17 Ekim 2024 Perşembe

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -17 Ekim 2024 -

Enis Rıza Sakızlı ve Suat Derviş: ‘Tarihi insan üzerinden okumak’-Osman Çutsay-

"Tiyatro ve belgesel sinemaya bakınca, bütün yoksunluklara zorluklara rağmen kendi adıma umudu yeşertebilmek mümkün diye düşünüyorum. Yeraltı suları gibi..."

Türkiye’de belgesel sinemacılığın önde gelen ismi ve yayıncı Enis Rıza Sakızlı, geniş üretim paletine bir de oyun ekledi.

Sahnelenme çalışmaları süren bu yapıtıyla Suat Derviş’e dikkat çekme gereği duyan Enis Rıza Sakızlı, Türkiye tarihindeki kesitler, “kahramanlarımız”, hatta “antikahramanlarımız” ve saklı bahçelerimizdeki değerler üzerine sorularımızı yanıtladı.

- Belgesel sinemayla başlayalım: Türkiye gibi neredeyse olağanüstü hızlı değişen bir mekân ve bu mekânda değişmemek için direnen insanlar, nasıl bir belgesel sinema olanağı içeriyor? Bu tablo, belgesel sinema için ne anlama geliyor? Bir fırsat mı, yoksa belgesel sinema, tanıklığın önünü mü tıkıyor? 

Enis Rıza Sakızlı- Sizin sorunuzun taşıdığı kavramlar üzerinden gideyim... Değişim, mekân, direniş, tanıklık… 

Sondan başlarsak, belgesel sinemanın, tabiatı gereği bütün zamanların sözcüsü ve tanıklığı olduğunun altını çizmem gerekiyor öncelikle. Çünkü belgesel sinema, sanat alanları içinde kendine gerçekliği mesele etmiş bir anlatım biçimi. Bu, onu ayrıştıran “etik” bir duruş. Eklemek gerekir ki “gerçekliğin kendisi” değil, “gerçekliğin estetiğine kavuşmuş hâli” dönüştürücüdür. 

Bir ikincisi de... Geçerken ifade edeyim, geçmişin bilgisi olmadan gelecek inşa edilemez. Bir toplumun gelişimi çünkü “tarihi kavrama olgunluğu” ile açıklanabilir.

Direniş kavramı bizim için “akıntıya karşı” duruşu ifade etmeli. Ne ki o “akıntıyı” savunma hâlini ifade edecek bir başka kavram yok ne yazık ki. 

Belgesel sinemanın çatışma mevzisi de orası. Orada “değişimden’” çok, yok oluştan söz etmek daha doğru olur. Genel bir kavram olarak “mekânın” ve onunla birlikte “hafızanın” yok oluşuyla yüz yüzeyiz çünkü içinde bulunduğumuz konjonktürde. 

Zaten tarihin ve doğanın ortak özelliği üstünü örter. Bir yandan yok oluşa karşı dururken, bir yandan da kazmak zorundayız. Belgeler, tanıklıklar, sokaklar-evler, olaylar-olgular... Zamanı, hayatı ifade eden ne varsa, geleceği kurmak adına bizim gündemlerimizde hep. Elbette buna yaşadığımız anların doğrudan tanıklığını da katmalı.. 

Dolayısıyla anlatacak, anlattığımız çok hikâyemiz var. İktidarın ve sermayenin konformizmi yolumuzun üstünde, barikatları ile oysa. 

Belgesel sinema ve Nâzım

- Belgesel sinema sizce şu anda Avrupa’da nasıl, Türkiye’de nasıl? Örnekler üzerinden bir karşılaştırma yapabilir miyiz?

Enis Rıza Sakızlı- Hep tekrarlıyorum... Cumhuriyet’in bir sinema politikası olmamış... Sansür dışında. Aslında sanat politikası olmadığından da söz edebiliriz. Dolayısıyla genel olarak sinema, özel olarak da belgesel sinema -bir daha ifade edeyim, sinemanın ve toplumsal hafızanın temeli ve taşıyıcısı olan belgesel sinema- konusunda hiçbir destek de söz konusu olmadı. 

Ben belgesel sinemanın tarihini -belge film değil- Nâzım ile başlatıyorum. 1930’lar... Zaten Nâzım Türkiye sinemasının omurgasıdır da. Daha sonra gerçekleştirdikleri 16 filmle Eyüboğlu ekibi -İstanbul Üniversitesi Foto Film Merkezi- 1950’ler... Ardından 68, benim de kurucusu olduğum Genç Sinema Hareketi... Oradan yürüyüp geliyoruz. 

Ne eğitim, ne bir fon, ne vergi indirimi, ne basın kartı, ne sponsor destek düzenlemeleri, ne sanat bankası, ne festivaller, ne önemseme. Ne.. ne.. ne.. ne. Öylece var olduk. 

Avrupa ile kıyaslamanın mümkün olmadığı koşullar yani. Bir örnek vereyim: Amsterdam’da her yıl belgesel festivali düzenlenir: IDFA. 25 sinemada dünyanın belgeselleri gösterilir. Bir de 5 sinemada anarşistlerin alternatif belgeselleri... Orada projeler görücüye çıkar, piching diyoruz. Televizyonların, dağıtımcıların, yayıncıların önünde projeler sunulur, destek alınır. Arte Alman-Fransız kanalları... Ayrıca salt belgesel sinema fonları, kurumları, okulları, salonları... Yapımcıları... Danimarka’sı İspanya’sı... Birçok ülkede belgesel sinemayı destekleyen vergi fonları, havuzları... 

Türkiye’de ilk biziz.. “Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali”ni düzenledik. 1997. 15 yıl inanılmaz koşullarda kendi imkânlarımızla yürütmeye çalıştık. Salonlarımız doluyordu. Talep vardı, var da önyargıların ötesinde. 

Yine kurucularından olduğum Belgesel Sinemacılar Birliği ile üniversitelerde eğitimler başladı. Dünyanın başka belgeselcileriyle ve belgeselleriyle tanışmalar, buluşmalar derken, ülkede nitelikli bir belgeselci kuşak ortaya çıktı. Gelin görün ki gösterim alanlarının yokluğu, var olan festivallerin sansürcü tavrı, gitgide baskı kıskacının daralması filmlerimizi görünmez kılıyor. Sosyal medya, ağırlıklı olarak tek çıkış yolu gibi. 

‘Sistem dışıyız çünkü’

- Türkiye’de sinemaya ilgi her zaman büyük oldu. Özellikle dramatik yapımlara... Hayatın her ayrıntısı belgesel sinema için bir olanaksa eğer, Türkiye’de bu olanaklar çok fazla. İyi de, neden bu sektör buna rağmen sansasyonel bir üretim ve talep yaratamıyor. Daha doğrusu Türkiye’nin belgeselcilerinde eksik olan ne? Eğer artık cep telefonlarıyla bile çekim/kurgu yapılabiliyorsa, neyi başaramıyoruz, ne durumdayız? İçerik mi üretemiyoruz?

Enis Rıza Sakızlı - Bir önceki soruda kısmen cevaplamış oldum sanırım. Aslında ciddi bir talep var ve çok da belgesel film üretiliyor. “3. Sinema Yöntemleri”... Sistem dışıyız çünkü... Belgesel sinema için bu yarına doğru bir yapılanma süreci. Büyük bir birikimden söz edebilirim. 

Trajik olan imgesel (fiction) kesimi. Sistemle barışık olmaları gerekiyor çünkü. Türkiye’de sinematografi çok gelişmiş olmasına rağmen, uyumlu diziler filmler üretiyorlar. Tenzih ettiklerim de var elbet içlerinde. 

- Aynı zamanda tiyatrocusunuz. 2000’lerde Türkiye tiyatrosu nasıl bir gelişme gösterdi? Nasıl bir ilgi var? Siz bu ilgiyi hem yapımcılar hem de izleyiciler açısından değerlendirdiğinizde ne görüyorsunuz?

Enis Rıza Sakızlı - Tiyatro konusunda da belgesel sinema için söylediklerimin benzerini söyleyebilirim. Şehir ve devlet tiyatroları hariç sadece İstanbul’da yüzden fazla oyun izlemek mümkün. Alışılagelmişin dışında özgün metinler, uyarlamalar sahneleniyor. “İki kalas bir heves” misali yine... Daracık salonlarda, bodrum katlarında... İzleyicileri de var. 

Tiyatro ve belgesel sinemaya bakınca, bütün yoksunluklara zorluklara rağmen kendi adıma umudu yeşertebilmek mümkün diye düşünüyorum. Yeraltı suları gibi... 

Buna müzik topluluklarını da eklemeliyim geçerken...

                                                                Suat Derviş.

Suat Dervişleri bilmeli yeni kuşaklar

- Yeni çalışmanız “Suat”ta, Suat Derviş’ten hareketle sadece bir kadının değil, cumhuriyet tarihinin de dökümünü veriyorsunuz. Hızlandırılmış ve insana/kadına yedirilmiş bir tarih bu. Siz Türkiye’de neyi eksik, neyi fazla gördünüz ki, böyle bir oyun yazmaya karar verdiniz?

Enis Rıza Sakızlı - Oktay Etiman’ın, hapisten çıktıktan sonra Kızılay Meydanı’nda, karnını doyurabilmek için mızıka tezgâhı açması gibi bir hikâyeler zinciri benimki...

Unutulmuş devrimciler, unutulmuş sendikacılar, unutulmuş ressamlar, unutulmuş yazarlar, unutulmuş gazeteciler, unutulmuş bilim insanları... Unutulmuş kadınlar... 

Diğer yanda bu hikâyelerin her birinin tarihin içinden geçen, kendi alanlarında temeller atmış insanlar olmaları. 

Eksik olan bir de tarihi insan üzerinden okumak... Belgeselci olmanın başat çıkış noktalarından bu yaklaşım. 

Suat Derviş işte, böylesi huzursuzluğumun öznelerinden, kendimi borçlu hissettiğim biri.

                                                                   Suat Derviş

- Peki, neden özellikle Suat Derviş? Suat Derviş bir kadın ve bir devrimci olarak bugün neden önemli?

Enis Rıza Sakızlı - Suat abla ile uzunca, Reşat Fuat ile başlamasıyla biten ahbaplığım oldu. Özellikle Suat ablanın dilinden çok anılar dinledim. O zamanlar da hikâyesini yazmak, filmini çekmek duygusunu taşıdım durdum içimde. Hayatı etkiledi beni. Kırgındı. Yaşarken unutulmuş gibiydi zaten. Neyse ki unutulmuşluğun bataklığından çıkardı arkadaşlar onu. 

Ben aslında geç kaldım. 

18 Temmuz 1928’de çekilmiş bir fotoğraf var. Sanayi-i Nefise Birliği, Edebiyat Şubesi.. 42 edebiyatçı. İçlerinde iki kadın var. Şaziye Kurt ve Suat Derviş. O fotoğraf yetmez mi hikâyelerini anlatmaya... 40 erkek arasında 2 kadın. 

Sonra işte onun hayat hikâyesi... Gerçekliklerle karşılaştıkça yaşadığı değişim. 20’lerden 70’lere.. Varlıklı aristokrat bir zenginlikten, yoksulluğa... Dimdik yaşanmış, seçilmiş, üretken bir hayat. 

Onu, onları bilmeli yeni kuşaklar... Ki, ödenen bedellerin ne için olduğunu en azından hissetsinler... 

Bu belki de içimde taşıdığım bir kadının hikâyesi. 

                                                              /././

Sağlıklı beslenmek hayal oldu: 'Hileli gıdada en büyük darbe yoksul kesimlere geliyor'-Aslı İnanmışık-

Sağlıklı gıdaya erişim giderek zor ve pahalı bir hale geldi. Ancak taklit ve tağşiş listesinde pahalı markalar da yer alıyor. Halk sağlığının öncelenmesi içinse denetimden fazlası gerekiyor.

Tarım ve Orman Bakanlığı, geçtiğimiz haftalarda taklit-tağşiş* yapılan ve sağlığı tehlikeye düşürebilecek gıdalar listesini yayınladı.

Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı "güvenilir gıdanın takibi konusunda yeni bir sitem uygulamaya konulduğunu" iddia etti. "Bugüne kadar Bakanlığımız tarafından altı aşamalı bürokratik bir süreçle yönetiliyordu. Bunlar uzun süreçler aldığı için kamuoyu duyurularında uzun aralıklar meydana geliyordu. Herhangi bir yayınlama periyodu yoktu ve toplu şekilde yayınlanmaktaydı. Yeni sistemde kamuoyu duyuruları anlık olarak, elektronik ortamda tüketicilerimizle paylaşılacak" dedi.

Söz konusu liste "guvenilirgida.tarimorman.gov.tr" adresinde kamuoyuyla paylaşıldı. Bilgilendirmenin eksik ve yetersiz olduğu yorumları yapıldı.

Ancak bilgilendirme dışında denetim konusundaki eksiklikler, sorunlu gıdaların vatandaşlara dağılmadan önce engellenmemesi, sorunun yalnızca şirketler sorunluymuş gibi gösterilmesi asıl eleştirilen konu oldu.

'Bakanlık en son duyuruyu 2,5 yıl önce yapmıştı'

Kamuoyunda çok yankı bulan hileli gıda konusunu TMMOB Gıda Mühendisleri Odası Başkanı Yaşar Üzümcü'ye sorduk.

Sağlıklı gıdaya giderek erişimin azaldığı endişesinin yaygınlaştığını hatırlattığımız Üzümcü, yıllardır gıda üretiminde taklit ve tağşiş yapan firmaların duyurusunun sık aralıklarla yapılmasını talep ettiklerini söyledi.

"Bakanlık en son yaptığı duyuruyu 2,5 yıl aradan sonra yaptı. Bu açıklamada bundan sonra yapılacak duyuruların anlık olacağını söyledi ve böylece olumlu bir adım atmış oldular" diyen Üzümcü, firmalar açıklandığında ciddi bir kamuoyu tepkisi oluştuğuna işaret etti.

Üzümcü, "Taklit ve tağşiş gıdada en büyük darbe, yoksul kesimlere geliyor" diye konuştu.

Baharatlar ve zeytinyağı ilk sırada

Yaşar Üzümcü, son açıklanan listede aşağı yukarı her ürün grubundan ürünlerin listede yer aldığını belirtti. Listede ağırlıklı yer alan ürünlerse şöyle:

* Özellikle baharatlar, zeytinyağı, süt ürünleri, bal ile et ürünlerinde tağşişin yüksek olduğu,

* Alkolsüz içecekler, çikolata ürünleri gruplarında ve bitki çayları başlığında ilaç etken maddesi kullanımı, 

*Alkollü içeceklerde ürüne dışarıdan alkol katıldığı tespit edilmiştir.

Kamuoyunda en çok Köfteci Yusuf'un etleri tartışıldı. Listede yayın olarak bulunanların başındaysa zeytinyağı geliyor. Tarım ve Orman Bakanlığı yayınladığı listede zeytinyağlarında gıdada kullanımına izin verilmeyen boyalar bulunduğunu duyurdu. Ayrıca tohum yağı karıştırıldığı tespit edildi.

'Tarım ilacı kalıntısı, mikotoksinler ve ağır metaller de risk oluşturuyor'

Gıda Mühendisleri Odası Başkanı, gıda ürünlerindeki riskin sadece taklit ve tağşiş olmadığına da işaret etti:

"Gıda ürünlerinde risk olan sadece taklit ve tağşiş değildir. Tarım ilaçlarının bilinçsizce kullanılması sonucunda tükettiğimiz gıdalarda tarım ilacı kalıntıları, ayrıca mikotoksinler, ağır metallerde risk oluşturmaktadır. Bunların tespiti için de gıda mevzuatına göre analizleri yapılmalı sınır değerleri aşan gıdalar ifşa listelerinde yer almalıdır."

'Kanunlar halk sağlığını önceleyecek şekilde yeniden kurgulanmalı'

Gıda işletmesi açmanın çok basit hale geldiğini söyleyen Yaşar Üzümcü, şunları söyledi:

"2010 yılında çıkarılan 5996 Sayılı kanun ile işletmelerin ürettiği ürünlere dair yaşanabilecek tüm olumsuzlukların sorumluluğu gıda işverenine verilmiştir. Daha öncesinde bakanlığın denetimlerinden uygunluk alınmasından sonra işletmeler üretime başlarken, şimdi birçok üretim başlığında işverenin beyanına dayalı izin süreçleri getirildi. Bu ve benzeri uygulamalar özellikle kötü niyetli insanların önünü açtı. Gıda işletmesi açmak çok basit hale geldi. Kanunların burada halk sağlığını önceleyecek şekilde yeniden kurgulanması gerekmektedir.

Sadece sermayenin yolunu açmak ve işini kolaylaştırmak için yapılan düzenlemeler tüm toplumun gıda güvenliğini riske atmaktadır. Yine daha öncesinde olan küçük işletmelerde teknik eleman çalıştırılması zorunluluğu kaldırılmış ve küçük işletmeler tamamen kontrolsüz üretim yapmaya başlamıştır."

'Etkin ve yeterli sayıda denetim yapılmalı'

"Halk sağlığını riske atan gıdaların üretilmesinin engellenmesi önemli. Asıl hedef ve amacın bu olması lazım" diyen Yaşar Üzümcü, bunun için de en öncelikli olanın etkin ve yeterli sayıda denetim olduğunu belirtti.

Üzümcü, etkin bir denetim için gıda bilimi konusunda eğitim almış teknik personel sayısının arttırılması gerektiğinin altını çizdi:

"Yine işletmelerin üretime başlamadan önce altyapısının uygunluğu bakanlıkça kontrol edilmelidir. Büyük işletmelerde bulundurulması zorunlu olan teknik personelin küçük işletmelerde de zorunlu hale getirilmesi sağlanmalıdır. Bu ifşa listeleri bize gösteriyor ki, küçük işletmelerde taklit ve tağşişin yapma oranı daha yüksek. Diğer aşamada ise gıda mühendisi, gıda konusunda eğitim almış meslek mensupları, işyerinin kapasitesine uygun yeterli sayıda çalıştırılmalı. Eğer bir gıda işletmesi üç vardiya çalışıyorsa, her vardiya en az bir mühendis kontrolünde olmalı. Ancak, şu anki mevzuata göre bir tane sorumlu mühendis yetiyor."

Taklit ve hileli gıda listelerinin artık anlık paylaşılıp güncelleneceği duyuruldu. Öte yandan liste açıklayan ve "Asıl cezayı vatandaş kesecek" diyen Tarım ve Orman Bakanlığı sorumluluğu üzerinden atmaya çalışıyor. Uzmanlar etkin ve yeterli denetimin önemine işaret ediyor.

'Bağımsız Gıda güvenliği otoritesi oluşturulmalı'

Tüketicilerin güveneceği kurum ve kuruluşlar oluşturulmasının da önemli bir adım olduğunu söyleyen Üzümcü, "Bilimsel yaklaşımlara ve toplum yararına göre karar verecek bağımsız özgür ve özerk kuruma ihtiyaç var" dedi.

Bağımsız Gıda güvenliği otoritesinin oluşturulması gerektiğini kaydeden ve "Risk esaslı değerlendirmeler yapılmalı" diyen oda başkanı, "Türkiye’de bu işi yapanlar bakanlığın alt birimi olarak çalışıyor. Burada meslek odalarının da yer alacağı otorite oluşturulması önemli olacaktır. O zaman gıda güvenliği sorunun çözülmesinde önemli bir adım atılmış olacaktır" ifadelerini kullandı.

*Tağşiş esasen değerli madenlerin içerisine daha değersiz olanlarına katılarak gerçek değerinin düşürülmesi işlemi. Böylece üzerinde yazılı olan değer aynı kalsa da gerçek değeri düşer. Gıdalarda tağşiş, gıda maddelerinin mevzuata veya izin verilen özelliklerine aykırı olarak üretilmesi halini ifade eder. Tağşişle bir ürünün doğal içeriğine yabancı veya ucuz bir madde ekleyerek ve içeriğindeki değerli bir bileşenin bir kısmını veya tamamını değiştirerek haksız kazanç sağlanır.

                                                                /././

Kadın öğretmenlerin giyimine Albayraklar mı karar verecek? ‘Aklımızla alay etmesinler' -Burcu Günüşen-

MEB, Albayrakların NUN Vakfı’na bağlı kuruluşa sadece kadın öğretmenlere yönelik “giyim” dersi verdiriyor. “Stil yaratma”, “Gardrop detoksu” gibi önerilerin de yer alacağı programa emekçiler tepkili.

Milli Eğitim Bakanlığı daha önce okullarda saha araştırmaları yapmasına izin verdiği Nun Eğitim ve Kültür Vakfı’na bağlı Enstitü Sosyal’e şimdi de kadın öğretmenlere yönelik kıyafet dersi verdiriyor.

Berat Albayrak’ın kurucusu, Esra Albayrak’ın Yönetim Kurulu Başkanı olduğu vakfa bağlı Enstitü Sosyal, İstanbul’da 18 Ekim’de sadece kadın öğretmenlere yönelik "Etkili Öğretmenlik için Dış Görünüm ve Giyim Kodları” adlı bir eğitim verecek.

İstanbul’da ilçe milli eğitim müdürlükleri Enstitü Sosyal’in genel merkezinde Cuma günü 3 buçuk saat sürecek olan eğitim için okullara yazı gönderdi, kadın öğretmenlerin eğitime katılmak için form doldurmalarını istedi. 

Bir tekstil patronu olan Suzan Toplusoy’a verdirilecek olan derse yönelik tepkiler kadın öğretmenlerin MEB’in hem gerici ve hem de piyasacı politikalarına yönelik itirazını yansıtıyor. 

  Kadın öğretmenlere yönelik "giyim kodları" dersini tekstil patronu Suzan Toplusoy verecek.

Enstitü Sosyal bu dersi “eğitimde fark yaratmayı hedeflediğini” öne sürdüğü “Okul Gelişim Programı” kapsamında MEB’e bağlı okullarda çalışan kadın öğretmenlere yönelik verecek.

Kuruluşun internet sitesindeki bilgilere göre 100 kişilik kontenjanı duyurulan derste önce Enstitü Sosyal Genel Koordinatörü İpek Coşkun Armağan katılımcılara programın içeriği hakkında genel bilgi verecek. Daha sonra ise Tasarımcı ve Eğitmen Suzan Toplusoy "dış görünüşün psikolojik etkileri üzerine bir sunum” gerçekleştirecek. 

Roman adlı hazırgiyim şirketinin patronu olan Toplusoy aynı zamanda Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği ve Türkiye İş Kadınları Derneği yöneticisi. Tanıtım metninde yer alan bilgilere göre Toplusoy kadın öğretmenlere vereceği eğitimde “ilk izlenimin önemi”, “Halo etkisi”, “konforlu ve şık bir tarzın nasıl yaratılacağı”, “stil yaratma”, “gardırop detoksu” gibi konulara değinecek, “pratik öneriler” sunacak.

İstanbul Pendik’te bir lisede görev yapan E.B. adlı kadın öğretmen “gardrop detoksu” önerisiyle daha dün maaşlarında binlerce liralık kesintiyle “maaşlarında detoks yapılan” öğretmenlerin aklıyla alay edildiği görüşünde.

‘Öğretmen maaşlarına detoks yapanlar gardrop detoksu salık vermiş’

MEB’in kadınlara kıyafet eğitimi verdireceğine okullarda temizlik sorununu çözmesi, güvenli okul binaları inşa etmesi, öğretmen atamalarını yapması gerektiğini vurgulayan E.B. şöyle konuştu:

Okul gelişim programı ile eğitimde fark yaratmak istiyorlar, öğretmenin gardrop detoksu yapmasını salık vermişler. Öğrenme merkezli yaklaşımı öğretmenin aksesuarından başladığını söyleyenler ya başlarını kuma gömmüşler ya saraylarda yaşıyorlar ve herkesin de kendileri gibi saraylarda yaşayıp her ay milyonluk çanta, saat aldığını, mağaza kapatarak alışveriş yaptığını sanıyor olmalılar. Ya da alışkın oldukları gibi aklımızla alay ediyorlar yüzümüze baka baka. 

Ekim ayında öğretmenlerin maaşlarından vergi alarak 3 bin liraya kadar maaşlarında zaten detoks yapan devlet, patronların kârlarından almadığı vergiyi öğretmenin maaşından alıyor. 

Taşımalı eğitimi dahi masraf olarak görüp öğrencilerin servislerini kaldıranlar okul gelişim programından bahsediyorlar. 

’Aklımızla alay etmesinler’

50 kişilik sınıflarda öğrenme merkezli eğitimi yapmak için öğretmenin kulağındaki küpede değişim yaratarak mı başlayacaklar öğrenme merkezli eğitime? 

Okullara temizlik görevlisini en ucuz işçi ile sağlayabilmek için hükümlüleri yine uyum programı kapsamında okullara sokup öğrencinin taciz edilmesine engel olamayanlar öğrenme merkezli program uygulayacaklarmış. 

Öğretmenlerin çantası, ayakkabısı, giydiği elbisenin rengiyle ilgilenenlere önerimiz önce güvenli okul binaları inşa edilsin. Her öğrenci kendi mahallesindeki okuluna rahatlıkla ulaşabilsin, sağlıklı beslenebilsin, sınıfların mevcudu 15 kişiye indirilsin, öğretmenlerin ataması yapılsın. Öğretmeni en ucuz maliyetle çalıştırmak için öğretmen ataması yapmayanlar pedagojik formasyonu olmayan ya da dersin alanıyla ilgili eğitim almamış herhangi bir kişiyi okula öğretmen olarak atayanlar öğrenme merkezli yaklaşımı gardrop detoksu yaptırarak başlatıyorlar. Aklımızla daha fazla alay etmesinler.”

'Öğrencilerimiz aç, biz geçinemiyoruz, MEB yapacağımız 'kombin'lerin derdine düştü'

Sancaktepe’de bir lisede çalışan D.K. adlı kadın öğretmen ise okullardaki temizlik sorunu, yoksul mahallelerde öğrencilerin okullara aç gelmesiyle ilgilenmeyen MEB’in öğretmenlere yönelik kılık kıyafet baskısına tepki gösterdi.

D.K.’nin anlattığına göre Bakanlık bu yılın başından beri okullara öğretmenlerin kılık kıyafetlerine ilişkin birçok uyarı yazısı gönderdi.

Ben İstanbul'da yoksul bir mahallede öğretmenlik yapıyorum” diyen D.K. “Öğrencilerimiz aç, bizler zor geçiniyoruz. Okullar pislik içinde. Temizlik görevlisi için okul idaresi bağış toplayıp görevli almayı amaçlıyor. Ne bağış topluyor ne de üç kuruşa çalışacak görevli bulabiliyor. Bizler öğrencilerimizin öğünlerini boş ekmekle geçiştirdiğini görüyoruz. Tüm bunlar yaşanırken bakanlığın öğretmenlere kıyafet eğitimi yaptığının haberi geliyor. Sene başından beri öğretmenlerin kılık kıyafetlerinin konu edildiği uyarılar, yazılar geliyor okullara” ifadelerini kullandı.

Bakanlığın yeni müfredatla ve öğretmenlere yönelik kıyafet baskısıyla gericileşme adımlarını hızlandırırken öğretmenlerin yaşadığı ekonomik zorlukları, eğitimde artan şiddeti ve öğrencilerin gıdaya ulaşamamasını görmezden geldiğini söyleyen D.K. “Maaşımızla kira, fatura, ulaşım masrafını karşılayamazken MEB yapacağımız ‘kombinlerin’ derdine düştü” diye tepki gösterdi.

Eğitim sendikalarından tepki: Haddinize değil

Eğitim emekçileri sendikaları da MEB’in okullara yazı göndererek kadın öğretmenlerin Enstitü Sosyal’in ”giyim kodları” eğitimine katılmasını istemesine tepki gösterdi.

Eğitim-İş’ten yapılan açıklamada “Cumhuriyet öğretmenine kıyafetle baskı kurulamaz” denilirken MEB’in böyle bir eğitim başlatmasının “Cumhuriyet değerleriyle tamamen çelişen, ayrımcı ve kabul edilemez bir uygulama” olduğu vurgulandı ve bu durum “toplumsal cinsiyet eşitliğine vurulmuş bir darbe” diye nitelendi.

Sendika İstanbul’da birçok ilçede kadın öğretmenlere dayatılan formlar üzerinden kıdem, görev yeri ve branş gibi bilgilerin toplanmasına da tepki gösterdi, bunun bir fişleme girişimi, hak ihlali ve öğretmenlere yönelik baskı olduğu kaydedildi.

Eğitim-Sen de "Bedenimiz Bizimdir! Elinizi Kadınların Bedeninden Çekin!” başlığıyla yaptığı açıklamada “Kadın eğitim emekçilerine nasıl giyinmeleri gerektiğine yönelik ‘eğitim' vermek kimsenin haddi de işi de değildir!” ifadelerine yer verdi.

TÖB-SEN tarafından yapılan açıklamada da MEB’e “Bu ülkede kadınlar neredeyse her gün katledilirken yahut tacize uğrarken siz kalkmış giyim dersi vermek istiyorsunuz” sözleriyle tepki gösterildi.

Sendikanın açıklamasında "Açlık sınırında maaş alan öğretmenler, enflasyon ve ağır yaşam şartları altında ezilirken sizin tek derdiniz kadın öğretmenlerin giyimi öyle mi?” ifadelerine yer verildi. Açıklamada “Biz Laik Cumhuriyet kadınları olarak sizin ideolojik tek tip kadın öğretmen yaratma girişimlerinize asla boyun eğmeyeceğiz. Biz kadınlar okulda, sokakta, her yerde gericiliğe inat laiklik bayrağını her daim yükselteceğiz” denildi.

                                                                /././

Sermaye kural tanır mı?-Nevzat Evrim Önal-

Sermaye kural tanımaz olabilir, kurallarla bağlı olacağına insanlığı ortadan kaldırmayı düşünecek derecede antisosyal hale gelmiş de olabilir. Ne var ki, kendisinin ortadan kaldırılması pekâlâ mümkün.

Çok temel bir önerme ile başlayalım: Hiçbir sistem, elemanlarının mutlak serbestliğine dayalı olamaz. Sistemi sistem yapan şey, kendisini oluşturan elemanların hareketini kısıtlayarak birbirine uyumlu hale getirmesi, böylelikle dağılmasına neden olacak çelişkileri baskılayıp kontrol altına almasıdır. Dolayısıyla “düzen” dediğimiz şey, sadece maddenin düzensizliğe olan genel eğilimi tarafından sürekli kemirilmekte olan değil, aynı zamanda bu eğilimin işleyişini yavaşlatan bir yapıdır.

Bu genel doğru, güneş sisteminden herhangi bir toplumsal düzene kadar tüm sistemler için geçerlidir.

Meseleyi konumuza doğru özelleştirelim: Yaygın inancın aksine, toplumsal sistemler insanlar tarafından tasarlanarak kurulmuş sistemler değildir. İlkel toplumlar bir amaç birliğine (doğada hayatta kalmak) sahip oldukları için içsel anlamda daha çelişkisizdir. Ama toplum hayatta kalma sorununu iyi kötü çözdüğünde ve zenginlik (başlangıçta gıda stokları) biriktirebilmeye başladığında, amaç birliğinin bozulması ve içsel çelişkilerin ortaya çıkması mümkün hale gelir. Toplumun bir kısmının zenginliği tekeline aldığı ve geri kalanını “ben yöneteceğim, sen çalışacaksın” denklemi doğrultusunda kendisine tabi hale getirdiği sınıflı toplumlar, bu zeminde ortaya çıkar.

Dolayısıyla kendileri de birer sistem olan sınıflı toplumlar tasarlanarak değil mücadeleyle kurulur ve daha da önemlisi, varlıklarını sürdürebilmek için mücadeleyi baskılama mekanizmalarına yaslanmak zorundadır. Örneğin toplum köleciyse, egemen sınıf köleleri hizaya getirmek için bir askeri sisteme, askerleri hizada tutmak için ise onların bağlılığını sağlayacak bir zenginlik paylaşımı ve ideolojik aidiyet sistemine ihtiyaç duyar.

Üstelik çelişkiler hiçbir zaman sadece egemenlerle ezilenler, efendiler ile köleler arasında değildir. Egemenler de kendi aralarında zenginliği paylaşma mücadelesi içindedir ve bu mücadele baskılanması gereken bir başka entropi eğilimidir. Örnek olsun; Roma İmparatorluğu önce bölünmüş, sonra yıkılmıştır.  

“Devlet”in mantığı tüm bu çelişkilerde yatar. Devlet, Engels’in dediği üzere, olağan işleyişine bırakıldığında sınıflı toplumu parçalayacak olan çelişkileri baskılama ve böylelikle sömürüyü sürdürülebilir kılma aracıdır.

                                                             ***

Kapitalist toplumun kuruluşunda, yeni egemen sınıf olan burjuvazinin birbiriyle zenginliği paylaşmak için verdiği mücadele olan rekabet, bireysel anlamda yıkıcı olsa da toplumsal anlamda geliştirici bir dinamik olarak görülmüş, bu yüzden modern ekonomi biliminin başlangıcı olan liberal teoride rekabet kutsanmıştır. Bu bağlamda saf haliyle liberalizm Darvinisttir: Serbest piyasanın işleyişini ekonominin “doğal” ve dengeli hali, bunu düzenlemeye yönelik her türlü müdahaleyi de yapay ve denge bozucu olarak algılar. Dolayısıyla liberal teori açısından devlet sadece “ekonomi dışı” meseleleri çözmek, bilhassa da güvenliği sağlamak (yani yoksulları hizada tutmak) için vardır. 

Ne var ki, ekonominin düzenlenmediği durumda en iyi sonucu vereceği zannı liberalizmin çocukluk fantezisidir ve iki nedenle sürdürülemeyeceği görülmüştür.

Birincisi, sanayi devriminin tetikleyen süreçlerle birlikte beraber emek olağanüstü bir üretkenlik kazanmış ve bollaşmış; sermayedarlar kapılarında biriken emekçiler içinden istediklerini seçebilir, böylelikle emeğini satmaktan başka hiçbir hayatta kalma yolu olmayan işçilere geçinemeyecekleri ücretler (açlık ücreti) dayatabilir hale gelmiştir. Bu koşullarda “emek piyasasını” müdahale etmeden kendi işleyişine bırakmanın, yaygın ve korkunç bir yoksulluk sonucunda hiçbir devletin başa çıkamayacağı ölçekte bir ayaklanmayı davet etmek anlamına geleceği kısa sürede kendisini 

hissettirmiştir. Bu nedenle her devlet, işçinin günde en fazla kaç saat çalıştırabileceği ve bir saatlik çalışmaya en az ne kadar ücret verilebileceği konusuna düzenlemeler yapmak zorunda kalmıştır.

İkincisi, rekabet gerçekten de Darvinist bir süreçtir ama sermaye ölen bir canlı organizma değil, el değiştiren ve sürekli biriken cansız zenginliktir. Dolayısıyla sermayedarların birbiriyle rekabeti sadece hayatta kalma ile değil, hayatta kalanların tekelleşmesiyle sonuçlanır. Tekelleşen sermayedarlar, tekelleştikleri ölçüde piyasanın işleyişini kendi bireysel çıkarları doğrultusunda belirleyebilmeye; ama daha da önemlisi, piyasanın boğulduğu ve kâr oranlarının düştüğü kriz dönemlerinde tekellerinde tuttukları üretim olanaklarını durdurarak toplumun ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelmesine yol açabilmeye başlamıştır. Bu nedenle, sermayenin üretimden kaçma, finansallaşma gibi eğilimleri belirginleştikçe, devletin asgari düzeyde bir toplumsal refahı güvence altına alan politikalar oluşturması ve “sosyal devlet” niteliği kazanması gerekmiştir.

                                                           ***

Burjuva ekonomi biliminin, Marksizme laf yetiştirdiği kısımları ayıkladığınızda geriye kalan tüm iç tartışmaları, hangi ekonomik faaliyetin ne kadar serbest ya da ne kadar kurallı olacağına dair politik kararlar alınmasına yöneliktir. Bu tartışmalarda temel mesele şudur: Sermayenin birikim hızı ile sistemin çelişki biriktirme hızı birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Öte yandan birikim, sermaye sınıfının hep birlikte aynı hızda yaptığı bir şey değildir; işçi sınıfından sömürülen artı değer, sistem (yani dünya) çapında eşit paylaşılmaz ve herhangi bir politika kararı (örneğin bir ülkede merkez bankasının gösterge faiz oranı belirlemesi) farklı sermaye kesimlerinin birikimini farklı biçimde etkiler.

Bu nedenle, herhangi bir burjuva ekonomistini “başarılı” kılan, verili koşullarda düzenin uzun vadedeki sürdürülebilirliği ile sermayenin kısa vadedeki birikim zorunluluğu arasında uzlaşı kuran bir teorik önerme geliştirebilmesidir.

Kanımca bunun en önemli örneği, teorisini 1929 Buhranının gösterdiklerinden yola çıkarak geliştiren John Maynard Keynes’tir. Keynes, krizin temelinde yatan ve Marx tarafından on yıllar önce tespit edilen aşırı üretim eğilimini baskılamak için toplumun tüketim olanaklarını yükseltecek devlet politikaları önermiştir. Keynes’in politika önerileri 1933’ten itibaren ABD’de, 2. Dünya Savaşının sonundan itibaren ise gelişmiş kapitalist dünyanın tamamında uygulamaya konulan Refah Devleti modelinin temelini oluşturmuştur. 

Bugünden (ve üstünkörü) bakıldığında bu öneriler “antikapitalist” bile zannedilebilir; ancak Keynes’in derdi sermaye birikimini kalıcı olarak sınırlamak değil, kapitalist düzeni krizin şiddetiyle birlikte gerçek bir tehdide dönüşen sosyalizmden korumaktı. Bunda büyük ölçüde başarılı olduğu ve kapitalizmin Sovyetler Birliği’nin yarattığı tehdidi bertaraf edebilmesine büyük bir katkıda bulunduğunu teslim etmek gerekir.

Bir burjuva iktisatçısı için bundan daha büyük bir başarı elde etmek herhalde zordur.

Öte yandan, Keynes Nobel Ekonomi Ödülü almadı. Çünkü ödül ilk kez 1969’da verildi ve bu tarihte Keynes çoktan ölmüş, önerileri doğrultusunda uygulamaya konmuş sistem de biriktirdiği çelişkilerin ağırlığıyla ciddi biçimde aksamaya başlamıştı. Artık Keynes’in hayli kurallı bir sermaye birikimi öngören görüşlerini Marx’ınkilerle yan yana koyup reddeden, sermayenin çok daha kuralsız hareket edebilmesi gerektiğini savunan neoliberalizmin günü geliyordu. Nitekim bu ekolün iki önemli temsilcisi olan Hayek ve Friedman sırasıyla 1974 ve 76’da Nobel Ekonomi Ödülü alacak, 1970’lerin başında yaşanan petrol kriziyle birlikte Keynesci ekonomi politikaları tedricen terk edilecek ve günümüze dek uygulanacak neoliberal ekonomi politikaları yürürlüğe konacaktı.

                                                            ***

Daron Acemoğlu’nun iki meslektaşıyla birlikte aldığı Nobel Ekonomi Ödülü de, eğer anlamlandırılması gerekiyorsa ve gerçekçi olmak gibi bir dert varsa, ancak yukarıdaki çerçevede anlamlandırılabilir. 

1945’den itibaren uygulanan kurallı sistem nasıl 1970’lerin başında tıkandıysa; kuralsızlığın kural ve kuralların istisna olduğu neoliberalizm de 2008 kriziyle birlikte tıkandı. Ne var ki kapitalizm dünya çapında genel anlamda pürüzsüz işleyecek, çelişkileri baskılayıp erteleyecek yeni bir model oluşturup yerleşik hale getiremiyor. Sebebi şu: 1970’lerden bu yana sermayenin tekelleşme düzeyi öyle arttı ki, önerilecek her modeli işine gelmediği için sabote edebilecek ve krizin devam etmesine neden olabilecek güçte en az bir sermaye öbeği mevcut.

Öte yandan, hem sağduyuya dayalı ortak toplumsal değerler hem de işçi sınıfının geleneksel örgütlenme mekanizmaları neoliberalizm tarafından öyle tahrip edildi ki, işçi sınıfı bilhassa gelişkin kapitalist ülkelerde sermaye aktörlerini sınırlayacak bir toplumsal mücadele yükseltemiyor. Bu da söz konusu aktörlerin, hesap verme çekincesine kapılmaksızın çok daha başına buyruk davranabilmesini, parçası olduğu düzenin uzun vadeli sürdürülebilirliğini hiç gözetmeden salt kendi çıkarları doğrultusunda kıra döke hareket edebilmesini mümkün kılıyor; hatta bazı durumlarda bunu yaparken işçi sınıfının bir bölümünü de peşlerine takıp toplumu parçalamalarına neden oluyor.

Buna pek çok örnek verilebilir ama herhalde en açığı Donald Trump’ın, kendi partisi dahil olmak üzere ABD’de yerleşik düzeni dumura uğratan siyasi yükselişidir. Trump kuşkusuz yalnız değil, arkasında başta Elon Musk olmak üzere geniş bir sermaye öbeği var. Ne var ki, bu dolmuşa binenler kapitalizmin dünya çapında bir istikrar kazanmasından değil, istikrarsızlığın sürmesinden ve belki de inceldiği yerden kopmasından yana ağırlık koyuyor.

Acemoğlu, Johnson ve Robinson’a, çalışmalarıyla kapitalizmin sömürgeci geçmişini akladıkları için Nobel verildiği söyleniyor. Bu üç kişinin yazdıklarının böyle çirkin bir çıktısı olsa da, düzen açısından bunun kendi başına özel bir değeri olduğunu, dolayısıyla “sömürgeciliği aklama” eleştirilerin meselenin özünü yakaladığını düşünmüyorum. Kapitalizmin yaşamakta olduğu çok yönlü krizle sömürgeci geçmişinde işlediği suçlar arasında, bu suçların aklanması sonucunda krizin hafiflemesini sağlayacak bir ilişki bulunmuyor.

Acemoğlu ve diğerleri, kapitalizmin yukarıda sunduğumuz nedenlerle yeni bir dünya düzeni kuramadığı günümüzde, böyle bir düzenin tesis edilmesine yönelik, uygulanabilir bir sosyal demokrasi önerisi formüle ettikleri için ödüllendirildiler. Önerileri, emperyalist batı ülkelerinde, işçi sınıfı dikkate değer bir ekonomik mücadele veriyor olmasa da gelir dağılımını görece düzeltecek ve yeniden bir orta sınıf toplumu kuracak politikalar uygulanmasını; bu ekonomik yeniden düzenlemeden güç alınarak, politik açıdan parçalanmış durumdaki toplumun birliğinin geleneksel liberal-demokrat prensipler çevresinde tekrar sağlanıp düzenin meşruiyetinin restore edilmesini öngörüyor.1 Kitaplarında yazdıkları, bazı argümanları çok uyduruk olan2 tarih anlatısı tek bir amaca, bugün kapitalizmin temel eksikliği olduğunu düşündükleri, genel anlamda düzene meşruiyet sağlayan bir demokrasi atmosferinin bir çeşit kutsallığa dönüştürülüp tarih-üstü bir insanlık erdemi olarak sunulmasına hizmet ediyor.

“Bu söylenende yeni bir şey yok ki” diyebilirsiniz ve haklı olursunuz. Zaten Acemoğlu ve diğerleri yepyeni bir şey söyledikleri için değil, gayet sıradan ama uygulanabilir bir öneriyi becerikli bir retorikle sundukları için ödüllendirildiler.

                                                              ***

Sona geliyoruz.

Kapitalizm “düzen”ini kaybetti ve kendisine yeni bir düzen, ona bir süreliğine istikrar sağlayacak bir kurallar bütünü arıyor.

Ne var ki, bir yandan da, kapitalizmin bugüne dek yapılmış en köklü eleştirisi sayesinde, sermaye düzenine istikrar sağlayan her kural setinin, er ya da geç yine sermaye tarafından ihlal edilecek sınırlara dönüştürüleceğini biliyoruz:

“[S]ermaye, onu sınırlayan engellerin ötesine geçmeye yönelik sonsuz ve sınırsız itkidir. Onun için her sınır [aşılacak] bir engel olmalıdır. Aksi takdirde sermaye (yani kendi kendisini yeniden üreten para) olmaktan çıkar. Eğer herhangi bir engeli bir sınır olarak görmeyip içinde huzurlu hale gelseydi, kendisi değişim değerinden kullanım değerine alçalırdı (…) Sermaye, bir anda sonsuz miktarda artı değer yaratamayacağı için belirli bir miktar artı değer yaratır; ancak aynısından hep daha fazla yaratmaya yönelik sürekli harekettir.”3

Bu saptama, aynı zamanda günümüzde neden istikrarın bir türlü sağlanamadığını gösteriyor. Tekelleşmiş ve ölçüsüzce güçlü hale gelmiş sermaye öbeklerinin tekil çıkarlarını, makul bir süreliğine dahi olsa ortaklaştırabilecek bir istikrar modeli kurulamıyor. Kurallar daha kurulmadan ihlal ediliyor.

İnsanlık bu hali 20. yüzyılın başlarında görmüştü. Emperyalist güçler dünyanın paylaşımını tamamlamış, dünya ancak yeniden paylaşılabilir hale gelmişti. Sonrası malum. 

Sovyetler Birliği parantezinin kapandığı 1991’den bu yana geçen 35 yılda tekelleşmiş emperyalist aktörler bir kez daha dünyanın paylaşımını tamamlamış durumdalar.

Ve sermaye düzeni insanlığın önüne iki seçenek koyuyor: Bir yanda Acemoğlu gibilerin önerdiği, yıkılmasının kaçınılmaz olduğu bilinerek kurulacak, üstelik eşitsizliğin pek çok yönünü hiç sorgulamayacak istikrar modelleri; diğer yanda nükleer başlık takılmış hipersonik füzeler ve demir kubbeler.

Ama insanlık bu ikisine mahkûm değil. Sermaye kural tanımaz olabilir, kurallarla bağlı olacağına insanlığı ortadan kaldırmayı düşünecek derecede antisosyal hale gelmiş de olabilir.

Ne var ki, kendisinin ortadan kaldırılması pekâlâ mümkündür. Kurtuluşumuz da buradadır. 

  • 1.Önerinin kimi açılardan eksikli bir özeti Acemoğlu’nun şu makalesinden okunabilir: “If Democracy Isn’t Pro-Worker, It Will Die” (Demokrasi İşçiden Yana Olmazsa, Ölecek), Project Syndicate, 20 Haziran 2024, https://www.project-syndicate.org/commentary/us-eu-democracy-challenges….
  • 2.Örneğin Ulusların Düşüşü’nde Roma’nın çöküşünü cumhuriyetten imparatorluğa dönüşmesine bağlıyorlar. (Daron Acemoğlu ve James A. Robinson, Why Nations Fail: The Origins of Power, Prosperity, and Poverty, Londra: Profile Books, 2012, s.164) Oysa çelişki Roma’nın bir yandan cumhuriyet olup diğer yandan ekonomisinin köle emeğine dayanmasıydı. Roma’yı imparatorluk olmaya zorlayan, kendisini başta köle ayaklanmaları olmak üzere çeşitli biçimlerde dayatan askerileşme ve coğrafi genişleme ihtiyacıydı. İmparatorluk bunu çok daha kolaylaştırdığı için daha uygun bir siyasi yapıydı. Diğer alternatif, Roma ekonomisinde köle emeğinin önemsizleştirilmesiydi ve bu imkansızdı.
  • 3.Karl Marx, Grundrisse, Londra: Penguin Books, s.334.
  •                                                                 /././
İkiyüzlülük -Ali Rıza Aydın-
Emperyalistler el üstünde, terör örgütü NATO el üstünde, terörü tırmandıran, katliamlar yapan soykırımcı ve işgalci İsrail el üstünde; terörle ilgisi olmayan, insanlık için yaşayan Küba abluka altında

Yıllardır süren Küba ablukasının kaldırılması için BM Genel Kurulu yıllardır toplanıyor. ABD ve İsrail’in başını çektiği, artık ikili olarak yalnız kaldıkları “hayır” oylarına karşılık ezici bir çoğunluk ablukanın kaldırılmasını istiyor. Ama abluka kalkmıyor. Burjuva demokrasisi, uluslararası ilişkiler dedikleri bu işte. Soykırım yapmayan, hastane ve okul yıkmayan, çocuk ve kadın demeden seri cinayetler işlemeyen, dünyanın neresinde -afet veya salgın- her ne sorun varsa koşturan, 2005 Katrina kasırgasında Henry Reeve Tugayı'nı göndererek ABD halkına yardım eden Kübalıların yaşam hakları ihlal ediliyor, gıda ve ilaç sıkıntısı yaşatılıyor, yaptırım uygulanıyor, ambargo kapsamı sürekli genişletiliyor.  

Neden? 

Küba kapitalizme, emperyalizme, sömürücülere, işgalcilere karşı çıktığı için. Hak ve adaletten yana sosyalist bir devlet olarak yaşadığı için. “İnsanın insanı sömürmesine dayalı bir rejim olan kapitalizme asla dönmeyeceğinden, insan onuruna yakışır şekilde ancak sosyalizmde ve komünizmde yaşayabileceğinden” emin olarak; “Ulusal birliğin ve Devrimin nihai zaferine ulaşmasına katkıda bulunmuş örgütlerin birleşme iradesiyle doğan ve meşruiyetini halktan alan Küba Komünist Partisi’nin liderliğinin, ekonomik, toplumsal ve politik (düzenin) temellerini oluşturduğunun ve garanti altına aldığının” bilincinde olarak uygulanmayan değil yaşatılan bir Anayasası olduğu için.

Filistin yurdunu işgal eden, halkına karşı soykırım uygulayan, haksız savaşını Lübnan’a genişleten, provokasyonlarını İran ve Suriye’ye yönelten insanlık düşmanı İsrail ise kapitalist ve emperyalist ülkelerin, NATO’nun politik, ekonomik ve militarist desteğiyle terör estiriyor.

İkiyüzlülük o kadar genel ve açık ki, o kadar çeşitli ki… Özünü, sınıflı toplumlarda egemen sermaye sınıfının, sınıfsallık yokmuş gibi göstererek, sömürü ve baskı için her yolu denemesi, halkı kandırması, devleti ve hukuku bu amaçla kullanması olarak açıklayabiliriz. 

Türkiye’nin İsrail konusundaki ikiyüzlülüğü ortada. Hem devlet hem de özel sektör her türlü ilişkiyi sürdürürken İsrail bu ilişkilerden ve yurdumuzdaki NATO ve ABD üslerinden aldığı destekle terör estiriyor, yıkıyor, öldürüyor.

Türkiye’ye de saldırı öngörüsüyle, savunma sanayini güçlendirme savıyla halkın üzerine vergiler salınmasına gerekçe olarak kullanılan bir devlet İsrail. Ortada olağanüstü bir durum varmışçasına, olağanüstü koşulların zorunlu kıldığı haklı bir neden yokken halkın ağır olan ekonomik koşulları yeni vergi yükleriyle daha da ağırlaştırılmaya çalışılıyor. Halkın tepkisi olmasa TBMM bu ağır yükü yüklememe kararlılığını gösterecek işleve ve güce sahip değil. 

Saldırı varsayımıyla korku salarak vergi ya da benzeri mali yükümlüklere gereksinim duyma yirmi bir yılı aşan AKP iktidarının ekonomi ve maliyeyi çökerttiğinin kanıtlarından biri.   

İsrail saldırabilirmiş… 

İsrail’i saldırgan yapan kim? Başta ABD olmak üzere kapitalist ve emperyalist düzen…

Türkiye bu düzenin ve İsrail’in neresinde? Tam da ortasında…

“İsrail Devletinin derhal tanınması”nın kararlaştırıldığı 24.3.1949 günlü, 1949/8942 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla (Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve Şemsettin Günaltay Başbakanlığındaki Bakanlar Kurulu imzalarıyla) başlayan Türkiye-İsrail ilişkisi büyüyerek derinleşerek günümüze geldi. 

Yıllardır onlarca ikili anlaşma ve uygulama anlaşması onaylanırken Karma Ekonomik Komite toplantıları yapıldı, mutabakat metinleri imzalandı. Ticaret ve ödeme, hava ulaştırmaları, taşımacılık, turizm, çevre ve doğa, uyuşturucu ve psikotrop madde kaçakçılığı, terörizm ve diğer ağır suçlarla mücadele, telekomünikasyon ve posta, sağlık, tarım, ekonomi, finansman, sanayi, teknik ve bilimsel işbirliği, serbest ticaret alanı, serbest sanayi bölgesi, sınai araştırma ve geliştirme, gümrük idarelerinin karşılıklı yardımlaşması, çifte vergilendirmeyi önleme ve vergi kaçakçılığına engel olma, yatırımların karşılıklı teşviki ve korunması, kültür, eğitim ve bilim, bitki koruma ve karantina, standardizasyon ve uygunluk değerlendirmesi, tarife kontenjanları, askeri ve stratejik işbirliği gibi birçok alanda işbirliği anlaşmaları yapıldı. İsrail’in NATO stratejik ortaklığına onay verildi. 

Kimi dönemlerde gerilimler sonucu askıya alınsa da yeniden diyalogla süren ilişkiler Türkiye-İsrail işbirliğinin gayet kapsamlı olduğunu, ekonomik ve ticari ilişkilerin hacminin giderek arttığını gösteriyor.  ABD-İsrail-Türkiye işbirliği her ne olursa olsun ağır basıyor.

Kerem Aydın imzalı 9.10.2024 günlü sol yazısında da vurgulandığı gibi: “Geçmişten bugüne Türkiye ve İsrail ilişkilerinin çimentosunu sermaye kardeşliği oluşturuyor. İsrail sermayesi Türkiye’de birçok sektörde önemli yatırımlara sahip bulunuyor. Ayrıca, iki ülkenin patronları arasında karşılıklı ticaret, ortak yatırımlar ve şirket satın almaları yoluyla derin ve karmaşık bağlar kurulmuş durumda."

Sermaye kardeşliğinin yapıştırıcısıysa Türkiye Devleti. Onlarca kanun, TBMM kararı, bakanlar kurulu kararı (şimdi CB kararı), tebliğ, genelgeyle bu kardeşliğin mevzuatı yürürlükte. 

İkili anlaşmalarla sermayeye ve İsrail Devletine destek verip güç katanlar, soykırım deyip Filistin’in geleceğini konuşmaya kalkışanlar İsrail’le çok yönlü ilişkilere devam ediyor. 

Yalnızca siyasal iktidarın değil parlamentonun da içinde olduğu devlet ve sermaye bütünlüğünün iki yüzlülüğü sınır tanımıyor. İsrail’le ilişkileri kuran yasalar, anlaşmalar, protokoller, kararlar yürürlükte kaldıkça, yenilerinin kabulü önlenmedikçe, doğrudan ya da dolaylı yollarla, devlet-özel her türlü desteğin sürdürülmesine ortak olundukça Filistin halkını savunmaya kalkışmak sahtecilik. 

Emperyalistler el üstünde, terör örgütü NATO el üstünde, terörü tırmandıran, katliamlar yapan soykırımcı ve işgalci İsrail el üstünde; terörle ilgisi olmayan, insanlık için yaşayan Küba abluka altında ve teröre destek veren ülkeler listesinde. 

İsrail’in saldırıları ve katliamlarına karşı Filistin, Lübnan ve Suriye halklarıyla dayanışma için yürüyen Küba halkı, terörizmi, özellikle de devlet terörizmini, emperyalizmi, faşizmi, sömürgeciliği, yeni sömürgeciliği ve diğer sömürü biçimlerinin her türlüsünü reddediyor. Toplumların tarihinin “sınıf savaşımları tarihi” olması o kadar gerçek ki…

                                                               /././

Konteynerde kalan depremzedelere derhal boşaltın baskısı: 'Çıkmazsanız eşyalarınızı dışarı atarız' -Safa Onur Elmas-

Hatay'da depremzedelere tanınan TOKİ hakkı çileye döndü. Depremzedelerin iki hafta içinde konteynerleri boşaltmadıkları takdirde eşyalarının kapı dışarı atılacağı söyleniyor.

Hatay’da 6 Şubat depreminden sonra konteyner kentlerde kalan yurttaşlar için TOKİ konutları çıkmaya başladı. Ancak bu aşamada geçici konteynerlerde kalan yurttaşları mağdur eden bazı uygulamalar depremzedeler tarafından tepki çekiyor. 

soL’un edindiği bilgilere göre, yeni tamamlanan TOKİ konutlarına yerleşecek olan depremzedelerin, konteynerleri kısa sürede boşaltmaları için baskıcı uygulamalar devreye sokuldu. 

Hatay Valiliği’nden gelen talimatla, güvenlik birimleri tarafından kısa sürede konteynerlerini boşaltması istenilen yurttaşlara karşı şiddet ve zor kullanıldığı ifade ediliyor.

'İki gün içinde boşaltmazsanız eşyalarınızı dışarı atarız'

İki gün içinde konteynerleri boşaltmadıkları takdirde, kolluk güçleri tarafından eşyalarının dışarı atılacağını öğrenen depremzedeler süreci endişeyle takip ediyor.

Aylardır konteyner kentlerde yaşayan ve yeni tamamlanan TOKİ konutlarına yerleşecek olan depremzedeler, kendilerine tanınan iki haftalık sürenin yetersiz olacağını belirtiyor. 

Depremzedeler, “anahtar teslimi” yapılmasından iki ya da üç gün sonra "boşaltma" konusunda bu denli ısrarcı ve aceleci olan Hatay Valiliği'ni eleştiriyor:

"Bize makul bir süre verilmedi, eve bir çırpıda taşınamayız. Aylardır konteynerlerde zor koşullarda yaşıyoruz. Kendimizi, eşyalarımızı hazırlamamız ve evlerin eksikliklerini gidermemiz lazım. Yetkililerden bu konuda bize karşı daha anlayışlı davranmasını bekliyoruz."

'Eşyalarınızı bırakıp gidin'

TOKİ’den kendisine ev çıkan depremzedelerin, aynı zamanda konteynerlerdeki birçok eşyayı da bırakmaları gerektiğini söylendi. 

soL’a konuşan İSO konteyner kentteki bir depremzede AFAD yetkilisinin birçok temel ihtiyaç malzemesinin taşınmasına izin vermediğini belirtti. Yetkililerin “taşınmaz malzemeler bunlar” diyerek konteynerde bırakılması talimatı verdikleri ürünler arasında ısıtıcılar da yer alıyor.

AFAD yetkililerinin “Yeni gelecek olanlara konteynerlerin içi boş mu verelim?” şeklindeki açıklamaları depremzedelerin dikkatini çekti. Yeni taşınacakları evlerde kullanacak eşyaları olmayan depremzedeler ise taşınmak için yeterli zamanlarının ve taşıyacak eşyalarının olmadığını vurguluyor. “Depremde her şeyimizi kaybettik. Taşıyacak ya da taşınacak eşyamız mı var? İki haftada nereye nasıl yerleşiriz?" diyen depremzedeler duruma tepki gösteriyor.                                                 /././

Tacizci saldırgandan genç kadına: ‘Zaten daha yeni çıktım, bana bir şey olmaz’-Yekta Armanc Hatipoğlu-

Konya’da üç genç kadın tramvayda taciz edildi. Saldırgan, kadınlardan birine “Boğazını keser atarım, cezam neyse çekerim, iki gün yatar çıkarım zaten yeni çıktım” dedi.

Konya’da üniversite öğrencisi üç genç kadın, geçtiğimiz hafta Salı günü tramvayda bir erkeğin sözlü tacizine maruz kaldı.

Can havliyle tramvaydan indiklerini söyleyen kadınlar, durakta kendilerine destek olmak için kimsenin inmediğini, bir kişi hariç tramvaydakilerin olayı izlemekle yetindiğini kaydetti.

Tacize uğrayan genç kadınlar, saldırganın kendilerine “Seni burada öldürürüm. Zaten sinirliyim, sinirimi senden çıkarırım. Boğazını keser atarım, cezam neyse çekerim, iki gün yatar çıkarım zaten yeni çıktım” dediğini söyledi.

Adalet sistemini özetleyen sözler: ‘Cezam neyse çekerim, iki gün yatar çıkarım, zaten yeni çıktım’

Olayı yaşayan kadınlardan biri olan üniversite öğrencisi Nur, arkadaşlarıyla beraberken yaşadığı tacizi soL’a anlattı.

Tacizin saat 21.30 sularında yaşandığını kaydeden Nur, iki kız arkadaşıyla beraber Aydınlıkevler’de tramvaya bindiklerini ve kendilerini taciz eden saldırganın ilk andan itibaren karşılarında oturduğunu söyledi.

Tacizcinin gözlerinin kıpkırmızı olduğunu belirten Nur, bu nedenle kendisinin uyuşturucu etkisinde olduğunu düşündüklerini anlattı. Şahıs kendilerine baktıklarında tedirgin olduklarını ifade eden Nur, bir süre sonra tacizcinin kendilerine uzun süreli bakmaya, kollarını ve bacaklarını oynatmaya başladığını söyledi.

Nur, olaydan rahatsız olduğunu arkadaşına anlatmaya çalışırken tacizcinin birden söze girdiğini ve bağırmaya başladığını şu sözlerle anlattı:  

“Bir anda bağırmaya başladı. ‘Ben balıkçıyım, balık koktuğumun farkındayım, ondan miden bulanmıştır’ tarzında art arda cümleler kurmaya başladı. Ben başta kendimi açıklamaya çalıştım, olayın onunla ilgili olmadığını söylemeye çalıştım ama ben konuştukça sesini daha çok yükseltmeye başladı.”

'Bağırıp tehdit etti'

Saldırganın bunları söyledikten sonra kendisine “Çabuk in aşağı” diye bağırdığını söyleyen Nur, tramvayda sadece bir kişinin kendilerine yardımcı olduğunu, yerini kendilerine verdiğini kaydetti.

Nur, “Adam arkamdan bağırmaya devam ediyordu, kimse tepki göstermediği için daha da çirkinleşmeye, beni tehdit etmeye başladı” dedi.

Tacizcinin, kendisine “Seni burada öldürürüm, zaten sinirliyim. Sinirimi senden çıkarırım, boğazını keser atarım. Cezam neyse çekerim, iki gün yatar çıkarım, zaten yeni çıktım” dediğini belirten Nur, bir durakta inerek kurtulduklarını söyledi.

Olayın ardından tacizciden şikayetçi olmadığını, yeterli bir ceza almayacağı düşündüğünü kaydeden Nur, aynı zamanda kendisiyle bir daha karşılaşmamak için de şikayetçi olmadığını belirtti.

Nur, olayı yaşadığından beri sürekli tetik halinde olduğunu anlatırken günlerdir herhangi bir yere tek başına çıkamadığını dile getirdi. Nur sözlerini “Uykudan, yeme-içmeden kesildim. Adamın yüzü aklımdan gitmiyor, sürekli diken üstünde hissediyorum kendimi. Konya’da bu tarz olayları yaşayan çok fazla kadınla karşılaştım” diyerek noktaladı.

                                                             /././

Çeteler ve şiddet sarmalı: Türkiye Meksika olur mu?-Serap Emir-

Türkiye’nin gündemi şiddet ve çeteler. Sedat Peker, “Türkiye Meksika olacak” diyor. İddia ne kadar gerçek? Meksika’daki mafya gerçeğinin altında ne yatıyor?

Eskiden beri sokaklarda çetelerin çatışma haberlerine klişe tepkimiz, “Türkiye Teksas mı olacak” şeklindeydi.

Sokak çetelerinin şiddeti öyle bir boyuta vardı ki, artık biraz alaycılıkla yapılan “Teksas” benzetmesi, yerini ciddi bir karşılaştırmaya bıraktı.

Suç örgütü lideri Sedat Peker geçtiğimiz günlerde Sözcü gazetesinden Saygı Öztürk’e verdiği mülakatta “Böyle giderse Türkiye Meksika olacak” dedi. 

Peker, mülakatta uzun uzun toplumdaki çürümeden bahsediyor, gençlerin çetelere katılmasının yoksulluktan kaynaklandığını anlatıyor ve devleti önlem almaya çağırıyor. 

Bunları söyleyen bir sosyolog değil, suç örgütü lideri… Bugüne kadar sayısız insanın yaşamını karartmış, kürsülerden halkın bir kesimine karşı “oluk oluk kan akıtma” tehdidini savurmuş, eli kanlı bir mafya, Meksika’daki kartellerin ne kadar çok insan öldürdüğünden, “Türkiye’yi bekleyen tehlikeden” bahsediyor.

Devletsiz çete mi olur, ‘racona ters’...

Suç örgütü lideri Peker, devleti suç örgütlerine karşı önlem almaya çağırıyor. 

Bu durum, ilk başta çelişkili gelebilir, ancak anlaşılır bir tarafı var: Peker’in suç dünyasında yükseldiği yıllarda kendisininki de dahil olmak üzere bütün büyük çeteler devlet eliyle beslendi, büyütüldü, silahlandırıldı. Kadrolar MHP’nin gençlik örgütlerinden, “vatan delisi” genç faşistlerden devşirildi, ABD’nin kontrgerilla faaliyetleri kapsamında özel olarak eğitildi ve bu ülkenin devrimci, yurtsever gençlerinin üzerine salındı, bu ülkenin aydınlarını, gazetecilerini suikastlerle katletti. 

Devlet ne zaman ihtiyaç duysa, silahları bellerinde hep el altında oldular. Devlet koruması sayesinde hızla büyüyüp mafyalaştılar. Devletin mafyası oldular.

Nitekim devlet ve iktidarla bu içli dışlılık hep sürdü. Daha düne kadar Peker’in kendisi de, şimdi çok rahat olduğunu söylediği Dubai’ye kaçmadan önce, devlet adına AKP için mitingler yapıyordu. 

Şimdilerde İstanbul başta olmak üzere büyük kentlerin yoksul mahallelerinde onlarca farklı çete peydah olmuş durumda: Barış Boyun, Daltonlar, Red Kitler… 1

Evet, bunların da bellerinde silah var, bunların da uyuşturucu pazarı var, bunlar da adam öldürüyor ama henüz devletle bağları Peker kuşağı mafyaları kadar güçlü değil. 

İşte Peker’i düşüncelere sevk eden, bu tablo. Devletsiz çete mi olur, “racona ters”… Peker’in Türkiye Meksika olacak derken asıl işaret ettiği tehlike bu, ve uyarısının muhatabı da devlet.

“Türkiye Meksika olacak” ifadesini Peker’in zikretmesi şaka gibi. Ancak iddianın kendisi tartışmaya değer.

Meksika’daki suç örgütleri ne zaman ortaya çıktı? Nasıl güçlendiler? Ne kadar yaygınlar? Türkiye’de de benzer bir noktaya gider miyiz?

Meksika: Güzel mutfak, sarı toprak bir de hasır şapka

Meksika bize uzak bir ülke, kolay kolay gidip görebileceğimiz bir yer değil. Biz Meksika’yı filmlerden, ülkemizde de yayılan dünyaca ünlü mutfağından biliyoruz. Bir de yine Meksika dendiğinde zihnimizde canlanan bir Meksika köylüsü var: Yüksek hasır şapkalı, elinde gitarı, sarı bir arazinin ortasında gülümseyip şarkı söyleyen tombul bir insan… 

Meksika’ya dair bilgimiz, genelde Hollywood dolayımıyla… Hollywood da Meksika’yı öyle bir karikatürleştiriyor ki, filmlerdeki “sarı filtre”, tüm dünyada “Meksika filtresi” olarak biliniyor. (Görsel: “Breaking Bad” dizisinden bir kare)

Bunlar bizim ortak aklımızdaki Meksika motifleri. Ama biraz daha yakından tanıyayım, arama motoruna bir yazayım derseniz Meksika’yı, karşınıza ilk çıkanlar bunlar olmayacak. Kartellerin işlediği cinayet haberleriyle, gazeteci ve siyasetçi suikastleriyle, toplu mezarlar gerçeğiyle karşılaşacaksınız. 

Ve biraz daha derine indiğinizde aklınızda neşesiyle kalan o Meksika köylüsünün, tam da karteller yüzünden Meksika’nın belki de en yoksul, en çaresiz ve en yüzü gülmeyen kesimi olduğunu göreceksiniz.

İspanyolların ‘medeniyet’ zehri ve Çinlilerin afyonu

Meksika, Türkiye gibi gelişmiş bir ülke. Latin Amerika’nın Brezilya’dan sonra en büyük ikinci ekonomisine sahip. Dünyada Gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GSYH) sıralamasında yeri Türkiye’den hemen sonra, 13. sırada.2

Ama son 30 yıldır yüzbinlerin ölümüne neden olan kartelleriyle, dünya uyuşturucu üretimindeki ve trafiğindeki yeriyle gündeme geliyor. 

Meksika eroin, esrar ve metamfetamin gibi uyuşturucuların en çok üretildiği ülkelerden biri. Ek olarak, eroinden çok daha güçlü ve çok daha kolay üretilebilen fentanil bazlı sentetik uyuşturucuların üretiminde de Çin’le birlikte başı çekiyor. Aynı zamanda başta Kolombiya’dan gelen kokain olmak üzere, çeşitli uyuşturucuların ABD’ye taşınmasında bir koridor, transit ülke konumunda. 

Tüm bu uyuşturucu üretimi ve trafiği, Meksika’daki karteller aracılığıyla gerçekleştiriliyor. Karteller bir yandan ülkeyi ve insanları uyuştururken, bir yandan da ölüm saçıyor, Meksika’daki yaşamı ellerinde tutuyor. 

Peki Meksika nasıl bu hale geldi?  Son 30 yılda neler oldu? Uyuşturucu hep mi vardı Meksika’da? 

Aslına bakarsanız hayır… Meksikalı yerlilerin esrardan, afyondan haberi bile yoktu. Dini törenlerde halüsinojenik etkileri olan mantarlar ve kaktüsler kullanıyorlardı. Ne zaman ki İspanyollar işgale geldi Meksika’ya, işte o zaman Meksikalı yerliler esrarla tanıştılar. Giderken geride yalnızca büyük bir yıkım değil, aynı zamanda medeniyetlerinin zehrini bıraktılar: esrar.

Afyonla ise 19. yüzyılda madenlerde ve demiryollarında çalışmak için ABD’ye göç eden Çinliler aracılığıyla tanıştılar. ABD, 1914’te Harrison Yasası’yla afyon, morfin ve kokainin tıbbi olmayan tüm kullanımını yasaklayınca, bunları üreten Çinli göçmenler sınırın hemen güneyindeki Meksika’ya Sinaloa eyaletine yerleştiler. 

                                       ABD’den gelip Sinaloa’ya yerleşen Çinli göçmenler

1920’lerin başında Sinaloa’da Çinlilere karşı başlayan nefret ve ayrımcılık, 1927’de sınır dışı edilmelerine kadar sürdü. Çinli haşhaş üreticileri Sinaloa'dan kovulduktan sonra, uyuşturucu üretimi kırsal kesimdeki Meksikalı çiftçilere kaldı. Sinaloa eyaleti başta olmak üzere Çinlilerin o zaman göç ettikleri noktalar, bugün Meksika kartellerinin en etkin oldukları eyaletler. 

Amerikalı kaçakçılar Meksika’yı keşfetti

Meksika açısından bir diğer kötüye gidiş de ABD’nin alkollü içkileri ve esrarı yasaklamasıyla oldu. 

ABD’li denince genelde gözümüzün önüne beyaz tenli, sarışın, kırmızı yanaklı insanlardan önce Çinli, Afrikalı, Koreli, Filipinli, Hindistanlı çeşit çeşit insan yüzleri gelir. Çünkü ABD, bir göçmenler ülkesidir. 

Göçmenlerin olduğu yerlerde yoksulluk vardır, hor görülme, dışlanma vardır. İtilip kakılan göçmenler de birbirlerine tutunurlar, içlerine çekilip kendi mahallelerini kurarlar. O mahallelerde yoksulların, ezilenlerin, dışlanmışların öfkesi birikir. Ve önlerinde iki seçenek vardır bu insanların: Ya öfkelerini kendilerini yoksulluğa mecbur edenlere yöneltecekler, devrimcileşecekler; ya da öfkeleriyle başka yoksulların, ezilmişlerin canını yakacaklar, çeteleşeceklerdir. 

Güçlü bir devrimci öznenin yokluğunda genelde ikinci seçenek hayata geçer. ABD’de de böyle oldu. Dünyanın farklı yerlerinden ülkeye akın eden göçmenler kendi gettolarında çeteleştiler, uyuşturucu ve kaçakçılığa başladılar; mafyalar ortaya çıktı. 

ABD, 1919'da alkollü içkileri, 1933’te de esrarı yasaklayınca, ABD’li mafyalar kaçakçılık yapmak için tedariği en kolay yapabilecekleri, hemen güney sınırlarındaki Meksika’ya yöneldiler. Kilolarca esrar, afyon, litrelerce alkol sınırın güneyinden kuzeyine bu mafyalar aracılığıyla akmaya başladı. 

Bu akış, Meksika’daki pazarı hızla büyüttü, mesleği Çinlilerden devralan Meksikalı afyon üreticilerinin hızla sermaye biriktirmesine yol açtı. Buna bir de 2. Dünya Savaşı boyunca ABD’nin Avrupa’dan morfin tedariğinde sıkıntı yaşaması da eklenince, Meksika bu talebi karşılayabilmek için bir dönem uyuşturucu üretimini kontrollü olarak yasallaştırmak zorunda kaldı.

Amerikalı mafyalar kumarhanede, Meksikalı karteller ticarette akladılar

1970’lere kadar uyuşturucu kaçakçılığı Meksika’da genelde aile işi olarak sürdü. Ancak 70’lerden sonra ABD’den gelen talep daha da artınca, Kolombiyalı uyuşturucu kaçakçılarıyla ittifaklar kuruldu, iş giderek büyüdü. 

Zamanla Meksika, hem bir uyuşturucu üreticisi hem de Kolombiya kokaini için bir koridor haline geldi. Bugünkü belli başlı kartellerin ortaya çıkması da bu döneme denk düşüyor. 80’lerde ABD’ye kokain ve esrar göndermek için kurulan Guadalajara karteli, ABD pazarına akan kokainin yüzde 90'ını sağlıyor ve yılda yaklaşık 5 milyar dolar kazanıyordu.

Mafya, suçtan kazandığı paranın bir kısmını piyasaya yatırıyor. ABD mafyasının birinci tercihi, kumarhanelerdi. Meksika’da mafya daha ziyade ticarete yöneldi.

Zamanla bu ticaretten milyoner olan Amerikan mafyaları, kara parayı aklamak için kumarhaneler kurdular, servetlerini buraya yatırdılar. Sermaye biriktiren Meksikalı karteller de kirli paralarını ticarette akladılar. Kereste ticareti, demir ihracatı, petrol ticareti, inşaat… Karteller piyasada önemli oyunculara dönüşüyor, bu arada yatırım yaptıkları kırsaldaki kontrollerini de giderek artırıyor, devletleşiyordu.

70’ler petrol krizi ve Washington uzlaşısı

70’lerde yaşanan petrol krizi Latin Amerika ekonomilerini ABD’den çok daha kötü vurdu. Meksika’da işsizlik fırladı, ekonomi dibe vurdu. Meksika devleti kredilerin faiz ödemelerini yapamayacağını duyurdu. En büyük 13 ABD bankası 60 milyar dolarlık riskle karşı karşıyaydı.3 Bu da toplam sermayelerinin %48’ini kaybetmeleri demekti, göze alınması mümkün değildi. Ayrıca Meksika batarsa Latin Amerika’nın geri kalanı da batardı ve bu da uluslararası finansal kriz demek olurdu. 

Bunu engellemek için ABD milyarlarca dolarlık kredi ve borç paketi hazırladı ve resmi olmayan bir moratoryum düzenledi. Dünya Bankası ve IMF, Meksika Amerikan bankalarına borcunu ödeyebilsin diye acil kredi paketi çıkardı. 

Bunun karşılığında Meksika’ya “Washington Uzlaşması” dayatıldı. Kamu hizmetleri özelleştirilecek, hükümetin sosyal programlarında kesinti yapılacak, yabancı yatırımcıya ekonomide daha geniş bir yer ayrılacaktı. 

Tanıdık geldi değil mi? Çünkü artık 80’lerde, “neoliberal” dönemdeyiz. 

80’ler: ‘La Década Perdida’ veya ‘Kayıp 10 Yıl’

Türkiye nasıl Özal’ın icracısı olduğu 24 Ocak Kararları’yla Soğuk Savaş sonrası dünyaya eklemlendiyse, Meksika da Washington Uzlaşısı’yla neoliberal modele eklemlendi. Türkiye’de bu programı Turgut Özal uyguladı, Meksika’daysa Carlos Salinas de Gortari. 

Gortari’nin uyguladığı politikaların emekçilere yansıması şöyle oldu: Temel kamusal hizmetler özelleştirildi, ücretsiz sağlık ve eğitime erişim ortadan kalktı. Kamu işletmeleri özelleştirilince toplu sözleşmeler iptal edildi, yan haklar kaldırıldı, "esnek" çalışma rejimi getirildi. 

İşçiler haliyle tepki gösteriyordu, hızla işçi sendikalarına karşı devlet destekli militan gruplar sahaya sürüldü. Ücretler hızla düşerken, süt, tortilla, benzin, elektrik ve toplu taşıma fiyatları fırladı. Ve üstüne temel gıda maddelerindeki devlet sübvansiyonları kaldırıldı.

Bu dönem boyunca 800 bin işletme battı ve mülksüzleştirilmiş çiftçiler kent merkezlerine akın etti. Bu yüzden 1980'ler Meksika’nın hafızasına “La Década Perdida” veya "kayıp on yıl" olarak kazındı.

NAFTA ve topraksızlaştırılan Meksika köylüleri

Hani yazının başında demiştik, zihinlerimizdeki imgenin aksine Meksika’nın belki de en yüzü gülmeyen kesimidir köylüler diye. İşte şimdi bunun neden böyle olduğuna geliyoruz. 

Meksika Başkanı Carlos Salinas de Gortari, sadece büyük kamu işletmelerini ucuz fiyatlara satmakla kalmadı, Meksika’yı ülkede ABD lehine serbest ticaret bölgeleri yaratan NAFTA’ya soktu. NAFTA ABD, Meksika ve Kanada arasında imzalanan, bu ülkeler arasında serbest ticaret bölgeleri kurulmasını öngören bir anlaşma.

ABD Başkanı Bill Clinton’ın Meksika’yı NAFTA’ya almak için bir koşulu vardı: Meksika Devrimi'nin başlıca mirası olan ve anayasal güvenceyle korunan tarım reformlarının geri alınması. Meksika Başkanı Salinas kabul etti, 94’te imzalar atıldı ve çiftçilerin ortak üretim yaptığı komünal topraklar (ejido) artık bölünebilir ve özel mülke dönüştürülebilir hale geldi. 

ABD, Meksika’nın ekonomik krizini, tam boy piyasacılığın karşısında ne varsa yok etmek için fırsat olarak kullandı. Ejido’ların, yani ortakçılık yapılan toprakların dağıtılması, Clinton’ın dayattığı koşuldu.

Burada durulamazdı; temel mahsullerdeki devlet alımları, tarımsal ithalatlardaki tarifeler ve kotalar kaldırıldı. Küçük ölçekli çiftçileri destekleyen sübvansiyonlar silindi. NAFTA’nın yürürlüğe girmesinden itibaren 6 yılda 2 milyon çiftçi topraklarını terk etti. 

Yine NAFTA ile Meksika ve ABD arasındaki ticaretin serbestleştirilmesi ve kolaylaştırılması, sınır ötesi trafiği önemli ölçüde artırdı ve kuzeye doğru giden malların arasında uyuşturucuların sokulmasını daha da kolaylaştırdı. Serbest Ticaret Bölgeleri (maquiladoralar) tarifelerden muaf tutulduğu ve düşük denetime tabi oldukları için, Meksikalı kaçakçılar bu bölgelerden fabrikalar satın aldı ve bunları lojistik cephe olarak kullandı.

Bu koşullarda Meksikalı köylüler için ABD’nin tarım şirketleriyle rekabet etmek imkansızdı. Şehirde iş bulmaksa bir o kadar zordu. Birçok çiftçinin hayatta kalmak için tek çaresi vardı: büyüyen esrar ve haşhaş pazarında işçi olmak. 

Böylece ABD emperyalizmi ve işbirlikçi yöneticileri yüzünden çaresizliğe, açlığa itilen yüz binlerce Meksikalı çiftçi, uyuşturucu çetelerinde üretici, silahlı adam, paketleyici, şoför, muhafız ve seyyar satıcı olarak işe girdi ve hayatları mahvoldu. 

Zenginliğin ve girişimciliğin yüceltilmesi, uyuşturucu baronlarını toplumun gözünde meşrulaştırmaya hizmet etti. Ülkede milyonerler ve gangsterlerden oluşan yeni bir zenginler sınıfı doğdu. 1987'de Forbes milyarder listesinde yalnızca bir Meksikalı varken, Salinas 1994'te görevden ayrıldığında 24 kişi vardı.

ABD’nin ‘uyuşturucuya karşı savaş’ doktrini

90’lar boyunca ABD emperyalizmi Meksika’yı yalnızca NAFTA ile teslim almadı, bir de o dönemki dış politika doktrini olan “War on Drugs” (Uyuşturucuya Karşı Savaş) vardı. 

71’de Nixon “Uyuşturucuya Karşı Savaş” doktrinini başkanlık kürsüsünden şöyle duyuruyordu: 

“Bu düşmanla savaşmak ve onu yenmek için yeni, tam kapsamlı bir saldırı başlatmak gerekiyor.  ... Bu dünya çapında bir saldırı olacak.  ... Hükümet çapında olacak ... ve ülke çapında olacak.” 

19’uncu yüzyılın sonunda ABD, Amerika kıtasının kalanına müdahale etmenin zeminini “Monroe Doktrini”yle ilan etmişti. 20’nci yüzyılda aynı hedef için yeni bir doktrin ilan edildi. ABD yaklaşık 40 yıl boyunca bu doktrine dayanarak dünyanın farklı coğrafyalarına askerlerini, silahlarını soktu. 

Nasıl 2000’lerde Irak’a, Afganistan’a ve birçok Latin Amerika ülkesine ordusu ve silahlarıyla “demokrasi” götürdüyse, bu dönem de “uyuşturucunun olmadığı bir yaşam” götürmek için darbelere, katliamlara imza attı. 

Bu politikanın hedefindeki ülkelerden biri de en başından beri Meksika’ydı. Meksika, 1910’daki Meksika Devrimi’nden itibaren kıtadaki diğer ülkelere göre sosyal devlet politikalarının daha baskın olduğu bir yerdi. 

1986’da Reagan uyuşturucuya karşı savaş doktrinine hız vererek ABD yardımlarını, ABD’nin uyuşturucu politikalarıyla eksiksiz bir işbirliği ve uyum şartına bağladı. Kongreden geçirilen yasaya göre, uyuşturucuya karşı ABD’nin dayattığı adımları atmayan ülkeler, IMF ve Dünya Bankası da dahil tüm dış yardım programlarından çıkarılacaktı. 

1994-2000 arasında Meksika devleti ve yöneticileri, Uyuşturucunun Kontrolü için Ulusal Program adı altında 5 yıllık planlar oluşturdu; bu planlarla ABD’nin gözüne girmek için devleti militarize etti, ordunun her alandaki ağırlığı arttırıldı. Tüm bu militarizasyon halka “çetelerle mücadele” diye tanıtıldı, ancak polis şiddeti asıl komünistler başta olmak üzere toplumsal muhalefete karşı kullanıldı. 

1994’te Zapatistalar öncülüğünde Meksika köylüleri ayaklandığında, karşılarında ABD doktrini kapsamında silahlandırılmış gruplar vardı.

Bunun en çarpıcı örneği Zapatista Ayaklanması’dır. 94’te NAFTA anlaşmasının mülksüzleştirdiği ve ezdiği Meksikalı köylüler, Zapatistaların öncülüğünde bir ayaklanma başlattı. 12 gün süren ayaklanma, devletin kartellere karşı kurduğunu söylediği özel silahlı gruplar tarafından bastırıldı. 

Niye önemliydi bu? Çünkü bu ayaklanmayı bastıran devletin silahlı milislerinden GAFE olarak bilinen Özel Kuvvetler Hava Mobil Grubu’nun komutanı, Zapatistaları bastırdıktan sonra 30 adamı ve tüm askeri cephanesiyle birlikte Gulf karteline katıldı. Bir süre sonra da onlardan ayrılarak Los Zetas kartelini kurdular. 

Kontr-mafya, mafya oluyordu. Günümüzde dahi süren bir eğilim bu.

Los Zetas’ın hızla Meksika’nın en güçlü kartelleri arasına girmesi, zorlu yaşam koşullarında düşük maaşlarla, çok uzun saatler stres altında çalışan ordudaki askerlerde bir çözülme yarattı ve karteller tarafından satın alınmalarının önünü açtı. 2000 ile 2006 yılları arasında 123.218 kişi ordudan firar etti, bunların kimisi çetelerin adamı oldu.  

ABD Guadalajara Karteli’nin başını istiyor

ABD’nin uyuşturucuya karşı savaş doktrini kapsamında yardımların sürmesi için Meksika’dan kayıt dışı bir özel isteği daha oldu: Üç uyuşturucu baronunun yönettiği Guadalajara Karteli'nin şefi Miguel Ángel Félix Gallardo.

                                    Guadalajara Karteli’nin şefi Miguel Ángel Félix Gallardo

Félix Gallardo, 1989'da tutuklanmadan önce Acapulco tatil beldesinde bir evde ülkenin en güçlü uyuşturucu baronlarını topladı. Odadakilerin neredeyse hepsi birbirine evlilik, akrabalık, ortaklık bağıyla bağlı Guadalajara çetesinin üyeleriydi. Tutuklanacağını öğrenen Gallardo Amerikan pazarını, üretim bölgeleri ve kaçakçılık rotalarını odakiler arasında paylaştırdı. O paylaşımdan da ortaya Sinaloa, Juárez ve Arellano Félix kartelleri çıktı. Bunlar Meksika’nın en güçlü 3 karteli. 

Peki karteller Meksika’yı nasıl bir ülke haline getirdi? Biraz da buna bakalım.

Kartel savaşlarının ortasında bir ülke: Meksika

Karteller en başta uyuşturucu üretimi ve ticareti, lojistiği, insan kaçakçılığı, silah ve kadın ticareti, göçmen kaçakçılığı gibi yasadışı işler yanında yukarıda söz ettiğimiz gibi siyasetten ticarete, bürokrasiden tarıma her yerde varlar. 

Meksika hükümeti çetelerin ilk kez 2014’te Michoacán’dan yasadışı olarak demir cevheri ihraç ettiğini tespit ediyor. Kereste ticareti yaptıkları ve son yıllarda Çin’e kimyasal bazı uyuşturucular karşılığında Meksika hayvanlarının gönderdikleri, devlet petrol şirketi Pemex’te satın aldıkları yetkilileri kullanarak petrol ticaretine başladıkları da konuşuluyor. 

Uyuşturucudan sonra en büyük gelirlerini haraç oluşturuyor. 

Karteller, kendi bölgelerinde sokak satıcılarından dükkan sahiplerine, çiftçilere herkesten haraç alıyor. Küçük işletmeler genelde bu haraçlar yüzünden batıyor, bazıları da dikkat çekmemek için büyümek istemediklerini söylüyor. Bazı işletmelerse kendi güvenliklerini sağlamak için başka bölgelerin kartellerinden güvenlik hizmeti satın alıyor. 

Meksika dünya avokado tedariğinin üçte birini sağlıyor. Her yıl ABD’ye ihraç edilen 3 milyar dolarlık “yeşil altın”, üreticiler için önemli bir gelir kaynağı; aynı zamanda karteller için de. Ellerinde tapularla köylülere gidip, hektar başına yıllık 10 bin peso (560 dolar) istiyorlar. Bu verilere ulaşmak onlar için çocuk oyuncağı, çünkü emniyette, bürokraside, siyasette olduğu gibi her belediyede de kendilerine bağladıkları memurları var. Kimi zaman da fiyatları yükseltmek için çiftçilerden stokçuluk yapmalarını istiyorlar.

Denizler de kartellerin hakimiyet alanına dahil. Balıkçıların ne zaman avlanacağını, ne avlayabileceğini onlar belirliyor. Yine avlanan deniz ürünlerini balıkçılardan ucuza alıp, daha pahalıya restoranlara satan da karteller. 

Kartellerden sadece esnaf, tüccarlar değil sokakta yürüyen yurttaş da nasibini alıyor. 2022 yılı verilerine göre gasp edildiğini bildiren Meksikalıların sayısı 5 yıl öncesine göre iki kat artmış, üstelik çoğu insan şikayet etmeye cesaret edemediği için kayıtlara geçen küçük bir azınlık. 

İnsan ticareti de en önemli gelir kaynaklarından biri. Sınırın kuzeyindeki daha zengin akrabalarından zorla para almak için göçmenleri kaçırıyorlar. Eski ABD Başkanı Trump’ın Meksika sınırına duvar örmesiyle yeni bir aşamaya geçen göçmen kaçakçılığı, on yıl öncesine göre 6 kat artmış durumda. 

Siyasetçiler, polis veya kamu idarecileri bu kirli işlere dahli olmaksızın kartellerin bunca alanı kontrol edebilmeleri olanaksız. Çeteler satın alarak veya tehdit ederek, yerel polis ve belediye başkanlarıyla, siyasetçilerle derin ilişkiler kurmuş durumda. Bunun en sarsıcı örneği geçtiğimiz yıl basına yansıyan, eski Güvenlik Bakanı Genaro García Luna’nın ülkenin en büyük uyuşturucu karteli Sinaloa’dan milyarlarca dolar rüşvet almakla ABD mahkemesince suçlu bulunmasıydı.4

Toplu mezarlar ve adli tıp uzmanı krizi

Hükümetin açıkladığı resmi verilere göre 2006’dan bu yana Meksika’da kartellerin karıştığı en az 450.000 cinayet işlenmiş. Bu veriler cesetlere ulaşılabilen cinayetleri kapsıyor, ancak bir de cesetlerin yok edildiği cinayetler, ortadan kaybolmalar var…

Meksika’da her gün ortalama 25 insan kayboluyor. Bu insanların büyük kısmını 12 ile 15 yaş arası kız çocukları oluşturuyor. Küçücük kız çocukları, karteller tarafından fahişeliğe zorlanıyor, ufacık bedenlerinden para kazanılıyor. 

Meksika’da son yıllarda artan bir adli tıp uzmanı krizi var. Uzmanlar, toplu mezarlardan çıkan, karteller tarafından teşhise yarayacak tüm olguların yok edildiği onbinlerce cesedin kimliğini teşhis etmeye yetişemiyor. BM’nin ilgili komitesi, toplu mezarlardaki teşhis işleminin en az 120 yılda tamamlanabileceğini söylüyor.5

Adli tıp uzmanları yetmeyince devlet, bu işi yapabilecek en uygun meslek grubu olarak arkeologları göreve çağırıyor. Meksikalı arkeologlar toplu mezar kazıyorlar; tarihi bulgu değil ceset arıyorlar. 

Ancak onlar da yetemiyor. Bu kez sevdiklerini kaybeden ama onları başında ağlayacakları bir mezara bile gömemeyen aileler, yakınlar; ellerinde demir çubuklar toplu mezar arıyorlar. Çubuğun ucunu toprağa sokup çıkarıyorlar, ucu kötü kokarsa biliyorlar ki o toprağın altında bir toplu mezar var, umuyorlar ki yıllardır aradıkları sevdikleri de o mezarın içinde. Ve kimliği teşhis edilebilirse onun da artık bir mezarı olabilecek, işte o zaman başında ağlayabilecekler.

Peki ya teşhis edilemezse? O zaman ya bir üniversiteye kadavra olacak bağışlanacak, ya yakılacak ya da tüm bu cesetlerle baş edemeyen devlet gizlice bir toplu mezar da kendisi kazıp, kimliği teşhis edilemeyen cesetleri oraya gömecek. 

İşte bu ihtimal kayıp yakınlarının hep akıllarında, kendi sevdikleri bulunana kadar asla devlete güvenmiyorlar. Kendileri gibi yakınlarını arayanlarla yan yana gelip, dernekler kuruyorlar. Bizdeki Cumartesi Anneleri’nin yüzlercesi var Meksika’da. Sonora’nın Arayan Anneleri, Guaymas ve Empalme’nin Arama Savaşçıları ve daha yüzlercesi. Ellerinde demir çubuk, uçurumların kıyısında, ot bitmeyen arazilerde, kayaların dibinde toplu mezar arıyorlar. Meksika’daki adli tıp kurumunun verilerine göre 2020 yılından kalan, kimliği teşhis edilmemiş en az 52 bin ceset var.

“Sayın başkan bizi öldürüyorlar”

Belediyedeki yolsuzluğu açık ettiği için silahla vurulan bir gazeteci, 2020’de Meksika başkanına böyle sesleniyor: “Sayın başkan bizi öldürüyorlar, lütfen unutmayın, bizi teker teker öldürüyorlar. Araştırmacı gazeteciler yolsuz iktidar sahipleri için av hayvanları değildir."

Gazeteci Paul Velazquez, mafya saldırısından sağ kurtuldu. Yüzlerce meslektaşı, saldırılarda can verdi.

Gazeteci Paul Velazquez, Meksika’nın en büyük kartellerinden birine adını veren Sinoloa eyaletine bağlı Los Mochis şehrinin Belediye Başkanı Chapmen Moreno’nun yolsuzluk yaptığını iddia ediyor. Başkanın ölüm tehditleriyle karşılık verdiği Velazquez, hemen ardından çetelerin saldırısına uğruyor. 

Velazquez neyse ki çevredekilerin müdahalesiyle kurtulmayı başarıyor ama her zaman herkes bu kadar şanslı olmuyor. 30 yıllık gazetecilik yaşamında Meksika’daki uyuşturucu ticareti ve Sinaloa karteliyle ilgili yaptığı çok sayıda haberle dünya çapında tanınan Meksika’nın saygıdeğer gazetecisi Javier Valdez 2017’de Sinaloa eyaletinde uğradığı silahlı saldırıda öldürülüyor.

                              Javier Valdez, mafya saldırısı sonucu yaşamını yitiren gazetecilerden biri.

2000 yılından 2020’ye 131 gazetecinin öldürüldüğü Meksika, dünyada gazeteciler için en tehlikeli yerlerden biri kabul ediliyor—elbette veriler, bugün İsrail’in son bir yıldaki “performansı”ndan öncesine dayanıyor. 

Meksika’da kartellerin işlediği cinayetler, yalnızca düzenin dışındaki komünistlere değil düzen siyasetçilerine de uzanıyor. 2021’deki ara seçimlerden önce 40’a yakın aday öldürüldü.6 Son yapılan 2024 seçimlerindeyse 30’dan fazla aday öldürüldü.7

Son siyasetçi suikastıysa bir hafta önce yaşandı. Meksika'nın güneyinde, Pasifik kıyısında bulunan ve bu konumu nedeniyle kartellerin yoğun olduğu Guerrero eyaletinin başkenti Chilpancingo’nun belediye başkanı Alejandro Arcos Catalan bir araçta başı kesilmiş halde ölü bulundu. Catalan, göreve başlayalı henüz 6 gün olmuştu, en temel vaatlerinden biri Meksika ordusuyla el ele belediyede barış ve güvenliği sağlamaktı.8

Ancak çetelerin siyasete müdahalesi yalnızca katletmekle olmuyor. Tehditle veya satın alarak da siyaseti sık sık yönlendiriyorlar. 

Bu yılın Haziran ayında gerçekleşen Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşanan bir olaysa, ülkede çetelerin hareket alanına dair önemli bir ipucu niteliğinde. Meksika Cumhurbaşkanı Claudia Sheinbaum, seçim kampanyası için seyahat ederken yüzü maskeli kişilerce durduruluyor. Kendilerini kasaba sakini olarak tanıtan maskeliler, bir yandan adaydan bölgede güvenliği sağlamasını isterken bir yandan görüşmeyi video kayda alıyor ve sonunda aracın gitmesine izin veriyorlar. Maskelilerin çete üyesi olup olmadıkları netliğe kavuşmasa da yanında korumaları olmasına rağmen bir Cumhurbaşkanı adayının yolunun kesilip durdurulabilmesi, ülkenin güvenliğine dair çok şey anlatıyor. 9

Türkiye Meksika olacak mı?

Evet Meksika’da karteller, devletin dışında ayrı bir güç. Devlet en temel niteliklerinden olan şiddet tekelini kaybetmiş durumda, şu an kartellerle devlet arasında bir pat hali var. Türkiye’de ise şu an belli bir dağılma olsa da devletin hala bir şiddet tekeli var. Geçtiğimiz günlerde Barış Boyun çetesine yapılan 157 kişinin gözaltına alındığı operasyon devletin istediğinde şiddet tekelini bu çetelere karşı pekâlâ kullanabildiğini gösteriyor.

Fotoğraf, 2021 yılında yapılan bir operasyon sonrasında servis edildi. Haberler şöyle diyordu: “Daltonlar çetesi çökertildi”. Oysa Daltonlar dahil çeteler, çökmek bir yana, giderek palazlandı.

Meksika’nın bir kartel savaşının ortasında kalmasında çok geniş bir uyuşturucu pazarına sahip olmasının etkisi var. Öte yandan ne yazık ki Türkiye’nin de son yıllarda hem uyuşturucu satışında hem de trafiğindeki rolü giderek artmış durumda. Uyuşturucu kullanım yaşı çok düştü. Özellikle yoksul mahallelerde uyuşturucu kullanımı ve satışının yaygınlığı, iş bulamayan uyuşturucu bağımlısı pek çok genci hızla uyuşturucu satıcısına dönüştürüyor. Yine son yıllarda Türkiye’nin uyuşturucu baronlarının adresi haline geldiği de bilinen bir gerçek.

Bir diğer unsur: köyler. Meksika’da bu kadar yaygın üretim yapılmasının önemli bir nedeni, bu üretimin geniş arazilere, köylere yayılması. Başlarda bir üretim merkezi olan köyler, zamanla kartellerin girilmez bölgeleri haline dönüşmüş durumda. Türkiye’deyse böyle bir durum yok. 

Meksika’nın bugün yaşadıklarının arkasında emperyalist politikalar ve bunlara bağlılığın çok belirleyici rol oynadığına şahit olduk. Türkiye’de emperyalizme bağlı, ABD ve NATO etkisi altında bir ülke. Bu noktada bir ülkenin geleceği için emperyalizme, NATO’ya ve ABD’ye karşı mücadelenin ne kadar hayati olduğunun altını bir kez daha kalın kalın çizmek gerekiyor. 

Paranın ve tarikatların egemenliğinde, sağcılığın borusunun öttüğü bir Türkiye’de toplumun nasıl çürüdüğü ortada. Bunda bu ülkenin gençlerini geleceksiz bırakan, işsiz, hayalsiz bırakan sömürü düzeninin çok büyük payı var. Öte yandan her gün kadınlar öldürülüyor, kız çocuklarımız kayboluyorsa, gencecik insanlar uyuşturucu batağına düşüyorsa Sedat Peker gibi eli kanlı mafyaların, onlardan “kahraman” devşirenlerin, bu pespayeliğe “delikanlı adam” diye pirim verenlerin de çok büyük payı var. 

Ülkemizde bugün milyonlarca emekçi, büyük bir yoksullukla boğuşuyor, yaşanan bu haksızlıklara, adaletsizlere, cinayetlere karşı mahallelerde öfke birikiyor. İki seçenek var: Ya devrimcileşecekler, ya çeteleşecekler. Türkiye’de halk, henüz seçimini yapmadı.

                                                               /././

                                                    soL - Gündem

İstismarcı Halil Bilik önce müftü yardımcılığına sonra Adana'da vaizliğe atandı

Akçakale İlçe Müftülüğünden Urfa İl Müftü Yardımcılığına atanan istismardan yargılanan Halil Bilik tepkilerin ardından Adana’ya atandı.(https://haber.sol.org.tr/haber/istismarci-halil-bilik-once-muftu-yardimciligina-sonra-adanada-vaizlige-atandi-395576)
                                                                ***
Yabancı işçi çalıştıracak yerli ve yabancı patronlara kolaylık: Çalışma izninden 3 yıl muafiyet
Çalışma Bakanlığı’nın yaptığı yönetmelik değişikliğiyle hem göçmen işçilerin çalıştırılması kolaylaştırılırken hem de yabancı sermayenin önü daha çok açılıyor. (https://haber.sol.org.tr/haber/yabanci-isci-calistiracak-yerli-ve-yabanci-patronlara-kolaylik-calisma-izninden-3-yil)
                                                            ***
Suriye'deki cihatçılar İsrail saldırılarını fırsat bildi, silahlanıyor: Türkiye'nin tavrı ne olacak?
Suriye'de İdlib'i kontrol eden HTŞ ve diğer cihatçı gruplar, İsrail'in Suriye saldırılarının ardından yeniden harekete geçme hazırlığında. Türkiye'nin nasıl bir tavır alacağı merak konusu.(https://haber.sol.org.tr/haber/suriyedeki-cihatcilar-israil-saldirilarini-firsat-bildi-silahlaniyor-turkiyenin-tavri-ne)
                                                             
(soL)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder