir mevzi tutmalıyız. Biz de kendi devrimimizi yapmalı, ülkemizi emperyalizmle bağlarını kesmiş, sömürünün olmadığı, eşit, özgür, laik bir ülkeye dönüştürmeliyiz. 

Düzenin bütün yalancıları, sürekli Küba’nın yoksulluğundan, herkesin mutsuz olduğundan, halkın kaçıp gitmek istediğinden bahsediyor. 

Öncelikle, durum böyle olsaydı Küba bir gün bile direnemezdi. 

Ama daha önemlisi... Evet, Küba sosyalizm değil abluka nedeniyle yoksul. Bizde market raflarında olağan biçimde bulunan pek çok şey orada yok. Ama her gün haberleri açtığımızda insanlığımızdan utandığımız şeyler de yok, onurlu bir yaşam var.  

Soru şu: Küba yoksul da, biz zengin miyiz gerçekten?

Ve onlar gibi onurlu bir yaşam için, bazı konforlardan vaz geçmeye değmez mi?

                                                                                 /././
Polonez Direnişi'nde umudu filizlendiren kadın emekçiler: 'Birlikte mücadele edersek birlikte kazanacağız' -Filiz Acar*-
"Selam olsun, hiçbir baskıya ve şiddete boyun eğmeden hakları için, gelecek için en ön saflarda sınıfının yanında mücadele eden, mücadeleleriyle cesareti ve umudu filizlendiren tüm kadın emekçilere!"
Geçtiğimiz günlerde Türkiye Komünist Partisi olarak direnişlerinde 60 günü geride bırakan ve kazanana kadar direnmeye devam edeceklerini cesaretle dile getirip boyun eğmeyen Polonez işçilerini ziyaret ettik.

Polonez işçileri insanca ücret ve çalışma koşulları için Tek Gıda-İş Sendikası'nda örgütlenmeye başlamış, işçilerin hak arayışı ve örgütlenme faaliyetlerini zararlı bulan patron, sendikal faaliyet içerisinde bulunan işçileri işten çıkarmıştı.

Ziyaretimiz sırasında hakları için direnen işçilerden biri olan Sevgi ile sohbet etme fırsatı yakaladık. Sevgi, babasını kaybettikten sonra, geçim derdini sırtlanıp 14 yaşında çalışma hayatına atılmış, o gün bugündür de çalışmaya devam ediyor. Tekstil ve gıda başta olmak üzere çeşitli sektörlerde 30 yılı aşkın süredir çalışan Sevgi, çalışma hayatından şöyle bahsediyor;

"Önceden sendikal faaliyet ve örgütlülük daha kuvvetliydi, o zaman koşullarımız da bugüne göre daha iyiydi. Örgütlülük ve mücadele zaman içinde zayıfladıkça, koşullarımız da kötüleşiyor, haklarımız elimizden alınıyor. Çocuklarımızın geleceğinden kaygılıyım, bugün burada olmamın bir nedeni de çocuklarımızdır, geleceğimizdir.”

'Çocuklarımız için, geleceğimiz için bugün mücadele etmek zorundayız'

Hakları için verdikleri mücadeleyi “açgözlülük” olarak nitelendirenler, haklı mücadelelerini karalamak isteyenler olduğundan bahsediyor ve bu eleştirilerin çoğunlukla kadın emekçilere yöneltilmiş olmasından da ayrıca şikayetçi. “İstiyorlar ki kadın evde otursun, çalışmasın, mücadele etmesin, kocasının eline baksın. Üretmeyen insana insan denir mi? Hem iş hayatından uzaklaşan kadın, hayattan da uzaklaşıyor, saçını bile tarayası gelmiyor evde oturan kadının” diyerek gülümsüyor. Emeğinin değerinin farkında bir emekçi olarak daha iyi koşullar için mücadele etmeye devam edeceğini fakat bunun bireysel bir mücadele olmadığını üstüne basa basa vurguluyor: “Bizim direnişimiz patronları korkuttu bölgedeki fabrikalarda ücretlerin artmaya başladığını duyuyoruz. Bu bir kazanımdır, birlikte mücadele edersek birlikte kazanacağız.”

“Sen de çocukların da fişlendin artık, hiçbir yerde iş bulamazsınız” diyenlere de gülüp geçiyor. “İşsizlik almış başını yürümüş, iş bulanlara da üç kuruş veriyorlar. Biz hırsızlık mı yaptık da fişlendik? Asıl bu koşullara ses çıkarmazsak ileride çocuklarımız hangi koşullarda yaşayacak? Çocuklarımız için, geleceğimiz için bugün mücadele etmek zorundayız, mücadelemiz yalnızca bugünün konusu değil” diyor.

