7 Ekim 2024 Pazartesi

Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -7 Ekim 2024-

 

Muhalefeti ayakta mı yapsak, oturarak mı yapsak?-İlhan Cihaner-

Tokalaşma ve ayağa kalkma, ABD açıklaması, kimi muhalif figürlerin “devletlülerle” randevu dilenmeleri, en küçük temas için alesta beklemeleri, temas edenlerin “bana su verdi!” tadında memnuniyetleri aslında daha büyük sorunların göstergesi ve sonucu.

Bir soru ile başlayalım; “normal” koşullarda söylenip geçilecek “tokalaşma, ayağa kalkmama” gibi jestler niçin bu kadar tartışıldı?

Demek ki “yeterince normalleşememişiz!” deyip geçebilirdik. Ancak 2015’ten beri “ayağa kalkmama” tutumu, iktidar daha da ceberrutlaşmışken değiştirilince, Erdoğan’a meşruiyet vermek hatta “büyük koalisyonun” ayak sesi olarak değerlendirildi. O kadar ki muhalefet içinden bile “yurtsever olup olmamanın” kriteri olarak görüldü. Öncelikle belirtmek gerekir ki kuliste bekleyen ve ayağa kalkmayan milletvekilleri ile ayağa kalkanlar arasında yurtseverlik ya da iktidardan kurtulma isteği yönünden bir ayrım yapmak, cesaret, ihanet ya da kahramanlık kriteri olarak değerlendirmek oldukça abartılı bir yorum olacaktır. Şunu da hatırlatayım özellikle CHP içinden bu yorumları yapanlardan bazıları geçmişte tam tersi pozisyonları savunmuşlardı.

Tokalaşma ve ayağa kalkma, ABD açıklaması, kimi muhalif figürlerin “devletlülerle” randevu dilenmeleri, en küçük temas için alesta beklemeleri, temas edenlerin “bana su verdi!” tadında memnuniyetleri aslında daha büyük sorunların göstergesi ve sonucu.

Bu sorunlardan bence en önemlisi, muhalefetin özellikle CHP’nin “devlet” analizi. Bunu, Türkiye için hiçbir anlamı olmayan hele hele AKP/MHP iktidarında ve ucube Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde iyice anlamsızlaşan, sağın en kof ezberlerinden biri olan “devlet ayrı, hükümet ayrı” yaklaşımı olarak özetleyebiliriz. Bu yaklaşım başta dış politika olmak üzere birçok alanda iktidara destek ve meşruiyet olarak dönüyor. O nedenledir ki sayın Özgür Özel’in ABD açıklaması doğrudan iktidara destek olarak kabul edildi. Şunu unutmamak gerekir ki yargı bağımsızlığının olmadığı, parlamentonun başta bütçe hakkı olmak üzere temel fonksiyonlarının rafa kaldırıldığı bir sistemde devlet/hükümet ayrımı yapmak mevcut iktidar ilişkilerini yeniden üretir, meşruiyet verir. Kaldı ki bu ayrımın objektif koşulları olsa bile özellikle darbe dönemleri ile iyice kemikleşen Komünist/sol, Alevi, Kürt ve azınlık düşmanlığı ile malul bir devlet, sermayenin ve emperyalizmin aparatı olmuş bir devlet kategorik olarak olumlanamaz. Kurucu parti olmak böyle bir görevi gerektirmediği gibi devlet, iktidar ve iktidar ilişkilerinin değişimini gözden kaçırmak anlamına gelir. Cumhuriyetten geriye kalanları da kaybettirir. Bunun sonu “devlet tapıncıdır”. Bir bakmışsınız “yeminine uymayan partili Cumhurbaşkanı” olmuş size “makam”! Devlet (siz ona sermaye de diyebilirsiniz) işine geldiğinde şefkatli elini uzatır, siz de sevinerek ele saygı gösterirsiniz. İşine geldiğinde ise hakaret eder, sopasını başınıza indirir hatta katleder. Her halükârda siyasetin alanını devlet olan hükümet yani iktidar belirler. Erdoğan ve Bahçeli’nin “iç cephe ve İsrail tehdidi” açıklamalarını tam da bu alanda muhalefetin heveskârlığının sonucu olarak okumak gerek. Sanırım önemli bir ölçüde alıcı da buldu. Böyle bir devlet yaklaşımı iktidarı getirmez. Getirmediğini on yıllardır deneyimliyoruz. O nedenle muhalefetin devlet analizini güncellemesi şart. Devletimizin artık bir “failed state” (çuvallamış, başarısız, kapasitesi önemli ölçüde aşınmış) devlet olduğu kabulüyle başlanılabilir bu güncellemeye.

İkinci sorun ise; muhalefetin ana gövdesini oluşturan CHP’nin, Baykal’la başlayıp Kılıçdaroğlu döneminde iyice zirveye ulaşan hayalî bir sağ/muhafazakâr seçmeni ikna etmek üzerine kurulu politikalardan kopamamış olması hatta, yerel seçim başarısının bu yaklaşımın doğrulanması olarak okunması, CHP’nin ve seçmeninin artık “merkez bir parti” olduğu kabulüdür. Bu kabul geçenlerde parti iktidarı troykasından birisi tarafından açıkça ifade edildi. Oysa siyasi yelpazenin bir bütün olarak sağa kaydığı bir iklimde “merkez” siyaseti objektif sağcılıktır. Sağın kavram ve sembollerini kullanmak, hele hele bunu sağın elitleriyle yakınlaşarak yapmak o kulvarı tahkim ettiği gibi kendi seçmenini de sağa angaje eder. En iyi ihtimalle kırılgan hale getirir. Erdoğan ve Bahçeli’nin seçmenleriyle kurduğu ilişkiyi okuyamamak anlamına gelir. Öteden beri anketsever politikacılarımız sadece son anketlerdeki kararsız ve muhalefet boşluğu gören seçmen oranlarına baksalar bile bunun fayda sağlamadığını görürler. Burada faili olmadığı yanlışlarla ve hiçbir zaman sahibi olmadığı devletin günahlarıyla ilgili “helalleşme” ile yine müsebbibi olmadığı “anormalliklerle” ilgili olarak “normalleşme” adına muhalefet potansiyelini geriletmenin kategorik olarak aynı olduğunu belirtmek isterim. Bu anlamda CHP içerisinde yavaş yavaş uç veren “helalleşmeciler/normalleşmeciler” karşıtlığının da anlamsız olduğunu görmek gerekir.

Tüm bunlar siyaseti, “Erdoğan yandaşlığı/karşıtlığına sıkışmışlığından” kurtarmak için yapılıyorsa da anlamsız. Sistem ve ekonomi politik eleştirisini ikincilleştirip sürekli “tek adamlık” üzerinden Erdoğan eleştirisi ve MHP’nin rejim için anlamını gözden kaçırıp yalnızca Bahçeli eleştirisi yapıp, sonra onlarla “normalleşince” haliyle muhaliflik boşa düşmüş gibi görünebiliyor. Bu nedenle halka alabildiğine düşmanlık ve kin pompalanıp hakaret edildikten hemen sonra “normalleşme, doğal olan bu” diyerek gösterilen “nezaket” zaten yerlerde sürünen siyaset ve siyasetçiye olan güveni aşındırdığı gibi komplo teorilerine de yol verdi. “Bunların mücadelesi de sahte” izlenimi verdi geniş kesimlere. Tabii ki siyasetçilerin birbirlerini gördüklerinde küfürleşmeleri, kafa göz yarmaları değil beklenen. Ancak faille mağduru eşitleyen faile manevra alanı sağlayan bir tutum da kabul edilemez. Gerçek ve gerçekçi adımlar atılmadan yapılan bu jestler muhalif tabanda yılgınlığa ve teslimiyet algısına yol açıyor. Son günlerde muhalefetin eleştirilen kimi tutumları esasen temel politik kabullerin yansımaları. O temel kabullerden kopmadıkça benzer “yanlışlar” tekrar edip duracaktır.

Yazdıklarımın önemli bir kısmının tekrar olduğunun farkındayım ama ne demiş eskiler: Et-tekrârü ahsen velev kâne yüz seksen” (Yüz seksen kere de olsa tekrar iyidir).

                                                           /././

Türkiye, dengesizlikleri karşılamaya hazır mı?-Oğuz Oyan-Son aylarda sözde ticari ilişkilerin kesildiğinin ilan edilmiş olmasına rağmen, arka kapı ticaretiyle ikiyüzlü politikalar sürdürülmekte. Üstelik İsrail’e bütün istihbarat bilgileri NATO ve ABD üzerinden, bu arada Türkiye’deki Kürecik ve İncirlik üslerinden akmaya devam etti ve ediyor.

“Türkiye” derken, iktidarıyla muhalefetiyle Türkiye siyasetini kastediyoruz. “Dengesizlikler” derken, ulusal, bölgesel ve küresel çaptaki dengesizlikleri veya denge değişimlerini kastediyoruz. Dengesizlikler, olağan dönemlerde, çoğunlukla siyasi, ekonomik düzlemlerde, çevre-iklim koşullarının kötüye gitmesinde görünür oluyor; süregiden askerî/teknolojik güç dengesizlikleri kamuoyunun gündemine daha az yansıyor. Olağanüstü dönemler geldiğinde ve emperyalizmin kışkırtmasıyla ülkelerarası ilişkiler bozulup iyice görünür kılındığında, silahlanma yığınaklarındaki dengesizlikleri, emperyalist saldırganlığın hangi pervasızlık/gözü-karalık derecesine kadar gidebileceğini, hegemonya mücadelesinin bir hegemonya çatışmasına evrilip evrilmeyeceğini yani ekonomik alandan askerî alana taşınıp taşınmayacağını ve hangi boyutlara ulaşabileceğini de kapsamaya başlıyor.

KAPİTALİZM EŞİTSİZLİK ÜRETİR, EMPERYALİZMİ BESLER

Aslında dünyanın tarihi olarak en büyük eşitsizliklere sahne olduğu bir dönemden geçiliyor. Kapitalizm sosyalist sistemin rekabetinden ve sosyal devlet baskısından kurtulduğundan beri, yani en azından 35 yıldan beri, eşitsizlik üretimi inanılmaz ölçüde hız kazanmış durumda. Bu eşitsizlik üretimi en gelişmiş kapitalist ülkeler içinde emekçi sınıflar aleyhine giderek daha fazla kök salıyor; ama sanayileşmiş ülkeler ile geri bıraktırılmış ülkeler arasında, özellikle de bunların sermaye ile emek sınıfları anasında ulaştığı boyuta tarihin daha önceki hiçbir döneminde erişilebilmiş değil.

Bu kadar eşitsizlik üreten, gelir ve servet dağılımını bu denli bozan, kamusal varlıkları bu derecede talan eden, toplumsal hizmet üretme sorumluluğundan kaçınarak sürekli piyasayı yani sermayeyi ihya eden, çevreyi bu denli tahrip eden, ahlaki meşruiyet sorunları giderek büyüyen bir sistem, ancak ulusal ve uluslararası düzlemlerde çatışma ortamını ve içerde emekçi sınıflara ve onların yanında saf tutan aydınlara karşı uyguladığı devlet şiddetini (kolluk ve yargı üzerinden) artırarak ayakta kalabilir. Böyle dönemlerde sermayenin egemen kesimlerinin düzenini sürdürebilmesi için hem ulusal düzlemde kültürel kutuplaşmaları kışkırtması (bu arada faşist akımların güçlenmesini desteklemesi veya bu yükselişi fırsata çevirmesi) hem de uluslararası düzlemde halkları birbirine düşürmesi ihtiyacı doğar veya yeniden büyüme eğilimine sokulur.

Ama asıl olarak, bunların üzerine sermayenin birikim sorunlarının eklenmesi halinde işler başka bir boyuta taşınmaya başlar. Aşırı üretim ve talep yetersizlikleri sorunları yanına özellikle aşırı sermaye birikimi (yani sermayenin artıdeğer üretme kapasitesinin zayıflaması) sorunları eklenmişse, o zaman askerî-sınai kompleksin dizginleri ele alma ve savaş kışkırtıcılığına soyunma vakti gelmiş demektir. Silahlanma yarışından beslenen sermaye çevreleri olayları kızıştırmanın aktif tarafı olmaya yönelir. Bu nedenle de ABD seçimlerinde kimin kazanacağından çok, onların arkasındaki sermaye güçlerinin neyi tercih ettiği belirleyici sayılmalı. Ama olay ABD ile sınırlı değil; Almanya’da ekonomide durgunlukla birlikte sınai gerileme sürecine girilmesi ile sermayenin silahlanma/savaş iştahlarının kabarması arasındaki ilişki oldukça açık olmalı.

KOLEKTİF SAVAŞ ÖRGÜTÜ OLARAK NATO

Ama bugün gelinen noktada artık emperyalist Batı’nın kolektif savaş örgütü olarak NATO mekanizması devreye sokulmakta. NATO, 75 yıllık varoluş döneminde bu rolü üstlenebilecek siyasi homojenliğe ve ABD emperyalizminin dünyanın dört bir yanında icra ettiği saldırganlığa (Vietnam, Irak, vb) arka çıkabilecek bir yapıya sahip değildi. Esasen NATO, Sovyetler Birliği’nin çöküşüne kadar 16 üyeli bir örgütken ve esas olarak anti-sovyetik/anti-komünist bir çizgide kalırken, 1999-2024 arasında çoğu eski Sosyalist blok ülkelerinden oluşan yeni 16 ülkeyi daha saflarına katarak 32 üyeye ulaşacak ve bu defa kapitalist Rusya’yı dize getirmek üzere yeni bir kuşatma harekâtına girişecektir. Ukrayna ve Gürcistan’ı da NATO’ya katmayı ve Karadeniz’i bir NATO denizine dönüştürmeyi planlarına dahil edecektir. Ukrayna savaşı böyle kışkırtılmıştır. Ve bu kışkırtma üzerinden, Soğuk Savaş döneminde bile NATO’ya uzak duran Finlandiya ve İsveç yeni genişlemenin konuları olmuştur. Türkiye parlamentosu da sağıyla ve soluyla bu genişlemeyi büyük işgüzarlıkla onaylamıştır.

Ukrayna savaşı, önemli AB ülkelerini de daha NATO’cu bir çizgiye sürüklemek ve anti-Rusya bir çizgide birleştirmek bakımından ABD tarafından başarıyla kullanılmıştır. Anti-Rusya çizgisinin salt Ukrayna Savaşı ile başlayıp bittiğini düşünmek büyük bir yanılgı olur. Rusya’nın Putin döneminde bağımsızlıkçı politikalara yönelmesine, ABD’nin Ortadoğu’daki (Suriye, İran, Filistin…) müdahale alanlarına karşı-denge oluşturmasına son vermek, ilerde Çin ile girişebileceği daha büyük bir çatışmada olası bir Rusya-Çin işbirliğini Rusya’daki yönetimi teslime zorlayarak peşinen çökertmek amaçları açısından Ukrayna Savaşının bir kaldıraç işlevi görmesi istenmiştir. Nitekim ABD’nin başta İngiltere, Almanya, Fransa gibi güçlü ortaklarının Ukrayna Savaşında tereddütsüz askerî ve mali destek verme çizgisine çekilmeleri ve İsrail’in ABD ve NATO destekli Filistin katliamında hiçbir aykırı ses vermemeleri sağlanabilmiştir.

Ancak uluslararası bir savaş örgütü kimliği pekişen “Kuzey Atlantik” örgütü NATO, Atlantik’ten Akdeniz’e hatta Afganistan’a kadar coğrafi sınırlarını genişletmekle yetinecek gibi gözükmemektedir. ABD’nin yeni hedefi NATO’nun Batı Pasifik bölgesini de kapsayarak Çin’i kuşatma stratejisinin bir parçası haline getirmek ve böylece gerileyen hegemonyasını restore etmenin dünya çapında etkin bir aracına dönüşmektir. Bu yeni yapılandırılma hamlesinin gerçekleşmesi –İngiltere işbirlikçiliği dışında– şimdilik kolay değildir.

Ama ideolojik hamlelere de ara verilmemektedir. Bunların başında Rusya ve Çin’in başını çektiği BRICS’in kötülenmesi gelmektedir. Özellikle de BRICS’in iki lokomotif ülkesinin teknolojiyi toplumu denetleme/sansürleme aracı olarak kullanma eğilimde olan otokratik yönetim yapılarına sahip olduğu ve uzak durulması gerektiği şırınga edilmektedir. ABD başta olmak üzere Batı ülkelerinde demokrasiden uzaklaşma eğilimleri ve bu arada faşist siyasetçilerin/ hareketlerin yükselmesi tabii görmezden gelinerek… Prof. Daron Acemoğlu’nun Türkiye’deki son sunuş ve söyleşileri tam da bu merkezdedir.

PRO-EMPERYALİST VE MEZHEPÇİ DIŞ POLİTİKA

AKP’nin/Erdoğan’ın Ortadoğu’daki pro-emperyalist ve mezhepçi politikalarının İsrail’e inanılmaz bir hareket serbestisi kazandırdığı bir dönemden de geçilmekte. Bir kere İsrail’e bölgede en önemli direnci gösteren ülkelerden Suriye’yi perişan eden politikalar AKP’nin “BOP eş-başkanı” yardakçılığı ve İhvancı politikalarıyla hazırlandı. Suriye’ye ABD’nin, İran’ın ve Rusya’nın girmesi ve Kuzey Suriye’de ABD/İsrail himayesinde bir PYD devletçiğinin kuruluşu, AKP politikaları sayesinde oldu. Yani AKP’nin dış politikası bölgede esas olarak ABD ve İsrail emperyalizmine hizmet etti. Ayrıca İsrail’in 2016 yılında NATO’nun merkezi Brüksel’de ofis açması ve fiilî NATO ortağı olması da AKP iktidarının rızası ile sağlandı. İsrail ile devam ettirilen ticari ilişkiler, İsrail’in silah sanayini, petrol gereksinimini ve gıda ihtiyacını destekledi. Son aylarda sözde ticari ilişkilerin kesildiğinin ilan edilmiş olmasına rağmen, arka kapı ticaretiyle ikiyüzlü politikalar sürdürülmekte. Üstelik İsrail’e bütün istihbarat bilgileri NATO ve ABD üzerinden, bu arada Türkiye’deki Kürecik ve İncirlik üslerinden akmaya devam etti ve ediyor.

Bu mezhepçi politikalar o kadar pervasızca sergileniyor ki, İsrail’e Hamas’tan daha önemli bir tehdit oluşturan Hizbullah hareketinin tüm lider kadrosunun yok edilmesini AKP yönetimi ve yandaş medyası adeta gizleyemedikleri bir hazla izleyebiliyorlar… Sonuçta, Türkiye’nin bağımsızlıkçı politikalara dönebilmesi için sosyalist hareketlerin yükselmesinden başka çare bulunmuyor.                                        

                                                             /././

Öldürüyorlar, çünkü öldürebiliyorlar -Selçuk Candansayar-

Henüz Narin’in neden, nasıl ve kim/ler tarafından öldürüldüğü soruları yanıtlanamadan, bu kez daha da acımasız bir zalimlikle İkbal ve Ayşenur öldürüldü. Biri daha çocuk, üç kadının öne çıkmalarının nedeni maruz kaldıkları cinayetlerin “vahşiliği”. Yoksa şiddetten ölen kadınları unutmayalım diye hazırlanan anitsayac.com un verisine göre, son bir haftada, Güler, Zehra, Sonay ve Bedriye’de katledildiler. 2024 yılının ilk dokuz ayında kayıtlara geçebilen 292 kadın cinayeti var.

Türkiye’de son 10 yılda 4 binden fazla kadın erkekler tarafından öldürüldü. Üstelik bu rakamlar sadece kayda geçebilenler. Gerçekte cinayet olmasına karşın düşme, kaza, intihar olarak kaydedilen ölümlerin sayısı ise bilinmiyor. Cinayetler o kadar çok ki ancak acımasızlıkları, zalimlikleri oranında medyada yer bulabiliyor. Kanıksama ve duyarsızlaşma bir kadın katliamı olduğu gerçeğinin üstünü örtüyor. Öldürme ile sonuçlanmayan şiddet, cinsel taciz, tecavüz suçlarına maruz kalan kadın sayısını bilen yok!

Kadına yönelik şiddet insanlık tarihinin başından beri vardı demenin bir anlamı yok. Bu yaklaşım bir açıklama getirmediği gibi, kadın katliamına karşı mücadele etmenin önünü tıkayıcı bir “doğalcılaştırma”, “kadercileştirme” örtüsü de sağlıyor. Son cinayetlerdeki parçalanan bedenlerden yola çıkıp “satanist ayin”, “Hristiyan semboller”, “Müslümanlık eksikliği” gibi nedenselleştirmeler ise safdillikten kaynaklanmıyorlarsa, ahlaksızlıktan öte bir amaç taşımıyor. Vahşilik söz konusu olunca, yakın geçmiş için IŞİD’in kadınlara yönelik katliamlarına, uzak geçmiş içinse Osmanlı şeriatındaki resmi öldürme biçimlerinden sadece “çengel cezası”na bakmak bile yeterli olabilir.

İkbal ve Ayşenur’u öldürüp intihar eden erkeğin “ruh hastası, psikopat, şizofren” vb. diye nitelenmesi, böyle bir cinayetin ancak “uyuşturucu” etkisi altında işlenebileceği iddiaları ise bilerek bilmeyerek, öfke, üzüntü ya da inanamamaktan kaynaklı da olsa başka türden bir hedef şaşırtma. Katilin bir kaç kez psikiyatriye başvurmuş olması, daha önce intihar girişiminin olması bilgileri önemli ama cinayetleri ancak bir “ruh hastasının” işleyebileceğinin kanıtı değil. Türkiye ve dünyadaki tüm suç istatistikleri cinayet işleyenler arasında ağır ya da hafif psikiyatrik hastalığı olanların oranının çok ama çok düşük olduğunu gösteriyor. Kadın cinayetlerinin ezici çoğunluğunu psikiyatrik hastalığı olanlar  işlemiyor. Sokakta, yanıbaşımızdan geçip giden; işyerinde, mesai arkadaşımız olabilen; mahalle camisinin imamı, okuldaki öğretmen, polis, hatta babamız, abimiz gibi “normal errkekler” işliyor.

Bilebildiğimiz tarihin başından bu yana erkekler sadece açık savaşlarda “erkek erkeğe” şiddetin tarafı olurlarken; kadınlar, hem savaş hem de barış dönemlerinde erkek şiddetine maruz kalıyorlar. Ataerkillik, Patriyarka ya da erkek egemenliği dediğimiz bu halin kadına yönelik şiddetin “bereketli toprağı” olduğu doğru. Doğru olmasına doğru da günümüzdeki kadına yönelik şiddeti anlamak için yeterli değil. Evet, dünyada da öyle, Türkiye ve bizim gibi ülkelerde daha da öyle olmak üzere, bugün tartışmamız gereken başka ve yeni bir politik hat var: Son 40 yılda giderek artan, yaygınlaşan ve normalleşen kadın düşmanlığı.

Kadın düşmanlığından kastım sadece “incel” hareketi değil. İstemsiz bekar (involuntary celibacy) kavramının ortaya çıktığı zamanki anlam ve kapsamını ve çeyrek yüzyıl boyunca süren değişimini Çağla Üren’in Euronews Türkçe’de yayımlanan çok iyi yazısından ( https://tr.euronews.com/2024/10/05/matrixten-dovus-kulubune-inceller-hakkinda-ne-biliyoruz) okumak mümkün. Incel hareketinin geçirdiği evrimin de nedeni kadın düşmanlığı.

Kadın düşmanlığı aşağıdan, toplumdan, yalnız kalan, romantik ilişkide reddedilen ya da cinsellikten mahrum kalan erkeklerin öfkesinden doğan bir politik hareket değil. Günümüzdeki kadın düşmanlığı, yukarıdan, yönetenlerden, sermaye sahiplerinden, hükümetlerden yasa, yönetmelik ve uygulamalar yoluyla topluma dayatılan bir düşmanlaştırma politikasının sonucu.

