T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM"-26 Ekim 2024-

10 soruda Ahmet Taner Kışlalı cinayeti: 25 yıldır cinayetlerin bir numaralı sorumlusu bulunamadı! -Gökçer Tahincioğlu-

Ölümünden kısa süre önce yazıları nedeniyle hedef gösterilen Kışlalı cinayetine ilişkin soru ve yanıtlar...

Siyasetçi, akademisyen, gazeteci Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın ölümünün üzerinden 25 yıl geçti. 1999’da, aracının sileceğine bırakılan bombalı paketin patlamasıyla hayatını kaybeden Kışlalı’yı öldürenlerin Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy gibi aydınları da siyasi suikastler sonucu öldüren Selam-Tevhid Ordusu üyeleri olduğu açıklandı. Bu örgütü kuran ve yönetenler hakkında açılan Umut Operasyonu davasının ana kısmı yıllar önce sonuçlandı ancak dosyanın bir numaralı sanığı konumundaki Oğuz Demir, bugüne kadar yakalanamadı.

Ölümünden kısa süre önce yazıları nedeniyle hedef gösterilen Kışlalı cinayetine ilişkin soru ve yanıtlar şöyle:

1. Ahmet Taner Kışlalı kimdir?

Ahmet Taner Kışlalı, 10 Temmuz 1939'da Tokat'ın Zile ilçesinde doğdu. İlkokulu annesinin görevli olduğu Kilis Kemaliye İlkokulu'nda bitiren Kışlalı, Kilis Ortaokulunun ardından eğitimine Kabataş Erkek Lisesi'nde devam etti. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde öğrenim gören Kışlalı, aynı yıllarda spor muhabirliğine başladığı Yeni Gün gazetesinde kısa sürede yazı işleri müdürü oldu.

Kışlalı, 1967'de Fransa bursuyla girdiği Paris Hukuk Fakültesinde doktorasını "Modern Türkiye'de Siyasi Güçler" teziyle tamamladı. Fransa'da tanıştığı Nicole (Nilgün) ile 28 Mayıs 1968'de evlenen Kışlalı'nın, bu evlilikten kızları Altınay ve Dolunay dünyaya geldi.

Kışlalı, 1968-1972 yıllarında Hacettepe Üniversitesi'nde "siyaset sosyolojisi" dersleri verdi. Ancak askerlik hizmeti sonrasında bu görevine dönmedi.

TRT Bilimsel Başarı Ödülü'ne 1971'de layık görülen, 1972'de doçent olan Kışlalı, 1971-1977 yıllarında Yankı dergisinde görev yaptı.

Bu dönemde CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit ile tanışan ve 1977'de CHP'den İzmir Milletvekili seçilen Kışlalı, 1978-1979 yıllarında Ecevit'in kurduğu 42. Hükümet'te Kültür Bakanlığı yaptı.

12 Eylül sonrasında üniversiteye dönen Kışlalı, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde "siyaset bilimi" dersleri verdi.

Kışlalı, 1988'de profesör oldu, 1991'de Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarlığına başladı. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Atatürkçü Düşünce Derneği gibi derneklerin toplantılarına konuşmacı olarak katılan Kışlalı, 1993'te Fransız Ulusal Liyakat Nişanı'na layık görüldü.

Kışlalı, 9 Eylül 1995'teki trafik kazasında eşi Nilgün Kışlalı'yı kaybetti, kendisi ise ağır yaralandı.

Nilüfer Kışlalı ile 1997'de ikinci evliliğini yapan Kışlalı'nın bu evlilikten ise kızı Nilhan Nur dünyaya geldi.

Ahmet Taner Kışlalı, 21 Ekim 1999'da otomobiline yerleştirilen bombanın patlaması sonucu hayatını kaybettiğinde 60 yaşındaydı. Türkiye'yi yasa boğan saldırının ardından Ankara'daki cenaze töreninde Kışlalı'yı son yolculuğuna binlerce kişi uğurladı.

Vefatına kadar Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını yazmayı ve Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde ders vermeyi sürdüren Kışlalı, ölümünden sonra 1999 Sertel Demokrasi Ödülü'ne layık görüldü.

2. Kışlalı, neden hedef haline geldi?

12 Eylül öncesinde ve sonraki yıllarda da yazıları ve çalışmaları nedeniyle tehditler alan Kışlalı, ölümünden 5 ay önce Cumhuriyet gazetesinde kaleme aldığı yazıları nedeniyle hedef haline geldi. Bazı gazetelerde fotoğrafının üzerine çarpı işareti konuldu. 13 Mayıs 1999 tarihli yazısı için, “Halkı Köpeğe Benzetti”, “Zorba Kemalist Gemi Azıya Aldı” ifadeleri kullanıldı. Kışlalı, yazısında tarikat ve cemaatleri eleştirerek, bu yapılara sunulan ayrıcalıklara dikkati çekmişti.

3. Kışlalı, nasıl öldürüldü?

Kışlalı, öğrencilerine ithaf ettiği "Siyasal Çatışma ve Uzlaşma" adlı kitabında, "şiddetin psikolojisi" ve "terörizmin sosyolojisi"ne ilişkin analizlerde bulunmuştu. Kışlalı'nın kitaptaki tespitlerinden biri, "Silah ve şiddet karşısında toplumun boyun eğdiğini göstermek ne kadar yanlış ise terörü yaratan ortamın değişmesi için gerekli demokratik adımları atmaktan kaçınmak da o ölçüde hatalıdır" şeklindeydi. Kışlalı, tam da dikkat çektiği terörün hedefi oldu.

21 Ekim 1999’da saat 09.40’da Ankara’da evinin önünde uğradığı bombalı saldırı sonucu hayatını kaybetti. Kışlalı, o sabah her zaman olduğu gibi köşe yazısını erken saatlerde yazdı ve 09.30 sularında Cumhuriyet gazetesine faksladı. Hemen ardından da ders verdiği Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne gitmek için aracına gitti. Saatler 09.40’ı gösterirken otomobilinin kapısını açan Kışlalı, tam o sırada, bira kutusunu andıran bir kutunun, gazete kağıdına sarılı halde silecekleriyle kaputu arasına sıkıştırılmış olduğunu fark etti. Kışlalı, araçtan inerek paketi almak istedi ancak bombalı paket büyük bir gürültüyle patladı. Sol kolunu o an kaybeden Kışlalı, hastaneye kaldırıldı ancak kurtarılamadı. Cenazesi büyük bir katılımla Karşıyaka Mezarlığı’na defnedildi.

4. Cinayetten sonra ne yaşandı?

Kışlalı'nın eşi ilk ifadelerinde bombalı saldırıdan sonra hemen aracın yanına koştuğunu, eşinin sol kolunun kopmuş ve kan kaybından ölmek üzere olduğunu gördüğünü, avazı çıktığı kadar bağırdığını, yakında bir polis koruma noktası olmasına rağmen polislerin yanına hemen gelmediklerini anlattı. Saldırıdan sonra çok yönlü soruşturma başlatıldı ancak benzer faili meçhul kalan siyasi cinayetlerde olduğu gibi sonuç alınamadı.

5. Kimler suçlandı ve soruşturuldu?

Cinayetten kısa bir süre sonra terör örgütü İBDA-C'ye yönelik operasyon yapıldı. Gazete yazarlarına suikast hazırlığı yaptığı öne sürülen 20 kişinin yakalandığı açıklandı. İddiaya göre Kışlalı suikastı şüphelisi bu isimler, gazeteci Fatih Altaylı, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk gibi isimlere suikast hazırlığı suikast hazırlığı içindelerdi. Ancak bu soruşturmadan Kışlalı cinayeti açısından bir sonuç çıkmadı.

6. Umut Operasyonu nedir, Kışlalı cinayeti neden bu soruşturmaya dahil edildi?

Uğur Mumcu cinayetini aydınlattığı iddia edilen Umut Operasyonu, adını “Uğur Mumcu Uzun Takip” dosyasından aldı. Operasyon Ocak 2000’de Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu'nun Beykoz'daki villasına yapılan baskında bulunan hard disklerin incelenmesinden sonra başlatıldı. Buradaki bilgilerden İstanbul'da “Tevhit - Selam / Kudüs Ordusu” adlı örgütün İran bağlantısıyla eylemleri yaptığı şüphesi doğdu. Sadece Uğur Mumcu cinayeti değil, aynı örgütün Muammer Aksoy, Bahriye Üçok suikastleri gibi pek çok eyleme imza attığı söylendi.

Bu bilgilerin açığa çıkmasının ardından büyük bir operasyonla iki kişi yakalandı. Bu iki kişiye, Mumcu cinayeti başta olmak üzere Ankara’da işlenen benzer suçlarla ilgili tatbikat yaptırıldı. Her ikisi de cinayetleri kabul ediyor, ayrıntılarla basının önünde bilgi veriyordu. Ancak bu iki ismin, Yusuf Karakuş ve Abdülhamit Çelik’in asıl şüpheliler olmadığı kısa sürede ortaya çıktı. Her ikisi de işkence altında ifade verdiklerini söyledi. Birkaç gün içinde Karakuş ve Çelik’in bağlı olduğu aynı örgütün üst düzey isimlerine yönelik operasyon yapılması, işkence iddialarını güçlendirdi.

Dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, konuyla yakından ilgileniyordu. Yapılan soruşturma temmuz ayında tamamlandı. İlk gözaltına alınan gruptakilerin verdikleri isimler doğrultusunda çalışmalar yürütüldü. Ferhan Özmen liderliğinde olduğu ileri sürülen yeni bir grup gözaltına alındı ve tutuklandı.  Ankara İl Jandarma Alay Komutanlığı ekipleri, 13 Mayıs 2000 tarihinde, Sincan'ın Çimşit köyünde, 39 el bombası, 2 el bombası fünyesi, 46.5 kilogram C-4 plastik patlayıcı, 46 TNT kalıbı, çok miktarda fişek ve 18 makineli tabanca buldu.

Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı suikastının faili olarak 14 Mayıs 2000`de Ankara'da gözaltına alınan Necdet Yüksel'in aynı gruptan olduğu açıklandı. Yüksel’in, 15 Mayıs 2000 tarihinde, Sincan'da yer göstermesi sonucu, çok sayıda değişik çapta tabanca, 3 Uzi marka tabanca, 8 lav silahı, 50 susturucu, kullanıma hazır bomba düzenekleri, 81 tam 8 yarım yeşil renkli C-4 patlayıcı, 25tam 6 yarım beyaz renkli C-4 patlayıcı ve çok sayıda mermi ele geçirildi.

11 Temmuz 2000'de Ankara 2 No'lu Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde (Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok ve Kışlalı cinayetlerini de içeren) 18 olayın konu edildiği "Umut Davası"nda 15'i tutuklu, 17 sanığın yargılanmasına başlandı. İddianamede, Mumcu'nun aracına konan bombanın Ferhan Özmen tarafından yapıldığı ve araca Necdet Yüksel'in gözcülüğünde Oğuz Demir tarafından yerleştirildiği ifade edildi.


7. Dava nasıl sonuçlandı?

İlk yargılama sonunda sanıklardan Necdet Yüksel, Rüştü Aytufan ve Ferhan Özmen'e "Anayasal düzeni cebren değiştirmeye teşebbüs etme" suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi. Örgütün İran bağlantısını sağladığı iddia edilen Ali Akbulut, Selahattin Eş, Ahmet Cansız, Aydın Koral ve firari sanık Oğuz Demir hakkındaki dosya ayrıldı.

2002'de Yargıtay Necdet Yüksel'e ve Rüştü Aytufan'a verilen hapis cezaları onadı. Hakkındaki ilk karar bozulan Özmen’e 28 Temmuz 2005'te Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından ağırlaştırılmış müebbet, Ekrem Baytap da 15 yıl hapis cezası aldı.

Yedi sanık (Abdulhamit Çelik, Hasan KılıçMehmet Ali TekinMehmet Şahin, Fatih Aydın, Muzaffer Dağdeviren ve Yusuf Karakuş) altı yıla kadar hapis cezasına çarptırıldı. Sanıklar hakkında ceza indirimi yapıldı. Firari sanık Oğuz Demir'in dosyası ayrıldı.

2006'da Yargıtay 9. Ceza Dairesi, Özmen hakkındaki kararı onadı. Sanık Baytap'a verilen 15 yıl hapis cezası bozuldu. Diğer sanıkların ise cezalarında indirime yol açan Topluma Kazandırma Yasası'ndan yararlanamayacaklarına işaret edildi.

Mahkeme, 17 Aralık 2013’te, sanıklardan Mehmet Ali Tekin, Hasan Kılıç ve Ekrem Baytap’ı “silahlı suç örgütü kurma ve yönetme” eylemlerinden 12 yıl 6’şar aya; Abdulhamit Çelik, Fatih Aydın, Yusuf Karakuş, Mehmet Şahin ve Recep Aydın da “silahlı suç örgütü üyesi olmak” suçundan 6 yıl 3’er ay hapse mahkûm etti.

8. Kışlalı’nın faillerinin kim olduğu açıklandı?

Davanın bir numaralı sanığı Ferhan Özmen’in Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy ve Ahmet Taner Kışlalı cinayetlerini işleyen kişi olduğu tespiti yapıldı. Bu karar, Yargıtay 9. Ceza Dairesi'nin 8 Kasım 2006 tarihli kararı ile onandı.

9. Dosya kapandı mı?

Kışlalı cinayeti yönünden evet. Ancak Umut Operasyonu davası hâlâ bir bölümü yönünden sürüyor.

Suikastlara katılmaktan değil örgüt üyeliğinden ceza alan ve operasyonun sonradan hayal kırıklığı yaratan ilk dalgasında tutuklanan sanıklar, 17 Temmuz 2014 ve 8 Ağustos 2014 tarihlerinde Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulundular. Başvurucular, gözaltında haklarının hatırlatılmadığını, azami gözaltı süresinin aşıldığını, haksız olarak tutuklandıkları ve gözaltına alındıkları gerekçesiyle kişi hürriyeti ve güvenliği haklarının ihlal edildiğini, ifadelerinin işkence altında alındığını, avukat huzurunda alınmayan ifadelerinin hükme esas alındığını, yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle adil yargılanma haklarının ihlal edildiğini öne sürdüler. Yüksek mahkeme, başvurucuların avukat yardımından yararlanma hakkıyla bağlantılı olarak hakkaniyete uygun yargılanma hakkı ile yargılamanın 13 yıl 10 ay 25 gün sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verdi. Karakuş ve Şahin’e 10’ar bin, Kılıç’a 18 bin lira manevi tazminat ödenmesine hükmedildi. 2017’deki bu karar uyarınca, 3 sanık yönünden yeniden yargılama süreci başladı. Ardından örgüt üyeliğinden ceza alan diğer sanıkların da yeniden yargılanmasına başlandı. Sanıklar cezaevinde kaldıkları süre gözetilerek tahliye edildi. Gelinen noktada, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alanlar dışında davanın sanıklarından cezaevinde kalan yok.

Mehmet Şahin, Talip Özçelik ve Mehmet Kassap 1 Nisan 2005’te yürürlüğe giren yeni TCK’da haklarında daha düşük ceza öngörüldüğünden, cezaevinde geçirdikleri 5 yıl göz önüne alınarak tahliye edilmişti.

Sanıkları evinde barındırdığı iddiasıyla hakkında dava açılan Arif Tari, Şartla Salıverme Yasası'ndan yararlandırıldı. Süreç içinde, sadece üyelikten ceza alan diğer isimler de yeni TCK nedeniyle tahliye edildi. Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi'nde ikinci kez yargılanan ve hakkındaki ceza Yargıtay incelemesinden henüz geçmeyen sanıklardan Muzaffer Dağdeviren 22 Eylül 2005'te İstanbul Fatih'te girdiği bir silahlı çatışmada başından vurularak öldürüldü. Kalanlar ise AYM kararıyla tahliye oldu.

Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi, yıllar önce dosyası ayrılan Selahattin Eş, Ali Akbulut, Aydın Koral ve Ahmet Cansız hakkındaki yakalama kararını “savunmalarını” yapmaları amacıyla kaldırdı. Ahmet Cansız dışındaki üç sanık, 2020 yılı içinde Türkiye’ye geldi ve mahkemede savunma yaptı, iddiaları reddetti. 20 Ekim 2020’deki duruşmada mahkemeye çıkan Aydın Koral, “Oğuz Demir’i tanımıyorum. En ufak bir örgütsel faaliyetimiz olmadı. Ben dini ve ilmi araştırmalarda bulundum” dedi. Koral, mahkemenin mahkûmiyet kararı vermesi halinde ise hükmün açıklanmasının geri bırakılması uygulamasını kabul edeceğini de ifade etti.

Davada 8 Aralık 2020 tarihinde karar çıktı. Mahkeme, sanık savunmaları, tanık beyanları ve tüm dosya kapsamından yüklenen suçun sanıklar tarafından işlendiğinin sabit olmaması nedeniyle Selahattin Eş, Ali Akbulut ve Aydın Koral’ın beraatine karar verdi. Cansız’ın dosyası ayrıldı. Ayrı bir esas numarasında devam ediyor.

10. Davanın kritik ismi Oğuz Demir bulundu mu?

Hayır. Oğuz Demir, 28 yıldır kayıp. 1971 doğumlu olan Demir, “arananlar” listesinde ve 600 bin TL ödülle aranıyor. Hakkında İran’da olduğu iddiaları de dile getirilen Demir’in, Ankara’da yapılan operasyon sırasında kaçtığı ve sınır kapısından yasal yollarla geçtiği öne sürüldü. Demir’in hakkındaki davanın, zamanaşımından düşme ihtimali de tartışılıyor.

2022’de, Demir ile ilgili ilginç bir karar verildi. Oğuz Demir için Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi'nin, “kaçak” kararı aldığı açıklandı. Böylece Demir’e ulaşılamamasına rağmen davanın kapanmasının önüne geçilebileceği öne sürüldü. Aynı mahkeme; MİT ve emniyete, Oğuz Demir için ne yaptıklarını ve yeni bilgi olup olmadığını sordu. Mahkemenin aldığı karar yargılamanın sürmesini sağlayabiliyor. Ancak dosyasının zamanaşımına girmesini engellemesi mümkün görünmüyor. Bu nedenle Demir hakkındaki davanın 2030’a kadar karara bağlanması gerekiyor. “Kaçak” kararının da davanın hükme bağlanabilmesi için verildiği belirtiliyor. Bu durumda Demir, “hükümlü” olarak aranabilecek.

Gazeteci Adnan Gerger’in kaleme aldığı “Uğur Mumcu’yu kim öldürdü?” adlı kitapta, Oğuz Demir ile ilgili ilginç bilgiler veriliyor. Kitapta, Demir’in mühendis olduğu, patlayıcılar konusunda özel eğitim aldığı, operasyonlar devam ederken, Ankara Sincan’da yakalanacağı sırada, bulunduğu aracı polislerin üzerine sürerek kaçtığı ve daha sonra Türkiye’den ayrıldığı iddia ediliyor. Demir’in patlayıcıları temin eden ve eylemlerde kullanan isim olduğu, hüküm giyen Özmen ile İran bağlantılarını kuran isim olduğu da öne sürülüyor. Bu nedenle diğer sanıklardan farklı bilgilere sahip olabileceği üzerinde de duruluyor. 2007’de Avustralya’da izine rastlandığı bilgisi dosyaya girdi. Ancak İran’da olduğu sanılan Demir’in Avustralya ile ne gibi bir ilgisi olabileceği de aydınlatılamadı. Demir’in Türkiye’deki malvarlığı, İçişleri Bakanlığı kararıyla donduruldu. Demir’in “kaçak” olarak arandığı dava sürüyor.

                                                                /././

Resimdeki gözyaşları ve bir “sürecin” perde arkası -Gökçer Tahincioğlu-

Türk Havacılık ve Uzay Sanayii A.Ş. (TUSAŞ) saldırısında şehit olan makine mühendisi Zahide Güçlü Ekici

Acının fotoğrafına bakalım sıklıkla… Unutmamak gerçekten de bir sadakat borcu olsun… Bir çiçek nasıl olup da böyle acı verebilir insanlara?

Hayat, çok sevdiğin ve sevindirmek istediğin birini neşeyle şaşırtabildiğin anda yüzünde gördüklerinden ibaret.

O yüzden bir daldan koparılıp, utangaçlıkla uzatılan bir çiçeğin hikayesinin üzerinden öylece geçip gitmek kolay olmamalı.

Kapıya gönderilen bir çiçeğin.

Vazoya zarifçe yerleştirilen bir demetin.

Bir çiçeğin hikayesinin üzerinden öyle kolayca geçip gidilememeli…

* * *

Zahide Güçlü, TUSAŞ’ın nizamiyesine, eşinin gönderdiği çiçeği alabilmek için indiğinde kısa hayatının oracıkta, hiç uğruna biteceğini elbette bilmiyordu.

O gün evden çıkarken hayatlarını kaybedeceklerini bilmeyen diğerleri gibi.

Yaş ilerledikçe doğum günleri, özel günler aynı zamanda kaygı demektir biraz da…

Günler, aylar, yıllar daha hızlı geçiyordur artık, bir zamanlar asla gelmeyeceğini düşündüğün yaşların içindesindir, hayatın geride bıraktığının kısmının nasıl ve neden öyle geçtiğini karanlık bir iç çekişle düşünmeye başlarsın.

Ancak kanser hastası çocuğunun ve diğer çocukların annesi olmuş, birkaç çocuğun yüzünde çiçekler açtırmışsan dertlerin de başkadır elbette.

Boşa geçirilmemiş bir yaşam, değer üretmekten ibarettir ve değer dediğin bazen sadece bir çiçektir…

* * *

Zahide Güçlü’nün 14 yıllık eşi Yalçın Ekici, cenazede dışa vurmamaya çalışarak ancak başaramadan hayat arkadaşının göğsüne iğnelenmiş fotoğrafının üzerine göz yaşlarını akıtıyordu fotoğrafta içli içli.

Acının fotoğrafını çekebilir misin?

Bu ülkede zor değil…

* * *

Onlarca, yüzlerce, binlercesine tanıklık ettik böyle anların, binlerce kez “unutmayacağız” diye haykırıp… Binlerce kez günlük rutinin arasında aklımızdan öfkeyle geçirip…

Hayat böyledir, edepsizce geçmeye devam eder günler, edepsizce unutturur sana olanları, edepsizce aklına getirir ardından yeniden unutturmadan hemen önce.

* * *

2016’da da böyle olmuştu. Yine birilerinin büyük hesapları sürüp giderken ve o büyük hesapları yapanlar ölenleri, yaralananları, hayatlarını bir daha eskisi gibi sürdüremeyecek insanları zerre önemsemez ama kutlu ve büyük sözleri hoyratça havaya savururken, Ankara’nın dört yanında bombalar patlamaya başlamıştı.

Kokteyl terör, PKK, IŞİD, istihbarat örgütleri, canlı bomba, bombalı araç, zaman ayarlı patlayıcı…

Ankara’nın boşalan sokaklarının hüznüne bakıp, başkentin bomba değil bozkır soğuğunda, bir dolmuş durağında üşürken el ele tutuşmak, Kızılay’dan Cebeci’ye, Tunalı’nın bir başından diğer başına yürümek, Kuğulu’nun anlaşılamayan, küçücük kalmış büyük güzelliğine bakıp kalmak anlamına geldiği anlatmaya çalışmıştım bir yazıda…

Hatay’dan Avukat Hatice Can aramıştı.

Öğrenciliğini başkentte yaşamış, sokaklarını içine çekmiş, 40 yıllık insan hakları avukatı…

Eski fotoğrafları göstererek, “Ankara budur” demişti, Ankara oydu, o fotoğraflar ve o hafızaydı…

Hatice Can, sadece 7 yıl sonra, depremde, nasıl yapıldığı belirsiz, hesabı asla bütünüyle verilemeyecek bir binanın altında kalarak kaybetti yaşamını.

2016’da bombaların patladığı Ankara’da, onlarca insan evlerine gitmek isterken…

Acının fotoğrafını çekmek maalesef kolay bu ülkede…

* * *

Büyük hesaplar yapılıyor yine…

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Abdullah Öcalan için “umut hakkı” çağrısında bulunmasından Cumhurbaşkanı’nın haberinin olmadığını anlatıyor “bazı kaynaklar.”

Bazıları ise tam aksini, tam bir yıldır yapılan bir plan doğrultusunda hareket edildiğini...

İçişleri Bakanı, TUSAŞ’a saldıranların PKK’lı olduğunu açıklıyor, örgütün üst yönetimi, “Eğer bizdense…” dediği açıklamasında, bir yandan süreci destekleyeceğini anlatıyor diğer yandan, ne kadar doğru bilinmez, eylemle ilgili pek de bir şey bilmediğini şaşırtıcı bir üslupla aktarıyor.

Kulislerde, “umut hakkı” konusunda iktidar bloğunun bir taslak çalışması yaptığı, Öcalan’la birlikte kaç hükümlünün daha bu haktan yararlanabileceğini hesapladığı, içlerinde IŞİD ve Gülen cemaati hükümlülerinin de bulunduğu kalabalığın da bu kapsama gireceğini gördükleri, çalışmanın olgunlaştırıldığı, üzerinde uzun konuşmalar yapılacağı konuşuluyor.

Diğer yandan DEM Parti’nin, daha geçen ay, bütün bunlar konuşulmadan, ağırlaştırılmış müebbet hükümlülerinin umut hakkından yararlandırılması, 25 yıl cezaevinde yatanlar için koşullu salıverme hükümlerinin uygulanması ve serbest bırakılmaları yönünde teklif verdiği anlaşılıyor.

* * *

Nedir umut hakkı?

Ömrünü cezaevinde tamamlaması öngörülen kişilerin durumlarının 25 yıl cezaevinde kalmalarından sonra yeniden değerlendirilmesi ve koşullar uygunsa serbest bırakılmaları.

Ankara’da AİHM’nin uygulanmasını istediği bu hakkın ciddi biçimde masaya yatırıldığı anlaşılıyor.

Ama bazı isimler için “öylece bırakmak olmaz” diyenler de var. Onların “ev hapsi”, “yarı açık cezaevi” önerileri de masada…

* * *

Bununla sınırlı değil…

Bahçeli’nin neden yaptığı anlaşılamayan, perde arkası ile ilgili “ideolojik kamplara” göre tahminlere konu olan açıklamasının ardındakileri net görmek şu anda mümkün değil.

İç siyaset, dış politika, güvenlik stratejisi kavramları havada uçuşuyor.

Ancak yol haritasıyla ilgili bilgi kırıntılarına erişmek mümkün…

Öcalan ve Kandil’in çağrıya en azından söylem düzeyinde olumlu yanıt vermelerinin ardından Ankara’da neler yapılabileceği konuşuluyor.

Bir yandan anayasa masası kurulduğunda yapılacaklar, diğer yandan sürecin “garantiler verilerek” yürütülmesi zorunluluğu…

Dünyada örneği olmayan bir müzakere modeli…

Masada umut hakkı ile hasta mahpusların bırakılması, kayyımlara son verileceği garantisi verilmesi, ana dilde eğitim, Suriye’deki statü de var.

Rafa kaldırılan Dolmabahçe mutabakatında yer alan hakikat komisyonu gibi komisyonların kurulmasına ise sıcak bakılmadığı konuşuluyor.

Ve sıradaki adımın Ankara’dan, iktidar bloğundan beklendiği…

* * *

Ama insanlar ölüyor.

Geçen hafta sonu yapılan bir etkinlikte, usta romancı Sezgin Kaymaz, Ankara’yı anlatırken, “ne kadar çok kişinin ismi verildi sokaklara, köprülere, bulvarlara, caddelere” diye yakındı.

Gelip geçerken okuduğumuz levhalar…

Hikayesini, hangi yemekleri sevdiklerini, kime âşık olduklarını, hangi takımı tuttuklarını, neye güldüklerini, neye ağladıklarını, kalplerinin kırık ya da neşeli taraflarını bilmediğimiz binlerce insanın ismi var başkentin sokaklarında…

“Unutmayacağız!”

Unutmayan birileri de vardır elbet, öyle hamasi ölüm-yaşam sloganları ile değil, içten gelen, dertli bir sızıyla…

İnsan, en sevdikleri ölene kadar ismiyle hayatta kalabiliyor sonuçta…

Ankara’da acının fotoğrafını çekmek zor değil…

Bu da bizim bütün bu büyük oyunları oynayanların pek de üzerinde durmadığı hayatlarla ilgili büyük çaresizliğimiz olsun.

Ama acının fotoğrafına bakalım sıklıkla…

Unutmamak gerçekten de bir sadakat borcu olsun…

Bir çiçek nasıl olup da böyle acı verebilir insanlara?

Düşünelim bu soruyu da, değil mi?

Sivas’ta kaybedilen bir başta acının nedeni Metin Altıok bitirsin:

“Koyup zarfın içine, üstünü acıyla pulladım…

Sana bir sevinçlik, menevişli kuş yolladım…”

                                                              /././

Gürsel Tekin’nin Rojin Kabaiş raporundan çarpıcı iddia: Ciğerlerinde su yoktu, midesi yemek doluydu…-Candan Yıldız-

Baba Nizamettin Kabaiş: Kızımın otopsisine katılan bir doktor “6 gün suda kalmışsa kalmıştır, 18 gün olsaydı bütün bedeni dağılırdı” dedi.

Devlet Bahçeli’nin başlattığı sürecin karmakarışıklığı içinde gölgede kalmasın, gündemden düşmesin.

Rojin Kabaiş, intihar mı etti yoksa öldürüldü mü?  

Van Yüzüncü Yıl Çocuk Gelişimi Bölümü birinci sınıf öğrencisi Rojin’in cansız bedeni kaybolduktan 18 gün sonra Van Gölü kıyısında bulundu.

Cenazenin bulunduğu yer Rojin’in cep telefonu, kulaklık, su şişesi ve kekinin bulunduğu yerden 24 kilometre uzaklıktaydı.

Baba Nizamettin Kabaiş’le konuştum. Ailenin soruları meşru ve soruşturmanın titizlikle yürütülüp yürütülmediğinin turnusol kâğıdı olacak içerikte.

- Yurt yönetimi Rojin’in gece gelmediğini neden aileye ve karakola geç haber verdi? Kaybolma olaylarında dakikaların bile önemli olduğunu düşünürsek soruşturmada yurt yönetiminin ihmali araştırılıyor mu?

- Rojin’in cenazesi cep telefonu, kulaklık, su şişesi ve kekin bulunduğu noktadan 24 kilometre uzaklıkta bulundu. 18 gün boyunca dalgıçlar, helikopterler aynı bölgede arama yaptı. Bir insan bedeninin o kadar sürüklenmesi mümkün mü, daha yakın bir mesafedeki kıyıya vurması daha olası değil mi?

- Rojin’in cansız bedeninin bulunduğu yöne sürüklenmesi mümkün mü? Zira aile suyun akıntı yönünün ters olduğunu söylüyor. Bedenin o yöne sürüklenmesinin izahı nedir?

- Rojin’in telefonunun bulunduğu yerden 30 metre uzaklıkta bir yükseltide ailenin gördüğü içki şişeleri delil olarak toplandı mı? Rojin’in babası Nizamettin Kabaiş “Keşke şişeleri toplasaydım. Çekirdek kabukları ve patates cipsi ambalajları yeni gibiydi. Çamura vs. bulanmamıştı” bilgisinden yola çıkarsak içki şişelerinin ertesi gün yerinde olmamasının nedeni ne? Polis mi delil olarak topladı yoksa başkaları mı aldı?

- Baba Kabaiş kızının telefonunun bulunduğu yerden 250 metre uzaklıkta bulunan göl kıyısında (Van Gölü) kızının başörtüsünün bulunduğunu söyledi. Babanın başörtüsünün kuru olduğunu ifadesinden yola çıkarsak soruşturmada bu bilgi nasıl açıklanıyor.

Diyarbakır Hazrolu olan Rojin Kabaiş’in ölümüyle bir kez daha gündeme gelen ihmallere, güvenlik zaaflarına, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nin yönetim yapısına, ilişkilerine, alınan ihalelere ve kadrolaşmaya ilişkin dikkat çeken bilgilerin yer aldığı bir rapor hazırlandı.

Raporu hazırlayan isim Gürsel Tekin

Tekin’in hazırladığı rapora göre 32 bin öğrencinin öğrenim gördüğü Van Yüzüncü Yıl Üniversite kampüsünün kuzey sınırı ile Bardaklı Köyü arasındaki sınır, önlem ve güvenlik amacıyla kapatıldı ama sonrasında kapatılan bölüm Rektör Hamdullah Şevli’nin talimatıyla açıldı.

“Rojin’in kaybolduğu kampüs giriş çıkışını tekrar açtırmıştır. Bahsi geçen alanda herhangi bir güvenlik kulübesi veya görevli güvenlik personeli konulmamış, halihazırda açık ve ilgili bölgenin güvenlik kameraları çalışmamaktadır. Ayrıca bu telli sınırın açılmasını isteyen muhtar Tevfik Uçar kampüs içindeki birçok yapı işleri ihalesini almasıyla ve Rektör Hamdullah Şevli’yle olan sıkı dostluğuyla Van kamuoyunda dikkat çeken bir isim olarak bilinmektedir.”

Resimdeki derme çatma yapılmış geçiş yeri öğrenci yurtları – kampüs-kampüs sınırlarına komşu Bardakçı Köyü sınırlarında tel örgüler kaldırılarak Van YYÜ Rektörlüğü tarafından açılmıştır. Mevcut alan hala açık , kamera veya güvenlik görevlisi olmamakla birlikte ve herhangi bir güvenlik önlemi hala alınmamıştır

Rapora göre, ki yerel basına da yansıdı bu konu, on yıldır görev yapan üniversitenin güvenlik müdürünün yerine rektör yardımcısının makam şoförü, güvenlik müdürü olarak atandı!

“Rektör Yardımcısı Murat Kayrı’nın makam şoförü Dilaver S. ilgili birim başına getirilmiş ve konu Van basınında skandal olarak yer bulmuştu.”

Gürsel Tekin’in hazırladığı raporda Rojin’in otopsi işlemiyle ilgili de şu bilgiler yer aldı:

“Henüz resmi otopsi raporu bildirilmeyen Rojin Kabaiş’in darp ve cebir izi olmadığına dair bilgiler ilgiyi dağıtmak için sızdırıldı ve aileye henüz bilgi verilmedi .Van YYÜ Rektörü otopsi gecesi sabah 4.00 e kadar otopsiyi hastanede beklemiştir .Otopside her ne kadar darp olmadığı şeklinde ön bilgi olarak paylaşılmışsa da Rojin’in akciğerlerinde su olmadığı, midesinin yemek dolu olduğu, kanında anestezik madde olduğu konuşulmaktadır.”

Raporu dikkate aldığımızda şu soruyu soralım…

Eğer Rojin kaybolduğu gün intihar ettiyse 18 günün sonunda midesinin boş olması gerekmez miydi? Rektör raporda iddia edildiği gibi neden sabah 4.00’e kadar hastanede bekledi?

Rojin’in otopsisiyle ilgili boynunda kırık olduğu iddiası da var.

Baba Nizamettin Kabaiş’le konuştuğumda önemli bir bilgiyi de paylaştı. Kulağının her an telefonda olduğunu, günlerinin böyle geçtiğini belirten baba kızının otopsisine giren bir hekimin kendisine “Otopsi 6 saat sürdü. Abi kızınız suda kalmışsa 5 ya da 6 gün kalmıştır. Söylendiği gibi 18 gün suda kalsaydı bütün bedeni dağılırdı” dediğini aktardı.

Raporda Van YYÜ. Rektörü Hamdullah Şevli’nin yakınındaki isimlerin geldiği görevler de yer alıyor ama o da başka yazının konusu olsun.

Söz rektörden açılmışken, Prof. Hamdullah Şevli, özel üniversite olan İstanbul Ticaret Üniversitesi’nden Van YYÜ’ye 2019 yılında rektör olarak atandı. Üstelik iki kez… AKP Genel Merkez’de Fatma Betül Sayan’nın sosyal politikalar başkanı olduğu dönemde başkan yardımcısı kadrosunda görev yaptı. 2015 seçimlerinde AKP’nin Van adaylarından biriydi. 2018 seçimlerinde de yine Van’dan aday adayı oldu.                                                   /././

Gizli kamu borçları (IV): Gizli kamu borçlarının büyüklüğünü ölçmek mümkün mü?-Binhan Elif Yılmaz-

Bilginin simetrik değil asimetrik dağılımı ya da diğer adıyla asimetrik bilgi, borcun sürdürülebilirliği açısından büyük sorun yaratmaya devam ediyor. Bu bilinmezlik, düzensiz ve uzun süren bir temerrütten kaçınma konusunda önlerinde büyük bir engel.

Küresel kamu borç stoku küresel milli gelir ile neredeyse eşit. Bir de kamu borç istatistiklerine yansımayan küresel gizli kamu borçları var ki, hacminin 1 trilyon $’a ulaştığı tahmin ediliyor. Bu açıklanmayan ve gizli yükümlülükler, 100 trilyon $’a yaklaşan küresel kamu borcuyla karşılaştırıldığında büyük bir meblağ gibi görünmüyor olabilir. Ancak son yıllarda üç katına çıkan yıllık yeniden finansman ihtiyaçlarıyla zaten yüksek oranda borçlu olan düşük gelirli ülkeler için büyüyen bir tehdit olduğu açık.

Gizli kamu borçlarında Çin sorununu, bu yazı dizisinin ikisinde ele aldım. Ancak pek çok başka ülke örneği mevcut. Borç istatistiklerinde önemli sınırlamalar ve eksik raporlamaların varlığı giderek daha fazla kabul görüyor. Özellikle düşük gelirli gelişmekte olan ülkelerdeki kamu borcunu analiz etmek, birçok eksik parçası olan bir bulmacayı çözmeye benziyor.

IMF ve Dünya Bankasının 2021 yılında yayımladığı Düşük Gelirli Ülke Borç Sürdürülebilirliği Değerlendirmesine göre, düşük gelirli ülkelerin yüzde 44'ü dış borç riski altında ve bunların yüzde 12'si zaten temerrüt riski içinde[1].

Horn vd. (2024)[2], çalışmasında yer alan örneklemdeki ülkeler ve dönem itibariyle geriye dönük olarak borç istatistiklerine eklenen 1 trilyon $ tutarında gizli kamu borcunun var olduğunu ispatlıyor. Bu tutar, örneklemdeki tüm ülkelerin toplam kamu borçlarının yüzde 12’sini aşan bir büyüklük. Yazarlar, tüm bildirilmemiş borçlar ortaya çıkarılmadığından, bunun "gizli borç"un gerçek büyüklüğü için alt sınır olduğunu vurguluyor.

Dünya Bankası’nın Borç Şeffaflığı Raporu’[3]na göre farklı yayınlarda açıklanan kamu borcu verileri, ilgili otoritelerin kayıtlarına göre GSYİH'nin yüzde 30'una kadar tutarsızlık gösteriyor.

Aynı raporda ilginç bir ülke örneği de var: Mozambik'teki "Tuna Bond" davası. Mozambik, yetersiz borç şeffaflığının tehlikelerini vurgulayan önemli bir örnek. 2016 yılında daha önce bildirilmeyen ve büyüklüğü 1,15 milyar $ tutarında iki büyük kredi alınmış. Bu büyüklük aynı zamanda ülkenin GSYİH'sinin yaklaşık yüzde 9'una eşit. Mozambik’in bu gizli kamu borcunun ortaya çıkışı sonrasında ülkeye yapılan uluslararası yardım desteği kesilmiş, ekonomik kriz baş göstermiş ve hükümet kamu harcamalarında büyük kısıntılar yapmak zorunda kalmış. En büyük kaybedenler de yoksul Mozambikliler olmuş.

Şimdi de bazı düşük gelirli ülkelerin gizli borçlarının ne kadar ve nasıl açıklandığını anlatan Borç Raporlama Isı Haritası[4]na bakalım: (Harita yazının sonunda yer alıyor.)

Isı Haritasına göre, analize dahil edilen 76 düşük gelirli ülke arasında kamu borcu verilerinin açıklanmasında büyük değişkenlik var. Kamu borcu verileri, özellikle Sahra Altı Afrika ve küçük devletlerde sistematik olarak yayımlanmıyor veya güncellenmiyor. 2019 ve 2020 yıllarına ait değerlendirmeler, düşük gelirli ülkelerin yaklaşık yüzde 40'ının, “metodolojik olarak tanımlanan asgari veri açıklama ve bilgilendirme standartları”na ulaşmadığını gösteriyor. Ya hiç borç verisi yayınlamamışlar ya da borç verileri iki yıldan eski.

Standart borçlanma araçlarının tamamı (krediler ve menkul kıymetler) genellikle yer almıyor. Düzenli borç verileri yayımlayan 46 düşük gelirli ülkenin yüzde 60'ı kredileri, garantileri ve borçlanma senetlerini, yüzde 40'ı da bu araçlardan en az birini eksik olarak yayımlıyor. 15’ten fazla ülkede ödenmemiş teminatlı borçlar bulunuyor ve teminatlandırmanın ayrıntıları resmi istatistiklerde yer almıyor. Ayrıca ülkelerin yalnızca 18'i, yasal çerçevelerine ve borçlanma uygulamalarına göre beklenenlerle uyumlu olan borç istatistikleri yayımlamıyor. Çoğu durumda, istatistikler sadece merkezi yönetimin doğrudan borcuna odaklanırken, toplam kamu kesimi borçluluğuna ulaşmayı sağlayan yerel yönetim borçları ile kamu iktisadi teşebbüslerinin borçlarını ise açıklamıyor.

Isı Haritasına göre gizli kamu borçlarını açıklama seviyesindeki iyileşme oldukça yavaş. Bazı ülkeler son yıllarda gizli kamu borçlarını açıklama konusunda ilerleme kaydetse de diğer bazı ülkelerde gerileme ortaya çıkmış. 

Dolayısıyla yükümlülüklerin veya borçlanma şartlarının gerçek kapsamının, genellikle alacaklı ülkeler ya da uluslararası finans kuruluşlarının tam bilgisi dışında olduğu birçok borçlu ülke bulunmaktadır.

Bilginin simetrik değil asimetrik dağılımı ya da diğer adıyla asimetrik bilgi, borcun sürdürülebilirliği açısından büyük sorun yaratmaya devam ediyor. Bu bilinmezlik, düzensiz ve uzun süren bir temerrütten kaçınma konusunda önlerinde büyük bir engel.

Ekonomik gidişat iyi değilse gizli borçların maliyeti daha da büyük olur. Çünkü ne kadar gizli borç olduğu ve kamu borcunun gerçek boyutu, kriz dönemlerinde anlaşılır. Gizli kamu borçları, aynı zamanda gizli temerrüte dönüşme riski taşıyor.

2014'e kadar süren yüksek küresel emtia fiyatları ve göreceli refah döneminde birçok gelişmekte olan ülke, Paris Kulübü dışındaki alacaklılardan biri olan Çin başta olmak üzere diğer hükümetlerden yoğun bir şekilde borç aldılar. Bu borçların önemli bir kısmı büyük veri tabanlarına kaydedilmedi ve kredi derecelendirme kuruluşlarının radarından uzak kaldı. Kamuya ait veya garantili işletmelerin, raporlama standartlarından uzak dış borçlanmaları da arttı. Gizli borçlardaki patlama, kayıt dışı borcun yeniden yapılandırılmasına ve gizli temerrütlerde artışa yol açtı. Borçlanma şartları veya yeniden yapılandırma koşulları hakkında nispeten az şey bilinmekle beraber, kesin olan şey, tarihsel olarak belirsizliğin kriz çözümünü rayından çıkarması veya en azından geciktirmesidir[5].

Gizli kamu borçlarının potansiyel ekonomik etkilerini minimuma indirmek için, mevcut gerçek borç tutarının açıklanması, yeni borçlanmaların da şeffaf bir şekilde yapılması gerekir. Borç şeffaflığı ülkelere doğrudan fayda sağlamakla kalmaz, aynı zamanda uluslararası finansal sistemde ülkeler arasında doğru ve etkin dağılımı için de önemlidir.

Şeffaflık hayatın her alanında çok önemli. Bilgi eksikliğinin ve gizliliğin tüm yükünü toplum olarak yaşıyoruz. Sorunlar büyüyor ve giderek daha içinden çıkılamaz hale bürünüyor. O nedenle sadece kamu borçlarında gizliliği ortadan kaldırmakla sorun çözülmüyor, her kamu kurumunun aktardığı bilgiler asimetrik olmamalı. Çünkü güveni zedeleyen en önemli unsurlardan biri, bilgi asimetrisidir. Ayrıca acı bir biçimde tecrübe ediyoruz ki; 

DOĞRU, GERÇEK GÖSTERGE VE RAKAMLARLA YOLA ÇIKILMAZSA, ATILAN POLİTİKA ADIMLARI, ÇÖZÜM YERİNE KAOS YARATIR.

Gizli kamu borçlarıyla mücadelede ve ortaya çıkarılmasında borç şeffaflığının önemini bir sonraki yazımda ele alacağım. Görüşmek üzere.

[1] https://www.worldbank.org/en/topic/debt/brief/debt-transparency-report

[2] Horn, S., Mihalyi, D., Nickol, P. & Sosa-Padilla, C. (2024). Hidden Debt Revelations. NBER Working Paper No. 32947, Cambridge.

[3] World Bank Group (2021). Debt Transparency in Developing Economies. Washington DC, USA. https://www.worldbank.org/en/topic/debt/publication/report-debt-transparency-in-developing-economies

[4] Bkz. World Bank (2021). Debt Reporting Heat Map: 2021. https://www.worldbank.org/en/topic/debt/brief/debt-transparency-report

[5] Pazarbaşıoğlu, C. & Reinhart, C.M. (2022). Perspectives on Debt: Shining a Light on Debt. Finance & Development, March 2022, 12.

                                                               /././

                                                   T24 - GÜNDEM

SAHA EXPO 2024'te fuara katılan "BAE Systems" hakkındaki soruya Fidan'ın yanındaki kişiden cevap: Bana soracaksın, ben müsaade edeceğim.

fidan bae systems

SAHA EXPO 2024 Savunma, Havacılık ve Uzay Sanayii Fuarı'nda Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'a İsrail ile ticaret yapan bir şirketin neden fuarda olduğunun sorulması üzerine Fidan'ın yanındaki kişilerden biri, "Bana geleceksin soracaksın, ben sana müsaade edeceğim" ifadelerini kullandı. Fuarda İslamcı yazar Adem Özköse de İsrail ordusuna silah tedarik ettiği için eleştirilen İngiltere merkezli savunma şirketi BAE Systems'in fuara katılımını protesto etmesi üzerine gözaltına alındı. 

Bakanlıkların da destek verdiği SAHA EXPO 2024 Savunma, Havacılık ve Uzay Sanayii Fuarı'na birçok ülkeden firma katıldı. Özköse, BAE Systems'in stadında, "Bu İsrail'in en büyük silah tedarikçilerinden biri. Gazze'de kardeşlerimiz öldürülürken buna izin vermeyelim" sözleri ile şirketi protesto etti.

"İzinsiz sorusunun" ardından Özköse, ağzı kapatılarak gözaltına alındı. Adem Özköse'nin kurucusu olduğu Muştu Gençlik isimli kuruluş, daha sonra Özköse ve bir kişinin serbest bırakıldığını sosyal medya hesaplarından duyurdu.

Özköse sosyal medya hesabından protestosuna dair şu şekilde paylaşım yaptı:

"İsrail'in en büyük silah tedarikçilerinden olan İngiliz şirketi BAE SYTEMS'i protestomuz sonrası gözaltına alınmamız nedeniyle arayan, mesaj atan, destek olan herkese çok teşekkür ediyorum. Serbest bırakıldık. Mücadeleye devam"

Fidan'a 'Müsaadesiz' soru polemiği

Bunun ardından bakanların da ziyaret ettiği fuarda bir kişi Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'a "BAE Systems'in bu fuarda ne işi var?" diye sordu.

Fidan soruyu yanıtsız bırakırken yanındakilerden birinin kameranın önüne geçerek, "Bana geleceksin soracaksın, ben sana müsaade edeceğim" ifadeleri dikkat çekti.

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan da bugün SAHA EXPO 2024 Savunma, Havacılık ve Uzay Sanayii Fuarı'na katılarak açıklama yapmıştı.

                                                                ***

Yavuz Bingöl, düğününde dedesinden kalma İstiklal madalyasını taktı.

Şarkıcı Yavuz BingölNilşah Ağaoğlu ile Balıkesir'in Ayvalık ilçesinde sade bir törenle evlendi. Bingöl'ün babası törende kendi babasından kalma İstiklal Madalyasını oğluna hediye etti.Bingöl, TUSAŞ saldırısı sonrası buruk olduklarını dile getirdi.(https://t24.com.tr/haber/yavuz-bingol-dugununde-dedesinden-kalma-istiklal-madalyasini-takti,1192265)
                                        ***

T24 muhabiri Asuman Aranca, "Sinan Ateş cinayeti bilirkişi raporu" haberiyle AB Araştırmacı Gazetecilik Ödülü aldı: Ödülü, göz göre göre öldürülen bebekler, çocuklar ve kadınlar adına alıyorum!
T24 muhabiri Asuman Aranca, "Sinan Ateş cinayeti dosyasındaki bilirkişi raporuna T24 ulaştı: Ateş’in adresini Ülkü Ocakları Başkanı istemiş!”  başlıklı haberiyle, AB Araştırmacı Gazetecilik Ödüllerinde birincilik ödülüne değer gördüldü. Aranca'nın haberi, Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Ödülü ile Çağdaş Gazeteciler Derneği'nin (ÇFD) 2022 Yılın Başarılı Gazetecileri Ödülleri'nde Rafet Genç Haber Ödülü'ne de layık görülmüştü. (https://t24.com.tr/haber/t-24-muhabiri-asuman-aranca-sinan-ates-cinayeti-bilirkisi-raporu-haberiyle-ab-arastirmaci-gazetecilik-odulu-ne-layik-goruldu-odulu-goz-gore-gore-oldurulen-bebekler-cocuklar-ve-kadinlar-adina-aliyorum,1192238)

                                                            ***

"Yenidoğan çetesi", solunum ilaçlarını Kuzey Irak'a satmış

En az 12 bebeğin ölümüne sebep olmakla suçlanan 'yenidoğan çetesi' hakkında yeni gelişmeler ortaya çıktı. Dinlemeye takılan konuşmalara göre çetenin, solunum sonunu yaşayan bebeklere verilmesi gereken ilaçları Kuzey Irak'a sattığı öğrenildi. Kanal D'nin aktardığına göre, yenidoğan çetesi solunum sorunu yaşayan bebeklerin ihtiyacı olan ilaçları kaçak yollarla Kuzey Irak'a sattı. Yeni ortaya çıkan telefon kayıtlara göre çete, baskın yapılmaya başlandığında bile yasadışı faaliyetlerine devam etti.(https://t24.com.tr/haber/yenidogan-cetesi-solunum-ilaclarini-kuzey-irak-a-satmis,1192252)

(T-24)


 


soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -25 Ekim 2024-

 Yine de kötümserlikten uzak -Mesut Odman-

Kötümserlik devrimcinin zehridir, karamsarlıksa intiharı…

Hepsinden önce üç cümleyi art arda yazalım ve hiç aklımızdan eksik etmeyelim: İnsanın insan tarafından sömürülmesi, ezilmesi ve öldürülmesi suçtur. Bu suçu önlemek de işleyenleri, hem insanları koruma hem sağaltılabilir suçluları geri kazanma amaçlarını birlikte gözeterek, cezalandırmak da toplumun kaçınılmaz sorumluluğudur. Ama, ne yazık ya da ne yapalım ki, burada dile getirilen toplum sözcüğünün başında “sosyalist” sözcüğü yazılıdır. Oraya ulaşmadan ve geriye dönüşü engellemeden kurtuluşu sağlamanın mümkün olmadığını ise artık öğrenmiş bulunuyoruz. Belki de şöyle söylemek daha gerçekçi olacaktır: Umarım öğrenmişizdir.

Sonra devam edelim: Yine ne yazık ki, içinde yaşamakta olduğumuz, yeni doğan bebelerin, çocukların, gençlerin, kadınların, işinde gücünde umarsız insanların sömürüldüğü, ezildiği, öldürüldüğü, bu iş ve eylemlerin her gün dur durak bilmeksizin yinelendiği bir toplumdur. Bir kez daha ne yazık ki, yeryüzü dediğimiz gezegendeki toplumların çok büyük çoğunluğu üç aşağı beş yukarı böyledir. Sondan bir önceki cümlede sıraladıklarım ise rasgele yazılmış değildir; toplumumuza ilişkin güncel saptamaların ürünüdür ve o insanların her biri her gün tanık olduğumuz o suçlarla suçluların dayanılmaz saldırısı altındadır.

İnsanlık, yüzyıllardır varlığını sürdüren sınıflı toplumlarda, şiddeti ve biçimleri değişmekle birlikte, aynı ya da benzer saldırılarla karşı karşıya kalmıştır aslında. Onlara karşı direnmiş, savaşmış, zaman zaman zaferler, bu sözcük fazla abartılı bulunursa, başarılar kazanmış; ancak onların kökünü kazımakta kalıcı başarılara ulaşamamıştır. İsteyen şöyle de söyleyebilir: Başarıların kalıcılığı, öznel değerlendirmelerin iyimserliğiyle sınırlı olmuştur.

İlk çeyreği bitmeden başlayan ve son çeyreği bitmeden sona eren dilimiyle geçen yüzyılın ayrı bir yeri olduğunu öne sürmekse, bir tür hesap görme yapılırken ne abartılı bir iyimserliğin ne de keserin hep kendine yontmasının ürünü sayılabilir. İşçi sınıfı denilen bir yeni ve büyük toplumsal özne ortaya çıkmış, daha doğrusu ortaya çıkışının ardından serpilip gelişerek ayaklanmış, gücü eline almış, akıllarda ve düşlerde oluşturulan bir dünyayı kurmak üzere küçümsenmeyecek bir yol aldıktan sonra yenilmiş ya da yenilgisini önleyememiştir. Bu yenilginin, yüzyılların çürütücü etkileri altında kalmış büyük kitleler üzerindeki yıkıcı, yıldırıcı sonuçları da hesaba katıldığında, farklı ağırlıkta da olsa dünyanın her yanına kötümserlik tohumlarının saçılmasına yol açmadığı düşünülemez. Ama bunu not etmekle yetinip yeni bir toplum kurma yolundaki çabaları engelleyici nitelikler taşıyan bir insan tipolojisinin yaratılmış olduğunu gözden kaçırmayalım. Yazının amacına daha uygunu bu olacak çünkü.

Marx ile Engels Kasım 1845 ile Ağustos 1846 tarihleri arasına rastlayan ve dönemlerinin önde gelen düşünürlerinin belirleyici etkilerinden önemli ölçüde uzaklaştıkları Alman İdeolojisi başlıklı çalışmalarının hâlâ ışık tutucu giriş bölümünde, devrimin neden gerekli olduğu sorusuna da değinirler. Orada vurgulanan şudur: Sosyalizm mücadelesinin başarısı için “insanların kitlesel bir ölçekte değiştirilmesi zorunludur; böyle bir değiştirme ancak pratik bir hareket içinde, bir devrimde mümkün olabilir.” Sonra aynı yerde, devrimin, başka nedenlerin yanı sıra, iktidarı alacak sınıf  “ancak bir devrimde geçmiş çağların fışkısından kendini kurtarmayı ve yeni bir toplumu kurmaya uygun duruma gelmeyi başarabileceği için zorunlu” olduğu belirtilmiştir.

Bunları yazanların o devrimin gerçekleştirilmesine de ondan sonra yeni bir toplum kurmaya girişilmesine de tanıklık edemediklerini biliyoruz. Buna karşılık, tanıklık etmenin ötesinde, o devrimi ve yeni bir toplum kurma işini kendi pratiğine dönüştürebilmiş bir insanı tanıyoruz.

Lenin, Ekim Devrimi’nden sonraki iç savaş döneminin sonuna doğru, 1919 yılında “Büyük Sorunların Gösterilmesinde Küçük Bir Resim” başlıklı bir yazı yazıyor ve orada yeni kuruluşu kapitalizmin yarattığı malzemeyi kullanarak gerçekleştirmekten başka bir yol olmadığını öne sürüyor. Burjuva koşullar altında yoğurulmuş ve onun ruh durumu ile doldurulmuş bir insan malzemesinin oluşturduğu bir aygıtı kullanmanın çaresizliğinden söz ediyor.

Burada bir ayraç açarsak, aynı çaresizlikle, üstelik yukarıda değinilen çözülüş ve yıkılış döneminde saçılan kötümserlik tohumları da hesaba katılırsa, bugün de karşı karşıya olduğumuz ileri sürülemez mi?

“Eyvah ki eyvah!” demeyi bırakıp biraz daha ilerleyelim. Ütopyacı sosyalistlerden ayrıldıkları noktayı da sosyalizmi onlar gibi saksılarda ve seralarda yetiştirilmiş değil, kapitalizmin ürettiği malzemeden yararlanarak kurmak isteyişlerine dayandırıyor devrimin önderi. Bu malzemenin ise “yüzlerce ve binlerce yıllık kölelik, toprak köleliği, kapitalizm, küçük bireysel işletmecilik ve pazarda bir yer ya da ürünü veya emeği için daha yüksek bir fiyat elde etme uğruna herkesin komşusuna karşı yürüttüğü savaş ile çürütülmüş” olduğunu söylüyor.

Devam edelim. Aynı önder, iç savaşın son yılı olan 1920’nin Nisan-Mayıs aylarında yazılan ve Çocukluk Hastalığı  kısaltılmış adıyla bilinen eserinde, yeni toplumun gelişimi “halk arasındaki işbölümünün giderilmesi, halkın eğitilmesi, onlara çok yönlü gelişme ve çok yönlü bir eğitimin sağlanması, böylece her şeyi yapabilir duruma getirilmeleri yönünde bir ilerleme imkânı” vereceğini belirtiyor. Hemen ardından bunun uzun yıllar alacağını ekledikten sonra şöyle sürdürüyor: “Sosyalizmi kurmaya soyut insan malzemesi ile ya da bizim için özel olarak hazırlanmış insan malzemesi ile değil, kapitalizmin vasiyetinde bize bıraktığı malzeme ile başlayabiliriz, başlamalıyız.”

Bu iki yaklaşımı, kurucu düşünürlerin ve kurucu önderin yazdıklarını, iki uç olarak mı anlamalı yoksa birbirini bütünleyen iki bakış açısı olarak mı? Bence ikincisi.

Kısa bir irdeleme yapabiliriz.

Tümüyle ilkini öne çıkarırsak, görece kısa bir sürede gerçekleşecek siyasal anlamdaki devrimin, emekçilerin geçmişin “fışkısından” kitlesel olarak arınabilmelerini sağlaması, imkânsızlık ölçüsünde zordur. Dolayısıyla, devrimi emekçilerin eski çağların çürütücü etkilerinden kurtarılmaları açısından zorunlu görmenin toplumsal bir süreç olarak devrimle bağlantılı düşünülmesi doğru olur. Ancak, bu uyarı, kitlelerin öncüsü ve yönlendiricisi durumundakilerin arınmaları ve yeni insana doğru evrilmeleri olasılığına yönelik çabaların her aşamada gerekliliğini yok saymaya yol açmamalıdır.

Tümüyle ikincisini esas almak ise, bir yandan, geçen yüzyılın deneyimlerinde gözlemlendiği üzere, sosyalist toplumu inşa sürecinde yeni insanın yaratılmasına yönelik bilinçli uğraşlara gereken emeğin ve kaynağın ayrılmasını engelleyebilir, öte yandan, devrim mücadelesinde ve onun örgütlerinde bu yönde gösterilecek çabaların çok erken, dolayısıyla başarıya ulaşması çok güç görülerek  ihmal edilmesine neden olabilir.

Tam da buraya gelmişken, “yeni insan”dı şuydu buydu derken, yazının başında sıralananlar  aklıma geliyor ve “Biraz komik mi oluyorum?” kuşkusuna kapılıyorum. Yenisini bırakalım, insanın şöyle birkaç on yıl eskisine de razı olacak duruma mı geldik acaba? Oysa, belli bir özlemle sözünü edip durduğumuz yirminci yüzyılda ne büyük başarılar, hatta çekinmeden söylemeli, zaferler kazanmadı mı insanlık? Hangi kötümserlik tohumları, nerelere kadar saçılmış ve böyle bir değil birçok yazıda dile getirilmiş olursa olsun, onlara tutsak düşmenin kaçınılmaz olduğunu kim söylemiş?

Kötümserlik devrimcinin zehridir, karamsarlıksa intiharı…

                                                               /././

Bakanlık suç mu işliyor?-Rıfat Okçabol-

Öğretmenlik Meslek Kanunu’nun Meclis'te kabul edilmesi üzerine bakanlık bu kanunla ilgili bir açıklama yapmıştır. Bakanlık, bu resmi açıklama ile resmen toplumu kandırarak suç işlemiş oluyor.

Öğretmenlik Meslek Kanunu’nun Meclis'te kabul edilmesi üzerine bakanlık 10 Ekim 2024 günü web sayfasında bu kanunla ilgili bir açıklama yapmıştır. Bakanlık, bu açıklamasında şu ifadeye de yer vermiştir:

"Öğretmenler; öğrencilerini, Atatürk inkılap ve ilkelerine ve anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türk milletinin millî, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan, insan haklarına ve anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış hâline getirmiş erdemli insanlar olarak yetiştirecek."

Bakanlık, bu resmi açıklama ile resmen toplumu kandırarak suç işlemiş oluyor. Çünkü!

Bilindiği gibi Atatürk inkılapları ve ilkelerinin en önemlileri laiklik ve bilimselliktir.

Bilindiği gibi insan hakları deyince akla öncelikle toplumsal cinsiyet eşitliği, ırkların ve inançların eşitliği, yaşama hakkı ve eğitim hakkı gelmektedir. Çocuk yaşta evlendirmeler, çokeşlilik, cinsel istismar ve cinayetler insan haklarıyla bağdaşmamaktadır.

Yine bilindiği gibi Anayasa’nın başlangıcındaki temel ilkeler arasında, çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi, millî egemenlik, Anayasanın ve hukukun üstünlüğü, hürriyetçi demokrasi, kuvvetler ayrılığı ve yurtta barış dünyada barış gibi ilkeler vardır.

Ancak Kasım 2003’te başlayan ve 21 yıldır süren AKP iktidarının söylemleri ve uygulamaları, aşağıda örneklendiği gibi, Atatürk inkılapları ve ilkeleri ile de, insan haklarıyla da, Anayasa’nın başlangıcındaki temel ilkeleriyle de bağdaşmamaktadır:

  • Fetöcü darbe girişimine kadar 13 yıl okullarda "Kutlu Doğum Haftası" etkinlikleri düzenlenmiştir.
  • 2005’ten bu yana, kader ve sabır gibi genellikle çocukların sorgulamasını, irdelemesini ve araştırmasını engelleyen dini anlayışı öne çıkaran "değerler eğitimi" sürdürülmektedir.
  • 3797 sayılı yasa yerine 2011’de çıkarılan 652 sayılı KHK’de, bu yasada var olan öğrencilerin “insan haklarına ve anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen insanlar olarak yetiştirilmesi” maddesine yer verilmemiştir.
  • Pek çok maddesi Anayasa’nın laiklikle ilgili maddelerine aykırı olan 4+4+4 yasası çıkarılmıştır.
  • Din dersleri açılmıştır.
  • Din derslerinde gerektiğinde kocanın eşini dövebileceğini belirten "Peygamber’in veda hutbesi" okutulmaktadır.
  • Okullarda, çocukların Cumhuriyet döneminde giymeye başladığı giysi türleri yasaklanırken türban serbest bırakılmıştır.
  • Okullarda mescit, üniversitelerde cami açılmıştır.
  • Okullarda, laikliği, bilimselliği ve halk egemenliğini öne çıkaran milli bayramların kutlanmasına son verilmiştir.
  • 1934’te müze yapılan dünya mirası Ayasofya, camiye dönüştürülmüştür.
  • İstanbul Sözleşmesinden çıkılmış, okullarda başlatılan toplumsal cinsiyet eşitliği projeleri durdurulmuştur.
  • Çocuk evlilikleri ve cinsel istismarlar artmıştır. Cinsel istismar konularında yargılanan kimi yandaş öğretmenler ilçe milli eğitim müdürlüğüne terfi ettirilmiştir.
  • Türkiye Uluslararası İslam Bilim ve Teknoloji Üniversitesi açılmıştır.
  • Yedi yıldır uygulanmakta olan 2017 müfredatı ile bu yıl uygulanmaya başlanan Türkiye Yüzyılı Maarif Modelinin içeriği tamamen bakanlığın yukarıdaki açıklamasından 180 derece farklıdır.
  • Tarikatlara, tarikatlaşmaya, onların gizli resmi okul açmalarına destek verilmiştir.
  • Bakanlık 21 yıldır çağdaş eğitimi savunan derneklerle/vakıflarla değil tarikat niteliğindeki dernek ve vakıflarla protokoller imzalamaktadır.
  • Diyanet Akademisi açılmıştır.
  • ÇEDES ve "Manevi Rehberlik" uygulamalarıyla imamlarla hafızlar okullarda cirit atmaktadır.
  • Yaz aylarında milyonlarca çocuk diyanetin anaokullarında dini psikolojik baskı altına alınmakta ve türbana alıştırılmaktadır.
  • AKP’nin lideri sık sık, “ne halk egemenliği, egemenlik Allah’ındır, Allah’ın; eşitsizlik kadının fıtratında var; en büyük özgürlük Allah’a itaattir; Taliban’ın dini anlayışıyla bizim dini anlayışımız arasında fark yok” gibi açıklamalar yapmaktadır. “Dinin ve kininin davacısı olacak” gençlik istemektedir Bilindiği gibi 24 Temmuz 2018 tarih ve 3048 sayılı yasa ile “Stratejik planların Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen temel hedef, ilke ve amaçlar çerçevesinde hazırlanması, uygulanması ve izlenmesine” başlanmıştır. Ve de Cumhurbaşkanı, Atatürk inkılapları ve ilkeleri, insan hakları ve Anayasa’nın başlangıcındaki temel ilkeleri doğrultusunda hemen hiçbir hedef, ilke ve amaçtan söz etmemektedir.

21 yıllık sicili yukarıda özetlendiği gibi olan bakanlık, üstelik bu açıklamayı yaptığı gün kadın öğretmenlere nasıl giyinecekleri konusunda ders verileceğini açıklamıştır.

Bakanlık, web sayfasındaki gerçeklerle bağdaşmayan açıklamayla toplumu kandırmıyor mu? Suç işlemiyor mu?                     

                                                       /././

Yenidoğan vahşetinin sorumluları -Ali Rıza Aydın-

Toplumsal denetim ve sınıfsal savaşım çalıştırılmadan, sağlığın tüm unsurları devletleştirilmeden çözüm gelmez.  

Bir çeteye bağlanan, çete üyesi olduğu söylenen kimilerinin soruşturmalarının başlatıldığı ve olayın geçtiği kimi özel hastanelerin kapatıldığı süreç AKP iktidarının Sağlık Bakanı, Adalet Bakanı ve Cumhurbaşkanı üçgeninde devam ettiriliyor. Yeni ihbarlar geldikçe vahşetin ortaya çıkarılan kişi ve hastanelerle sınırlı olmadığı anlaşılıyor. 

Her zaman yaptıkları pişkinlikle, sanki iktidarda değilmiş gibi, sanki toplumun sağlıklı yaşama hakkına sahip olmasında ve “herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürülmesini sağlamak” amacıyla sağlık politikaları ve hizmetlerini planlayıp uygulamak ve denetlemek devletin görev ve sorumluluğunda değilmiş gibi sahte üzüntülerle, suçu belirli kişilere yükleyerek kaçıyorlar sorumluluktan. 

Kapitalizmin bitmeyen felaketlerinden biriyle daha karşı karşıyayız. Siyasi iktidarların felaketlerin çözümsüzlüğünü kapitalizme ve kendilerine yüklememek için seçtikleri kişi ve kurumlara yüklemesi sahteliğini bir kez daha görüyor ve yaşıyoruz. Narin vahşetinde ve daha birçok olayda gördüğümüz suçları havale işi, Yenidoğan vahşetinde de sürdürülüyor. 

Anayasanın devlete yüklediği görev ve sorumluluğun başında yer alır herkesin “yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı” ve “hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlama” hakkı. Bu görev ve sorumluğu, Anayasada yazıyor diye “özel kesimlerdeki sağlık ve sosyal kurumlarından yararlanarak” yerine getirmeye ağırlık vermek devleti sorumluluktan kurtarmaz. Aynı Anayasada yerine getirme işinin “denetim”le  bütünleştirileceği de yazılı.  

Sağlık Bakanı ve Bakanlığı kendisine Anayasa, yasalar, KHK ve CBK’lerle verilen planlama ve denetim görevini yerine getirmeyerek, Cumhurbaşkanı da “yürütme yetkisi ve görevi”ni “Anayasa ve kanunlara uygun olarak” kullanan ve yerine getiren, “devletin başı” olarak sorumludur. Bu görev ve yetki yerine getirilmeyerek, ihmal edilerek ya da kötüye kullanılarak Yenidoğan vahşetinin yolu açılmıştır. Gözler yumulmuş, düzen adına susulmuştur.

Anayasal denetim organları olarak konuya bakıldığında, yürütme organı içindeki hiyerarşik ve teftiş denetimlerinde -ki tek başına ortaya çıkan bir olay değil hastane, hasta ve görevliler düzeyinde yaygın ve sürekli olaylar, sakat bırakmalar ve ölümlerle, ihbar ve şikayet tarihinden sonra da devam eden olaylarla karşı karşıyayız-  görev ihmali, görevi kötüye kullanma, cana kast, maddi varlığı koruyamama suçlarında birinci derecede devrede olan görevliler dışında denetim elemanları, bakan ve cumhurbaşkanı da devrededir. Bu denetim olaylar yaşandıktan, ölümlerden sonra ya da ihbar üzerine değil her aşamada yapılması gereken bir denetimdir; sağlık bu alanda boşluk kabul etmeyen bir hak ve kamusal hizmettir.

Bakan ve Cumhurbaşkanı hakkında “istifa” isteme hakkı kullanılmalı, Anayasa kapsamında soruşturma açılmalı, Yüce Divan süreci çalıştırılmalıdır. Kimse yaşananları “birkaç çürük elma”ya havale edip kendisini temize çıkaramaz.        

Bu süreç düzen Anayasasının zorlaştırıcı hükümlerine karşın siyaseten gündeme alınmalı, birkaç kişinin ya da kurumun suç işleme iddiasına sıkıştırılıp olayların nedeni olan politika ve ideolojinin, sömürünün unutturulmasına izin verilmemelidir.  Bu konuda toplumsal baskı ve direniş yolları yaygınlaştırılarak kullanılmalıdır. 

Sorumluğun ve denetimin adli ve idari olarak hukuksal ve yargısal alanı eksik bırakılmamalıdır ama bu yol tek başına çözüm getirici olmaz. Kaldı ki yargısal denetim “iddianame” ile sınırlı, iddianame denilen belge de savcı imzalı ama emniyet güçlerinin, sonuçta siyasal iktidarın istedikleriyle sınırlı.

Konunun bir başka yönü parlamentoyla ilgili. Erdoğan CB olarak “Türk ekonomisi, serbest piyasa ekonomisi kurallarına uygun şekilde yoluna devam edecektir” derken (2021), Başbakan olarak “nasıl dünyada her şeyin serbest piyasası varsa sağlıkta da serbest piyasa oluşmalıdır” sözleriyle (2006) düzenin, düzen içinde de sağlığın ekonomi politiğini açık olarak vurguluyor. Buna sağlıkta özelleştirme, piyasalaştırma diyoruz, sağlığın kapitalizmin  kâr ve sömürüsüne teslim edilmesi diyoruz.  Türkiye’de 1982 Anayasası ve değişiklikleri, 12 Eylül darbesinden sonra çıkarılan yasalar sağlığı piyasaya tesliminin hukuksal meşruluğu yapılmıştır. 

Özetle düzen içi, anayasal denetim düzenekleri sınıfsaldır, sömürücülerin söz ve karar sahipliğine hizmet etmekte ya da kağıt üzerinde bırakılmakta.  

Sorun denetim ya da denetimsizlikten çok daha derinlerde. Sömürü için silah üretenler, sömürü için doğayı ve insanları katledenler, işgalciler bebekleri katledecek kadar vahşetin ve çürümenin içindeler. Silahları ya da siyaseti kullanarak, milliyetçiliği ya da dini kullanarak, eğitimi ya da sağlığı kullanarak, devleti ve hukuku kullanarak, insanlığa ve doğaya karşı suç işleyerek, her yol geçerli diyerek sınırsız sömürü sürdürülüyor.  

Dünya Bankası destekli Sağlıkta Dönüşüm Programının “kamuyu yeniden yapılandırma anlayışına uygun olarak, sağlık alanının yeniden düzenlenmesi” hedefi bir yandan sağlık kurumlarının özerkleşmesi yoluyla kamunun daraltılmasını hedeflerken diğer yandan sağlıkta özelleşmeyi yaygınlaştırdı. Bakanlık bünyesindeki “kamu Özel İşbirliği” ve “Özel Hastaneler” Daire Başkanlıkları dönüşümün ateşleyicisi oldu. Kamu ticarileşti, özel kazandı. Hizmette rekabet hedefi paralı sağlığa ve daha çok kâra yöneldi. Planlayıcı ve denetleyici Sağlık Bakanlığı sağlıkta piyasalaşmaya destek veren bakanlık oldu. 

Sağlıkta dönüşüm sağlığı liberalizmin, yabancı sermayenin etki alanına soktu. İnsan, bebek, organ, kök hücre, hücre yenileyici maddeler, hastane teçhizatı, medikal, ilaç ticareti uluslararası piyasanın da konusu.  

Tarikat ve Cemaat hastaneleriyle (Fethullah Gülen hastanelerine onay veren, OHAL döneminde kapatan iktidar kim? O hastaneler şimdi kimlerin elinde?), kadrolaşmalarıyla (Sağlık Bakanlığı hangi tarikatların elinde?), bilim dışı yöntemlerle, her türüyle gericiliğin el attığı sağlık alanını da unutmayalım.  

Sözde denetim ya da denetimsizlik piyasaya, sermaye sınıfına özgürce hareket olanağı tanıyor. Bunun anlamı sağlıkta denetimin, diğer anlamıyla söz ve karar sahipliğinin sermaye sınıfının elinde olması. 

Derin sınıfsal eşitsizlik sağlıkta da açık ara devrede. Bireysel ve toplumsal, insanca yaşam hakkı, sağlık hakkı sömürünün ürünü yapılamaz. Sağlık geliştirici, koruyucu, iyileştirici, tüm politika ve hizmetlerinin herkese eşit ve parasız sunulmasıyla yaşama geçer. Toplumsal denetim ve sınıfsal savaşım çalıştırılmadan, sağlığın tüm unsurları devletleştirilmeden çözüm gelmez.    /././

Van Depremi'nde geçici olarak yapılmıştı: 13 yıldır konteynerlerde yaşıyorlar -Cihan Mert 

Van Depremi'nin üzerinden 13 yıl geçti. Aileler hâlâ konteyner kentte yaşam mücadelesi veriyor: "Kiraya çıkamıyoruz, 12 yıldır burada kaldık."

2011 yılının Ekim ayında Van'da 7,2 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. 25 saniye sürdüğü tahmin edilen depremin ardından birçok ev yıkıldı, 644 yurttaşımız yaşamını yitirdi. Binlercesi de yaralandı.

İlk depremin etkisiyle Erciş’te, 5,6 büyüklüğündeki ikinci depremin etkisiyle de Van merkezinde büyük yıkım yaşandı. Depremin ardından Van’da öncelikle çadır kentler, ardından konteyner kentler kuruldu.

Resmi rakamlara göre, kentteki 31 bin 870 konut, 8 bin 849 işyeri ile 9 bin 602 ahır ağır hasar gördü, 18 bin 181 konutun da orta hasarlı olduğunu tespit edildi.

'Durumum olmadığı için çocuğumu okula yollayamıyorum'

Yıllar içinde konteynerler yavaş yavaş kaldırılırken Tuşba ilçesine bağlı Seyrantepe Mahallesi'ndeki konteyner kent 13 yıldır olduğu yerde duruyor ve 50’yi aşkın aile hâlâ burada yaşıyor.

Deprem konteynerlerini gezerken Şahin Avcı ile karşılaştık. Avcı, engel durumundan dolayı iş bulamadığından bahsederek, "Evi olanlar TOKİ’den ev aldı ve taksitlerini bitirdi. Biz burada 3 kardeş kalıyoruz, kalan mağdurlar da biziz. Şimdiye kadar bize ne uğrayan ne de soran var" dedi.

Valiliğe, belediyeye gittiğini ancak kendisine iş vermediklerini söyleyen Şahin Avcı, çocuğunu okula gönderemediğini anlattı:

"Yemin ederim ben şu anda engelli parası ile geçiniyorum. Herhangi bir iş de yok, çalışayım. Çocuklarım okula gidemiyor, okuldan forma istiyorlar ben forma alamıyorum. Geçen gün ben sosyal yardıma dilekçe yazdım bin lira para çıktı. Bir çocuğuma aldım, iki çocuğuma alamadım şu anda okula gidemiyorlar. Liseye gidiyordu ama servisler paralı, yemekler paralı. Çocuğum artık okula gitmiyor. Çünkü benim durumum yok."

'12 yıldır kiraya çıkamıyorum'

Konteyner kentte kalan Ali Bey de daha önce kiracı olduğunu ancak artık kiraya çıkmasının mümkün olmadığını söyledi. Kış şartlarında konteynerlerde yaşamanın nasıl olduğunu sorduğumuzdaysa "Kışın elektrik gitse durumumuz sıkıntılı oluyor. Soba da yakamıyoruz burada. Millet yangından korkuyor" diyerek endişelerini dile getirdi. 

"Deprem olduğunda kiracıydım, nereden baksan bir yıl çadırda kaldım. Belediye yol yapımına geldiği zaman 'sen nasıl çadırda yaşıyorsun' dedi. Dedim gücüm yok ki kiraya gideyim. O zaman burayı engellilere yapmışlardı, ben de buraya geçtim. 12 yıl oldu. Geçim durumu gerçekten sıkıntılı, ben kiraya da gidemiyorum ve o şekilde burada kaldım."

                                                               /././

BRICS, NATO üyesi Türkiye’yi ‘ortak’ olarak kabul etti

Erdoğan, Rusya'ya bağlı Tataristan Cumhuriyeti'nde düzenlenen BRICS Zirvesi'nde çekilen aile fotoğrafında yer aldı.

Rusya’nın Kazan kentinde yapılan BRICS Zirvesi’ne katılan tek NATO ülkesi Türkiye, zirvede 13 ülkeyle birlikte BRICS’in “ortak” kabul ettiği ülkeler arasına girdi.

Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’nın oluşturduğu BRICS, yeni üyeleri İran, Mısır, Etiyopya ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin katıldığı ilk zirvesini Rusya’ya bağlı Tataristan’ın başkenti Kazan’da gerçekleştirdi. Zirvede Türkiye dahil 13 ülke de BRICS’in “ortak” ülkeleri arasında girdi.

Zirveye BRICS’in üyeliğe davet ettiği ancak henüz üyeliğini resmen onaylamamış olan Suudi Arabistan’ı temsilen Dışişleri Bakanı Faysal bin Ferhan da katıldı. Zirveye davet edilen Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ise BRICS Zirvesi yapılırken ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken ile Riyad’da Ortadoğu’daki son durumu görüşüyordu.

Erdoğan Rusya'da, Mehmet Şimşek ABD'de

BRICS Zirvesi’ne katılan tek NATO üyesi ülke lideri AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’dı. Erdoğan dün zirve kapsamında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile de ikili bir görüşme gerçekleştirdi. 

Öte yandan Erdoğan’ın Kazan ziyareti sırasında Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ise ABD’de IMF ve Dünya Bankası’nın yıllık toplantılarına katılıyordu.

Zirve kapsamında bugün yaklaşık 40 ülkeden temsilcinin katılımıyla gerçekleştirilen “Genişletilmiş BRICS+” toplantısında konuşan AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan dün Ankara’da TUSAŞ’a yapılan saldırı nedeniyle taziyelerini ileten dünya liderlerine teşekkür etti.

'BRICS ailesiyle diyaloğumuzu genişletmeye kararlıyız'

Türkiye'nin BRICS ile diyaloğunu geliştirmeye kararlı olduğunu belirten Erdoğan, BRICS Zirvesi için belirlenen “adil küresel kalkınma ve güvenlik için çok taraflılığın güçlendirilmesi” temasını çok isabetli bulduklarını söyledi.

Erdoğan “Günümüz şartlarında 2. Dünya Savaşı sonrasının ürünü olan siyasi ve mali mekanizmalar kendilerinden bekleneni veremiyor. Türkiye olarak böylesi bir ortamda ‘daha adil bir dünya mümkündür’ şiarıyla hareket ediyoruz. Çok taraflı platformlarda dostlarımızla bir araya gelmeye ve hepimizi ilgilendiren ortak sorunlara müşterek akılla çözüm bulmaya ehemmiyet veriyoruz” diye konuştu.

Türkiye’nin Avrupa Konseyi, Türk Devletleri Teşkilatı, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı, G20 üyeliklerine ve bölgesel ortaklık ve işbirliklerine değinen Erdoğan “Türkiye olarak karşılıklı saygı ve kazan kazan temelinde yakın münasebetler geliştirdiğimiz BRICS ailesiyle de diyaloğumuzu ilerletmekte kararlıyız” dedi.

Erdoğan konuşmasında “Küresel bir adil düzen ve kalkınma ancak sınırlarımız ötesinde huzur ve güvenliğin tesisiyle mümkün olabilir” ifadesini kullandı.

Putin: Her şeye egemen olma mantığıyla düşünmeye alışmış güçler engelliyor

Toplantının açılış konuşmasını yapan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin de daha adil bir dünya düzenine geçiş sürecinin kolay olmadığını ve bu sürecin oluşumunun “her şeye egemen olma mantığıyla düşünmeye ve hareket etmeye alışmış güçler tarafından” engellendiğini söyledi.

Alternatif, güvenilir ve dayatmalardan uzak, çok taraflı finansal mekanizmalar, yeni üretim zincirleri kurmak gerektiğini ve uluslararası ulaşım koridorlarının kapasitesini geliştirmek ve artırmanın önemli olduğunu söyleyen Putin konuşmasında Ortadoğu’daki duruma da değindi.

Putin “Filistin halkına karşı tarihi adaletsizliğin düzeltilmesi, Orta Doğu'da barışı garanti edebilir. Bu sorun çözülene kadar, şiddetin kısır döngüsü kırılmayacaktır. İnsanlar kalıcı bir kriz atmosferinde yaşamaya devam edecektir” dedi.

Ülkeler arası çatışmaların başlamasına yönelik bazı cesaretlendirici adımların atıldığını anlatan Putin, "Ukrayna bunun bir örneğidir. Endişelerimizi umursamadan, Rusya’nın güvenliğine tehdit yaratması ve Rusça konuşan insanların haklarını ihlal etmek için kullanılıyorlar" dedi.

Rusya’nın "stratejik yenilgiye uğratma arzusunun" bir "hayal" olduğunu belirten Putin bunu isteyenlerin Rus tarihini bilmediklerini söyledi.

'Avrasya'da güvenlik sistemi'

“Avrasya’da eşitlik temelli bir güvenlik sistemi” oluşturulmasına yönelik fikirler sunduklarını anlatan Putin, "Bu fikirler, gerçek istikrarı güvenilir bir şekilde garanti altına almak ve kıtadaki tüm devletlerin ve halkların barışçıl gelişimi için koşullar yaratmaya yönelik ortak çabalar sarf etmek üzerinedir” diye konuştu.

Putin, Birleşmiş Milletler (BM) yapısının 21’inci yüzyıl gerçeklerine uyarlanması, Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin BM Güvenlik Konseyi'nde daha fazla temsil edilmesi gerektiğinin altını çizdi.

Çin ile Hindistan arasında dikkat çeken görüşme

ABD dolarına bağımlılığını aşma çabalarıyla genişleyen BRICS’in yeni üyelerinin de katıldığı zirvede dün dikkat çeken bir başka gelişme daha yaşandı.

Çin ile Hindistan arasındaki sınır anlaşmazlığının yol açtığı gerilimli dönemin ardından iki ülkenin liderleri 5 yıl aranın ardından ilk kez dünkü zirvede bir araya geldi.

Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin görüşmesine ilişkin Çin Dışişleri Bakanlığı'ndan yapılan açıklamaya göre, Şi, iki ülkenin iletişim ve işbirliğini güçlendirmesi, aralarındaki farklılıkları ve anlaşmazlıkları uygun şekilde yönetmesi gerektiğinin altını çizdi. Şi, "Aynı zamanda tarafların uluslararası sorumluluklarını yerine getirerek gelişmekte olan ülkelerin gücü ve birliğini artırma konusunda örnek olması, çok kutupluluğa ve uluslararası ilişkilerde demokratikleşmeye katkı sağlaması önem taşıyor" dedi.

Hindistan Başbakanı Modi ise X sosyal medya hesabından görüşmeye ilişkin yaptığı paylaşımda, "Hindistan-Çin ilişkileri, iki ülke halkları için olduğu kadar bölgesel ve küresel barış ile istikrar açısından da önemli. Karşılıklı güven, karşılıklı saygı ve karşılıklı duyarlılık ikili ilişkilerimize rehberlik edecek" ifadelerini kullandı.

Hindistan Dışişleri Bakanlığının görüşmeye ilişkin açıklamasında ise Başbakan Modi'nin, Yeni Delhi ve Pekin arasında Himalayalar'daki ihtilaflı sınır bölgesinde askeri devriye faaliyetlerinin düzenlenmesi konusunda varılan anlaşmayı memnuniyetle karşıladığı belirtildi.

Taraflar, 22 Ekim'de iki ülke arasındaki geçici hududu oluşturan Fiili Kontrol Hattı'nın (LAC) Ladakh bölgesinde karşılıklı devriye faaliyetlerinin düzenlenmesi konusunda anlaşmaya vardıklarını duyurmuştu.

                                                             ***

Bahçeli'yi eleştiren MHP Grup Danışmanı'nın görevine son verildi

Bahçeli'nin Öcalan çağrısını eleştiren MHP TBMM Grup Danışmanı Oğuzhan Güngör, görevden alındığını duyurdu. (https://haber.sol.org.tr/haber/bahceliyi-elestiren-mhp-grup-danismaninin-gorevine-son-verildi-395718)

(soL)




Sözcü "GÜNDEM" -25 Ekim 2024-

Milyarlık ihalede var vergide yok -Deniz Ayhan-
                                                        
Macit Haldız

2021, 2022 ve 2023 yıllarında kâr etmediğini beyan etti, vergi vermedi. Yoksul vatandaşa ucuz konut için yapılan projelerin ihalelerini AKP Kocaeli il yöneticilerinin şirketi aldı. Şirketin adı, milyarlık ihalelerde anılıyor ancak vergi ödemelerinde geçmiyor.(https://www.sozcu.com.tr/milyarlik-ihalede-var-vergide-yok-p97504)                         ***

Motorine zam geldi: Tabela değişti

Son yıllarda artan enflasyon, döviz kurlarındaki dalgalanmalar ve enerji fiyatlarındaki yükseliş, halkın alım gücünü her geçen gün daha da zorlaştırıyor. Bugünün ilk zam haberi motorinden geldi. Zam sonrası motorinin litresi;  İstanbul Anadolu yakası Motorin litre fiyatı: 42,69 TL, İstanbul Avrupa Yakası'nda ortalama 42,77 TL, Ankara'da 43,31 TL, İzmir'de 43,81 TL, Bursa'da 43,36 TL, Antalya'da 44,21 TL ve Diyarbakır'da 44,33 TL olarak belirlendi. Bu artış, sürücüleri ve tüketicileri olumsuz etkileyecek gibi görünüyor.(https://www.sozcu.com.tr/motorine-zam-geldi-tabela-degisti-p97522)

                                                                      ***

Bebeklerin sol kulağına ezan sağ kulağına sela okumuşlar!-Gökmen Ulu-
Eski AKP’li vekil Ali Kemal Tekden, yapımcıları arasında olduğu Diriliş Ertuğrul adlı dizinin setinde Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’a kılıç hediye etmişti.
Çarşamba akşamları Sözcü Televizyonu’nda yayınlanan Uğur Dündar’la Arena, Türkiye’yi sarsan Yeni Doğan Çetesi skandalının bilinmeyenlerinin perdesini araladı.(https://www.sozcu.com.tr/bebeklerin-sol-kulagina-ezan-sag-kulagina-sela-okumuslar-p97507)

                                                               ***

Ünlü zeytinyağı markasında hileli madde tespit edildi: Tüm marketlerden toplatılıyor

Tarım ve Orman Bakanlığı, 'Taklit veya Tağşiş Yapılan Gıdalar' listesinde güncellemeye gitti. Bugün yapılan eklemelerle birlikte çok sayıda zeytinyağı, peynir ve et üreticisinin mevzuata aykırı üretim gerçekleştirdiği belirtilirken, tabloda Türkiye'de oldukça popüler bir zeytinyağı markasının da yer alması dikkat çekti.(https://www.sozcu.com.tr/unlu-zeytinyagi-markasinda-hileli-madde-tespit-edildi-tum-marketlerden-toplatiliyor-p97348)

(SÖZCÜ)

 

duvaR "GÜNDEM" -25 Ekim 2024-

Gaziemir’de ‘nükleer’ çıkmazı: 'Kurumların birbirinden haberi yok' -Cihan Başakçıoğlu-

Gaziemir’deki nükleer atıkların temizleme işleminin durdurulmasına ilişkin karar ve tutanakları talep eden EGEÇEP, faaliyetin durdurulduğuna dair resmi bir yazı bulunmadığı cevabını aldı.

 “İzmir’in Çernobili” olarak anılan Gaziemir’deki eski kurşun fabrikası sahasında, radyoaktif atıkların temizlik işlemi 24 Temmuz günü başladı. EKOVAR A.Ş. tarafından başlanan çalışmaların gaz emisyonu nedeniyle 25 Temmuz günü durdurulmasına karar verildi. Çalışmaların, NDK, TENMAK ve İzmir Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü'nün katılımı ile oluşan komisyon kararıyla durdurulduğu belirtildi.

DURDURULDUĞUNA İLİŞKİN RESMİ BİR YAZI OLMADIĞI ORTAYA ÇIKTI

Yaşanan gelişme üzerine Ege Çevre ve Kültür Platformu (EGEÇEP), İzmir Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü'nden çalışmaların durdurulmasına dair kararları ve tutanakları talep etti. Platform tarafından verilen dilekçeye yönelik cevapta ise emisyon nedeni ile alandaki faaliyetin durdurulmasına ilişkin düzenlenen bir resmi yazı bulunmadığı belirtildi. Cevapta, gece çalışma yapıldığına dair tespit yapılmadığı da yer aldı.

‘NE OLDUĞU BELLİ DEĞİL’

Çelişkili duruma ilişkin Gazete Duvar’a konuşan EGEÇEP Eşsözcüsü Avukat İpek Sarıca, “Ortada büyük bir çelişki var. Bakanlığa göre İl Müdürlüğü'nün de olduğu bir komisyon çalışmaların durdurulması kararını alıyor. Ancak İl Müdürlüğü'nün bu durumdan haberi yok. Kurumlar arasında bir iletişimsizlik mevcut. Kurumların birbirinden haberi yok ve ne olduğu belli değil. Bu yanıttan anlıyoruz ki Eski Kurşun Fabrikası'nda ne oluyor kimse bilmiyor. Çalışma yapılıp yapılmadığı da belli değil” dedi.

‘TENMAK, SÖZLEŞMEYE UYMADIĞINI İTİRAF ETTİ’

Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu’na da (TENMAK) soru yönelttiklerini ve verilen cevapta Nükleer Maddelerin Fiziksel Korunmasına İlişkin Sözleşme’ye uyulmadığının itiraf edildiğini söyleyen Sarıca, şöyle devam etti;

“Nükleer atıklar 2007’de tespit edilmiş. O dönemde bu sözleşme yürürlükte. Sözleşmede diyor ki; eğer böyle bir nükleer atık bulursanız bunu Uluslarası Atom Enerjisi Ajansı'na bildirin ki o atıkların nerden çıktığını ve kime ait olduğunu bilelim. Böyle bir sistem var. Nükleer enerji santraline sahip olmayan ancak nükleer atıkların tespiti resmi makamlarca yapılan Türkiye’nin sözleşmede yapılması zorunlu olan bildirimleri yapmadığını TENMAK'ın 15 Ekim tarihli yanıtından öğreniyoruz. Hatta TENMAK'a göre Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'na başvuru yapılmasını gerektiren bir husus da bulunmamaktaymış. Türkiye taraf olduğu 1979 tarihli Nükleer Maddelerin Fiziksel Korunmasına İlişkin Sözleşme'ye uymayı reddediyor. Hatta 2007'den bu yana uymadığını da itiraf etmiş bulunmaktadır”

‘GEREKLİ ÖNLEMLERİN BİR AN ÖNCE ALINMASI GEREKİYOR’

Son olarak bir an önce gerekli önlemlerin alınması gerektiğini yineleyen Sarıca, “Uluslarası Atom Enerjisi Ajansı’na başvuru yapılmalı.’ Ben yaptım oldu’ diyerek oraya kazma kürekle girilmemeli. Bölgedeki güvenlik görevlileri bile normal üniformaları ya da günlük kıyafetleri ile geziyorlar. Gerekli önlemlerin bir an önce alınması gerekiyor” dedi.             ***

Dünya Bankası ve Türkiye, 4 proje için 1,9 milyar dolarlık finansman anlaşması imzaladı

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Dünya Bankası'yla 1,9 milyar dolarlık kredi anlaşması imzaladı.

Hazine Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'in ABD temaslarının ilk gününde Dünya Bankası ile 4 projeye ilişkin finansman anlaşması imzalandı.

Anadolu Ajansı'nın haberine göre, Mehmet Şimşek, G20 ve Dünya Bankası toplantıları için gittiği ABD'deki temaslarının ilk gününde bir dizi toplantıya katıldı ve ikili görüşme gerçekleştirdi.

Dünya Bankası'yla enerji verimliliği, taşkın ve kuraklık risk yönetimi, yeşil geçiş ve deprem bölgesindeki sanayi sitelerinin yeniden imarına yönelik 4 proje için kredi anlaşması imzalandı. Bahse konu projeler Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği, Tarım ve Orman ile Sanayi ve Teknoloji bakanlıkları tarafından uygulanacak.

Projeler, kamu binalarında enerji verimliliğini artırmayı, afetlere karşı dayanıklılığı güçlendirmeyi, yeşil geçişten olumsuz etkilenebilecek grupları desteklemeyi ve deprem bölgesindeki mikro, küçük ve orta ölçekli̇ işletmelerin faaliyetlerinin sürdürülebilirliğini sağlamayı hedefliyor.

Bu projelerle Türkiye'ye Dünya Bankası'ndan yaklaşık 1,9 milyar dolar tutarında finansman sağlandı.

Hazine ve Maliye Bakanı Şimşek, geçen yıl Orta Vadeli Program açıkladıktan sonra Dünya Bankası'nın Türkiye'ye tahsis ettiği kaynakları önemli ölçüde artırarak, toplam finansman tutarının 35 milyar dolara ulaştığını söyledi.

Şimşek, "Bugün imzalanan projeler, Dünya Bankası'nın uyguladığımız ekonomik programa olan güvenini güçlü şekilde tekrar teyit ediyor. Bankanın toplam paketi artırmaya yönelik çalışmaları da devam ediyor, Dünya Bankası'yla hayata geçirilecek projeler ülkemizin kalkınma önceliklerini dikkate alıyor" diye konuştu.

ABD temaslarının ilk gününde Dünya Bankası Başkan Yardımcısı Antonella Bassani ile görüşen Şimşek, ayrıca Asya Kalkınma Bankası Başkan adayı Masato Kanda, Pakistan Maliye Bakanı Muhammed Aurangzeb ve Libya Merkez Bankası Başkanı Naji Issa ile de bir araya geldi.       ***

'Merkez Bankası Başkanı Karahan, ABD'de asgari ücret için rakam verdi'

Bloomberg'in haberine göre Merkez Bankası Başkanı Karahan, ABD'de yatırımcılara "yüzde 25'lik asgari ücret artışının enflasyon görünümüyle tutarlı olduğu" mesajını verdi...

Milyonlarca çalışanın asgari ücret zammı için komisyonun ilk toplantısını yapacağı aralık ayını beklerken; ekonomi yönetiminden muhtemel zamma ilişkin kulisler de yansımaya devam ediyor. 

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) Başkanı Fatih Karahan’ın Washington’da yatırımcılarla yaptığı görüşmelerde "2025'in para politikasını şekillendirirken asgari ücret artışı boyutunu da değerlendirmeye alacakları mesajını verdiği" belirtildi.

Bloomberg'in haberine göre; Karahan'ın Çarşamba günkü yatırımcılarla toplantısında asgari ücret zammına değindi. Bu toplantıdan edinilen bilgilere atıfta bulunan kaynaklara göre, Karahan "yüzde 25 civarı asgari ücret artışının 2025 enflasyon görünümüyle uyumlu olacağı" mesajını verdi.

                                                       ***

Metin Feyzioğlu, Çek Cumhuriyeti'ne Büyükelçi olarak atandı

Resmi Gazete'de, Cumhurbaşkanı Erdoğan imzasıyla yayımlanan karara göre, Metin Feyzioğlu; Egemen Bağış'tan boşalan Çek Cumhuriyeti Büyükelçiliğine atandı.(https://www.gazeteduvar.com.tr/metin-feyzioglu-cek-cumhuriyetine-buyukelci-olarak-atandi-haber-1730249)             ***

Alaattin Çakıcı, Devlet Bahçeli'yi ziyaret etti

MHP lideri Devlet Bahçeli, makamında Alaattin Çakıcı ile görüştü.(https://www.gazeteduvar.com.tr/alaattin-cakici-devlet-bahceliyi-ziyaret-etti-haber-1730153)                                         

(duvaR)

                                            

Öne Çıkan Yayın

TKP Genel Sekreteri Okuyan: Halk sahnede yoksa savaş kararları kolay alınıyor + Okuyan: AKP'nin Ortadoğu politikası bir avuç zenginin çıkarlarına hizmet ediyor -soL-

TKP Genel Sekreteri Okuyan: Halk sahnede yoksa savaş kararları kolay alınıyor Ankara'da düzenlenen etkinlikte konuşan TKP Genel Sekreter...