Polis şiddetine olan tepkisini ise şu sözlerle dile getiriyor:

“Ülkede katiller, hırsızlar ellerini kollarını sallayarak dolaşırken, emekçiler anayasal haklarını kullanabilmek için polis şiddetine maruz kalıyor. Polis, patronun koruması mı ki bize, emekçi halka böyle düşmanca saldırıyor? Biz ne yaptık da ters kelepçe ile gözaltına alındık, gözaltında kötü muameleye maruz kaldık?”

Kelepçelerin bilinçli olarak sıkıldığını, birçok arkadaşının bileklerinin morardığını, ilaç içmek için dahi su verilmediğini öfkeyle anlatıyor. 

'Umut ancak mücadele ile var olabilir'

Sevgi son olarak, dayanışmaya ve direnişlerinin yaygınlaştırılmasına duydukları ihtiyaçtan bahsediyor. Kimi zaman direniş alanında yanlarına gelip kalpten desteklediklerini söyleyenlere şöyle sesleniyor: “Var olun fakat kalpten destek bir işe yaramıyor, hiçbir şey yapamıyorsanız bile sessizce oturmak yerine alkışlayın, ses çıkarın.”

Sevgi ve direnen diğer tüm emekçiler ışıl ışıl bakan gözleriyle, emeklerine verdikleri değerle, direnişleriyle, “Bu ülke insanından hiçbir şey olmaz, bu ülke artık düzelmez” diyenlere inat, umudun ancak mücadele ile var olabileceğinin kanlı canlı kanıtı gibiydiler. 

Selam olsun, hiçbir baskıya ve şiddete boyun eğmeden hakları için, gelecek için en ön saflarda sınıfının yanında mücadele eden, mücadeleleriyle cesareti ve umudu filizlendiren tüm kadın emekçilere! 

Yaşamak ve çalışmak

Yaşamak ve savaşmak

Yaşamak ve hayatı sevmek

Leylak dalındaki arılar gibi

Bahçe ağaçlarındaki kuşlar gibi

Çayırdaki cırcır böcekleri gibi1

*İstanbul Kurtuluş Kadın Dayanışma Komitesi Üyesi

                                                                                /././

                                              soL - GÜNDEM

İncirlik Üssü’ne yürüyüşte on birinci gün: Mersin Limanı

İstanbul'dan yola çıkan Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi bugün Mersin'deydi. NATO ve emperyalist savaşa karşı düzenlenen yürüyüşün hedefi Adana'daki İncirlik Üssü.(https://haber.sol.org.tr/haber/incirlik-ussune-yuruyuste-birinci-gun-mersin-limani-395214)                            ***

Putin, Kurtulmuş'u Kremlin'de kabul etti: BRICS'te Erdoğan'la ayrı görüşecek

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş'u Kremlin Sarayı'nda kabul etti. Putin, Erdoğan ile ekimde Kazan'daki BRICS zirvesinde görüşeceklerini açıkladı.(https://haber.sol.org.tr/haber/putin-kurtulmusu-kremlinde-kabul-etti-bricste-erdoganla-ayri-gorusecek-395213)

                                                                            ***

Sosyalist aydın Candan Baysan yaşamını yitirdi

Türkiye'de sosyalist iktidar mücadelesinin önemli isimlerinden Candan Baysan bugün hayata veda etti. Mesut Odman, Yusuf Şaylan ve Hasip Akgül, Baysan'ı anlattı.

1975-78 yılları arasında TİP Ankara Yönetim Kurulu üyesi, Sosyalist İktidar dergisi kurucusu, Toplumsal Kurtuluş dergisi eski Genel Yayın Yönetmeni, ODTÜ eski öğretim üyesi, ekonometri uzmanı Candan Baysan tedavi gördüğü hastanede hayata veda etti. 

1945 doğumlu Baysan bir süredir sağlık sorunları nedeniyle tedavi görüyordu. Bugün hayata veda eden Baysan, Türkiye'de sosyalist iktidar mücadelesinin gizli kahramanlarından biri olarak tanınıyor. ODTÜ'de Yalçın Küçük'ün akademide asistanı olarak başlayan serüveni, Yalçın Küçük ile bir yol arkadaşlığına dönüşürken, birçok faaliyette de bir arada oldular. 

'Sosyalist İktidar adının mimarlarından'

Toplumsal Kurtuluş Dergisi'nin yayınlanma sürecinde birlikte yer alan Mesut Odman, Yusuf Şaylan ve Hasip Akgül, Candan Baysan'ı anlatırken onun daha çok emektar ve mücadeleci yanına vurgu yaptılar.

Yakın dostu olan Candan Baysan'ı kaybetmenin üzüntüsünü yaşadığı ifade eden Mesut Odman, "Candan Baysan ile uzun yıllara dayanan bir dostluğumuz var. Bu cuma günkü yazımı yapabilirsem eğer ona ayırmak istiyorum. Yine böyle hastalandığı ve bizi korkuttuğu bir zamanda böyle bir yazı kaleme almıştım. 15 yıl oldu." dedi.

Odman "Candan Baysan ile ODTÜ Ekonomi'den arkadaşız. 1967 yılı mezunu kendisi. 1. TİP ve 2. TİP üyelerinden. Ayrıca birlikte yaptığımız çalışmalardan biri olan ikinci TİP'teki Karşı-Plan çalışmasının da yürütücülerinden. Candan, 1979 yılında TİP'te ihraç edilen grubun içinde yer almıştı. 1979 yılında Sosyalist İktidar dergisinin çıkaranlarından ve çalışanlarından. Hatta o süreçte dergiye bu ismi verenlerden. Sosyalist İktidar kavramını ortaya atan arkadaşlarımızdandı ve o isimden, o yoldan hiç ayrılmadı. Sonra 1987 çıkardığımız Toplumsal Kurtuluş dergisinde de yer aldı. Derginin yazarı ve çıkaranları arasında yer alıyordu. Daha sonra 2002 Eylül ayında başlayan soL Meclis'te de yer almıştı" cümleleriyle anlattı Candan Baysan'ı.

'Mücadelemizin gizli kahramanlarından'

Yusuf Şaylan 1987 yılında yayın hayatına başlayan Toplumsal Kurtuluş Dergisi'nde birlikte yer aldığı Candan Baysan için "Devrimci mücadelenin gizli kahramanlarından birisidir. Tolumsal Kurtuluş Dergisi'nin okurlarla buluştuğu yıllarda Yalçın Küçük'ün dostu, öğrencisi, kardeşi olmuştu. Mücadelenin devam edebilmesi için elinden geleni yapan ama çok bilinmeyen hep arka planda duran birisiydi" dedi. 

Hasip Akgül ise Yalçın Küçük'ün Candan Baysan için dile getirdiği "cömert, affediciherkeste beğenilecek yanlar bulma uzmanı" sözlerini aktardı. 

"1945 doğumlu, TİP Ankara Yönetim Kurulu üyesi, Sosyalist İktidar dergisi kurucusu, Toplumsal Kurtuluş dergisi eski Genel Yayın Yönetmeni, ODTÜ eski öğretim üyesi, ekonometri uzmanı, 'cömert, affedici, herkeste beğenilecek yanlar bulma uzmanı' Candan Baysan’ı kaybettik" diyen Hasip Akgül, Baysan'ın eşitlik ve özgürlük mücadelesine kattıklarının değerinin unutulamayacağını ifade etti. 

Prof. Dr. Gül Baysan’la evli ve bir çocuk babası olan Candan Baysan uzun süredir tedavi görüyordu. 26 Eylül Perşembe günü öğlen Maltepe Camii’nden kaldırılacak olan naaşı Karşıyaka Mezarlığı’na defnedilecek.

                                                         ***

AKP’den ABD’ye güvenceler: Ukrayna’nın NATO üyeliğine kapı kapanmadı, yatırımcıya ek vergi yok

AKP hükümeti BRICS üyeliği başvurusunu koz olarak elinde tutarken Erdoğan ve bakanlarının ABD’de yaptıkları açıklamalar NATO ve Batı cephesine verilen sözleri ortaya koyuyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/akpden-abdye-guvenceler-ukraynanin-nato-uyeligine-kapi-kapanmadi-yatirimciya-ek-vergi-yok)

                                                         ***

Tarikatta istismar davasında karar: Pedofili üzerinden şeriat savunusu yapılıyor

Hiranur Vakfı kurucusu Yusuf Ziya Gümüşel'e verilen ceza gericileri rahatsız etti. Kararın "Kuran'a aykırı olduğu" söylendi, pedofili alenen meşrulaştırıldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/tarikatta-istismar-davasinda-karar-pedofili-uzerinden-seriat-savunusu-yapiliyor-395207)

(soL)

Öne Çıkan Yayın

Çok şey söyleyip bir şey anlatmama sanatı! -Mehmet Y. Yılmaz /T24-

Cumhurbaşkanı “altı doldurulmamış sözlerle sürece sahip çıkıyormuş gibi görünme” konuşmalarını hep yapıyor. Ama esasen hiçbir şey söylemiyor...