Errkekler kadınları neden öldürüyorlar sorusunun ilk ve yalın yanıtı şu; çünkü öldürebiliyorlar. Errkeklerin kadınları “gönül rahatlığıyla” öldürebilmelerinin nedeni handiyse öldürmeye, tecavüz etmeye, şiddet uygulamaya teşvik edilmeleri. Devlet ve kurumlarının ve ideolojik aygıtlarının elbirliğiyle kadın düşmanlığını kışkırtacak uygulamarı sürdürmeleri.

Soruşturmaların yeterince hızlı ve etkin olmaması, önleyici uygulamaların baştan savma yapılması, yetersizliği, mahkeme süreçlerinin yıllara yayılması ve en önemlisi ceza indirimleri, iyi hal indirimleri, denetimli serbestlik, af vb. müdahalelerle “cezasızlığın” norm haline getirilmesi. Kreşten, anaokulundan başlayarak kadın ve erkeklerin ayrılmasına çalışılması, okul eğitimi boyunca cinsiyetlerarası biyolojik farkların üstünlük ve hiyerarşi olarak öğretilmesi, kadının istihdam alanından sistematik olarak uzaklaştırılması, üç cocuk doğurma baskısı, annelik ve süt izinlerinin işe geri dönmeyi zorlaştıracak şekilde istismar edilmesi, işyerinde kreş bulundurmama, boşanma ve nafaka haklarının kısıtlanma girişimleri, kadın, kadın bedeni ve cinselliğin errkeğin tüketimine arz edilen meta formuna dönüştürülmesi, alfa erkek, delta erkek gibi errkeklerarası hiyerarşinin kışkırtılması; say sayabildiğin kadar.

Kadın düşmanlığı ne sadece psikiyatri disiplininin tek başına konusu, ne de erkekleri eğiterek ortadan kaldırılabilecek bir “problem”. Kadın düşmanlığı tavandan tabana dayatılan bir politik hareket. Kadın düşmanlığı ile mücadele de politikleşmiş bireylerin politik mücadele alanı ve daha önemlisi, tabandan başlayıp yaygınlaşarak tavana doğru ve tavana karşı yürütülmesi gereken bir politik hareket. Kadınların liderliğinde ama hep birlikte.

                                                             /././

Şiddeti beslemek -Gözde Bedeloğlu-

İstanbul Fatih’te, 19 yaşındaki Semih Çelik, yarım saat arayla aynı yaştaki iki genç kadını öldürdü. Ayşenur Halil’in boğazını kesti, İkbal Uzuner’in bedenini parçalara ayırıp Edirnekapı surlarından aşağıya attı. Ardından intihar etti. Çelik’in cinayetin resmini çizdiği ortaya çıktı. Uzuner’in yakınları, katilin uzun süredir genç kadını takip ve taciz ettiğini ancak şikayetlerinden bir sonuç alamadıklarını söyledi. İstanbul Beyoğlu’nda Semir Tarhan ve Ömer Koru sokak ortasında bir kadına cinsel saldırıda bulundu. Kabarık suç kaydı bulunan iki erkek serbest bırakıldı. Sebep, kadının şikayetçi olmaması. Mağdur korkabilir, tacizcilerin caydırıcı bir ceza almayacağını ve başına tekrar bela olacaklarını düşünebilir. Görüntü sosyal medyada yayıldı. Failler, tepkiler üzerine yeniden gözaltına alınıp tutuklandı. Peki ya göremediklerimiz ne olacak? Diyarbakır’da öldürülen 8 yaşındaki Narin Güran cinayetiyle ilgili kamuoyunda oluşan gerçeğe ulaşılamayacağına dair kuşkuyu ne yapacağız? Cinayetin araştırılması için verilen soru önergesi AKP ve MHP oylarıyla neden reddedildi? Siyasi bağlantı, maddi güç derken kimilerinin suçlarının üzerinin örtülebildiği; kimilerinin sırf iktidara muhalif diye hapsedildiği bir hukuk sistemine duyulan güvensizlikle nasıl düze çıkılır? İçinde bulunduğumuz şartlar insanları hırsızlık, gasp, taciz, tecavüz, vergi kaçırma, cinayet suçlarını işlemekten değil, iktidarı ve politikalarını yüksek sesle eleştirme, eylem ve haber yapma, doğayı ve hakkını korumakla ilgili caydırıcı bir ortam sunuyor. Bu, siyasi bir tercihtir.

                                                            ***

İki genç kadının katledilmesine ilişkin açıklama yapan Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş, “Bakanlık olarak kadına yönelik şiddeti ve kadın cinayetlerini bu coğrafyadan kazımak için mücadelemizi kararlılıkla sürdüreceğiz” dedi. Her şeyden önce kendisi adından ve içeriğinden ‘kadının’ çıkarıldığı bir bakanlığı yönetiyor. Ve bu bakanlık, kadına karşı işlenen suçun ve şiddetin temelinde kadın-erkek arasındaki eşitsiz güç ilişkisinin yattığı gerçeğini vurgulayan İstanbul Sözleşmesi’nden Türkiye’yi tek imzasıyla çıkaran Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yüksek müsadeleri olmadan, değil şiddetin kökünü kurutmak ağaçtan elma bile koparamaz. Demokrasiden uzaklaşıldığı ve toplumun ataerkil muhafazakâr değerlerle sarmalandığı ölçüde kadının hayat içinde karşılaştığı sınırlar kalınlaşıyor. Dolayısıyla, toplumsal cinsiyet eşitliğine karşı çıkarak kadına yönelik işlenen suçların önüne geçilemez. Erdoğan’ın bir gecede feshettiği İstanbul Sözleşmesi, bu konuya bütüncül bir bakışla yaklaşıp çözüm ürettiği için son derece hayatiydi. Şiddetin önlenmesi için gereken eşitlikçi politikalar geliştirilmedikçe, Bakan Göktaş’ın iddia ile söylediği gibi, Türkiye’de bir cinskırıma dönüşen kadın cinayetlerinin kökü falan kazınamaz. Hele ki kadın ve erkek arasındaki biyolojik farklılığın, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini savunmak için gerekçe gösterildiği, çocuk yaşta evliliklerin yasalaştırılmaya çalışıldığı, eğitimin bilimsel ve laik yapısının sistematik şekilde imha edildiği bir ideolojik bakışla, kadına ve çocuğa karşı şiddetin önüne geçilebilmesinin imkânı yok.

                                                           ***

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Oktay Saral, son dönemde yaşanan şiddet olayları için televizyon yapımlarını ve video oyunlarını sebep gösterdi. Sapkın düşünceleri özendirici her türlü yayının yasaklanması gerektiğini söyledi. Saral’a göre çözüm ceza sisteminin ağırlaştırılmasında. Bu ve bunun gibi açıklamalar yaşadığımız toplumsal çürümenin sebeplerine dair hiçbir şey söylemiyor. Türkiye’de kadınlar, kendilerini takip ve taciz eden erkeklerle ilgili şikayette bulunmalarına rağmen sonuç alamadıklarını anlatıyor. Sokak ortasında bir kadına cinsel saldırıda bulunan ve kabarık suç kaydına rağmen serbest bırakılan iki erkek ancak görüntüler sosyal medyaya düşüp tepki çekince yeniden gözaltına alınıyor. Buna karşın çalışırken ölmemek için eylem yapan işçiler hızlıca ters kelepçe takılarak gözaltına alınıyor. Sokak röportajında iktidarı eleştirdi diye ya da sosyal medya paylaşımı sebep gösterilerek insanlar alelacele tutuklanıyor. Ülkenin hapishanelerinde seçilmiş vekile, parti liderine, sivil toplum örgütü üye ve yöneticilerine, avukatlara, gazetecilere her zaman boş ranza bulunuyor. Kara para aklayana, çeteciye, vergi kaçırana, tacizciye, katile ise yer yok. Toplum, cezasızlık ile birlikte, hem suçlar arasındaki ayrımı hem de kimler imtiyazlı kimler değil öğrenmiş oluyor. Baskıcı rejimlerde toplumu denetim altında tutmak için bir araç olarak kullanılan şiddetin önü cezasızlıkla açılır ki yerine kontrolü artıran yeni düzenlemeler yapılabilsin. Özetle, kadın cinayetleri politiktir.

                                                               /././

Emeklilik yaşı safsatası! -Aziz Çelik-

Türkiye’de çalışanların 40 yaşında emekli olduğu, sigortalı-emekli oranının çok düşük olduğu iddiaları yine revaçta. Emekliye faturayı kesme çabasında belirgin bir artış var. Bu iddialar dayanaksız ve maksatlı. Dahası emeklilik yaşı ve aktif-pasif dengesi adeta bir safsata haline geldi.

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi verilerine göre 2023 yılında 65 yaş ve üstü en az 95 işçi iş cinayeti sonucu yaşamını yitirdi. Son yaşlı işçi ölüm haberlerinden biri bu ay başında geldi. Konya’nın Seydişehir ilçesinde çalıştığı inşaatın terasından düşen 79 yaşındaki işçi A.Ç. yaşamını yitirdi.

79 yaşındaki işçi iş cinayetinde yaşamını yitirdiği hafta Türkiye’de en çok konuşulan konulardan biri emeklilik yaşı idi. İşçilerin 40 yaşında emekli oldukları 20 yıl çalışıp 40 yıl emekli aylığı aldıklarından, sosyal güvenlik sistemi üzerindeki yüklerden, aktif-pasif oranından, sosyal güvenlik isteminin “aktüeryal” dengesinden, finansal sürdürülebilirliğinden söz ediliyordu.

79 yaşındaki işçi neden çalışıyordu? 2023 yılında saptanan 65 yaş üzeri 95 iş cinayetinin sebebi neydi? 79 yaşında işçi olur mu? 79 yaşında bir insan neden inşaattan çalışır. Ya sosyal güvenliği yoktur, aylığı veya geliri yoktur veya çok yetersizdir. Ülkemizde sosyal güvenliği olan milyonlarca emekli 12 bin 500 TL ile geçiniyor. Sosyal güvenliği olmayan 65 yaş üstü vatandaşlara ise 4 bin liraya yakın 65 yaş aylığı bağlanıyor. Emekli yoksulluğu derinleşiyor. Artan emekli yoksulluğu nedeniyle emekliler tekrar çalışmak zorunda kalıyor.

AH ŞU EMEKLİLER OLMASA!

Türkiye’nin bir genç emekliler ülkesinden ziyade emekli yoksulluğunun zirve yaptığı bir ülke olduğunu unutmadan şu emeklilik yaşı konusunu tartışalım.

Deniyor ki 40 yaşında emeklilik mi olur! Deniyor ki EYT’lileri 38 yaşında, 40 yaşında, 43 yaşında emekli ettiler. Deniyor ki 20-25 yıl çalışıp 35-40 yıl emekli aylığı alacaklar. Deniyor ki SGK bu yüzden açık veriyor. Eğer erken yaşta emeklilik olmasaymış, ah şu EYT olmasaymış emeklilere daha fazla aylık verilirmiş. Bu iddialardan önemli bir bölümünün dayanaksız olduğunu baştan söylemek lazım.

Emeklilik yaşı (teknik ifadeyle yaşlılık aylığını hak ediş yaşı) önemli bir tartışma konusu. Emeklilik yaşı birçok parametreye bağlı karmaşık bir mesele. Ancak asla aktüeryal dengeye ve finansal sürdürülebilirliğe indirgenemeyecek insani ve toplumsal bir mesele. Emeklilik yaşı, çalışma ve yaşama koşulları, iş güvencesi, emeklilikte beklenen ömür, ülkenin ekonomik büyümesi gibi pek çok faktörün etki edeceği insani ve toplumsal bir değişken. Sanıldığı gibi sadece aktüeryal veya sigorta matematiği ile sınırlı bir değişken değil.

Emeklilik yaşı ve emeklilerin refahı sosyal hakların çok önemli bir yönüdür ve bir sosyal devletin görevi yurttaşlara insani bir yaşta ve insani yaşamayı güvence altına alan bir aylık sağlamaktır. Yaşlılık fizyolojik ve sosyal bir risktir ve sosyal ve kamusal bir yaklaşımla ele alınmalı. Özel sigortacılık mantığına dayalı sosyal sigortacılık yaş hesabı olmaz.

Emeklilik yaşından önce konuşulması gereken emeklilik yaşındaki adalettir. Aynı koşullara sahip çalışanlar aynı yaşlarda emeklilik hakkına kavuşabiliyor mu, yoksa arada devasa farklar mı var? Çok farklı yaşlarda emekli olanlar arasında emekli aylıkları arasında hakkaniyet var mı?

Emeklilik yaşı, farklı nedenlere bağlı olarak değişiklik gösterebilir. Çalışanlar temel kriterleri yerine getirip daha erken emekli olmayı isteyebilir. Bazı çalışanlar ise daha uzun süre çalışmayı tercih edebilir. Yaşı, sağlığı, işi daha uzun çalışmaya elverenler daha uzun çalışmayı tercih edebilirler. Bazı işlerde erken emekli olmak gerekir. Ağır işlerde, riskli işlerde erken emeklilik haktır. Dahası belirli bir yaşın üzerindekilerin iş bulması hiç kolay değildir veya güvencesiz işlere mahkum olurlar. O nedenle emeklilik yaşı tartışmasını bu gerçekleri bilerek yapmak lazım.

Kamusal bir emeklilik sistemi, temel ölçütleri yerine getirecek herkese insani bir aylık düzeyi sağlamakla, daha uzun çalışanlara ise daha fazla aylık sağlamakla yükümlüdür. Elbette primli sistem dışında kalanlara da insanca yaşayacak bir destek vermeli. Adaletin gereği budur. Yaştan önce bu ilkeyi tartışmak lazım. Türkiye’de emeklilik yaşı tartışmasından ziyade bu tartışmanın yapılması gerekir. Görece erken yaşta emekli olmayı tercih edenlerle daha geç emekli olmayı tercih edenler arasında bir denge var mı? Hemen söyleyeyim yok.

EMEKLİLERİN ORTALAMA YAŞI 62

Gelelim “40 yaşında emekli oluyorlar” abartmasına! Her şeyden önce bir olgunun imkan dahilinde olması ile yaygın olması ve ortalama olması arasında devasa fark vardır. Ortalamalara bakmadan, eğilimlere bakmadan en uç örnekleri gündeme getirmek konuyu sulandırmaktan ve emeklilere zarar vermekten başka bir işe yaramaz.

Türkiye’de çalışanlar 40 yaşında mı emekli oluyor? Teknik olarak 8 Eylül 1999 öncesi çalışmaya başlayanların, kadın ise 38, erkek ise 43 yaşında emekli olması mümkündür. Ancak önemli olan bunun ne kadar yaygın olduğudur. Emeklilerin yüzde kaçının bu kapsamda olduğudur. Türkiye’de ortama emeklilik yaşı 2020’de 52 idi. 2023 yılında EYT nedeniyle yaşanan yığılma sonucunda bir miktar düştü ve 50 oldu. 40 değil 50!

Öte yandan sadece son yıl içinde emekli olanların yaş ortalaması bize emeklilik yaşı konusunda tek başına fikir vermez. Halen yaşlılık aylığı alanların ortalama yaşı da önemlidir. Türkiye’de halen yaşlılık aylığı alanların yaş ortalaması 62’dir. Toplam yaşlılık aylığı alanların sadece yüzde 0,2’si 40 yaş altındadır. 50 yaşın altında olup yaşlılık aylığı alanların oranı yüzde 14,6 civarındadır. Emekli aylığı alanların yüzde 53’ten fazlası 60 yaş üzerindedir. 70 yaş üzeri emekli aylığı alanların oranı yüzde 22’dir. Dolayısıyla Türkiye genç emekliler ülkesi iddiası bir abartmadır.

Evet sistemin zorunlu ve kaçınılmaz haller dışında normal şartlar altında 38 ve 40 gibi yaşlarda emekli aylığı ödemesi adil değildir. Burada eleştirilecek husus, 55,  60 veya 65 yaşında emekli olanlarla 40 yaşında emekli olanları eşitleyen ucube sistemdir. Burada eleştirilecek olan sigortalılardan bazılarına sırf bir gün, bir ay, bir yıl önce işe girdi diye 17-20 civarında erken emeklilik sağlaması ve diğerlerini ise cezalandırmasıdır. Emeklilik yaşı hakkaniyetli uygulanmalı ve vicdanları, toplumsal adaleti zedelememelidir.

                   Kaynak: SGK 2023 Yıllığı

EMEKLİLİKTE BEKLENEN ÖMÜR

Türkiye’de 2023 yılında fiili yaşlılık aylığı yaşının 50, yaşlılık aylığı alanların yaş ortalamasının 62 olduğunu saptadıktan sonra, ikinci konuşulması gereken husus çalışma hayatı sonrası emeklilikte beklenen ömürdür. Asıl ölçü budur. Çalışmayı bıraktıktan sonra kaç yıl yaşayacaksınız.

Emeklilik yaşı tartışması, beklenen ömür ve çalışma hayatından fiilen ayrılma yaşı dikkate alınmaksızın bir safsataya döner. OECD verilerine göre Türkiye’de çalışma hayatı sonrası ortalama ömür beklentisi erkeklerde 18,1 yıl, kadınlarda 23,6 yıldır. Kadın ve erkek istihdam oranlarını dikkate aldığımızda Türkiye’de çalışma hayatından ayrıldıktan sonra beklenen ömür yaklaşık 20 yıldır.

OECD ortalaması erkeklerde 18,4 yıl, kadınlarda 22,8 yıldır.  AB ortalaması erkeklerde 18,4 kadınlarda 22,9’dur. İspanya’da bu süre erkeklerde 22,7, kadınlarda 26,5’tir. Yunanistan’da 19,1 ve 25,5’tir.

Görüldüğü gibi Türkiye’de son yılın fiili emeklilik yaşı OECD veya AB ortalamasına göre düşük olmasına rağmen. Türkiye’de çalışma hayatı sonrası ömür beklentisi OECD ve AB ortalamasının üstünde değildir. Bunun en önemli sebepleri çalışma hayatından ayrılma yaşının yüksek olması ve emeklilikte ortalama ömür beklentisinin düşük olmasıdır.

4 ÇALIŞANA 1 EMEKLİ EFSANESİ

Emeklilikte bu hatalı yaş tartışmasına paralel ileri sürülen bir diğer iddia da “dörde bir” aktif-pasif dengesidir. Deniyor ki “4 çalışan 1 emekliye bakmalı. Uluslararası standartlara göre; 4 çalışana 1 emekli iken, Türkiye’de; 1,6 çalışana 1 emekli şeklindedir."

Maalesef böyle bir uluslararası standart yok. Varsa ben de öğrenmek isterim. Dahası böyle bir ülke örneği de artık yok. Geçmişte, 70 yıl önce, yarım asır önce vardı. Ancak günümüzde yok.

Bu bilgi sosyal güvenlik sistemlerinin kuruluş dönemlerine ilişkin eskimiş bir aktüeryal denge bilgisidir. Eski bazı sosyal güvenlik kitaplarında böyle ifadeler yer alabilir ama günümüze hiçbir sosyal güvenlik sistemi "dört çalışana bir emekli" denklemine dayalı değil.

Türkiye'de 1960 ve 1970'ler için bu iddia mümkündü ama günümüzde değil.  Bırakın" dörde bir oranını" sosyal güvenliğin beşiği Avrupa'da iki çalışana bir emekli oranını yakalayan ülke sayısı iki elin parmaklarını bile bulmuyor. Avrupa'da aktif-pasif dengesi 1,7 civarındadır

Uzun bir geçmişi olan sosyal güvenlik sistemlerinde bire dört aktif-pasif oranı mümkün değildir. Çünkü nüfus yaşlanmış, ömür uzamış ve doğum oranları azalmıştır. O nedenle dünyada artık sadece aktüeryal dengeye dayalı sosyal güvenlik sistemi kalmadı sayılır. Sosyal güvenlik sistemleri prim + kamu harcaması şeklinde finanse ediliyor. Kamu katkısı giderek artıyor. Dört çalışana bir emekli dengesini sağlamak için yaklaşık olarak sigortalıları 35-40 yıl çalıştırmak ve 10-12 yıl emekli aylığı vermekle mümkün olur.

GÜÇLÜ KAMU KATKISI ŞART!

Türkiye'de emeklilik sisteminin bir dizi yapısal sorunu var. Bunlardan bir bölümü işgücü piyasasından kaynaklanıyor. Düşük istihdam oranı, yüksek kayıt dışılık ve ücret düzeyinin düşüklüğü sosyal güvenlik sistemine prim girişini azaltıyor. Elbette yaş konusunda da büyük dengesizlikler vardır. Ancak yazıdaki "dörde bir" şeklindeki aktüeryal denge iddiası geçersizdir. Böyle bir standart olmadığı gibi ve böyle bir orana sahip bir ülke de yoktur.

Türkiye en iyi durumda bile aktif-pasif dengesi ikiye bir oranına ulaşabilir. Aktüeryal denge meraklıları üzülmesin. Birkaç yıl sonra emeklilik hızı ciddi biçimde düşecek. 8.9.199 sonrası çalışmaya başlayanlar 58-60 yaşında emekli olacağı için emekli olanların sayısında birkaç yıl içinde keskin bir düşüş yaşanacak. Aktif-pasif oranı tekrar yükselecek.

Ancak o durumda bile emeklilere insanca bir emeklilik sağlayabilmek için ciddi bir kamu katkısına ihtiyaç var. Aktüeryal denge ısrarı emeklileri açlığa mahkum eder. Çünkü aktif-pasif oranını artık ciddi fizyolojik ve sosyal sınırlar var. Dörde bir aktif pasif oranı günümüzde artık mümkün değil. Ne kadar güçlü bir işgücü piyasanız ve ne kadar geç emekli yaşınız olsa da bu oran mümkün değil. Artık eskimiş "dörde bir" aktüeryal denge iddiasını bir kenara koymak lazım.

Günümüzde sosyal güvenlik sistemleri prim + güçlü kamu katkılarıyla ayakta kalmaktadır. Dünyada emekliliğe ayrılan kamu kaynaklarının GSYH’ye oranı ortalama yüzde 8'e yaklaşıyor. Doğu Avrupa'da yüzde 10'a yakın. Batı Avrupa'da yüzde 11'den fazla. Türkiye'de bu oran 4,3'tür. Türkiye'de diğer sorunların yanı sıra emeklilik sisteminin en önemli sorunlardan biri de yetersiz kamu emeklilik harcamasıdır.

EMEKLİLİK BİR BÖLÜŞÜM SORUNU

Özet olarak tek başına emeklilik yaşına bakmak karşılaştırma için anlamlı değildir.

“Ama Avrupa’da emeklilik yaşı 65” diyenler bir Avrupalı işçisinin ömür boyunca kaç saat çalıştığının ve hangi koşullarda çalıştığının da yanıtını da vermelidir. Dolayısıyla çalışma hayatının koşulları, çalışma süresi, gelir ve iş güvencesi hesaba katılmadan yıl karşılaştırması yapılamaz.

Son olarak günlük ve haftalık çalışma saatinin düşürüldüğü bir dünyada ömürlük çalışma süresi neden düşmesin? Kamusal emeklilik sistemiyle büyün yurttaşlara neden ömürleri tükenmeden makul bir yaşta emeklilik hakkı sağlanmasın.

Neden işçiler iflahları kesilene kadar şirket için çalışsın? Neden insanlar ömürlerinin daha fazla kısmını kendileri ve toplumsal uğraşlar için harcamasın? İşçiler daha erken yaşlarda emekli olmak ve insanca bir emeklilik sürmek için yeterince üretiyor, yeterince verimli çalışıyor.

Emeklilik sistemi şirket esaslı değil, insan ve toplum esaslı olmalıdır. Önemli olan herkese insanca bir emeklilik hakkı sağlanması ve farklı yaşta emekli olanlar arasında hakkaniyet ve adaletin sağlanmasıdır.

“Ama kaynak” diye başlayacak olanlara yanıtım. Muhtaç olduğumuz kaynak emeğin karşılıksız olarak el konulan birikimlerinde mevcuttur. Beyhude kaynak tartışması yerine gelir ve servet dağılımına bakmak yeter! Emeklilik de bölüşüm meselesinin bir parçasıdır.

                                                                /././

Kafa karışıklığı endişelendiriyor: Biz ne yaşadık öyle, anlayan biri var mı? -Yaşar Aydın-

Meclis açılışında muhalefetin kafa karışıklığının kendi tabanını bile endişelendirecek boyuta geldiğine tanıklık ettik. Ancak ülke gerçekleri, muhalefetin rutine boğulmuş bu haline pirim verecek durumda değil.

Geçen hafta Meclis açıldı. Salı gününe denk gelince de gruplar toplandı. İlk konuşma da MHP lideri Devlet Bahçeli’ye düştü. Açtı ağzını yumdu gözünü. Gazetecilerden başladı, Sinan Ateş’in annesine kadar gitti. Anamuhalefet partisine ayar çekti. Bildiğiniz Bahçeli. Bu sözlere CHP grup başkanları anında yanıt verdi. Onlar da çok sertti.

Ankara’da herkesin ortak fikri gergin bir yasama yılı başlangıcı olacağıydı. Öyle olmadı. CHP Erdoğan’ı ayakta karşıladı, Özgür Özel MHP lideri Bahçeli’nin yanına gitti. Bahçeli DEM eş başkanıyla sohbet etti. Bunlar yetmezmiş gibi resepsiyon bölümünde muhabbet daha da ilerledi. İnanılır gibi değil ama Bahçeli barıştan söz etti.

MAKAS MI DEĞİŞİYOR?

Tüm bunlar yaşandıktan sonra bir de Bahçeli ile Erdoğan baş başa görüşme yaptı. Tüm bunlara bakınca “AKP-MHP ittifakında makas mı değişiyor” sorusu akıllara geliyor. Biraz daha açarak soruyu şu netlikte sorabiliriz: 7 Haziran 2015 seçiminden bu yana adım adım inşa edilen ve tek adam rejimine dönüşen sistemin sahipleri tıkandıklarını kabul edip yeni bir yol mu arıyorlar?

Bu soruya kestirmeden “evet” yanıtı vermek kolaya kaçmak olur. Çünkü hangi sıcak mesajı verirse versin halihazırda MHP ve Bahçeli böyle bir makas değişikliğinin önündeki en önemli engellerinden biri olarak duruyor. Farz edelim ki Bahçeli öyle ya da böyle ikna edildi. Yine iş o kadar kolay değil. Rejim içinde ikili bir ittifak hukukunun yeterli olacağını söylemek çok zor. Mafyasından tarikatlara kadar uzanan geniş bir yelpazeden bahsediyoruz ve aynı anda ortak yürüyüşe devam etmeleri mümkün değil.

Böyle de olsa geçen hafta 24 saat içinde yaşananların bakiyesi ne oldu ona bir bakmak lazım. İktidar oyun alanını biraz daha genişletti. Daha da önemlisi biraz daha genişleme alanı olduğunu fark etti.

Muhalefetin kafa karışıklığının kendi tabanını bile endişelendirecek boyuta geldiğine tanıklık etmiş olduk. 31 Mart seçim başarısına rağmen başta anamuhalefet partisi olmak üzere hiçbir partide sular tamamen durulmuş değil.

İktidarla muhalefet arasında yaşanan muğlak durumun toplumda yansıması siyasette “güvensizlik” oluyor. Bu durumun diğer bir doğal sonucu da halkın köşesine çekilmesi oluyor.

İşin kötüsü iktidar hiçbir çaba harcamadan daha, sadece lafını ederek muhalefettin dengesini bozmayı başardı ve bu durumun farkında.

İktidar ekonomik ve siyasal alanda sıkıştı. Çıkış bulamıyor. Durumu idare etmeye, zaman kazanmaya çalışıyor. Neredeyse kendiliğinden çözülmeye başlayan bir rejim var. Ama bir şeyi başardı. O da Meclis muhalefetini rejimin sınırlarına hapsetmek oldu. Bu o kadar etkili bir hal aldı ki bitmiş tükenmiş tartışmalar bir anda yeniden alevlenebiliyor.

1 Ekim tarihinde gerçekleşen Meclis açılışından hemen ertesi gün DEM Parti Eş Başkanı Tuncer Bakırhan grup toplantısında “Yeni ve demokratik bir Anayasa konusunda herkese açık çağrımızdır: Ön yargılarınızı bir kenara bırakın, gelin hep beraber demokratik ve özgürlükçü bir anayasa için çalışalım” diyerek anayasa tartışmasına katkı yaptı. Bu ve benzeri açıklamalar partilerden daha önce de yapılmıştı. Ama Bahçeli temasından sonra bu açıklamanın yapılmış olması daha fazla ilgi çekmesine neden oldu. Benzer bir durum sınır ötesi tezkereleri için de geçerli. İç cephenin gönüllü taşıyıcısı durama düşüyorlar.

BÖYLE DEVAM EDER Mİ?

İktidarla kendi seçmeni arasında açılan makasın, muhalefet partileri için de geçerli olduğu söylenecek noktaya gelindi. Geçen hafta yayınlanan iki kamuoyu yoklaması muhalefet partilerinin yönetimiyle seçmenin başka duygular içerisinde olduğunu gösterdi. Türkiye’de yaşayanların yüzde 70’i durumundan memnun değil. Yine yüzde 72’si de muhalefet boşluğunun olduğunu düşünüyor. CHP seçmeninin içinde bu oran yüzde 75’lere kadar yükseldi. Sadece bu tablo bile tek başına muhalefet açsından durumun böyle devam edemeyeceğini gösteriyor. Bu durumun ötesinde ülkenin gerçekliği de muhalefetin rutinine boğulmuş bu haline pirim verecek durumda değil.

                                                             /././

Anayasal düzenin yeniden inşasında son çare: Topyekûn seferberlik -Nurcan Bilge Gökdemir-

İstanbul Baro Başkanlığı’na aday olan Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, yargının içinde bulunduğu durumu BirGün’e değerlendirdi. 2017’de anayasal mirasın reddi ile bir yıkım sürecine girildiğini hatırlatan Kaboğlu, “Bu yıkıma karşı son çare topyekûn bir seferberlik” dedi.

Anayasa hukukçusu, Marmara Üniversitesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı başkanıyken KHK ile ihraç edilen bir akademisyen ve CHP’nin İstanbul milletvekili olarak parlamentoda görev yapan bir isim Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu. İsmi “Hukukun üstünlüğü, Anayasa’ya saygı” kavramları ile anılan bir hukukçu. Kaboğlu, şimdi aralarında Sorbonne’un da bulunduğu akademik kürsüler ve siyasette bugüne kadar savunduklarını dillendirmeye devam edebileceği bir başka göreve talip: İstanbul Baro Başkanlığı…

Kaboğlu ile adaylığı ve Anayasa’nın ayaklar alındığı bir dönemde yapılması gerekenleri konuştuk.

Binin üzerinde avukatın yaptığı çağrı sonrası İstanbul Baro Başkanı adaylığınızı açıkladınız. Sizi bir akademisyen ve siyasetçi kimliğinizle tanıyoruz daha çok, baro başkanlığına neden adaysınız? 

Evet, başkan adaylığım için uzun toplantı ve görüşmelerin ardından 24 saatte 1200’ü aşkın avukatın imzası iletilince, “bu kitlesel çağrı üzerine, anayasal yıkım karşısında seyirci kalamayacağım” şeklinde yanıt verdim.

Doğru, daha çok akademisyen kimliğimle tanınıyorum; ancak elli yıllık mesleki yaşantım sırasında, kuşkusuz bu meslek sayesinde gerek sivil toplum örgütlerinde gerekse kamu kurumu niteliği taşıyan kuruluşlarda birçok görevim ve etkinliğim oldu. İnsan Hakları ve barolar bunların başında gelmekte. Örneğin, 1997’de başlayan İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Başkanlığı görevimin ardından, 2001’den itibaren Türkiye Barolar Birliği İnsan hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi kurucu başkanlığı 2005’e dek sürdü.

Aynı dönemde, BM İnsan Hakları Eğitimi Onyılı Ulusal Komitesi’nin, hakim ve savcıların insan hakları eğitiminden sorumlu üyesi olarak, ayrıca seçimle geldiğim Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu Başkanı olarak, yerel, ulusal ve uluslararası ölçekte birçok programın planlaması ve uygulamaya geçirilmesinde görev aldım. İnsan hakları formasyon programları, savcı ve yargıçların yanı sıra üst düzey kamu görevlilerini ve avukatları da kapsamına alıyordu.

Sözünü ettiğim yıllar, hatırlanacağı üzere, Kopenhag kriterlerine uyum çalışmalarının öne çıktığı, 2001 ve 2004 Anayasa değişiklikleri ile demokratik kazanım ve birikimin en üst norma yansıdığı dönemdi.

Ne var ki, 2017’de anayasal ve siyasal mirasın reddi ile başlayan ‘yeni (!)’ dönem, bir yıkım sürecini de beraberinde getirdi. Bu yıkım sürecine karşı topyekun bir seferberlik, son çare gibi görünüyor. Bunda, kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşları olarak barolar özgül bir işleve sahip. Hele hele İstanbul Barosu gibi nicelik olarak devasa bir Baro’nun görev ve sorumluluğu tarihseldir.

Ben de yarım yüzyıllık, katılımcı ve kolektif çalışma anlayışı sonucu edindiğim deneyim ve birikimimi, artık “ben değil, biz” yaklaşımı ile kurumsal çerçevede “insan haklarına dayanan Türkiye Cumhuriyeti”ne sunma irademi ortaya koymuş oldum.

HUKUKUN ETKİLİ KILINMASI

Akademik ve siyasi yaşamınıza, genel anlamda hukukun üstünlüğü, özelde de Anayasa’nın evrensel bir nitelik taşıması ve bu metne toplumun tüm kesimlerinin uyması yönündeki hassasiyetinizin damga vurduğunu görüyoruz. İstanbul Barosu Başkanlığına adaylığınızı da bu çerçevede değerlendirebilir miyiz? 

Aynen. Tam da bu. Ben hiçbir zaman yalnızca üniversitede ders veren ve ders kitapları yazan bir öğretim üyesi olmadım. Kuramsal bilgiye olduğu denli bu bilginin paylaşılmasına ve uygulamaya yansımasına da önem verdim. Hukuk devleti kavramının yanı sıra hukuk toplumu kavramını önerip bunun gereklerini işlemek ve o yönde davranmak, bir gösterge olarak belirtilebilir. TBMM’de beş yıllık vekillik görevim de “Anayasa’ya uygun yasa” için çok yönlü çaba ve çalışmalar ile geçti.

İstanbul Barosu, niceliksel gücünü niteliğe dönüştürebildiği ölçüde Türkiye Cumhuriyetinde hukukun etkili kılınmasına katkıda bulunabilir. Demokratik ve özerk niteliğiyle kamu kurumu niteliğinde hukuk meslek örgütü, “üçlü anayasal ayrışma” karşısında, gizil gücünü demokratik anayasa yönünde ortaya koyabilir. Bunu yapabildiği ölçüde “avukatlık ve savunma mesleği” haysiyetini görünür kılabilir.

BAROLARIN İŞLEVİ

Adaylık açıklamanızda “Barolar, savunma çerçevesine indirgenemeyecek şekilde önemli kuruluşlardır” ifadesi yer aldı. Baroların işleyişine ilişkin görüşlerinizi paylaşır mısınız? 

Barolar, her ne kadar sav + savunma + hüküm diyalektiğinin eşit bileşeni olan avukatların örgütleri olsalar da varlıkları ve işlevleri savunma hakkı ve görevi ile sınırlı tutulamayacak önemde kuruluşlardır. Çünkü adil yargılanma hakkı, sav + savunma + hüküm üçlüsünde ortaya çıkar ve bunun için yargının bağımsız olması gerekir. Yargı bağımsızlığı ise erkler ayrılığını gerekli kılar. 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin dolaylı anayasa tanımını hatırlayalım: Bir toplum ki orada erkler ayrılığı sağlanmamıştır, hak ve özgürlükler güvencelenmemiştir, Anayasa da yoktur.

Klasik hale gelen bu tanımdan hareketle yargı bağımsız değilse düzgün yargılama gereklerine saygı gösterilemeyeceğine göre, savunma hakkı ne ölçüde geçerli olabilir? Şu halde, hak arama özgürlüğü, etkili başvuru hakkı veya adil yargılanma hakkı için mücadele, genel olarak hak ve özgürlükler mücadelesine içkin bir süreçtir; zira hakkaniyete uygun yargılanma hakkı, hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkes için geçerlidir.

Bu nedenle, Baroların savunma hakkının çatı kurumu özelliği, gerçekleşme koşulu yargı bağımsızlığı olan adil yargılama sürecini kapsamına alır ve haliyle Anayasa’nın üstünlüğü ilkesine uzanır.

HESAP VEREBİLİR BİR HÜKÜMET

Türkiye yine bir Anayasa değişikliği tartışması yaşıyor. Son yıllarda Anayasa değişikliklerinin AKP iktidarının Türkiye’nin çağdaş bir hukuk devleti kimliğine kavuşması arayışları çerçevesinde olmadığını, daha çok siyasi sonuç almayı amaçladığını Türkiye birçok kez deneyimledi. Bu son girişime ilişkin görüşlerinizi öğrenebilir miyiz? 

Anayasasızlaştırma süreci ardından eski ‘fiili ortağın’ başarısız darbe girişimi bahane edilerek OHAL ortam ve koşullarında yapılan Anayasa değişikliği, aslında Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti anayasal mirasının reddidir. Uygulanması, demokratik, otoriter ve keyfi sıfatlarıyla ifade edebileceğimiz şu üçlü ayrışmayı beraberinde getirdi:

•1982 Anayasasında öngörülen demokratik hükümler; örneğin madde 1-11 arası düzenlenen genel esaslar.

•2017 değişikliği ile getirilen otoriter hükümler; madde 104 vd.: Hükümetin ilga edilmesi, siyasal karar süreçlerinin tasfiyesi, siyasal sorumluluk kuralının kaldırılması vb.

•Cumhurbaşkanı’nın parti genel başkanlığını da üstlenmesi ile başlayan fiili durum, beraberinde getirdiği keyfi uygulamalar giderek yaygınlaştı.

Bu keyfi uygulamalar, hak ve özgürlük güvencelerini tümüyle eğreti hale getirdi. Aslında Anayasa’da oldukça geniş bir hak ve özgürlükler yelpazesi var. Cumhuriyetin temel organlarına gelince; Yasama, Yürütme ve Yargı düzenlemesi, biçimsel olarak erkler ayrılığının varlığı görüntüsü de veriyor. Ne var ki, 2017 değişikliği ile Devleti temsil ve Hükümet yetkilerinin tek başına kendisine verildiği Cumhurbaşkanı, parti başkanlığını da üstlenince, erkler ayrılığı, yerini “iktidarın kişiselleşmesi”ne bıraktı. Bu da, keyfi uygulamayı beraberinde getirdi.

Keyfi yönetim ise sürekli bilgi kirliliği yaratılarak sürdürülmek isteniyor: Anayasal bilgi kirliliği.

Bu konuda uyanık olmak gerek. Uzmanların ve medyanın öncelikli görevi, doğru ve gerçek anayasal ve siyasal bilgi paylaşımı olmalı.

İkinci olarak, yürürlükteki Anayasa’ya saygı konusunda ısrarcı olmak gerek. Nihayet, eğer bir Anayasa değişikliği ortamı doğacaksa TBMM önünde hesap verebilir bir hükümeti öngören düzenlemeye öncelik veren değişiklik olmalıdır. Bu üçlü gereklilik karşısında Barolar ve özellikle İstanbul Barosu, güncel ve tarihsel bir sorumluluğa sahip. Bu kısa açıklama ile birinci sorunun yanıtı da somutlaşmış oldu.

 (BİRGÜN)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder