T24 - "KÖŞEBAŞI" -8 Ekim 2024-

 Mafyada, cemaat tipi örgütlenme!-Tolga Şardan-

Kimi zaman otobüs dolusu getirilen dezavantajlı gençler, farklı mafya gruplarının kontrolünde Esenyurt, Bağcılar, Güngören, Sancaktepe, Çekmeköy gibi semtlerde hazırlanan kiralık evlerde konaklatılıyor. Bu gençler, bir bakıma özel eğitimden geçiriliyor. Zamanı geldiğinde de ellerine verilen silahlarla kendilerine gösterilen hedeflere yönelik saldırılarda görev alıyorlar.

Dur durak bilmeden devam eden “vahim” olaylar, ülke genelinde kamu güvenliğinin geldiği noktayı acı örnekleriyle yaşatıyor bir süredir.

Türkiye, çok büyük iç güvenlik sorunuyla karşı karşıya maalesef.

İç güvenlik sorunundan kastım, sokakların güvenliği elbette.

Uyuşturucu satışının patlaması başta olmak üzere cinayet, taciz, saldırı, gasp, hırsızlık, tecavüz olayları haber bültenlerinin başında yer almaya başladı artık.

Özellikle kadınlara ve çocuklara yönelik şiddet olaylarındaki gelişmeler, ülkenin ana gündem maddesinin en tepesinde.

Yapılan veya yapıldığı ifade edilen tüm mücadeleye ve çabalara karşın, en küçük bir gerileme olmadığı gibi olaylardaki şiddet görüntüleri her geçen gün daha farklı boyutlara ulaşıyor ne yazık ki.

Şimdiye kadar bu coğrafyada görülmemiş vahamette ve vahşetle sonuçlanan olaylar hafızalara kazınıyor.

8 yaşındaki Narin’in Diyarbakır’ın Tavşantepe Köyü’nde öldürülmesi, İstanbul’da Polis Memuresi Şeyma Yıldız’ın şehit edilmesi, 19 yaşındaki iki genç kızın vücut bütünlüğünü bozan gencin intiharı, Beyoğlu’nda genç kıza saldıran ve yaptıklarını hatırlamayan iki gencin tutuklanması, Kahramanmaraş’ta hastane çalışanlarının bir kadın tarafından pompalı tüfekle rehin alınması, Tekirdağ’da 2 yaşındaki Sıla bebeğe yönelik cinsel saldırı, futbolcu Serhat Akın’ın vurulması, sadece son bir – iki hafta içinde yaşananlar.

Sokaklarda çatışanları, birbirlerine kurşun yağdıranları, tekme tokat saldıranları, trafikte yaşanan silahlı dayaklı saldırıları, hesaba katmadan üstelik.

Suç basamağının en tepesindeki kent

T24’ün yıllık toplantısına katılmak için İstanbul’daydım geçen hafta boyunca.

Kara ve deniz toplu taşıma sistemini kullanarak sokaklarını, semtlerini epeyce arşınladım.

Bu kente her gelişimde “bir başka dünya” olduğunun örneklerini görmek, Ankara’ya dönüşte mutlu kılıyor bu satırların yazarını.

İstanbul’u turlarken uzun sürelerle ve sıkça kullandığım toplu taşımda gözlerimi kime odaklasam, yüzlerinde hep aynı endişeyi gördüm desem yanlış olmaz.

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, göreve geldiği günden buyana geçen sürede açıkladığı rakamlara bakıldığında suçla mücadele çerçevesinde ülke genelinde binlerce operasyon yapıldı. On binlerce şüpheli yakalandı, binlercesi tutuklandı.

Her ne kadar istatistik olarak kayıtlara girse de bu rakamlar, ülkenin adım adım nasıl suç cenneti haline geldiğinin göstergesi.

Bilakis İstanbul, suç cennetinin ilk basamağında elbette.

Yerlikaya, sosyal medyadan gerçekleştirdiği kamuoyu bilgilendirmelerinde neredeyse hemen her gün İstanbul’la ilgili operasyonel faaliyetleri aktarıyor.

Tonlarca uyuşturucu madde ele geçirilmesi, mafya gruplarına yönelik düzinelerce operasyonlar, dolandırıcılık şebekelerinin gün ışığına çıkarılması, terör örgütleri ile yasa dışı bahis organizasyonlarının tespiti, Türkiye’nin en büyük kentindeki yaşam güvenliğini tesis etmeye yetmiyor maalesef.

Yerlikaya’nın sosyal medya mesajlarına bakıldığında İstanbul’da mevcut ulusal mafya gruplarının yanı sıra fazlasıyla lokal ve yerel suç örgütleri faaliyet gösteriyor.

Kentin 39 ilçesinden hemen hemen tamamında suç örgütlerinin faaliyet gösterdiği söz konusu mesajlardan anlaşılıyor.

Örneğin, Yerlikaya 30 Eylül’deki bilgilendirmesinde Sultangazi, Eyüpsultan, Bakırköy, Bağcılar ve Ataşehir’deki suç örgütlerine operasyon yapıldığını duyurdu.

Keza, Esenyurt’ta da suç örgütü operasyonu yürütüldü.

Yerlikaya, İstanbul Emniyeti’nde!

Bakan Yerlikaya, hafta sonunda İstanbul Emniyeti’ne giderek kentin polis yöneticilerinden bilgi aldı.

Aralıkta yaş haddinden emekli olması beklenen Zafer Aktaş ve ekibi, Yerlikaya’ya son durumu özetledi.

Yeri gelmişken, bizzat Yerlikaya tarafından kamuoyuna yapılan ziyaretle ilgili bilgilendirme mesajında yer alan fotoğraflara bakıldığında dikkat çekici bir durum ortaya çıktı.

İstanbul Emniyet Müdürlüğü binasındaki toplantıda İstanbul Valisi Davut Gül yoktu!

Kentin genel asayiş ve düzeninin sağlanmasından birinci derecede sorumlu olan Vali Gül’ün toplantıda neden olmadığı merak konusu oldu.

Merakı gidermek adına, Bakan Yerlikaya’nın İstanbul Emniyeti’nin ana yerleşkesinin bulunduğu Fatih’e yakın bir semtte gerçekleştirdiği özel ziyaret sonrasında, Aktaş ve ekibiyle programsız biçimde bir araya geldi. Vali Gül ise o saatlerde Tuzla’da başka bir programdaydı.

Aktaş, ziyarette nasıl bir tablo ortaya koydu bilmiyorum. Ancak, dışarıdan bakıldığında kentin vaziyeti hiç iç açıcı değil.

Mafyadan, cemaat yöntemi

Bu arada İstanbul’daki mafya gruplarının faaliyetleri hakkında yakın zamanda edindiğim bir bilgiyi paylaşayım.

Kentin suç cenneti olmasını sağlayan ister ortam deyin ister alt yapı tanımı yapın; irili ufaklı onlarca suç örgütünün faaliyeti kuşkusuz.

Kentteki kayıt dışı paranın üç haneli milyarlarca liralık hacme ulaşması, eline silah alan en az iki kişinin mafya grubu kurmasının önünü açıyor.

Peki, devletin bu kadar operasyon ve soruşturmaya karşın, tarihin belki de en çok şüphelisinin yakalandığı kentte faaliyet gösteren suç örgütleri insan kaynağını nereden buluyor?

İnsan kaynağı döngüsü nasıl sağlanıyor?

Anlatayım.

Yapılan yakalamalara bakıldığında; mafyanın insan kaynağı, Doğu ve Güneydoğu’nun dezavantajlı bölgelerinin gençleri çoğunlukla.

Sürekli insan kaynağına ihtiyacı bulunan suç örgütleri, söz konusu bölgelerde yaşanan çoğunlukla 15-17 yaş aralığındaki ekonomik durumu iyi olmayan, işsiz ve eğitimsiz gençlerle aracılar vasıtasıyla bağlantı kurup, gruplar halinde İstanbul’a getiriyor.

Kimi zaman otobüs dolusu getirilen dezavantajlı gençler, yine farklı mafya gruplarının kontrolünde Esenyurt, Bağcılar, Güngören, Sancaktepe, Çekmeköy gibi semtlerde hazırlanan kiralık evlerde konaklatılıyor.

Evlerin yiyecek ve konaklama ihtiyaçlarının yanı sıra, konaklatılanlara uyuşturucu ve para veriliyor, bunları mafya grupları karşılıyor.

Bu gençler, bir bakıma özel eğitimden geçiriliyor. Hedeflere yönelik keşif çalışmalarına katılıyorlar. Zamanı geldiğinde de ellerine verilen silahlarla kendilerine gösterilen hedeflere yönelik saldırılarda görev alıyorlar.

İşin ilginci, söz konusu gençler kime karşı eylem yaptıklarını da bilmiyor çoğunlukla. Hatta bazıları, kullandıkları uyuşturucunun etkisi nedeniyle, katıldıkları silahlı saldırıları hatırlamıyorlar bile.

Yakalananlar, yer aldıkları olaylara göre tutuklanıyorsa cezaevine, serbest kalırlarsa yine eve gidip yeni görev için talimat bekliyorlar.

Cezaevine girenlerin ihtiyaçları da yine sorumlu oldukları mafya gruplarınca sağlanıyor.

Bakan Yerlikaya’ya bu bilgiler aktarıldı mı bilmiyorum, ancak durum bu.

İnsan kaynağının kesil(e)memesi, klasik deyimle bataklığın kurutulamaması halinde bugünler İstanbul’un daha iyi günleri.

Bu konuda gazeteci Ali Fuat Duatepe’nin kaleme aldığı yazıyı da okumanızı öneririm.

Emniyet’te dikkat çeken görevlendirme

Öte yandan Emniyet teşkilatının Ankara’daki merkez karargahında geçen cuma akşamı dikkat çeken bir gelişme yaşandı.

Koltuğa yeni oturan Emniyet Genel Müdürü Mahmut Demirtaş, cuma akşamı yardımcıları arasındaki iş bölümünü değiştirdi.

Daha önce yine Emniyet Genel Müdür Yardımcısı görevini yürüten mülki idare kökenli Ali Baştürk, yurt dışı görevinin ardından bir kez daha aynı göreve getirildi.

Mevcut altı yardımcısının yanında yedinci isim olarak Emniyet yönetimine giren Baştürk’e KOM, Siber Suçlarla Mücadele ile Göçmen Kaçakçılığıyla Mücadele ve Hudut Kapıları Daire Başkanlığı bağlandı.

Bu birimler, daha önce Emniyet’in gündemde olan tartışmalı isimlerinden Mahmut Çorumlu’ya bağlıydı. Çorumlu’yu Büyüteç okurları yakından tanır.

Özellikle Önceki İçişleri Bakanı Süleyman Soylu döneminde ortaya çıkan iş insanı Sezgin Baran Korkmaz’ın Ankara’ya çağrılıp Soylu ile görüşmesinde yer alan polis müdürlerindendi.

FETÖ’yle mücadele ettiği lanse edilmesine karşın; TİP Milletvekili Ahmet Şık, TBMM’de yaptığı bir konuşmada Çorumlu ile ilgili “Garson” adlı gizli tanığın teslim ettiği FETÖ’cü polisler listesinde “DA” olduğu iddiası gündeme geldi.

FETÖ’de “DA” kodunun karşılığının bir dönem cemaat içinde yer alan ancak sonrasında düşman olanları tanımlayan “Düşman Aktif” anlamına geldiğini aktarayım. Bir dönem FETÖ içinde yer aldığı öne sürülen bir polis müdürünün sonrasında FETÖ’yle nasıl mücadele ettiği soru işareti.

Görev yeri değişen Çorumlu bir nevi by-pass edilmiş, yani aktif birimlerden tasfiye edilmiş oldu.

Çorumlu hakkındaki “DA” kodu iddiası bu yazı yazıldığı düne kadar ne Emniyet Genel Müdürlüğü’nce ne de başka devlet birimlerince yalanlandı!

Ankara Emniyeti’nde geçen nisanda patlak veren gizli tanık skandalı sırasında da Çorumlu’nun öncesinde yaşanan gelişmeleri bilmesine karşın Bakan Yerlikaya’ya aktarmadığı ortaya çıktı.

Ayrıca Çorumlu, kısa süre önce HSK’nın hakkında adli yargılama yolu açtığı önceki Ankara Emniyet Müdürü Servet Yılmaz’ın emekli edilmesi sürecinde de aynı zamanda devresi olan Yılmaz’ın yanında halen İstihbarat Başkanı olan Selami Yıldız’la birlikte yer aldı.

Emniyet kulislerinde yaşanan bu gelişme yakın zamanda İstanbul Emniyeti’ne yapılacak atama konusunda da öncül işaret oldu.

                                                       /././

Tedarik zincirlerinin riski gitgide yükseliyor; Lübnan saldırıları sonrası dikkat arttı -Füsun Sarp Nebil-

"Ama şunu farketmek lazım. Günümüzde bilişim araçları ve üretimler bu kadar tekelleşmişken, başımız gerekten belada. Yani çok geç olmadan, bunların şirket / kamu / hükümet düzeyinde analiz edilmesi ve önlemler alınması şarttır. Aksi durum, -en iyi ihtimalle- herkesi Ortaçağ’a gönderir"

Lübnan saldırıları sonrasında, herkes "tedarik zinciri" konusunda konuşmaya başladı. Çünkü saldırının temelinde, malzemelerin (Bu örnekte çağrı ve telsiz cihazları) satın alma sürecinde içine zarar verici (Bombalama) bir şeyler eklediğini gördük.

Zaten günümüzde güvenlik anlamında yükselen risk alanlarından birisi küresel dağıtım yapılan ürünlerin "tedarik zincirleri." Bu yazıda örnekleyeceğimiz gibi, sadece Lübnan saldırıları ve fiziksel durumlar ile de sınırlı değil. Son birkaç yıldır üstüste gelen olaylara bakıldığında, "bir taşla çok kuş vurmak" olarak tanımlayabileceğimiz, “kitlesel saldırı" imkânı sağlayarak, büyük sorunlara yol açtığı düşünülürse, "tedarik zincirleri" konusunda, ülkelerin ve hatta şirketlerin yeni yaklaşımlar geliştirmesinin gerektiği açık.

Tedarik zinciri, ürün ya da hizmetin tedarikçiden müşteriye doğru hareketini kapsayan ve bu süreç içerisindeki şirketler, insanlar, teknoloji, faaliyetler ve kaynaklar sistemlerinin bütününe verilen isimdir. "Elektronik" ve "bilgisayar" dünyasının tedarik zincirinde çok sayıda oyuncu yer alıyor. Bunlar arasında donanım üreticileri, yazılım üreticileri ve iç bileşenlerin (OEM) üreticileri var.

Tedarik zincirinin riskini ilk gördüğümüz olay, 2017'deki yazılım güncellemesi (yazılım tedariki) ile meydana gelen Petya saldırısı oldu. Bu olay gözlerin birden bilişim alanındaki tedarik zincirlerine çevrilmesine neden oldu. Ancak sadece saldırı olması gerekmiyor. Geçtiğimiz temmuz ayındaki "CrowdStrike" olayında, hatalı yazılım güncellemesinin de tedarik zincirlerindeki riskler arasında olduğunu fark ettik.

Tedarik zincirleri tek bir üreticiden yani tekelden geldiği için "dağıtımı ne kadar çok müşteriye yapılıyorsa”riski de o düzeyde büyük olacaktır. Tedarik zinciri riskini daha iyi anlamak için, yakın zamanda olmuş belli başlı sorunları en yeniden, eskiye doğru gözden geçirelim.

Lübnan çağrı cihazları ve telsizler saldırısı

En yeni tedarik zinciri saldırısı eylülde meydana gelen ve tüm dünyada şok (ve "cep telefonum patlar mı?" korkusu) yaratan saldırılar oldu. Üstelik üst üste gelen iki saldırı konusunda hala kimse net bir şey söyleyemiyorAma bilinen şu; Hizbullah'ın satın aldığı çağrı cihazları ve telsizler içine tedarik zincirinin bir noktasında patlayıcılar yerleştirilmiş. Özetlersek;

Krizi yaratan: Çağrı cihazları ve telsizler.

Sonuç: İsrail, Hizbullah'a öldürerek ya da sakatlayarak, önemli sayıda "savaşçı kaybı" verdirmiş durumda. Yarattığı "korku" ve "endişe"yi de eklersek, bu saldırı adeta Çinli komutan Sun Tzu'nun kitabından çıkmış bir saldırı gibi oldu.

CrowdStrike sorunu

Temmuz 2024 sonunda küresel çapta meydana gelen büyük IT kesintisi bir siber saldırı değildi ama sonuçta tedarik zinciri riskini ortaya koyan diğer bir olaydır.

29 bin küresel müşterisi ile dünyanın en büyük güvenlik yazılımlarından biri olan CrowdStrike'ın olağan güncellemesi sırasında meydana gelen bir yazılım hatası, çalışmayan (mavi ekrana düşen) bilgisayarlar ile dünya çapında iş kesintisine neden oldu.

Krizi yaratan: Windows çalıştıran bilgisayarlarda CrowdStrike yazılım güncellemesi.

Sonuç: Bir sigorta firması olayın 5,4 milyar dolar zarar verdiğini tahmin etti. Ancak sadece şirketlerin iş kaybı düşünülerek bulunmuş bir rakamdı bu. En büyük kullanıcılar arasındaki -THY dahil- havayolları şirketlerinin çok sayıda uçuş iptallerini ve bu iptallerin insanlara maliyetini düşünürseniz, rakamın daha büyük olduğunu tahmin edebilirsiniz. Geçen hafta dABD Kongresi’nden özür dilediler.

CrowdStrike firmasına açılan davalar var. Bunların nasıl sonuçlanacağını göreceğiz ama lisans anlaşmaları genellikle yazılım firmalarını koruyor. Bunu da not edelim.

Rusya'nın Ukrayna'ya yaptığı siber saldırı

Rusya tarafından, 2021'deki işgal hareketinden 1 ay kadar önce, Ukrayna Ulusal Güvenlik ve Savunma Konseyi bünyesindeki Ulusal Siber Güvenlik Koordinasyon Merkezi, yürütme organlarının Elektronik Etkileşim Sistemi (SEI EB) aracılığıyla kötü niyetli belgeleri yayma girişimleri bulundu.

Krizi yaratan: Microsoft yazılımı kullanan bilgisayarlar

Sonuç: Rusya'nın, Ukrayna'yı işgalinden kısa bir süre önce meydana gelen bu siber saldırıda, Ukrayna Kamu şirketlerinin verileri yok edildi.

Salgın ve Süveyş Kanalı kazası (fiziksel olaylar)

2020 ve 2021'de yaşanan olaylarda, bu sefer üretim kabiliyetindeki bozulmanın ya da paralelindeki gemi taşımacılığında yaşanacak sorunların da tedarik zincirini bozabileceğini gördük. Dünyanın son 40 yılda üretim tarzı, batıda tasarlanan ama doğuda (maliyet avantajı nedeniyle) üretilen ürünler olduğu için, bu ülkelerdeki gelişmeler ve gemi taşımacılığı önemli olabiliyor. Bu sorunu önce Covid salgını sırasında, doğuda üretimin zarar görmesiyle yaşadık. Sonra da Süveyş Kanalı’ndaki gemi kazası konuyu bir daha önümüze getirdi. Çünkü doğudan batıya taşımada gemi nakliyatının oranı yüzde 80.

Krizi yaratan: Üretimde ya da Gemi taşımacılığında sıkıntı oluşması ya da yaratılması.

Sonuç: Bunların sonucunda "yerinde üretim" fikri geri döndü. Örneğin Çip üretimi konusunda, ülkeler Tayvan'a güvenmek yerine, kendi çip üretimlerini oluşturmak yönünde finansman ayırmaya başladılar.

Fireeye (SolarWinds) saldırısı

Dünyanın en büyük siber güvenlik şirketlerinden biri olan FireEye'a 2020 sonunda yapılan bir siber saldırıydı. SolarWinds isimli ağ izleme programları firmasının kötücül kod bulaşmış yazılım güncellemeleri üzerinden yapılmıştı. Yani bir kez daha "tedarik zinciri" saldırısı meydana gelmişti.

Fortune 500 firmalarının büyük kısmı ve ABD kamu kurumlarının büyük kısmı networklerini SolarWinds ile izliyorlardı. Hepsi etkilendiler.

Krizi Yaratan: Solarwinds Ağ İzleme Yazılımı güncellemesi yoluyla FireEye'e sızılması.

Sonuç: Hesaplanamayan ve milyar dolarlar denilen bir mali zarar dışında, FireEye firması CIA'ın fonladığı ve Amerikan devlet kurumlarında kullanan bir yazılım olduğu için, saldırının "devlet destekli" bir hacker grubundan (Ruslar) geldiği iddia edildi ve ABD, siber güçleri konusunda itibar kaybı yaşadı.

Crypto AG rezaleti

Bir diğer tedarik zinciri sorunu, şifreleme cihazları üreten Crypto AG firmasının aslında bir CIA projesi olduğunun ortaya çıkması oldu.

50 yıldan fazla bir süredir, tüm dünyadaki hükümetler casuslarının, askerlerinin ve diplomatlarının iletişimini gizli tutmak için Crypto AG isimli tek bir şirketin ürünlerini kullanıyor.

Krizi Yaratan: Casus-asker-Diplomatların iletişimi için gereken şifreleme cihazları.

Sonuç: İsviçreli Şirket, onlarca yıldır, mekanik dişlilerden elektronik devrelere ve son olarak silikon çiplere ve yazılımlara kadar teknoloji dalgalarını yönlendiren, şifreleme cihazlarının en önemli üreticisi oldu. Sonra sızan bir belgede ne gördük. Dünya hükümetler gizli bilgilerini CIA'ın sahibi olduğu firmaya para ödeyerek şifreliyorlarmış. Yani hükümetler gizli bilgilerini vermek için CIA’e resmen para ödüyorlarmış.  Bunun 50 yılda yol açtığı zararı hayal bile edemiyoruz.

Çip sıkıntısı

Tedarik zinciri konusundaki "en önemli" sorun bu oldu. Covid salgını başladığında, hastalanan Tayvanlı işçiler, sokağa çıkma yasakları, gemi taşımacılığının durması, bir sonraki sene etkilenen sektörlerin (beyaz eşya, otomotiv vs) gereğinden fazla stok yapması derken, Çip krizi meydana geldi.

Krizi yaratan: Çip üretiminin ve de taşımacılığının bir şekilde kesilmesi.

Sonuç: Çünkü çipler özellikle 21.yüzyılda, batıda tasarlanıp, -ölçek ekonomisi nedeniyle- doğuda üretiliyordu. Ama Covid krizi yerel üretimin önemini ortaya koydu. Sonuçta Güney Kore, İspanya, İtalya, Almanya, Avrupa Birliği ve tabii ki ABD, üretimi kendi ülkelerine geri çekmeye yönelik teşvikler açıkladılar. Ama henüz büyük bir değişim meydana gelmiş değil.

ABD yaptırımları

Tedarik krizi yaratacak en enteresan konulardan birisi de ABD'nin canı istediği zaman yaptırım uygulaması oluyor. Çünkü bugün kullanılan pek çok yazılım ABD malı. Hatta SAP gibi Alman malı olanlar bile ABD'de satmak ve de borsada hareket etmek için ABD kurallarına uymak zorunda.

ABD'nin sağladığı bilişim araçları, yazılımlar, bulut servisleri, Gmail, WhatsApp türü uygulamalar. Hatta internet ağı. Bu tehdit uzak da değil. Trump'ın BaşkankeTürkiye'ye yaptığı tehditi hatırlatalım. Diğerlerini de zaman gördük. Mesela Oracle Rusya'ya Java'yı yasakladı. Adobe, Venezüela'ya yaptırım uyguladı. Ukrayna işgali nedeniyle birçok Amerikalı şirket -istemese bile- Rusya'ya yaptırım uyguladı. Mesela Mastercard ve Visa, ödemeleri bloke etti.

Krizi Yaratan: Yazılımları ya da donanımları bloke etmek.

Sonuç: Bu yazılımların ve donanımların dayandığı iş süreçleri yok olurÇözüm ise açık kaynaktır.

Petya saldırısı

Yine Amerikan istihbarat örgütü NSA'in yarattığı söylenen kodların kullanılarak yaratıldığı   düşünülen ve Windows açığını kullanan Petya, bir tür fidye saldırısıydı. Mart 2016'da keşfedildi ama en büyük saldırısını Haziran 2017'de yaptı. Farklılıklar olduğu için bu sefer notPetya olarak adlandırıldı.

Bu saldırı, yazılımda "tedarik zinciri saldırısı" olarak adlandırılan ilk olay oldu. Çünkü, PETYA başta Ukrayna olmak üzere tüm sistemlere, şaşırtıcı bir şekilde "otomatik yazılım güncellemesi" ile sızmıştı.

Araç: Burada, tedarik zincirinde, yine Microsoft üretici, bayileri ise dağıtıcı durumundaydı.

Sonuç: Bu saldırıda Ukrayna, Fransa, Almanya, İtalya, Polonya, İngiltere, Çin ve Amerika Birleşik Devletleri'nde çeşitli özel ve kamu şirketlerinin etkilendiği bildirdi. Sonuçta 10 milyar dolarlık bir zarar yol açtığı hesaplandı.

En çok etkilenen firmaların başında denizcilik firması Maersk geliyordu. Firmanın 49 bin bilgisayarı devredışı kaldı ve kullandığı 1200 yazılım ile ilişkisi koptu. 14 gün sonra geriye dönmeye başladılar. Bu esnada 350 milyon $ kayıp raporlanmıştı.

WannaCry saldırısı

Nisan 2017 sonlarında, Rus ShadowBrookers isimli bir hacker grubu, Amerikan istihbarat örgütü NSA’ın yarattığı düşünülen bir hacking aracı yayınladı. Bu araç, WannaCry olarak bilinen saldırıya zemin sağlıyordu. Microsoft’un Windows işletim sisteminde yer aldığı belirtilen EternalBlue isimli bir açığı kullanarak bilgisayarlara sızıyor ve içindeki bilgilere erişimi sağlıyor ya da bilgisayarın kumandasını ele geçirmeye yarıyordu.

Araç: WannaCry saldırısında üretici Microsoft idi. Dağıtıcı da her ülkedeki Microsoft bayileri. Ruslar tek bir atışla çok sayıdaki bilgisayarı etkilemişlerdi.

Sonuç: Bir gün içinde dünyaya yayıldı, 150 ülkede 230 binden fazla bilgisayar sistemini etkiledi ve yaklaşık 4 milyar dolarlık mali kayba neden oldu. İngiltere’de sağlık sistemi, İspanya’da Telefonica, Almanya’da tren istasyonlarındaki ekranlar, Rus İçişleri Bakanlığı sorun yaşayan yerler arasındaydı.

O günlerde bu olay henüz tedarik zinciri saldırısı diye sınıflandırılmamıştı ama öyleydi.

Cihazlara böcek yerleştirilmesi

Bu olay, son Lübnan saldırısından farksız bir saldırı cinsi. Snowden 2014 yılında, diğer ülkelerin bakanlık, başbakanlık ya da Merkez bankası gibi önemli bölümlerine satılan Cisco cihazların içine, dağıtıcı firma tarafından bazı dinleme / takip cihazları konulduğuna dair bir dosya yayınladı. Yani, yabancı devletlerin özel ya da kamu şirketleri internet bağlantı cihazları aldıklarında aslında kendilerinin dinlenmesi için üste para ödüyor durumundaydılar.

Bu nedenle de şimdi ABD bas bas bağırıyor; Çinli telekom firmalarının ürünleri "milli güvenlik riski" taşıyor diyorlar. Çünkü kendileri yıllardır bunu yapıyorlardı.

Araç: Her türlü yazılım ya da donanım araçları.

Sonuç: Kim bilir ne bilgiler sızdı?

Tedarik zinciri risklerine karşı neler yapılmalı?

Kısaca gözden geçirdiğimiz bu olayların dışında bu kadar büyük olmayan yani küresel değil yerel soruna neden olan olaylar da mevcut.  Hepsinde Tedarik Zinciri sürecinin içindeki bazı dikkatsizliklerle ya da tekele bağımlı olmakla ilgili.   Buradaki riskler, Lübnan olayındaki ölüm ve yaralanmalar dışında, iş kesintisi, verilerin kaybı (mesela alacak-verecek hesapları yani muhasebe), kıymetli verilerin sızması (müşteri veri tabanı, üretim sırları gibi), itibar kaybı olarak tanımlanabilir.

Başta da belirttiğimiz üzere, tedarik zincirlerinin işleyişinde dikkat edilmesi gereken hususlar olduğu açık. Bu nedenle nelere dikkat edilmeli dersek; hemen aklımıza gelenler şunlar (daha aklınıza gelen varsa ekleyiniz).

1- Dünyadaki "yerinde üretim" doğru bir stratejidir. Özellikle kritik ürünler açısından da ö

2- Tekel haline gelmiş ve tüm dünyada (ya da geniş bir yayılma ile) kullanılan yazılımlar önemli bir tehdit olabiliyor. Örneğin yukarıdaki olaylara bakın, hemen hepsinde Microsoft'un yazılımı ile ilgili sorunlar gözüküyor. Bunların bir kısmı Microsoft'un yazılım kalitesi ile ilgili olsa da, çok dağılmış yazılımların açıklarının mutlaka tespit edileceğini düşünmek lazım. Bunun çözümü;

* Bu tür yazılımları kullanmamak

* Kullanmak mecburiyeti varsa da yedekleme ve güncellemeler konusundaki prosedürlerin iyi oluşturulması ve uygulanması gereklidir.

* Bağlı olmayan ortamda bir yedekleme stratejisi de iyi olabilir. Petya saldırısında, Maersk'i kurtaran Nijerya'daki şubenin elektriklerinin kesik olmasıydı.

3- Bağımsız yazılım üreticileri (ISV) açısından bakarsak da sistem çekirdeğine doğrudan erişim vermek ya da otomatik güncellemeler konusu hassas (Petya ve CrowdStrike olayları).

4- "Sessiz yama" yani otomatik güncellemeler konusunda da yöntemlerin yeniden tanımlanması lazım.

5- Siber güvenlik prosedürlerinin sürekli güncellenmesi şarttır.

6- Sistemdeki yeni uygulamalar konusunda muhafazakâr olun. İyice emin olmadan kullanımına yol vermeyin. Bu yapay zeka uygulamaları için özellikle geç

Bir yandan da şunu fark etmek lazım. Günümüzde bilişim araçları (yazılım, bulut vs) ve üretimler bu kadar tekelleşmişken, başımız gerekten belada. Yani çok geç olmadan, bunların şirket / kamu / hükümet düzeyinde analiz edilmesi ve önlemler alınması şarttır. Aksi durum, -en iyi ihtimalle- herkesi ortaçağa gönderir.

                                                      /././

Ayşenur Halil’in abileri, T24'e konuştu: Kardeşim içine kapanık biriydi; neden gitti, tehdit mi edildi, şantaj mı yapıldı?-Candan Yıldız-

Semih Çelik, 112’ye kendisi ihbarda bulunmuş: Ceset içeride, anahtar kapının üzerinde

Kadınlara, genç kızlara, çocuklara savaş açılmış gibi…

Failler değişse de kadınların yüz yüze kaldığı şey adeta seri cinayet… Başka bir ifadeyle cinskırımı…

8 yaşındaki Narin’in planlı ve örgütlü katlinin yaydığı dehşet eşiği başka bir cinayetle aşıldı.

İstanbul-Eyüpsultan ve Fatih’te üç kadın öldürüldü geçtiğimiz günlerde… Semih Çelik tarafından katledilen Ayşenur Halilİkbal Uzuner ve boşandığı erkeğin babası (Mehmet Fidyel) tarafından öldürülen Kübra Güler

Semih Çelik'in yaşadığı sokak

Bilgi kirliliği, sosyal medya aşırılığı ve delik deşik edilmiş etik değerler başka bir yazının konusu olsun ama şiddetin sarsıcılığı lise çağında olan genç kızlara ulaşmış…

İstanbul’un kozmopolit ilçelerinden biri olan Eyüpsultan’ın 13 bin nüfuslu Merkez Mahallesi’ne gittim bugün…

Cinayetleri işledikten sonra intihar eden 19 yaşındaki Semih Çelik hakkında az bilgiye ulaşılıyor. Zira mahallede yaşıyor ama yaşamıyor gibi…

Aynı şey Çelik ailesi için de geçerli… Aileyi komşuları tam olarak tanımıyor. Baba A.Çelik için “Motoruyla gelir giderdi” dediler. Babanın kuryelik yapıp yapmadığını kimse net olarak bilmiyordu.

Çelik ailesinin aynı binadaki komşusuyla tesadüf eseri mahalledeki bir fırından ekmek alırken konuştum.

Failin tanıdık ve o kadar yakınlarında yaşıyor olmasının verdiği korku kadının yüzünden okunuyordu. Çok konuşmak istemedi. Apartmana kadar eşlik ederken “Benim de iki kızım var, uyuyamıyorum kaç gecedir. Çok görüşmezdik. Çocuk kimseyle görüşmezdi” diye anlattı.

Ailenin dindar bir aile olduğunu anlatan mahalleden başka bir kadın komşu, anne H.Çelik’in de pek kimseyle görüşmediğini söyledi.

Oluşan öfkenin olası sonuçlarına karşı sokağın başında nöbet tutan polislerden Çelik ailesinden kimsenin eve gelip gitmediğini öğrendim.

Zaten herkes aynı fikirde… “Bir süre sonra taşınırlar, barınamazlar burada…”

Yine oradaki görevli polislerden birinin Semih Çelik hakkında verdiği bilgiyi aynen aktarıyorum.

“112’ye kendisi ihbarda bulunmuş. Ceset içeride, anahtar kapının üzerinde…”

Mahallede doğup büyümüş, hemen herkesi tanıya, emlakçılık yapan Uğur Yılmaz da aile hakkında pek bir şey bilmediğini aktardı.

“Babayı cinayet günü gördüm. Sakindi… Mahalledeki herkes şaşkın ve tedirgin… Aileyi tanıyan yok. Babayı da hiç görmedim. Cami cemaati de tanımıyor. Burada bir kahvehane var. Oraya da gelip gitmezmiş baba…”

Ayşenur Halil'in yaşadığı mahalle

Belediyede temizlik görevlisi olarak çalışan bir kişi de Ayşenur Halil’i mahallede birkaç kez gördüğünü söyledi.

Eyüpsultan Merkez Mahalle Muhtarı Hüseyin Bilek kentsel dönüşümle birlikte sosyolojinin değiştini, yerleşik alilelerin dışında eski komşuluk ilişkilerinin kalmadığını söyledi. Bildiğimiz hikaye… Atomize olan sosyal doku…

“Babayı bir ya da iki kez gördüm. Bir tebligatı almaya gelmişti. Ama pek konuşmadık. Cinayet günü gidip yanına konuşmak istedim ama bana ‘Sıkıntılı biri, gitme istersen’ dediler. Adres kayıtlarını artık biz yapmadığımız için ne zaman bu mahalleye taşındıklarını bilmiyorum ama komşuları 2 ya da 3 yıl önce dediler. O güne ait bir görüntüyü izledim. Semih Çelik, Ayşenur Halil’i bilinen market zincirlerinden birinin önünden alıyor. Ellerinde poşetler vardı. 19 yaşındaki bir çocuk nasıl bu hale geldi, daha kişiliği oturmamış, hayatı daha yaşamamış bir çocuk…Surlarda çıktığı bölge de kolay bir bölge değil…”

Semih Çelik ve Ayşenur Halil’in evlerinin arası yürüyerek 15-20 dakika… Ayşenur’un yaşadığı mahallede yas havası hakim… Tek katlı evlerinin önünde kurulan belediye taziye çadırının önünde insanlar, siyasetçiler gelip gidiyor.

Çankırılı olan Ayşenur’un iki abisine denk geldim… Her ikisinin cümlelerinden içlerindeki yangın hissediliyordu. Kardeşlerinin üniversitede okuduğunu, olay günü okula gitmek için evden çıktığını söyleyen abiler cevapsız bir çok soruyu yüksek sesle paylaştılar.

İkbal Uzuner, Semih Çelik, Ayşenur Halil

“Benim kardeşim içine kapanık biriydi. Hadi gel gezmeye gidelim dediğimizde evde kalacağım, dizi izleyeceğim derdi. Biz o çocuğun adını bile duymadık. Kardeşimin iki kedisi vardı, kendi sosyal medya hesaplarından hep kedi videoları paylaşırdı. Neden gitti, tehdit mi edildi, şantaj mı yapıldı, hiç bilmiyoruz. Biz İkbal’i de tanımıyorduk. Bize hiçbir şey söylemedi kardeşim.”

Mahalleden konuştuğum başka bir kadın da “Semih Çelik’in çok zeki olduğunu eski arkadaşları anlattı. Matematikte çok başarılı olduğu söylediler.”

Semih Çelik’in zekasına ilişkin vurguyu manipülatif bir kişiliği olabileceğine dair ihtimalin altını çizmek için yapıldığını not düşmek isterim…

19 yaşındaki bu gençlerin yollarının kesiştiği, bölgenin iyi okullarından biri olan Oğuz Canpolat Anadolu Lisesi’nin hemen yanındaki spor tesisinin kafesinde otururken okuldan gelen öğrencilerin yakalarındaki Ayşenur ve İkbal’in fotoğrafları dikkatimi çekti. Saat 15.00’teki tepki eylemini sorduğumuzda kimi tedirgin, kimi ‘Okulumuzun olayla ne alakası var, yanlış bilgi veriyorlar’ tepkisiyle sorularıma yanıtlar verdi.

Ayşenur ve İkbal'in bir dönem okuduğu lisenin öğrencileri yakalarına fotoğralarını astı

16 yaşındaki bir genç kızın cümlesi çarpıcıydı…

“Can güvenliğimiz yok…”

Öğrenciler eylem yapıp yapmamak arasında gidip gelen bir ruh halindeydi. Öğretmenlerin de ağzını bıçak açmadı. Tam öğrencilerle konuşurken polisler yanımızda bitti. “İhbar var” diyerek kimliklerimizi sordular…

Mazallah okula siyaset girerdi!

Müdürle de konuşmak istedik ama kapı duvar… Okuldaki tek cesur kişinin Semih Çelik’le ilgili cümlesini aktarayım.

“İki ya da üç yıl önce okula geldi. Okul yönetimi 'Sakıncalı bir tip, içeri girip çıkmasın bir daha' dedi…”

Ayşenur ve İkbal için yapılan eyleme çevre liselerden öğrenciler de katıldı

Anlaşılan Semih Çelik’in ayrıldığı okulundaki halleri ya da davranışları dikkat çekecek kadar belirgindi…

Okulda izin verilmeyen tepki eylemini okulun karşısındaki parka taşıyan lise öğrencileri siyah kıyafetleri ve yakalarında Ayşenur ve İkbal’in fotoğrafları ile cinayetin onların dünyalarındaki karşılığını paylaştılar…

Çevredeki liselerden gelenler, hatta Silivri’den gelen bile vardı.

Onların anlatımları, akranları erkeklerin bu vahşetle nasıl alay ettikleri de yarına kalsın…

                                                              /././

Savaş ve enflasyon -Ercan Uygur-

Yargı kurumları, güvenlik kurumları, devlet okulları yanında merkez bankası, TÜİK gibi kurumlara güven yok. Bir savaş yaşamadık ama daha da beterini yaşamış gibiyiz. Yoğun bombalar altındaki Filistin’de enflasyon neredeyse Türkiye’ninki kadar.

Ülkemizin çevresinde savaşlar var. Bu savaşların kısa sürede bitmeyeceği de anlaşılıyor. İsrail’in çok uzun yıllardır düşük yoğunlukta, son bir yıldır yüksek yoğunlukta sürdürdüğü savaşlara ilişkin bir soru şu: Bu savaşlar Türkiye’yi de içine alacak biçimde büyür mü?

Bu soruya yanıt olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan birkaç kez; “İsrail, savaşı bizim topraklarımıza da taşıyacak” dedi. Bunun üzerine CHP, TBMM’yi bugün toplantıya çağırdı. Toplantının kapalı (gizli) olacağı anlaşılıyor. Peki, nereden çıktı bu “İsrail’in hedefinde Türkiye de var” iddiası?

Bu yazıda iki soruya yanıt arıyorum. Birincisi, İsrail neden Türkiye’ye savaşı taşıyabilir ve bunun olasılığı nedir? İkincisi, savaş ülkelerin enflasyonunu nasıl etkiliyor ve savaşta olmayan Türkiye’nin enflasyonu, savaş ülkeleriyle karşılaştırınca nereye düşüyor?  

“Büyük İsrail” ve “Vadedilmiş Topraklar”

İsrail’in “genişleme savaşları” son dönemde İsrail’de ve uluslararası platformlarda da tartışılıyor. İsrail’de ülkenin sınırlarının “Büyük İsrail”i veya “Vadedilmiş Topraklar”ı içerecek şekilde çizilmesi gerektiğini savunan siyasi partiler ve örgütler biliyoruz. Benzer örgütler ABD’de de var. 

Bu örgütlerin siyasi temsilcileri İsrail’deki şimdiki hükümette koalisyon ortağı olarak yer alıyor. Kritik bazı bakanlıklar bunların elinde. İster demokrat, ister Cumhuriyetçi olsun ABD hükümetlerinde de bunlar görülüyor. Geçen yazıda İsrail istikrar programının ABD’de, ABD’nin maddi ve kadro katkılarıyla nasıl oluşturulduğunu açıklamıştım.

Yahudilerin dinî kitabı İbranice Torah’a veya Arapçasıyla Tevrat’a göre bu toprakları Yahudilere vadeden tanrıdır. Geniş tanımıyla, vadedilmiş topraklar, batıda Mısır’ın Nil nehrinden başlıyor, doğuda Fırat nehrine kadar uzanıyor. Bu toprakların İbranice adı Eretz Yisrael.

Vadedilmiş topraklar içinde; Filistin toprakları olan Gazze ve Batı Şeria var. Sina başta olmak üzere Mısır’ın önemli bölümü; Suriye ve Irak’ın büyük bölümleri ve S. Arabistan’ın da önemli bölümü yer alıyor. Ürdün’ün tümü bu sınırlar içinde. Bazı haritalarda Türkiye’nin Güney Doğusu’nun Fırat’a kadar olan bölümü de bulunuyor.

Tevratta bu toprakların doğu ve batı sınırları bellidir de kuzey ve güney sınırları çizilen haritaya göre değişiyor. Jerusalem Post gazetesinde iki haftta önce yayımlanan bir yazının başlığı şöyle; “Lübnan, İsral’in vadedilmiş topraklarının bir parçası mıdır?” (Fish, 25 Eylül 2024)

Yazıda Soruya “evet” yanıtı veriliyor. Hatta Lübnan sınırları içinde yer alan Sidon gibi şehirler de vadedilmiş topraklar içinde özellikle belirtiliyorlar. Bu açıdan bakınca, İsrail’in lojjistik gücü yettiğince ve ABD yardımı devam ettiği sürece İsrail’in savaşları sürecek gibi görünüyor.

Gelelim baştaki soruya; İsrail neden Türkiye’ye savaş taşıyabilir ve bunun olasılığı nedir? Soruya yanıt vermek için birçok tartışmaya baktım; savaşın Türkiye’ye İsrail tarafından taşınma olasılığı ancak fanatik dinci Yahudi gruplar İsrail’de iktidarı tümüyle ele geçirirlerse olabilir.

Bu olasılık şu anda her açıdan çok düşük görünüyor. Jerusalem Post gazetesindeki yazılarda, bu olasılık belirtilmiyor ve Türkiye’nin adı geçmiyor. Birkaç fanatik dincinin “tanrı mutlaka emir verirse Fırat’ın kuzeyine de gidilebilir” deniyor. Ancak ABD İsrail’i ileri sürerse bu olasılık artabilir.

İster Yahudi ister başka dinler olsun, yüzyıllar önce yazılmış dinî kitaplara göre siyasi, ekonomik ve jeostratejik kararlar almak ne kadar anlamlı olabilir ki? Biz bunun bir örneğini “nass” ile enflasyonu sıçratarak yaşamadık mı?

Savaşta enflasyon etkisi

Savaşlar sırasında ve sonrasında genellikle enflasyonun arttığı bilinir. Geniş bir tarama için

Daly ve Chankova (15 Nisan 2021) çalışmasına bakılabilir. Bu genellemenin bazı istisnaları vardır.

Birinci istisna, savaş içindeki ülkenin savaş harcamalarının tümünün veya önemli bölümünün başka bir ülke tarafından karşılanmasıdır. İkinci istisna, savaşan ülkenin cari açık ve bütçe açığı vermemesi, parasal gevşemeye gitmemesidir. Bu durumda ülkede enflasyonist ortam oluşmaz. 

Örneğin Rusya-Ukrayna savaşında Ukrayna’nın savaş giderlerinin ve silahlarının çok önemli bölümü ABD tarafından karşılanıyor. İkinci bir örnek İsrail’dir. ABD bu ülkenin de savaş giderlerinin ve silahlarının çok önemli bölümünü karşılıyor.

Savaş giderleri önemli ölçüde ABD tarafından karşılandığı için Ukrayna’da ve İsrail’de enflasyonun yüksek olması beklenmez. Cari fazla veren ve zaman zaman bütçe açığı verse de bu açığın yüksek olmadığı, sıkı para politikası uygulayan Rusya’da da yüksek enflasyon beklenmez.

Tablo 1’de savaşın sürdüğü ülkelerde ve Suriye gibi savaşın sona erdiği ülkelerde yıllık tüketici enflasyon oranları yer alıyor. Bu tabloda, yukarıda öngördüğümüz gibi, Ukrayna, İsrail ve Rusya’nın enflasyonları tek hanelerde devam ediyor.   

Tablo 1 Savaş Olan Ülkelerde Enflasyon

Kaynak: Ülke merkez bankaları ve tradingeconomics
Not: Başta Suriye ve Lübnan olmak üzere bazı ülkelerin enflasyon oranları ağustos ayına aittir

Lübnan’ın enflasyonu hızlı şekilde düşürdüğü görülüyor. Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, Lübnan IMF ile bir istikrar programı üzerinde anlaşarak, IMF’den önemli kredi aldı ve döviz açığını giderdi. İkincisi, ülkesindeki Suriyeli mültecilerin çok önemli bölümünü geri göndedi.

Üçüncüsü, Lübnan hükümeti İsrail ile Hizbullah’ın savaşına katılmıyor ve karışmıyor. Bu bakımdan tam savaşın içinde sayılamaz. Ancak bundan sonraki gelişmeler farklı olabilir. Eğer İsrail ile anlaşıp İsrail işgaline olur verirse, ülkedeki Şiilerin büyük tepkisini çekecektir. 

Üç haneli Suriye enflasyonu konusunda söylenecek fazla söz yok; bunlar öngörüler dahilindedir.

Tablo 2’de AB ile ABD’nin ve enflasyonun yüksek olduğu bazı ülkelerin yıllık tüketici enflasyonları yer alıyor. AB ve ABD’nin uyguladığı sıkı politikalarla enflasyonun büyük ölçüde düştüğü görülüyor. Bu ülkelerde zaten enflasyon beklentileri çok yükselmedi ve bu beklentiler sıkı para politikası açıklandıktan hemen sonra hızla düşmeye başladı.

Tablo 2 AB, ABD ve Savaş Olmayan Yüksek Enflasyon Ülkelerinde Enflasyon

Kaynak: OECD ve trading economics
Not: Birkaç ülkenin enflasyon oranları ağustos ayına aittir

Venezüella’da uygulanan sıkı politikalarla enflasyonun hızla düştüğü görülüyor. ABD’nin el koyduğu varlıkları serbest bırakması ve petrol fiyatlarının belli bir istikrara kavuşması da bu konuda yardımcı oldu.

Arjantin’de ultra liberteryan Milei’nin uyguladığı politikalar sonuç alıyor gibi görünse de, nihai olarak nereye varacağı henüz belli değil. Arjantin de bir anlaşma ve program çerçevesinde,

IMF’den döviz akışı sağlıyor. Ayrıca, özellikle tarımsal üretimin yardımıyla cari fazla veriyor.

Bu ülke, aylık enflasyonu 2024’te ortalama yüzde 4’e, 2025’te ise yüzde 2’ye indirmeyi hedeflemiş durumda. Ancak Türkiye’de olduğu gibi ücretlere, özellikle asgari ücretlere getirilen artış çok düşük olduğu için, nüfusun yüzde 60’ının yoksulluk sınırı altına düştüğü anlaşılıyor. Bu ülkede uygulanan programa karşı sürekli protesto gösterileri var.

İran’nın siyasi, askeri ve ekonomik olarak nereye gideceği henüz belli değil. Ancak savaş İran’ı da içine alırsa, enflasyonun yükseleceği bellidir.

Tablo 2’de Türkiye, enflasyonun seyri bakımından başarısız bir ülke konumunda. Kaldı ki, tablodaki veriler TÜİK verileri ve yaşanan enflasyonun tablodakilerden daha yüksek olduğu genel kanıdır. Evet, Türkiye bir deprem yaşadı ama depremin etkileri 2023 yılında kalmış veya çok azalmış olmalıydı. Kaldı ki, deprem programları da hızlı gitmiyor.

Peki, ne oldu? Türkiye bir savaşa girmedi. Neden o zaman düşük bir enflasyon ve istikrar ortamı yaratılamadı. Tüketicilerin enflasyon beklentilerine, tüketim malları ithalatına, hala yeterince düşmeyen döviz talebine bakarsak, alınan önlemlere güven olmadığı anlaşılıyor. Burada güven eksikliğini yaratan kurum, en üstteki cumhurbaşkanlığı kurumudur.

Cumhurbaşkanlığı başta adalet, eğitim, güvenlik, ekonomi konularında hiç güven vermiyor. Bu açıdan yargı kurumları, güvenlik kurumları, devlet okulları yanında merkez bankası, TÜİK gibi kurumlara da güven yok. Bir savaş yaşamadık ama daha da beterini yaşamış gibiyiz.

Dikkatinizi çekerim; yoğun bombalar altındaki Filistin’de enflasyon neredeyse Türkiye’ninki kadar.

Kaynaklar

Daly, Kevin ve Rosita D. Chankova (15 Nisan 2021) “Inflation in the aftermath of wars and pandemics”, CEPR, VoxEu.

https://cepr.org/voxeu/columns/inflation-aftermath-wars-and-pandemics#:~:text=This%20column%20uses%20data%20extending%20to%20the

Fish, mark (25 Eylül 2024) “Is Lebanın Ppart of Israel’s Promised Territory?”

Jerusalem Post, Israel.

                                                            /././

Dün Gazze, bugün Lübnan: İsrail devleti saldırılarını sürdürüyor!-Mustafa Durmuş-

Dünyanın gözü önünde, ABD ve Avrupa emperyalizminin açık desteği ile Orta Doğu halkları katlediliyor. Başta Arap ülkeleri olmak üzere diğer ülkelerin yönetimleri ise bu savaşı iç siyasete malzeme yaparak timsah gözyaşları dökme dışında sessiz kalıyor. Dün İsrail-Hamas savaşının birinci yıl dönümüydü. Bir yıldan beri Filistin topraklarında katliam yapan İsrail ordusu dün akşamdan beri Lübnan’ı çok şiddetli bir biçimde vurmaya başladı.İsrail devleti ile Hamas arasında başlayan savaş Gazze’nin yerle bir edilmesi ve 40 binden fazla Filistinlinin öldürülmesiyle sonuçlanmıştı. Bir süredir İsrail yeni bir cephe daha açtı ve bu kez savaş İsrail ordusu ve İran destekli Hizbullah arasında Lübnan topraklarında sürüyor.

İlk savaşın bedelini Filistin halkı ödemişti (hala da ödüyor), şimdi ise Lübnan halkı ödüyor. Lübnan ordusunun İsrail’i durdurma gücü yok. Hizbullah ise 5 km kadar içeri çekilmek zorunda kaldı. O da Lübnan’ı savunmakta yetersiz kalıyor.

Özetle, dünyanın gözü önünde, ABD ve Avrupa emperyalizminin açık desteği ile Orta Doğu halkları katlediliyor. Başta Arap ülkeleri olmak üzere diğer ülkelerin yönetimleri ise bu savaşı iç siyasete malzeme yaparak timsah gözyaşları dökme dışında sessiz kalıyor.

Batı İsrail’i neden destekliyor?

Batının İsrail’i açıktan desteklemesinin dinsel nedenleri var mı? Yani bu savaş İslam’a açılmış bir savaş mı? Bu soruları masaya yatırmak gerekiyor. Zira özellikle de Türkiye’deki bazı çevreler bu savaşı bir İslam- Siyonizm (Hristiyanlık destekli) bir dini savaş olarak sunuyor.

Bu sorunun yanıtı belli: Eğer böyle olsaydı Filistin, İran ve Lübnan dışında, başta S. Arabistan ve Mısır ve NATO üyesi Türkiye de İsrail’in saldırılarının hedefi olurdu. Asıl neden İsrail’in Batı emperyalizminin Orta Doğu'daki ileri karakolu konumunda olması ve bu çerçevede eski Batılı emperyalist güçlerin geçmişte davrandığı gibi davranmasıdır.

Vekâlet savaşları çağında Batılı devletlerin İsrail’i finanse ediyor olması, istediği zaman toprak talep etmesi ve bu talepte bulunma hakkına karşı çıkabilecek insanları ortadan kaldırmak ya da boyunduruk altına almak istemesi şaşırtıcı değil.

Bir başka anlatımla, ABD, İngiltere ve bazı AB ülkeleri, İsrail’in Yahudi devleti olmasıyla pek de ilgisi olmayan nedenlerle saldırganlığını sürdürmesi için ihtiyaç duyduğu silah ve finansmanı sağlıyor: İsrail Batı ittifakının hayati bir ortağı ve bir parçası olarak görülüyor ve bu nedenle saldırıları ne kadar iğrenç ve korkunç olursa olsun, talep ettiği desteği alıyor.

İsrail’in saldırıları meşru müdafaa sınırlarını çoktan aştı

Diğer yandan, İsrail'in kendi topraklarının sınırları dışında askeri olarak hareket etme hakkı yoktur. Bu bağlamda on binlerce sivili katletmesini “meşru müdafaa” gerekçesiyle haklı göstermek mümkün değildir. Özetle, Gazze’nin var olma hakkını inkâr etme girişimi ki bu iddia şimdi Lübnan’a da uzanmış görünüyor, yasadışı bir savaş eylemidir.

Bu çerçevede, Batı'nın uluslararası hukuk çerçevesinde İsrail'in saldırganlığını desteklemeye hakkı yoktur. Siyasal açıdan bu eylem, zaten meşruiyetlerini yitirmekte olan Batılı devletleri ve onların nesnel olarak açgözlülük ve sömürüye dayanan felsefelerini dünyanın geri kalanından uzaklaştırmaya devam edecektir. Ortaklaşma zemini aşınacak, kutuplaşma artacaktır. Bu ise çok tehlikeli bir durum olup, üçüncü dünya savaşının fitilinin ateşlenmesi anlamına gelmektedir.

Son olarak, bu savaş, tıpkı Rusya-Ukrayna savaşı sırasında olduğu gibi,  başta petrol ve temel gıda maddelerinin fiyatları olmak üzere fiyatların artmasına neden olacak, bu da bir bütün olarak azgelişmiş ülke ekonomilerinin ve yoksul halklarının daha da zor zamanlar yaşamasına neden olacaktır. Bu ülkelerin başında Türkiye gelmektedir.

Bu arada, büyük petrol ve silah şirketleri kârlarını katlarken,  otoriter rejimler bu savaşı fırsat bilip iktidarlarını sağlamlaştırıp halk için kullanmaları gereken kaynakları “savunma” adı altında militarizme ayırırken, bu savaşın bedelini işsizlik ve yoksulluk artışı biçiminde yine başta işçi sınıfı olmak üzere tüm ezilen halklar ödeyecektir.

Sonuç olarak

Halkların gerçek temsilcisi olmayan milis güçlerinin ya da emperyalizmin yedeğindeki ulus devletlerin bu saldırıları durdurabilmesi ve üçüncü bir paylaşım savaşını önleyebilmesi mümkün değildir.

Bu barbarlığı durdurabilecek ve savaşsız, sömürüsüz ve sınıfsız bir yeni dünya kurmak için fırsata çevirebilecek olan tek güç dünya işçi sınıfı ve ezilen halklardır. 100 yıldan fazla bir zaman sonra işçi sınıfı ve ezilen halklar tarihi yeniden yapma görevi ile karşı karşıyadır.

(T24)

                                                             

Barış Boyun çetesinin Perpa’daki kara para üssü - Bahadır Özgür / duvaR

Barış Boyun çetesi son yılların en şiddetli organize suç yapılanması. Sayısız cinayetle, saldırı ile suçlanıyor. Ama milyonlarca dolarlık yasa dışı bahis ve kumar parasını aklaması geri planda kalıyor. Oysa haklarındaki iddianameye göre, Perpa İş Merkezi’nde büyük bir ‘aklama üssü’ kurdukları anlaşılıyor. Peki bu konu soruşturuluyor mu?

İtalya’da tutuklu bulunan Barış Boyun ve çetesi hakkındaki iddianamede iki önemli detay bulunuyor. Her ikisi de milyonlarca dolarlık kara para aklama ile ilgili. Ancak davaya bakınca kara para meselesi geri planda kalmış görünüyor. Zaten benzeri pek çok davada da aynı kaderle karşı karşıyayız. Paranın nasıl, hangi yollarla aklanıp, kimlere dağıtıldığını tam olarak öğrenemiyoruz. Oysa Barış Boyun, estirdiği terör kadar İstanbul’a akan milyonlarca dolarlık yasa dışı bahis parasının aklanmasında da kritik bir rolde.

Gelin savcılık iddianamesi üzerinden, şu sıra gündemi hayli meşgul eden Barış Boyun çetesinin kara para trafiğinin ipuçlarına bakalım…

                                                       ***

Barış Boyun son yılların en kanlı organize suç örgütlerinden birisinin lideri. Beyoğlu’nun yoksul mahallelerinden çıkıp bölgesel çapta cinayet, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ihalelerini alan bir yapıya dönüşen çete, 2021’den sonra hasımları ile girdiği şiddetli çatışmalarla beraber kamuoyunun gündemine girdi. Ve çeteye üst üste operasyonlar yapıldı. Eylül ayının ortasında da İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hazırlanan 305 sanığın yer aldığı 580 sayfalık iddianame mahkemeye sunuldu. 120’den fazla suç fiili sayılıyor. İçinde yok yok yani. Ancak kara paraya dair çok önemli iki detay havada kaldı.

İddianamede davanın şüphelilerinden olan ve ‘etkin pişmanlık’tan yararlanmak istediğini savcıya bildiren Yüksel Yabancıoğulları’nın anlattıkları çetenin nasıl cinayet ihaleleri aldığını, tetikçileri nasıl bulduğunu ve asıl önemli olan çetenin para kasasının nerede olduğunu ortaya koyuyor. Yabancıoğulları işledikleri bir cinayet sonrasında kendisinin bizzat yurtdışındaki Barış Boyun tarafından Perpa İş Merkezi’ne yönlendirildiğini belirtiyor. İfadesinde olayı şöyle anlatıyor:

“Beni Kasımpaşa’dan Mercedes marka lüks araçla tanımadığım Çağatay Çançin isimli şahıs aldı. Perpa’ya gittik. 8’inci kata çık, 817 numaradaki dükkana gir ‘Barış abinin selamı var’ de. Orada Selahattin veya Cengiz diye birileri olacak.” Söyleneni aynen yapıyor ve kendisine siyah poşet içinde yüklü bir miktar veriliyor. Bundan sonra üç defa daha Perpa’daki aynı iş yerine gidip yine aynı şekilde torbalar içinde para verildiğini belirtiyor.

Bu ifadelerden Perpa’daki iş yerinin sadece bir kasa olduğu anlaşılıyor. Ancak iddianamede çetenin yöneticileri arasında bulunan ve soruşturmada ‘Cüzzam’ adıyla gizli tanıklık yapan bir başka kişinin anlatımları, Barış Boyun çetesinin yasadışı bahisten gelen milyonlarca doları da Perpa’daki iş yerlerinden kesilen naylon faturalar ile akladığını öğreniyoruz. Yani sadece bir ‘kasa’ değil, çetenin asıl faaliyetini oluşturan kara para aklama üssü Perpa.

‘Cüzzam’ şöyle diyor: “Barış Boyun çetesinin Perpa’daki iş yerlerinin naylon fatura keserek bahis parasını akladığını biliyorum. Oradaki çoğu iş yeri böyle faaliyet yürütür. Barış Boyun’un para akladığı dükkanın elektrikçi olduğunu hatırlıyorum.”

Savcılığın kara para için de ayrı bir soruşturma yürütüp yürütmediği bilinmiyor. Ancak Perpa’daki onlarca küçük dükkanın sadece Barış Boyun çetesinin değil, başka pek çok suç faaliyetinin de bir para aklama merkezine dönüştüğü belli oluyor.

Peki Barış Boyun çetesinin kara para faaliyetlerini kim yürütüyor?

PERPA SELAHATTİN NEREDE?

İddianamede sadece adıyla yer alan ve şu an firari olan Selahattin Alas. Çetenin en kritik ismi. Perpa’daki kara para trafiğini yöneten isim bu. Aynı zamanda tetikçilere ödemeler, cinayet operasyonları için gerekli finansman veya cezaevine giren çete üyelerine gönderilecek paralar her seferinde Perpa’dan, Selahattin Alas’tan alınıyor. Barış Boyun’un alt çetelere ihale ettiği cinayetlerin parası da hep buradan ödeniyor.

                            Selahattin Alas, Barış Boyun ve Can Dalton’un arasında oturuyor.

Alas’ın, Barış Boyun için önemi büyük. Nitekim kamuoyuna yansıyan bilgilere göre, Barış Boyun’un çete liderliğine yükselmesi, Bilal Yaman’ın 2017’de cezaevine girmesinden sonra gerçekleşiyor. Oysa iddianameye göre Boyun ile Yaman arasında şiddetli bir anlaşmazlık başlamış. Yaman, Perpa’da Selahattin Alas’ı öldürmeleri için Murat Fırat Canlı ile Emre Bilaloğlu’nu gönderiyor. Bunu duyan Boyun da her ikisini infaz ettiriyor.

Alas sürekli olarak Perpa’daki bir giyim dükkanında bulunuyordu. Ailesinin üzerinde milyonlarca dolarlık mal varlığı olduğu iddia ediliyor. Şimdi yurtdışına kaçtığı tahmin ediliyor. Hakkında kırmızı bülten çıkarılıp çıkarılmadığı ise bilinmiyor.

Kısaca önümüzdeki soruşturmaya bakınca sokaklarda motosikletli tetikçileriyle cinayet terörü estirmekle nam salmış Barış Boyun çetesinin, yukarıya doğru gidildikçe bahis, kumar, uyuşturucu parasının aklanmasında da büyük rol oynadığı görülüyor. Ne var ki yine kara paranın tam olarak izinin sürülmediği, işin bir yerde kesildiği bir soruşturmayla daha karşı karşıyayız.

Bahadır Özgür / duvaR


Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -7 Ekim 2024-

 

Muhalefeti ayakta mı yapsak, oturarak mı yapsak?-İlhan Cihaner-

Tokalaşma ve ayağa kalkma, ABD açıklaması, kimi muhalif figürlerin “devletlülerle” randevu dilenmeleri, en küçük temas için alesta beklemeleri, temas edenlerin “bana su verdi!” tadında memnuniyetleri aslında daha büyük sorunların göstergesi ve sonucu.

Bir soru ile başlayalım; “normal” koşullarda söylenip geçilecek “tokalaşma, ayağa kalkmama” gibi jestler niçin bu kadar tartışıldı?

Demek ki “yeterince normalleşememişiz!” deyip geçebilirdik. Ancak 2015’ten beri “ayağa kalkmama” tutumu, iktidar daha da ceberrutlaşmışken değiştirilince, Erdoğan’a meşruiyet vermek hatta “büyük koalisyonun” ayak sesi olarak değerlendirildi. O kadar ki muhalefet içinden bile “yurtsever olup olmamanın” kriteri olarak görüldü. Öncelikle belirtmek gerekir ki kuliste bekleyen ve ayağa kalkmayan milletvekilleri ile ayağa kalkanlar arasında yurtseverlik ya da iktidardan kurtulma isteği yönünden bir ayrım yapmak, cesaret, ihanet ya da kahramanlık kriteri olarak değerlendirmek oldukça abartılı bir yorum olacaktır. Şunu da hatırlatayım özellikle CHP içinden bu yorumları yapanlardan bazıları geçmişte tam tersi pozisyonları savunmuşlardı.

Tokalaşma ve ayağa kalkma, ABD açıklaması, kimi muhalif figürlerin “devletlülerle” randevu dilenmeleri, en küçük temas için alesta beklemeleri, temas edenlerin “bana su verdi!” tadında memnuniyetleri aslında daha büyük sorunların göstergesi ve sonucu.

Bu sorunlardan bence en önemlisi, muhalefetin özellikle CHP’nin “devlet” analizi. Bunu, Türkiye için hiçbir anlamı olmayan hele hele AKP/MHP iktidarında ve ucube Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde iyice anlamsızlaşan, sağın en kof ezberlerinden biri olan “devlet ayrı, hükümet ayrı” yaklaşımı olarak özetleyebiliriz. Bu yaklaşım başta dış politika olmak üzere birçok alanda iktidara destek ve meşruiyet olarak dönüyor. O nedenledir ki sayın Özgür Özel’in ABD açıklaması doğrudan iktidara destek olarak kabul edildi. Şunu unutmamak gerekir ki yargı bağımsızlığının olmadığı, parlamentonun başta bütçe hakkı olmak üzere temel fonksiyonlarının rafa kaldırıldığı bir sistemde devlet/hükümet ayrımı yapmak mevcut iktidar ilişkilerini yeniden üretir, meşruiyet verir. Kaldı ki bu ayrımın objektif koşulları olsa bile özellikle darbe dönemleri ile iyice kemikleşen Komünist/sol, Alevi, Kürt ve azınlık düşmanlığı ile malul bir devlet, sermayenin ve emperyalizmin aparatı olmuş bir devlet kategorik olarak olumlanamaz. Kurucu parti olmak böyle bir görevi gerektirmediği gibi devlet, iktidar ve iktidar ilişkilerinin değişimini gözden kaçırmak anlamına gelir. Cumhuriyetten geriye kalanları da kaybettirir. Bunun sonu “devlet tapıncıdır”. Bir bakmışsınız “yeminine uymayan partili Cumhurbaşkanı” olmuş size “makam”! Devlet (siz ona sermaye de diyebilirsiniz) işine geldiğinde şefkatli elini uzatır, siz de sevinerek ele saygı gösterirsiniz. İşine geldiğinde ise hakaret eder, sopasını başınıza indirir hatta katleder. Her halükârda siyasetin alanını devlet olan hükümet yani iktidar belirler. Erdoğan ve Bahçeli’nin “iç cephe ve İsrail tehdidi” açıklamalarını tam da bu alanda muhalefetin heveskârlığının sonucu olarak okumak gerek. Sanırım önemli bir ölçüde alıcı da buldu. Böyle bir devlet yaklaşımı iktidarı getirmez. Getirmediğini on yıllardır deneyimliyoruz. O nedenle muhalefetin devlet analizini güncellemesi şart. Devletimizin artık bir “failed state” (çuvallamış, başarısız, kapasitesi önemli ölçüde aşınmış) devlet olduğu kabulüyle başlanılabilir bu güncellemeye.

İkinci sorun ise; muhalefetin ana gövdesini oluşturan CHP’nin, Baykal’la başlayıp Kılıçdaroğlu döneminde iyice zirveye ulaşan hayalî bir sağ/muhafazakâr seçmeni ikna etmek üzerine kurulu politikalardan kopamamış olması hatta, yerel seçim başarısının bu yaklaşımın doğrulanması olarak okunması, CHP’nin ve seçmeninin artık “merkez bir parti” olduğu kabulüdür. Bu kabul geçenlerde parti iktidarı troykasından birisi tarafından açıkça ifade edildi. Oysa siyasi yelpazenin bir bütün olarak sağa kaydığı bir iklimde “merkez” siyaseti objektif sağcılıktır. Sağın kavram ve sembollerini kullanmak, hele hele bunu sağın elitleriyle yakınlaşarak yapmak o kulvarı tahkim ettiği gibi kendi seçmenini de sağa angaje eder. En iyi ihtimalle kırılgan hale getirir. Erdoğan ve Bahçeli’nin seçmenleriyle kurduğu ilişkiyi okuyamamak anlamına gelir. Öteden beri anketsever politikacılarımız sadece son anketlerdeki kararsız ve muhalefet boşluğu gören seçmen oranlarına baksalar bile bunun fayda sağlamadığını görürler. Burada faili olmadığı yanlışlarla ve hiçbir zaman sahibi olmadığı devletin günahlarıyla ilgili “helalleşme” ile yine müsebbibi olmadığı “anormalliklerle” ilgili olarak “normalleşme” adına muhalefet potansiyelini geriletmenin kategorik olarak aynı olduğunu belirtmek isterim. Bu anlamda CHP içerisinde yavaş yavaş uç veren “helalleşmeciler/normalleşmeciler” karşıtlığının da anlamsız olduğunu görmek gerekir.

Tüm bunlar siyaseti, “Erdoğan yandaşlığı/karşıtlığına sıkışmışlığından” kurtarmak için yapılıyorsa da anlamsız. Sistem ve ekonomi politik eleştirisini ikincilleştirip sürekli “tek adamlık” üzerinden Erdoğan eleştirisi ve MHP’nin rejim için anlamını gözden kaçırıp yalnızca Bahçeli eleştirisi yapıp, sonra onlarla “normalleşince” haliyle muhaliflik boşa düşmüş gibi görünebiliyor. Bu nedenle halka alabildiğine düşmanlık ve kin pompalanıp hakaret edildikten hemen sonra “normalleşme, doğal olan bu” diyerek gösterilen “nezaket” zaten yerlerde sürünen siyaset ve siyasetçiye olan güveni aşındırdığı gibi komplo teorilerine de yol verdi. “Bunların mücadelesi de sahte” izlenimi verdi geniş kesimlere. Tabii ki siyasetçilerin birbirlerini gördüklerinde küfürleşmeleri, kafa göz yarmaları değil beklenen. Ancak faille mağduru eşitleyen faile manevra alanı sağlayan bir tutum da kabul edilemez. Gerçek ve gerçekçi adımlar atılmadan yapılan bu jestler muhalif tabanda yılgınlığa ve teslimiyet algısına yol açıyor. Son günlerde muhalefetin eleştirilen kimi tutumları esasen temel politik kabullerin yansımaları. O temel kabullerden kopmadıkça benzer “yanlışlar” tekrar edip duracaktır.

Yazdıklarımın önemli bir kısmının tekrar olduğunun farkındayım ama ne demiş eskiler: Et-tekrârü ahsen velev kâne yüz seksen” (Yüz seksen kere de olsa tekrar iyidir).

                                                           /././

Türkiye, dengesizlikleri karşılamaya hazır mı?-Oğuz Oyan-Son aylarda sözde ticari ilişkilerin kesildiğinin ilan edilmiş olmasına rağmen, arka kapı ticaretiyle ikiyüzlü politikalar sürdürülmekte. Üstelik İsrail’e bütün istihbarat bilgileri NATO ve ABD üzerinden, bu arada Türkiye’deki Kürecik ve İncirlik üslerinden akmaya devam etti ve ediyor.

“Türkiye” derken, iktidarıyla muhalefetiyle Türkiye siyasetini kastediyoruz. “Dengesizlikler” derken, ulusal, bölgesel ve küresel çaptaki dengesizlikleri veya denge değişimlerini kastediyoruz. Dengesizlikler, olağan dönemlerde, çoğunlukla siyasi, ekonomik düzlemlerde, çevre-iklim koşullarının kötüye gitmesinde görünür oluyor; süregiden askerî/teknolojik güç dengesizlikleri kamuoyunun gündemine daha az yansıyor. Olağanüstü dönemler geldiğinde ve emperyalizmin kışkırtmasıyla ülkelerarası ilişkiler bozulup iyice görünür kılındığında, silahlanma yığınaklarındaki dengesizlikleri, emperyalist saldırganlığın hangi pervasızlık/gözü-karalık derecesine kadar gidebileceğini, hegemonya mücadelesinin bir hegemonya çatışmasına evrilip evrilmeyeceğini yani ekonomik alandan askerî alana taşınıp taşınmayacağını ve hangi boyutlara ulaşabileceğini de kapsamaya başlıyor.

KAPİTALİZM EŞİTSİZLİK ÜRETİR, EMPERYALİZMİ BESLER

Aslında dünyanın tarihi olarak en büyük eşitsizliklere sahne olduğu bir dönemden geçiliyor. Kapitalizm sosyalist sistemin rekabetinden ve sosyal devlet baskısından kurtulduğundan beri, yani en azından 35 yıldan beri, eşitsizlik üretimi inanılmaz ölçüde hız kazanmış durumda. Bu eşitsizlik üretimi en gelişmiş kapitalist ülkeler içinde emekçi sınıflar aleyhine giderek daha fazla kök salıyor; ama sanayileşmiş ülkeler ile geri bıraktırılmış ülkeler arasında, özellikle de bunların sermaye ile emek sınıfları anasında ulaştığı boyuta tarihin daha önceki hiçbir döneminde erişilebilmiş değil.

Bu kadar eşitsizlik üreten, gelir ve servet dağılımını bu denli bozan, kamusal varlıkları bu derecede talan eden, toplumsal hizmet üretme sorumluluğundan kaçınarak sürekli piyasayı yani sermayeyi ihya eden, çevreyi bu denli tahrip eden, ahlaki meşruiyet sorunları giderek büyüyen bir sistem, ancak ulusal ve uluslararası düzlemlerde çatışma ortamını ve içerde emekçi sınıflara ve onların yanında saf tutan aydınlara karşı uyguladığı devlet şiddetini (kolluk ve yargı üzerinden) artırarak ayakta kalabilir. Böyle dönemlerde sermayenin egemen kesimlerinin düzenini sürdürebilmesi için hem ulusal düzlemde kültürel kutuplaşmaları kışkırtması (bu arada faşist akımların güçlenmesini desteklemesi veya bu yükselişi fırsata çevirmesi) hem de uluslararası düzlemde halkları birbirine düşürmesi ihtiyacı doğar veya yeniden büyüme eğilimine sokulur.

Ama asıl olarak, bunların üzerine sermayenin birikim sorunlarının eklenmesi halinde işler başka bir boyuta taşınmaya başlar. Aşırı üretim ve talep yetersizlikleri sorunları yanına özellikle aşırı sermaye birikimi (yani sermayenin artıdeğer üretme kapasitesinin zayıflaması) sorunları eklenmişse, o zaman askerî-sınai kompleksin dizginleri ele alma ve savaş kışkırtıcılığına soyunma vakti gelmiş demektir. Silahlanma yarışından beslenen sermaye çevreleri olayları kızıştırmanın aktif tarafı olmaya yönelir. Bu nedenle de ABD seçimlerinde kimin kazanacağından çok, onların arkasındaki sermaye güçlerinin neyi tercih ettiği belirleyici sayılmalı. Ama olay ABD ile sınırlı değil; Almanya’da ekonomide durgunlukla birlikte sınai gerileme sürecine girilmesi ile sermayenin silahlanma/savaş iştahlarının kabarması arasındaki ilişki oldukça açık olmalı.

KOLEKTİF SAVAŞ ÖRGÜTÜ OLARAK NATO

Ama bugün gelinen noktada artık emperyalist Batı’nın kolektif savaş örgütü olarak NATO mekanizması devreye sokulmakta. NATO, 75 yıllık varoluş döneminde bu rolü üstlenebilecek siyasi homojenliğe ve ABD emperyalizminin dünyanın dört bir yanında icra ettiği saldırganlığa (Vietnam, Irak, vb) arka çıkabilecek bir yapıya sahip değildi. Esasen NATO, Sovyetler Birliği’nin çöküşüne kadar 16 üyeli bir örgütken ve esas olarak anti-sovyetik/anti-komünist bir çizgide kalırken, 1999-2024 arasında çoğu eski Sosyalist blok ülkelerinden oluşan yeni 16 ülkeyi daha saflarına katarak 32 üyeye ulaşacak ve bu defa kapitalist Rusya’yı dize getirmek üzere yeni bir kuşatma harekâtına girişecektir. Ukrayna ve Gürcistan’ı da NATO’ya katmayı ve Karadeniz’i bir NATO denizine dönüştürmeyi planlarına dahil edecektir. Ukrayna savaşı böyle kışkırtılmıştır. Ve bu kışkırtma üzerinden, Soğuk Savaş döneminde bile NATO’ya uzak duran Finlandiya ve İsveç yeni genişlemenin konuları olmuştur. Türkiye parlamentosu da sağıyla ve soluyla bu genişlemeyi büyük işgüzarlıkla onaylamıştır.

Ukrayna savaşı, önemli AB ülkelerini de daha NATO’cu bir çizgiye sürüklemek ve anti-Rusya bir çizgide birleştirmek bakımından ABD tarafından başarıyla kullanılmıştır. Anti-Rusya çizgisinin salt Ukrayna Savaşı ile başlayıp bittiğini düşünmek büyük bir yanılgı olur. Rusya’nın Putin döneminde bağımsızlıkçı politikalara yönelmesine, ABD’nin Ortadoğu’daki (Suriye, İran, Filistin…) müdahale alanlarına karşı-denge oluşturmasına son vermek, ilerde Çin ile girişebileceği daha büyük bir çatışmada olası bir Rusya-Çin işbirliğini Rusya’daki yönetimi teslime zorlayarak peşinen çökertmek amaçları açısından Ukrayna Savaşının bir kaldıraç işlevi görmesi istenmiştir. Nitekim ABD’nin başta İngiltere, Almanya, Fransa gibi güçlü ortaklarının Ukrayna Savaşında tereddütsüz askerî ve mali destek verme çizgisine çekilmeleri ve İsrail’in ABD ve NATO destekli Filistin katliamında hiçbir aykırı ses vermemeleri sağlanabilmiştir.

Ancak uluslararası bir savaş örgütü kimliği pekişen “Kuzey Atlantik” örgütü NATO, Atlantik’ten Akdeniz’e hatta Afganistan’a kadar coğrafi sınırlarını genişletmekle yetinecek gibi gözükmemektedir. ABD’nin yeni hedefi NATO’nun Batı Pasifik bölgesini de kapsayarak Çin’i kuşatma stratejisinin bir parçası haline getirmek ve böylece gerileyen hegemonyasını restore etmenin dünya çapında etkin bir aracına dönüşmektir. Bu yeni yapılandırılma hamlesinin gerçekleşmesi –İngiltere işbirlikçiliği dışında– şimdilik kolay değildir.

Ama ideolojik hamlelere de ara verilmemektedir. Bunların başında Rusya ve Çin’in başını çektiği BRICS’in kötülenmesi gelmektedir. Özellikle de BRICS’in iki lokomotif ülkesinin teknolojiyi toplumu denetleme/sansürleme aracı olarak kullanma eğilimde olan otokratik yönetim yapılarına sahip olduğu ve uzak durulması gerektiği şırınga edilmektedir. ABD başta olmak üzere Batı ülkelerinde demokrasiden uzaklaşma eğilimleri ve bu arada faşist siyasetçilerin/ hareketlerin yükselmesi tabii görmezden gelinerek… Prof. Daron Acemoğlu’nun Türkiye’deki son sunuş ve söyleşileri tam da bu merkezdedir.

PRO-EMPERYALİST VE MEZHEPÇİ DIŞ POLİTİKA

AKP’nin/Erdoğan’ın Ortadoğu’daki pro-emperyalist ve mezhepçi politikalarının İsrail’e inanılmaz bir hareket serbestisi kazandırdığı bir dönemden de geçilmekte. Bir kere İsrail’e bölgede en önemli direnci gösteren ülkelerden Suriye’yi perişan eden politikalar AKP’nin “BOP eş-başkanı” yardakçılığı ve İhvancı politikalarıyla hazırlandı. Suriye’ye ABD’nin, İran’ın ve Rusya’nın girmesi ve Kuzey Suriye’de ABD/İsrail himayesinde bir PYD devletçiğinin kuruluşu, AKP politikaları sayesinde oldu. Yani AKP’nin dış politikası bölgede esas olarak ABD ve İsrail emperyalizmine hizmet etti. Ayrıca İsrail’in 2016 yılında NATO’nun merkezi Brüksel’de ofis açması ve fiilî NATO ortağı olması da AKP iktidarının rızası ile sağlandı. İsrail ile devam ettirilen ticari ilişkiler, İsrail’in silah sanayini, petrol gereksinimini ve gıda ihtiyacını destekledi. Son aylarda sözde ticari ilişkilerin kesildiğinin ilan edilmiş olmasına rağmen, arka kapı ticaretiyle ikiyüzlü politikalar sürdürülmekte. Üstelik İsrail’e bütün istihbarat bilgileri NATO ve ABD üzerinden, bu arada Türkiye’deki Kürecik ve İncirlik üslerinden akmaya devam etti ve ediyor.

Bu mezhepçi politikalar o kadar pervasızca sergileniyor ki, İsrail’e Hamas’tan daha önemli bir tehdit oluşturan Hizbullah hareketinin tüm lider kadrosunun yok edilmesini AKP yönetimi ve yandaş medyası adeta gizleyemedikleri bir hazla izleyebiliyorlar… Sonuçta, Türkiye’nin bağımsızlıkçı politikalara dönebilmesi için sosyalist hareketlerin yükselmesinden başka çare bulunmuyor.                                        

                                                             /././

Öldürüyorlar, çünkü öldürebiliyorlar -Selçuk Candansayar-

Henüz Narin’in neden, nasıl ve kim/ler tarafından öldürüldüğü soruları yanıtlanamadan, bu kez daha da acımasız bir zalimlikle İkbal ve Ayşenur öldürüldü. Biri daha çocuk, üç kadının öne çıkmalarının nedeni maruz kaldıkları cinayetlerin “vahşiliği”. Yoksa şiddetten ölen kadınları unutmayalım diye hazırlanan anitsayac.com un verisine göre, son bir haftada, Güler, Zehra, Sonay ve Bedriye’de katledildiler. 2024 yılının ilk dokuz ayında kayıtlara geçebilen 292 kadın cinayeti var.

Türkiye’de son 10 yılda 4 binden fazla kadın erkekler tarafından öldürüldü. Üstelik bu rakamlar sadece kayda geçebilenler. Gerçekte cinayet olmasına karşın düşme, kaza, intihar olarak kaydedilen ölümlerin sayısı ise bilinmiyor. Cinayetler o kadar çok ki ancak acımasızlıkları, zalimlikleri oranında medyada yer bulabiliyor. Kanıksama ve duyarsızlaşma bir kadın katliamı olduğu gerçeğinin üstünü örtüyor. Öldürme ile sonuçlanmayan şiddet, cinsel taciz, tecavüz suçlarına maruz kalan kadın sayısını bilen yok!

Kadına yönelik şiddet insanlık tarihinin başından beri vardı demenin bir anlamı yok. Bu yaklaşım bir açıklama getirmediği gibi, kadın katliamına karşı mücadele etmenin önünü tıkayıcı bir “doğalcılaştırma”, “kadercileştirme” örtüsü de sağlıyor. Son cinayetlerdeki parçalanan bedenlerden yola çıkıp “satanist ayin”, “Hristiyan semboller”, “Müslümanlık eksikliği” gibi nedenselleştirmeler ise safdillikten kaynaklanmıyorlarsa, ahlaksızlıktan öte bir amaç taşımıyor. Vahşilik söz konusu olunca, yakın geçmiş için IŞİD’in kadınlara yönelik katliamlarına, uzak geçmiş içinse Osmanlı şeriatındaki resmi öldürme biçimlerinden sadece “çengel cezası”na bakmak bile yeterli olabilir.

İkbal ve Ayşenur’u öldürüp intihar eden erkeğin “ruh hastası, psikopat, şizofren” vb. diye nitelenmesi, böyle bir cinayetin ancak “uyuşturucu” etkisi altında işlenebileceği iddiaları ise bilerek bilmeyerek, öfke, üzüntü ya da inanamamaktan kaynaklı da olsa başka türden bir hedef şaşırtma. Katilin bir kaç kez psikiyatriye başvurmuş olması, daha önce intihar girişiminin olması bilgileri önemli ama cinayetleri ancak bir “ruh hastasının” işleyebileceğinin kanıtı değil. Türkiye ve dünyadaki tüm suç istatistikleri cinayet işleyenler arasında ağır ya da hafif psikiyatrik hastalığı olanların oranının çok ama çok düşük olduğunu gösteriyor. Kadın cinayetlerinin ezici çoğunluğunu psikiyatrik hastalığı olanlar  işlemiyor. Sokakta, yanıbaşımızdan geçip giden; işyerinde, mesai arkadaşımız olabilen; mahalle camisinin imamı, okuldaki öğretmen, polis, hatta babamız, abimiz gibi “normal errkekler” işliyor.

Bilebildiğimiz tarihin başından bu yana erkekler sadece açık savaşlarda “erkek erkeğe” şiddetin tarafı olurlarken; kadınlar, hem savaş hem de barış dönemlerinde erkek şiddetine maruz kalıyorlar. Ataerkillik, Patriyarka ya da erkek egemenliği dediğimiz bu halin kadına yönelik şiddetin “bereketli toprağı” olduğu doğru. Doğru olmasına doğru da günümüzdeki kadına yönelik şiddeti anlamak için yeterli değil. Evet, dünyada da öyle, Türkiye ve bizim gibi ülkelerde daha da öyle olmak üzere, bugün tartışmamız gereken başka ve yeni bir politik hat var: Son 40 yılda giderek artan, yaygınlaşan ve normalleşen kadın düşmanlığı.

Kadın düşmanlığından kastım sadece “incel” hareketi değil. İstemsiz bekar (involuntary celibacy) kavramının ortaya çıktığı zamanki anlam ve kapsamını ve çeyrek yüzyıl boyunca süren değişimini Çağla Üren’in Euronews Türkçe’de yayımlanan çok iyi yazısından ( https://tr.euronews.com/2024/10/05/matrixten-dovus-kulubune-inceller-hakkinda-ne-biliyoruz) okumak mümkün. Incel hareketinin geçirdiği evrimin de nedeni kadın düşmanlığı.

Kadın düşmanlığı aşağıdan, toplumdan, yalnız kalan, romantik ilişkide reddedilen ya da cinsellikten mahrum kalan erkeklerin öfkesinden doğan bir politik hareket değil. Günümüzdeki kadın düşmanlığı, yukarıdan, yönetenlerden, sermaye sahiplerinden, hükümetlerden yasa, yönetmelik ve uygulamalar yoluyla topluma dayatılan bir düşmanlaştırma politikasının sonucu.

Errkekler kadınları neden öldürüyorlar sorusunun ilk ve yalın yanıtı şu; çünkü öldürebiliyorlar. Errkeklerin kadınları “gönül rahatlığıyla” öldürebilmelerinin nedeni handiyse öldürmeye, tecavüz etmeye, şiddet uygulamaya teşvik edilmeleri. Devlet ve kurumlarının ve ideolojik aygıtlarının elbirliğiyle kadın düşmanlığını kışkırtacak uygulamarı sürdürmeleri.

Soruşturmaların yeterince hızlı ve etkin olmaması, önleyici uygulamaların baştan savma yapılması, yetersizliği, mahkeme süreçlerinin yıllara yayılması ve en önemlisi ceza indirimleri, iyi hal indirimleri, denetimli serbestlik, af vb. müdahalelerle “cezasızlığın” norm haline getirilmesi. Kreşten, anaokulundan başlayarak kadın ve erkeklerin ayrılmasına çalışılması, okul eğitimi boyunca cinsiyetlerarası biyolojik farkların üstünlük ve hiyerarşi olarak öğretilmesi, kadının istihdam alanından sistematik olarak uzaklaştırılması, üç cocuk doğurma baskısı, annelik ve süt izinlerinin işe geri dönmeyi zorlaştıracak şekilde istismar edilmesi, işyerinde kreş bulundurmama, boşanma ve nafaka haklarının kısıtlanma girişimleri, kadın, kadın bedeni ve cinselliğin errkeğin tüketimine arz edilen meta formuna dönüştürülmesi, alfa erkek, delta erkek gibi errkeklerarası hiyerarşinin kışkırtılması; say sayabildiğin kadar.

Kadın düşmanlığı ne sadece psikiyatri disiplininin tek başına konusu, ne de erkekleri eğiterek ortadan kaldırılabilecek bir “problem”. Kadın düşmanlığı tavandan tabana dayatılan bir politik hareket. Kadın düşmanlığı ile mücadele de politikleşmiş bireylerin politik mücadele alanı ve daha önemlisi, tabandan başlayıp yaygınlaşarak tavana doğru ve tavana karşı yürütülmesi gereken bir politik hareket. Kadınların liderliğinde ama hep birlikte.

                                                             /././

Şiddeti beslemek -Gözde Bedeloğlu-

İstanbul Fatih’te, 19 yaşındaki Semih Çelik, yarım saat arayla aynı yaştaki iki genç kadını öldürdü. Ayşenur Halil’in boğazını kesti, İkbal Uzuner’in bedenini parçalara ayırıp Edirnekapı surlarından aşağıya attı. Ardından intihar etti. Çelik’in cinayetin resmini çizdiği ortaya çıktı. Uzuner’in yakınları, katilin uzun süredir genç kadını takip ve taciz ettiğini ancak şikayetlerinden bir sonuç alamadıklarını söyledi. İstanbul Beyoğlu’nda Semir Tarhan ve Ömer Koru sokak ortasında bir kadına cinsel saldırıda bulundu. Kabarık suç kaydı bulunan iki erkek serbest bırakıldı. Sebep, kadının şikayetçi olmaması. Mağdur korkabilir, tacizcilerin caydırıcı bir ceza almayacağını ve başına tekrar bela olacaklarını düşünebilir. Görüntü sosyal medyada yayıldı. Failler, tepkiler üzerine yeniden gözaltına alınıp tutuklandı. Peki ya göremediklerimiz ne olacak? Diyarbakır’da öldürülen 8 yaşındaki Narin Güran cinayetiyle ilgili kamuoyunda oluşan gerçeğe ulaşılamayacağına dair kuşkuyu ne yapacağız? Cinayetin araştırılması için verilen soru önergesi AKP ve MHP oylarıyla neden reddedildi? Siyasi bağlantı, maddi güç derken kimilerinin suçlarının üzerinin örtülebildiği; kimilerinin sırf iktidara muhalif diye hapsedildiği bir hukuk sistemine duyulan güvensizlikle nasıl düze çıkılır? İçinde bulunduğumuz şartlar insanları hırsızlık, gasp, taciz, tecavüz, vergi kaçırma, cinayet suçlarını işlemekten değil, iktidarı ve politikalarını yüksek sesle eleştirme, eylem ve haber yapma, doğayı ve hakkını korumakla ilgili caydırıcı bir ortam sunuyor. Bu, siyasi bir tercihtir.

                                                            ***

İki genç kadının katledilmesine ilişkin açıklama yapan Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş, “Bakanlık olarak kadına yönelik şiddeti ve kadın cinayetlerini bu coğrafyadan kazımak için mücadelemizi kararlılıkla sürdüreceğiz” dedi. Her şeyden önce kendisi adından ve içeriğinden ‘kadının’ çıkarıldığı bir bakanlığı yönetiyor. Ve bu bakanlık, kadına karşı işlenen suçun ve şiddetin temelinde kadın-erkek arasındaki eşitsiz güç ilişkisinin yattığı gerçeğini vurgulayan İstanbul Sözleşmesi’nden Türkiye’yi tek imzasıyla çıkaran Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yüksek müsadeleri olmadan, değil şiddetin kökünü kurutmak ağaçtan elma bile koparamaz. Demokrasiden uzaklaşıldığı ve toplumun ataerkil muhafazakâr değerlerle sarmalandığı ölçüde kadının hayat içinde karşılaştığı sınırlar kalınlaşıyor. Dolayısıyla, toplumsal cinsiyet eşitliğine karşı çıkarak kadına yönelik işlenen suçların önüne geçilemez. Erdoğan’ın bir gecede feshettiği İstanbul Sözleşmesi, bu konuya bütüncül bir bakışla yaklaşıp çözüm ürettiği için son derece hayatiydi. Şiddetin önlenmesi için gereken eşitlikçi politikalar geliştirilmedikçe, Bakan Göktaş’ın iddia ile söylediği gibi, Türkiye’de bir cinskırıma dönüşen kadın cinayetlerinin kökü falan kazınamaz. Hele ki kadın ve erkek arasındaki biyolojik farklılığın, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini savunmak için gerekçe gösterildiği, çocuk yaşta evliliklerin yasalaştırılmaya çalışıldığı, eğitimin bilimsel ve laik yapısının sistematik şekilde imha edildiği bir ideolojik bakışla, kadına ve çocuğa karşı şiddetin önüne geçilebilmesinin imkânı yok.

                                                           ***

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Oktay Saral, son dönemde yaşanan şiddet olayları için televizyon yapımlarını ve video oyunlarını sebep gösterdi. Sapkın düşünceleri özendirici her türlü yayının yasaklanması gerektiğini söyledi. Saral’a göre çözüm ceza sisteminin ağırlaştırılmasında. Bu ve bunun gibi açıklamalar yaşadığımız toplumsal çürümenin sebeplerine dair hiçbir şey söylemiyor. Türkiye’de kadınlar, kendilerini takip ve taciz eden erkeklerle ilgili şikayette bulunmalarına rağmen sonuç alamadıklarını anlatıyor. Sokak ortasında bir kadına cinsel saldırıda bulunan ve kabarık suç kaydına rağmen serbest bırakılan iki erkek ancak görüntüler sosyal medyaya düşüp tepki çekince yeniden gözaltına alınıyor. Buna karşın çalışırken ölmemek için eylem yapan işçiler hızlıca ters kelepçe takılarak gözaltına alınıyor. Sokak röportajında iktidarı eleştirdi diye ya da sosyal medya paylaşımı sebep gösterilerek insanlar alelacele tutuklanıyor. Ülkenin hapishanelerinde seçilmiş vekile, parti liderine, sivil toplum örgütü üye ve yöneticilerine, avukatlara, gazetecilere her zaman boş ranza bulunuyor. Kara para aklayana, çeteciye, vergi kaçırana, tacizciye, katile ise yer yok. Toplum, cezasızlık ile birlikte, hem suçlar arasındaki ayrımı hem de kimler imtiyazlı kimler değil öğrenmiş oluyor. Baskıcı rejimlerde toplumu denetim altında tutmak için bir araç olarak kullanılan şiddetin önü cezasızlıkla açılır ki yerine kontrolü artıran yeni düzenlemeler yapılabilsin. Özetle, kadın cinayetleri politiktir.

                                                               /././

Emeklilik yaşı safsatası! -Aziz Çelik-

Türkiye’de çalışanların 40 yaşında emekli olduğu, sigortalı-emekli oranının çok düşük olduğu iddiaları yine revaçta. Emekliye faturayı kesme çabasında belirgin bir artış var. Bu iddialar dayanaksız ve maksatlı. Dahası emeklilik yaşı ve aktif-pasif dengesi adeta bir safsata haline geldi.

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi verilerine göre 2023 yılında 65 yaş ve üstü en az 95 işçi iş cinayeti sonucu yaşamını yitirdi. Son yaşlı işçi ölüm haberlerinden biri bu ay başında geldi. Konya’nın Seydişehir ilçesinde çalıştığı inşaatın terasından düşen 79 yaşındaki işçi A.Ç. yaşamını yitirdi.

79 yaşındaki işçi iş cinayetinde yaşamını yitirdiği hafta Türkiye’de en çok konuşulan konulardan biri emeklilik yaşı idi. İşçilerin 40 yaşında emekli oldukları 20 yıl çalışıp 40 yıl emekli aylığı aldıklarından, sosyal güvenlik sistemi üzerindeki yüklerden, aktif-pasif oranından, sosyal güvenlik isteminin “aktüeryal” dengesinden, finansal sürdürülebilirliğinden söz ediliyordu.

79 yaşındaki işçi neden çalışıyordu? 2023 yılında saptanan 65 yaş üzeri 95 iş cinayetinin sebebi neydi? 79 yaşında işçi olur mu? 79 yaşında bir insan neden inşaattan çalışır. Ya sosyal güvenliği yoktur, aylığı veya geliri yoktur veya çok yetersizdir. Ülkemizde sosyal güvenliği olan milyonlarca emekli 12 bin 500 TL ile geçiniyor. Sosyal güvenliği olmayan 65 yaş üstü vatandaşlara ise 4 bin liraya yakın 65 yaş aylığı bağlanıyor. Emekli yoksulluğu derinleşiyor. Artan emekli yoksulluğu nedeniyle emekliler tekrar çalışmak zorunda kalıyor.

AH ŞU EMEKLİLER OLMASA!

Türkiye’nin bir genç emekliler ülkesinden ziyade emekli yoksulluğunun zirve yaptığı bir ülke olduğunu unutmadan şu emeklilik yaşı konusunu tartışalım.

Deniyor ki 40 yaşında emeklilik mi olur! Deniyor ki EYT’lileri 38 yaşında, 40 yaşında, 43 yaşında emekli ettiler. Deniyor ki 20-25 yıl çalışıp 35-40 yıl emekli aylığı alacaklar. Deniyor ki SGK bu yüzden açık veriyor. Eğer erken yaşta emeklilik olmasaymış, ah şu EYT olmasaymış emeklilere daha fazla aylık verilirmiş. Bu iddialardan önemli bir bölümünün dayanaksız olduğunu baştan söylemek lazım.

Emeklilik yaşı (teknik ifadeyle yaşlılık aylığını hak ediş yaşı) önemli bir tartışma konusu. Emeklilik yaşı birçok parametreye bağlı karmaşık bir mesele. Ancak asla aktüeryal dengeye ve finansal sürdürülebilirliğe indirgenemeyecek insani ve toplumsal bir mesele. Emeklilik yaşı, çalışma ve yaşama koşulları, iş güvencesi, emeklilikte beklenen ömür, ülkenin ekonomik büyümesi gibi pek çok faktörün etki edeceği insani ve toplumsal bir değişken. Sanıldığı gibi sadece aktüeryal veya sigorta matematiği ile sınırlı bir değişken değil.

Emeklilik yaşı ve emeklilerin refahı sosyal hakların çok önemli bir yönüdür ve bir sosyal devletin görevi yurttaşlara insani bir yaşta ve insani yaşamayı güvence altına alan bir aylık sağlamaktır. Yaşlılık fizyolojik ve sosyal bir risktir ve sosyal ve kamusal bir yaklaşımla ele alınmalı. Özel sigortacılık mantığına dayalı sosyal sigortacılık yaş hesabı olmaz.

Emeklilik yaşından önce konuşulması gereken emeklilik yaşındaki adalettir. Aynı koşullara sahip çalışanlar aynı yaşlarda emeklilik hakkına kavuşabiliyor mu, yoksa arada devasa farklar mı var? Çok farklı yaşlarda emekli olanlar arasında emekli aylıkları arasında hakkaniyet var mı?

Emeklilik yaşı, farklı nedenlere bağlı olarak değişiklik gösterebilir. Çalışanlar temel kriterleri yerine getirip daha erken emekli olmayı isteyebilir. Bazı çalışanlar ise daha uzun süre çalışmayı tercih edebilir. Yaşı, sağlığı, işi daha uzun çalışmaya elverenler daha uzun çalışmayı tercih edebilirler. Bazı işlerde erken emekli olmak gerekir. Ağır işlerde, riskli işlerde erken emeklilik haktır. Dahası belirli bir yaşın üzerindekilerin iş bulması hiç kolay değildir veya güvencesiz işlere mahkum olurlar. O nedenle emeklilik yaşı tartışmasını bu gerçekleri bilerek yapmak lazım.

Kamusal bir emeklilik sistemi, temel ölçütleri yerine getirecek herkese insani bir aylık düzeyi sağlamakla, daha uzun çalışanlara ise daha fazla aylık sağlamakla yükümlüdür. Elbette primli sistem dışında kalanlara da insanca yaşayacak bir destek vermeli. Adaletin gereği budur. Yaştan önce bu ilkeyi tartışmak lazım. Türkiye’de emeklilik yaşı tartışmasından ziyade bu tartışmanın yapılması gerekir. Görece erken yaşta emekli olmayı tercih edenlerle daha geç emekli olmayı tercih edenler arasında bir denge var mı? Hemen söyleyeyim yok.

EMEKLİLERİN ORTALAMA YAŞI 62

Gelelim “40 yaşında emekli oluyorlar” abartmasına! Her şeyden önce bir olgunun imkan dahilinde olması ile yaygın olması ve ortalama olması arasında devasa fark vardır. Ortalamalara bakmadan, eğilimlere bakmadan en uç örnekleri gündeme getirmek konuyu sulandırmaktan ve emeklilere zarar vermekten başka bir işe yaramaz.

Türkiye’de çalışanlar 40 yaşında mı emekli oluyor? Teknik olarak 8 Eylül 1999 öncesi çalışmaya başlayanların, kadın ise 38, erkek ise 43 yaşında emekli olması mümkündür. Ancak önemli olan bunun ne kadar yaygın olduğudur. Emeklilerin yüzde kaçının bu kapsamda olduğudur. Türkiye’de ortama emeklilik yaşı 2020’de 52 idi. 2023 yılında EYT nedeniyle yaşanan yığılma sonucunda bir miktar düştü ve 50 oldu. 40 değil 50!

Öte yandan sadece son yıl içinde emekli olanların yaş ortalaması bize emeklilik yaşı konusunda tek başına fikir vermez. Halen yaşlılık aylığı alanların ortalama yaşı da önemlidir. Türkiye’de halen yaşlılık aylığı alanların yaş ortalaması 62’dir. Toplam yaşlılık aylığı alanların sadece yüzde 0,2’si 40 yaş altındadır. 50 yaşın altında olup yaşlılık aylığı alanların oranı yüzde 14,6 civarındadır. Emekli aylığı alanların yüzde 53’ten fazlası 60 yaş üzerindedir. 70 yaş üzeri emekli aylığı alanların oranı yüzde 22’dir. Dolayısıyla Türkiye genç emekliler ülkesi iddiası bir abartmadır.

Evet sistemin zorunlu ve kaçınılmaz haller dışında normal şartlar altında 38 ve 40 gibi yaşlarda emekli aylığı ödemesi adil değildir. Burada eleştirilecek husus, 55,  60 veya 65 yaşında emekli olanlarla 40 yaşında emekli olanları eşitleyen ucube sistemdir. Burada eleştirilecek olan sigortalılardan bazılarına sırf bir gün, bir ay, bir yıl önce işe girdi diye 17-20 civarında erken emeklilik sağlaması ve diğerlerini ise cezalandırmasıdır. Emeklilik yaşı hakkaniyetli uygulanmalı ve vicdanları, toplumsal adaleti zedelememelidir.

                   Kaynak: SGK 2023 Yıllığı

EMEKLİLİKTE BEKLENEN ÖMÜR

Türkiye’de 2023 yılında fiili yaşlılık aylığı yaşının 50, yaşlılık aylığı alanların yaş ortalamasının 62 olduğunu saptadıktan sonra, ikinci konuşulması gereken husus çalışma hayatı sonrası emeklilikte beklenen ömürdür. Asıl ölçü budur. Çalışmayı bıraktıktan sonra kaç yıl yaşayacaksınız.

Emeklilik yaşı tartışması, beklenen ömür ve çalışma hayatından fiilen ayrılma yaşı dikkate alınmaksızın bir safsataya döner. OECD verilerine göre Türkiye’de çalışma hayatı sonrası ortalama ömür beklentisi erkeklerde 18,1 yıl, kadınlarda 23,6 yıldır. Kadın ve erkek istihdam oranlarını dikkate aldığımızda Türkiye’de çalışma hayatından ayrıldıktan sonra beklenen ömür yaklaşık 20 yıldır.

OECD ortalaması erkeklerde 18,4 yıl, kadınlarda 22,8 yıldır.  AB ortalaması erkeklerde 18,4 kadınlarda 22,9’dur. İspanya’da bu süre erkeklerde 22,7, kadınlarda 26,5’tir. Yunanistan’da 19,1 ve 25,5’tir.

Görüldüğü gibi Türkiye’de son yılın fiili emeklilik yaşı OECD veya AB ortalamasına göre düşük olmasına rağmen. Türkiye’de çalışma hayatı sonrası ömür beklentisi OECD ve AB ortalamasının üstünde değildir. Bunun en önemli sebepleri çalışma hayatından ayrılma yaşının yüksek olması ve emeklilikte ortalama ömür beklentisinin düşük olmasıdır.

4 ÇALIŞANA 1 EMEKLİ EFSANESİ

Emeklilikte bu hatalı yaş tartışmasına paralel ileri sürülen bir diğer iddia da “dörde bir” aktif-pasif dengesidir. Deniyor ki “4 çalışan 1 emekliye bakmalı. Uluslararası standartlara göre; 4 çalışana 1 emekli iken, Türkiye’de; 1,6 çalışana 1 emekli şeklindedir."

Maalesef böyle bir uluslararası standart yok. Varsa ben de öğrenmek isterim. Dahası böyle bir ülke örneği de artık yok. Geçmişte, 70 yıl önce, yarım asır önce vardı. Ancak günümüzde yok.

Bu bilgi sosyal güvenlik sistemlerinin kuruluş dönemlerine ilişkin eskimiş bir aktüeryal denge bilgisidir. Eski bazı sosyal güvenlik kitaplarında böyle ifadeler yer alabilir ama günümüze hiçbir sosyal güvenlik sistemi "dört çalışana bir emekli" denklemine dayalı değil.

Türkiye'de 1960 ve 1970'ler için bu iddia mümkündü ama günümüzde değil.  Bırakın" dörde bir oranını" sosyal güvenliğin beşiği Avrupa'da iki çalışana bir emekli oranını yakalayan ülke sayısı iki elin parmaklarını bile bulmuyor. Avrupa'da aktif-pasif dengesi 1,7 civarındadır

Uzun bir geçmişi olan sosyal güvenlik sistemlerinde bire dört aktif-pasif oranı mümkün değildir. Çünkü nüfus yaşlanmış, ömür uzamış ve doğum oranları azalmıştır. O nedenle dünyada artık sadece aktüeryal dengeye dayalı sosyal güvenlik sistemi kalmadı sayılır. Sosyal güvenlik sistemleri prim + kamu harcaması şeklinde finanse ediliyor. Kamu katkısı giderek artıyor. Dört çalışana bir emekli dengesini sağlamak için yaklaşık olarak sigortalıları 35-40 yıl çalıştırmak ve 10-12 yıl emekli aylığı vermekle mümkün olur.

GÜÇLÜ KAMU KATKISI ŞART!

Türkiye'de emeklilik sisteminin bir dizi yapısal sorunu var. Bunlardan bir bölümü işgücü piyasasından kaynaklanıyor. Düşük istihdam oranı, yüksek kayıt dışılık ve ücret düzeyinin düşüklüğü sosyal güvenlik sistemine prim girişini azaltıyor. Elbette yaş konusunda da büyük dengesizlikler vardır. Ancak yazıdaki "dörde bir" şeklindeki aktüeryal denge iddiası geçersizdir. Böyle bir standart olmadığı gibi ve böyle bir orana sahip bir ülke de yoktur.

Türkiye en iyi durumda bile aktif-pasif dengesi ikiye bir oranına ulaşabilir. Aktüeryal denge meraklıları üzülmesin. Birkaç yıl sonra emeklilik hızı ciddi biçimde düşecek. 8.9.199 sonrası çalışmaya başlayanlar 58-60 yaşında emekli olacağı için emekli olanların sayısında birkaç yıl içinde keskin bir düşüş yaşanacak. Aktif-pasif oranı tekrar yükselecek.

Ancak o durumda bile emeklilere insanca bir emeklilik sağlayabilmek için ciddi bir kamu katkısına ihtiyaç var. Aktüeryal denge ısrarı emeklileri açlığa mahkum eder. Çünkü aktif-pasif oranını artık ciddi fizyolojik ve sosyal sınırlar var. Dörde bir aktif pasif oranı günümüzde artık mümkün değil. Ne kadar güçlü bir işgücü piyasanız ve ne kadar geç emekli yaşınız olsa da bu oran mümkün değil. Artık eskimiş "dörde bir" aktüeryal denge iddiasını bir kenara koymak lazım.

Günümüzde sosyal güvenlik sistemleri prim + güçlü kamu katkılarıyla ayakta kalmaktadır. Dünyada emekliliğe ayrılan kamu kaynaklarının GSYH’ye oranı ortalama yüzde 8'e yaklaşıyor. Doğu Avrupa'da yüzde 10'a yakın. Batı Avrupa'da yüzde 11'den fazla. Türkiye'de bu oran 4,3'tür. Türkiye'de diğer sorunların yanı sıra emeklilik sisteminin en önemli sorunlardan biri de yetersiz kamu emeklilik harcamasıdır.

EMEKLİLİK BİR BÖLÜŞÜM SORUNU

Özet olarak tek başına emeklilik yaşına bakmak karşılaştırma için anlamlı değildir.

“Ama Avrupa’da emeklilik yaşı 65” diyenler bir Avrupalı işçisinin ömür boyunca kaç saat çalıştığının ve hangi koşullarda çalıştığının da yanıtını da vermelidir. Dolayısıyla çalışma hayatının koşulları, çalışma süresi, gelir ve iş güvencesi hesaba katılmadan yıl karşılaştırması yapılamaz.

Son olarak günlük ve haftalık çalışma saatinin düşürüldüğü bir dünyada ömürlük çalışma süresi neden düşmesin? Kamusal emeklilik sistemiyle büyün yurttaşlara neden ömürleri tükenmeden makul bir yaşta emeklilik hakkı sağlanmasın.

Neden işçiler iflahları kesilene kadar şirket için çalışsın? Neden insanlar ömürlerinin daha fazla kısmını kendileri ve toplumsal uğraşlar için harcamasın? İşçiler daha erken yaşlarda emekli olmak ve insanca bir emeklilik sürmek için yeterince üretiyor, yeterince verimli çalışıyor.

Emeklilik sistemi şirket esaslı değil, insan ve toplum esaslı olmalıdır. Önemli olan herkese insanca bir emeklilik hakkı sağlanması ve farklı yaşta emekli olanlar arasında hakkaniyet ve adaletin sağlanmasıdır.

“Ama kaynak” diye başlayacak olanlara yanıtım. Muhtaç olduğumuz kaynak emeğin karşılıksız olarak el konulan birikimlerinde mevcuttur. Beyhude kaynak tartışması yerine gelir ve servet dağılımına bakmak yeter! Emeklilik de bölüşüm meselesinin bir parçasıdır.

                                                                /././

Kafa karışıklığı endişelendiriyor: Biz ne yaşadık öyle, anlayan biri var mı? -Yaşar Aydın-

Meclis açılışında muhalefetin kafa karışıklığının kendi tabanını bile endişelendirecek boyuta geldiğine tanıklık ettik. Ancak ülke gerçekleri, muhalefetin rutine boğulmuş bu haline pirim verecek durumda değil.

Geçen hafta Meclis açıldı. Salı gününe denk gelince de gruplar toplandı. İlk konuşma da MHP lideri Devlet Bahçeli’ye düştü. Açtı ağzını yumdu gözünü. Gazetecilerden başladı, Sinan Ateş’in annesine kadar gitti. Anamuhalefet partisine ayar çekti. Bildiğiniz Bahçeli. Bu sözlere CHP grup başkanları anında yanıt verdi. Onlar da çok sertti.

Ankara’da herkesin ortak fikri gergin bir yasama yılı başlangıcı olacağıydı. Öyle olmadı. CHP Erdoğan’ı ayakta karşıladı, Özgür Özel MHP lideri Bahçeli’nin yanına gitti. Bahçeli DEM eş başkanıyla sohbet etti. Bunlar yetmezmiş gibi resepsiyon bölümünde muhabbet daha da ilerledi. İnanılır gibi değil ama Bahçeli barıştan söz etti.

MAKAS MI DEĞİŞİYOR?

Tüm bunlar yaşandıktan sonra bir de Bahçeli ile Erdoğan baş başa görüşme yaptı. Tüm bunlara bakınca “AKP-MHP ittifakında makas mı değişiyor” sorusu akıllara geliyor. Biraz daha açarak soruyu şu netlikte sorabiliriz: 7 Haziran 2015 seçiminden bu yana adım adım inşa edilen ve tek adam rejimine dönüşen sistemin sahipleri tıkandıklarını kabul edip yeni bir yol mu arıyorlar?

Bu soruya kestirmeden “evet” yanıtı vermek kolaya kaçmak olur. Çünkü hangi sıcak mesajı verirse versin halihazırda MHP ve Bahçeli böyle bir makas değişikliğinin önündeki en önemli engellerinden biri olarak duruyor. Farz edelim ki Bahçeli öyle ya da böyle ikna edildi. Yine iş o kadar kolay değil. Rejim içinde ikili bir ittifak hukukunun yeterli olacağını söylemek çok zor. Mafyasından tarikatlara kadar uzanan geniş bir yelpazeden bahsediyoruz ve aynı anda ortak yürüyüşe devam etmeleri mümkün değil.

Böyle de olsa geçen hafta 24 saat içinde yaşananların bakiyesi ne oldu ona bir bakmak lazım. İktidar oyun alanını biraz daha genişletti. Daha da önemlisi biraz daha genişleme alanı olduğunu fark etti.

Muhalefetin kafa karışıklığının kendi tabanını bile endişelendirecek boyuta geldiğine tanıklık etmiş olduk. 31 Mart seçim başarısına rağmen başta anamuhalefet partisi olmak üzere hiçbir partide sular tamamen durulmuş değil.

İktidarla muhalefet arasında yaşanan muğlak durumun toplumda yansıması siyasette “güvensizlik” oluyor. Bu durumun diğer bir doğal sonucu da halkın köşesine çekilmesi oluyor.

İşin kötüsü iktidar hiçbir çaba harcamadan daha, sadece lafını ederek muhalefettin dengesini bozmayı başardı ve bu durumun farkında.

İktidar ekonomik ve siyasal alanda sıkıştı. Çıkış bulamıyor. Durumu idare etmeye, zaman kazanmaya çalışıyor. Neredeyse kendiliğinden çözülmeye başlayan bir rejim var. Ama bir şeyi başardı. O da Meclis muhalefetini rejimin sınırlarına hapsetmek oldu. Bu o kadar etkili bir hal aldı ki bitmiş tükenmiş tartışmalar bir anda yeniden alevlenebiliyor.

1 Ekim tarihinde gerçekleşen Meclis açılışından hemen ertesi gün DEM Parti Eş Başkanı Tuncer Bakırhan grup toplantısında “Yeni ve demokratik bir Anayasa konusunda herkese açık çağrımızdır: Ön yargılarınızı bir kenara bırakın, gelin hep beraber demokratik ve özgürlükçü bir anayasa için çalışalım” diyerek anayasa tartışmasına katkı yaptı. Bu ve benzeri açıklamalar partilerden daha önce de yapılmıştı. Ama Bahçeli temasından sonra bu açıklamanın yapılmış olması daha fazla ilgi çekmesine neden oldu. Benzer bir durum sınır ötesi tezkereleri için de geçerli. İç cephenin gönüllü taşıyıcısı durama düşüyorlar.

BÖYLE DEVAM EDER Mİ?

İktidarla kendi seçmeni arasında açılan makasın, muhalefet partileri için de geçerli olduğu söylenecek noktaya gelindi. Geçen hafta yayınlanan iki kamuoyu yoklaması muhalefet partilerinin yönetimiyle seçmenin başka duygular içerisinde olduğunu gösterdi. Türkiye’de yaşayanların yüzde 70’i durumundan memnun değil. Yine yüzde 72’si de muhalefet boşluğunun olduğunu düşünüyor. CHP seçmeninin içinde bu oran yüzde 75’lere kadar yükseldi. Sadece bu tablo bile tek başına muhalefet açsından durumun böyle devam edemeyeceğini gösteriyor. Bu durumun ötesinde ülkenin gerçekliği de muhalefetin rutinine boğulmuş bu haline pirim verecek durumda değil.

                                                             /././

Anayasal düzenin yeniden inşasında son çare: Topyekûn seferberlik -Nurcan Bilge Gökdemir-

İstanbul Baro Başkanlığı’na aday olan Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, yargının içinde bulunduğu durumu BirGün’e değerlendirdi. 2017’de anayasal mirasın reddi ile bir yıkım sürecine girildiğini hatırlatan Kaboğlu, “Bu yıkıma karşı son çare topyekûn bir seferberlik” dedi.

Anayasa hukukçusu, Marmara Üniversitesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı başkanıyken KHK ile ihraç edilen bir akademisyen ve CHP’nin İstanbul milletvekili olarak parlamentoda görev yapan bir isim Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu. İsmi “Hukukun üstünlüğü, Anayasa’ya saygı” kavramları ile anılan bir hukukçu. Kaboğlu, şimdi aralarında Sorbonne’un da bulunduğu akademik kürsüler ve siyasette bugüne kadar savunduklarını dillendirmeye devam edebileceği bir başka göreve talip: İstanbul Baro Başkanlığı…

Kaboğlu ile adaylığı ve Anayasa’nın ayaklar alındığı bir dönemde yapılması gerekenleri konuştuk.

Binin üzerinde avukatın yaptığı çağrı sonrası İstanbul Baro Başkanı adaylığınızı açıkladınız. Sizi bir akademisyen ve siyasetçi kimliğinizle tanıyoruz daha çok, baro başkanlığına neden adaysınız? 

Evet, başkan adaylığım için uzun toplantı ve görüşmelerin ardından 24 saatte 1200’ü aşkın avukatın imzası iletilince, “bu kitlesel çağrı üzerine, anayasal yıkım karşısında seyirci kalamayacağım” şeklinde yanıt verdim.

Doğru, daha çok akademisyen kimliğimle tanınıyorum; ancak elli yıllık mesleki yaşantım sırasında, kuşkusuz bu meslek sayesinde gerek sivil toplum örgütlerinde gerekse kamu kurumu niteliği taşıyan kuruluşlarda birçok görevim ve etkinliğim oldu. İnsan Hakları ve barolar bunların başında gelmekte. Örneğin, 1997’de başlayan İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Başkanlığı görevimin ardından, 2001’den itibaren Türkiye Barolar Birliği İnsan hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi kurucu başkanlığı 2005’e dek sürdü.

Aynı dönemde, BM İnsan Hakları Eğitimi Onyılı Ulusal Komitesi’nin, hakim ve savcıların insan hakları eğitiminden sorumlu üyesi olarak, ayrıca seçimle geldiğim Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu Başkanı olarak, yerel, ulusal ve uluslararası ölçekte birçok programın planlaması ve uygulamaya geçirilmesinde görev aldım. İnsan hakları formasyon programları, savcı ve yargıçların yanı sıra üst düzey kamu görevlilerini ve avukatları da kapsamına alıyordu.

Sözünü ettiğim yıllar, hatırlanacağı üzere, Kopenhag kriterlerine uyum çalışmalarının öne çıktığı, 2001 ve 2004 Anayasa değişiklikleri ile demokratik kazanım ve birikimin en üst norma yansıdığı dönemdi.

Ne var ki, 2017’de anayasal ve siyasal mirasın reddi ile başlayan ‘yeni (!)’ dönem, bir yıkım sürecini de beraberinde getirdi. Bu yıkım sürecine karşı topyekun bir seferberlik, son çare gibi görünüyor. Bunda, kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşları olarak barolar özgül bir işleve sahip. Hele hele İstanbul Barosu gibi nicelik olarak devasa bir Baro’nun görev ve sorumluluğu tarihseldir.

Ben de yarım yüzyıllık, katılımcı ve kolektif çalışma anlayışı sonucu edindiğim deneyim ve birikimimi, artık “ben değil, biz” yaklaşımı ile kurumsal çerçevede “insan haklarına dayanan Türkiye Cumhuriyeti”ne sunma irademi ortaya koymuş oldum.

HUKUKUN ETKİLİ KILINMASI

Akademik ve siyasi yaşamınıza, genel anlamda hukukun üstünlüğü, özelde de Anayasa’nın evrensel bir nitelik taşıması ve bu metne toplumun tüm kesimlerinin uyması yönündeki hassasiyetinizin damga vurduğunu görüyoruz. İstanbul Barosu Başkanlığına adaylığınızı da bu çerçevede değerlendirebilir miyiz? 

Aynen. Tam da bu. Ben hiçbir zaman yalnızca üniversitede ders veren ve ders kitapları yazan bir öğretim üyesi olmadım. Kuramsal bilgiye olduğu denli bu bilginin paylaşılmasına ve uygulamaya yansımasına da önem verdim. Hukuk devleti kavramının yanı sıra hukuk toplumu kavramını önerip bunun gereklerini işlemek ve o yönde davranmak, bir gösterge olarak belirtilebilir. TBMM’de beş yıllık vekillik görevim de “Anayasa’ya uygun yasa” için çok yönlü çaba ve çalışmalar ile geçti.

İstanbul Barosu, niceliksel gücünü niteliğe dönüştürebildiği ölçüde Türkiye Cumhuriyetinde hukukun etkili kılınmasına katkıda bulunabilir. Demokratik ve özerk niteliğiyle kamu kurumu niteliğinde hukuk meslek örgütü, “üçlü anayasal ayrışma” karşısında, gizil gücünü demokratik anayasa yönünde ortaya koyabilir. Bunu yapabildiği ölçüde “avukatlık ve savunma mesleği” haysiyetini görünür kılabilir.

BAROLARIN İŞLEVİ

Adaylık açıklamanızda “Barolar, savunma çerçevesine indirgenemeyecek şekilde önemli kuruluşlardır” ifadesi yer aldı. Baroların işleyişine ilişkin görüşlerinizi paylaşır mısınız? 

Barolar, her ne kadar sav + savunma + hüküm diyalektiğinin eşit bileşeni olan avukatların örgütleri olsalar da varlıkları ve işlevleri savunma hakkı ve görevi ile sınırlı tutulamayacak önemde kuruluşlardır. Çünkü adil yargılanma hakkı, sav + savunma + hüküm üçlüsünde ortaya çıkar ve bunun için yargının bağımsız olması gerekir. Yargı bağımsızlığı ise erkler ayrılığını gerekli kılar. 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin dolaylı anayasa tanımını hatırlayalım: Bir toplum ki orada erkler ayrılığı sağlanmamıştır, hak ve özgürlükler güvencelenmemiştir, Anayasa da yoktur.

Klasik hale gelen bu tanımdan hareketle yargı bağımsız değilse düzgün yargılama gereklerine saygı gösterilemeyeceğine göre, savunma hakkı ne ölçüde geçerli olabilir? Şu halde, hak arama özgürlüğü, etkili başvuru hakkı veya adil yargılanma hakkı için mücadele, genel olarak hak ve özgürlükler mücadelesine içkin bir süreçtir; zira hakkaniyete uygun yargılanma hakkı, hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkes için geçerlidir.

Bu nedenle, Baroların savunma hakkının çatı kurumu özelliği, gerçekleşme koşulu yargı bağımsızlığı olan adil yargılama sürecini kapsamına alır ve haliyle Anayasa’nın üstünlüğü ilkesine uzanır.

HESAP VEREBİLİR BİR HÜKÜMET

Türkiye yine bir Anayasa değişikliği tartışması yaşıyor. Son yıllarda Anayasa değişikliklerinin AKP iktidarının Türkiye’nin çağdaş bir hukuk devleti kimliğine kavuşması arayışları çerçevesinde olmadığını, daha çok siyasi sonuç almayı amaçladığını Türkiye birçok kez deneyimledi. Bu son girişime ilişkin görüşlerinizi öğrenebilir miyiz? 

Anayasasızlaştırma süreci ardından eski ‘fiili ortağın’ başarısız darbe girişimi bahane edilerek OHAL ortam ve koşullarında yapılan Anayasa değişikliği, aslında Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti anayasal mirasının reddidir. Uygulanması, demokratik, otoriter ve keyfi sıfatlarıyla ifade edebileceğimiz şu üçlü ayrışmayı beraberinde getirdi:

•1982 Anayasasında öngörülen demokratik hükümler; örneğin madde 1-11 arası düzenlenen genel esaslar.

•2017 değişikliği ile getirilen otoriter hükümler; madde 104 vd.: Hükümetin ilga edilmesi, siyasal karar süreçlerinin tasfiyesi, siyasal sorumluluk kuralının kaldırılması vb.

•Cumhurbaşkanı’nın parti genel başkanlığını da üstlenmesi ile başlayan fiili durum, beraberinde getirdiği keyfi uygulamalar giderek yaygınlaştı.

Bu keyfi uygulamalar, hak ve özgürlük güvencelerini tümüyle eğreti hale getirdi. Aslında Anayasa’da oldukça geniş bir hak ve özgürlükler yelpazesi var. Cumhuriyetin temel organlarına gelince; Yasama, Yürütme ve Yargı düzenlemesi, biçimsel olarak erkler ayrılığının varlığı görüntüsü de veriyor. Ne var ki, 2017 değişikliği ile Devleti temsil ve Hükümet yetkilerinin tek başına kendisine verildiği Cumhurbaşkanı, parti başkanlığını da üstlenince, erkler ayrılığı, yerini “iktidarın kişiselleşmesi”ne bıraktı. Bu da, keyfi uygulamayı beraberinde getirdi.

Keyfi yönetim ise sürekli bilgi kirliliği yaratılarak sürdürülmek isteniyor: Anayasal bilgi kirliliği.

Bu konuda uyanık olmak gerek. Uzmanların ve medyanın öncelikli görevi, doğru ve gerçek anayasal ve siyasal bilgi paylaşımı olmalı.

İkinci olarak, yürürlükteki Anayasa’ya saygı konusunda ısrarcı olmak gerek. Nihayet, eğer bir Anayasa değişikliği ortamı doğacaksa TBMM önünde hesap verebilir bir hükümeti öngören düzenlemeye öncelik veren değişiklik olmalıdır. Bu üçlü gereklilik karşısında Barolar ve özellikle İstanbul Barosu, güncel ve tarihsel bir sorumluluğa sahip. Bu kısa açıklama ile birinci sorunun yanıtı da somutlaşmış oldu.

 (BİRGÜN)




Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı +Gündem" -20 Haziran 2025-

  Belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı! Meclis’te kabul edilen yasa ile belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı. ...