T24 "KÖŞEBAŞI" -21 Ekim 2024-

 Bir cinnet toplumuna nasıl dönüştük?-Eray Özer-

Yasaları uygulayacak insanlar aynı yasaları ayaklar altına alıyorsa, ahlak adı altında sadece şekilcilik dayatılıyorsa bu şiddet dalgası günbegün artarak sürecek demektir.

Gelin bugün son dört buçuk yılımızın basit bir muhasebesini yapalım.

Önce pandemi vurdu bizi. Tüm dünya gibi biz de evlerimize kapandık.

Hayatta hiç tecrübe etmediğimiz türden bir korku yaşadık. Öleceğimizi sandık.

Tuhaf obsesyonlar geliştirdik. Her baktığımız yerde mikrop, hastalık görmeye başladık.

Ölmemek için tüm toplumdan izole olmak zorunda kaldık.

O geçti, yavaş yavaş sokağa alışmaya başlarken dünyanın en büyük felaketlerinden biri geldi başımıza.

Ülke nüfusunun beşte birinin yaşadığı bir coğrafya yerle bir oldu.

Yüzbinlerce insan öldü.

Kara kışın ortasında televizyon ekranlarından binlerce insanın sefaletine şahit olduk.

Depremin bu ülkenin neredeyse tamamını tehdit eden bir afet olduğunu anladık.

Anladık ki tüm hayatımız her an yerle bir olabilir, o ana kadar bildiğimiz yaşamımız bir günde bambaşka bir şeye dönüşebilir.

Sonra iki seçim girdi araya… Olmayan videolar eşliğinde mitinglerde “deepfake”in hayatın gerçeğine dönüşmesini izledik. Muhalefet liderini bir anda Kandil’de PKK’lılarla yan yana gördük.

Hissettik ki hayatımızın bir günde bambaşka bir şeye dönüşmesi için bir doğal afet olmasına yahut bizim bir şey yapmamıza bile gerek yokmuş: Birisi bir gün bir video yayınlar, o videodaki biz olmasak da insanlar biz olduğumuza inanır ve kader bir anda yeniden yazılır. Öylece dururken.

Sonra Hamas’ın 7 Ekim saldırıları oldu. Ve arkasından İsrail’in bombaları geldi.

Bir ülkenin, bir kentin bombalar altında yok oluşuna tanıklık ettik.

Bombaların adres sormadığını gördük. Masumların canının alınabileceğini, bebek, çocuk, kadın demeden hepimizin bir gün bombaların altında kalabileceğini idrak ettik.

Aynı esnada bir ekonomik kriz vurdu tüm ülkeyi.

Kiralar fırladı, şehir merkezlerine yaşamak imkânsız hala geldi, maaşlar kuş kadar kaldı, firmalar battı, eve ekmek götürmekte zorlanan, yoksulluktan canına kıyan insanlar görmeye başladık.

Derken tüm bu saydıklarımın da etkisiyle bambaşka bir şiddet dalgası sardı ülkeyi.

Sosyal medyada her gün birilerinin infaz görüntülerini izlemeye başladık.

Mafyalaşmaya özenen serseri gruplardan tutun devlet otoritesinin bir kısmını arkasına alarak talana kalkan daha organize gruplar, trafikte markette tartıştığına kurşun yağdıranlar, parkta bahçede insan bıçaklayanlar, gözüne kestirdiğinin malına mülküne çökenler sardı ortalığı.

Bu esnada sanki birileri toplumun sinir uçlarına ısrarla basmak istiyormuş gibi, ülkenin başka büyük derdi tasası yokmuş gibi sokak hayvanları yasasını değiştirmeye kalktılar.

Katledilen insan görüntüleri yetmezmiş gibi bu defa katledilen hayvan görüntüleri çıktı karşımıza.

Yazmaktan yoruldum ama bitmedi.

Sonra kadına şiddet dalgası büyüdü, kadın cinayetlerine ve türlü çeşitli siber zorbalıklara daha çok tanık olmaya başladık.

Sekiz yaşındaki Narin’in köyünde ailesi tarafından yapıldığı ortaya çıkan -ama henüz detaylarının ne hikmetse çözülemediği- hunhar bir biçimde öldürülmesiyle sarsıldık.

Yetmedi, iki genç kadını başlarını keserek İstanbul’un surlarından fırlatan bir psikopatın görüntüleriyle kanımız dondu.

O da yetmedi, internette çeşitli sohbet odalarında küçük kızları sekse zorlayan, memleketin tüm değerlerini aşağılamayı güç sanan, zekasız ama kendinden başka kimseyi beğenmeyen tuhaf bir gençliğin varlığını fark ettik.

Şiddet, en lümpen haliyle her yerde karşımıza çıkmayı sürdürürken son olarak bir savcının makam odasında bir çete lideri tarafından apaçık tehdit edilmesiyle bambaşka bir şekilde zuhur etti: Yeni doğmuş bebekleri öldürüyorlardı.

Bir çete devletin hasta doğan bebeklerin tedavisi için taahhüt ettiği paraya çökebilmek için sağlıklı bebekleri hasta ediyor, yoğun bakıma yatırıyor, sonra da tedavilerini yarım yamalak yaparak ölmelerine göz yumuyordu.

Bu kadarı en sadist korku filmlerinin senaristlerinin bile aklına gelmezdi.

Son dört buçuk yıldır yaşadıklarımızdan sonra duyduğumuz korku ve öfke bu son olayla birlikte yerini başka bir şeye bıraktı: İnsanın midesini bulandıran, parmaklarını uyuşturan, gözlerini karartan türden bir iğrenme hissine.

Bir romanda okumayı, bir filmde izlemeyi kaldıramayacağımız olayları bizzat yaşıyoruz artık.

Burası çok tehlikeli bir nokta.

İnsanların “Bunları göreceğime Allah canımı alsın da kurtulayım” dediği bir yerdeyiz.

Böyle bir noktaya, evet, bir günde gelmedik belki ama buradan çıkacak sonuçların yıkıcı etkisi öyle yıllara yayılmış şekilde olmayacaktır.

Toplumlar meşruiyetle yönetilir.

Demokrasi, sosyalizm, monarşi, krallık, padişahlık… Toplumu oluşturan insanların çoğunluğu var olan yönetim biçimine o veya bu şekilde, o veya bu itirazlarını saklı tutarak “rıza” gösterirler.

Bu rıza da kurumlar sayesinde oluşur.

Yani en gaddar tiranlıkta bile yönetimdekiler belli başlı konularda vatandaşlarına bazı garantiler verirler.

Kurumlar bu garantileri yerine getirmekten sorumludurlar.

Kurumlar çöktüğünde garantiler ve “rıza” ortadan kalkar.

Rızanın ortadan kalması ise meşruiyetin yok olması anlamına gelir.

Meşruiyeti kalmamış bir rejim sallantıda demektir.

Kurumlarına güvenin kalmadığı, insanların sokakta can güvenliğinden endişe ettiği, yıllardır maruz kaldığı şiddet sarmalı nedeniyle bireylerin giderek paranoyaklaştığı bir toplum çökme tehlikesi yaşıyor demektir.

Bu türden toplumlar, devletler bugün farklı coğrafyalarda mevcut.

Bunlara “failed state” deniyor.

Türkiye bir “failed state” olma yolunda hızla ilerliyor.

Siz bir ülkede bir hâkim; bir savcı ve bir mahkeme başkanıyla birlikte adli emanetten uyuşturucu çalıp grup seks yaparken o ülkenin çocuklarına sigaranın, içkinin zararlarını anlatamazsınız.

Aynı “grup” hakkında resmi şikâyet yapıldığında dosyaya bakan başsavcı uyuşturucu baronu çıkıyorsa o ülkenin insanlarına namuslu bir yaşam sürmeyi nasihat edemezsiniz.

Bugün Türkiye’de toplu halde bir cinnet yaşıyoruz.

Belleğimiz kaldıramayacağımız kadar acı, vahşet ve şiddetle dolu.

Acıları duymazdan görmezden gelmeye çalışırken kendi sesimizi duymaz, kendi ruh halimizi görmez olduk.

Geceleri kâbuslar görüyor, dişlerimizi sıkıyor, avuçlarımızı kanatıyor; ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi yaşamımıza devam etmeye çalışıyoruz.

Canı hala acıyanlar kıvranırken toplumun bir kısmı da sadistliğe, psikopatlığa, sosyopatlığa doğru evriliyor.

Ahlak kendini dilinden düşürmeyenlerin elinde paçavraya dönüyor.

İyiliğin, dürüstlüğün ahmakça bulunduğu bir ortamda toplum durmaksızın şiddet üretiyor.

Şiddet başka şiddet biçimlerini körüklüyor ve toplumsal cinnet hali hızla yayılıyor.

Sanmayın ki psikolojik sorunlar bulaşıcı değildir. Bazıları bal gibi bulaşıcıdır.

Psikoz, histeri, cinnet hali bazı durumlar bulaşıcı hastalık gibi yayılır.

Bu cinnet halini durdurmanın tek yolu toplumun üstündeki baskıyı hafifletmek, insanların yaşayış biçimlerine müdahaleyi en aza indirmek, buna karşın kurumları hızla ama hızla ıslah etmektir.

Yasaları uygulayacak insanlar aynı yasaları ayaklar altına alıyorsa, ahlak adı altında sadece şekilcilik dayatılıyorsa bu şiddet dalgası günbegün artarak sürecek demektir.

Artık insanları tehdit etmekten vazgeçin.

Artık insanların yaşam tarzını, inançlarını eleştirmekten vazgeçin.

Artık topluma tek doğru varmış gibi tek bir yaşam tarzı dayatmaktan vazgeçin.

Artık çocukları İHA’larla, SİHA’larla, topla tüfekle, şiddetle, güçle büyütmekten vazgeçin.

Artık her eleştiriyi cezalandırmaktan vazgeçin.

Artık toplumu çatışmayla yönetmekten vazgeçin.

Artık kurumları iş bilmez akrabalarla doldurmaktan vazgeçin.

Artık eğitimi bilimsel, rasyonel zeminden koparmaktan vazgeçin.

Artık toplumun bir kesiminden nefret ediyor, bir kesimini ise çok seviyormuş gibi davranmaktan vazgeçin.

Artık sizin gibi düşünmeyen herkese kendi ülkesinde yabancı hissettirmekten vazgeçin.

Vazgeçin çünkü hepimiz aynı gemideyiz ve bu gemi her gün artan bir hızla su alıyor.

Böyle giderse bu cinnet toplumun her katmanına hızla yayılacak ve gemi öyle yavaş yavaş değil birdenbire batacak.

Batarken de zengin fakir, güçlü güçsüz, iktidar sahibi muhalif demeden herkesi içinde götürecek.

İyi haftalar.                                        /././

Dünyayı sarsacak 15 gün-Akdoğan Özkan-

Netanyahu’nun Filistinlilere yönelik etnik temizliği hız kesme de, İran’a saldırı için zaman kollayan İsrail’in iki hafta içinde Başkanlık Seçimleri’ne gidecek olan ABD’nin desteğiyle yapabileceklerden ötürü ortada’ fırtına öncesi sessizlik’ var demek de mümkün.

İran’ın hipersonik füzeler de kullandığı İsrail’e yönelik 1 Ekim tarihli saldırısı karşısında Tel Aviv’in cevabının gecikmesi, “acaba Netanyahu Tahran’ın elinde nükleer başlıklı füzeler olduğuna kanaat getirip gerilimi tırmandırmaktan vaz mı geçti” sorusunu akıllara getirmişti. Zira, İsrail’in ne uzun menzilli Arrow, ne orta menzilli “Davud Sapanı” ne de kısa menzilli “Demir Kubbe” hava savunma sistemleri İran’ın misilleme saldırısında kullandığı bazı füzeleri önlemede yeterli gelmişti. Hasar o kadar ciddiydi ki, İsrail yönetimi bunu haberleştiren Amerikalı muhabiri dahi tutuklamıştı.

‘Önce THAAD’lar konuşlansın, öyle vururuz’

Ancak son gelişmeleri takip edince öyle anlaşılıyor ki, İsrail İran’ın hipersonik füzelerini etkisiz kılmada mahir bir hava savunma sistemine sahip olmadan bu ülkeyi vurmak istemiyor. Onun için de ABD yönetiminden kendilerine ivedilikle bu işi görecek Terminal High Altitude Area Defense (THAAD) sistem bataryası ve uzman askeri personel verilmesini istemiş. Hatta İsrail ordu radyosu 12 Ekim'deki yayınında, ABD'nin İran saldırılarına hazırlık olarak THAAD hava savunma sistemini İsrail’e konuşlandırılmış olduğunu duyurdu. Washington da Başkan Joe Biden'ın talimatıyla, kendi ellerindeki THAAD bataryasını ve ABD askeri personelini İsrail’e gönderdiğini teyit etti.

Bu son derece ilginç bir gelişme. Her ne kadar söz konusu gelişkin silah sistemi, 2019’da bir tatbikat vesilesiyle İsrail’in güneyinde kullanıldıysa da burada, ABD silah sistemlerinin askeri tatbikatlar dışında personeliyle birlikte başka bir ülke topraklarında bulunması ve kullanılması söz konusu. BFBS News’ün değerlendirmesine göre, bu çok nadir görülen bir durum.

Bunun yorumu bence çok açık: Eğer İran, ABD envanterindeki bu silah sistemlerini ve personelini olası bir misillemeyle İsrail topraklarında vurursa, ABD’yi vurmuş sayılacak. Washington, bunu İran’a savaş ilan etmek için bir gerekçe sayabilir.

İran Dışişleri Bakanı Seyid Abbas Arakçı da Washington’u, askerlerinin hayatlarını “İsrail'de ABD füze sistemlerini işletmek üzere konuşlandırarak riske attığı” konusunda uyardı ve “bizim için fark etmez, vururuz,” demeye getirdi. Geçen cuma günü Türkiye’ye gelerek Hakan Fidan ile görüşen ve Türk mevkidaşıyla ortak basın toplantısı düzenleyen Arakçı, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada şöyle diyordu:

“Son günlerde bölgemizde tam kapsamlı bir savaşı engellemek için muazzam çabalar sarf etsek de halkımızı ve çıkarlarımızı savunmada kırmızı çizgimiz olmadığını açıkça söylüyorum.”

‘Vur Amerikalıyı, al Washington’u karşına’

18 Ekim’de bu kez “Times of Israel” gazetesi, Channel 12’ye atfen verdiği haberinde, İsrail’in ABD’den ikinci bir THAAD bataryası daha istediğini yazdı. Bu arada, Texas, Alabama ve Dover’den kalkan ve aralarında Boeing C-17A Globemaster III nakliye uçağının da bulunduğu ABD Hava Kuvvetleri’ne ait 18 uçağın son dört gün içinde İsrail’e iniş yaptığı anlaşıldı.

ABD ordusuna kayıtlı THAAD envanterinin üçte birini kendisi için istediğine göre, İsrail belli ki İran’a yönelik çok ciddi bir saldırıya hazırlanıyor ve karşılığında İran’dan çok ciddi bir misilleme geleceğini varsayıyor. TPAAD’larla gelecek ABD uzman personelinin varlığı da İran’a yönelik bir tür şantaj. “Hadi vur İsrail’deki Amerikalıları da al bütün bir ABD’yi karşına!” deniyor. Az bir Amerikan personel varlığından söz etmiyoruz. Uzmanlar, bir THAAD bataryasının operasyonu için 95 uzman personel gerektiğini söylüyor.

Sistem gelişkin: Patriot hava savunma sistemleriyle entegre çalışabilen THAAD onlardan daha geniş bir alanı savunuyor, 3000 km ötedeki hedefleri takip ediyor ve onları 150-200 km mesafede –atmosfer dışında olsalar bile- vurabiliyor. Her biri tekerlekli araca monte edilmiş altı fırlatıcı ünite ile 48 önleme füzesi, bir hedef tespit radarı ve haberleşme teçhizatı içeriyor.

Bu arada, ABD’de yeni bir sızıntı skandalı yaşanıyor. İsrail’in İran’a yönelik misilleme saldırısı hazırlık planlarıyla ilgili son derece gizli bazı dokümanların sızdığı ve ABD Savunma Bakanlığı’nın Görsel Haberalma Teşkilatına ait 15 ve 16 Ekim tarihli bu belgelerin, “Middle East Spectator” isimli bir bağımsız haber sitesinin Telegram hesabından geçen cuma günü yayına verildiği de ortay çıktı. Amerikan makamlarının bu konuda soruşturma başlattığı bildiriliyor. Middle East Spectator yetkilileri, belgelerin kendilerine kimliğini açıklamayan bir kaynak tarafından ulaştırıldığını belirtmekle yetindiler.

Diken üstünde 2 hafta

Öyle anlaşılıyor ki, Amerikan tarihinin en kritik seçimlerinden birine sadece 15 gün kalmışken ve Donald Trump’ın artık bir zafere doğru yürüdüğü gerçeği rakibi Kamala Harris’in berbat performansıyla iyice netleşmişken dünya diken üstünde 2 hafta geçirecek. Orta Doğu’da olup bitecekler elbette ki, havada bir şeylere dönüşmeye hazır bir elektrik birikimi olduğunun gözlerden kaçmadığı ABD’den bağımsız değil. Amerikan Derin Devletinin seçim kampanyasının son dönemecinde sonuca etki edebilecek yeni “sürprizler” hazırlayıp hazırlamadığını ya da finansal piyasaları bir anda allak bullak edebilecek bir kasırganın içinden geçip geçmeyeceğimizi, İsrail’in durumdan ne vaziyetler çıkarmaya hazırlandığını ancak yaşayarak görebileceğiz.

Ancak şu ana kadar yaşadıklarımızla bile hüküm vermekte zorlanmadığımız bir süreçten geçtiğimizi söylemek mümkün. Tarihte bir ülkenin yüzde 80'inin yok edildiği, nüfusun yüzde 100'ünün yerinden edildiği ve ölümlerin yüzde 50'sinin çocuklardan oluştuğu başka bir savaş yaşandı mı, bilmiyorum. Ama bizim tanık olduğumuz ilk! Ve bunun soykırımdan daha doğru bir tanımı da yok, sanıyorum.

Filistinli deneyimli siyasetçi ve aktivist Hanan Aşravi, İsrail'in Kuzey Gazze'de yaptığı şeyin, insani terimlerle veya aklı başında bir hayal gücüyle kavranamaz veya anlaşılamaz olduğunu söylüyordu: “Esaret altındaki ve açlığa mahkûm edilmiş bir nüfusun yok edilmesi, spor olsun diye çaresiz ve yaralı çocukların vurulması ve bombalanması, bombalanan ve yerinden edilen toplulukların acı çektirilmesi ve korkunç toplu işkencenin keyfe dönüştürülmesi, insanlıkla hiçbir ilgisi olmayan sadist, sapkın, psikopat canavarların varlığına delalettir. Bunlar yardım edilip ödüllendirilmemeli, durdurulmalı ve cezalandırılmalıdır.”

Kimin durduracağı, cezalandıracağı halen meçhul. Bir insan olarak utancın ve beyhudeliğin bu kadar büyüğünü yaşadığımı hatırlamıyorum. Hani, “cehennem acı çektiğimiz yer değil acı çektiğimizi kimsenin bilmediği yerdir” diye bir söz vardır ya. Sanıyorum Gazzeliler için bu söz, “cehennem, Filistinlilerin acı çektiğini herkesin gördüğü ama kimsenin kılını kıpırdatmadığı bir yerdir” olarak tarih sayfalarındaki yerini alacak.

                                                                  /././

Ekonomik sorunlar derinleştikçe savaş rüzgârları estiriliyor-Mustafa Durmuş-

Çok ciddi bir ekonomik kriz ve toplumsal bir çürümenin ve çöküşün yaşandığı ülkemizde bu çöküşün asıl sorumluları, bu çöküşün sorumluluğunu savaşa yükleyip, böylece işin içinden sıyrılmak istiyor olabilirler mi?

Dış İşleri Bakanı Hakan Fidan iki gün önce, “İsrail ile İran arasındaki olası savaşı yüksek bir ihtimal olarak değerlendirmek gerektiğini belirterek, ülke ve bölge olarak buna hazır olunması uyarısında bulundu.” (1)

Aslında, İsrail Devleti’nin bundan sonraki hedefinin Türkiye toprakları olduğu daha önce de Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından ileri sürülmüş ve “Vadedilmiş topraklar hezeyanıyla hareket eden İsrail yönetiminin, tamamen dini bir fanatizm ile Filistin ve Lübnan’dan sonra gözünü dikeceği yer, açık söylüyorum, bizim vatan topraklarımız olacaktır” (2) denilmişti.

Bunun hemen ardından başta kredi kartı limiti 100 bin lirayı aşanlar ve bazı tapu ve noterlik işlemleri üzerinden Savunma Sanayi Destekleme Fonu’na (SSDF) aktarılmak üzere “katılım payı” adı altında kesinti yapılmasını öngören kanun teklifi Meclis’e sunulmuş, ancak halktan gelen yoğun tepkiler üzerine bu teklif geri çekilerek, bir başka tarihe ertelenmişti.

Bir AKP-MHP klasiği

Artık bir AKP-MHP klasiğine dönüşen, teklife karşı ciddi tepkiler oluşunca geri çekip bir süre sonra yeniden gündeme getirme yöntemi hala yürürlükte. SSDF ile ilgili teklifin (kredi kartları kısmı çıkartılmış olsa da) en uygun zamanda tekrar gündeme getirileceği kesin.

Bu günler o en uygun zamanlardan biri olabilir. Zira İsrail Devleti Hamas’ın yeni lideri Sinvar’ı da suikast ile öldürdü. Bu durum bölgede suların iyice ısınmasına neden oldu.

Diğer taraftan, siyasal iktidar bir yandan İsrail ile olan ticaretini (Filistin’e yapılıyormuş gibi göstererek) artırarak sürdürürken (3), diğer yandan İsrail Devleti karşıtı söylemlerini artırıyor, hatta İsrail’i bir gece ansızın Türkiye’ye girebileceği iddiası ile suçluyor.

“Mesele vatansa gerisi teferruat…”

Böyle bir işgal ve savaş korkusu altında, özellikle de milliyetçi ve siyasal İslamcı taban olmak üzere, toplumu savaşçı politikaların ardına dizmek çok zor olmasa gerek. Tarih bunun sayısız örnekleriyle dolu.

İktidar bloku bunu bildiğinden bir savaş algısı yaratıyor ve hem halktan hem de muhalefetten ekonomik sorunlar için sabır beklerken, savaşla ilgili olarak da iktidarı açıktan desteklemesini istiyor.

“Etkin casusluk” yeniden gündemde!

Kısaca, ortada ülkemize yönelik somut bir saldırı tehdidi mevcut değilken, “savaşa hazırlıklı olmalıyız” türünden söylemlerin artırılması ve “casusluk eylemleriyle daha etkin mücadele edilebilmesi amacıyla Türk Ceza Kanunu’nda yeni bir suç ihdas edilmesi” yönünde daha önce bir kez ertelenmiş olan bir düzenlemenin bu kez yeni bir torba yasada tekrar gündeme getirilmesi pek hayra alamet olmasa gerek.

Torba yasanın 16. maddesi ile yapılması öngörülen düzenleme şöyle:

“Devletin güvenliği ile iç veya dış siyasal yararları aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda suç işlenmesi yaptırıma bağlanmaktadır. Devletin iç veya dış siyasal yararına yönelik gerçekleştirilen ve suç teşkil eden fiillerin bu madde kapsamında ayrıca cezalandırılması kabul edilmektedir. Bu kapsamda iktisadi, mali, askeri, milli savunma, kamu sağlığı, kamu güvenliği, kamu düzeni, teknolojik, kültürel, ulaştırma, haberleşme, siber alan, kritik altyapılar ve enerji gibi diğer yararlar da devletin iç veya dış siyasal yararları kavramı içinde kabul edilmektedir. Dolayısıyla casusluk maksadıyla bu gibi yararlar aleyhine gerçekleştirilen ve suç teşkil eden fiiller, ihdas edilen bu suçun konusunu oluşturabilecektir. Maddenin ikinci fıkrasıyla, fiilin savaş sırasında işlenmiş veya devletin savaş hazırlıklarını veya savaş etkinliğini veya askerî hareketlerini tehlikeyle karşı karşıya bırakmış olması halinde faile sekiz yıldan on iki yıla kadar hapis cezası verileceği kabul edilmektedir.” (4)

Savaş kötüdür!

Mevcut İsrail-Filistin savaşı Gazze milli gelirinin yüzde 81 oranında azalmasına, kitlesel iş kayıpları nedeniyle işsizliğin ve yoksulluğun artmasına ve insani krizlerin daha da kötüleşmesine yol açtı. Ayrıca savaş nedeniyle ortaya çıkan ticaret kısıtlamalar Batı Şeria ekonomisinin ciddi şekilde sekteye uğramasına, gelir kesintilerine ve yardımların azalmasına ve fiilen Filistin Hükümetinin işleyişinin sekteye uğramasına neden oldu.

Öyle ki Batı Şeria'daki kitlesel işsizlik ve artan yoksulluk işletmelerin yüzde 96’sının faaliyetlerinin azalmasının ve yüzde 42,1'inin işçi istihdamını azaltmasının doğrudan bir sonucudur. Toplam 306 bin istihdam kaybı yaşandı ve Batı Şeria’da savaş öncesi yüzde 12,9 olan işsizlik oranı yüzde 32’ye yükseldi. Bu istihdam kayıpları Filistinli hanelerin ekonomik dayanıklılığını ciddi bir şekilde aşındırdı ve sosyal zorlukları daha da kötüleştirdi (tahmini günlük 25,5 milyon dolarlık işgücü geliri kaybı). (5)

Dışarıdaki savaş içerideki otoriterliği besler

Meselenin bir boyutu da dışarıdaki savaş ile içerdeki otoriterlik arasındaki zorunlu bağdır. Yani dışarıda yürütülen savaş ile yurtiçindeki insanlık dışı uygulamalar, insan hakları ihlalleri, hak ve özgürlüklerin iyice kısıtlanması, hak arama eylemlerine izin verilmemesi arasında derinden bir bağ vardır. Bu da aslında savaşın ve militarizmin bir başka biçimidir. Polis güçlerinin militarize edilmesi bunun somut bir örneğidir. Devlet savaşçı ve sömürgeleştirici bir emperyal güç haline geldiğinde, toplumsal kişilikteki aynı dürtüler kaçınılmaz olarak kendi halkına karşı döner.

Savaş yoksulların düşmanıdır

Öyle ki yoksullukla işsizlikle ve yolsuzlukla mücadele programlarının, savaştan çıldırmış bir toplumun elinde etkisiz kılınmasını izlemek durumunda kalırız. Savaş sektörü insan, beceri ve para çekmeye devam ettiği sürece, yoksulların rehabilitasyonu için gerekli fonları ya da enerjiyi bulabilmek mümkün olmaz. Bu yüzden savaşları yoksulların düşmanı olarak kabul etmek gereklidir.

Savaş yeni vergiler, borçlanma ve enflasyon demektir

Savaş, neden olacağı devasa insani zarar ve doğa yıkımının yanı sıra, vergilerimiz başta olmak üzere, kısıtlı kamusal kaynakların eğitime, sağlığa, sosyal güvenliğe, işsizlik ve yoksullukla ve uyuşturucu kullanımıyla mücadeleye değil, savaş sanayine ayrılması, savaş baronlarının ve zenginlerinin daha da semirtilmesi demektir.

Türkiye’nin de dâhil olacağı bir savaş ise, ekonomik çöküntü kadar, halkın daha da yoksullaşması, yeni vergilerin konulması, daha fazla devlet borçlanması ve enflasyonun patlaması ve TL’nin daha da değersizleşmesi demek olacaktır.

Ertelenen kanun teklifi örneğinde gördük ki, savaş altında dahi büyük servetlerin sahiplerinden vergi almayı akıllarından geçirmeyen siyasal iktidar, yaşamımızı sürdürebilmek için bağımlısı hale getirildiğimiz banka kredi kartlarından dahi yeni vergiler almak istedi.

Sorumluluk savaşa mı yıkılmak isteniyor?

Çok ciddi bir ekonomik kriz ve toplumsal bir çürümenin ve çöküşün yaşandığı ülkemizde bu çöküşün asıl sorumluları, bu çöküşün sorumluluğunu savaşa yükleyip, böylece işin içinden sıyrılmak istiyor olabilirler mi?

Milliyetçilik, militarizm ve savaşçı söylemlerin ve davranışların ardına sığınarak, ekonomik çöküşün, derin yoksulluğun, devasa pahalılığın, yaygın işçi, kadın ve bebek cinayetlerinin, çocuk tacizlerinin ve yaygın yolsuzlukların üzerini mi örtmeye çalışıyorlar?

Savaş işçi sınıfının düşmanıdır!

Savaş umacısı altında işçi sendikalarını ve demokratik kitle örgütlerini, siyasal partileri daha da zayıflatarak işçilerin, emekçilerin ekonomik ve demokratik taleplerini mi baskılamaya çalışıyorlar?

Ülkeyi bir savaşın içine sokarak, bizleri sonsuz bir insani zarara ve doğa yıkımına mı mahkûm etmeye çalışıyorlar?

Bilim, sanat ve kadın düşmanlığını körükleyerek ülkeyi Orta Çağ’ın karanlığına mı sürüklüyorlar?

Sonuç: Savaşa karşı barış sözcüklerinin gücü!

Birinci Dünya Savaşı'nda Bakhmut'ta savaşan ve daha sonra Kızıl Ordu’ya katılan, ikinci Dünya Savaşı sırasında ise Nazilere karşı verilen savaşın öneminin farkında olan, buna rağmen savaşta hayatını kaybeden 27 milyon Sovyet vatandaşının acısını derinden yaşayan, bu yüzden de savaşa karşı olan Sovyet şair Volodymyr Mikolayovich Sosiura, savaşa karşı müzakerenin (sözcüklerin) gücünü 1961 yılında yazdığı bir şiirinde şöyle anlatır: (6)

“Sözün gücünü bilirim.

Bir süngüden daha keskindir

ve bir mermiden bile daha hızlı,

bir uçaktan daha hızlı.

Oh, mutluluk silahı: sözcükler!

Sizin yanınızda yaşamaya alıştım…”


Dip notlar:

(T24)

Ergin Yıldızoğlu + Mehmet Ali Güller -CUMHURİYET

Bir ABD vekili olarak İsrail -Ergin Yıldızoğlu-

Hafta sonunda, İsrail’de, ABD’nin gönderdiği hava savunma sistemi hizmete girdi; faşist Siyonistler, Gazze’yi yeniden yerleşime açma (sömürgeleştirme) talebiyle  “Yapılabilir” başlıklı bir konferans/ yürüyüş düzenlediler. Netanyahu’nun partisinden 10 milletvekili bu konferansa katıldı. Savaşın, bu soykırım ve yerleşim dinamiğini, salt Netanyahu-Ben Gvir-Smotrich faşizmiyle açıklamak eksik olur: Bir eski İngiliz diplomatı, üst düzey MI6 (Askeri İstihbarat örgütü) görevlisi, halen Beyrut’taki  “Conflict Forum”un kurucusu, Alastaire Crooke“İsrail yaptığını yapıyor”,   (14/10/2014, http:// www.strategic-culture.suwww. strategic-culture.su) başlıklı analizinde önerdiği gibi açıyı ABD’nin imparatorluk projesini kapsayacak biçimde genişletmek gerekiyor. O analizi özetleyerek sunmaya çalışacağım:
 
STRATEJİK ORTAKLIK
İsrail-ABD stratejik ortaklığı, askeri bir işbirliğinden öte, neocon düşünürlerin küresel hegemonya projelerinin bir parçasıdır. Hudson Enstitüsü’nün önde gelen düşünürlerinden Herman Kahn ve diğer neocon stratejistler, 1970’lerden itibaren İsrail’in ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarını koruyan bir “vekil devlet” olarak konumlandırılmasını savundular. Bu strateji, İsrail’i yalnızca bir müttefik olarak değil, ABD’nin çıkarlarını askeri ve politik olarak yönlendiren bir aktör haline getirdi. 
[ E.Y.: 1996 yılında, Richard Perle liderliğindeki bir çalışma grubu tarafından dönemin İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu için hazırlanan “A Clean Break: A New Strategy for Securing the Realm” belgesini anımsatmak istiyorum: Bu belge, İsrail’in Oslo Anlaşmaları’ndan vazgeçmesini, daha saldırgan bir dış politika benimsemesini, Batı Şeria ve Gazze üzerinde kontrolün yeniden sağlanmasını, Ortadoğu’yu seri rejim değişiklikleri ile İsrail’in güvenliği için yeniden şekillendirmeyi, gerekirse ABD’den bağımsız hareket edilmesi gerektiğini öneriyordu.]
 
Herman Kahn’ın, “Önce nihai hedefi belirle, sonra, bu hedefe ulaşacak yolları oluştur” diyen “sistem analizleri” İsrail’in bugünkü politikasının temelini oluşturuyor. Prof. Michael Hudson’ın belirttiği gibi, İsrail’in temel amacı Filistinlileri izole etmek, onları “stratejik köyler” adı verilen bölgelere hapsetmekti. Son 15 yıldır, özellikle Gazze’de uygulan bu strateji, Vietnam’da olduğu gibi Filistin bölgelerini (düşmanı) küçük parçalara ayırıyor, bu parçaların geçiş noktalarına koruma birimleri yerleştiriyor, bölme, izole etme, bastırma imha etme amacı güdüyordu. Hudson’a göre, bu politikanın iki hedefi vardı: İlk olarak, Filistinlileri, yaşam koşullarını iyice zorlaştırarak göç etmeye zorlamak. İkincisi, eğer göç etmezlerse havadan bombalamak gibi yöntemlerle minimum iç kayıp vererek Filistinlileri yok etmek.
 
NEOCON FANTEZİLER
Çoğu siyasi hayatlarına sosyalist olarak başlayıp sonra dönerek, [EY: Filozof Leo Strauss’un etkisi altında] Neocon düşünceyi benimseyen kimi stratejistler, ABD’nin küresel egemenliğini sağlamak için “sürekli devrim teorisini”, İsrail’in Ortadoğu’daki rolüne uyarlamaya çalıştılar. Bu paradigma gereğince İsrail, ABD’nin çıkarlarını korumak için sürekli çatışma ve askeri müdahaleler yoluyla bölgedeki statükoyu sağlamlaştırıyor. Hudson’ın analizine göre, bu politika yalnızca Filistinlileri bastırma amacını değil, aynı zamanda İsrail’in saldırgan ve genişleyici bir strateji izlemesini de içeriyor.
 
İsrail’in, ABD tarafından desteklenen bu stratejisi, bugün Gazze ve Batı Şeria’daki askeri operasyonlarla [EY: Soykırıma] devam ediyor. İsrail’in Hizbullah’a ve İran’a yönelik saldırıları, bölgedeki çatışmaları tırmandırırken ABD askeri ve ekonomik destek sağlamaya devam ediyor. Neocon düşünürlerin oluşturduğu bu yapı, İsrail’i bir bölgesel güç olarak konumlandırırken aynı zamanda ABD’nin bölgeye doğrudan müdahalesini gerektirmeyen bir stratejik denge oluşturuyor.
 
Crooke, İsrail-ABD ittifakı, Hudson Enstitüsü ve neocon düşünürler tarafından şekillendirilmiş uzun vadeli bir stratejinin ürünüdür, diyor. Bu ittifak, ABD’nin vekâleten savaşlar aracılığıyla küresel hegemonya kurma arzusunu yansıtıyor. İsrail hâlâ ABD’nin çıkarlarını bölgede koruyan kilit bir oyuncudur. 
Crooke, “İsrail ile iyi geçinmek onun paradigmasını değiştirmez. Onun paradigmasını ancak, belirgin bir başarısızlık değiştirir” diyor.

                                                                  /././

‘Geçmiş her gün yeniden tanımlanır’-Ergin Yıldızoğlu-

Ülkelerinin kuruluş mitosunu tartışmaya açacak, kuruluş “travmasını” hatırlatacak işler yapan rejimler, toplumlarında, kültürel, ahlaki kargaşanın, bir meşruiyet krizinin yolunu açarlar; böylece ülkelerinin yalnızca geçmişini değil geleceğini de tehlikeye atarlar. Netanyahu-Ben Gvir-Smotrich faşist Siyonizminin Gazze soykırımı, Lübnan’da başlattığı yıkım, İsrail’in yalnızca geleceğini tehdit etmiyor, geçmişini de yeniden tartışmaya açıyor.

İsrail’in kuruluşunda terörizm (Haganah, Irgun, Lehi), yerleşimci sömürgecilik, etnik temizlik vardı. Batı ve Siyonist hareket, Alman Nazi soykırımının, tüm dünyada yarattığı travmayı, İsrail’in kuruluşunu, Filistinlilerin travmasını önemsizleştirerek meşrulaştırmak için kullandılar. 1980’lere gelindiğinde, artık ortada 7-8 milyon nüfuslu bir İsrail gerçeği vardı. Bir uzlaşma/ barış arzusu, Filistin halkının haklarını tanıyan bir çözüm arayışı, süreci iki devletli bir çözüme doğru itiyordu. Artık, “kuruluş anındaki” yerleşimci sömürgecilik etnik temizlik vurgulanmıyordu; İsrail buradaydı ve kalıcıydı, önemli olan iki devletli bir çözümdü.
 
“Oslo çözüm süreci” bir fırsat yarattı. FKÖ ve seküler Siyonist akımlar bu fırsatı değerlendirmek için çalışırken, İsrail’in varlığını (sahadaki gerçekliği) tanımayan dinci Hamas ve Filistin halkının varlığını yok sayan radikal dinci/ırkçı Siyonistler süreci baltalıyorlardı. Arafat, Arap devletlerinden gereken desteği alamayınca da o fırsat kayboldu.
 
SİYONİST FAŞİZMİN ‘ZAFERİ’
Netanyahu yargıdan kaçmak için Ben Gvir, Smotrich gibi faşist politikacılara, ırkçı/dinci yerleşimci harekete teslim oldu. Böylece şekillenen rejim altında, bir taraftan İsrail içinde, toplum kutuplaştı, haklar ve özgürlükler hızla aşınmaya başladı. Diğer taraftan, faşist rejim, “Tarihsel İsrail” fantezisi içindeki toprakları tamamen yerleşimlere açma, “soykırım” projesine kitlendi. Bu sırada, Arap monarşileri, “İbrahim Anlaşması” kapsamında İsrail ile ekonomik, diplomatik ilişkilerini, ABD’nin teşviki ile geliştirmeye devam ediyorlardı. Filistinlilerin geleceği artık tamamen gündemden çıkmış gibiydi.
 
“7 Ekim” bu umutsuzluk içinde gerçekleşti, faşist harekete beklediği fırsatı verdi. Haaretz, bir yorumunda “İsrail’in aşırı sağcı bakanları, Gazze’yi yerleşimcilere açmak için 7 Ekim’i utanmadan istismar ediyorlar” diyordu. Bu istismarın pratik sonucu ise Gazze’de bir soykırım pratiği oldu. Bu pratik Batı yakasına da yayılmaya başladı. Eylemlerini gittikçe “ya biz ya onlar” diyen dini referanslara daha çok dayanarak açıklamaya çalışan Netanyahu ve faşistlere artık savaşı İran’a sıçratmaktan, gerekirse tüm dünyayı ateşe vermekten başka bir seçenek kalmıyordu. 

Yazımın başlığına dönersem, 7 Ekim’i izleyen, ortamda, rejimin “fırında bebek yaktılar gibi” yalanları, “İstihbaratı önemsemediler mi?” kuşkusu, Gazze soykırımı, artık tüm dünyada özellikle Batı halkları arasında İsrail algısını değiştirmeye başladı: Yaşanan felaket artık bir savunma hakkının kullanılması olarak değil, yeni toprakları açarak sömürgeleştirme girişimi olarak görülüyor. Bu dinamik, ortaya  “İsrail nedir? Nasıl kuruldu” sorusuyla, Soykırım kurbanı bir halk” resminin yerine etnik temizlikle başlayıp yerleşimci, sömürgecilikle devlet kurduktan sonra, şimdi soykırım yapan bir halk resmi koyarak geçmişi yeniden anlamlandırmaya, bunun bir sonucu olarak da tüm dünyada “antisemitizm” yeniden yükselmeye başladı.
 
Şimdi, İsrail içinde kimi yorumcuların “Savaş İsrail ekonomisini zorlamaya başladı, devam ederse ekonomi çökecek” demeye başladıkları noktada, Netanyahu faşist rejimi savaşı, ana sponsoru ABD’nin uyarılarına aldırmadan, Suriye ve İran’a (Rusya’nın Ortadoğu dayanaklarına) doğru genişletmeye çabalıyor. Rusya ve İran’ın etkilenmesi, Çin’in jeostratejik ve jeoekonomik çıkarıyla çelişiyor. Süreç 8-9 milyon nüfuslu, ekonomik kapasitesi sınırlı bir ülkenin sürdürmesi olanaksız bir durum yaratmaya başlıyor.
 
Hamas’ın umutsuz çılgınlığına daha büyük bir çılgınlıkla cevap veren Netanyahu-Ben Gvir-Smotrich faşist rejimi, ülkelerinin meşruiyetini destekleyen tarihsel yorumun yeniden tartışılmasına yol açarak hem geriye hem de ileriye doğru bir “beka” sorunu yarattı.                
                                                       /././

Zelenski’nin Ukrayna’yı mahvetme planı-Mehmet Ali Güller-

Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski de, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu da yaklaşan ABD seçiminden azami yararlanma hamleleri sergiliyorlar. 

Zelenski bu amaçla bir “zafer planı” açıkladı. Beş maddeden oluşan ve üç gizli eki olan plan, içeriği itibarıyla bir zafer planı değil fakat Ukrayna’yı mahvetme planıdır. 

BARIŞ GİRİŞİMLERİNİ BASKILAMA PLANI

Zelenski’nin planını açıklaması elbette sadece yaklaşan ABD seçiminden yararlanmak amaçlı değil, bir önemli nedeni de Avrupa’da yükselen “Artık barış masası kurulmalı” sesleridir. 

O sesler yükselirken, Zelenski “zafer planı” açıklayarak ABD-İngiltere’nin “son Ukraynalı kalana kadar uzun savaş” stratejisini sürdüreceğini ortaya koyuyor ve böylece barış seslerini boşa düşürmeyi amaçlıyor.

BEŞ MADDELİ O PLAN 

Zelenski’nin zafer planı şu beş maddeden oluşuyor: 

1) NATO üyeliği: Ukrayna’nın NATO’ya şartsız davet edilmesi. 

2) Savunma: Savaşı Moskova kapılarına kadar götürebilmek için daha fazla silah sağlanması ve verilen silahların kullanımına dair tüm kısıtlamaların kaldırılması. Müttefiklerle ortak savunma anlaşmaları yapılması. 

3) Caydırıcılık: Ukrayna’da nükleer olmayan bir stratejik caydırıcılık paketi oluşturulması. 

4) Stratejik ekonomik potansiyel: Lityum, titanyum gibi kritik Ukrayna madenlerinin ABD ve AB ile ortak kullanımı ve enerji üretimi konusunda özel anlaşmalar yapılması. 

5) Savaş sonrası dönem: Ukrayna savaş sonrasında Avrupa’nın güvenliğinde kritik rol üstlenecek. Ukrayna savaşa her an hazır bir ordu ile Avrupa’yı koruyacak. Avrupa’daki bazı ABD güçlerinin yerini Ukrayna birlikleri alabilecek. 

ZELENSKİ ÜLKESİNİ PEŞKEŞ ÇEKİYOR

Maddelerden de görüleceği üzere bu plan bir zafer planı değil, savaşı uzatma planıdır, NATO’yu Rusya ile doğrudan çatışmaya itme planıdır, Ukrayna halkını felakete götürme ve Ukrayna’yı mahvetme planıdır. 

Dahası, Zelenski aynı zamanda bu plan ile Ukrayna’yı doğrudan ABD ve AB’ye peşkeş çekmektedir; Ukrayna’nın değerli madenlerini, doğal kaynaklarını Washington ve Brüksel’e pazarlamaktadır, hatta basına yansıyan gizli eklere göre pazarlamaktan öte yönetim ve mülkiyetini Batılılara vermektedir; Ukraynalıları zengin Avrupa’nın jandarması ve bekçisi yapmak istemektedir. 

ZELENSKİ’NİN NÜKLEER ŞANTAJI

Zelenski’nin NATO’yu doğrudan Rusya’yla savaşa iten tutumu, elbette Avrupa’da NATO üyesi Macaristan başta olmak üzere bir çok ülkeden onay alamayacaktır. Ancak iç politikada sıkışan Macron yönetimi için, üzerinde iç politikaya ayar verecek bir dış politika alanı oluşturmaktadır. 

Nitekim Fransa’nın Avrupa İşlerinden Sorumlu Bakanı Benjamin HaddadParisien gazetesine verdiği demeçte, Ukrayna’nın NATO’ya davet edilebilmesi için Fransa’nın ortaklarını ikna etmeye çalıştığını söyledi. 

Asıl vahimi ise Zelenski’nin Avrupalılara şantaja da yönelmiş olması.  Zelenski  NATO üyelerine seslenerek, Ukrayna’nın NATO’ya kabul edilmemesi halinde nükleer silah geliştireceklerini söyledi. 

ÜLKELERİNİ MAHVEDEN LİDERLER LİSTESİ

Sonuç olarak bu plan uygulanırsa bir devlet başkanının emperyalist ülkelerin çıkarları uğruna halkını ve ülkesini nasıl mahvettiğinin 21. yüzyıldaki örneği olarak tarihe geçecektir. 

ZELENSKİ’NİN NÜKLEER ŞANTAJI

Zelenski’nin NATO’yu doğrudan Rusya’yla savaşa iten tutumu, elbette Avrupa’da NATO üyesi Macaristan başta olmak üzere bir çok ülkeden onay alamayacaktır. Ancak iç politikada sıkışan Macron yönetimi için, üzerinde iç politikaya ayar verecek bir dış politika alanı oluşturmaktadır. 

Nitekim Fransa’nın Avrupa İşlerinden Sorumlu Bakanı Benjamin HaddadParisien gazetesine verdiği demeçte, Ukrayna’nın NATO’ya davet edilebilmesi için Fransa’nın ortaklarını ikna etmeye çalıştığını söyledi. 

Asıl vahimi ise Zelenski’nin Avrupalılara şantaja da yönelmiş olması. Zelenski NATO üyelerine seslenerek, Ukrayna’nın NATO’ya kabul edilmemesi halinde nükleer silah geliştireceklerini söyledi. 

ÜLKELERİNİ MAHVEDEN LİDERLER LİSTESİ

Sonuç olarak bu plan uygulanırsa bir devlet başkanının emperyalist ülkelerin çıkarları uğruna halkını ve ülkesini nasıl mahvettiğinin 21. yüzyıldaki örneği olarak tarihe geçecektir.

                                                          /././ 

1 suikast, 3 yalan, 1 mit -Mehmet Ali Güller

İsrail, Hamas lideri İsmail Haniye’den sonra, yerine geçen Yahya Sinvar’ı da öldürdü. Böylece İsrail Hamas liderliğini yok etme suikastlarına bir yenisini eklemiş oldu. 

Her ne kadar ABD Başkanı Joe Biden, dünya kamuoyunu oyalamak için “Sinvar barışa ulaşılmasının engeliydi, bu engel artık yok” dese de İsrail Başbakanı  Binyamin Netanyahu, Gazze’ye operasyonların süreceğini belirtti.Sinvar suikastı, aynı zamanda ABD-İsrail ikilisinin ikiyüzlülüğünü, kirli savaşını, gri ve kara propagandalarını da ortaya koydu.
 
SİNVAR İSRAİLLİLERİ CANLI KALKAN YAPTI’ YALANI
İsrail en başından beri Yahya Sinvar’ın İsrailli rehineleri kendisine canlı kalkan yaptığını propaganda ediyordu. Netanyahu hükümeti, böylece hem “rehinelerin kurtarılması için ateşkes” isteyen İsrail kamuoyunu oyalıyor hem de dünyaya Hamas’ı “sivilleri canlı kalkan yapan” bir kötülük organizasyonu gibi göstermeye çalışıyordu. 
Oysa İsrail ordusu ile çatışarak ölen Yahya Sinvar’ın öldürüldüğü evden tek bir İsrailli rehine çıkmadı!

UNWRA ÇALIŞANI YANINDAYDI YALANI
İsrail BM organizasyonlarını Hamas ve Hizbullah’ı kollamakla suçluyor. Bu nedenle Gazze’de görev yapan BM Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı’nı (UNRWA) sürekli hedef aldı. Öte yandan İsrail, yakın zamanda BM Lübnan Geçici Barış Gücü (UNIFIL) üslerini de hedef aldı. Ve İsrail, BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’i de “istenmeyen adam” ilan etti.

İsrail, Yahya Sinvar suikastı sırasında da UNRWA’yı hedef almayı sürdürdü.  Sinvar’ın yanında bir UNWRA çalışanının öldürüldüğünü iddia etti. Böylece dünyaya Hamas-BM personeli işbirliği bulunduğunu göstermiş olacaktı. UNRWA Genel Komiseri Philippe Lazzarini, İsrail’in iddiasının dezenformasyon olduğunu belirterek “Sinvar’ın yanında öldüğü iddia edilen UNRWA personelinin hayatta olduğunu teyit ederim, kendisi şu anda Mısır’da yaşamakta” dedi.

SİNVAR BARIŞI REDDETTİ’ YALANI
ABD-İsrail cephesinin Sinvar’la ilgili bir diğer yalanı da “barışı engellediği”  iddiasıydı. Oysa barışı engelleyen gerçekte Sinvar değil, Netanyahu’ydu.
 
Anımsayalım: İsrail’in Gazze’deki soykırımı seçim öncesi ABD hükümetini sıkıntıya sokunca, ABD Başkanı Biden bir “ateşkes planı” açıklamıştı. Mısır ve Katar’ın da arabulucu olduğu bu ateşkes planının yürürlüğe girmesini Netanyahu sürekli önledi; müzakereleri tıkamak için sürekli yeni şartlar ileri sürdü, her seferinde planı uygulanamaz hale getirecek taleplerde bulundu. Öyle ki artık Biden’ın planının yerini bambaşka bir taslak almıştı;  Hamas’ın kabul edebileceği bir plan olmaktan çıkmıştı. Sonuç olarak ABD Başkanı Biden’ın ateşkes planını Sinvar değil, gerçekte Netanyahu reddetmişti!

ASIL FAİL ABD
ABD Başkanı Biden, Sinvar’ın öldürüldüğünden memnuniyet duyduğu açıklamasında bir gerçeği de dile getirdi: İsrail ordusu, ABD istihbaratıyla Hamas lideri Yahya Sinvar’ı öldürebilmişti.
 
Konu, ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’a soruldu. Sullivan, “Sinvar dahil Hamas liderlerinin çoğunun ABD’nin istihbarat desteğiyle takip ve tespit edildiklerini” belirtti (Amerika’nın Sesi, 18.10.2024). Konu basın toplantısında ABD Savunma Bakanlığı Pentagon Sözcüsü Pat Ryder’a da soruldu. Ryder Hamas liderlerinin yerlerinin tespitinde genel olarak  ABD’nin bilgi ve istihbarat katkısı olduğunu ama Amerikan askerlerinin  Sinvar’ın öldürülmesinde doğrudan dahli bulunmadığını” belirtti. 

İşte, gerçek budur ve İsrail’in istediği yerde istediği kişiyi ortadan kaldıracak güçte olduğu bir mitten ibarettir: ABD istihbaratı yoksa İsrail suikastları yoktur. ABD silahları yoksa İsrail saldırganlığı yoktur. ABD füze savunması yoksa İsrail’in demir kubbesi delik deşiktir. ABD veto kartı yoksa İsrail’in dokunulmazlığı yoktur.

(Cumhuriyet)



Hepiniz bal gibi biliyordunuz! -Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 Gözümüzdeki bağı çözersek sadece öfkelenmeyeceğiz, hesap da soracağız.

Lanet okuyor, küfrediyoruz. Oysa önce görmemiz gerekiyor. Erdoğan’ın kurduğu yenidoğan düzenini anlamamız lazım.

Daha beteri ne olabilir? Eski Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu’nun hastanesi, yenidoğan ünitelerini bebek katillerine kiraladığı gerekçesiyle kapatıldı. Vahamet, sistemi özetliyor. Zira en yukarıdan bütün sistem, sağlığın satılması için dönüştürüldü.

Peki devlet bunları bilemez miydi?

Eski il müdürü olan şimdiki sağlık bakanına sorarsanız soruşturmayı kendileri başlattı. Oysa kazın ayağı öyle değil. Süreç, 27 Mart 2023’te, sistemin içindeki bürokratın, CİMER’e isimsiz ihbarıyla başladı. Bilinmeyeni mi söylüyor? Hayır. Sonrasında savcıya ifade veren özel hastanelerin denetiminden sorumlu yetkili, aslında her şeyi öncesinden fark ettiklerini anlatmış. Gelgelelim, CİMER’e yazılan ihbar, kendilerine iletilmeden, kimse harekete geçmemiş. O ihbar da ancak iki ay sonra, 21 Mayıs 2023’te, mali suçlarla mücadele şube müdürlüğüne mecburen gönderilmiş.

Dahası var...

DEVLET YOĞUN BAKIMI YAKALAMIŞ

Olay sonrasında Sayıştay raporlarını açtım. Acaba devleti denetleyen kurum bunların farkında değil miydi?

Müezzinoğlu 2013’te sağlık bakanı oldu. Size hemen bir yıl önce, Sayıştay’ın 2012 yılı denetim raporunun 26. maddesini aktarayım: “2012 yılında özel SHS’ler tarafından MEDULA’ya iletilen yoğun bakım hizmeti işlemlerinin incelenmesinde aynı gün için bazı özel sağlık kuruluşlarının bünyelerinde bulunan yoğun bakım yatak sayısından daha fazla sayıda tanıya işlem puanı üzerinden yoğun bakım hizmetinin faturalandırdığı görülmüştür.  104 adet özel SHS tarafından 2012 yılı içerisinde kuruma tanıya dayalı işlem puanı üzerinden faturalanan yoğun bakım hizmetlerine ilişkin işlemlerden 34 bin 144 adedinin kapasite fazlası olduğu tespit edilmiştir.”

Yani Sayıştay 12 yıl önce diyor ki “Özel hastaneler yatak sayısından bile fazla yoğun bakım bildirimi yapıyor, bunu önleyin”.

Sanmayın Sayıştay’ın içine doğdu. Aslında haberler ayyuka çıkmıştı. Size rapordan aylar önce basında çıkan haberi aktarayım:

“SGK’den para almak için bebekleri yoğun bakım ünitesinde tuttuğu için kapatılan Özel Kartal Hastanesi’nde skandalların ardı kesilmiyor. Bu kez yenidoğanlara hemşirelerin makyaj yaptığı görüntüler ortaya çıktı.”

Yani herkes her şeyin farkındaydı!

MÜEZZİNOĞLU’NUN YENİDOĞAN KARNESİ

Ne mi oldu?

Sağlığı ticarileştiren sistem, özeller rahat etsin diye, denetlenenlerin değil denetleyenlerin üstüne gitti. Sayıştay’da ve SGK’de istenmeyen raporları yazan müfettişler sürüldü, baskı gördü. Yazdıkları raporlar sümen altı edildi. Yetmedi, SGK müfettişleri, özel hastanelere “ödeme durdurma” talep ederlerse, çıkacak zarardan sorumlu sayıldı.

Haliyle...

Son yıllardaki raporlara bakıyorum. Sayıştay’ın 2022 ve 2023 SGK bulgu listesi önümde. “Arsa payı karşılığı inşaat yaptırılmasına ilişkin protokol kapsamında eksikler” var. Ama artık yoğun bakım denetimleri yok. Maksat sağlık satanlar rahatsız olmasın!

Aslında bakanlığın resmi verileri bütün tabloyu gösteriyor. Mehmet Müezzinoğlu’nun sağlık bakanı olmasıyla özel hastanelerin yenidoğan bakım yatağı sayısı adeta patlama yaptı. 2012’de neredeyse devlet ile özel eşitken, Müezzinoğlu döneminde özel, devletin iki katına çıktı. Hastanesi kapatılan Müezzinoğlu, adeta yenidoğan hizmetini tamamen özelleştirdi. Fahrettin Koca da sistemi devam ettirdi.

YOĞUN BAKIM YATAĞI PATLAMASI

Bakanlık verilerine göre, 2 buçuk milyarı doğum ve 500 milyonu yenidoğan olmak üzere bu alanda toplam 3 milyar dolarlık bir rant var. Elbette isteyen yaptırabilir, seçim anneye bırakılmalı. Ancak bu rant düzeni sezaryeni neredeyse alternatifsiz tek doğum şekli haline getirmiş. (İsveç’te yüzde 18, Danimarka’da yüzde 19, Fransa’da yüzde 20 olan oran Türkiye’de yüzde 58).

Öte yandan normal bir yatak için 185 lira ödeyen SGK, 3. basamak yoğun bakım için 9867 lira ödüyor. Bu da özellerin bir odaya doldurdukları bebek yoğun bakımını patlatıyor. 2022 yılı bakanlık tablosu durumu özetliyor. Devlet hastanelerinde 18 bin yetişkine karşılık, 4 bin 700 yenidoğan yoğun bakım yatağı var. Özellerde ise 10 bin yetişkine karşılık, 7 bin 300 yenidoğan var. Açıkça görüldüğü gibi, özeller, yatakları hazırlayıp bebekleri beklemeye başlamış. Yataklar boş kalacağına bebekler hasta sayılıp öldürülmüş!

‘BEBEK DOSTU’ SERTİFİKA VERMİŞLER!

Özel hastane sahibi sağlık bakanı yapıldı. O da, özel hastanelere “ne kadar yoğun bakım bebeği o kadar rant” düzeni kurdu. Denetleyip uyaranlara “sus” denildi. Yataklar dolsun diye yenidoğan bölümlerinin taşeronlaşmasına göz yumuldu. Bebekler para için hasta sayıldı. Yenidoğanlar ölüp eski sağlık bakanının hastanesi kapatılınca da gözümüzün önünde olan bitene hepimiz şaşırdık!

Skandal öyle büyük ki...

Bebek ölümlerinden sorumlu olduğu için bugün kapatılan Reyap Hastanesi’ne Sağlık Bakanlığı tarafından “Bebek Dostu Hastane” unvanı verilmiş.

Sonuç olarak...

Evet, para için yenidoğan yataklarına hapsedilen bebekler katledildi. Ancak sağlığı piyasalaştıran sistemin kuruluşu, bakan ve bürokratlarının atanması, denetleyenlerin etkisizleştirilmesi, Erdoğan’ın kurduğu düzende gerçekleşti. Miting meydanlarında eski hastanelerdeki hasta kuyruklarını sündürerek anlatan Erdoğan’ın, kendi döneminde, sağlıklı bebeklerin hastanelerde nasıl katledildiğini hiç unutmayacağız. Elbette bu düzen neden sorgulanamadı diye sorulduğunda, Sağlık Bakanlığı’nın önüne gitmek yerine turunç festivallerinde gezen muhalefet de unutulmayacak!

Öfkelenmekle kalmadığımız, hesap da sorduğumuz gün bebeklere mezar kazılmayacak.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet



Öne Çıkan Yayın

Kuyruğunu yiyerek… + Erdoğan’ın ‘İslam ittifakı’ neden mümkün değil?+Beyaz Saray’da Pakistanlı komutan -Cumhuriyet-

Kuyruğunu yiyerek…- Ergin Yıldızoğlu- ABD Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard, “ İran nükleer silah yapmıyo r” dedi ama ABD’de bir ira...