25 Ekim 2024 Cuma

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -25 Ekim 2024-

 Yine de kötümserlikten uzak -Mesut Odman-

Kötümserlik devrimcinin zehridir, karamsarlıksa intiharı…

Hepsinden önce üç cümleyi art arda yazalım ve hiç aklımızdan eksik etmeyelim: İnsanın insan tarafından sömürülmesi, ezilmesi ve öldürülmesi suçtur. Bu suçu önlemek de işleyenleri, hem insanları koruma hem sağaltılabilir suçluları geri kazanma amaçlarını birlikte gözeterek, cezalandırmak da toplumun kaçınılmaz sorumluluğudur. Ama, ne yazık ya da ne yapalım ki, burada dile getirilen toplum sözcüğünün başında “sosyalist” sözcüğü yazılıdır. Oraya ulaşmadan ve geriye dönüşü engellemeden kurtuluşu sağlamanın mümkün olmadığını ise artık öğrenmiş bulunuyoruz. Belki de şöyle söylemek daha gerçekçi olacaktır: Umarım öğrenmişizdir.

Sonra devam edelim: Yine ne yazık ki, içinde yaşamakta olduğumuz, yeni doğan bebelerin, çocukların, gençlerin, kadınların, işinde gücünde umarsız insanların sömürüldüğü, ezildiği, öldürüldüğü, bu iş ve eylemlerin her gün dur durak bilmeksizin yinelendiği bir toplumdur. Bir kez daha ne yazık ki, yeryüzü dediğimiz gezegendeki toplumların çok büyük çoğunluğu üç aşağı beş yukarı böyledir. Sondan bir önceki cümlede sıraladıklarım ise rasgele yazılmış değildir; toplumumuza ilişkin güncel saptamaların ürünüdür ve o insanların her biri her gün tanık olduğumuz o suçlarla suçluların dayanılmaz saldırısı altındadır.

İnsanlık, yüzyıllardır varlığını sürdüren sınıflı toplumlarda, şiddeti ve biçimleri değişmekle birlikte, aynı ya da benzer saldırılarla karşı karşıya kalmıştır aslında. Onlara karşı direnmiş, savaşmış, zaman zaman zaferler, bu sözcük fazla abartılı bulunursa, başarılar kazanmış; ancak onların kökünü kazımakta kalıcı başarılara ulaşamamıştır. İsteyen şöyle de söyleyebilir: Başarıların kalıcılığı, öznel değerlendirmelerin iyimserliğiyle sınırlı olmuştur.

İlk çeyreği bitmeden başlayan ve son çeyreği bitmeden sona eren dilimiyle geçen yüzyılın ayrı bir yeri olduğunu öne sürmekse, bir tür hesap görme yapılırken ne abartılı bir iyimserliğin ne de keserin hep kendine yontmasının ürünü sayılabilir. İşçi sınıfı denilen bir yeni ve büyük toplumsal özne ortaya çıkmış, daha doğrusu ortaya çıkışının ardından serpilip gelişerek ayaklanmış, gücü eline almış, akıllarda ve düşlerde oluşturulan bir dünyayı kurmak üzere küçümsenmeyecek bir yol aldıktan sonra yenilmiş ya da yenilgisini önleyememiştir. Bu yenilginin, yüzyılların çürütücü etkileri altında kalmış büyük kitleler üzerindeki yıkıcı, yıldırıcı sonuçları da hesaba katıldığında, farklı ağırlıkta da olsa dünyanın her yanına kötümserlik tohumlarının saçılmasına yol açmadığı düşünülemez. Ama bunu not etmekle yetinip yeni bir toplum kurma yolundaki çabaları engelleyici nitelikler taşıyan bir insan tipolojisinin yaratılmış olduğunu gözden kaçırmayalım. Yazının amacına daha uygunu bu olacak çünkü.

Marx ile Engels Kasım 1845 ile Ağustos 1846 tarihleri arasına rastlayan ve dönemlerinin önde gelen düşünürlerinin belirleyici etkilerinden önemli ölçüde uzaklaştıkları Alman İdeolojisi başlıklı çalışmalarının hâlâ ışık tutucu giriş bölümünde, devrimin neden gerekli olduğu sorusuna da değinirler. Orada vurgulanan şudur: Sosyalizm mücadelesinin başarısı için “insanların kitlesel bir ölçekte değiştirilmesi zorunludur; böyle bir değiştirme ancak pratik bir hareket içinde, bir devrimde mümkün olabilir.” Sonra aynı yerde, devrimin, başka nedenlerin yanı sıra, iktidarı alacak sınıf  “ancak bir devrimde geçmiş çağların fışkısından kendini kurtarmayı ve yeni bir toplumu kurmaya uygun duruma gelmeyi başarabileceği için zorunlu” olduğu belirtilmiştir.

Bunları yazanların o devrimin gerçekleştirilmesine de ondan sonra yeni bir toplum kurmaya girişilmesine de tanıklık edemediklerini biliyoruz. Buna karşılık, tanıklık etmenin ötesinde, o devrimi ve yeni bir toplum kurma işini kendi pratiğine dönüştürebilmiş bir insanı tanıyoruz.

Lenin, Ekim Devrimi’nden sonraki iç savaş döneminin sonuna doğru, 1919 yılında “Büyük Sorunların Gösterilmesinde Küçük Bir Resim” başlıklı bir yazı yazıyor ve orada yeni kuruluşu kapitalizmin yarattığı malzemeyi kullanarak gerçekleştirmekten başka bir yol olmadığını öne sürüyor. Burjuva koşullar altında yoğurulmuş ve onun ruh durumu ile doldurulmuş bir insan malzemesinin oluşturduğu bir aygıtı kullanmanın çaresizliğinden söz ediyor.

Burada bir ayraç açarsak, aynı çaresizlikle, üstelik yukarıda değinilen çözülüş ve yıkılış döneminde saçılan kötümserlik tohumları da hesaba katılırsa, bugün de karşı karşıya olduğumuz ileri sürülemez mi?

“Eyvah ki eyvah!” demeyi bırakıp biraz daha ilerleyelim. Ütopyacı sosyalistlerden ayrıldıkları noktayı da sosyalizmi onlar gibi saksılarda ve seralarda yetiştirilmiş değil, kapitalizmin ürettiği malzemeden yararlanarak kurmak isteyişlerine dayandırıyor devrimin önderi. Bu malzemenin ise “yüzlerce ve binlerce yıllık kölelik, toprak köleliği, kapitalizm, küçük bireysel işletmecilik ve pazarda bir yer ya da ürünü veya emeği için daha yüksek bir fiyat elde etme uğruna herkesin komşusuna karşı yürüttüğü savaş ile çürütülmüş” olduğunu söylüyor.

Devam edelim. Aynı önder, iç savaşın son yılı olan 1920’nin Nisan-Mayıs aylarında yazılan ve Çocukluk Hastalığı  kısaltılmış adıyla bilinen eserinde, yeni toplumun gelişimi “halk arasındaki işbölümünün giderilmesi, halkın eğitilmesi, onlara çok yönlü gelişme ve çok yönlü bir eğitimin sağlanması, böylece her şeyi yapabilir duruma getirilmeleri yönünde bir ilerleme imkânı” vereceğini belirtiyor. Hemen ardından bunun uzun yıllar alacağını ekledikten sonra şöyle sürdürüyor: “Sosyalizmi kurmaya soyut insan malzemesi ile ya da bizim için özel olarak hazırlanmış insan malzemesi ile değil, kapitalizmin vasiyetinde bize bıraktığı malzeme ile başlayabiliriz, başlamalıyız.”

Bu iki yaklaşımı, kurucu düşünürlerin ve kurucu önderin yazdıklarını, iki uç olarak mı anlamalı yoksa birbirini bütünleyen iki bakış açısı olarak mı? Bence ikincisi.

Kısa bir irdeleme yapabiliriz.

Tümüyle ilkini öne çıkarırsak, görece kısa bir sürede gerçekleşecek siyasal anlamdaki devrimin, emekçilerin geçmişin “fışkısından” kitlesel olarak arınabilmelerini sağlaması, imkânsızlık ölçüsünde zordur. Dolayısıyla, devrimi emekçilerin eski çağların çürütücü etkilerinden kurtarılmaları açısından zorunlu görmenin toplumsal bir süreç olarak devrimle bağlantılı düşünülmesi doğru olur. Ancak, bu uyarı, kitlelerin öncüsü ve yönlendiricisi durumundakilerin arınmaları ve yeni insana doğru evrilmeleri olasılığına yönelik çabaların her aşamada gerekliliğini yok saymaya yol açmamalıdır.

Tümüyle ikincisini esas almak ise, bir yandan, geçen yüzyılın deneyimlerinde gözlemlendiği üzere, sosyalist toplumu inşa sürecinde yeni insanın yaratılmasına yönelik bilinçli uğraşlara gereken emeğin ve kaynağın ayrılmasını engelleyebilir, öte yandan, devrim mücadelesinde ve onun örgütlerinde bu yönde gösterilecek çabaların çok erken, dolayısıyla başarıya ulaşması çok güç görülerek  ihmal edilmesine neden olabilir.

Tam da buraya gelmişken, “yeni insan”dı şuydu buydu derken, yazının başında sıralananlar  aklıma geliyor ve “Biraz komik mi oluyorum?” kuşkusuna kapılıyorum. Yenisini bırakalım, insanın şöyle birkaç on yıl eskisine de razı olacak duruma mı geldik acaba? Oysa, belli bir özlemle sözünü edip durduğumuz yirminci yüzyılda ne büyük başarılar, hatta çekinmeden söylemeli, zaferler kazanmadı mı insanlık? Hangi kötümserlik tohumları, nerelere kadar saçılmış ve böyle bir değil birçok yazıda dile getirilmiş olursa olsun, onlara tutsak düşmenin kaçınılmaz olduğunu kim söylemiş?

Kötümserlik devrimcinin zehridir, karamsarlıksa intiharı…

                                                               /././

Bakanlık suç mu işliyor?-Rıfat Okçabol-

Öğretmenlik Meslek Kanunu’nun Meclis'te kabul edilmesi üzerine bakanlık bu kanunla ilgili bir açıklama yapmıştır. Bakanlık, bu resmi açıklama ile resmen toplumu kandırarak suç işlemiş oluyor.

Öğretmenlik Meslek Kanunu’nun Meclis'te kabul edilmesi üzerine bakanlık 10 Ekim 2024 günü web sayfasında bu kanunla ilgili bir açıklama yapmıştır. Bakanlık, bu açıklamasında şu ifadeye de yer vermiştir:

"Öğretmenler; öğrencilerini, Atatürk inkılap ve ilkelerine ve anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türk milletinin millî, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan, insan haklarına ve anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış hâline getirmiş erdemli insanlar olarak yetiştirecek."

Bakanlık, bu resmi açıklama ile resmen toplumu kandırarak suç işlemiş oluyor. Çünkü!

Bilindiği gibi Atatürk inkılapları ve ilkelerinin en önemlileri laiklik ve bilimselliktir.

Bilindiği gibi insan hakları deyince akla öncelikle toplumsal cinsiyet eşitliği, ırkların ve inançların eşitliği, yaşama hakkı ve eğitim hakkı gelmektedir. Çocuk yaşta evlendirmeler, çokeşlilik, cinsel istismar ve cinayetler insan haklarıyla bağdaşmamaktadır.

Yine bilindiği gibi Anayasa’nın başlangıcındaki temel ilkeler arasında, çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi, millî egemenlik, Anayasanın ve hukukun üstünlüğü, hürriyetçi demokrasi, kuvvetler ayrılığı ve yurtta barış dünyada barış gibi ilkeler vardır.

Ancak Kasım 2003’te başlayan ve 21 yıldır süren AKP iktidarının söylemleri ve uygulamaları, aşağıda örneklendiği gibi, Atatürk inkılapları ve ilkeleri ile de, insan haklarıyla da, Anayasa’nın başlangıcındaki temel ilkeleriyle de bağdaşmamaktadır:

  • Fetöcü darbe girişimine kadar 13 yıl okullarda "Kutlu Doğum Haftası" etkinlikleri düzenlenmiştir.
  • 2005’ten bu yana, kader ve sabır gibi genellikle çocukların sorgulamasını, irdelemesini ve araştırmasını engelleyen dini anlayışı öne çıkaran "değerler eğitimi" sürdürülmektedir.
  • 3797 sayılı yasa yerine 2011’de çıkarılan 652 sayılı KHK’de, bu yasada var olan öğrencilerin “insan haklarına ve anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen insanlar olarak yetiştirilmesi” maddesine yer verilmemiştir.
  • Pek çok maddesi Anayasa’nın laiklikle ilgili maddelerine aykırı olan 4+4+4 yasası çıkarılmıştır.
  • Din dersleri açılmıştır.
  • Din derslerinde gerektiğinde kocanın eşini dövebileceğini belirten "Peygamber’in veda hutbesi" okutulmaktadır.
  • Okullarda, çocukların Cumhuriyet döneminde giymeye başladığı giysi türleri yasaklanırken türban serbest bırakılmıştır.
  • Okullarda mescit, üniversitelerde cami açılmıştır.
  • Okullarda, laikliği, bilimselliği ve halk egemenliğini öne çıkaran milli bayramların kutlanmasına son verilmiştir.
  • 1934’te müze yapılan dünya mirası Ayasofya, camiye dönüştürülmüştür.
  • İstanbul Sözleşmesinden çıkılmış, okullarda başlatılan toplumsal cinsiyet eşitliği projeleri durdurulmuştur.
  • Çocuk evlilikleri ve cinsel istismarlar artmıştır. Cinsel istismar konularında yargılanan kimi yandaş öğretmenler ilçe milli eğitim müdürlüğüne terfi ettirilmiştir.
  • Türkiye Uluslararası İslam Bilim ve Teknoloji Üniversitesi açılmıştır.
  • Yedi yıldır uygulanmakta olan 2017 müfredatı ile bu yıl uygulanmaya başlanan Türkiye Yüzyılı Maarif Modelinin içeriği tamamen bakanlığın yukarıdaki açıklamasından 180 derece farklıdır.
  • Tarikatlara, tarikatlaşmaya, onların gizli resmi okul açmalarına destek verilmiştir.
  • Bakanlık 21 yıldır çağdaş eğitimi savunan derneklerle/vakıflarla değil tarikat niteliğindeki dernek ve vakıflarla protokoller imzalamaktadır.
  • Diyanet Akademisi açılmıştır.
  • ÇEDES ve "Manevi Rehberlik" uygulamalarıyla imamlarla hafızlar okullarda cirit atmaktadır.
  • Yaz aylarında milyonlarca çocuk diyanetin anaokullarında dini psikolojik baskı altına alınmakta ve türbana alıştırılmaktadır.
  • AKP’nin lideri sık sık, “ne halk egemenliği, egemenlik Allah’ındır, Allah’ın; eşitsizlik kadının fıtratında var; en büyük özgürlük Allah’a itaattir; Taliban’ın dini anlayışıyla bizim dini anlayışımız arasında fark yok” gibi açıklamalar yapmaktadır. “Dinin ve kininin davacısı olacak” gençlik istemektedir Bilindiği gibi 24 Temmuz 2018 tarih ve 3048 sayılı yasa ile “Stratejik planların Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen temel hedef, ilke ve amaçlar çerçevesinde hazırlanması, uygulanması ve izlenmesine” başlanmıştır. Ve de Cumhurbaşkanı, Atatürk inkılapları ve ilkeleri, insan hakları ve Anayasa’nın başlangıcındaki temel ilkeleri doğrultusunda hemen hiçbir hedef, ilke ve amaçtan söz etmemektedir.

21 yıllık sicili yukarıda özetlendiği gibi olan bakanlık, üstelik bu açıklamayı yaptığı gün kadın öğretmenlere nasıl giyinecekleri konusunda ders verileceğini açıklamıştır.

Bakanlık, web sayfasındaki gerçeklerle bağdaşmayan açıklamayla toplumu kandırmıyor mu? Suç işlemiyor mu?                     

                                                       /././

Yenidoğan vahşetinin sorumluları -Ali Rıza Aydın-

Toplumsal denetim ve sınıfsal savaşım çalıştırılmadan, sağlığın tüm unsurları devletleştirilmeden çözüm gelmez.  

Bir çeteye bağlanan, çete üyesi olduğu söylenen kimilerinin soruşturmalarının başlatıldığı ve olayın geçtiği kimi özel hastanelerin kapatıldığı süreç AKP iktidarının Sağlık Bakanı, Adalet Bakanı ve Cumhurbaşkanı üçgeninde devam ettiriliyor. Yeni ihbarlar geldikçe vahşetin ortaya çıkarılan kişi ve hastanelerle sınırlı olmadığı anlaşılıyor. 

Her zaman yaptıkları pişkinlikle, sanki iktidarda değilmiş gibi, sanki toplumun sağlıklı yaşama hakkına sahip olmasında ve “herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürülmesini sağlamak” amacıyla sağlık politikaları ve hizmetlerini planlayıp uygulamak ve denetlemek devletin görev ve sorumluluğunda değilmiş gibi sahte üzüntülerle, suçu belirli kişilere yükleyerek kaçıyorlar sorumluluktan. 

Kapitalizmin bitmeyen felaketlerinden biriyle daha karşı karşıyayız. Siyasi iktidarların felaketlerin çözümsüzlüğünü kapitalizme ve kendilerine yüklememek için seçtikleri kişi ve kurumlara yüklemesi sahteliğini bir kez daha görüyor ve yaşıyoruz. Narin vahşetinde ve daha birçok olayda gördüğümüz suçları havale işi, Yenidoğan vahşetinde de sürdürülüyor. 

Anayasanın devlete yüklediği görev ve sorumluluğun başında yer alır herkesin “yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı” ve “hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlama” hakkı. Bu görev ve sorumluğu, Anayasada yazıyor diye “özel kesimlerdeki sağlık ve sosyal kurumlarından yararlanarak” yerine getirmeye ağırlık vermek devleti sorumluluktan kurtarmaz. Aynı Anayasada yerine getirme işinin “denetim”le  bütünleştirileceği de yazılı.  

Sağlık Bakanı ve Bakanlığı kendisine Anayasa, yasalar, KHK ve CBK’lerle verilen planlama ve denetim görevini yerine getirmeyerek, Cumhurbaşkanı da “yürütme yetkisi ve görevi”ni “Anayasa ve kanunlara uygun olarak” kullanan ve yerine getiren, “devletin başı” olarak sorumludur. Bu görev ve yetki yerine getirilmeyerek, ihmal edilerek ya da kötüye kullanılarak Yenidoğan vahşetinin yolu açılmıştır. Gözler yumulmuş, düzen adına susulmuştur.

Anayasal denetim organları olarak konuya bakıldığında, yürütme organı içindeki hiyerarşik ve teftiş denetimlerinde -ki tek başına ortaya çıkan bir olay değil hastane, hasta ve görevliler düzeyinde yaygın ve sürekli olaylar, sakat bırakmalar ve ölümlerle, ihbar ve şikayet tarihinden sonra da devam eden olaylarla karşı karşıyayız-  görev ihmali, görevi kötüye kullanma, cana kast, maddi varlığı koruyamama suçlarında birinci derecede devrede olan görevliler dışında denetim elemanları, bakan ve cumhurbaşkanı da devrededir. Bu denetim olaylar yaşandıktan, ölümlerden sonra ya da ihbar üzerine değil her aşamada yapılması gereken bir denetimdir; sağlık bu alanda boşluk kabul etmeyen bir hak ve kamusal hizmettir.

Bakan ve Cumhurbaşkanı hakkında “istifa” isteme hakkı kullanılmalı, Anayasa kapsamında soruşturma açılmalı, Yüce Divan süreci çalıştırılmalıdır. Kimse yaşananları “birkaç çürük elma”ya havale edip kendisini temize çıkaramaz.        

Bu süreç düzen Anayasasının zorlaştırıcı hükümlerine karşın siyaseten gündeme alınmalı, birkaç kişinin ya da kurumun suç işleme iddiasına sıkıştırılıp olayların nedeni olan politika ve ideolojinin, sömürünün unutturulmasına izin verilmemelidir.  Bu konuda toplumsal baskı ve direniş yolları yaygınlaştırılarak kullanılmalıdır. 

Sorumluğun ve denetimin adli ve idari olarak hukuksal ve yargısal alanı eksik bırakılmamalıdır ama bu yol tek başına çözüm getirici olmaz. Kaldı ki yargısal denetim “iddianame” ile sınırlı, iddianame denilen belge de savcı imzalı ama emniyet güçlerinin, sonuçta siyasal iktidarın istedikleriyle sınırlı.

Konunun bir başka yönü parlamentoyla ilgili. Erdoğan CB olarak “Türk ekonomisi, serbest piyasa ekonomisi kurallarına uygun şekilde yoluna devam edecektir” derken (2021), Başbakan olarak “nasıl dünyada her şeyin serbest piyasası varsa sağlıkta da serbest piyasa oluşmalıdır” sözleriyle (2006) düzenin, düzen içinde de sağlığın ekonomi politiğini açık olarak vurguluyor. Buna sağlıkta özelleştirme, piyasalaştırma diyoruz, sağlığın kapitalizmin  kâr ve sömürüsüne teslim edilmesi diyoruz.  Türkiye’de 1982 Anayasası ve değişiklikleri, 12 Eylül darbesinden sonra çıkarılan yasalar sağlığı piyasaya tesliminin hukuksal meşruluğu yapılmıştır. 

Özetle düzen içi, anayasal denetim düzenekleri sınıfsaldır, sömürücülerin söz ve karar sahipliğine hizmet etmekte ya da kağıt üzerinde bırakılmakta.  

Sorun denetim ya da denetimsizlikten çok daha derinlerde. Sömürü için silah üretenler, sömürü için doğayı ve insanları katledenler, işgalciler bebekleri katledecek kadar vahşetin ve çürümenin içindeler. Silahları ya da siyaseti kullanarak, milliyetçiliği ya da dini kullanarak, eğitimi ya da sağlığı kullanarak, devleti ve hukuku kullanarak, insanlığa ve doğaya karşı suç işleyerek, her yol geçerli diyerek sınırsız sömürü sürdürülüyor.  

Dünya Bankası destekli Sağlıkta Dönüşüm Programının “kamuyu yeniden yapılandırma anlayışına uygun olarak, sağlık alanının yeniden düzenlenmesi” hedefi bir yandan sağlık kurumlarının özerkleşmesi yoluyla kamunun daraltılmasını hedeflerken diğer yandan sağlıkta özelleşmeyi yaygınlaştırdı. Bakanlık bünyesindeki “kamu Özel İşbirliği” ve “Özel Hastaneler” Daire Başkanlıkları dönüşümün ateşleyicisi oldu. Kamu ticarileşti, özel kazandı. Hizmette rekabet hedefi paralı sağlığa ve daha çok kâra yöneldi. Planlayıcı ve denetleyici Sağlık Bakanlığı sağlıkta piyasalaşmaya destek veren bakanlık oldu. 

Sağlıkta dönüşüm sağlığı liberalizmin, yabancı sermayenin etki alanına soktu. İnsan, bebek, organ, kök hücre, hücre yenileyici maddeler, hastane teçhizatı, medikal, ilaç ticareti uluslararası piyasanın da konusu.  

Tarikat ve Cemaat hastaneleriyle (Fethullah Gülen hastanelerine onay veren, OHAL döneminde kapatan iktidar kim? O hastaneler şimdi kimlerin elinde?), kadrolaşmalarıyla (Sağlık Bakanlığı hangi tarikatların elinde?), bilim dışı yöntemlerle, her türüyle gericiliğin el attığı sağlık alanını da unutmayalım.  

Sözde denetim ya da denetimsizlik piyasaya, sermaye sınıfına özgürce hareket olanağı tanıyor. Bunun anlamı sağlıkta denetimin, diğer anlamıyla söz ve karar sahipliğinin sermaye sınıfının elinde olması. 

Derin sınıfsal eşitsizlik sağlıkta da açık ara devrede. Bireysel ve toplumsal, insanca yaşam hakkı, sağlık hakkı sömürünün ürünü yapılamaz. Sağlık geliştirici, koruyucu, iyileştirici, tüm politika ve hizmetlerinin herkese eşit ve parasız sunulmasıyla yaşama geçer. Toplumsal denetim ve sınıfsal savaşım çalıştırılmadan, sağlığın tüm unsurları devletleştirilmeden çözüm gelmez.    /././

Van Depremi'nde geçici olarak yapılmıştı: 13 yıldır konteynerlerde yaşıyorlar -Cihan Mert 

Van Depremi'nin üzerinden 13 yıl geçti. Aileler hâlâ konteyner kentte yaşam mücadelesi veriyor: "Kiraya çıkamıyoruz, 12 yıldır burada kaldık."

2011 yılının Ekim ayında Van'da 7,2 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. 25 saniye sürdüğü tahmin edilen depremin ardından birçok ev yıkıldı, 644 yurttaşımız yaşamını yitirdi. Binlercesi de yaralandı.

İlk depremin etkisiyle Erciş’te, 5,6 büyüklüğündeki ikinci depremin etkisiyle de Van merkezinde büyük yıkım yaşandı. Depremin ardından Van’da öncelikle çadır kentler, ardından konteyner kentler kuruldu.

Resmi rakamlara göre, kentteki 31 bin 870 konut, 8 bin 849 işyeri ile 9 bin 602 ahır ağır hasar gördü, 18 bin 181 konutun da orta hasarlı olduğunu tespit edildi.

'Durumum olmadığı için çocuğumu okula yollayamıyorum'

Yıllar içinde konteynerler yavaş yavaş kaldırılırken Tuşba ilçesine bağlı Seyrantepe Mahallesi'ndeki konteyner kent 13 yıldır olduğu yerde duruyor ve 50’yi aşkın aile hâlâ burada yaşıyor.

Deprem konteynerlerini gezerken Şahin Avcı ile karşılaştık. Avcı, engel durumundan dolayı iş bulamadığından bahsederek, "Evi olanlar TOKİ’den ev aldı ve taksitlerini bitirdi. Biz burada 3 kardeş kalıyoruz, kalan mağdurlar da biziz. Şimdiye kadar bize ne uğrayan ne de soran var" dedi.

Valiliğe, belediyeye gittiğini ancak kendisine iş vermediklerini söyleyen Şahin Avcı, çocuğunu okula gönderemediğini anlattı:

"Yemin ederim ben şu anda engelli parası ile geçiniyorum. Herhangi bir iş de yok, çalışayım. Çocuklarım okula gidemiyor, okuldan forma istiyorlar ben forma alamıyorum. Geçen gün ben sosyal yardıma dilekçe yazdım bin lira para çıktı. Bir çocuğuma aldım, iki çocuğuma alamadım şu anda okula gidemiyorlar. Liseye gidiyordu ama servisler paralı, yemekler paralı. Çocuğum artık okula gitmiyor. Çünkü benim durumum yok."

'12 yıldır kiraya çıkamıyorum'

Konteyner kentte kalan Ali Bey de daha önce kiracı olduğunu ancak artık kiraya çıkmasının mümkün olmadığını söyledi. Kış şartlarında konteynerlerde yaşamanın nasıl olduğunu sorduğumuzdaysa "Kışın elektrik gitse durumumuz sıkıntılı oluyor. Soba da yakamıyoruz burada. Millet yangından korkuyor" diyerek endişelerini dile getirdi. 

"Deprem olduğunda kiracıydım, nereden baksan bir yıl çadırda kaldım. Belediye yol yapımına geldiği zaman 'sen nasıl çadırda yaşıyorsun' dedi. Dedim gücüm yok ki kiraya gideyim. O zaman burayı engellilere yapmışlardı, ben de buraya geçtim. 12 yıl oldu. Geçim durumu gerçekten sıkıntılı, ben kiraya da gidemiyorum ve o şekilde burada kaldım."

                                                               /././

BRICS, NATO üyesi Türkiye’yi ‘ortak’ olarak kabul etti

Erdoğan, Rusya'ya bağlı Tataristan Cumhuriyeti'nde düzenlenen BRICS Zirvesi'nde çekilen aile fotoğrafında yer aldı.

Rusya’nın Kazan kentinde yapılan BRICS Zirvesi’ne katılan tek NATO ülkesi Türkiye, zirvede 13 ülkeyle birlikte BRICS’in “ortak” kabul ettiği ülkeler arasına girdi.

Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’nın oluşturduğu BRICS, yeni üyeleri İran, Mısır, Etiyopya ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin katıldığı ilk zirvesini Rusya’ya bağlı Tataristan’ın başkenti Kazan’da gerçekleştirdi. Zirvede Türkiye dahil 13 ülke de BRICS’in “ortak” ülkeleri arasında girdi.

Zirveye BRICS’in üyeliğe davet ettiği ancak henüz üyeliğini resmen onaylamamış olan Suudi Arabistan’ı temsilen Dışişleri Bakanı Faysal bin Ferhan da katıldı. Zirveye davet edilen Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ise BRICS Zirvesi yapılırken ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken ile Riyad’da Ortadoğu’daki son durumu görüşüyordu.

Erdoğan Rusya'da, Mehmet Şimşek ABD'de

BRICS Zirvesi’ne katılan tek NATO üyesi ülke lideri AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’dı. Erdoğan dün zirve kapsamında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile de ikili bir görüşme gerçekleştirdi. 

Öte yandan Erdoğan’ın Kazan ziyareti sırasında Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ise ABD’de IMF ve Dünya Bankası’nın yıllık toplantılarına katılıyordu.

Zirve kapsamında bugün yaklaşık 40 ülkeden temsilcinin katılımıyla gerçekleştirilen “Genişletilmiş BRICS+” toplantısında konuşan AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan dün Ankara’da TUSAŞ’a yapılan saldırı nedeniyle taziyelerini ileten dünya liderlerine teşekkür etti.

'BRICS ailesiyle diyaloğumuzu genişletmeye kararlıyız'

Türkiye'nin BRICS ile diyaloğunu geliştirmeye kararlı olduğunu belirten Erdoğan, BRICS Zirvesi için belirlenen “adil küresel kalkınma ve güvenlik için çok taraflılığın güçlendirilmesi” temasını çok isabetli bulduklarını söyledi.

Erdoğan “Günümüz şartlarında 2. Dünya Savaşı sonrasının ürünü olan siyasi ve mali mekanizmalar kendilerinden bekleneni veremiyor. Türkiye olarak böylesi bir ortamda ‘daha adil bir dünya mümkündür’ şiarıyla hareket ediyoruz. Çok taraflı platformlarda dostlarımızla bir araya gelmeye ve hepimizi ilgilendiren ortak sorunlara müşterek akılla çözüm bulmaya ehemmiyet veriyoruz” diye konuştu.

Türkiye’nin Avrupa Konseyi, Türk Devletleri Teşkilatı, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı, G20 üyeliklerine ve bölgesel ortaklık ve işbirliklerine değinen Erdoğan “Türkiye olarak karşılıklı saygı ve kazan kazan temelinde yakın münasebetler geliştirdiğimiz BRICS ailesiyle de diyaloğumuzu ilerletmekte kararlıyız” dedi.

Erdoğan konuşmasında “Küresel bir adil düzen ve kalkınma ancak sınırlarımız ötesinde huzur ve güvenliğin tesisiyle mümkün olabilir” ifadesini kullandı.

Putin: Her şeye egemen olma mantığıyla düşünmeye alışmış güçler engelliyor

Toplantının açılış konuşmasını yapan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin de daha adil bir dünya düzenine geçiş sürecinin kolay olmadığını ve bu sürecin oluşumunun “her şeye egemen olma mantığıyla düşünmeye ve hareket etmeye alışmış güçler tarafından” engellendiğini söyledi.

Alternatif, güvenilir ve dayatmalardan uzak, çok taraflı finansal mekanizmalar, yeni üretim zincirleri kurmak gerektiğini ve uluslararası ulaşım koridorlarının kapasitesini geliştirmek ve artırmanın önemli olduğunu söyleyen Putin konuşmasında Ortadoğu’daki duruma da değindi.

Putin “Filistin halkına karşı tarihi adaletsizliğin düzeltilmesi, Orta Doğu'da barışı garanti edebilir. Bu sorun çözülene kadar, şiddetin kısır döngüsü kırılmayacaktır. İnsanlar kalıcı bir kriz atmosferinde yaşamaya devam edecektir” dedi.

Ülkeler arası çatışmaların başlamasına yönelik bazı cesaretlendirici adımların atıldığını anlatan Putin, "Ukrayna bunun bir örneğidir. Endişelerimizi umursamadan, Rusya’nın güvenliğine tehdit yaratması ve Rusça konuşan insanların haklarını ihlal etmek için kullanılıyorlar" dedi.

Rusya’nın "stratejik yenilgiye uğratma arzusunun" bir "hayal" olduğunu belirten Putin bunu isteyenlerin Rus tarihini bilmediklerini söyledi.

'Avrasya'da güvenlik sistemi'

“Avrasya’da eşitlik temelli bir güvenlik sistemi” oluşturulmasına yönelik fikirler sunduklarını anlatan Putin, "Bu fikirler, gerçek istikrarı güvenilir bir şekilde garanti altına almak ve kıtadaki tüm devletlerin ve halkların barışçıl gelişimi için koşullar yaratmaya yönelik ortak çabalar sarf etmek üzerinedir” diye konuştu.

Putin, Birleşmiş Milletler (BM) yapısının 21’inci yüzyıl gerçeklerine uyarlanması, Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin BM Güvenlik Konseyi'nde daha fazla temsil edilmesi gerektiğinin altını çizdi.

Çin ile Hindistan arasında dikkat çeken görüşme

ABD dolarına bağımlılığını aşma çabalarıyla genişleyen BRICS’in yeni üyelerinin de katıldığı zirvede dün dikkat çeken bir başka gelişme daha yaşandı.

Çin ile Hindistan arasındaki sınır anlaşmazlığının yol açtığı gerilimli dönemin ardından iki ülkenin liderleri 5 yıl aranın ardından ilk kez dünkü zirvede bir araya geldi.

Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin görüşmesine ilişkin Çin Dışişleri Bakanlığı'ndan yapılan açıklamaya göre, Şi, iki ülkenin iletişim ve işbirliğini güçlendirmesi, aralarındaki farklılıkları ve anlaşmazlıkları uygun şekilde yönetmesi gerektiğinin altını çizdi. Şi, "Aynı zamanda tarafların uluslararası sorumluluklarını yerine getirerek gelişmekte olan ülkelerin gücü ve birliğini artırma konusunda örnek olması, çok kutupluluğa ve uluslararası ilişkilerde demokratikleşmeye katkı sağlaması önem taşıyor" dedi.

Hindistan Başbakanı Modi ise X sosyal medya hesabından görüşmeye ilişkin yaptığı paylaşımda, "Hindistan-Çin ilişkileri, iki ülke halkları için olduğu kadar bölgesel ve küresel barış ile istikrar açısından da önemli. Karşılıklı güven, karşılıklı saygı ve karşılıklı duyarlılık ikili ilişkilerimize rehberlik edecek" ifadelerini kullandı.

Hindistan Dışişleri Bakanlığının görüşmeye ilişkin açıklamasında ise Başbakan Modi'nin, Yeni Delhi ve Pekin arasında Himalayalar'daki ihtilaflı sınır bölgesinde askeri devriye faaliyetlerinin düzenlenmesi konusunda varılan anlaşmayı memnuniyetle karşıladığı belirtildi.

Taraflar, 22 Ekim'de iki ülke arasındaki geçici hududu oluşturan Fiili Kontrol Hattı'nın (LAC) Ladakh bölgesinde karşılıklı devriye faaliyetlerinin düzenlenmesi konusunda anlaşmaya vardıklarını duyurmuştu.

                                                             ***

Bahçeli'yi eleştiren MHP Grup Danışmanı'nın görevine son verildi

Bahçeli'nin Öcalan çağrısını eleştiren MHP TBMM Grup Danışmanı Oğuzhan Güngör, görevden alındığını duyurdu. (https://haber.sol.org.tr/haber/bahceliyi-elestiren-mhp-grup-danismaninin-gorevine-son-verildi-395718)

(soL)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder