Meksika sınırındaki Türk çocuklar - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 Görmek için yaklaşıyorsun. Ama resim bütün renkleriyle uzaktan görülüyor.

Türkiye, anayasanın kırmızı çizgilerini, muhalefetle iktidarın el sıkışmasını,  Öcalan’a yapılan çağrıyı konuşurken ben bir belgesel izliyordum. Adı: Amerika Çıkmazı-Meksika Sınırından Kaçak Geçişin Gerçek Hikâyesi.

Aslında yayımlanmadan önce haberdardım. ABD’de kalp doktoru olan Ergin Koçyıldırım, Türk sığınmacıların Amerikan basınında gündem olan hikâyesini anlatmaya karar vermişti. Bunun için sınırı yasadışı yollarla geçen ve hikâyesini anlatmaya karar vermiş iki Türk de bulmuştu. ABD’de sınır devriyesi başkanı olan ve yakın zamanda emekli olmuş Victor Manjarrez de  “evet”  demişti. Belgesel sonunda çekildi. Süreçte içinde konuştuğum için biliyorum, yayımlanacak televizyon bulamadı. Şu anda Youtube’da, Fayn Medya sayfasından izlenebiliyor.

Gelelim hikâyeye...

Belgeselde konuşanlar: Bekir ve Abdülhamit. İlki Tokatlı, ikincisi Ağrılı. İkisi de politik değil. İşsizliğin, pahalılığın, geleceksizliğin karamsarlığıyla ülkelerini terk eden iki gencin tek amacı ABD’ye gidip hayatlarını kazanmak.

ABD sınırı nere Türkiye nere demeyin!

ABD Gümrük ve Sınır Koruma Dairesi’nin resmi verilerine göre, Ağustos 2024 itibarıyla, toplam 55 bin 808 Türk vatandaşı, kaçak yollarla Meksika’dan ABD’ye girerken yakalandı.

Bekir ve Abdülhamit’in anlattığı hikâye ise bize, Türkiye’deki insan kaçakçılığı mafyasının nasıl enternasyonalleştiğini gösteriyor.

MEKSİKA’DA TÜRKÇE TAKSİ

ABD’ye kaçak giriş yapmak isteyen biri, Türkiye’de çok kolay şekilde adamını buluyor. İnsan kaçakçılığı mafyası, organizasyon için kişi başı 10-15 bin dolar alıyor.

Türkler önce, e-vize ile girdikleri Meksika’ya uçakla geliyorlar. Bekir’in anlattığına göre, yola çıkarken havaalanında çektirdikleri fotoğraflar, Meksika’da kapı vizesi veren polise ulaştırılıyor. Elbette Meksika polisine de rüşvet veriliyor. Öyle ki... Son aşamada pasaportun arasına sıkıştırılan yüzer dolarlarla bu iş çözülüyor. Yetmiyor, geçiş sonrası da takip altına alınan Türkleri, polisin biraz daha rüşvet diyerek yolması bir klasik.

O kadar olağanlaşmış ki.

Bekir ve Abdülhamit, Meksika’da havalimanından çıktıklarında, kendilerini Meksikalı taksicilerin Türkçe müşteri çağrılarının karşıladığını anlatıyor.

Sonrasında Türkiye’deki mafyanın Meksika ayağı işi devralıyor. Sınıra kadar taşıdıkları Türkleri, uygun yerde, “şimdi koşun” diyerek ABD sınırına bırakıyor.

Nehri ve sınır duvarını geçen Türkleri, karşıda Amerikan polisi karşılıyor. Önce neredeyse üstüste kaldıkları insanlık dışı toplama kampına, ardından bileklerinde pranga ve kelepçeyle hapishaneye götürüyorlar. 3-4 aylık tutukluluğun ardından ilk mahkemelerine çıkarılıyorlar. Kefalet ödeyerek ve bir de ABD vatandaşı sponsor bularak tutuksuz yargılanma hakkı kazanıyorlar.

Öyle bir organizasyon ki...

ABD’li sponsoru bile ekstra ücret karşılığı Türkiye’deki çete ayarlıyor. Sınırı geçenler kaldıkları hapishaneden bile çete üyelerini aramaya devam ediyor.

MEKSİKA SINIRINDAKİ ÇOCUKLAR

Manjarrez’in verdiği bilgiye göre, şu an ABD cezaevlerinde, 8-10 bin civarında sınırı aşmış Türk var.

Yolda ölenler, sözlü, fiziksel ya da cinsel tacize uğrayanlar...

Hiç bilmedikleri çileli yolculuğun sonunda tutuksuz yargılanma hakkı alanlar sığınma başvurusu yapıyor. Elbette bu durumda geldikleri ülkenin demokrasisini kötülemeleri, etnik, dinsel ya da cinsel ayrıma uğradıklarını söylemeleri bekleniyor. Gelenlerin çoğunun derdi ekonomi olsa da siyasi gerekçe bulmak zorunda kalıyorlar.

Bu süreçte de asgari ücretin bile altında çalışıyor, barınaklarda yaşıyorlar. Uzun yargılamanın sonunda ise yüzde 90’ı hakkında sınırdışı kararı alınıyor.

Belgeselde yok ama Koçyıldırım’dan bir bilgi daha öğrendim. Resmi verilere göre, Ağustos 2024 tarihi itibarıyla, sınırdan 9 bin 956 Türk aile en az bir çocuğu ile geçmiş. 483 çocuk ise yanında ailesi ya da refakatçisi olmadan tek başına bunu yapmış. Ülkemiz adına çok acı bir rakam! 

TÜRKİYE’NİN ASIL SORUNU

Ülkede geleceğinin kalmadığını düşünen binlerce genç, hatta çocuk. Kolayca ulaştıkları ve para verip hayatlarını emanet ettikleri mafya. Türk çetelerin Meksika ve ABD’ye uzanan organizasyonu. Sadece insan gibi yaşama umudu için binlerce kilometre ötedeki sınırda, kamplarda, hapishanelerde geçirilen; ölüm ya da taciz tehlikesi altındaki yaşamlar. Sadece ABD değil tüm gelişmiş ülkelerde, kaçak Türklerin verileri en önlerde seyrediyor.

Açık bir gerçek var ki anayasa-normalleşme-dış tehdit tartışmaları halkın trajedisinin üstünü örtmek için yapılıyor. Ekonomisi çökmüş, güvenliği mafyaya teslim edilmiş, ordusuyla yargısıyla kurumları bizzat anayasaya uymayan iktidar tarafından çökertilmiş ülkeyi bekleyen tehlike ta Meksika sınırından görülüyor. Umudu tükenmiş Türkler; artık gelişmiş ülkelerin sınırlarında, kimi ekonomik kimi demokratik nedenlerle, Suriye ya da Iraklılarla birlikte, ölümle cebelleşiyor. Bu tabloyu değiştirmenin önündeki engel, mevcut anayasa ve kırmızı çizgileri değil. Ülkeyi bu hale getirenlerin kendisi. Bu basit gerçekten kurtuluş reçetesi çıkaramayan politikasız muhalefetin, anayasa tiyatrosunda figüran olması, yurttaşların belki de en büyük kadersizliği!

Ayağını bastığımız toprakta yaşamanın hak olduğunu anladığımız gün uzak sınırlarda ölüp gitmeyeceğiz.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -17 Ekim 2024 -

Enis Rıza Sakızlı ve Suat Derviş: ‘Tarihi insan üzerinden okumak’-Osman Çutsay-

"Tiyatro ve belgesel sinemaya bakınca, bütün yoksunluklara zorluklara rağmen kendi adıma umudu yeşertebilmek mümkün diye düşünüyorum. Yeraltı suları gibi..."

Türkiye’de belgesel sinemacılığın önde gelen ismi ve yayıncı Enis Rıza Sakızlı, geniş üretim paletine bir de oyun ekledi.

Sahnelenme çalışmaları süren bu yapıtıyla Suat Derviş’e dikkat çekme gereği duyan Enis Rıza Sakızlı, Türkiye tarihindeki kesitler, “kahramanlarımız”, hatta “antikahramanlarımız” ve saklı bahçelerimizdeki değerler üzerine sorularımızı yanıtladı.

- Belgesel sinemayla başlayalım: Türkiye gibi neredeyse olağanüstü hızlı değişen bir mekân ve bu mekânda değişmemek için direnen insanlar, nasıl bir belgesel sinema olanağı içeriyor? Bu tablo, belgesel sinema için ne anlama geliyor? Bir fırsat mı, yoksa belgesel sinema, tanıklığın önünü mü tıkıyor? 

Enis Rıza Sakızlı- Sizin sorunuzun taşıdığı kavramlar üzerinden gideyim... Değişim, mekân, direniş, tanıklık… 

Sondan başlarsak, belgesel sinemanın, tabiatı gereği bütün zamanların sözcüsü ve tanıklığı olduğunun altını çizmem gerekiyor öncelikle. Çünkü belgesel sinema, sanat alanları içinde kendine gerçekliği mesele etmiş bir anlatım biçimi. Bu, onu ayrıştıran “etik” bir duruş. Eklemek gerekir ki “gerçekliğin kendisi” değil, “gerçekliğin estetiğine kavuşmuş hâli” dönüştürücüdür. 

Bir ikincisi de... Geçerken ifade edeyim, geçmişin bilgisi olmadan gelecek inşa edilemez. Bir toplumun gelişimi çünkü “tarihi kavrama olgunluğu” ile açıklanabilir.

Direniş kavramı bizim için “akıntıya karşı” duruşu ifade etmeli. Ne ki o “akıntıyı” savunma hâlini ifade edecek bir başka kavram yok ne yazık ki. 

Belgesel sinemanın çatışma mevzisi de orası. Orada “değişimden’” çok, yok oluştan söz etmek daha doğru olur. Genel bir kavram olarak “mekânın” ve onunla birlikte “hafızanın” yok oluşuyla yüz yüzeyiz çünkü içinde bulunduğumuz konjonktürde. 

Zaten tarihin ve doğanın ortak özelliği üstünü örter. Bir yandan yok oluşa karşı dururken, bir yandan da kazmak zorundayız. Belgeler, tanıklıklar, sokaklar-evler, olaylar-olgular... Zamanı, hayatı ifade eden ne varsa, geleceği kurmak adına bizim gündemlerimizde hep. Elbette buna yaşadığımız anların doğrudan tanıklığını da katmalı.. 

Dolayısıyla anlatacak, anlattığımız çok hikâyemiz var. İktidarın ve sermayenin konformizmi yolumuzun üstünde, barikatları ile oysa. 

Belgesel sinema ve Nâzım

- Belgesel sinema sizce şu anda Avrupa’da nasıl, Türkiye’de nasıl? Örnekler üzerinden bir karşılaştırma yapabilir miyiz?

Enis Rıza Sakızlı- Hep tekrarlıyorum... Cumhuriyet’in bir sinema politikası olmamış... Sansür dışında. Aslında sanat politikası olmadığından da söz edebiliriz. Dolayısıyla genel olarak sinema, özel olarak da belgesel sinema -bir daha ifade edeyim, sinemanın ve toplumsal hafızanın temeli ve taşıyıcısı olan belgesel sinema- konusunda hiçbir destek de söz konusu olmadı. 

Ben belgesel sinemanın tarihini -belge film değil- Nâzım ile başlatıyorum. 1930’lar... Zaten Nâzım Türkiye sinemasının omurgasıdır da. Daha sonra gerçekleştirdikleri 16 filmle Eyüboğlu ekibi -İstanbul Üniversitesi Foto Film Merkezi- 1950’ler... Ardından 68, benim de kurucusu olduğum Genç Sinema Hareketi... Oradan yürüyüp geliyoruz. 

Ne eğitim, ne bir fon, ne vergi indirimi, ne basın kartı, ne sponsor destek düzenlemeleri, ne sanat bankası, ne festivaller, ne önemseme. Ne.. ne.. ne.. ne. Öylece var olduk. 

Avrupa ile kıyaslamanın mümkün olmadığı koşullar yani. Bir örnek vereyim: Amsterdam’da her yıl belgesel festivali düzenlenir: IDFA. 25 sinemada dünyanın belgeselleri gösterilir. Bir de 5 sinemada anarşistlerin alternatif belgeselleri... Orada projeler görücüye çıkar, piching diyoruz. Televizyonların, dağıtımcıların, yayıncıların önünde projeler sunulur, destek alınır. Arte Alman-Fransız kanalları... Ayrıca salt belgesel sinema fonları, kurumları, okulları, salonları... Yapımcıları... Danimarka’sı İspanya’sı... Birçok ülkede belgesel sinemayı destekleyen vergi fonları, havuzları... 

Türkiye’de ilk biziz.. “Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali”ni düzenledik. 1997. 15 yıl inanılmaz koşullarda kendi imkânlarımızla yürütmeye çalıştık. Salonlarımız doluyordu. Talep vardı, var da önyargıların ötesinde. 

Yine kurucularından olduğum Belgesel Sinemacılar Birliği ile üniversitelerde eğitimler başladı. Dünyanın başka belgeselcileriyle ve belgeselleriyle tanışmalar, buluşmalar derken, ülkede nitelikli bir belgeselci kuşak ortaya çıktı. Gelin görün ki gösterim alanlarının yokluğu, var olan festivallerin sansürcü tavrı, gitgide baskı kıskacının daralması filmlerimizi görünmez kılıyor. Sosyal medya, ağırlıklı olarak tek çıkış yolu gibi. 

‘Sistem dışıyız çünkü’

- Türkiye’de sinemaya ilgi her zaman büyük oldu. Özellikle dramatik yapımlara... Hayatın her ayrıntısı belgesel sinema için bir olanaksa eğer, Türkiye’de bu olanaklar çok fazla. İyi de, neden bu sektör buna rağmen sansasyonel bir üretim ve talep yaratamıyor. Daha doğrusu Türkiye’nin belgeselcilerinde eksik olan ne? Eğer artık cep telefonlarıyla bile çekim/kurgu yapılabiliyorsa, neyi başaramıyoruz, ne durumdayız? İçerik mi üretemiyoruz?

Enis Rıza Sakızlı - Bir önceki soruda kısmen cevaplamış oldum sanırım. Aslında ciddi bir talep var ve çok da belgesel film üretiliyor. “3. Sinema Yöntemleri”... Sistem dışıyız çünkü... Belgesel sinema için bu yarına doğru bir yapılanma süreci. Büyük bir birikimden söz edebilirim. 

Trajik olan imgesel (fiction) kesimi. Sistemle barışık olmaları gerekiyor çünkü. Türkiye’de sinematografi çok gelişmiş olmasına rağmen, uyumlu diziler filmler üretiyorlar. Tenzih ettiklerim de var elbet içlerinde. 

- Aynı zamanda tiyatrocusunuz. 2000’lerde Türkiye tiyatrosu nasıl bir gelişme gösterdi? Nasıl bir ilgi var? Siz bu ilgiyi hem yapımcılar hem de izleyiciler açısından değerlendirdiğinizde ne görüyorsunuz?

Enis Rıza Sakızlı - Tiyatro konusunda da belgesel sinema için söylediklerimin benzerini söyleyebilirim. Şehir ve devlet tiyatroları hariç sadece İstanbul’da yüzden fazla oyun izlemek mümkün. Alışılagelmişin dışında özgün metinler, uyarlamalar sahneleniyor. “İki kalas bir heves” misali yine... Daracık salonlarda, bodrum katlarında... İzleyicileri de var. 

Tiyatro ve belgesel sinemaya bakınca, bütün yoksunluklara zorluklara rağmen kendi adıma umudu yeşertebilmek mümkün diye düşünüyorum. Yeraltı suları gibi... 

Buna müzik topluluklarını da eklemeliyim geçerken...

                                                                Suat Derviş.

Suat Dervişleri bilmeli yeni kuşaklar

- Yeni çalışmanız “Suat”ta, Suat Derviş’ten hareketle sadece bir kadının değil, cumhuriyet tarihinin de dökümünü veriyorsunuz. Hızlandırılmış ve insana/kadına yedirilmiş bir tarih bu. Siz Türkiye’de neyi eksik, neyi fazla gördünüz ki, böyle bir oyun yazmaya karar verdiniz?

Enis Rıza Sakızlı - Oktay Etiman’ın, hapisten çıktıktan sonra Kızılay Meydanı’nda, karnını doyurabilmek için mızıka tezgâhı açması gibi bir hikâyeler zinciri benimki...

Unutulmuş devrimciler, unutulmuş sendikacılar, unutulmuş ressamlar, unutulmuş yazarlar, unutulmuş gazeteciler, unutulmuş bilim insanları... Unutulmuş kadınlar... 

Diğer yanda bu hikâyelerin her birinin tarihin içinden geçen, kendi alanlarında temeller atmış insanlar olmaları. 

Eksik olan bir de tarihi insan üzerinden okumak... Belgeselci olmanın başat çıkış noktalarından bu yaklaşım. 

Suat Derviş işte, böylesi huzursuzluğumun öznelerinden, kendimi borçlu hissettiğim biri.

                                                                   Suat Derviş

- Peki, neden özellikle Suat Derviş? Suat Derviş bir kadın ve bir devrimci olarak bugün neden önemli?

Enis Rıza Sakızlı - Suat abla ile uzunca, Reşat Fuat ile başlamasıyla biten ahbaplığım oldu. Özellikle Suat ablanın dilinden çok anılar dinledim. O zamanlar da hikâyesini yazmak, filmini çekmek duygusunu taşıdım durdum içimde. Hayatı etkiledi beni. Kırgındı. Yaşarken unutulmuş gibiydi zaten. Neyse ki unutulmuşluğun bataklığından çıkardı arkadaşlar onu. 

Ben aslında geç kaldım. 

18 Temmuz 1928’de çekilmiş bir fotoğraf var. Sanayi-i Nefise Birliği, Edebiyat Şubesi.. 42 edebiyatçı. İçlerinde iki kadın var. Şaziye Kurt ve Suat Derviş. O fotoğraf yetmez mi hikâyelerini anlatmaya... 40 erkek arasında 2 kadın. 

Sonra işte onun hayat hikâyesi... Gerçekliklerle karşılaştıkça yaşadığı değişim. 20’lerden 70’lere.. Varlıklı aristokrat bir zenginlikten, yoksulluğa... Dimdik yaşanmış, seçilmiş, üretken bir hayat. 

Onu, onları bilmeli yeni kuşaklar... Ki, ödenen bedellerin ne için olduğunu en azından hissetsinler... 

Bu belki de içimde taşıdığım bir kadının hikâyesi. 

                                                              /././

Sağlıklı beslenmek hayal oldu: 'Hileli gıdada en büyük darbe yoksul kesimlere geliyor'-Aslı İnanmışık-

Sağlıklı gıdaya erişim giderek zor ve pahalı bir hale geldi. Ancak taklit ve tağşiş listesinde pahalı markalar da yer alıyor. Halk sağlığının öncelenmesi içinse denetimden fazlası gerekiyor.

Tarım ve Orman Bakanlığı, geçtiğimiz haftalarda taklit-tağşiş* yapılan ve sağlığı tehlikeye düşürebilecek gıdalar listesini yayınladı.

Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı "güvenilir gıdanın takibi konusunda yeni bir sitem uygulamaya konulduğunu" iddia etti. "Bugüne kadar Bakanlığımız tarafından altı aşamalı bürokratik bir süreçle yönetiliyordu. Bunlar uzun süreçler aldığı için kamuoyu duyurularında uzun aralıklar meydana geliyordu. Herhangi bir yayınlama periyodu yoktu ve toplu şekilde yayınlanmaktaydı. Yeni sistemde kamuoyu duyuruları anlık olarak, elektronik ortamda tüketicilerimizle paylaşılacak" dedi.

Söz konusu liste "guvenilirgida.tarimorman.gov.tr" adresinde kamuoyuyla paylaşıldı. Bilgilendirmenin eksik ve yetersiz olduğu yorumları yapıldı.

Ancak bilgilendirme dışında denetim konusundaki eksiklikler, sorunlu gıdaların vatandaşlara dağılmadan önce engellenmemesi, sorunun yalnızca şirketler sorunluymuş gibi gösterilmesi asıl eleştirilen konu oldu.

'Bakanlık en son duyuruyu 2,5 yıl önce yapmıştı'

Kamuoyunda çok yankı bulan hileli gıda konusunu TMMOB Gıda Mühendisleri Odası Başkanı Yaşar Üzümcü'ye sorduk.

Sağlıklı gıdaya giderek erişimin azaldığı endişesinin yaygınlaştığını hatırlattığımız Üzümcü, yıllardır gıda üretiminde taklit ve tağşiş yapan firmaların duyurusunun sık aralıklarla yapılmasını talep ettiklerini söyledi.

"Bakanlık en son yaptığı duyuruyu 2,5 yıl aradan sonra yaptı. Bu açıklamada bundan sonra yapılacak duyuruların anlık olacağını söyledi ve böylece olumlu bir adım atmış oldular" diyen Üzümcü, firmalar açıklandığında ciddi bir kamuoyu tepkisi oluştuğuna işaret etti.

Üzümcü, "Taklit ve tağşiş gıdada en büyük darbe, yoksul kesimlere geliyor" diye konuştu.

Baharatlar ve zeytinyağı ilk sırada

Yaşar Üzümcü, son açıklanan listede aşağı yukarı her ürün grubundan ürünlerin listede yer aldığını belirtti. Listede ağırlıklı yer alan ürünlerse şöyle:

* Özellikle baharatlar, zeytinyağı, süt ürünleri, bal ile et ürünlerinde tağşişin yüksek olduğu,

* Alkolsüz içecekler, çikolata ürünleri gruplarında ve bitki çayları başlığında ilaç etken maddesi kullanımı, 

*Alkollü içeceklerde ürüne dışarıdan alkol katıldığı tespit edilmiştir.

Kamuoyunda en çok Köfteci Yusuf'un etleri tartışıldı. Listede yayın olarak bulunanların başındaysa zeytinyağı geliyor. Tarım ve Orman Bakanlığı yayınladığı listede zeytinyağlarında gıdada kullanımına izin verilmeyen boyalar bulunduğunu duyurdu. Ayrıca tohum yağı karıştırıldığı tespit edildi.

'Tarım ilacı kalıntısı, mikotoksinler ve ağır metaller de risk oluşturuyor'

Gıda Mühendisleri Odası Başkanı, gıda ürünlerindeki riskin sadece taklit ve tağşiş olmadığına da işaret etti:

"Gıda ürünlerinde risk olan sadece taklit ve tağşiş değildir. Tarım ilaçlarının bilinçsizce kullanılması sonucunda tükettiğimiz gıdalarda tarım ilacı kalıntıları, ayrıca mikotoksinler, ağır metallerde risk oluşturmaktadır. Bunların tespiti için de gıda mevzuatına göre analizleri yapılmalı sınır değerleri aşan gıdalar ifşa listelerinde yer almalıdır."

'Kanunlar halk sağlığını önceleyecek şekilde yeniden kurgulanmalı'

Gıda işletmesi açmanın çok basit hale geldiğini söyleyen Yaşar Üzümcü, şunları söyledi:

"2010 yılında çıkarılan 5996 Sayılı kanun ile işletmelerin ürettiği ürünlere dair yaşanabilecek tüm olumsuzlukların sorumluluğu gıda işverenine verilmiştir. Daha öncesinde bakanlığın denetimlerinden uygunluk alınmasından sonra işletmeler üretime başlarken, şimdi birçok üretim başlığında işverenin beyanına dayalı izin süreçleri getirildi. Bu ve benzeri uygulamalar özellikle kötü niyetli insanların önünü açtı. Gıda işletmesi açmak çok basit hale geldi. Kanunların burada halk sağlığını önceleyecek şekilde yeniden kurgulanması gerekmektedir.

Sadece sermayenin yolunu açmak ve işini kolaylaştırmak için yapılan düzenlemeler tüm toplumun gıda güvenliğini riske atmaktadır. Yine daha öncesinde olan küçük işletmelerde teknik eleman çalıştırılması zorunluluğu kaldırılmış ve küçük işletmeler tamamen kontrolsüz üretim yapmaya başlamıştır."

'Etkin ve yeterli sayıda denetim yapılmalı'

"Halk sağlığını riske atan gıdaların üretilmesinin engellenmesi önemli. Asıl hedef ve amacın bu olması lazım" diyen Yaşar Üzümcü, bunun için de en öncelikli olanın etkin ve yeterli sayıda denetim olduğunu belirtti.

Üzümcü, etkin bir denetim için gıda bilimi konusunda eğitim almış teknik personel sayısının arttırılması gerektiğinin altını çizdi:

"Yine işletmelerin üretime başlamadan önce altyapısının uygunluğu bakanlıkça kontrol edilmelidir. Büyük işletmelerde bulundurulması zorunlu olan teknik personelin küçük işletmelerde de zorunlu hale getirilmesi sağlanmalıdır. Bu ifşa listeleri bize gösteriyor ki, küçük işletmelerde taklit ve tağşişin yapma oranı daha yüksek. Diğer aşamada ise gıda mühendisi, gıda konusunda eğitim almış meslek mensupları, işyerinin kapasitesine uygun yeterli sayıda çalıştırılmalı. Eğer bir gıda işletmesi üç vardiya çalışıyorsa, her vardiya en az bir mühendis kontrolünde olmalı. Ancak, şu anki mevzuata göre bir tane sorumlu mühendis yetiyor."

Taklit ve hileli gıda listelerinin artık anlık paylaşılıp güncelleneceği duyuruldu. Öte yandan liste açıklayan ve "Asıl cezayı vatandaş kesecek" diyen Tarım ve Orman Bakanlığı sorumluluğu üzerinden atmaya çalışıyor. Uzmanlar etkin ve yeterli denetimin önemine işaret ediyor.

'Bağımsız Gıda güvenliği otoritesi oluşturulmalı'

Tüketicilerin güveneceği kurum ve kuruluşlar oluşturulmasının da önemli bir adım olduğunu söyleyen Üzümcü, "Bilimsel yaklaşımlara ve toplum yararına göre karar verecek bağımsız özgür ve özerk kuruma ihtiyaç var" dedi.

Bağımsız Gıda güvenliği otoritesinin oluşturulması gerektiğini kaydeden ve "Risk esaslı değerlendirmeler yapılmalı" diyen oda başkanı, "Türkiye’de bu işi yapanlar bakanlığın alt birimi olarak çalışıyor. Burada meslek odalarının da yer alacağı otorite oluşturulması önemli olacaktır. O zaman gıda güvenliği sorunun çözülmesinde önemli bir adım atılmış olacaktır" ifadelerini kullandı.

*Tağşiş esasen değerli madenlerin içerisine daha değersiz olanlarına katılarak gerçek değerinin düşürülmesi işlemi. Böylece üzerinde yazılı olan değer aynı kalsa da gerçek değeri düşer. Gıdalarda tağşiş, gıda maddelerinin mevzuata veya izin verilen özelliklerine aykırı olarak üretilmesi halini ifade eder. Tağşişle bir ürünün doğal içeriğine yabancı veya ucuz bir madde ekleyerek ve içeriğindeki değerli bir bileşenin bir kısmını veya tamamını değiştirerek haksız kazanç sağlanır.

                                                                /././

Kadın öğretmenlerin giyimine Albayraklar mı karar verecek? ‘Aklımızla alay etmesinler' -Burcu Günüşen-

MEB, Albayrakların NUN Vakfı’na bağlı kuruluşa sadece kadın öğretmenlere yönelik “giyim” dersi verdiriyor. “Stil yaratma”, “Gardrop detoksu” gibi önerilerin de yer alacağı programa emekçiler tepkili.

Milli Eğitim Bakanlığı daha önce okullarda saha araştırmaları yapmasına izin verdiği Nun Eğitim ve Kültür Vakfı’na bağlı Enstitü Sosyal’e şimdi de kadın öğretmenlere yönelik kıyafet dersi verdiriyor.

Berat Albayrak’ın kurucusu, Esra Albayrak’ın Yönetim Kurulu Başkanı olduğu vakfa bağlı Enstitü Sosyal, İstanbul’da 18 Ekim’de sadece kadın öğretmenlere yönelik "Etkili Öğretmenlik için Dış Görünüm ve Giyim Kodları” adlı bir eğitim verecek.

İstanbul’da ilçe milli eğitim müdürlükleri Enstitü Sosyal’in genel merkezinde Cuma günü 3 buçuk saat sürecek olan eğitim için okullara yazı gönderdi, kadın öğretmenlerin eğitime katılmak için form doldurmalarını istedi. 

Bir tekstil patronu olan Suzan Toplusoy’a verdirilecek olan derse yönelik tepkiler kadın öğretmenlerin MEB’in hem gerici ve hem de piyasacı politikalarına yönelik itirazını yansıtıyor. 

  Kadın öğretmenlere yönelik "giyim kodları" dersini tekstil patronu Suzan Toplusoy verecek.

Enstitü Sosyal bu dersi “eğitimde fark yaratmayı hedeflediğini” öne sürdüğü “Okul Gelişim Programı” kapsamında MEB’e bağlı okullarda çalışan kadın öğretmenlere yönelik verecek.

Kuruluşun internet sitesindeki bilgilere göre 100 kişilik kontenjanı duyurulan derste önce Enstitü Sosyal Genel Koordinatörü İpek Coşkun Armağan katılımcılara programın içeriği hakkında genel bilgi verecek. Daha sonra ise Tasarımcı ve Eğitmen Suzan Toplusoy "dış görünüşün psikolojik etkileri üzerine bir sunum” gerçekleştirecek. 

Roman adlı hazırgiyim şirketinin patronu olan Toplusoy aynı zamanda Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği ve Türkiye İş Kadınları Derneği yöneticisi. Tanıtım metninde yer alan bilgilere göre Toplusoy kadın öğretmenlere vereceği eğitimde “ilk izlenimin önemi”, “Halo etkisi”, “konforlu ve şık bir tarzın nasıl yaratılacağı”, “stil yaratma”, “gardırop detoksu” gibi konulara değinecek, “pratik öneriler” sunacak.

İstanbul Pendik’te bir lisede görev yapan E.B. adlı kadın öğretmen “gardrop detoksu” önerisiyle daha dün maaşlarında binlerce liralık kesintiyle “maaşlarında detoks yapılan” öğretmenlerin aklıyla alay edildiği görüşünde.

‘Öğretmen maaşlarına detoks yapanlar gardrop detoksu salık vermiş’

MEB’in kadınlara kıyafet eğitimi verdireceğine okullarda temizlik sorununu çözmesi, güvenli okul binaları inşa etmesi, öğretmen atamalarını yapması gerektiğini vurgulayan E.B. şöyle konuştu:

Okul gelişim programı ile eğitimde fark yaratmak istiyorlar, öğretmenin gardrop detoksu yapmasını salık vermişler. Öğrenme merkezli yaklaşımı öğretmenin aksesuarından başladığını söyleyenler ya başlarını kuma gömmüşler ya saraylarda yaşıyorlar ve herkesin de kendileri gibi saraylarda yaşayıp her ay milyonluk çanta, saat aldığını, mağaza kapatarak alışveriş yaptığını sanıyor olmalılar. Ya da alışkın oldukları gibi aklımızla alay ediyorlar yüzümüze baka baka. 

Ekim ayında öğretmenlerin maaşlarından vergi alarak 3 bin liraya kadar maaşlarında zaten detoks yapan devlet, patronların kârlarından almadığı vergiyi öğretmenin maaşından alıyor. 

Taşımalı eğitimi dahi masraf olarak görüp öğrencilerin servislerini kaldıranlar okul gelişim programından bahsediyorlar. 

’Aklımızla alay etmesinler’

50 kişilik sınıflarda öğrenme merkezli eğitimi yapmak için öğretmenin kulağındaki küpede değişim yaratarak mı başlayacaklar öğrenme merkezli eğitime? 

Okullara temizlik görevlisini en ucuz işçi ile sağlayabilmek için hükümlüleri yine uyum programı kapsamında okullara sokup öğrencinin taciz edilmesine engel olamayanlar öğrenme merkezli program uygulayacaklarmış. 

Öğretmenlerin çantası, ayakkabısı, giydiği elbisenin rengiyle ilgilenenlere önerimiz önce güvenli okul binaları inşa edilsin. Her öğrenci kendi mahallesindeki okuluna rahatlıkla ulaşabilsin, sağlıklı beslenebilsin, sınıfların mevcudu 15 kişiye indirilsin, öğretmenlerin ataması yapılsın. Öğretmeni en ucuz maliyetle çalıştırmak için öğretmen ataması yapmayanlar pedagojik formasyonu olmayan ya da dersin alanıyla ilgili eğitim almamış herhangi bir kişiyi okula öğretmen olarak atayanlar öğrenme merkezli yaklaşımı gardrop detoksu yaptırarak başlatıyorlar. Aklımızla daha fazla alay etmesinler.”

'Öğrencilerimiz aç, biz geçinemiyoruz, MEB yapacağımız 'kombin'lerin derdine düştü'

Sancaktepe’de bir lisede çalışan D.K. adlı kadın öğretmen ise okullardaki temizlik sorunu, yoksul mahallelerde öğrencilerin okullara aç gelmesiyle ilgilenmeyen MEB’in öğretmenlere yönelik kılık kıyafet baskısına tepki gösterdi.

D.K.’nin anlattığına göre Bakanlık bu yılın başından beri okullara öğretmenlerin kılık kıyafetlerine ilişkin birçok uyarı yazısı gönderdi.

Ben İstanbul'da yoksul bir mahallede öğretmenlik yapıyorum” diyen D.K. “Öğrencilerimiz aç, bizler zor geçiniyoruz. Okullar pislik içinde. Temizlik görevlisi için okul idaresi bağış toplayıp görevli almayı amaçlıyor. Ne bağış topluyor ne de üç kuruşa çalışacak görevli bulabiliyor. Bizler öğrencilerimizin öğünlerini boş ekmekle geçiştirdiğini görüyoruz. Tüm bunlar yaşanırken bakanlığın öğretmenlere kıyafet eğitimi yaptığının haberi geliyor. Sene başından beri öğretmenlerin kılık kıyafetlerinin konu edildiği uyarılar, yazılar geliyor okullara” ifadelerini kullandı.

Bakanlığın yeni müfredatla ve öğretmenlere yönelik kıyafet baskısıyla gericileşme adımlarını hızlandırırken öğretmenlerin yaşadığı ekonomik zorlukları, eğitimde artan şiddeti ve öğrencilerin gıdaya ulaşamamasını görmezden geldiğini söyleyen D.K. “Maaşımızla kira, fatura, ulaşım masrafını karşılayamazken MEB yapacağımız ‘kombinlerin’ derdine düştü” diye tepki gösterdi.

Eğitim sendikalarından tepki: Haddinize değil

Eğitim emekçileri sendikaları da MEB’in okullara yazı göndererek kadın öğretmenlerin Enstitü Sosyal’in ”giyim kodları” eğitimine katılmasını istemesine tepki gösterdi.

Eğitim-İş’ten yapılan açıklamada “Cumhuriyet öğretmenine kıyafetle baskı kurulamaz” denilirken MEB’in böyle bir eğitim başlatmasının “Cumhuriyet değerleriyle tamamen çelişen, ayrımcı ve kabul edilemez bir uygulama” olduğu vurgulandı ve bu durum “toplumsal cinsiyet eşitliğine vurulmuş bir darbe” diye nitelendi.

Sendika İstanbul’da birçok ilçede kadın öğretmenlere dayatılan formlar üzerinden kıdem, görev yeri ve branş gibi bilgilerin toplanmasına da tepki gösterdi, bunun bir fişleme girişimi, hak ihlali ve öğretmenlere yönelik baskı olduğu kaydedildi.

Eğitim-Sen de "Bedenimiz Bizimdir! Elinizi Kadınların Bedeninden Çekin!” başlığıyla yaptığı açıklamada “Kadın eğitim emekçilerine nasıl giyinmeleri gerektiğine yönelik ‘eğitim' vermek kimsenin haddi de işi de değildir!” ifadelerine yer verdi.

TÖB-SEN tarafından yapılan açıklamada da MEB’e “Bu ülkede kadınlar neredeyse her gün katledilirken yahut tacize uğrarken siz kalkmış giyim dersi vermek istiyorsunuz” sözleriyle tepki gösterildi.

Sendikanın açıklamasında "Açlık sınırında maaş alan öğretmenler, enflasyon ve ağır yaşam şartları altında ezilirken sizin tek derdiniz kadın öğretmenlerin giyimi öyle mi?” ifadelerine yer verildi. Açıklamada “Biz Laik Cumhuriyet kadınları olarak sizin ideolojik tek tip kadın öğretmen yaratma girişimlerinize asla boyun eğmeyeceğiz. Biz kadınlar okulda, sokakta, her yerde gericiliğe inat laiklik bayrağını her daim yükselteceğiz” denildi.

                                                                /././

Memleketin 22 yıllık özeti + Hastane ihalesinden yine damat çıktı + Demirören Grubu gerçekleri çarpıtmaya çalıştı ancak..Rakamlar tam tersini söylüyor -SÖZCÜ-

 Memleketin 22 yıllık özeti 

AKP iktidarında yoksul daha yoksul, zengin daha zengin oldu. Bugün halkın yüzde 80’i cefa çekiyor. Yüzde 20’si sefa sürüyor.
                                                 
                                                    Üsküdar’da uzayıp giden ucuz yemek kuyruğu...
Kadıköy ve Üsküdar İstanbul’un komşu iki ilçesi… İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Üsküdar’da açtığı Kent Lokantası’nın önünde her gün yüzlerce kişi 3 kap yemeği 40 liraya yiyebilmek için sonu görülmeyen uzun kuyruklara girip saatlerce bekliyor. CHP’li belediyelerin açtığı diğer kent lokantalarında da durum farklı değil. Yüz binlerce kişi için karnını doyurmak bile en önemli hedeflerden biri.
                                                      Kadıköy’de uzayıp giden pahalı çikolata kuyruğu...
Üsküdar’ın komşu ilçesi Kadıköy’de de önceki gün bir pastanenin önünde uzun upuzun bir kuyruk dikkat çekti. Kuyruk ne ucuz ekmek, ne ucuz simit ne de ucuz yemek kuyruğuydu. Yüzlerce genci o kuyruğa sokup saatlerce bekleten bir çikolataydı. 200 gramı 450 lira olan, Dubai çikolatası…

Sosyal medyada binlerce tarif ve tadım videolarının ardından Kadıköy’de Dubai’nin fıstıklı künefe çikolatasını satan bir pastanenin önünde metrelerce kuyruk oluştu. O kuyrukta bekleyen bir genç durumu “Sosyal medyada gördük, merak ettik” dedi.
İşletme sahibi Levent Yüksel, “Dubai’de bir influencer tarafından yayınlandı. Bende bunu gördüm, Dubai’ye kızımı gönderdim. İki tane çikolata aldırdık. Aynısını gidip analiz yaptırdık. İçinde tahin varmış, fıstık varmış, beyaz çikolata varmış ve üstünde kabuk çikolata var. Bunun analizini yaptık. Çalıştık, bir aylık bir süreçten geçirdik ve aynısını yaptık. İnsanlar artık araba almıyor, ev almıyor, çikolata alıp mutlu olmak istiyorlar. Keyfini yaşıyorlar” dedi.
                                                       ***
Hastane ihalesinden yine damat çıktı -Deniz Ayhan-

2021’de ihalesi yapılan Ordu Şehir Hastanesi belirlenen tarihte bitmedi. İkinci ihale yapıldı, maliyet katlandı. İki ihaleyi de AKP’li Fatih Belediye Başkan Yardımcısı’nın damadının aldığı belirlendi.

Enflasyondaki artış ve kamu kurumlarının öngörüsüzlüğü hastane inşaatlarını da vurdu. Ordu Şehir Hastanesi de bu isimler arasında yer aldı. Düzenlenen ihalenin ardından 2021yılında tamamlanması gereken hastane belirlenen tarihte bitmedi. Hastane için tekrar ihale düzenlendi. İki ihaleyi kazanan isim ise ‘tanıdık’ çıktı. Ordu Şehir Hastanesi için ihale yapıldı ve hastanenin 2021’de 1 milyar 188 milyon liraya yapılıp, 750 günde tamamlanacağı hesaplandı. Ancak hastane belirlenen tarihte bitmedi. Hastane için 4.7 milyar liraya yeni ikmal ihalesi düzenlendi. Böylece hastanenin toplam maliyeti 4 yılda 5 milyar 888 bin liraya yükseldi. İlk ihaleyi alan ve inşaatı tamamlayamayan firma ikinci ihaleyi de kazandı. Tanıdık çıkan Ahes İnşaat firmasının kurucusunun TOKİ Eski Başkan Yardımcısı ve AKP’li Fatih Belediye Başkan Yardımcısı Mehmet Özçelik’in damadı Mücahid Hamza Ekşi olduğu belirlendi.

AHES İNŞAAT’A DEVRETTİ

Sağlık Bakanlığı tarafından Ordu 900 yataklı şehir hastanesi yapımı işi için ilk olarak 25 Aralık 2020’de ihale düzenledi. İhaleyi de 1 milyar 188 milyon 52 bin TL’ye Ekşioğlu ve Ahes İnşaat Ortaklığı kazandı. Ekşi ailesine ait iki firma ile 17 Mart 2021 tarihinde sözleşme imzalandı. Ekşioğlu İnşaat yapım işini daha sonra Ahes İnşaat şirketine devretti. Hastane belirlenen tarihte tamamlanamadı. Sağlık Bakanlığı tarafından bu kez de 23 Ağustos 2024 tarihinde ikmal ihalesi yaptı. 6 Eylül 2024 tarihine gelindiğinde ise ihaleyi yine Ekşi ailesine ait olan Ahes İnşaat ile Misek İnşaat Ortaklığı’nın kazandığı belirlendi.  Bu kapsamda 4.7 milyar TL’lik sözleşme yapıldığı ifade edildi.

Adı, ‘deprem konutları’ ile duyulmuştu

İkinci ihalenin ardından Ordu Şehir Hastanesi’nin 400 gün içerisinde tamamlanacağı bildirildi. Hastane yapımındaki iki ihalenin kazananı olan üç şirketin de Ekşi ailesine ait olduğu ifade edildi. Ahes İnşaat adını ‘deprem konutları’ ile duyurmuştu. Firmanın kurucusunun, TOKİ eski Başkan Yardımcısı ve AKP’li Fatih Belediye Başkan Yardımcısı Mehmet Özçelik’in damadı Mücahid Hamza Ekşi olduğu ifade edildi. Mehmet Özçelik’in kızı Büşra Özçelik, Mücahid Hamza Ekşi ile 2017 yılında evlenmişti.

                                                      ***
Demirören Grubu gerçekleri çarpıtmaya çalıştı ancak... Rakamlar tam tersini söylüyor -Nedim Türkmen 


(https://www.sozcu.com.tr/demiroren-grubu-gercekleri-carpitmaya-calisti-ancak-rakamlar-tam-tersini-soyluyor-p95151)

 (SÖZCÜ)                                                                  

Peker işaret etti: Türkiye’de de Los Zetas’lar mı doğuyor? - Bahadır Özgür / duvaR

Uzun süre sonra bir röportaj veren Sedat Peker’in, pek de üzerinde durulmayan bir cümlesi, yeni yükselen tehlikeyi işaretliyor. Adres olarak askeri yapıları veriyor. Bunun Suriye merkezli ‘güvenlik’ politikalarıyla bir ilgisi bulunuyor. Sokakları kuşatan yeni nesil çeteleşme ile sınırlardan akan insan, uyuşturucu, silah vb. ticaretin yarattığı yeni kartelleşme eğilimi arasında bir ilişki var.

Susurluk’ta karşımıza nasıl bir musibet çıktığını gösteren en çarpıcı vaka, Yüksekova Çetesi’ydi. Özel harp eğitimi almış rütbeli askerler, polisler, korucular ve itirafçılardan oluşmuş çetenin mimarisi, dönemin siyasal rejiminin neredeyse eksiksiz bir temsiliydi. Bu üniformalı çete, faaliyetleri ortaya çıkarılmasına rağmen hiç yargılanmadı.

İşte Sedat Peker’in geçen hafta Sözcü gazetesinden Saygı Öztürk’e verdiği röportajda yer alan ve pek kimsenin üzerinde durmadığı bir paragraf, Yüksekova Çetesi’ni hatırlattı. Ama Peker’in anlattıklarına göre onu da aşan çok daha tehlikeli bir yapı yükseliyor.

Peki nedir bu yeni tehlike?

Önce bilmeyenler için hikayeyi tamamlayalım…

                                                       ***

Yüksekova Çetesi 1996’da bir faili meçhul cinayetle gün yüzüne çıktı. CHP Hakkari Milletvekili Esat Canan’ın akrabası Abdullah Canan, bir operasyonda evlerine zarar verildiği gerekçesiyle savcılığa şikayetçi oldu. Karakola çağrıldı Canan. Suçladığı Binbaşı Mehmet Emin Yurdakul 15 subayı odaya topladı ve Canan’ı göstererek, “Sizleri şikayet edenlerin elebaşı bu, iyi tanıyın” dedi. Tanıklara göre Canan, 17 Ocak’ta bir yol çevirmesinde gözaltına alındı. Resmen reddedildi. 21 Şubat’ta ise yedi kurşun sıkılmış halde cesedi bulundu.

Aylar sonra bir itirafçı, albaylardan başlayıp sıralı rütbe halinde aşağı doğru onlarca askeri, özel harekat polisini, korucuyu, bazı bürokratlar ile yerel siyasetçileri kapsayan çeteyi deşifre etti. Açılan davaları süründüre süründüre 2010’da zamanaşımına uğrattılar. Yargı kayıtlarına, Meclis raporlarına girmiş ‘üniformalı çete’ hukuken yok sayıldı!

Yüksekova Çetesi terörle mücadele konseptinin yarattığı özerk bir gücün, faili meçhul cinayetlerden uyuşturucu ve silah kaçakçılığına uzanan bir suç ekosistemine nasıl dönüştüğünün tipolojisiydi. Bu suç makinesini ceza yasalarından muaf kılan şey ise toplumu kuşatmış, muhalifleri cendereye almış olan dönemin hakim ‘milli güvenlik’ anlayışıydı.

Yani suç mu rejimi yozlaştırmıştı yoksa rejim mi suçu doğurmuştu, belirsizdi. Susurluk tam olarak o belirsizliğin adıydı zaten. Tüm toplumu enfekte eden zehir, militarist propagandayla karartılmış memleketin coğrafi bir parçasına enjekte edilmiş, her yere oradan yayılmıştı. Nihayetinde 90’ların ekonomi politiği, Yüksekova Çetesi’nin kılığında somutlanmıştı.

SUÇUN MİLİTARİZASYONU

Bugün de neyin suç, kimin suçlu olduğunu ayıran normların yok olduğu bir belirsizlik hali var. Ve yine rejimin yozlaşmasının ekonomi politiği her yanı kuşatan türlü suç ağlarında somutlanıyor. Sedat Peker şu sıra epey tartışılan yeni nesil çeteleşmeye dikkat çekiyor. Nispeten yoksul mahallelerde bir ağacın dalları misali ağ ağ yayılıyor bunlar. Tabanını fakir gençler oluşturuyor. Çoğumuz gibi Peker de bunun toplumsal adaletsizliğin sonucu olduğunu belirtiyor. Yeni tehlikeyi de burada açığa çıkan ‘enerjiyi’ kendine bağlayabilecek yeni bir suç kartelleşmesinde görüyor.

Susurluk’tan beri suç-siyaset ilişkisinin ‘sırlarına’ hakim birisi olarak söyledikleri şöyle:

“Ne mi olacak? Devletten ayrılma, ordudan atılma veya mecburi hizmetini tamamlayıp ordudan ayrılan, genç, çılgın, şiddet eğilimi olan tipte bazı subay arkadaşlar var… Hani bizim 28 Şubat süreci filan onun gibi değil onu söylemiyorum. Birkaç özel harekatçı yapıdan bahsetmiyorum. Tamamen kriminal ama polisin, askerin çalışma sistemini bildiği için de yakalanmaları pek mümkün olmayan ve yapısal olarak asker kökenli veya özel harekat, polis kökenli oldukları için daha sert, radikal grupları oluşturdukları an sıkıntı büyür… Yani şu an Türkiye benim görüşüme göre üç- beş seneye kadar böyle bir yapıya evrilecek.”

Bundan önce uzun uzun Suriye ve Afganistan merkezli göç dalgasıyla gelen bir uyuşturucu trafiğini anlatıyor, Peker. Esasında bahsettiği şey, Suriye’yi odağına alan ve 2011’den itibaren içeride ve dışarıda inşa edilen ‘güvenlik’ anlayışının suç alanını da evrimleştirmesi. Sınırları koruma adına başlayan askeri yayılma ve çatışmanın vekalet yoluyla yürütülmesi, önce bir cihatçı otobanı açmış; ardından otoban, kaçakçılık trafiğine kavuşmuş; otobanların sayısı arttıkça da bölge kocaman bir açık suç piyasasına dönüşmüş.

Şimdi ucunun nerelere uzandığını henüz kestiremediğimiz bir kartelleşme süreci işliyor. Peker emin bir ses tonuyla, “5-6 yıla bu tamamlanacak” diyor. Şaşırtıcı mı?

Gazetece Barış Terkoğlu’nun yakın zamanda ortaya çıkardığı bir tümgeneralin makam aracıyla insan kaçakçılığı yapmasını hatırlayalım. Sadece insan ve sadece makam aracı ile mi sınırlıdır bu ticaret? Mesele tümgenerale ve makam aracına gelmişse, ortadaki yasadışılığın meşruluğunu varın siz düşünün!

Anlaşılan 90’ların paramiliter politikalarının içinden nasıl militarize suç organizasyonları çıkmışsa, bugünkü güvenlik anlayışından da militarize karteller doğuyor. Fakat Peker’in anlattıkları içinde bir cümle arada sırıtıyor. Bağlamı açıklanmamış bir cümle: “28 Şubat süreci filan onun gibi değil onu söylemiyorum. Birkaç özel harekatçı yapıdan bahsetmiyorum.”

Susurluk’ta ortaya çıkanlar ağırlıklı özel harekat merkezliydi ve çeteleşme devletin belli bir alandaki pratiğinin sonucuydu. 28 Şubat’ta MGK bir kararla suç alanını belli sınırlara çekti. Mesela; açık çağrı yapıldı ve Peker, Çakıcı gibiler kendileri gelip cezaevine girdi. Susurluk yargılanmadı, cezasız kaldı ama devlet aygıtı kendi içinde çözüm üretip ortalığa saçılanları derledi, topladı, toplumun gözüne batan kısımlarını traşlayıp bir nevi ‘norm’ getirdi!

Günümüzde ise rejimin bizatihi kendisinin ceza hukukundan muaf kılınmasının yarattığı normalleşmiş bir suç faaliyeti söz konusu. Peker de Suriye merkezli ‘sınır güvenliği’ kolonuna çarpı atıyor. “Kolombiya, Meksika, Brezilya süreci yaşadı. Biz biraz geriden geliyoruz” diyor. Sokaklardaki yaygın çeteleşme ile sınırlardan yayılan ticaretin getirdiği kartelleşme arasında illiyet bağı kuruyor. Bize bir Los Zetas profili çıkarıyor.

ASKERİYEDEN ÇIKAN KARTEL: LOS ZETAS

Los Zetas dünyada da müstesna bir örnek. Meksika’da onlarca üniversite öğrencisini kaçırıp, kafalarını kesip, köprülere asacak kadar dehşet saçan bir şiddet makinesi. Meksika ordusunda ABD ve İsrail tarafından özel olarak eğitilmiş Grupo Aeromóvil de Fuerzas Especiales (GAFE) adlı bir askeri yapının içinden evrildi. Özellikle sınırlardaki uyuşturucu kaçakçılığı ile mücadelede görev almış bazı askeri birlikler, 1990’ların sonuna doğru kartellerin yüksek maaşlı korumalığını üstlenmeye başladı. Ve hızla karteller için çalışan bir tür ‘paralı askere’ dönüştüler.

Ardından kendileri kartelleşip uyuşturucu, silah, petrol kaçakçılığı başta olmak üzere akla gelebilecek her türlü suçta hakimiyet kurdular. Meşhur Sinaloa gibi diğer kartellerle giriştikleri savaşlarda ölenlerin sayısı belirsiz. Askeri eğitimi organize suçla birleştiren, disiplinli, polis içindeki çetelerle de irtibatlı, kendi eğitim kamplarına sahip acımasız bir suç karteli. Ağır darbeler yeseler de hala bu üniformalı kartel ülkenin en büyüklerinden.

                                                        ***

Suç tabana yayılıyor. Yayıldıkça da şekilsizleşiyor, anlamak, mücadele etmek zorlaşıyor. Bunu besleyen sosyal bir habitat var çünkü. Orasını kurutmadan çözüm yok. Lakin habitatın sadece tabanla sınırlı kaldığını düşünmek yanıltıcı. Bir de suçun organize kısmını ilgilendiren bir habitat bulunuyor. Geçmişin defalarca bize gösterdiği üzere burası ülkenin nasıl yönetildiği ile ilgili. Yani bataklık sokakta değil, rejimin kendisi.

Bahadır Özgür / duvaR

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -22 Haziran 2025-

  Fatih Altaylı’nın tartışılan videosundaki 1,5 dakika ayrıntısı -Eray Özer- Aldığımız bir bilgiye göre Altaylı’nın pazartesi günü hakim kar...