21 Ekim 2024 Pazartesi

T24 "KÖŞEBAŞI" -21 Ekim 2024-

 Bir cinnet toplumuna nasıl dönüştük?-Eray Özer-

Yasaları uygulayacak insanlar aynı yasaları ayaklar altına alıyorsa, ahlak adı altında sadece şekilcilik dayatılıyorsa bu şiddet dalgası günbegün artarak sürecek demektir.

Gelin bugün son dört buçuk yılımızın basit bir muhasebesini yapalım.

Önce pandemi vurdu bizi. Tüm dünya gibi biz de evlerimize kapandık.

Hayatta hiç tecrübe etmediğimiz türden bir korku yaşadık. Öleceğimizi sandık.

Tuhaf obsesyonlar geliştirdik. Her baktığımız yerde mikrop, hastalık görmeye başladık.

Ölmemek için tüm toplumdan izole olmak zorunda kaldık.

O geçti, yavaş yavaş sokağa alışmaya başlarken dünyanın en büyük felaketlerinden biri geldi başımıza.

Ülke nüfusunun beşte birinin yaşadığı bir coğrafya yerle bir oldu.

Yüzbinlerce insan öldü.

Kara kışın ortasında televizyon ekranlarından binlerce insanın sefaletine şahit olduk.

Depremin bu ülkenin neredeyse tamamını tehdit eden bir afet olduğunu anladık.

Anladık ki tüm hayatımız her an yerle bir olabilir, o ana kadar bildiğimiz yaşamımız bir günde bambaşka bir şeye dönüşebilir.

Sonra iki seçim girdi araya… Olmayan videolar eşliğinde mitinglerde “deepfake”in hayatın gerçeğine dönüşmesini izledik. Muhalefet liderini bir anda Kandil’de PKK’lılarla yan yana gördük.

Hissettik ki hayatımızın bir günde bambaşka bir şeye dönüşmesi için bir doğal afet olmasına yahut bizim bir şey yapmamıza bile gerek yokmuş: Birisi bir gün bir video yayınlar, o videodaki biz olmasak da insanlar biz olduğumuza inanır ve kader bir anda yeniden yazılır. Öylece dururken.

Sonra Hamas’ın 7 Ekim saldırıları oldu. Ve arkasından İsrail’in bombaları geldi.

Bir ülkenin, bir kentin bombalar altında yok oluşuna tanıklık ettik.

Bombaların adres sormadığını gördük. Masumların canının alınabileceğini, bebek, çocuk, kadın demeden hepimizin bir gün bombaların altında kalabileceğini idrak ettik.

Aynı esnada bir ekonomik kriz vurdu tüm ülkeyi.

Kiralar fırladı, şehir merkezlerine yaşamak imkânsız hala geldi, maaşlar kuş kadar kaldı, firmalar battı, eve ekmek götürmekte zorlanan, yoksulluktan canına kıyan insanlar görmeye başladık.

Derken tüm bu saydıklarımın da etkisiyle bambaşka bir şiddet dalgası sardı ülkeyi.

Sosyal medyada her gün birilerinin infaz görüntülerini izlemeye başladık.

Mafyalaşmaya özenen serseri gruplardan tutun devlet otoritesinin bir kısmını arkasına alarak talana kalkan daha organize gruplar, trafikte markette tartıştığına kurşun yağdıranlar, parkta bahçede insan bıçaklayanlar, gözüne kestirdiğinin malına mülküne çökenler sardı ortalığı.

Bu esnada sanki birileri toplumun sinir uçlarına ısrarla basmak istiyormuş gibi, ülkenin başka büyük derdi tasası yokmuş gibi sokak hayvanları yasasını değiştirmeye kalktılar.

Katledilen insan görüntüleri yetmezmiş gibi bu defa katledilen hayvan görüntüleri çıktı karşımıza.

Yazmaktan yoruldum ama bitmedi.

Sonra kadına şiddet dalgası büyüdü, kadın cinayetlerine ve türlü çeşitli siber zorbalıklara daha çok tanık olmaya başladık.

Sekiz yaşındaki Narin’in köyünde ailesi tarafından yapıldığı ortaya çıkan -ama henüz detaylarının ne hikmetse çözülemediği- hunhar bir biçimde öldürülmesiyle sarsıldık.

Yetmedi, iki genç kadını başlarını keserek İstanbul’un surlarından fırlatan bir psikopatın görüntüleriyle kanımız dondu.

O da yetmedi, internette çeşitli sohbet odalarında küçük kızları sekse zorlayan, memleketin tüm değerlerini aşağılamayı güç sanan, zekasız ama kendinden başka kimseyi beğenmeyen tuhaf bir gençliğin varlığını fark ettik.

Şiddet, en lümpen haliyle her yerde karşımıza çıkmayı sürdürürken son olarak bir savcının makam odasında bir çete lideri tarafından apaçık tehdit edilmesiyle bambaşka bir şekilde zuhur etti: Yeni doğmuş bebekleri öldürüyorlardı.

Bir çete devletin hasta doğan bebeklerin tedavisi için taahhüt ettiği paraya çökebilmek için sağlıklı bebekleri hasta ediyor, yoğun bakıma yatırıyor, sonra da tedavilerini yarım yamalak yaparak ölmelerine göz yumuyordu.

Bu kadarı en sadist korku filmlerinin senaristlerinin bile aklına gelmezdi.

Son dört buçuk yıldır yaşadıklarımızdan sonra duyduğumuz korku ve öfke bu son olayla birlikte yerini başka bir şeye bıraktı: İnsanın midesini bulandıran, parmaklarını uyuşturan, gözlerini karartan türden bir iğrenme hissine.

Bir romanda okumayı, bir filmde izlemeyi kaldıramayacağımız olayları bizzat yaşıyoruz artık.

Burası çok tehlikeli bir nokta.

İnsanların “Bunları göreceğime Allah canımı alsın da kurtulayım” dediği bir yerdeyiz.

Böyle bir noktaya, evet, bir günde gelmedik belki ama buradan çıkacak sonuçların yıkıcı etkisi öyle yıllara yayılmış şekilde olmayacaktır.

Toplumlar meşruiyetle yönetilir.

Demokrasi, sosyalizm, monarşi, krallık, padişahlık… Toplumu oluşturan insanların çoğunluğu var olan yönetim biçimine o veya bu şekilde, o veya bu itirazlarını saklı tutarak “rıza” gösterirler.

Bu rıza da kurumlar sayesinde oluşur.

Yani en gaddar tiranlıkta bile yönetimdekiler belli başlı konularda vatandaşlarına bazı garantiler verirler.

Kurumlar bu garantileri yerine getirmekten sorumludurlar.

Kurumlar çöktüğünde garantiler ve “rıza” ortadan kalkar.

Rızanın ortadan kalması ise meşruiyetin yok olması anlamına gelir.

Meşruiyeti kalmamış bir rejim sallantıda demektir.

Kurumlarına güvenin kalmadığı, insanların sokakta can güvenliğinden endişe ettiği, yıllardır maruz kaldığı şiddet sarmalı nedeniyle bireylerin giderek paranoyaklaştığı bir toplum çökme tehlikesi yaşıyor demektir.

Bu türden toplumlar, devletler bugün farklı coğrafyalarda mevcut.

Bunlara “failed state” deniyor.

Türkiye bir “failed state” olma yolunda hızla ilerliyor.

Siz bir ülkede bir hâkim; bir savcı ve bir mahkeme başkanıyla birlikte adli emanetten uyuşturucu çalıp grup seks yaparken o ülkenin çocuklarına sigaranın, içkinin zararlarını anlatamazsınız.

Aynı “grup” hakkında resmi şikâyet yapıldığında dosyaya bakan başsavcı uyuşturucu baronu çıkıyorsa o ülkenin insanlarına namuslu bir yaşam sürmeyi nasihat edemezsiniz.

Bugün Türkiye’de toplu halde bir cinnet yaşıyoruz.

Belleğimiz kaldıramayacağımız kadar acı, vahşet ve şiddetle dolu.

Acıları duymazdan görmezden gelmeye çalışırken kendi sesimizi duymaz, kendi ruh halimizi görmez olduk.

Geceleri kâbuslar görüyor, dişlerimizi sıkıyor, avuçlarımızı kanatıyor; ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi yaşamımıza devam etmeye çalışıyoruz.

Canı hala acıyanlar kıvranırken toplumun bir kısmı da sadistliğe, psikopatlığa, sosyopatlığa doğru evriliyor.

Ahlak kendini dilinden düşürmeyenlerin elinde paçavraya dönüyor.

İyiliğin, dürüstlüğün ahmakça bulunduğu bir ortamda toplum durmaksızın şiddet üretiyor.

Şiddet başka şiddet biçimlerini körüklüyor ve toplumsal cinnet hali hızla yayılıyor.

Sanmayın ki psikolojik sorunlar bulaşıcı değildir. Bazıları bal gibi bulaşıcıdır.

Psikoz, histeri, cinnet hali bazı durumlar bulaşıcı hastalık gibi yayılır.

Bu cinnet halini durdurmanın tek yolu toplumun üstündeki baskıyı hafifletmek, insanların yaşayış biçimlerine müdahaleyi en aza indirmek, buna karşın kurumları hızla ama hızla ıslah etmektir.

Yasaları uygulayacak insanlar aynı yasaları ayaklar altına alıyorsa, ahlak adı altında sadece şekilcilik dayatılıyorsa bu şiddet dalgası günbegün artarak sürecek demektir.

Artık insanları tehdit etmekten vazgeçin.

Artık insanların yaşam tarzını, inançlarını eleştirmekten vazgeçin.

Artık topluma tek doğru varmış gibi tek bir yaşam tarzı dayatmaktan vazgeçin.

Artık çocukları İHA’larla, SİHA’larla, topla tüfekle, şiddetle, güçle büyütmekten vazgeçin.

Artık her eleştiriyi cezalandırmaktan vazgeçin.

Artık toplumu çatışmayla yönetmekten vazgeçin.

Artık kurumları iş bilmez akrabalarla doldurmaktan vazgeçin.

Artık eğitimi bilimsel, rasyonel zeminden koparmaktan vazgeçin.

Artık toplumun bir kesiminden nefret ediyor, bir kesimini ise çok seviyormuş gibi davranmaktan vazgeçin.

Artık sizin gibi düşünmeyen herkese kendi ülkesinde yabancı hissettirmekten vazgeçin.

Vazgeçin çünkü hepimiz aynı gemideyiz ve bu gemi her gün artan bir hızla su alıyor.

Böyle giderse bu cinnet toplumun her katmanına hızla yayılacak ve gemi öyle yavaş yavaş değil birdenbire batacak.

Batarken de zengin fakir, güçlü güçsüz, iktidar sahibi muhalif demeden herkesi içinde götürecek.

İyi haftalar.                                        /././

Dünyayı sarsacak 15 gün-Akdoğan Özkan-

Netanyahu’nun Filistinlilere yönelik etnik temizliği hız kesme de, İran’a saldırı için zaman kollayan İsrail’in iki hafta içinde Başkanlık Seçimleri’ne gidecek olan ABD’nin desteğiyle yapabileceklerden ötürü ortada’ fırtına öncesi sessizlik’ var demek de mümkün.

İran’ın hipersonik füzeler de kullandığı İsrail’e yönelik 1 Ekim tarihli saldırısı karşısında Tel Aviv’in cevabının gecikmesi, “acaba Netanyahu Tahran’ın elinde nükleer başlıklı füzeler olduğuna kanaat getirip gerilimi tırmandırmaktan vaz mı geçti” sorusunu akıllara getirmişti. Zira, İsrail’in ne uzun menzilli Arrow, ne orta menzilli “Davud Sapanı” ne de kısa menzilli “Demir Kubbe” hava savunma sistemleri İran’ın misilleme saldırısında kullandığı bazı füzeleri önlemede yeterli gelmişti. Hasar o kadar ciddiydi ki, İsrail yönetimi bunu haberleştiren Amerikalı muhabiri dahi tutuklamıştı.

‘Önce THAAD’lar konuşlansın, öyle vururuz’

Ancak son gelişmeleri takip edince öyle anlaşılıyor ki, İsrail İran’ın hipersonik füzelerini etkisiz kılmada mahir bir hava savunma sistemine sahip olmadan bu ülkeyi vurmak istemiyor. Onun için de ABD yönetiminden kendilerine ivedilikle bu işi görecek Terminal High Altitude Area Defense (THAAD) sistem bataryası ve uzman askeri personel verilmesini istemiş. Hatta İsrail ordu radyosu 12 Ekim'deki yayınında, ABD'nin İran saldırılarına hazırlık olarak THAAD hava savunma sistemini İsrail’e konuşlandırılmış olduğunu duyurdu. Washington da Başkan Joe Biden'ın talimatıyla, kendi ellerindeki THAAD bataryasını ve ABD askeri personelini İsrail’e gönderdiğini teyit etti.

Bu son derece ilginç bir gelişme. Her ne kadar söz konusu gelişkin silah sistemi, 2019’da bir tatbikat vesilesiyle İsrail’in güneyinde kullanıldıysa da burada, ABD silah sistemlerinin askeri tatbikatlar dışında personeliyle birlikte başka bir ülke topraklarında bulunması ve kullanılması söz konusu. BFBS News’ün değerlendirmesine göre, bu çok nadir görülen bir durum.

Bunun yorumu bence çok açık: Eğer İran, ABD envanterindeki bu silah sistemlerini ve personelini olası bir misillemeyle İsrail topraklarında vurursa, ABD’yi vurmuş sayılacak. Washington, bunu İran’a savaş ilan etmek için bir gerekçe sayabilir.

İran Dışişleri Bakanı Seyid Abbas Arakçı da Washington’u, askerlerinin hayatlarını “İsrail'de ABD füze sistemlerini işletmek üzere konuşlandırarak riske attığı” konusunda uyardı ve “bizim için fark etmez, vururuz,” demeye getirdi. Geçen cuma günü Türkiye’ye gelerek Hakan Fidan ile görüşen ve Türk mevkidaşıyla ortak basın toplantısı düzenleyen Arakçı, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada şöyle diyordu:

“Son günlerde bölgemizde tam kapsamlı bir savaşı engellemek için muazzam çabalar sarf etsek de halkımızı ve çıkarlarımızı savunmada kırmızı çizgimiz olmadığını açıkça söylüyorum.”

‘Vur Amerikalıyı, al Washington’u karşına’

18 Ekim’de bu kez “Times of Israel” gazetesi, Channel 12’ye atfen verdiği haberinde, İsrail’in ABD’den ikinci bir THAAD bataryası daha istediğini yazdı. Bu arada, Texas, Alabama ve Dover’den kalkan ve aralarında Boeing C-17A Globemaster III nakliye uçağının da bulunduğu ABD Hava Kuvvetleri’ne ait 18 uçağın son dört gün içinde İsrail’e iniş yaptığı anlaşıldı.

ABD ordusuna kayıtlı THAAD envanterinin üçte birini kendisi için istediğine göre, İsrail belli ki İran’a yönelik çok ciddi bir saldırıya hazırlanıyor ve karşılığında İran’dan çok ciddi bir misilleme geleceğini varsayıyor. TPAAD’larla gelecek ABD uzman personelinin varlığı da İran’a yönelik bir tür şantaj. “Hadi vur İsrail’deki Amerikalıları da al bütün bir ABD’yi karşına!” deniyor. Az bir Amerikan personel varlığından söz etmiyoruz. Uzmanlar, bir THAAD bataryasının operasyonu için 95 uzman personel gerektiğini söylüyor.

Sistem gelişkin: Patriot hava savunma sistemleriyle entegre çalışabilen THAAD onlardan daha geniş bir alanı savunuyor, 3000 km ötedeki hedefleri takip ediyor ve onları 150-200 km mesafede –atmosfer dışında olsalar bile- vurabiliyor. Her biri tekerlekli araca monte edilmiş altı fırlatıcı ünite ile 48 önleme füzesi, bir hedef tespit radarı ve haberleşme teçhizatı içeriyor.

Bu arada, ABD’de yeni bir sızıntı skandalı yaşanıyor. İsrail’in İran’a yönelik misilleme saldırısı hazırlık planlarıyla ilgili son derece gizli bazı dokümanların sızdığı ve ABD Savunma Bakanlığı’nın Görsel Haberalma Teşkilatına ait 15 ve 16 Ekim tarihli bu belgelerin, “Middle East Spectator” isimli bir bağımsız haber sitesinin Telegram hesabından geçen cuma günü yayına verildiği de ortay çıktı. Amerikan makamlarının bu konuda soruşturma başlattığı bildiriliyor. Middle East Spectator yetkilileri, belgelerin kendilerine kimliğini açıklamayan bir kaynak tarafından ulaştırıldığını belirtmekle yetindiler.

Diken üstünde 2 hafta

Öyle anlaşılıyor ki, Amerikan tarihinin en kritik seçimlerinden birine sadece 15 gün kalmışken ve Donald Trump’ın artık bir zafere doğru yürüdüğü gerçeği rakibi Kamala Harris’in berbat performansıyla iyice netleşmişken dünya diken üstünde 2 hafta geçirecek. Orta Doğu’da olup bitecekler elbette ki, havada bir şeylere dönüşmeye hazır bir elektrik birikimi olduğunun gözlerden kaçmadığı ABD’den bağımsız değil. Amerikan Derin Devletinin seçim kampanyasının son dönemecinde sonuca etki edebilecek yeni “sürprizler” hazırlayıp hazırlamadığını ya da finansal piyasaları bir anda allak bullak edebilecek bir kasırganın içinden geçip geçmeyeceğimizi, İsrail’in durumdan ne vaziyetler çıkarmaya hazırlandığını ancak yaşayarak görebileceğiz.

Ancak şu ana kadar yaşadıklarımızla bile hüküm vermekte zorlanmadığımız bir süreçten geçtiğimizi söylemek mümkün. Tarihte bir ülkenin yüzde 80'inin yok edildiği, nüfusun yüzde 100'ünün yerinden edildiği ve ölümlerin yüzde 50'sinin çocuklardan oluştuğu başka bir savaş yaşandı mı, bilmiyorum. Ama bizim tanık olduğumuz ilk! Ve bunun soykırımdan daha doğru bir tanımı da yok, sanıyorum.

Filistinli deneyimli siyasetçi ve aktivist Hanan Aşravi, İsrail'in Kuzey Gazze'de yaptığı şeyin, insani terimlerle veya aklı başında bir hayal gücüyle kavranamaz veya anlaşılamaz olduğunu söylüyordu: “Esaret altındaki ve açlığa mahkûm edilmiş bir nüfusun yok edilmesi, spor olsun diye çaresiz ve yaralı çocukların vurulması ve bombalanması, bombalanan ve yerinden edilen toplulukların acı çektirilmesi ve korkunç toplu işkencenin keyfe dönüştürülmesi, insanlıkla hiçbir ilgisi olmayan sadist, sapkın, psikopat canavarların varlığına delalettir. Bunlar yardım edilip ödüllendirilmemeli, durdurulmalı ve cezalandırılmalıdır.”

Kimin durduracağı, cezalandıracağı halen meçhul. Bir insan olarak utancın ve beyhudeliğin bu kadar büyüğünü yaşadığımı hatırlamıyorum. Hani, “cehennem acı çektiğimiz yer değil acı çektiğimizi kimsenin bilmediği yerdir” diye bir söz vardır ya. Sanıyorum Gazzeliler için bu söz, “cehennem, Filistinlilerin acı çektiğini herkesin gördüğü ama kimsenin kılını kıpırdatmadığı bir yerdir” olarak tarih sayfalarındaki yerini alacak.

                                                                  /././

Ekonomik sorunlar derinleştikçe savaş rüzgârları estiriliyor-Mustafa Durmuş-

Çok ciddi bir ekonomik kriz ve toplumsal bir çürümenin ve çöküşün yaşandığı ülkemizde bu çöküşün asıl sorumluları, bu çöküşün sorumluluğunu savaşa yükleyip, böylece işin içinden sıyrılmak istiyor olabilirler mi?

Dış İşleri Bakanı Hakan Fidan iki gün önce, “İsrail ile İran arasındaki olası savaşı yüksek bir ihtimal olarak değerlendirmek gerektiğini belirterek, ülke ve bölge olarak buna hazır olunması uyarısında bulundu.” (1)

Aslında, İsrail Devleti’nin bundan sonraki hedefinin Türkiye toprakları olduğu daha önce de Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından ileri sürülmüş ve “Vadedilmiş topraklar hezeyanıyla hareket eden İsrail yönetiminin, tamamen dini bir fanatizm ile Filistin ve Lübnan’dan sonra gözünü dikeceği yer, açık söylüyorum, bizim vatan topraklarımız olacaktır” (2) denilmişti.

Bunun hemen ardından başta kredi kartı limiti 100 bin lirayı aşanlar ve bazı tapu ve noterlik işlemleri üzerinden Savunma Sanayi Destekleme Fonu’na (SSDF) aktarılmak üzere “katılım payı” adı altında kesinti yapılmasını öngören kanun teklifi Meclis’e sunulmuş, ancak halktan gelen yoğun tepkiler üzerine bu teklif geri çekilerek, bir başka tarihe ertelenmişti.

Bir AKP-MHP klasiği

Artık bir AKP-MHP klasiğine dönüşen, teklife karşı ciddi tepkiler oluşunca geri çekip bir süre sonra yeniden gündeme getirme yöntemi hala yürürlükte. SSDF ile ilgili teklifin (kredi kartları kısmı çıkartılmış olsa da) en uygun zamanda tekrar gündeme getirileceği kesin.

Bu günler o en uygun zamanlardan biri olabilir. Zira İsrail Devleti Hamas’ın yeni lideri Sinvar’ı da suikast ile öldürdü. Bu durum bölgede suların iyice ısınmasına neden oldu.

Diğer taraftan, siyasal iktidar bir yandan İsrail ile olan ticaretini (Filistin’e yapılıyormuş gibi göstererek) artırarak sürdürürken (3), diğer yandan İsrail Devleti karşıtı söylemlerini artırıyor, hatta İsrail’i bir gece ansızın Türkiye’ye girebileceği iddiası ile suçluyor.

“Mesele vatansa gerisi teferruat…”

Böyle bir işgal ve savaş korkusu altında, özellikle de milliyetçi ve siyasal İslamcı taban olmak üzere, toplumu savaşçı politikaların ardına dizmek çok zor olmasa gerek. Tarih bunun sayısız örnekleriyle dolu.

İktidar bloku bunu bildiğinden bir savaş algısı yaratıyor ve hem halktan hem de muhalefetten ekonomik sorunlar için sabır beklerken, savaşla ilgili olarak da iktidarı açıktan desteklemesini istiyor.

“Etkin casusluk” yeniden gündemde!

Kısaca, ortada ülkemize yönelik somut bir saldırı tehdidi mevcut değilken, “savaşa hazırlıklı olmalıyız” türünden söylemlerin artırılması ve “casusluk eylemleriyle daha etkin mücadele edilebilmesi amacıyla Türk Ceza Kanunu’nda yeni bir suç ihdas edilmesi” yönünde daha önce bir kez ertelenmiş olan bir düzenlemenin bu kez yeni bir torba yasada tekrar gündeme getirilmesi pek hayra alamet olmasa gerek.

Torba yasanın 16. maddesi ile yapılması öngörülen düzenleme şöyle:

“Devletin güvenliği ile iç veya dış siyasal yararları aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda suç işlenmesi yaptırıma bağlanmaktadır. Devletin iç veya dış siyasal yararına yönelik gerçekleştirilen ve suç teşkil eden fiillerin bu madde kapsamında ayrıca cezalandırılması kabul edilmektedir. Bu kapsamda iktisadi, mali, askeri, milli savunma, kamu sağlığı, kamu güvenliği, kamu düzeni, teknolojik, kültürel, ulaştırma, haberleşme, siber alan, kritik altyapılar ve enerji gibi diğer yararlar da devletin iç veya dış siyasal yararları kavramı içinde kabul edilmektedir. Dolayısıyla casusluk maksadıyla bu gibi yararlar aleyhine gerçekleştirilen ve suç teşkil eden fiiller, ihdas edilen bu suçun konusunu oluşturabilecektir. Maddenin ikinci fıkrasıyla, fiilin savaş sırasında işlenmiş veya devletin savaş hazırlıklarını veya savaş etkinliğini veya askerî hareketlerini tehlikeyle karşı karşıya bırakmış olması halinde faile sekiz yıldan on iki yıla kadar hapis cezası verileceği kabul edilmektedir.” (4)

Savaş kötüdür!

Mevcut İsrail-Filistin savaşı Gazze milli gelirinin yüzde 81 oranında azalmasına, kitlesel iş kayıpları nedeniyle işsizliğin ve yoksulluğun artmasına ve insani krizlerin daha da kötüleşmesine yol açtı. Ayrıca savaş nedeniyle ortaya çıkan ticaret kısıtlamalar Batı Şeria ekonomisinin ciddi şekilde sekteye uğramasına, gelir kesintilerine ve yardımların azalmasına ve fiilen Filistin Hükümetinin işleyişinin sekteye uğramasına neden oldu.

Öyle ki Batı Şeria'daki kitlesel işsizlik ve artan yoksulluk işletmelerin yüzde 96’sının faaliyetlerinin azalmasının ve yüzde 42,1'inin işçi istihdamını azaltmasının doğrudan bir sonucudur. Toplam 306 bin istihdam kaybı yaşandı ve Batı Şeria’da savaş öncesi yüzde 12,9 olan işsizlik oranı yüzde 32’ye yükseldi. Bu istihdam kayıpları Filistinli hanelerin ekonomik dayanıklılığını ciddi bir şekilde aşındırdı ve sosyal zorlukları daha da kötüleştirdi (tahmini günlük 25,5 milyon dolarlık işgücü geliri kaybı). (5)

Dışarıdaki savaş içerideki otoriterliği besler

Meselenin bir boyutu da dışarıdaki savaş ile içerdeki otoriterlik arasındaki zorunlu bağdır. Yani dışarıda yürütülen savaş ile yurtiçindeki insanlık dışı uygulamalar, insan hakları ihlalleri, hak ve özgürlüklerin iyice kısıtlanması, hak arama eylemlerine izin verilmemesi arasında derinden bir bağ vardır. Bu da aslında savaşın ve militarizmin bir başka biçimidir. Polis güçlerinin militarize edilmesi bunun somut bir örneğidir. Devlet savaşçı ve sömürgeleştirici bir emperyal güç haline geldiğinde, toplumsal kişilikteki aynı dürtüler kaçınılmaz olarak kendi halkına karşı döner.

Savaş yoksulların düşmanıdır

Öyle ki yoksullukla işsizlikle ve yolsuzlukla mücadele programlarının, savaştan çıldırmış bir toplumun elinde etkisiz kılınmasını izlemek durumunda kalırız. Savaş sektörü insan, beceri ve para çekmeye devam ettiği sürece, yoksulların rehabilitasyonu için gerekli fonları ya da enerjiyi bulabilmek mümkün olmaz. Bu yüzden savaşları yoksulların düşmanı olarak kabul etmek gereklidir.

Savaş yeni vergiler, borçlanma ve enflasyon demektir

Savaş, neden olacağı devasa insani zarar ve doğa yıkımının yanı sıra, vergilerimiz başta olmak üzere, kısıtlı kamusal kaynakların eğitime, sağlığa, sosyal güvenliğe, işsizlik ve yoksullukla ve uyuşturucu kullanımıyla mücadeleye değil, savaş sanayine ayrılması, savaş baronlarının ve zenginlerinin daha da semirtilmesi demektir.

Türkiye’nin de dâhil olacağı bir savaş ise, ekonomik çöküntü kadar, halkın daha da yoksullaşması, yeni vergilerin konulması, daha fazla devlet borçlanması ve enflasyonun patlaması ve TL’nin daha da değersizleşmesi demek olacaktır.

Ertelenen kanun teklifi örneğinde gördük ki, savaş altında dahi büyük servetlerin sahiplerinden vergi almayı akıllarından geçirmeyen siyasal iktidar, yaşamımızı sürdürebilmek için bağımlısı hale getirildiğimiz banka kredi kartlarından dahi yeni vergiler almak istedi.

Sorumluluk savaşa mı yıkılmak isteniyor?

Çok ciddi bir ekonomik kriz ve toplumsal bir çürümenin ve çöküşün yaşandığı ülkemizde bu çöküşün asıl sorumluları, bu çöküşün sorumluluğunu savaşa yükleyip, böylece işin içinden sıyrılmak istiyor olabilirler mi?

Milliyetçilik, militarizm ve savaşçı söylemlerin ve davranışların ardına sığınarak, ekonomik çöküşün, derin yoksulluğun, devasa pahalılığın, yaygın işçi, kadın ve bebek cinayetlerinin, çocuk tacizlerinin ve yaygın yolsuzlukların üzerini mi örtmeye çalışıyorlar?

Savaş işçi sınıfının düşmanıdır!

Savaş umacısı altında işçi sendikalarını ve demokratik kitle örgütlerini, siyasal partileri daha da zayıflatarak işçilerin, emekçilerin ekonomik ve demokratik taleplerini mi baskılamaya çalışıyorlar?

Ülkeyi bir savaşın içine sokarak, bizleri sonsuz bir insani zarara ve doğa yıkımına mı mahkûm etmeye çalışıyorlar?

Bilim, sanat ve kadın düşmanlığını körükleyerek ülkeyi Orta Çağ’ın karanlığına mı sürüklüyorlar?

Sonuç: Savaşa karşı barış sözcüklerinin gücü!

Birinci Dünya Savaşı'nda Bakhmut'ta savaşan ve daha sonra Kızıl Ordu’ya katılan, ikinci Dünya Savaşı sırasında ise Nazilere karşı verilen savaşın öneminin farkında olan, buna rağmen savaşta hayatını kaybeden 27 milyon Sovyet vatandaşının acısını derinden yaşayan, bu yüzden de savaşa karşı olan Sovyet şair Volodymyr Mikolayovich Sosiura, savaşa karşı müzakerenin (sözcüklerin) gücünü 1961 yılında yazdığı bir şiirinde şöyle anlatır: (6)

“Sözün gücünü bilirim.

Bir süngüden daha keskindir

ve bir mermiden bile daha hızlı,

bir uçaktan daha hızlı.

Oh, mutluluk silahı: sözcükler!

Sizin yanınızda yaşamaya alıştım…”


Dip notlar:

(T24)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder