soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -18 Ekim 2024 -

Şişli Belediyesi Torun Center'ı mühürledi: Kat betonları kesilmiş

İstanbul'da Ali Sami Yen Stadyumu'nun yerine yapılan Torun Center, projeye aykırı yapılaşma olduğu gerekçesiyle Şişli Belediyesi tarafından mühürlendi.

İstanbul'da CHP'li Şişli Belediyesi'ne bağlı zabıta tarafından tutulan Yapı Tatil Tutanağı'nda, devasa rezidansın bazı katlarında iskan sonrası bağımsız bölüm duvarlarının kırılarak birleştirildiği belirtildi.

OdaTV'nin haberine göre, Mecidiyeköy Büyükdere Caddesi üzerinde, Eski Ali Sami Yen Stadyumu'nun yerine, 2016 yılında yapılarak iskan alan ve içerisinde çok sayıda konut, ofis ve mağazaların bulunduğu Torun CenterŞişli Belediyesi Yapı Kontrol Müdürlüğünün yaptığı denetimler sonucunda mühürlendi.

Belediye zabıtası tarafından 17 Ekim’de düzenlenen mühürleme tutanağında, rezidanstaki D blokta yer alan çok sayıda daire adına "basit onarım izni" alınıp, daha sonra kapsam dışına çıkılarak, "kat betonlarının kesildiği" ifade edildi.

12 bin metrekarelik aykırı yapılaşma tespit edildi

Bir örneği proje sahibi Torunlar Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı A.Ş'ye tebliğ edilen tutanakta, binanın 8 ayrı katındaki çok sayıda dairenin, iç duvar ve betonları kesilerek birleştirilmesi suretiyle mimari proje dışına çıkıldığı ve yaklaşık 12 bin metrekarelik aykırı yapılaşma tespit edildiği vurgulandı.

İnşaatında 10 işçi ölmüştü

6 Eylül 2014’te Mecidiyeköy’deki Torun Center inşaatındaki asansör, içinde bulunan işçilerle birlikte 33’üncü kattan zemine çakıldı. 10 işçi hayatını kaybetti.

İnşaat, 42'şer katlı iki rezidans ve 36 katlı bir ofis bloğu olmak üzere 3 bloktan oluşuyor. 1500 işçinin çalıştığı inşaat bitmeden satışa çıkan projede daire fiyatları 580 bin dolar ile 4 milyon dolar arasında değişiyordu. İşçiler 21 taşeron firmanın çalıştığı ve denetim yapılmayan inşaatta bozuk asansöre bindirildiklerini açıkladı.

İstanbul Valiliği asansör kazasında ölen işçilerin isimlerini açıklamıştı: Tahir Kara, Hıdır Ali Genç, İsmail Sarıtaş, Bilal Bal, Cengiz Tatoğlu, Murat Usta, Menderes Meşe, Vahdet Biçer, Ferdi Kara, Cengiz Bilgi.

Nisan ayında da, 19 yaşındaki Erdoğan Polat aynı inşaatın 15. katından düşerek hayatını kaybetmişti. Van’dan gelerek inşaatta çalışan Polat’ın dayısı Kerem Yıldırım Çakar, “Bu olayda büyük bir ihmal var. Hiçbir güvenlik tedbiri alınmamış. Olay oradaki sepetin halatının kopması ile meydana geliyor. Yani benim yeğenim düşmüyor, halatın kopması sonucu düşüyor” demişti.

Torun Center'da yaşanan iş cinayeti sırasında orada çalışan Fesih Akçakaya kaza öncesi asansörün birçok kez bozulduğunu ve irili ufaklı kazaların olduğunu ve kaza sonrasında 3 gün boyunca “bilgi sızdırılmaması” için içeride tutulduklarını anlatmıştı. Akçakaya, “Beni o akşam karakola götürdüler, bana para teklif ettiler ama kabul etmedim. Ben arkadaşımın kanını satmam. İnsanlar bugün öldü, ben de yarın ölebilirim” demişti. - Fotoğraf: Torun Center işçisi, Evrensel

Erdoğan’ın yakın arkadaşıydı, cezalar paraya çevrildi

Asansör kazasının yaşandığı Torun Center'ı inşa eden Torunlar Şirketler Grubu'nun sahibi Mehmet Torun, Forbes’in 2013’te yayınladığı en zengin Türkler listesinde 580 milyon dolarlık servetiyle 78’inci sırada yer aldı.

Yönetim kurulundaki en dikkat çekici isim ise Ali Çoşkun. 58 ve 59. hükümette Sanayi ve Ticaret Bakanlığı yapan Çoşkun bir süredir şirketin yönetim kurulu başkan vekili.

AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile imam hatip lisesinden arkadaş olan Aziz Torun gençlik yıllarında Erdoğan ile birlikte futbol oynamış. 

Mecidiyeköy'deki Torunlar Center inşaatında 10 işçinin ölmesiyle ilgili davada kararını açıklayan mahkeme, 9 sanığa 8 yıl 4 ay hapis cezası verdi.

Ceza, 60 bin 800'er liraya adli para cezasına çevrildi.

                                                        *** 

7 Ekim’i ‘Kükreyen bir tufanla geleceğiz’ diye haber vermişti: Yahya Sinvar çarpışarak öldü

Filistin direnişçisi, Hamas lideri Yahya Sinvar’ın Gazze’deki çatışmada son anlarında işgalciye ait İHA’ya sopa fırlattığı görüntüler direnişin bir simgesi olarak tarihe geçecek.

İsrail Tahran’da suikastla öldürdüğü Hamas Siyasi Başkanı İsmail Haniye’nin ardından örgütün başına geçen Yahya Sinvar’ı da dün Gazze’de öldürdüğünü açıkladı.

Sinvar’ın öldürülüşü İsrail’in direniş liderlerine yönelik istihbarata dayalı suikastlarından biri değildi. Sinvar Gazze’nin güneyindeki Refah’ta Tel Sultan bölgesinde İsrail ordusuyla girdiği çatışmada hayatını kaybetti.

İsrail tarafından yayınlanan görüntülerde Sinvar’ın çatışma sonrası girdiği metruk bir evde yaralı olarak oturduğu bir koltukta kendisini hedef alan İsrail’e ait insansız hava aracına (İHA) son bir hamleyle sopa fırlattığı görülüyor.

İsrail, görüntüleri, kendi propagandasını yapmak için yayınladı. Ancak görüntülerin etkisi, şimdilik, İsrail'in beklediği gibi olmamış görünüyor.

Sinvar’ın çarpışarak ölümünü gösteren bu görüntülerin direnişin sembollerinden biri olması beklenirken, İsrail’in Filistin direniş liderlerinin sığınaklarda saklandığı anlatısı da yerle bir oldu.

Biden Netanyahu'yu tebrik etti, Blinken İsrail'e gidecek

İsrail ordusu dün yaptığı ilk açıklamada Gazze’de 3 Hamas militanını öldürdüğünü, birinin Yahya Sinvar olabileceğini araştırdığını duyurmuştu.

Dün akşam saatlerinde ABD Başkanı Joe Biden ile İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun telefon görüşmesinin ardından Biden Hamas lideri Yahya Sinvar’ın ölümünü teyit etti. İsrail Dışişleri Bakanı Yisrael Katz da dünya genelinde görüştüğü dışişleri bakanlarına mesaj göndererek Gazze’deki saldırıda Hamas lideri Yahya Sinvar’ın hayatını kaybettiğini duyurdu.

Biden ayrıca Netanyahu’yu Sinvar’ın ölümü nedeniyle “tebrik ettiğini" açıkladı, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın yakında İsrail’e gideceğini bildirdi. ABD Dışişleri Bakanlığı Sinvar’ın ölümünü “ateşkes için bir fırsat” olarak nitelerken, benzer açıklama AB tarafından da geldi. AB Dış Politika Şefi Josep Borrell, Sinvar için “terörist” ifadesini kullandı ve Hamas liderinin “acilen gerekli ateşkesin önünde engel” olduğunu öne sürdü.

Hamas'tan henüz açıklama yok, Hizbullah direnişte yeni aşamayı duyurdu

Hamas’tan Sinvar’ın ölümüne ilişkin henüz bir açıklama yapılmadı.

İsrail’in saldırılarını sürdürdüğü Lübnan’da Hizbullah, Sinvar’ın ölümünün ardından yaptığı açıklamada “İsrail’e karşı koyuşun yeni ve tırmanan bir aşamasına geçileceğini” duyurdu. Hizbullah bu yeni aşamanın önümüzdeki günlerde netleşeceğini bildirdi.

İran: Sinvar'ın son anları direniş için model olacak

İran’ın BM misyonundan yapılan açıklamada ise Hamas lideri Yahya Sinvar’ın son anlarının direniş için bir model olacağı vurgulandı, “direniş ruhunun güçleneceğini” belirtildi.

Lübnan merkezli El Mayadin’de yer alan bir yazıda Sinvar için ”Aksa Tufanı operasyonunun arkasındaki sanatçı” denildi.

1962 doğumlu Sinvar’ın direnişle geçen yaşamındaki dönüm noktalarının hatırlatıldığı yazıda, Sinvar’ın İsrail hapishanelerinde 20 yılı aşkın süre geçirdiği tutukluluk sürecine de değinildi. 

Yazıda Sinvar’ın 14 Aralık 2022’de Hamas’ın kuruluşunun 35. yıldönümünde Gazze’de bir kalabalığın önünde yaptığı ve televizyondan yayınlanan bir konuşması da hatırlatıldı.

Aksa Tufanı'ndan bir yıl önce konuşmuştu: 'Kükreyen bir tufanla geleceğiz'

Sinvar’ın Aksa Tufanı’ndan yaklaşık bir yıl önce Gazze’de yaptığı o konuşmanın hamaset olmadığı daha sonra ortaya çıkacaktı.

Geçtiğimiz günlerde Reuters’ın bir haberinde de alıntıladığı o konuşmasında Sinvar, işgalci İsrail’e şöyle sesleniyordu:

"İnşallah, size kükreyen bir sel gibi geleceğiz. Size bitmeyen roketlerle geleceğiz, size durmayan bir savaşçı seliyle geleceğiz, size milyonlarca insanımızla, kesintisiz bir gelgit gibi geleceğiz.”

Sinvar’ın bu sözleri Filistin direnişinin 7 Ekim 2023’te başlattığı Aksa Tufanı Operasyonu’yla ete kemiğe bürünürken, Sinvar’ın son anlarında İsrail’e karşı koyma çabasının görüntüleri de şimdiden direniş için bir simge haline gelmiş görünüyor.

Hamas'ın yeni lideri Halid Meşal mi olacak?

Öte yandan Hamas’ın Sinvar’dan sonraki liderinin Halid Meşal olacağı iddia edildi.

Lübnan merkezli LBCI televizyonu şu an için Hamas'ın liderliğini, örgütün dış ilişkiler sorumlusu ve eski siyasi büro başkanı Halid Meşal'in vekaleten üstlendiğini ileri sürdü.

İsmail Haniye’nin İsrail tarafından suikast sonucu öldürüldüğü 31 Temmuz’dan sonra Meşal’in adı Hamas’ın liderliği için geçmiş ancak Hamas Siyasi Büro Başkanlığı’na Yahya Sinvar getirilmişti.

Hamas’ın Gazze dışında ikamet eden liderlerinden biri olan Meşal zamanının büyük kısmını Katar’ın başkenti Doha ile Mısır’ın başkenti Kahire’de geçiriyor.

Yahya Sinvar kimdir?

Yahya Sinvar 29 Ekim 1962’de Gazze'deki Han Yunus kampında doğdu. 1948 Nakba'sında zorla yerlerinden edilen mülteci ebeveynlerin çocuğu olan Yahya, erken yaşlarından itibaren siyasetle yoğun bir şekilde ilgilendi. Gazze İslam Üniversitesi'nde Arap Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden alanında lisans derecesi aldı.

İsrail tarafından, ilk defa 1982 yılında tutuklanan ve 4 ay hapis yatan Sinvar, 1985 yılında "gizli bir örgüt kurmak" suçlamasıyla ikinci defa tutuklandı.

Sinvar, 1988'de İsrail tarafından tutuklandığında ise 4 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına mahkum edildi.
Hamas'ın 11 Ekim 2011'de İsrail ile yaptığı esir takası anlaşması çerçevesinde 23 yıl sonra İsrail hapishanelerinden serbest kalan Sinvar, Hamas'ın siyasi bürosuna üye oldu.

Arap basınında Mayıs 2021'de çıkan haberlere göre, Sinvar, İsrail'in hava saldırısından kurtulmuştu.

Hamas'ın askeri kanadı İzzeddin el-Kassam Tugayları'nın ilk kurucularından sayılan Sinvar, aynı zamanda Hamas'ın güvenlik ve davet teşkilatı olarak isimlendirilen Mecd Gücü'nün de kurucusuydu.                                          ***

İzmir'deki 'Basmane Çukuru' kimin?

"Cemil Tugay’ın önerisi, hangisi olduğundan bağımsız bir şekilde, eski Semt Garajı alanına bir sermaye grubunun el atmasına neden olacağı için, Tugay birinci dereceden sorumludur."

“Basmane Çukuru” ifadesinin, alanın piyasaya devredilmesi için bilinçli bir şekilde yaygınlaştırıldığını düşünüyor ve söyleşi boyunca, mümkün olduğunca alandan eski Semt Garajı alanı olarak bahsedecek olsak da, konunun kent gündemindeki yaygın ifadesini, daha anlaşılır olabilmesi için başlıkta kullanmayı tercih ettik."

Yıllardır İzmir kent gündeminin önemli başlıklarından biri olan ve “Basmane Çukuru” olarak anılan eski Semt Garajı alanı yeniden gündemde.

Bu sefer, konuyu gündeme getiren ise İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay'ın, 2020 yılındaki Ege Denizi Depremi’nde hasar gördüğü için yıkımına karar verilen Ana Hizmet Binası'nın Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) tarafından yapılması karşılığında, İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin eski Semt Garajı alanındaki hissesini TMSF’ye devretme önerisi oldu.

Kentte konuyla ilgili gündeme gelen son gelişmeleri ve TMSF'ye devir meselesini Semt Garajı'na dair süreci araştıran ve takip eden "TKP İzmir Kent Komitesi" adına TKP İzmir İl Başkanı Savaş Sarı'ya sorduk.

Eski Semt Garajı alanının devri konusu yeniden İzmir'in gündemi oldu. Siz konuyu nasıl takip ediyorsunuz?

İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin eski Semt Garajı alanındaki hissesini TMSF’ye devretme önerisi, uzun bir süre sessizlikle karşılandı. Zamanla kimi tartışma ve yorumları da beraberinde getirdi. Ancak kamuoyuna yansıyan boyutları ile eski Semt Garajı alanı da, diğer gündem başlıkları gibi sınırlı bir şekilde ele alınan, geçmişi gösterilmek istenmeyen, geçmişten kopuk şekilde ele alınan konulardan oldu.

Şehrin sorunlarını arkadaşlarımızın bilimsel açıdan ele alıp çalışmalar, raporlar hazırladığı ve kamuoyuyla paylaştığı TKP İzmir Kent Komitesi'yse konuya itiraz etti.

TKP İzmir Kent Komitesi, yıllardır konuyu takip ediyor, geçmiş dönem belediye başkanlarının sorumluluklarını açıkça ortaya koyuyor. Cemil Tugay’ın önerisine karşı ilk çıkış yapan da TKP İzmir Kent Komitesi oldu.

'Belediyenin hizmet alanı yapabileceği büyüklük ve nitelikte bir alanı yokmuş'

İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkanı Cemil Tugay, yakın zamanda, eski Semt Garajı alanındaki belediye hakkının, 2020 yılında hasar alan büyükşehir belediye binasının inşaatı karşılığında, TMSF’ye devredilmesine dair bir öneriden söz etti. Ve bu devrin kamu yararını gerekçesi ile yapıldığını, çözüm için yapılacak bir feragat olduğunu aktardı. Sizce bu öneri, gerçekten kamu yararı içeriyor mu ve yaşanan sorunlara bir çözüm bulacak mı?

Öneri, İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından, “iki önemli sorunu eş zamanlı çözüm” olarak sunuldu. Neydi bu sorunlar? Birincisi, belediye hizmet binasının yapılması. İkincisi de, “Basmane Çukuru” olarak anılan alanın geleceğinin ne olacağı.

İlkinden başlarsak… Dediğiniz gibi, 2020 Ege Denizi Depremi sonrasında, büyükşehir ana hizmet binası hasar gördü. Dönemin belediye yönetimi tarafından, güçlendirme yapılmasının maliyetli olacağı değerlendirildi ve binanın yıkımına karar verildi. Belediye hizmet binası da, İzmirlilerin bildiği üzere, Kültürpark içerisinde bulunan ve fuarlar için tasarlanmış olan hollere “geçici” olarak taşındı.

Geçici diyoruz çünkü Kültürpark içerisindeki hollerin gerekli çalışma koşullarını sağlamayacağı açıktı ve daha da ötesinde, Kültürpark’ın doğal niteliğinin böylesi kalıcı bir yoğunluğu taşıması mümkün değildi. Ve elbette, belediye yönetimi, yeni bir hizmet binası yapılmasını kendi hesabına yazılacak prestij olarak görüyordu.

Bu nedenle, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin, bir süredir yeni hizmet binası yapılması ve binanın yapılacağı yeri bulma gündemi var.

Önce binanın yeniden yerinde yapılması tartışıldı. Alanın dolgu alanı olması, tarihi sit alanı niteliği taşıması, bu nedenle yeni yapılacak binada yükseklik sınırı getirilmesinin gerekmesi, kıyı kenar çizgisinin deniz tarafından kalan alanların ne olacağının belirsizliği gibi başlıklar, binanın yeniden yerinde yapılması alternatifini askıya aldı.

Belediye, mülkiyetinde bulunan diğer alanlara baktı, bunun üzerine. Ancak, öyle bir durum vardı ki, belediyenin hizmet alanı yapabileceği büyüklük ve nitelikte bir alanı olmadığı ortaya çıktı. Ya satılmış, ya belediye hissesi sınırlı ya da bir arsa politikası olmadığı için, yeni imar planları yapılırken belediye hizmet alanı için yer ayrılmamış.

Garipliği anlatmak için şöyle bir örnek verelim. Bugün gökdelenlerin yükseldiğini gördüğümüz ve “yeni kent merkezi” olarak geçen alanda, özel mülkiyetlere o kadar büyük inşaat hakları tanınırken, yeterli büyüklükte bir belediye hizmet alanı yok. Olanlar da dağınık ve bölünmüş bir şekilde. Adını yeni kent merkezi koymuşlar ama o kent merkezinde, kamuya nitelikli bir yer vermemişler. Daha ne diyelim…

              "Yeni kent merkezi" diye anılan ancak kamuya ait nitelikli bir yer bulunmayan alan. 

Cemil Tugay belediyenin mülkiyetlerini 'kaynak' olarak gördü

Durum böyleyken, Cemil Tugay, daha adaylık sürecinde, kamuoyu ile paylaşılmış bir fizibilite çalışması olmadan, belediye binasının eski yerinde yapılması gerektiğini açıkladı. Belediye başkanı seçildikten sonra da, çevresindeki dar ekibi ile birlikte, hızlıca belediyenin birimlerini bu çalışmaya yönlendirdi.

Kimi sorunlarını, kendilerince hallettiler. Ama en önemli risk olarak da, bu işin maliyetini gördüler. Farklı başlıklarda, belediyenin ekonomik bir sorunu bulunmadığını ve kendisine yetebilecek güçte olduğunu söyleyen Cemil Tugay, ne hikmetse, hizmet binasının yapılması için ek bir kaynağa ihtiyaç olduğunu fark etti. Belediyenin mülkiyetlerini “kaynak” olarak gördü.

TMSF ile eski Semt Garajı alanındaki hisselerin pazarlığı da, arka plandaki başka süreçlerin etkisi ile de birlikte, bu arayışla birleşti. Gerçi, böylesi bir çakışma olmasaydı, yakın bir zamanda “Basmane Çukuru” ayrıca gündemi olurdu. Ancak, Cemil Tugay, bu iki başlığı birleştirerek, gündeme daha erken sokmuş oldu.  

Ve sonuçta, şöyle bir tablo ortaya çıktı: Bir arsa politikası olmayan, planları kamucu bir yaklaşımla hazırlamayan, belediye / kamu mülkiyetlerini koruyamayan ve arttıramayan, bu nedenlerle de yeni bir hizmet binası yapmakta zorlanan yerel yönetim, sorunun kendisini çözüm olarak sunmaya karar verdi.

Kamu mülkiyetinden vazgeçerek, bina yaptırmayı başka türlü yorumlayamayız herhalde.

            TMSF’ye devretme önerisi getirilen ve "Basmane Çukuru" olarak anılan söz konusu alan.

'Kamunun çıkarına değil, kamu malından elde edilecek kâra odaklanmışlar'

İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin hissesinin düşük olduğu ve bu nedenle de satılmasının daha uygun olacağına ilişkin yorumlar var ama… Bu konuda ne diyeceksiniz?

Bu konuda, iki temel itirazımız var.

İlki daha genel bir itiraz. Bahsettiğiniz yorumları okuduğumuzda, aklımıza finans sitelerindeki forum sayfaları geliyor. Biliyorsunuz ki, her konunun uzmanı olan kişiler bu sitelerde, iddialı bir şekilde tahminlerini yazarlar ve altına da “bu bir yatırım tavsiyesi değildir” diye eklerler.

Eski Semt Garajı alanı söz konusu olduğunda ise, o notunu göremezsiniz sadece. Çünkü o yorumun sahipleri, gerçekten yatırım tavsiyesi vermektedirler. Kamunun çıkarına değil, kamu malından elde edilecek kâra odaklanmışlardır çünkü.

Bu amaçla da, bir şeyi, bilerek ve isteyerek unuturlar, hatta daha da ötesi, unutturmaya çalışırlar: Yerel yönetimler, ne bir şirkettir ne de serbest piyasanın bir parçasıdır. Kamu hizmeti sunmakla, kamu kaynaklarını korumak ve geliştirmekle yükümlü kamu kurumlarıdır.

Bu öz kaçırıldığında, yapılan her şeye bir kılıf bulabilmek mümkündür. Araç geçiş garantili otoyol ve köprüler, yolcu sayısı garantili havaalanları, şehir hastaneleri için söylenen yalanlar da buradan beslenir. O yüzden, ileride Cemil Tugay’ın çıkıp, “Belediyenin kasasından bir kuruş çıkmadı” diyebilmesi mümkündür.

İkinci itirazımız ise, eski Semt Garajı alanı sürecinin doğrudan kendisine dair bir itiraz. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin hissesinin düşük olmasının nedeni, kamu mülkiyetinin doğrudan sermayeye aktarılmasından kaynaklanmaktadır. Bu gerçeği görmeden gelemeyiz.

Güncel açıdan da, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin yeniden alandaki tüm haklarını geri alabileceği koşullar söz konusudur. Bu gerçeğin üzerinin örtülmesine izin veremeyiz.

'Usulüne göre yapıldığı iddia edilen işlemlerde bile ihlaller var'

Sürecin geçmişine dair kimi ekleriniz olacak herhalde. Ancak, söyleşimizin ilerleyen bölümünde, bu başlığı daha ayrıntılı bir şekilde sormayı düşündüğümüz için, izninizle, daha güncel olandan devam etmek istiyoruz.

İzmir Büyükşehir Belediyesi, sizin söz ettiğiniz şekilde alandaki tüm haklarını nasıl geri alabilecek?

“Basmane Çukuru” diye anılan alanda, belediyenin hisselerinin devrinde mevzuata aykırı uygulamalar var. Bunlar başlı başına geriye alınması için yeterli.

Öte yandan, usulüne göre yapıldığı iddia edilen işlemlerde bile ihlaller var.

Mesela, tapu devir işleminin dayanağı olarak kabul edilen ve 1997 yılında büyükşehir belediyesi ile Güçbirliği Holding tarafından imzalanan kat karşılığı inşaat sözleşmesinde, şirket tarafından yerine getirilmemiş bir hüküm var. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin sadece bu maddeye dayanarak, şimdiye kadar sözleşmeyi iptal etmiş olması gerekirdi.

Öncelikleri kamu arazilerinin sermayeye devri olduğu için, bu seçeneği uzun bir süre kullanmayı tercih etmediler. Ama geçtiğimiz dönem, yıllardan beri işaret ettiğimiz tespitlere dayanarak, İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından, tapu devrinin iptali davası açıldı.

İzninizle burada kısa bir parantez açalım… Çünkü peş peşe söylediklerimizin, belediye arazilerinin sermayeye devrinin bir tercih olması ile eski Semt Garajı alanının yeniden belediyeye geçmesi için dava açılıyor olmasının, birbiri ile çeliştiği düşünülebilir. Oysa davanın açılma gerekçesi, Tunç Soyer döneminde TMSF ile yürütülen pazarlıkların tıkanması ve büyükşehir belediyesinin, bu dava ile pazarlıktaki gücünü arttırabilmeyi hedeflemesiydi.

Yine de, arka plandaki hesaplar ne olursa olsun, artık açılmış bir dava var elimizde. Ve bildiğimiz kadarı ile de bilirkişi raporları İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin lehine çıkmış durumda.

'Belediye kamuya ait bir alandan kendi isteğiyle vazgeçip özel şirketlere devredemez'

Devam etmekte olan bir dava varken eski Semt Garajı alanına ilişkin bir takas tartışılmasının yaratacağı olası sonuçlar nedir?

Kent mücadelesi, tek başına mahkeme sürecine indirgenemez elbette. Ama artık, eski Semt Garajı alanının, yeniden ve tamamen, kamunun, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin mülkiyetine hukuken geçebilmesi mümkün.

Bu noktayı özellikle vurgulamak istiyoruz. Çünkü, sizin az önceki sorunuzda da aktardığınız üzere, belediye hissesinin az olduğuna dair, belediyenin ufak bir feragat ile büyük bir kazanç elde edilebileceğine dair bilinçli bir manipülasyon söz konusu. Büyükşehir belediyesi tarafından yapılan açıklamada “feragat” sözcüğünün kullanılmasının da gerekçesi bu.

Bu çerçevede, davanın göz ardı edilmesi, bu alanın İzmir Büyükşehir Belediyesinin mülkiyetine geçmesinin, doğrudan belediye başkanı Cemil Tugay tarafından engellenmek istenmesi anlamına gelecektir.

Ama yok öyle yağma!

Kamuya ait bir alandan, “kendi isteği ile” vazgeçemez İzmir Büyükşehir Belediyesi… O alanı, “kendi isteği ile” özel şirketlere devredemez.

'Cemil Tugay birinci dereceden sorumludur'

Cemil Tugay’ın önerisinin ardından, başta "beşli çete" diye anılan şirketler olmak üzere birçok şirketin, eski Semt Garajı alanı için avucunu ovuşturduğu konuşuldu. Bahsedilen şirketlerin sürece olası dahline dair ise Tugay peşinen "Şu aldı, bu aldı diye kimse beni sorumlu tutmasın. Böyle bir ön şartımız yok" dedi. Sizce, belediyenin aldığı bir kararın olası sonuçlarında belediye başkanın sorumluluğunun olmaması tuhaf değil mi?

Tuhaf tabii ki…

Aslında, Cemil Tugay, "Hangi şirketin alacağına TMSF karar verecek" diyerek, bir kurnazlık yapıyor ve “karar verici” olmadığını söylemeye çalışıyor.

Ama alıntıladığınız cümlenin ardından kurduğu cümleler ile kendisini yalanlıyor. Bakın ne diyor: “İlgilenenlere baktığımız zaman çok kamuoyunun tepki göstereceği firmalar değil. Kulağıma çalınanlar var. Onlarla bir iletişim var. Cengiz İnşaat’ın falan ilgisi hiç yok. İzmir’den ilgilenenler var. 2’li, 3’lü konsorsiyumlar duyuyorum. MNG’yi duydum. Onun dışında kimseyi duymadım.”

Firma adı veriyor, birden çok firmanın adının geçtiğini söylüyor. Ve daha da önemlisi, satır arasında “onlarla bir iletişim” olduğunu söylüyor. Daha ne olsun…

Öte yandan, başka bir vurgu da yapmak isteriz.

“Beşli çete” tanımı, bir örneği çarpıcı hale getirmek için yapılan bir kısaltma gibi görünse de, özel şirketlerin geri kalanını aklamak gibi bir işlevselliği de içeriyordu.

Benzer bir durum burada da söz konusu. “Beşli çete” dışındaki sermaye grupları, “temiz” olarak nitelendiriliyor. Oysa kamu mülkiyetinin sermayeye aktarılmasının kendisi başlı başına bir sorun.

Ve Tugay’ın önerisi, hangisi olduğundan bağımsız bir şekilde, eski Semt Garajı alanına bir sermaye grubunun el atmasına neden olacağı için, Cemil Tugay birinci dereceden sorumludur.

Ayrıca, Cemil Tugay, bir önceki soruda bahsettiğimiz dava sürecini bilerek ve isteyerek kamuoyundan uzak tutarak, büyükşehir belediyesinin alandaki tüm haklarını yeniden kazanabilmesi gerçeğini görmezden gelerek, ek bir sorumluluk daha almıştır.

Devam edecek…                              ***

Sonun başlangıcı -Rıfat Okçabol-

Yargı organları laiklik karşıtı maddeleri/ uygulamaları iptal etse de, AKP iktidar olduğu sürece, piyasacılık ve gericilik konusunda bildiğini okumaya devam edecektir.

Bilindiği gibi günümüzde Yargıdan Silahlı Kuvvetlere, Devlet Tiyatrolarından YÖK’e, TRT’den TÜİK’e… kadar AKP’lileşmemiş bir devlet kurumu kalmamıştır. Örneğin devlet üniversiteleri rektörleri arasında bir tek tarafsız rektör olmadığı gibi, bin küsur dekan arasında da tarafsız dekan sayısı neredeyse bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıdadır.

İlk ve ortaöğretim düzeyinde var olan on binlerce okulun yöneticilerinin yüzde 99’u da yandaş kişilerden oluşmaktadır. 1,2 milyon öğretmenin yarısı kadarı yandaş öğretmen sendikalarının üyesidir. Bu sendikalar, AKP’nin piyasacı ve gerici hemen her kararını desteklemektedir. Hatta bu sendikalardan Eğitim Bir Sen, neredeyse AKP’nin gerici politikalarının öncülüğünü yapmaktadır.

Ancak diğer öğretmenlerin 200 bin kadarı laik ve bilimsel eğitimi aktif olarak savunan sendikaların üyesidir ve 400 bin kadarı da pasif olarak laik ve bilimsel eğitim anlayışına sahiptir. AKP’nin temel sıkıntılarından biri, sistemde aktif ya da pasif laik ve bilimsel eğitim anlayışına sahip öğretmenlerin olmasıdır. Laik ve bilimsel anlayış sahibi öğretmenlerin varlığı, duruşlarıyla, konuşmalarıyla ve öğretmen-öğretmen, öğretmen-öğrenci ve öğretmen-veli ilişkileriyle öğrencilerin gericilik sarmalına kapılmasına büyük ölçüde engel olmaktadır.

AKP, 2014 yılında kabul ettiği "dershane yasası" ile performans değerlendirmesi getirerek yandaş öğretmen istihdam etmeyi hedeflemişse de, bu hedefinde başarıya ulaşamamıştır. AKP’nin 2017 Eylülünde uygulamaya başladığı gerici müfredat da öğrencilerin gericileşmesinde yeteri kadar başarılı olamamıştır.  

Bu nedenlerle AKP, laik ve bilimsel anlayış karşıtı öğrenci yetiştirmek için Türkiye Yüzyılı Maarif Modelini uygulamaya koymuştur. Ayrıca AKP, 2022’de aynı adla çıkardığı yasayı değiştirip laik ve bilimsel eğitim karşıtı öğretmen yetiştirmek amacıyla da Milli Eğitim Akademisi’nin kurulmasını sağlayacak yeni Öğretmenlik Meslek Kanunu’nu geçen hafta kabul etmiştir.

Bu kanunun kabulü üzerine bakanlık sayfasında yer alan açıklamada, “Kanun'a göre, eğitim öğretim hizmetlerini yürüten öğretmenlerin seçilmeleri, yetiştirilmeleri, atanmaları, hakları, ödev ve sorumlulukları, ödül ve cezaları, kariyer basamaklarında ilerlemeleri ve öğretmenlik mesleğine ilişkin diğer hususlar ile Millî Eğitim Akademisinin kurulması, görevleri, teşkilat yapısı ve personeline ilişkin konular düzenleniyor” demektedir. Hemen arkasından da “Öğretmenler; öğrencilerini, Atatürk inkılap ve ilkelerine ve anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı, … demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış hâline getirmiş erdemli insanlar olarak yetiştirecek” demektedir! Bakanlığın 22 yıldır yaptığı açıklamalarla Atatürk inkılap ve ilkeleri ile laiklik konusundaki uygulamalarına bakıldığında bu ifade, büyük bir kandırmaca olup  “Tüm düzenlemeler AKP’nin isteği ve beklentisi doğrultusunda- piyasacı ve gerici içerikte-olacaktır” anlamına gelmektedir.

Bu bağlamda Anayasa Mahkemesi (AYM) ile Danıştay, iki anahtar kuruluş durumundadır. Bu iki kurum, 2010 halkoylamasından sonra AKP yandaşı kişilerin üye yapılmasıyla laiklik ve demokratik haklarla ilgili duyarlılıklarını yitirmiş ve bu konulardaki yorumlarını AKP lehinde yapmaya başlamıştır. Örneğin AKP'nin, 30 Haziran 2004’te çıkardığı 5204 sayılı yasaya eklediği öğretmenlik kariyer basamakları ile ilgili maddeyi o yılların AYM’si iptal etmiştir. 2010’dan sonra oluşturulan AYM ise, (Anayasa’da herhangi bir değişiklik yapılmamış olsa da) Şubat 2022’de çıkarılan yasadaki öğretmenlik kariyer basamakları ile ilgili maddeleri iptal etmemiştir.

Bu iki kurum son zamanlardaki tutumlarını sürdürüp Anayasayı açıkça ihlal eden Öğretmenlik Meslek Kanunu’nun maddelerini AYM ve Türkiye Yüzyılı Maarif Modelinin maddelerini de Danıştay iptal etmezse; bu yasa ve son müfredat işlerlik kazanacaktır. Öğrencilerin laik ve bilimsel anlayış kazanması ancak ailenin anlayışına (ferasetine) bağlı kalacak, ülkenin her yanına koyu bir karanlık-yobazlık yayılacaktır. Yargı organları laiklik karşıtı maddeleri/ uygulamaları iptal etse de, AKP iktidar olduğu sürece, piyasacılık ve gericilik konusunda bildiğini okumaya devam edecektir.

Ancak her halde 12 Eylül 2010’daki yargı reformu (!) ve 16 Nisan 2017’deki başkanlık sistemiyle ilgili halk oylamasında yeterli duyarlılıkta davranamayan toplum, gidişatın tehlikesinin ayrımına varıp AKP’yi iktidardan uzaklaştırıp toplumsal aydınlanmanın kapısını açacaktır.                                 /././

Bilkent Şehir Hastanesi çalışanlarına kreş yanıtı: 'Bizde yok Diyanet'in kreşine gönderin'-Özkan Öztaş-

Ankara'da Bilkent Şehir Hastanesi'nde çalışan emekçiler kreş olmadığı için çocuklarını Diyanet'in kreşine göndermek zorunda kalıyor. Duruma tepki gösteren çalışanlar hastaneye kreş talep ediyor.

Ankara'da faaliyet gösteren iki şehir hastanesinden biri olan Bilkent Şehir Hastanesi'nde kreş olmadığı için hastane çalışanları çocuklarını hastanenin yanındaki Diyanet'in kreşine yollamak zorunda kalıyor. 

soL'a konuşan hastane çalışanı, "Diyanet kreşini özel olarak tercih etmiyoruz. Ancak koca hastanede binlerce doktor, hemşire, temizlikçi, güvenlik gibi çalışan olmasına rağmen tek bir kreş dahi yok" diyor. 

Hastane çalışanları Diyanet'e yönlendiriliyor

Türkiye genelinde bir milyona yakın sağlık emekçisi var. 2022 yılı kayıtlarına göre toplam kreş sayısı ise sadece 58. Bu sayı doğal olarak ihtiyacı karşılamaya yetmiyor. 

Konuya dair tepki gösteren Bilkent Şehir Hastanesi çalışanlarından Yeliz*, "Koca şehir hastanesi yapılırken, birkaç odanın da, çalışanların çocukları için kreş olarak hazırlanması çok mu zordu? Bunu tercih etmemişler belli ki" sözleriyle sorunu anlatıyor. 

Hastane içinde restoran, kafe hatta fırın dahi olduğunu ancak kreş olmadığını ifade eden Yeliz, "İçerde restoran ve fırın açmışlar ama çalışanlar için kreş yok. Şimdi de kreş yok diyerek de çocukları Diyanet'e yönlendiriyorlar" diyor.

Diyanet kreşinde dini içerikli etkinlikler

Sağlık çalışanları hastanede nöbetleşe olarak 24 saat çalıştıkları için buraya açılacak kreşin de bu çalışma performansına uygun şekilde ayarlanması gerektiği ifade ediliyor. 

Yeliz bu durumu "Hastaneye kreş yapılacağı söylentisi hep var ama bildiğimiz kadarıyla henüz bir ilerleme görmedik. Burada binlerce çalışan var ve kreş olmaması ciddi bir sorun. Çocuklar açısından da anne baba açısından da ciddi bir stres faktörü. Personel mecburen çocuğunu Diyanet'in kreşine göndermek zorunda kalıyor. 3-6 yaş arası çocuklar Diyanet kreşine bırakılıyor" sözleriyle anlatıyor. 

Şehir hastanesinde yer olmadığı için çocuklarını Diyanet'in kreşine bırakan aileleri de Diyanet takvimindeki etkinlikler karşılıyor.

Zaman zaman Diyanet'in kendi sosyal medya hesabından da duyurduğu etkinliklerde 3-6 yaş arası çocuklara "dini içerikli etkinlikler" planlanıyor. Pedagoglar ise henüz soyut düşünce kapasitesinin yeterince gelişmediği yaş kuşağında alınan dini eğitimlerin psikolojik olarak sorunlara yol açacağına dikkat çekiyor. 

Ankara’da 4 bin 50 yataklı 2 şehir hastanesinde birçok işletme bulunmasına rağmen sağlık emekçileri için tek bir kreş ve gündüz bakımevi dahi yok. Dolayısıyla da birçok sağlık emekçisi aldığı maşının neredeyse yarısını özel kreşlere vermek zorunda kalıyor. Ekonomik ya da teknik nedenlerle buna güce yetmeyenleri ise Diyanet'in kreşleri karşılıyor. Sağlık emekçileri şehir hastanelerine ivedilikle kreş ve gündüz bakım evi açılmasını talep ediyor. 

*Çalışanın ismi işyerinde sorun yaşamaması adına değiştirilmiştir. 

(soL)



Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -18 Ekim 2024 -

Cezasızlık: Algı mı? Gerçeklik mi?-İlhan Cihaner-

Toplumda tepki çektiği iddia edilen bazı suçların gündemde yoğun olarak tartışılması ile birlikte iktidar açmazda hissettiği zamanlarda hep yaptığını yaptı: Bir yargı paketi üzerinde çalışmaya başladığını duyurdu. Buldukları yöntem ise dahice (!): Cezaların alt sınırını artıracaklarmış. Tutukluluğu kolaylaştıracaklarmış. Medyaya ayar vereceklermiş. İnfaz hükümlerini hükümlü aleyhine zorlaştıracaklarmış. Bunu açıklarken de çokça başvurdukları bir iletişim “üç kâğıdını” kullanarak, cezasızlığın “algı” olduğunu vurguluyorlar. Öncelikle bundan önce çıkarılan bilmem kaç tane “yargı reformu paketinin” hiç birinin çözmeyi iddia ettiği sorunu çözmek bir yana daha derinleştirdiği gerçeğini göz önünde tutarsak cezasızlık pratiğinin daha da artacağını şimdiden söyleyebiliriz. Sadece Erdoğan’ın şu konuşması bile iktidarın çözüm perspektifinden ne kadar uzak olduğunun göstergesi sayılabilir:

“…Cezasızlık algısını ortadan kaldırmak, toplumun güvenlik ve adalet konusundaki kaygılarını süratle gidermek boynumuzun borcudur… Son dönemde ardı ardına gelen polis memurumuzun şehit edilmesinden ve genç kızlarımızın vahşice katledilmesine kadar bir dizi hadise milletimizin haklı bir tepkisine yol açmıştır… Emniyet teşkilatımız işçinde bir zafiyet varsa neşteri vurup gidereceğiz. Adalet sistemimizde yanlışlık varsa tıkanıklık varsa neşteri vurup onu da çözüme kovuşturacağız. Sosyal medyada suçu teşvik etmede gerekli müdahalede bulanacağız…2023’te yapılan bir düzenleme ile boşanmış eşe karşı işlene şiddetin cezası arttı. Bu düzenleme İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmemizden sonra yapılmıştır. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmemizin kadın hakları ve kadına yönelik şiddetle mücadelede en ufak bir menfi etkisi olmamıştır. Türkiye’de kadına yönelik şiddetin çelikten kalkanı söz konusu sözleşme değil, 6284 sayılı kanundur… Ülkemize çağ atlatan kadro yine biziz… Son dönemde medya organlarımız, özellikle reyting kaygısı ile basın ilkelerini umursamayan, son derece sorunlu bir yayın politikası izlemeye başladı.”

FOLKLORİK GÖSTERİ

Oysa İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararının saldırgan erkeklik tarafından kadına karşı şiddetin artık serbest bırakıldığı şeklinde yorumlanacağını görmeyen gözler bile görüyordu. Nitekim Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun açıklamasına göre 2024 yılının başından Ekim ayına kadar 296 kadın cinayeti işlenirken, bu 10 aylık süreçte ise toplamda 184 kadın şüpheli bir şekilde ölü bulundu. Ne çelikten kalkanmış ama! “Emniyet teşkilatımız içinde bir zafiyet varsa… Adalet sistemimizde yanlışlık varsa tıkanıklık varsa neşteri vurup onu da çözüme kovuşturacağız.” Cümleleri ise “cezasızlık pratiği” ve nedenleri ile ilk kez, o da “milletimizin haklı bir tepkisi” nedeniyle karşılaşmak zorunda kaldıkları izlenimini veriyor. Oysa cezasızlığın şahikalarından birisi olan Cemil Kırbayır cinayeti bizzat kendisine teslim edilmişti. Gene Cumartesi Anneleri’nin adalet talebi artık iktidar tarafından “anlayış gösterilen folklorik bir gösteri” gibi ele alınıyor.

İktidarın cezasızlık pratiğine dair derinlikli bir anlayışı ve çözüm perspektifi geliştirmesi mümkün değil. Çünkü geçmiş ve pratikleri daha çok cezasızlıktan faydalanma ve bunu yeniden üreterek var olmaya dayanmaktadır. Bu kavram daha çok failin devlet ya da devletçe desteklenen yapı ve kişilerin olduğu suçlarda “fiili veya yasal olarak, faillerinin var olan veya olması gereken yargı süreçlerine tabi tutulmaması veya uygun şekilde cezalandırılmaması ve mağdur edilenlerin onarım hakkına erişememesi” olarak tanımlanmıştır. Kuşkusuz değişen toplumsal dinamikler, suç türleri ile birlikte adi suçlar olarak adlandırılan alana da yansıması kaçınılmazdı. Şu anda bunun en vahşi halini yaşıyoruz.

Her biri üzerine çok şey azılabilecek tespitlerimle bitireyim:

Cezayı artırarak cezasızlığı ortadan kaldıramazsınız. Cezalar yeterince ağır, suç kategorileri geniş.

İnfazı ağırlaştırarak cezasızlığı bitiremezsiniz. Kökenine yani “suç” olgusuna inmeniz gerekir.

Tutukluluğu kolaylaştırarak ve hükümlülüğü artırarak cezasızlığı kaldıramazsınız. Ülkemiz nüfusa orantılandığı zaman en fazla tutuklu hükümlü barındıran ülkelerden. Bu konuda Avrupa’da birinciyiz. Türkiye’de 1 Temmuz 2024 itibarıyla toplam 342.526 hükümlü ve tutuklu bulunuyor. En yakın olan İngiltere’de bu rakam 2023 itibariyle 90 bin 964 kişi.

Yeni suç tipleri olan gençlik çetelerini ve uyuşturucu suçlarını farklı bir şekilde ele almak zorundasınız.

Ceza hukukunu siyasi iktidarın devamını sağlamak için bir aparat olarak kullanmaktan vaz geçmelisiniz.

Hukukun üstünlüğünün yerlerde süründüğü bir ülkede cezasızlığı kaldıramazsınız. (Uluslararası Demokrasi ve Seçim Yardımı Enstitüsü’nün 2023 yılı raporuna göre Türkiye Hukukun Üstünlüğü kategorisinde 173 ülke arasında 148. sırada. Avrupa’da ise Rusya’nın gerisinde. Türkiye raporda Avrupa’da “demokratik olmayan” dört ülkeden birisi olarak gösterildi.)

En önemlisi de cezaevlerini dolduran başta -hırsızlık ve uyuşturucu- olmak üzere suçlarla, kadın ve çocuklara yönelik suçlarla ve cezasızlık ile izlediğiniz ekonomik/kültürel politikalarla bağını kurmalısınız.

                                                              /././

Genç ve çocukların yüzde 40’ı yoksulluk riski altında -Özgür Gürbüz-

Türkiye’de sosyal dışlanma ve yoksulluk riski altındaki nüfusun oranı yüzde 30,7. Yaş gruplarına göre baktığımızda ise 0-17 yaş arasında bu oranın yüzde 40’ın üstüne çıktığını görüyoruz. Bu oran Türkiye’yi Avrupa ülkeleri ile yaptığımız bir kıyaslamada ilk sıraya yerleştiriyor.

TÜİK’in bu verileriyle aynı zamanda Avrupa verileri de açıklandı. Avrupa Birliği’nde sosyal dışlanma ve yoksulluk riski altındaki nüfusun oranı yüzde 21,4. Orada da her şey güllük gülistanlık değil ama AB’deki oran Türkiye’den 10 puan düşük.

Yoksulluk sadece 18 yaş altındaki grupta hissedilmiyor. Türkiye’de yaşayan 65 yaş üstündeki nüfusun yüzde 23,1’i de sosyal dışlanma ve yoksulluk riskiyle karşı karşıya. 2021’de bu oran yüzde 16’ydı; iki yıldır sürekli artıyor. Artık 65 yaş üstü her dört kişiden biri yoksullukla yüzleşiyor diyebiliriz. Kuşa dönen emekli maaşları ve hayat pahalılığı, aile içi dayanışmanın yüksek olmasına rağmen durumu kurtarmaya yetmiyor.

65 yaş üzerinde ise AB ortalamasının üç puan üzerindeyiz. Orada 65 yaş üstü nüfusun yüzde 20’si sosyal dışlanma ve yoksulluk riskiyle karşı karşıya, bizde yüzde 23’ü. Avrupa içinde bu oranın yüzde 40’ın üstünde olduğu Letonya ve Estonya gibi ülkelerin yanı sıra yüzde 8’le çıtayı yükselten Norveç de var.

Burada dikkatimi çeken başka bir veriyi de paylaşmak isterim. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, her iki yaş grubunun artan sorunlarına karşı harekete geçmişe benzemiyor. 2021 yılında Bakanlık’a bağlı huzurevi sayısı 165, kapasitesi de 17 bin 91 kişiymiş. 2024 Ağustos itibarıyla huzurevi sayısı 168 olmuş, üç yılda üç huzurevi eklenmiş. Ağustos 2024 itibarıyla Bakanlık’a bağlı huzurevlerinde kalan sayısı 14 bin 668. Aynı dönemde özel huzurevi sayısı yaklaşık 2 bin adet artmış. Ve özel huzurevlerinde kalanların sayısı da 13 bini geçmiş. Bakanlık 65 yaş üstünde yoksulluk riski artarken huzurevine yatırım yapmamış, bu konuyu da daha pahalıya hizmet veren özel sektöre devretmiş. Özetle, parası olan huzura kavuşur demiş. Aynı dönemde Bakanlık’a bağlı çocukevi sayısı ve kapasitesinin düştüğünü de belirtelim.

Alarm zilleri ise 18 yaş altındaki nüfusa baktığımızda çalmaya başlıyor. AB’de 18 yaş altı nüfusun yüzde 25’i yoksulluk riskiyle karşı karşıyayken bizde bu oran yüzde 40’ı geçiyor. Neredeyse her iki genç veya çocuktan biri zor durumda. Geleceğimiz dediğimiz 18 yaş altı nüfusun yarıya yakını yoksullukla boğuşuyor.

Bu durumun olası sonuçlarını Üsküdar Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Erdoğan’a sordum. Barış Erdoğan, “Genç nüfusta yüksek oranda yoksulluk riskinin olması geleceğe yönelik bir takım olumsuz verilerin ortaya çıkmasına neden olabilir. İçlerinden bazıları yasa dışı yollarla kısa zamanda zengin olmaya çalışırken bazıları da toplumdan kendilerini geriye çekip uyuşturucu ve uyarıcı madde kullanımına yönelebilir. Geleceğe yönelik bir umutsuzluk ve ona bağlı olarak sosyal bağların zayıflaması, zaman içinde ülkeyi terk etme, beyin ve kol göçü gibi sonuçlara neden olabilir” yanıtını verdi. Erdoğan ayrıca, yoksulluk riski nedeniyle genç erkeklerin eğitim hayatını bırakarak çalışma hayatına geçtiklerini, kızların da ev işlerinde çalıştırıldıkları ya da erkenden evlendirilip aileye ‘yük olmaktan’ çıkarılmaya çalışıldığına da dikkat çekti. Türkiye’de yoksulluk nedeniyle okul dışında kalan çocuk sayısının son bir yılda yüzde 38 oranında arttığını çok yakın zamanda Pelin Ünker’in DW’deki haberinde de okumuştuk.

15 yaşındayken para kazanmaya çalışan, çocukluğunu yaşayamadan kendinden çok daha büyük insanlarla iş hayatında mücadele etmek zorunda kalan bu gençlerin suça, uyuşturucuya bulaşmadan, eğitim almadan hayatta başarılı olmalarının ne kadar zor olduğu ortada. Bu veriler gençlerin umutsuzluğunu, psikolojik bozukluklarını ve başka ülkelere gitme isteğini açıklamada yardımcı olabilir. 18 yıl her gün yoksullukla boğuştuğunuz bir ülkede ruh sağlığınızı koruyabilir, o ülkeye ‘memleketim’ diyebilir misiniz?

                                                             /././

Küçük üreticiliğin tasfiyesi ve şirketleşme: Adım adım çökertme -Prof. Dr. Bahadır AYDIN-
Küçük üreticilerin tasfiyesi ve tarımda şirketleşme artık devletin resmi politikası. Ekilebilir arazi büyüklüğü 2001’de 26,3 milyon hektardı, 2023’te 23,9 milyon hektara indi. 2,4 milyon hektar alan tarım dışına çıkartıldı.
Her ne kadar tarımda 1980 sonrası başlayıp 1990’larda artan oranda müdahalelerle küçük üreticilere yönelik bir tasfiye süreci başladıysa da tarımda kapitalizm/şirketleşme somut ifadeleri 1990 ve 2000’lerde devletin resmi politika metinlerinde de yer bulmuştur. VII. Beş Yıllık Kalkınma planı (1996-2000), destekleme politikalarının fiyat istikrarını bozduğunu vurgulayarak destekleme politikasındaki değişimin gerekliliğini ön plan çıkarmıştır (DPT, 1995: 57). VIII. Kalkınma Planı (2001-2005), tarım politikalarının belirlenmesinde uluslararası kurumların ön gördüğü yükümlülükler ve uluslararası kurumlara taahhüt edilen çerçeveden ele alınacağını vurgulamıştır (DPT, 2000:133). Bu ifadelerin somutlaşması 1999’da IMF ile imzalanan Stand-by Anlaşması ve Mayıs 2001’de Dünya Bankası ile hazırlanan Tarım Reformu Uygulama Projesi ile başlamıştır. Bunların ardından Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı ve AB’ye üyelik sürecinde Ortak Tarım Politikasına uyum çabaları tarımdaki hedeflenen dönüşümün basamakları oldu. Daha net olarak tarımda kapitalist üretim ilişkilerin mekanizmaları ve şirketleşmenin temelleri bu anlaşmalarla atıldı. Bu düzenlemelerden sonra çıkartılan yasal düzenlemeler ile tarımda şirketleşmenin somut hedef olduğu daha da netleşleşti. Kaldı ki tarımdan sorumlu üst düzey yöneticiler çok rahat bir şekilde şirketleşmenin tarımda çıkar yol olduğunu ifade edebilmektedirler. Bu çerçevede çıkarılan kanunlar şunlar oldu:

TARIM KANUNU

Tarımda şirketleşmeyi hedefleyen adımlardan biri 2006’da yürürlüğe konulan 5488 sayılı Tarım Kanunu’dur. Kanunda tarımsal üretimde şirketlerin çıkarı ön planda. Kanun’un 13. maddesinde, destekleme ödemelerinde sözleşmeli üretimin temel olduğu, havza bazlı modele ve sermayenin isteğine uygun tarım ürünlerinde destekleme yapılacağı ima edilmektedir. Yani sözleşmeli üretim ve sermayenin çıkarları temel alınmaktadır. Yine Tarım Kanun’un 10.maddesi, çiftçilerin yüzyıllar boyunca kullandığı tarımsal girdileri fikri mülkiyet hakları kapsamına alarak şirketlerin piyasada daha etkin olmalarının önünü açmaktadır. Bunların yanında Kanun’un 21. maddesinde “tarımsal destekler için ayrılacak kaynağın Gayri Safi Yurtiçi Hasılanın (GSYH) %1’inde az olamayacağı” belirtilmiş; fakat ödemeler GSYH’nin %1’ine hiçbir zaman eşit olmamıştır.

TOHUMCULUK KANUNU

2006’da çıkartılan 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu da tarımda şirketleşmenin ikinci ayağını oluşturmaktadır. Bu kanun, fikri mülkiyet hakları kapsamında düzenleme ile biyolojik çeşitliliği ve genetik kaynakları şirketlerin kontrolüne bırakmaktadır. Bu çerçevede Kanunun 5. Maddesi ile küçük üreticilerin kendi tohumlarını kullanması engellenmektedir. Desteklemenin sertifikalı tohum kullanımına bağlanması ile sertifikasyon işlemlerini yapan şirketler tarımsal üretimi kontrol hakkı kazanmıştır. Kanunun 7. Maddesi tescillenmiş tohumların yurt içi satışına onay vererek küçük üreticileri şirketlere bağımlı kılmıştır. Tohumculuk Kanunu ile kamu tohumculuğun her alanından çekilmiş ve bu alanı özel şirketlere terk etmiştir. Tohum alanı şirketlerin hegemonyasına açık hale getirilerek yerli ve yabancı şirketleri tohum ve tarımsal üretim alanında belirleyici konuma getirmiştir.

Tarımda şirketleşmenin hızlandırılmasının bir diğer mekanizması sözleşmeli üretim modelidir. Geçmişte şeker pancarı üretiminde kamu kesiminin dâhil olduğu bir model olan sözleşmeli üretim, günümüzde hiçbir yasal dayanağı olmayan tek taraflı, şirketlerin koşulları belirlediği bir modele dönüşmüştür. İlk düzenlemeler 1990’lı yıllarda olsa da modelde şirketlerin ön plana çıkartılması açısından 2008’de yürürlüğe konulan “Sözleşmeli Üretim ile İlgili Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik” önemli. Şirketler, bu yönetmelik maddeleri ile üretimi doğrudan kontrol etmekte ve üreticiler üzerinde denetim kurmaktadır. Hükümet politika metinlerinde tarım-sanayi entegrasyonunda tarıma dayalı sanayinin hammadde ihtiyacının kesintisiz temin edilmesi için sözleşmeli üretim modelini ön plana çıkartarak tarımda şirketlerin belirleyici hale gelmesini sağlamıştır. (Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, 2016:148, 189). Hükümet desteklerin sözleşmeli üretim doğrultusunda yapılacağını belirterek küçük üreticileri, büyük şirketlerin istedikleri ürünleri üretmeye zorlamakta. Şirketler doğrudan toprak sahibi olmadan sözleşmeli üretim aracılığı ile üretim sürecini bütünüyle kontrol ederken üretimde doğacak riskleri küçük üreticilere devretmektedir. Sözleşmeli üretim, sermayenin küçük üreticiler üzerindeki denetiminin ve kapitalist üretim ilişkilerinin yeni bir biçimi olarak ön plana çıkmaktadır.

ARAZİLERİN KİRALANMASI

Tüm bu yasal düzenlemeler doğrultusunda tarımda kapitalist üretim ilişkilerinin yerleştirilmesi çerçevesinde şirketlere tanınan ayrıcalıklar ve avantajlara bir yenisi olarak “İşlenmeyen Tarım Arazilerinin Tarımsal Amaçlı Kiraya Verilmesine İlişkin Yönetmelik” devreye sokuldu. 22 Ağustos’ta çıkartılan yönetmelikte iki yıl üst üste ekilmeyen arazilerin tarımsal üretime kazandırılması için kiraya verileceğine ilişkin düzenlemeler yer aldı.  Yönetmeliğin çıkartıldığı dönemde tarımsal üretimde genel görüntünün ne olduğunu ortaya koymak gerekiyor. Dünyada gıda fiyatları düşerken Türkiye’de halen ciddi gıda fiyatları artışının devam etmesi ülkemizde gıda krizi ya da tarımsal üretimde krizin halen devam ettiğini göstermektedir.

Bu yönetmeliğin konusu bu dönem mi gündemde, hayır. 7-8 yıldır üzerinde konuşulan bir uygulamanın hayata geçirilmesi söz konusu. Öyleyse bu ülkede söz konusu ekilmeyen arazilerin varlığı ya da tarımsal üretimden kopma bugünün değil uzun süredir tarımsal üretime karşı iktidarın hoyratça bakışının konusudur. 2006 yılında kendi çıkardıkları Tarım Kanunu’nun 21. maddesi tarımsal destekleme programları için bütçeden ayrılacak tutarın Gayri Safi Milli Hasıla’nın %1’inin altında olamaz hükmüne bile 18 yıldır uymamaktalar. 2020’li yıllara girildiğinde destek oranı %0,3’e kadar gerilemiştir.

2002’de 65 milyon olan nüfus 2023 sonunda 85 milyona çıkmış görünüyor. Bu nüfusa sayıları tartışılan yabancı uyruklu göç rakamları dahil değil. Onları da dahil ettiğinizde gıda ihtiyacı olan en azından 90 milyonun üzerinde bir nüfus ortaya çıkıyor. Diğer bir ifade ile nüfusumuz 22 yılda Yunanistan ve Bulgaristan’ın toplam nüfusundan fazla arttı. Nüfusta böyle bir artışa karşılık tarımsal faaliyetlerde kullanılan arazi ne olmuş diye baktığımızda sıkıntılı bir tablo ile karşılaşıyoruz.  Türkiye’nin 2001’de ekilebilir toplam arazi büyüklüğü 26,3 milyon hektardı. 2023 TÜİK verilerine göre ise 23,9 milyon hektar görünüyor. Yani bu dönemde yaklaşık 2,4 milyon hektar tarım alanı tarım dışına çıkartılmış. Kaybedilen bu kadar büyük tarım alanı yanında mevcut olan tarım alanlarından ekilmeyen alanların varlığı da dikkat çekici. Örneğin 2001’de 26,3 milyon hektar arazinin sadece 18 milyon hektarı ekilmiştir. TÜİK’e göre ekilen alan 16,7 milyon hektar görünmekte.  Yani 2001’den bu yana ekilen alanda da yaklaşık 1,3 milyon hektarın üzerinde düşüş mevcut. 2,4 milyon hektar tarım dışına çıkan ve ekilmeyen 1,3 milyon hektar arazi. İncelenen dönemde 3 milyon tarım işletmesinden 700 bininin tasfiye edilmiş olması da bunu açıklıyor. 2001 genel tarım sayımı sonuçlarına göre 3 milyon çiftçi mevcutken, küçük ölçekli tarım işletmeleri bu süreçte ciddi bir tasfiyeye uğramış ve sayı 2024 ÇKS verilerine göre 2,3 milyona düştü.

İşletme sayıları ve ölçeklerine göre dağılımları hakkında elimizdeki en güncel veri 2019’a ilişkin. DPT tarafından yapılan 2001 Genel Tarımı Sayımı sonrası TÜİK tarafından üzerinden 23 yıl geçmesine rağmen bir tarım sayımı yapılmamıştır. Tarımsal işletme yapılarına ilişkin arada bir istatistikler yayınlansa da bunlarda ölçeklere ve mülkiyet yapılarına ilişkin bilgiler yer almamaktadır. Bu nedenle kullanılan veriler ÇKS’den bilgi edinme yasası çerçevesinde alınan bilgiler çerçevesindedir. En son 2019 olsa da küçük üreticiliğin tasfiyesine dair önemli bilgiler ortaya koyuyor. 1991-2001 döneminde toplam işletme sayısı, %24 azalarak 3 bin 967’den 3 bin 22’ye düştü. Aynı dönemde kullanılan arazi büyüklüğü de %21 azalarak 234 bin 511 dekardan 184 bin 348 dekara düştü. 1991-2001 döneminde tasfiye olan işletmelerin %90’ı küçük üreticilere (100 dekar ve altında çalışan) ait. Toplam tasfiye olan 945 bin işletmenin 854 bini 100 dekar ve altında çalışan işletme. 2001-2019 döneminde ise toplam işletme sayısı %25 azalarak 3 bin 22’den 2 bin 265’e; kullanılan arazi büyüklüğü de %20 azalarak 184 bin 348 dekardan 148 bin 29 dekara inmiştir. Ama en önemli veri ise bu dönemde toplam tasfiye olan işletmelerin %85’inin 100 dekarın altında çalışan küçük üreticiler olmasıdır. Başka bir deyişle, bu dönemde 757 bin tasfiye olan işletmenin 644 bini küçük üreticilerdir. 1991-2019 döneminde işletme sayısındaki oransal düşüşün arazi büyüklüğündeki düşüşten fazla olması ortalama işletme ölçeğini 59 dekardan 65 dekara çıkmasını sağlamıştır6. Ortalama işletme ölçeğindeki bu artış da küçük ölçekli arazilerin tarım dışına itildiğini göstermektedir. Bir tarım sayımı yapılıp arazi tasarrufuna dair bilgi olmadığı için, sayısı düşen küçük ölçekli arazilerin büyük ölçekli üreticiler ya da büyük şirketler tarafından yutulup yutulmadığı konusunda değerlendirme yapmak zor.

                                                         *Dekar  Kaynak: DPT, 1991, 2001; ÇKS, 2019

Şimdi yönetmeliğin kapsamında olan ekilmeyen arazilere ilişkin birkaç soru ile başlayalım. Ekilmeyen arazilerin ekilmeme nedenlerine hiç bakıldı mı? Gıda enflasyonunun da nedeni olan üreticinin üretim için ihtiyaç duyduğu girdi fiyatlarındaki yüksek artışlar özellikle küçük üreticileri üretimden uzaklaştırdı. Bu arazilerde gerçek sahipleri yeterli gelir elde edemediği için üretimden koparken, yönetmelikte öncelik verileceği ifade edilen orada ikamet eden çiftçilerin kiracı olarak hangi saiklerle üretim yapması beklenmektedir. Yerelden istek olmazsa STK’lara ve meslek odalarına kiralanabileceği belirtiliyor. Aslında bir anlamda üreticinin arazisine el konuyor. Kiralayacak kuruluşların tarımsal üretim yapan şirketlerle hangi bağlarının olabileceği belirsiz. Tüm bu boşluğu ve belirsizliği ile “Tarım Kanunu”, “Tohumculuk Kanunu” ve Sözleşmeli Üretim Modelinden sonra ekilmeyen arazilerin kiralanması yönetmeliği ile şirketlere tarımda yeni bir alan açma operasyonu başlatılmıştır.

                                                         /././

‘Gıcık’ Moda Sahnesi’ne yine destek yok -Gözde Bedeloğlu-

Bu ay 11’inci yılını geride bırakan Moda Sahnesi, tiyatrodan konsere, söyleşiden film gösterimine kadar pek çok alanda faaliyet gösteren, İstanbul Anadolu yakasının en önemli kültür merkezlerinden biri. Hadi adını koyalım, biraz da ‘gıcık’ bir topluluk. Çiğnenen haklarını yüksek sesle talep etmekten ne çekiniyor, ne de vazgeçiyorlar. Tiyatronun binlerce yıllık ömrü boyunca bize söylediği de farklı bir şey değildir zira. İçinde bulunduğu adaletsizliğin, eşitsizliğin, sömürü düzeninin değişmezliğine inandırılmak istenen insanın gözündeki perde kalkmalı, kendi hikâyesini yazma gücünü, teslim ettiği egemenden geri alabilmelidir. Böylece insan, kendisi için çizilmiş sınırları aşabilir ve hayatını sımsıkı çevreleyen zincirleri, o zincirlerin sahiplerini ve sebeplerini fark edebilir. Bu anlamda sanatın, tiyatronun işi bize haklarımız çiğnenirken neden ve nasıl bu kadar rahat davrandığımızı sorgulatmak. Eh, nerden baksanız ‘gıcıklık’ bu!

KÂRI ŞİRKETE, FATURASI HALKA

2013 yılının Ekim ayında, dönemin Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, elektrik dağıtımının özel sektöre devredilmesinin tamamlandığını ‘müjdeleyen’ isimdi. Şimşek, elektrikteki özelleştirmenin kamunun finansman yükünü azaltacağını, kayıp kaçaktan dolayı elektrik tüketicilerinin katlandığı maliyetin düşeceğini, bunların yanı sıra verimliliğin ve hizmet kalitesinin yükselmesi bakımından da özelleştirmenin büyük fayda sağlayacağını ifade etmişti. Öyle olmadı. Şirketler yüksek kâr elde etti, devlete olan borçları da halkın elektrik faturalarına yazıldı. Birgün muhabiri Mustafa Bildircin, cep yakan faturalar ile tartışılan elektrik dağıtım şirketlerinden sadece dört tanesinin 2022 yılki net kârının 16 milyar 444 milyon lira olduğunu yazmıştı.* Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) şirketlerin devletten ucuza aldığı elektriği tüketiciye fahiş kârla sattığı yönündeki iddiaları reddetse de cep yakan faturalar tepki çekmişti. Kârın şirketlere göre dağıtımında ise rekor Sabancı Holding’e aitti.

KARANLIKTA TEK BAŞINA

Halen Covid salgınının sebep olduğu maddi sıkıntılar devam ederken, Moda Sahnesi, Aralık 2021’de 7000 lira gelen elektrik faturasının Ocak ve Şubat 2022’de 20 bin liraya yükselmesi üzerine ‘Ödemiyoruz’ eylemi başlatmıştı. Sabancı’ya bağlı Enerjisa A.Ş, görevlileri tarafından iki kez elektrikleri kesilen Moda Sahnesi dört ay boyunca bu fahiş fiyat artışını protesto ederek oyunlarını karanlıkta oynadı. Konuya dair ciddi bir farkındalık ve görünürlük yaratmış olsalar da gerek yerel yönetim gerekse aynı sorunu yaşayan diğer tiyatro toplulukları tarafından yalnız bırakıldılar. Salonun havalandırma, ısıtma, soğutma gibi insan sağlığını riske atan sebepler de etkili oldu ve Moda Sahnesi eylemine son verdi. Tek başlarına bırakılmasalardı belki de bugün başka bir şey konuşuyor olurduk. Elektrik, önemli bir ihtiyaç ve kamusal bir hak ancak özelleştirmeyle sadece parası olanın ulaşabildiği bir metaya dönüştürüldü. Kurumlarda çalışan işçilerin de düşük ücret ve hak kayıplarına karşı mücadeleleri devam ediyor.

KAMU BÜTÇESİNDE AYRIMCILIK-SANSÜR

Elektrikte özelleştirmenin halka maliyetini görünür kılan ve Enerjisa’dan atılan işçilerle dayanışan ‘gıcık’ Moda Sahnesi, 2021-2022 sezonunda Kültür Bakanlığı tarafından özel tiyatrolara dağıtılan proje bazlı devlet desteğinden mahrum bırakılmıştı. Dostoyevski’nin ‘Yeraltından Notlar’ oyunu için yapılan başvurunun reddine gerekçe gösterilen 8. Maddeye göre Moda Sahnesi ‘sanatsal yeterliliğe’ sahip değildi. Moda Sahnesi konuyu mahkemeye taşıdı. Kültür Bakanlığı’nın kararı hukuka aykırı bulundu. 2024-2025 sezonu için bu kez Jean Genet’nin ‘Hizmetçiler’ adlı oyunu için başvuruda bulunan Moda Sahnesi, Kültür Bakanlığı tarafınan bir kez daha destekten mahrum bırakıldı. Gerekçe yine yönetmeliğin 8. Maddesine dayandırılıyor. Moda Sahnesi kararı bir kez daha mahkemeye taşıyacağını açıkladı. Ancak önceki mahkeme kararına rağmen Kültür Bakanlığı’nın bu keyfi tutumunu yineleyebiliyor olmasının bir sebebi de, hak gaspı tespitinin bir yaptırımı olmaması. Günün sonunda Moda Sahnesi’nin yoruma açık ve belirsiz kriterler öne sürülerek kamu bütçesinden yararlandırılmamış olduğu gerçeği değişmiyor.

TOPLUMU ÖKSÜRTEN ‘GICIK’

Peki, Moda Sahnesi neden eleştirdiği Kültür Bakanlığı’na destek başvurusunda bulunuyor? Çünkü o para hepimizin. Birilerinin keyfine göre değil, kamu yararına göre kullanılmalı. Gerek fahiş elektrik faturalarına karşı gösterdikleri ‘ödemiyoruz’ tavrıyla, gerek kamu bütçesinden ayrımcılık yapılarak yararlandırılmamasını mahkemeye taşıyan Moda Sahnesi’nin ısrarla görünür kılmaya çalıştığı şu; halka ait olan halk için, adil ve eşit şekilde kullanılmak zorundadır. Anayasa’nın 64. Maddesi devleti, sanatı ve sanatçıyı korumak ve desteklemekle yükümlü kılıyor. Moda Sahnesi’nin kamuoyuna açıkladığı talebi de itirazı da açık: “Tiyatroları yaşatması gereken T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın, onları baskı altına alıp öldürmek üzere hareket etmesine itiraz ediyoruz. Kendi gibi olmayana, kendi gibi düşünmeyene, kendi gibi sanat algısına sahip olmayana yapılmış bu baskıyı ve sansürü kabul etmiyoruz ve T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nı ifşa ediyoruz.” Yönetmen Kemal Aydoğan sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada, 2025-2026 sezonu destek bütçesine bu kez Jean Genet’nin iktidar ilişkilerinin yarattığı ahlâksızlığı sorgulayan ve dünyayı, insanların fantezilerini gerçekleştirdikleri bir genelev olarak niteleyen Balkon oyunuyla başvurmayı düşündüklerini söyledi. Çünkü tiyatro, toplumu öksürten bir gıcıktır.

(*) https://www.birgun.net/haber/dagitim-sirketlerine-yuksek-voltajli-kar-441581

                                                                              /././

Altın madeni şirketi gözünü bu kez mendereslere dikti: DSİ’den doğa katliamına izin -Onur Durmuş-

Ordu'nun Korgan ilçesi sınırlarında bulunan ve Aybastı Perşembe Yaylası bölgesini olumsuz etkileyecek altın madeni işletmesinin maden arama sondajı faaliyetinde yürütmeyi durdurma kararı alınmasına rağmen maden firması Devlet Su İşleri’nden yayladaki suların kullanımı için izin aldı.

Ordu'nun Korgan ilçesi sınırlarında bulunan ve Aybastı Perşembe Yaylası bölgesini olumsuz etkileyecek altın madeni işletmesinin maden arama sondajı faaliyetinde yürütmeyi durdurma kararı alınmasına rağmen maden firması Devlet Su İşleri’nden yayladaki suların kullanımı için izin aldı. Oluşacak atık suların ihtivasının ne olabileceği tartışılmadan, bu mendereslerde dünyada sadece 2 yerde bulunan tatlı su midyelerinin varlığı bilinmesine rağmen DSİ’nin maden firmasının su kullanımına izin vermesi ise bölgede tedirginliği arttırdı.

Perşembe Yaylası Karadeniz Bölgesi’nin doğal yapısı ve turizm gelirleri açısından bölgenin en önemli yaylalarının başında geliyor.

Perşembe Yaylası için 2022’de özellikle turizmcilerin, merada hayvancılık yapan köylülerin ve doğa çevre derneklerinin itirazlarına rağmen 3415069 numaralı ruhsat sahası ıv.  Grup madencilik faaliyetiyle ihale edilmişti.

Bilindiği gibi ıv. Grup madencilik endüstriyel ürünler ve metalik madencilik grubu olarak tanımlanıyor. Ordu ilinin yüzde 76’sının ıv. Grup madencilik faaliyetleri için ruhsatlandırıldığı ise TEMA Vakfı’nın araştırmasında ortaya çıkmıştı.

           Devlet Su İşleri'nin maden şirketine su alması için onay verdiği mendereslerin kordinatları.

PERŞEMBE YAYLASI FATSA OLMASIN

Ordu’nun Fatsa ilçesinde hâlihazırda işletme faaliyeti yürüten Altıntepe Madencilik A.Ş.’nin altın madeninin Çevre Şehircilik Bakanlığı tarafından ÇED süreci uzatılmamıştı. Yerel derneklerin ağır metal kirliliğine dair açtığı davalarda mahkemeler maden firmasının ruhsat uzatım ve ÇED uzatım taleplerini reddetmişti.
Perşembe Yaylası’nda da Fatsa’daki doğa katliamının bir benzerinin yaşanmasını istemeyen yerel halk, siyasi partiler, doğa ve çevre örgütleri projeye şiddetle karşı çıktı. Verilen hukuki mücadelelerin ardından ise Ordu İdare Mahkemesi, arama faaliyetleri için yürütmeyi durdurma kararı verdi.

Davanın avukatı Haluk Türkmen, gerekçeyle ilgili “Sondaj ile arama çalışmalarının ÇED gerektirdiği, sondajın meralara ve mendereslere zararı olacağının idarece de kabul edildiği, tahsis kararı değişikliği yapılmadığı, Mera Kurul Kararı öncesi teknik ekibin eksik oluşturulduğu, kurumlardan izin alınmadığı mahkeme kararında belirtilmektedir” demişti.

DEVLET SU İŞLERİ MADEN FİRMASININ MENDERESLERDEN SU ALMASINA İZİN VERDİ

13 Ekim’de ise Perşembe Yaylası’nda ağırlık olarak yerel halkın yer aldığı çok yüksek katılımlı ‘Yaylama dokunma’ mitingi gerçekleştirildi. 

Maden firmasının ise tüm bu itirazlara ve yürütmeyi durdurma kararına rağmen hala girişimlerine devam ettiği ve hatta Devlet Su İşleri’nden bölgedeki mendereslerden ve onları besleyen kaynaklardan su almak için izin aldığı ortaya çıktı. 
“Su Kirliliği ve Kontrolü Yönetmeliği’ndeki Toprak Kirliliğinin Kontrolü ve Noktasal Kaynaklı Kirlenmiş Sahalara Dair Yönetmeliğine” dair hiç bir vurgu yapılmadan bu iznin DSİ tarafından verilmiş olması bölge için birçok risk oluşturuyor. 
Haftalık 5 m3 suyun mendereslerden alınması için maden şirketine DSİ tarafından izin verilirken alınacak suyun nerelerde ve nasıl kullanılacağı, oluşacak atık sularının ihtivasının ne olacağı ise bilinmiyor.

Öte yandan su alınması için maden şirketine izin verilen menderesler ve yataklarında dünyada sadece 2 yerde bulunan tatlı su midyeleri de bulunuyor.

Öne Çıkan Yayın

Kuyruğunu yiyerek… + Erdoğan’ın ‘İslam ittifakı’ neden mümkün değil?+Beyaz Saray’da Pakistanlı komutan -Cumhuriyet-

Kuyruğunu yiyerek…- Ergin Yıldızoğlu- ABD Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard, “ İran nükleer silah yapmıyo r” dedi ama ABD’de bir ira...