soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -26 Ekim 2024-

‘Yenidoğan çetesi’ yeni mi: 2015'teki ihbarın üstü kapandı, 2017’deki denetim raporları açıklanmadı -Burcu Günüşen-

Sağlık Bakanlığı’nın 2017’de yenidoğan yoğun bakımlarına yaptığı denetimlerde özel hastaneler sınıfta kaldı. Ancak kısa süre sonra bakan değişti, raporlarsa işleme konulmadı.

Türkiye, özel hastaneler SGK’den daha fazla para alsın diye bebeklerin ölümüne yol açan “yenidoğan çetesi”ni konuşurken yetkililer kendilerini aklama çabasında.

Skandalın, Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu’nun açıkladığının aksine 2023’te başlayan soruşturmadan çok daha öncesine uzandığı yeni verilerle ortaya çıkıyor. 

Sözcü TV’nin ulaştığı belgelere göre “yenidoğan çetesi”ne ilişkin ilk ihbar 27 Temmuz 2015’te İstanbul Valiliği’ne yapılmış. İhbarı yapan kişi İstanbul Avrupa Yakası’nda 112’de çalışanların hastaları özel hastanelere “pazarladığını”, özellikle “yenidoğan kısmında büyük paralar döndüğünü” bildiriyor. Tek tek hastanelerin isimlerini veriyor. İhbarda ismi geçen personel hakkında soruşturma açılıyor ve birçoğuna aylıktan kesme cezası veriliyor. Sağlık Bakanlığı’nın ihbarda ismi geçen hastanelerden sadece bir kısmında yaptıdığı denetimler sonucu hazırlanan raporda, bebeklere yatış süresini uzatacak yanlış tedaviler uygulandığı, bunların bebeklere zarar verebileceği tespitleri yapılıyor. Bu rapor üzerine suç duyurusunda da bulunuluyor ancak bir sonuç çıkmadığı anlaşılıyor.

2017'deki denetimlerin sonuçları neden açıklanmıyor?

Sağlık Bakanlığı’nın Türkiye genelinde yaklaşık 40 hastanenin yenidoğan yoğun bakımlarına yönelik bir denetimi de 2017 yılında yaptırdığı, özel hastanelerin bu denetimlerde sınıfta kaldığı ancak o dönemde hazırlanan raporların akıbetinin belirsiz olduğu da ortaya çıktı.

O raporların ne olduğunu sorduğumuz Türk Neonatoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Esin Koç “2017’deki denetimleri yapan Sağlık Bakanlığı’nın kendisi. Bizden bir işbirliği talep etmişlerdi. Yani derneğin işbirliğiyle Sağlık Bakanlığı’nın kendisi yapmıştı denetimleri” dedi.

Bu denetimlerde özel hastanelerin yenidoğan yoğun bakım ünitelerinin iyi not alamadığını belirten Koç “Kısa süre sonra bakan değişti. Ne oldu o raporlar o kısmını tabii biz bilmiyoruz” dedi.

'Özel hastanelerdeki bakım kalitesi belirgin olarak üniversite ve devlete göre daha düşüktü' 

Koç “Denetlemeyi yapan o dönemdeki bakan Recep Akdağ’dır. Oradaki sonuçlarda üniversitelerin yoğun bakımları çok iyi çıktı. Devlet hastanelerine ait yoğun bakımlar da yine üniversiteler kadar olmasa da daha iyiydi. Ama bazı özel hastaneler o dönemde bizden iyi not alamadı. O dönemde hem üniversite, devlet, özel hastanelerde durumun nasıl olduğuna dair hem de tek tek hastanelerle ilgili denetleme raporu çıktı. Orada İstanbul’daki özel hastaneler de vardı tabii, özel hastanelerdeki bakım kalitesi belirgin olarak üniversite ve devlete göre daha düşüktü” ifadelerini kullandı.

Bu denetimlerin ardından hazırlanan raporlar işleme konulmazken dönemin bakanı Recep Akdağ’ın kısa süre sonra bakanlıktan ayrılmasıysa dikkat çekici. Akdağ’ın görevden ayrılmasının ardından bakanlığa Ahmet Demircan getirilmişti. Bir yıl sonra ise özel hastane patronu Fahrettin Koca Sağlık Bakanı olmuştu. Akdağ’dan önceki Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu ise “yenidoğan çetesi” soruşturmasında kapatılan özel hastanelerden Avcılar Hospital Hastanesi’nin sahibiydi.

'O tarihten sonra dernekle işbirliği yapmadılar'

Prof. Dr. Esin Koç’a 2017’den sonra derneğin bakanlıkla işbirliği halinde denetimlerinin olup olmadığını sorduk. Koç şöyle yanıt verdi:

“Olmadı. Recep Akdağ’dan sonra olmadı. Fahrettin Koca zamanında da dernekle işbirliği yapmadılar. Recep Akdağ da ondan kısa bir süre sonra görevden ayrıldı. Neden ayrıldı, ne oldu o kadarını bilemiyorum.”

İstanbul'da yüzde 82'si, Türkiye genelinde yüzde 70'i  özelde

Bugün Birgün gazetesinde Bayazıt İlhan “Sağlıkta Çürüme” başlıklı yazısında İstanbul’da yenidoğan yoğun bakım hizmetlerinin çok büyük oranda özel sektörde olduğuna dikkat çekti ve “devlet hastanelerinin payı Türkiye ortalamasının yarısı, yüzde 18” diye yazdı. Buna göre İstanbul’da yenidoğan yoğun bakım hizmetlerinin yüzde 82’si özel hastanelerde.

Yenidoğan uzmanlık derneği olan Türk Neonatoloji Derneği Başkanı Prof. Koç ise “Tüm Türkiye’de 456 tane yenidoğan seviye 3 yoğun bakım var. Bunların 300 küsuru özelde. Yani yüzde 70’i böyle” dedi.

Koç İstanbul’daki özel hastanelerin yenidoğandaki ağırlığını da şu sözlerle doğruladı: “E tabii İstanbul’da daha çok özel hastane olduğuna göre rakamı ona vurduğunuzda aşağı yukarı doğru.”

Burada SGK üzerinden devletin soyulduğunu dile getiren Koç, “Devlet soyulacak olmasa bu kadar özel hastane de çıkmaz bence. Bu kadar çok özel hastane doğru değil. İstanbul’da bu kadar çok özel hastane olması indirekt yolla da olsa bir sıkıntı olduğunu gösterir” dedi.

'Denetleme raporlarının işleme konulması önemli'

Koç, yenidoğan yoğun bakım hizmetlerinde çalışan hekimlerin de mağdur olduklarını dile getirerek “Burada bebekler çok mağdur, aileler çok mağdur. Ama inanın gece gündüz çalışan doktorlar da çok mağdur. Yenidoğanda çalışmak sadece fiziksel değil ruhsal olarak da çok ağır bir iş. O yüzden kimse yenidoğan yoğum bakımcı olmak istemez. Çok az isteyen var. Çocuk hekimi bile olmak istemiyorlar. Şimdi bir de üstüne üstlük bu vicdansızlar yüzünden yenidoğancılara karşı bir önyargı olursa inanın bundan bebekler en çok zarar görür” diye konuştu.

“Yenidoğan çetesi" denilince sanki “yenidoğan uzmanlarının çetesi” gibi anlaşıldığını söyleyen Koç “Halbuki orada doktor olmayanların doktor gibi gösterilmesi de çok ciddi bir sorun. Ailelerin kandırılması… Bunların denetlenmesi, daha da önemlisi bu denetleme raporlarının işleme konulması önemli” diye belirtti.

                                                       /././

Ailece sorumlular: Erdoğan 'yenidoğan çetesi'nin neresinde?

Erdoğan Ailesi yalnızca sağlığın piyasalaşmasına neden olmadı aynı zamanda dinselleştirme operasyonlarıyla bilim dışı uygulamaları da yaygınlaştırdı. Bugünkü tablodan en çok da onlar sorumlu.

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, "Hekimler sizin yüzünüzden gidiyor" eleştirilerine elleri ile "para sayma işareti" yaparak yanıt vermişti.

(https://haber.sol.org.tr/haber/ailece-sorumlular-erdogan-yenidogan-cetesinin-neresinde-395694

                                   ***

AKP’den Gülen’e son saygı -Aydemir Güler-

Gülen’in öldüğü gün verilen ilk tepki, geriye dönük basın taraması yapmaya ihtiyaç duymadan AKP’nin Cemaatin hangi misyonlarına saygı duruşuna geçtiğini açık etmiştir.

Fethullah Gülen’in öldüğü bilgisinin TRT haberlerinde birinci sıraya yerleştirilmesi başlı başına verilen önemin kanıtı. Normaldir diyebilirdik, ama devamı var. Haberde Gülen’in günahları öyle gösteriliyor ki, TRT yani iktidar saygı duruşunda sanırsınız!

Ama önce AKP’nin Fetö’yle derdi hakkında bir iki not…

AKP’nin “terör örgütüyle mücadelemiz sürüyor” ezberinin üstünü kazırsanız, kimin saf değiştirdiğinin kimin yeraltına geçmiş Fethullahçı olduğunun bilinemediği bir alacakaranlık kuşağına ulaşırsınız. Erdoğan takımının terör diye kodladığı korkusu, bu anlamda, temelsiz değildir.

Ama bu yeni bir darbe ihtimali anlamına gelmez. Aynı senaryonun tekrarlanması için neden yok. Konu, Fethullahçıların düzenin tamamı adına gerçekleştirdikleri 50 yıllık operasyonun denk düştüğüne benzer bir zeminin bugün de var olup olmadığıdır. 

Bağlam elbette çok değişti. Fethullahçılık komünizme karşı mücadele konseptiyle yola koyulmuş, 1990’larla birlikte Türkiye’nin emperyal açılımının ABD uyumlu bir harekât olarak projelendirilmesinde ve icrasında sorumluluk almıştır. “Hizmet” dedikleri buydu!

Bugün Türkiye kapitalizminin sıkıntısı başka yerde düğümleniyor: Atlantik-Avrasya dengesinde yürümek kolay olmuyor... 

Bu zor iş, güçlü iktidar gerektirir. Oysa AKP’nin bütün erki tekeline alması, paradoksal biçimde, ayağını bastığı toprağı kırılgan hale getirdi. İstikrarsızlık için bin bir neden zaten varken, Erdoğan, yürüttüğü siyasetin bütün şifrelerine sahip olan Fethullahçılardan endişelenmekte haksız sayılmaz. Düzenin diğer unsurlarının yol haritasını okumakta ve manipüle etmekte ustalaşan AKP merkezinin belli başlı unsurları, Fethullahçılardan gelecek bir tehdit karşısında birbirlerine bile güvenemezler. 15 Temmuz’dan sonra Erdoğan’ın kurduğu takım, Cemaatin etki alanından tırnakla sökülüp alındı. Birbirlerine mecbur olabilirler, ama güvenmek için herhangi bir nedenleri yok...

*    *    *

İlk günün haber bültenine dönelim… Olay sıralamadan ibaret kalmadı. Birkaç gün boyunca, belli ki yukarıdan gelen bir kararla Fetö denen yapının kötülüklerini allayıp pullayan bir edebi üretim sürdürüldü. Bunları tümünü dinlemeye sabır dayanmazdı; ama ilk günkü refleksi kayda geçirebiliriz.  

TRT’ye göre ilk ihanet “MİT Kumpası”, ikincisi “17-25 Aralık komplosu” idi. 

Bunların tarihleri sırasıyla 2012 başı ve 2013 sonudur. 7 Şubat 2012’de bugünün Dışişleri Bakanı, o günün MİT Müsteşarı Hakan Fidan savcılık tarafından ifadeye çağrılır. Konu AKP’nin çözüm süreci kapsamında PKK ile yaşadığı görüşme trafiğidir. Ortaklar arasında mücadele sertleşse de köprüler atılmaz; hükümet Cemaati aklayacak açıklamalar yapar. AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in sözlerine bakarsak, Fethullahçıların devleti ele geçirdiği iddiasına henüz “kargalar bile gülmektedir.”

Nitekim 2013 Haziran Direnişi günlerinde, halk hareketi bir yana, Erdoğan’ın uykularını kaçıran soru Gülen’in ne yapacağı olmuş, o sıra düzenlenen Türkçe Olimpiyatları vesilesiyle kriz aşılmıştı. Elbette hiçbir iç kavga aynı gemide olduklarını unutturamazdı. Halk sokaktayken Erdoğan’a koltuk çıkan Gülen, o yılın Aralık ayında büyük bir yolsuzluğun kamuoyuna yansımasını sağladı. Ama rüşvet, yakınını kayırma ve yolsuzluk gibi işler çoktan kurumsallaşmış, Türkiye çürüme yolunda mesafe kaydetmişti. Atlattılar… 

*    *    *

AKP’nin “terör örgütü şefinin” siciline yazdığı en büyük iki günah, öncesini aklamaktan başka nasıl okunabilir? Cemaatin 2012’ye kadarki bilançosuna bundan daha açık biçimde sahip çıkılamazdı. Gülen’in öldüğü gün verilen ilk tepki, geriye dönük basın taraması yapmaya ihtiyaç duymadan AKP’nin Cemaatin hangi misyonlarına saygı duruşuna geçtiğini açık etmiştir.

Daha AKP’nin kurulmamışken Sovyetler Birliği’nin boşalttığı Türki cumhuriyetler coğrafyasına “fetihçi dervişleri” salan kimdi? Türkiye sermayesi işe ancak süpermarket açarak başlayacak durumdaydı; ama önden birilerinin gidip zemin hazırlaması lazımdı. Sonra, Türkiye’nin emperyal davranışlar göstermeyi çoktan hak ettiği yolunda akademik bir arka plan kurgulanması da lazımdı. Bu misyon Gülen tarafından başlatılmıştır. Erdoğan’ın iktidar yıllarında tamamına erdirilen Yeni-Osmanlıcılık bir Hizmet Hareketi kurgusudur. TRT haberi bunları aklamıştır.

Komünizmle mücadele çağında tetiğe uzanan MHP camiasıydı. Milli Görüş ise kendisini bir seçenek olarak inşa etmeye çalışıyordu. Türkeş MHP’si daha dar bir görev ifa ederken, Erbakan MSP’si geleceğe yatırım yapıyordu aslında. Öyle olunca da, 1970’lerde MSP bir iç savaş koalisyonu olan Milliyetçi Cephe’de yer almakla birlikte AP ve MHP’ye göre daha “sakin” bir profil çizmiştir. 

Ancak Erbakan’ın yıllar sonra soracağı “kanlı mı kansız mı” sorusu, Türkiye’de Cumhuriyete karşı yeni bir iktidar yürüyüşünün kodlarının itirafı olacaktı. Karşıdevrimlere kadife, yumuşak türünden sıfatlar takan emperyalist demagojidir. Bizim İslamcı karşıdevrimciler iktidar yolunu kanla açtılar. 

Cemaatle Sivas katliamı arasındaki bağ merak konusudur. Olmaması hayatın olağan akışına aykırı!

1990’larda laik aydınların kıyıldığı süreci dış kaynaklarla açıklamaya kalkan topu tacı atıyor demektir. Bu bir “seri katliamdı.” Türkiye sağcısının devlet memuriyetine alınmadığı durumda öyle işlere kalkışmayacağını biliyoruz. Aynı zaman diliminde Fethullahçıların devlete yerleştikleri çıplak gözle izlenebiliyordu. Eski dönemden kalma alaylıların yerini mektepli cemaatçiler hızla alıyordu. Poliste, orduda, yargıda, akademide, medyada… 

Gülen’in kalbinin durmasını takip eden saatlerde AKP ilk haberi dikte ettirirken bütün bu süreci aklamış oldu.

Aklamak zorundaydı, çünkü bu Erdoğan’ın iktidara tırmanışıydı. AKP’nin ittifak stratejisini kuran merkezi aklı organize eden Cemaattir. Bunu söylerken komünizmle mücadele derneklerinden yetişme, tarikatçı bir cahilin sayıklamalarında derin cevherler gizli olduğunu kast etmiyorum. Bu bir ABD emperyalizmi-Türkiye büyük sermayesi ortak yapımıydı. 

Laik geçinen büyük tekeller, devletin sağladığı bütün ayrıcalıklardan yararlanan Hizmet Hareketi’nin bir holding olarak yükselişini gözlemlediler, onunla temas ettiler, işbirliğine girdiler. Zaten Gülen’in, zamanında gazetelerde boy boy yayınladığı teşekkür ilanları yakın dostlarının önemli bir bölümünü açık etmişti. AKP’nin bunlarla derdi değil ortaklığı vardır. 

Sıra 1923’le birlikte anılan Cumhuriyet’in yıkılmasına geldiğinde sağ ve sol liberalleri kapsayan bir cephenin kurulmasında da Cemaatin emeği büyüktür. Liberal sol bir parti genel başkanının “sol Fethullahçılık” diye bir tabir uydurmasını ve bundan kendine övünç çıkartmasını zevzeklik sayabiliriz. Ama AKP’nin demokrasiyi inşa etmekte ve askeri vesayeti yıkmakta olduğu, bunun da bir demokratik devrim sayılabileceği yolundaki teorik ucubeyi Erdoğan, Gülen örgütünün topladığı, Abant’ta ağırladığı, muhtemelen beslediği “yeni entelijansiyaya” borçludur. 

Konu propagandadan ibaret kalamazdı elbette. Ergenekon operasyonu, TRT’nin ve haber metnini dikte ettirenin unuttuğu bir diğer Fethullah prodüksiyonuydu. AKP düzeni altında bile kanıtlanan bu gerçeğin şimdi adı anılmadı!

“Yıkılası Cumhuriyet’in” kötülüğünün en kısa sürede kanıtlanması gerekiyordu. Hrant Dink’in öldürülmesi bu kapsamdadır. Fethullahçılar, karanlık ve kanlı kontrgerilla işlerini seçimle gelmiş hükümetinin üstünden alacak kadar incelik gösterdiler!

Son yıllarda Erdoğan, üstüne titrediği itibardan toplum nezdinde çok şey yitirmişse, burada önemli bir neden, Cemaat gibi resmi sorumluluktan azade ve iş bitirici bir müttefike sahip olmayışıdır. Tersine AKP, sık sık, iktidar blokunun yolsuzluktan cinayete, uyuşturucu veya insan kaçakçılığından yasadışı ticarete kadar uzanan gayrimeşru faaliyetlerinin arkasında durmak zorunda kalmaktadır. Erdoğan Gülenli günleri özlemiş olmalıdır. 

O günlere saygı göstermemek olmazdı doğrusu. Kayda geçirdiğimiz gibi gösterilmiştir. AKP’nin TRT’ye temize çektirttiği eski hizmetlerin listesini buraya sığdırma olanağımız ise yok. Soru çalmaktan suikast düzenlemeye, askeri bina basmaktan savcı tutuklamaya sayfalarca sürer…

İlk ihanetin MİT kumpasıyla Fidan’ın ifade vermeye çağırılması olduğunu ilan etmek saygı sunumudur. Fidan’a “PKK ile yasaya aykırı ilişkileri” sorulacak, AKP çözüm sürecinden suçlu sandalyesine oturtulacaktı. Bu, tek başına sağcılığın karakterini göstermeye yeter. Çünkü Cemaat’in çözüm sürecine katkısı sadece liberal kamuoyunu yönlendirmek olmamıştır. Gülenciler her düzeyde oradaydılar. MİT ve PKK görüşmesinin ses kayıtlarını sızdıranlarla, o kaydı tutanların aynı Fethullahçı kişiler olması muhtemeldir! 

Cemaat bir eliyle yaptığını diğer eliyle inkâr edip suçlamıştır. Sağcılık işte budur.

Ayakkabı kutuları da aynı yönteme örnek oluşturur. Cemaat iktidarın yaşadığı derin yozlaşmanın mimarı, paydaşıydı. Çok daha erken bir dönemde ABD’de iş yapmak isteyen bütün patronlar için Hizmet Hareketinin “yüzdesini ayırmak” resmi ve rutin bir işlem haline gelmişti!

TRT bültenlerinde sıra 2014 Şubat’ında Suriye yolunda MİT tırlarının durdurulmasına geldi mi bilmiyorum. Orada da aynı mekanizma çalışmıştı. Komşu ülkede cihatçı ayaklanmanın çıkartılmasında, içeride “komşuya da demokrasi lazım geldiğinin” ekranlarda ve üniversitelerde anlatılmasında Gülenciler başroldeydi. Ama sonra silah taşıyan araçlara jandarma eliyle müdahale edilmesini organize edenler de onlardı. 

Sağcılık akıl almaz bir ikiyüzlülüktür. Yaşadığımız toplumsal çürümenin her noktasında Gülenciler iş görmüştür. 

*    *    *

AKP-Cemaat koalisyonuyla inşa edilen bu suç yapılanmasının istikrarlı sürmesiyse çok zordu. Bunca yükün kazasız belasız taşınabilmesi için iktidarda tam bir tekleşme gerekirdi. Karşıdevrim yapılmış, kurumsallık ve hukuksallık tasfiye edilmiş, sömürünün ve yozlaşmanın, kuralsızlık ve ahlaksızlığın sınırları kaldırılmış, denetim ve sorgulama yolları kapanmıştı. Bu sürecin artık bir koalisyonla yönetilmesi mümkün değildi.  

İktidarın iki kanadı olarak Erdoğancılar ile Gülencilerin çatışması kaçınılmazdı. Ancak zamanlama politik bir bağlamdan çıkmalıydı. Tam da AKP Yeni-Osmanlıcılığı tekelci sermayenin yayılmacı özlemleriyle bütünleştirmiş, emperyalist hiyerarşide yeni bir konumlanışın peşine düşmüştü. Yeni Türkiye geleneksel Amerikan jandarmalığından sıyrılmak istiyordu. Tayyip Erdoğan’ın dengecilikte rekorlar kırıp durmasına bir Amerikan ayarı verilmeliydi.

Serbest piyasa planlamaya gelmez; kapitalistler kâr oranının yüksek olduğu yere körce koştuktan sonra oranların dibe vurmasına ağlarlar. Kapitalizm akılcı değil aptalcadır. Burjuva siyaseti de öyledir. 

Emperyalist merkezlerce arkadan ittirilen, borusunu dilediğince öttürmesi teşvik edilen AKP Türkiye’si, bir noktadan sonra yerli-milli lafına angaje oldu. Kabının ötesine taşan büyük sermaye geri dönmek istemiyordu. Atlantik’e demirliydiler, ama siyasette denge ustası AKP’den memnunlardı. Amerikan ayarı Fethullahçıların misyonu oldu. Çıngar bu noktada koptu.

Silahlar patladı, hakaretler havada uçuştu, köprüler yıkıldı. Fetö tasfiyesinden sonra mahkemeler yargıçsız, ordu komutansız, polis müdürsüz, akademi kadrosuz kalacaktı neredeyse! Kolay olmadı. Geldik bugüne…

*    *    *

Gülen’in öldüğü gün TRT radyo haberlerinde bir gelenek daha bozuldu. Dinleyen bilir; bültenlerde spikerin kendini tanıtmasından sonraki cümlenin “Cumhurbaşkanı Recep Tayyip…” diye başlaması kuraldır. O gün Cumhurbaşkanı sözcüğü toptan geri çekildi! Muhtemelen iki ismin peş peşe geçmesinin eski ittifakı hatırlatıp küfürleri davet etmesinden kaçınılmak istenmiştir. 

Ama birkaç gün sonra bile Erdoğan’ın rahatlamadığı anlaşılıyor. Küfür dolu bir konuşma, “Türkiye’ye ihanet edenlerin akıbetinin ne olacağı böylece görülmüştür” sözleriyle bitirilince, sonuç o kadar da ağır olmuyor. Şeriatçı ve Amerikancı bir karşıdevrimci ileri yaşında ABD’de, bir eli yağda bir eli balda, itibarlı ve zengin bir konuk olarak sürdürdüğü yaşamından eceliyle, nereye uzandığı kestirilemeyen bir siyasal ve örgütsel ağın şefi olarak ayrılmış bulunuyor. 

Cumhurbaşkanı ne demek istedi, anlaşılmıyor; ama görülen şey, en ağır sicile sahip olan alçakların bile hesap vermeden gitme konforuna sahip olabildikleridir. Dini imanı para olan bu karanlık figürlerde bir vatan duygusunun izini aramaksa beyhudedir…

Bitirirken benim de bu ölüm vesilesiyle kendimize bir dileğim olacak. 

Dilerim, diğer Cumhuriyet yıkıcılarına, insanlık ve emek düşmanlarına, ülkemize bir sömürgeymişçesine kıymakta olan yağmacılara Gülen’in ölürken sahip olduğu konforu tattırmayız. 

Tattırmayacağız!                                   /././

Elektriğe gizli zam iddiası: 'Faturalar katlanacak'

Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu'nun dün aldığı kararla tarife limitleri yenilendi. Buna göre belirli bir tüketim limitinin üzerinde olan aboneler, devlet sübvansiyonundan yararlanamayacak.

Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK), Haziran ayı sonunda açıklama yapmış ve meskenlerde kullanılan elektriğe yüzde 38 zam geldiğini duyurmuştu.

Elektriğe uzun süre zam yapılmayacağı iddia edilmişti. 

Eski Ziraat Bankası Genel Müdür Yardımcısı ve Başkent Üniversitesi Uluslararası Finans ve Bankacılık Bölüm Başkanı Prof.Dr. Şenol Babuşçu, elektriğe gizlice zam yapıldığını duyurdu.

Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu'nun (EPDK) dün aldığı kararla "Son Kaynak Tedarik Tarifesi" limitlerini yenilendiğini duyuran Babuşçu, "Yeni Tarife, elektrikte belirli bir tüketim limitinin üzerinde olan abonelerin, devlet sübvansiyonu olmaksızın gerçek maliyetler üzerinden elektrik kullanmasını düzenliyor" dedi.

Babuşçu'nun paylaşımı şöyle:

"EPDK kararı uyarınca konut aboneleri için geçerli limitler 1 Ocak 2025'ten itibaren yıllık 5 bin kilovatsaate (kw) indirildi.

Buna göre yıllık 5 bin kw tüketimi olan konutlar ve ticarethaneler sübvansiyonlu elektrik kullanamayacak. Bu gruba girenler tedarikçisini bulacak, elektriğini satın alacak. Bunların mevcut durumda, örneğin 200 TL olan faturası katlanacak ve 500 TL civarına çıkacak." 

Yaklaşık 45 milyon konut elektrik abonesi bulunduğunu söyleyen Şenol Babuşçu, bu durumdan abonelerin yüzde 20'sinin yani 10 milyon civarında konut abonesinin etkileneceğini ifade etti.

                                                               ***

'Etki ajanlığı' yasalaşma yolunda: İktidar kısmi geri adım attı ama belirsizlik sürüyor -Yalçın Çuğ-

'Etki ajanlığı" hakkındaki maddenin TBMM Genel Kurulu'nda onaylanarak yasalaşması bekleniyor. Peki maddeyle ne amaçlanıyor, sorunları neler? Ceza Hukukçusu Erdi Yetkin, soL'un sorularını yanıtladı.

"Etki ajanlığı” düzenlemesinin de yer aldığı 23 maddelik "Noterlik Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi"nin görüşmeleri geçtiğimiz TBMM Adalet Komisyonu'nda tamamlandı. Komisyonda kabul edilen torba yasa teklifi, önümüzdeki günlerde TBMM Genel Kurulu'nda görüşülecek. 

Kanun teklifinin Genel Kurul'da kabul edilmesi halinde Türk Ceza Kanunu'nda (TCK) yapılacak değişiklikle birlikte casuslukla ilgili yeni bir suç ihdas edilecek.

TCK'nin "Devlet Sırlarına Karşı Suçlar ve Casusluk" bölümüne eklenmesi muhtemel olan ve "etki ajanlığı" olarak bilinen 16. maddede, "Devlet güvenliği veya iç ve dış siyasal yararları aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda suç işleyenler hakkında üç yıldan yedi yıla kadar hapis cezası verilir" ifadelerine yer verildi. Söz konusu eylemin "savaş sırasında veya askeri hareketleri tehlikeye sokacak bir süreçte işlenmiş olması" da cezayı 8 yıldan 12 yıla kadar çıkartılabilecek. Bahse konu suçtan dolayı kovuşturma yapılması ise Adalet Bakanı'nın iznine bağlı olacak. 

Düzenlemeye ilişkin resmi taslak yayımlanmadan önce Mayıs ayında kamuoyuna yansıyan taslak, haberler ve iddialar tartışmalara neden olmuştu. Basına sızan taslakta suç, "Türk vatandaşları veya kurum ve kuruluşları ya da Türkiye’de bulunan yabancılar hakkında araştırma yapmak veya yaptırmak” şeklinde tanımlanırken, onaylanan maddede değişikliğe gidildi. Maddede, "Devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararlan aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda suç işleyenler..." ifadesi kullanıldı.

İstanbul Gedik Üniversitesi Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Dr. Erdi Yetkin, Mayıs ayında kamuoyuna yansıyan taslağı soL için değerlendirmişti. Yetkin, yaklaşık beş ay sonra değişikliklerle yeniden gündeme gelen taslağa ilişkin soL'un sorularını yanıtladı.

Söz konusu maddeye bu haliyle karşı çıkılması gerektiğini ifade eden Yetkin, taslaktaki sorunlu hususları şöyle sıraladı: Belirsizlik, yabancı güçle somut bir ilişkilenmenin talimat hariç aranmaması, vesile suç bakımından ağırlık ya da nitelik çerçevesinde bir sınırlamaya gidilmemesi...

'Moda tabiriyle 'yerli ve milli' bir norm ile karşı karşıya değiliz'

Önceki yasama dönemi bitmeden etki ajanlığı suçu yasalaşmadı. Aslına bakarsanız o dönem suç tipinin neleri kapsadığı da belirsizdi çünkü değerlendirmeler yalnızca basına sızan taslak üzerinden yapılıyordu. Geçtiğimiz günlerde ise etki ajanlığı suçu Adalet Komisyonu’nda kabul edildi. Yakın zamanda da söz konusu suç yasalaşacak gibi görünüyor. İlk olarak Adalet Komisyonu tarafından kabul edilen metin çerçevesinde etki ajanlığına ilişkin düzenleme hakkında genel olarak değerlendirmeniz nedir?

Suç tipi taslağına geçmeden evvel “Etki Ajanlığı” meselesine dair genel çerçeveyi hatırlatmak isterim. Sizinle bir önceki görüşmemizde, Rusya, İngilizce konuşulan ülkeler, Gürcistan ve AB’nin Üçüncü Ülkeler Adına Menfaat Temsilinin Şeffaflığı Direktifi Taslağı düzenlemeleri çerçevesinde etki ajanını şu şekilde tanımlamıştım: Yabancı bir oluşum tarafından (bir devlet, bir gerçek kişi, devletle bağlantılı ya da bağlantısız tüzel kişiliği olsun ya da olmasın bir yapılanma) maddi destek sağlanan ya da bir şekilde etki altına alınıp geniş anlamda politik faaliyette kullanılan kişilerdir.

Etki ajanlığı bakımından tartışmalar iki eksende yürüyor: 1) Bir sicile kaydolma, ayrıntılı biçimde raporlamada bulunma, maddi kaynaklarını açıklama, faaliyetlerini yabancı etki altında olma etiketi ile yürütme gibi yükümlülükler ile belirli faaliyetler yasaklanma ve/veya yükümlülüklere aykırılık durumunda idari yaptırımlara maruz kalma biçiminde özetleyebileceğimiz etki ajanlığına ilişkin idare hukuku düzenlemeleri. 2) Yükümlülüklerin ihlaline ya da yasak faaliyetlere aykırılık durumunda ya da doğrudan doğruya yabancı etki altında olduğu değerlendirilen belirli davranışların kriminalize edilmesi şeklinde tanımlayabileceğimiz etki ajanlığına ilişkin ceza hukuku düzenlemeleri.

Şu hususu vurgulamak gerekir, TCK m. 339/A taslağı dolayısıyla bütünüyle, moda tabiriyle “yerli ve milli” bir norm ile karşı karşıya değiliz. Birazdan konuşacağımız üzere taslak, mukayeseli hukuktaki örneklerinden önemli farklılıklar içeriyor ve daha başarısız bir nitelik arz ediyor. Ancak etki ajanlığı hususunda düzenleme yapılması hususunda bir furyadan bahsetmek doğru olacaktır. Aynı şekilde iki yıl önce yasalaşan yanıltıcı bilgi suçu (TCK m. 217/A) bakımından da uluslararası etkiler göz ardı edilmişti. Ancak yanıltıcı bilgi suçu Türkiye’de düzenlenmeden evvel pek çok ülkede “fake news” ve ceza hukuku ilişkisi tartışılmaktaydı ve hâlâ tartışılıyor. Etki ajanlığı bakımından da mukayeseli hukukta gelişmeler ve tartışmalar söz konusu. Türkiye, sanılanın aksine, çoğunlukla bu uluslararası furyaları yakından takip eder. Bu uluslararası gelişmelerin farkında olarak Mayıs ayındaki görüşmemizde, etki ajanlığı suçunun yasalaşmasını öngördüğümü ifade etmiştim. Süreç bu yönde ilerliyor. Türkiye’nin bir özelliği ise her ne kadar uluslararası furyalara kapılsa da en nihayetinde bu furyanın içinde özellikli olarak nitelenebilecek ölçüde anlaşılması güç ya da başarısız – sorunlu düzenlemelere kavuşması, zaten sorunun özü de sanırım bu fenomen.

Etki ajanlığına dair düzenlemelerin damgalayıcılık, temel haklar üzerinde ölçüsüz ve caydırıcı etki doğurma, ceza hukuku yaptırımlarına gereksiz/ölçüsüz şekilde başvurma yönlerinden eleştirildiklerini görmekteyiz. Cezai yaptırım ve temel haklar üzerindeki etkiler meselesine ayrıca değineceğim ancak kısaca etki ajanlığına ilişkin yasaların damgalama – etiketleme etkisine değinmek istiyorum.

'Etkilenme, yaftalanma, damgalanma...'

Nasıl bir etkiden bahsediyorsunuz ve TCK m. 339/A taslağı bakımından da bu etkiden, endişeden bahsetmek mümkün müdür?

Pejoratif anlamla yüklü yabancı ajan ya da etki ajanı terimleri yerine lobiciliğin şeffaflığı gibi terimlerin de tercih edildiğini görmekteyiz. Bununla birlikte yabancı oluşumlarla ilişkilenmenin cezalandırıldığı ya da kayıt altına alınma yükümlülüğü getirildiği düzenlemelerin genel olarak yabancı ajanlığı ya da etki ajanlığı düzenlemeleri olarak adlandırıldığını görüyoruz. Bu husus, basit bir adlandırma sorununun ötesinde böylesi yasaların bir etiketleyici ya da damgalayıcı niteliklerini gözler önüne seriyor. Her ne kadar AB, Rusya ve Gürcistan düzenlemeleri için damgalayıcılık eleştirisinde bulunsa da AB Şeffaflık Direktifi Taslağı da benzer eleştirilere maruz kalıyor.

Taslak TCK m. 339/A hükmünde ise yabancı ajan, etki ajanı gibi bir ifadeye yer verilmemektedir ve suç tipinin başlığı da “devletin güvenliği veya siyasal yararları aleyhine suç işleme” şeklindedir. Ancak suç tipinde “yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda” biçiminde bir ifade söz konusudur ve de bu yüzden TCK m. 339/A da, eğer yasalaşırsa, etki ajanlığına dair düzenlemeler kapsamında değerlendirilecektir. Bu suçtan mahkûm olacak bir kişinin maruz kalacağı ceza yaptırımı, TCK m. 339/A nedeniyle üç yıldan yedi yıla kadar hapis cezası ve işlenen suç casusluk suçlarının dışındaki bir suç ise ayrıca o suç nedeniyle tespit edilecek cezadır. Bir de TCK m. 339/A hükmünden mahkûm olan kişilerin, etki ajanı ya da yabancı ajan olarak kamuoyunda yaftalanacağını hesaba katmak zorundayız. Her ceza mahkûmiyetin bir neticesi de, “suçlu” olarak kişinin etiketlenmesidir, yaftalanmasıdır, damgalanmasıdır. Etki ajanlığına ilişkin düzenlemeler bakımından da önemli bir çekince, bir kişinin etki ajanı ya da yabancı ajan olarak etiketlenmesi durumunda ilgili kişinin artık ilgili ülkede kamusal bir faaliyete katılmasındaki güçlüktür.

Türkiye’deki genel sorunları düşünelim. Bir kişi hakkında yalnızca bir ceza soruşturması açılsa dahi kamuoyunda ilgili kişinin suçlu olarak damgalandığını görüyoruz. Bir de bir akademisyen, yazar ya da gazeteci hakkında etki ajanlığı iddiasıyla soruşturma yürütüldüğünü düşünelim. Sonuçta ilgili kişi hakkında belki kamu davası açılmasa ve açılsa dahi sanık beraat etse, yine de soruşturma ve kovuşturma süreçlerinde bu kişi etki ajanı olarak yaftalanacaktır ve ilgili normun bu etiketleme potansiyeli nedeniyle öngördüğü ciddi cezai tehdidin de ötesinde bir öneme sahip olduğunu düşünüyorum.

'Öncelikle olumlu değişimi anarak başlayayım'

Peki, Mayıs ayında basına sızan haberlerdeki taslak ile bugünkü taslağı karşılaştırdığınızda, önceki görüşmemizde bahsettiğiniz sakıncalar devam etmekte midir?

Ne yazık ki büyük ölçüde evet. Öngörülen suç tipi taslağı şu şekildedir:

"Devletin güvenliği veya siyasal yararları aleyhine suç işleme

Madde 339/A- (1) Bu Bölümde düzenlenen suçları oluşturmamak kaydıyla, Devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararlan aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda suç işleyenler hakkında üç yıldan yedi yıla kadar hapis cezası verilir. Fail hakkında hem bu suçtan hem de işlediği ilgili suçtan dolayı ayrı ayrı cezaya hükmolunur.

(2) Fiil, savaş sırasında işlenmiş veya Devletin savaş hazırlıklarını veya savaş etkinliğini veya askerî hareketlerini tehlikeyle karşı karşıya bırakmış ise faile sekiz yıldan on iki yıla kadar hapis cezası verilir.

(3) Suçun, milli güvenlik açısından stratejik önemi haiz birimler ile proje, tesis ve hizmetleri yerine getiren kurum ve kuruluşlarda görev yapanlar tarafından işlenmesi halinde verilecek ceza bir kat artırılır.

(4) Bu suçtan dolayı kovuşturma yapılması, Adalet Bakanının iznine bağlıdır."

Öncelikle olumlu değişimi anarak başlayayım söze. Basına sızan ilk taslakta suç tipinin tipik hareketlerinden biri olarak “Türk vatandaşları veya kurum ve kuruluşları ya da Türkiye’de bulunan yabancılar hakkında araştırma yapmak veya yaptırmak” belirtilmişti. Araştırma yapma ya da yaptırma hareketleri bakımından iki sorun söz konusu idi. Birincisi araştırmadan kastın ne olduğu belirsizdi, ikincisi daha da önemlisi, sosyal uygunluğa sahip hareketlerin cezalandırılması söz konusu olabilirdi. Örneğin bir kişi, suç tipindeki diğer gereklerin yerine gelmesi koşuluyla, açık kaynaklar üzerinden bir internet araştırması yapsa, bu suç tipinin kapsamında değerlendirilebilir mi sorusu ortaya çıkmaktaydı. Araştırma yapma ya da yaptırma hareketlerinin, bilhassa akademisyenler ve sivil toplum faaliyetlerinde çalışanlar için tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini düşünmekteydim. Keza mukayeseli hukuktaki suç düzenlemelerinde de kapsama alınan davranışların cürmi niteliği vurgulanmaktadır ve sosyal uygun hareketlerin kapsanmaması, ilgili normların meşruluğu bakımından özellikle belirtilmekteydi.

Taslakta araştırma yapma ya da yaptırma hareketlerine yer verilmemesi ve suç işleme ile bağlantılı olarak suç tipinin yeniden formüle edilmesi, olumlu bir gelişme. Dün Türk Ceza Hukuku Derneği’nin taslağa dair bir açıklaması söz konusuydu; bu açıklamada taslakta yer alan suçun, bir nevi “suç işleme suçu” niteliğinde olduğu belirtilmiştir ki ben de bu görüşe katılmaktayım.

'Benzer sorunların etki ajanlığı bakımından da söz konusu olacağını düşünüyorum'

O halde suç tipine dair devam eden sorunlar nedir?

İlk olarak belirtelim ki ceza hukukçuları olarak “suç işleme suçu” sorununa yabancı değiliz. “Örgüt adına suç işleme suçları” (TCK m. 220/6 ve 314/3), yakın dönemde üzerinde sıklıkla tartışılan bir konu oldu. AYM, önce Hamit Yakut bireysel başvuru kararında, TCK m. 220/6 hükmünün iptal edilmiş eski versiyonunun kanuni bir müdahale gereksinimini karşılamadığına hükmetti; ancak yasama organı suç tipini düzeltme yolunda harekete geçmeyince de somut norm denetimi vasıtasıyla önüne gelen düzenlemeyi iptal etti. Bununla birlikte sorun çözülmedi, çünkü kanun koyucu, AYM’nin tespit ettiği sorunlu hususları düzeltmeden eski düzenlemeyi yeniden kanunlaştırdı.

Örgüt adına suç işleme suçunda AYM’nin tespit ettiği üç temel sorun vardı: Bir belirsizlik, iki temel haklar ve özgürlükler üzerinde caydırıcı etki ve üç örgüt adına suç işleyenin örgüt üyesi gibi cezalandırılması.

Elbette örgüt adına suç işleme ile yabancı güç adına suç işleme kavramlarının bağlam farkını aklımızda tutarak, benzer sorunların TCK m. 339/A yasalaşırsa, etki ajanlığı bakımından da söz konusu olacağını düşünüyorum.

'Taslak hüküm belirsiz'

Örneğin taslak hüküm belirsiz mi sizce?

Tek kelime ile cevap vermek gerekirse, evet.

Bir kere “Devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları” ifadesi suç tipinde tanımlanmıyor; gerekçedeki açıklamalar ise bu kavramların somutlaştırılması bakımından hayli yetersiz.

İkinci olarak TCK m. 339/A, casusluk suçları arasına ekleniyor, taslak gerekçesinde bu durum “Böylelikle belge ve bilgi temini veya açıklanması dışında casusluk maksadıyla suç işlenmesi de ayrı bir suç olarak düzenlenmekte ve casusluk faaliyetleriyle daha etkin mücadele edilmesi amaçlanmaktadır” şeklinde açıklanmıştır. O halde bu suçun, casusluk suçları sistemi ile uyumlu olması beklenir. Ancak bu beklentimiz karşılanmıyor.

Bu iddiamı örneklendirmem gerekirse: Taslak TCK m. 339/A hükmünde iç veya dış siyasal yarar kavramı şu şekilde tanımlanmış: “Bu kapsamda iktisadi, mali, askeri, milli savunma, kamu sağlığı, kamu güvenliği, kamu düzeni, teknolojik, kültürel, ulaştırma, haberleşme, siber alan, kritik altyapılar ve enerji gibi diğer yararlar da Devletin iç veya dış siyasal yararları kavramı içinde kabul edilecektir”.

Kolaylıkla görebileceği üzere gayet geniş bir tanım ancak tanımın genişliğinin dışında da başka bir sorun var, TCK m. 326 hükmünün gerekçesinde de iç veya dış siyasal yarar kavramı şu şekilde tanımlanmıştır: “Madde, Devlet yararları arasında “siyasal” olanları göz önüne almış bulunmakta; bu nedenle, ekonomik, kültürel ve benzerî nitelikteki yararlara ilişkin belge veya vesikalar, bu suçun konusunu oluşturmamaktadır. Söz gelimi Devletin dış ilişkilerinin iyi tarzda sürdürülmesi hususundaki yarar gibi”.

Taslaktaki suç gerekçesiyle birlikte yasalaşırsa, bir mahkeme önüne gelen bir davada hangi iç veya dış siyasal yarar kavramını uygulayacaktır? Dikkat edelim, alıntıladığım iki açıklamada suç tiplerinde değil yalnızca madde gerekçelerinde yer alıyor ve madde gerekçesi bağlayıcı değil. Mademki casusluk suçlarına ilişkin bir boşluk kapatılmak isteniyor, öncelikle mevcut casusluk suçları sistematiği ile uyumsuz bir düzenlemenin yapılmaması gerekir. Ancak iç veya dış siyasal yararlar kavramına ilişkin muğlaklık ve madde gerekçelerindeki çelişki, baştan bir belirlilik sorununa neden olacaktır.

Suçun cezayı artıran nitelikli hal düzenlemesine göre fiil, “devletin savaş etkinliği” tehlike ile karşı karşıya bırakmışsa ceza miktarı önemli ölçüde artmaktadır. “Devletin savaş etkinliği” ise “devletin savaş bakımından bütün güç, kudret ve yetenekleri ile olanaklarını ifade etmektedir” biçiminde gerekçede tanımlanmıştır. Anlaşılan, devletin yalnızca askeri gücünün değil savaşma kapasitesinin tamamı, savaş etkinliği kavramının kapsamındadır. Takdir edilir ki devletin tüm mali, kültürel, insani ve diğer güç nitelikleri savaşma kapasitesi ile bir şekilde bağlantılıdır. İçtihadın ne şekilde gelişeceğini kestirmek güç ancak bu ifade dolayısıyla nitelikli hal düzenlemesini, hemen her olayda uygulanırsa büyük şaşkınlık yaşamam.

Son “yabancı gücün stratejik çıkarları” ifadesinin de büyük ölçüde sorunlara gebe olduğunu belirtelim. Düşünelim ki bir yargılama yapılıyor. Bir Türk mahkemesi, yabancı bir istihbarat örgütüne, “yargılama konusu fiil sizin stratejik amaçlarınız doğrultusunda mıdır?” şeklinde bir soruyu yöneltemeyecek pek tabiidir ki. O halde mahkemenin suça konu hareket ile yabancı bir devletin stratejik çıkarları arasındaki ilişkiyi kurması gerekecek. Böylesi bir faaliyet ve niteleme ise pirüpak politik bir değerlendirmedir, hukuki değil.

'Sorun bununla sınırla değil'

Belirlilik sorununun haricinde taslakta sorun görmekte misiniz?

Evet. Gözden kaçtığını düşündüğüm önemli bir sorun, taslaktaki haliyle suç işleme kavramının suç tipi ile uyumsuzluğudur.

Gerekçede şu şekilde bir ifadeye yer verilmiştir: “Örneğin, bu madde kapsamındaki amaç ve saiklerle kişiyi hürriyetinden yoksun kılma suçunun işlenmesi durumunda faile hem bu maddeden hem de 109 uncu maddeden ceza verilecektir”.

Bir kere madde kapsamında amaç ve saik belirlemesi yoktur. Amaç, failin suçu işlerken gelecekte gerçekleşmesini tasavvur ettiği hedef iken saik ise faili suç işlemeye sevk eden güdü, motivasyon olarak tanımlanabilir. Amaç ve saik, kural olarak önemsizdir; yani failin saikini ya da amacını araştırmayız. Ancak eğer suç tipinde özel olarak bir saik (örneğin kasten öldürme suçunun nitelikli hali - kan gütme saiki) ya da amaç ( hırsızlık suçu - yarar sağlama maksadı) öngörülmüşse, suç tipinin gerçekleştiğinden bahsedebilmek için suç tipinde öngörülen amaçla ya da saikle failin hareket etmesini ararız. Suç tipinde ise açıkça bir amaç ya da saik düzenlemesi yer almıyor. “Yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda suç işleyenler” ifadesinin ne şekilde yorumlanacağı meçhul. Örneğin “stratejik çıkarlar doğrultusunda” ifadesi amaç olarak anlaşılabilir.

Bununla birlikte taslak suç tipinde doğrudan doğruya amaç belirlenimi söz konusu olmadığından bu ifadenin de amaç kapsamında değerlendirilemeyeceği kanaatindeyim.

O halde düşünelim. Rusya – Ukrayna savaşı devam ediyor. Galatasaray Meydanı’nda Rusya – Ukrayna savaşı bakımından Rus yanlısı bir gösteri yürüyüşü düzenliyoruz. Mevzuatımız toplantı ve gösteri yürüyüşleri bakımından o kadar sınırlandırıcı hükümleri ihtiva ediyor ki muhtemelen gösteri yürüyüşümüz kanuna aykırı nitelikte olacaktır. Ancak bu hususu ihmal edelim, gerçekten de kanuna açıkça aykırı bir gösteri yürüyüşü düzenledik. Böylesi bir gösteri yürüyüşünü düzenlemek ya da yönetmek suç, dağılma ihtarına ve zor kullanmaya karşın dağılmamak da suç. Şimdi, 2911 sayılı Kanun’un 28. ve 31. maddelerinden cezalandırılacağız. Peki, bu gösteri yürüyüşümüz aynı zamanda Rusya’nın stratejik çıkarları doğrultusunda mıdır? Bir talimat ilişkisi yok, bizim de Rusya’nın stratejik çıkarlarını savunalım şeklinde bir amacımız yok; yalnızca düşüncemizi gösteri yürüyüşü formunda açıklamak istedik ve fakat bizim düşüncemiz Rusya’nın çıkarları ile paralel. Denilebilir ki bu durum Türkiye’nin çıkarlarına aykırı değil. Açıkçası bunu ben söyleyemiyorum, çünkü Türkiye’nin dost – düşman kavramsallaştırması kısa zaman aralıkları ile değişiyor ve suç tipinde bu çıkarların nelerden ibaret olduğu da tanımlanmamış durumdadır.

Evet, uç bir örnek verdim ama Türkiye’de kimse bahsettiğim şekilde bir örneğin asla cezalandırılmayacağını söyleyemez. Sorunu teknik olarak ifade etmem gerekirse, tıpkı örgüt adına suç işleme suçlarında olduğu gibi, ne işlenecek suçlar ağırlıklarına ya da niteliklerine göre belirlenmiştir ne de failler ile yabancı güç arasındaki ilişkiye dair, talimat hariç, somutluk aranmıştır.

Suç tipi belirli olsa dahi, bu söyleyeceğim hususlar örgüt adına suç işleme suçuna ve şu anda etki ajanlığı suçuna dair tartışmalarda ihmal ediliyor, iki hususun düzeltilmesi gerekir:

1- Failin davranışı, görevlendirme, talimat alma veya anlaşma gibi yabancı bir güçle ilişkilenme niteliğine sahip olmalıdır. Yabancı gücün stratejik çıkarları doğrultusunda ifadesi, belirsizliğinin ötesinde sorunlara gebedir. Yukarıda verdiğim örnek, yabancı güçle ilişkilenmenin suç tipinde somutlaştırılmaması durumunda, uç bir örnek olarak kalmayabilir. Örgüt adına suç işleme suçu bakımından genel çağrıların ya da örgüt adına önemli kabul edilen günlerde suç işlemenin ya da örgütün genel stratejik planlarına uygun olarak suç işlemenin Yargıtay tarafından yeterli kabul edildiğini vurgulamak istiyorum. Bu şekilde “örgüt adına suç işleme” kavramının genişliği, TCK m. 220/6 hükmündeki en önemli sorunlardan biridir. Taslak TCK m. 339/A bakımından da “yabancı güç adına suç işleme” kavramı bakımından da, talimat hariç, bir somutluk yoktur ve bu haliyle suç tipinin uygulamasında hayli geniş ve kolaylıkla esnetilebilen bir yabancı güçle ilişkilenme içtihadına sahip olabiliriz.

2- Yabancı güç ile ilişkilenme nedeniyle işlenecek suçların ağırlıkları ya da nitelikleri itibarıyla somutlaştırılması gerekir. Yabancı bir güç ile ilişki içerisinde herhangi bir suç işlenmesi durumunda bir de ayrıca TCK m. 339/A hükmünün tatbiki, hem ölçüsüz bir ceza anlamına gelir hem de gerekçede açıklanan casusluk suçlarına dair boşlukları kapatma amacıyla ilgisizdir. Her halde casusluk, yabancı ajanlığı, etki ajanlığı gibi “ciddi” bir suçlama, ağır ya da belirli nitelikleri haiz suçları gerektirir. Örgüt adına suç işleme suçunun pratiğinden biliyoruz ki böylesi bir sınırlama olmadığında örgüt adına işlendiği kabul edilen vesile suç, uygulamada çoğunlukla temel hak ve özgürlüklerle bağlantılı suçlar olmaktadır. Aynı sorun TCK m. 339/A bakımından da cari olabilir.

İngilizlerin muadil suç tipine ilişkin resmi bilgi notunda, muadil suç kapsamında değerlendirilebilecek şöyle bir örneğe yer verilmektedir: C adlı bir kişi, yabancı bir güce ait Birleşik Krallık merkezli bir şirkette çalışmaktadır. C’ye yabancı güç tarafından, milletvekilleri ile gelecekte kullanılmak üzere ilişkiler geliştirmesi istenir ki bu talimat ilişkisi, yabancı istihbarat örgütüne dahi bağlanabilmektedir. C, milletvekilleri ile ilişki kurar ve hassas nitelikte bilgiler edinir. Yabancı güç tarafından C’nin, elde ettiği hassas nitelikteki bilgileri zorlayıcı bir şekilde kullanması sağlanarak, ilgili milletvekillerinin yabancı güç ile ilişkili kamusal tartışmalarda yabancı güç lehine kamuoyu oluşturması ya da belirli konularda yabancı güç lehine beyanda bulunması ve oy kullanması sağlanır. İngiliz muadil suç tipine dair örnek ile benim yukarıda kurguladığım uç ama gerçekleşmesinden haklı endişelerle korktuğum örnek arasındaki farkı sizin ve okuyucuların dikkatine sunuyorum.

'Bu haliyle karşı çıkılmalıdır'

Son olarak belirtmek istediğiniz bir husus var mı?

Bu haliyle, taslak TCK m. 339/A hükmüne karşı çıkılmalıdır.

Taslaktaki sorunlu hususlar ise: 1) Belirsizlik, 2) Yabancı güçle somut bir ilişkilenmenin, talimat hariç, aranmaması, 3) Vesile suç bakımından ağırlık ya da nitelik çerçevesinde bir sınırlamaya gidilmemesi, casusluk suçlarının işlenmesi durumu hariç, şeklinde özetlenebilir.

Tartışmalar bakımından da naçizane önerim, yalnızca belirlilik sorununa odaklanmakla yetinilmemesidir. Normda, yabancı güçle ilişkinin somutlaşmaması ve vesile suç bakımından sınırlama olmaması gibi iki çok ciddi sorun daha bulunmaktadır.

Pek umutlu olmasam da umarım ki taslak yasalaşırken bahsettiğim sorunlar Meclis Genel Kurulu’nda tartışılır ve düzeltilir. Mayıs ayındaki son cümlemi tekrarlayarak bitireyim: Olası norma dair bilinçlenmek ve kamusal bir tartışmayı örgütlemek gerekir.

                                                              /././

Adnan Oktar'ın yaklaşık 2 milyar liralık mal varlığı Hazine'ye devredildi

Devredilenler arasında örgütsel faaliyetlerde kullanıldığı belirlenen 61 araç ve 16 kişinin hissesinin bulunduğu İstanbul'un farklı ilçelerindeki meskenlerle bir miktar para yer aldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/adnan-oktarin-yaklasik-2-milyar-liralik-mal-varligi-hazineye-devredildi-395759)

                                                               ***

Adnan Menderes Üniversitesi Devlet Konservatuarı binası boşaltılıyor: Öğrenci ve veliler tepkili -Yekta Armanc Hatipoğlu-

2021 yılında belediyeye ait kervansaraya taşınan Adnan Menderes Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nın binası, belediye tarafından boşaltılıyor. Öğrenci ve veliler karara tepkili.

11 Mart 2005’te açılan Aydın Üniversitesi Devlet Konservatuvarı, eski binanın depreme dayanıksız olması nedeniyle 2021 yılından bu yana Kuşadası Belediyesi tarafından tahsis edilen Öküz Mehmet Paşa Kervansarayı’nda hizmet veriyor. Konservatuvarda, az sayıda okulun sahip olduğu ortaokul, lise, lisans ve yüksek lisans birimleri de bulunuyor.

Bir süredir Kuşadası Belediyesi’yle okul arasında yaşanan, kervansaraya belediyenin otel ve müze açma projesi nedeniyle çıkan gerilim, öğrencileri etkiliyor. Son olarak yaklaşık on gün önce konservatuvarın elektriğini kesen belediyeye öğrenci ve veliler tepki gösteriyor. 

Kuşadası Belediyesi’nin kendilerine yeni bina yapma sözü verdiğini söyleyen öğrenci ve veliler, belediyenin bu sözünü de tutmadığını ifade etti.

Belediye Başkan Yardımcısı Yusuf Atak’tan açıklama 

Kuşadası Belediye Başkan Yardımcısı Yusuf Atak, konuya dair 25 Ekim’de yaptığı açıklamada belediyenin devlet konservatuvarına şimdiye kadar yardımcı olduğunu söyledi. 

Devlet konservatuvarının müze ve otel projesi için taşınacağının doğrulandığı açıklamada, elektriklerin kesilmesi “Elektrik altyapısı bakıma ihtiyaç duyan Kervansaray’da AYDEM ile birlikte Vakıflar Genel Müdürlüğü'nden alınmış izin ile yenileme çalışmaları başlatılması kararı alınmıştır” sözleriyle açıklandı. 

Açıklama, “Bu sorunun karşılıklı iletişim ve diyalog içerisinde; ne öğrencilerimizi, ne belediyemizi, ne de halkımızı mağdur etmeden; ortak akıl çerçevesinde nihayete erebilmesi için çözüm arayışlarımızı sürdürmekteyiz” sözleriyle noktalandı. 

Otizmli kızı okulda okuyan anne: Kızımı kabul eden tek okuldu, önemli olan bizi yerimizden etmemeleri

Otizmli kızı Hira Pırıl Sönmez Türk Sanat Müziği bölümünde eğitim gören Alev Sönmez ve Geleneksel Türk Müziği bölümü öğrencileri, konuyla ilgili soL’a konuştu. 

Ana binanın yıllar önce yıkıldığını ve bölümün kervansaraya taşındığını söyleyen Sönmez, otizmli kızını kabul eden tek üniversitenin Adnan Menderes Üniversitesi olduğunu söyledi. 

Otel ve müze projesi için belediyenin binayı tahliye etmeye başladığını söyleyen Sönmez, elektriğin kesilmesine rağmen eğitime bir şekilde devam edildiğini kaydetti. 

Önemli olan bizi yerimizden etmemeleri” diyen Sönmez, sürekli kızıyla birlikte olduğu için süreçten de haberdar olduğunu söyledi, belediye başkan yardımcısının açıklamasını “Bizim tepkimize karşı öyle konuşuyorlar. Belediye yeni bina yapma sözü vermişti ancak onu de yerine getirmediler” sözleriyle değerlendirdi. 

Bina koşullarının yetersiz olduğunu belirten Sönmez, bina değişiminin eğitim-öğretim yılı başladıktan sonra yapılamayacağını, yazın böyle bir değişim olsaydı doğal karşılayabileceklerini söyledi. 

‘Derslik sayısının yetersizliğine bir de elektrik kesintisi eklendi’

Geleneksel Türk Müziği bölümü öğrencileri ise dördüncü sınıf öğrencilerinin dahi kervansaraya geçtiklerinden beri bina yapımı için beklediklerini söyleyerek sözlerine başladı. 

Çalışma odaları ve sınıflarının yetersiz olduğunu belirten öğrenciler, bunun üstüne belediye elektrikleri kestiği için karanlıkta ders işlediklerini “Derslik sayısı yetersizliğine bir de elektrik kesintisi eklendi” sözleriyle ifade etti. 

Sürecin nasıl gideceğini bilmiyoruz, sadece bekliyoruz” diyen öğrenciler belirsiz ilerleyen sürece tepkili. 

Hocaların kendileri için ellerinden geleni yaptığını belirten öğrenciler, bunun yetersiz olduğunu çünkü kervansarayın yapısından kaynaklanan sorunların ve belirsiz ilerleyen sürecin kendileri açısından sorun yarattığını söyledi.  

                                                               /././

Ülkücü mafyalardan Öcalan açıklaması yapan Bahçeli'ye destek: ‘Gerekirse can alıp can vereceğiz’

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin cezaevinden çıkmalarını sağladığı ülkücü mafya liderleri Kürşat Yılmaz ve Alaattin Çakıcı'dan Bahçeli'ye 'çözüm süreci' desteği geldi.(https://haber.sol.org.tr/haber/ulkucu-mafyalardan-ocalan-aciklamasi-yapan-bahceliye-destek-gerekirse-can-alip-can-verecegiz)

(soL)


                                                           

BRICS (DOSYA) -26 Ekim 2024-

 

BRICS’in kurumlaşma zirvesi -Mehmet Ali Güller/Cumhuriyet-

BRICS’in Rusya-Kazan’daki 16. liderler zirvesi, esas olarak örgütleşme, kurumlaşma zirvesi oldu.

Haklı olarak “BRICS daha önce örgüt ya da kurum değil miydi” diye sorabilirsiniz. Elbette örgüttü, tabii ki kurumdu. Ancak örgüt de kurum da dinamik bir yapıdır. 16. zirve ile kurumlaşma derinleşti, gelişti ve BRICS’in ana hedeflerine ulaşabilme potansiyelini ortaya koyan bir yapı haline geldi.

BRICS’İN ÜÇ HEDEFİ

BRICS en başından itibaren üç sütun üzerinde yükselmeye çalışıyor: 1) Siyasi ve güvenlik sütunu. 2) Ekonomik ve finansal sütun. 3) Kültürel ve halklararası işbirliği sütunu. 

Bu üç sütun üzerinde yükselerek; 1) üyeleri arasında işbirliğini geliştirmeyi, 2) daha temsili ve adil bir uluslararası düzen inşa etmeyi ve 3) yeniden yapılandırılmış çok taraflı bir sistem oluşturmayı hedeflemektedir. 

İşte 16. zirve, bu hedeflere yaklaşabilecek bir yapıyı oluşturmanın zirvesi olarak tarihe geçecektir. Nitekim Kazan’daki zirvenin teması da şuydu: “Adil küresel kalkınma ve güvenlik için çok taraflılığın güçlendirilmesi.”

YENİDEN YAPILANDIRILMIŞ GÜÇLÜ BM

134 maddeli sonuç bildirgesi incelendiğinde BRICS’in kurumlaşmayı derinleştirdiği görülecektir. Bu köşenin sınırları içinde inceleyecek olursak:

Bildirinin “Daha adil ve demokratik bir dünya düzeni için çok taraflılığın güçlendirilmesi” ana başlığı altında işaret edilen konulardan şu ikisi öne çıkıyor:

İlki, BRICS’in, BM’nin, Güvenlik Konseyi de dahil reformu desteklediği vurgusu. 15. zirvede de yer alan bu amaç, daha da vurgulanmış görünüyor. Özetle BRICS ülkeleri daha güçlü bir BM istiyor ve bunun Batı’nın BM’deki hâkimiyetinin zayıflatılmasıyla mümkün olacağını öngörüyor.

İkinci önemli konu ise BRICS ülkelerinin, küresel işbirliğinin en önemli aracı olarak G20’yi işaret etmesidir. Küresel Güney ülkelerinin ağırlığının arttığı G20, aynı zamanda ABD’nin tek hâkim olduğu G7’yi sınırlandırma işlevine sahip.

YENİ KALKINMA BANKASI GÜÇLENDİRİLİYOR

“Küresel ve bölgesel istikrar ve güvenlik için işbirliğinin artırılması” ana başlığı altında öne çıkan konulardan biri ise BRICS Terörle Mücadele Çalışma Grubu’na dair olandır. Zirvede, çalışma grubunun altında, terörle mücadele stratejisine ve eylem planına dayalı, beş alt grup ile Terörle Mücadele Çalışma Grubu Pozisyon Belgesi kabul edildi. 

“Adil küresel kalkınma için ekonomik ve finansal işbirliğinin teşviki” ana başlığı altında ise şu konular öne çıktı: BRICS Yeni Kalkınma Bankası’nı güçlendirmek üzere bir yatırım platformu oluşturulması kararlaştırıldı. BRICS Bankalararası İşbirliği Mekanizması, yerel para birimlerinde kabul edilebilir bir finansman mekanizması üzerinde çalışmakla görevlendirildi. BRICS “tahıl borsası”nın hayata geçirilmesi tasarlandı.

Ve BRICS ülkeleri, İsrail’in saldırıları, Suriye, Ukrayna başta küredeki hemen tüm sorunlar için de görüş ve tutum açıkladı.

ORTAKLIK MEKANİZMASI

Çok kısaca özetlediğimiz bu mekanizmalar, platformlar, alt gruplar, başta belirttiğimiz “kurumlaşmanın” çapına işaret etmektedir.

Ve asıl önemlisi, BRICS+ da yeni tip bir ortaklık mekanizmasıyla daha da kurumlaşmaktadır. Önümüzdeki günlerde BRICS’in ortakları olarak 10’un üzerinde ülke resmi olarak açıklanacaktır. 

Öte yandan Rusya ve Putin’i tecrit etmeye çalışan ABD ve müttefikleri için de Kazan Zirvesi tam bir yanıt oldu. 30’dan fazla devlet ve hükümet yetkilisi Kazan’daydı ve Putin’le ikili görüşmeler yaptı. Nitekim Putin’in liderliğinde yapılan BRICS+ etkinliğinin mottosu da şöyleydi: “BRICS ve Küresel Güney: Birlikte daha iyi bir dünya inşa ediyoruz.”

                                                      /././ 

Türkiye BRICS’te de kapıda bekletiliyor, kapının ardı cennet değil ki!-Bülent Falakaoğlu/Evrensel-

Rusya’nın Kazan şehrinde süren BRISC zirvesinin iki ana gündemi: 9 üyeli birliğin genişlemesi ve ortak para birimi.

Türkiye’nin üyelik başvurusunun da bu başlıklar altında konuşulması bekleniyordu. Olmadı! O işin başka bahara kaldığı söyleniyor; “Türkiye’nin üyeliği 2025’te Brezilya’da gerçekleşecek zirvede onaylanacak” deniliyor.

AB kapısında beklemekten sıkıldıklarını beyan eden AKP’li hükümet sözcülerinin karşısında yeni bir bekleme kapısı var artık!***

Davet yok. Birliğe üyelik başvurusu Türkiye’den. Ama belli ki birlik üyeleri acele etmiyor. Hatta Rusya taş koyuyor. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov şu sözleriyle belli etmişti pozisyonlarını: BRICS üyesi ülkeler ‘şu aşamada’ genişlemeye sıcak bakmıyor.

Lavrov Türkiye’nin başvurusuna ilişkin tereddütlerini gizlemedi.

Türkiye’nin NATO üyeliğini ve AB adaylık sürecini hatırlattı. BRICS’e üyelik için “Ortak değerleri paylaşmak” kriterinin olduğunu belirtti. Ortak değerlerin ne olduğunu tanımlamadı. Ama Ukrayna’ya silah yollayan, NATO’yla ortak tatbikatlar yapan, Rusya’ya yaptırımların büyük bölümüne uyan bir ülkeyi de ‘ortak değerlerin’ dışında tuttuklarının işaretini verdi. 

Öte yandan Rusya açısından Türkiye’yi kapıda, yanı başında tutmasının çıkarına yarayan sebepleri var:

Ukrayna Savaşı sonrası karşılaştığı ekonomik ambargo ve diplomatik dışlanmışlık karşısında muhtaç hale geldiği Çin’i dengelemek gibi…

Ukrayna üzerinden karşı karşıya geldiği Batılı emperyalistlerin savaş örgütü NATO’nun üyesi bir ülkeyi yanlarına çekerek, NATO içi çelişkileri derinleştirme amacı gibi…

Ayrıca Çin’in de hesapları var!

Türkiye’nin bölgesel örgütlere katılmasına sıcak bakmayan Çin’in tutumu da artık farklı! Batı’nın kendisine karşı ambargosunu delmek için Çin, Türkiye ile yatırım anlaşmalarını hızlandırıyor. Türkiye’yi bir üs olarak kullanmayı hedefliyor. Türkiye’nin BRICS’e yakın durmasını artık destekliyor!

Rusya’nın, Çin’in söz konusu çıkarları bugün için Erdoğan iktidarının ABD, AB ve NATO eksenine daha fazla bağlanma yönünde adımlar attığı bir dönemde de kapıda bekletmeyi daha uygun hale getiriyor.

ERDOĞAN SADECE "FIRSAT" GÖRÜYOR

Erdoğan ve hükümetin tutumuna gelince…

BRICS üyeliği konusundaki hevesi iki maddede özetleniyor: Birincisi, küresel ticaretten daha fazla pay almak; ikincisi, Avrupa Birliği ile ilişkilerde BRICS’i bir koz olarak kullanmak.

BRICS’in Türkiye’nin içinde olduğu Batılı kurum ve ittifaklara alternatif bir yapısı yok! Hükümet sözcüsü ve hükümete tez üreten oluşumlar da zaten altını kalınca çizmek durumunda kalıyor: “Kayma yok, denge var”.

Diyorlar ki…

* BRICS ekonomik ve siyasi bir topluluk, askeri angajman içermiyor. Türkiye ne AB’ye ne de NATO’ya aykırı bir tutum içerisinde de değil. Türkiye hepsinin dengesi içinde hareket ediyor.

Erdoğan ve çevresi sadece ‘fırsat’ analizi yapıyor. Bölgenin yeniden paylaşımı mücadelesinin kızıştığı bir süreçte, bayraktarlığını yaptığı sermaye gruplarının payını büyütme derdine giriyor.

Risk, bela, bedel yokmuş gibi davranılıyor. Bekletilen kapının ardı cennetmiş gibi pazarlanıyor. 

Oysa…

Orada da kurtlar sofrası var. Bakmayın, ‘herkes eşit’, ‘kimsenin veto ayrıcalığı yok’, ‘BRICS ekonomik ve siyasi bir topluluk, askeri angajman içermiyor’ söylemlerine… İçinde yayılmacı emelleri olan ‘büyük’ ülkeler var. Çelişkileri var, karşı karşıya gelişleri var.

                                                      ***

Batı emperyalizmi karşısında yükselen ‘Doğu’ iştahı, bedelini uğruna pazar genişletilen sermayenin değil, ülke emekçilerinin ödediği hükümet adımlarını beraberinde getiriyor. 

Evet, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin öncülüğünde inşa edilen yeni dünya düzeninden çatırtı sesleri geliyor.

Oluşturulan uluslararası para ve finans sistemi eskisi kadar etkili işlemiyor. ABD hegemonyasının kapasitesi de göreli olarak değişiyor, azalıyor. Yükselen güçler ABD hegemonyasının etkinlik alanını kemiriyor.

Tüm bunlar ABD’nin ve doların gücünün -gerilediğini gösterse de- kırıldığını anlatmıyor. 

Hâlâ rezerv paranın yüzde 58’i dolar, yüzde 12’si avro yani rezerv parasının yüzde 70’i Batı’nın.

Uluslararası kredilerin yüzde 53’ü dolar yüzde 22’si avro yani küresel kredilerin yüzde 75’i Batılıların kontrolünde.

Çin, parası yuanı IMF’ sistemine dahil etmek istedi, uluslararası rezerv para işlevi kazansın diye ama olmadı.

BRICS ülkeleri 3.2 milyarlık nüfusuyla dünya nüfusunun yüzde 40’ını kapsıyor. Ama iş paraya gelince G7 ülkeleri (Kanada , Fransa , Almanya , İtalya , Japonya , Birleşik Krallık ve ABD) baskın; bu ülkeler kürüsel ekonominin yüzde 40’ın kontrol ediyor.

ORTAK PARA ZOR!

Grup üyelerinin hegemonyayı kırmaya yönelik hamleleri sürekli artıyor. 2015’te hayata geçirilen Yeni Kalkınma Bankası da bunlardan biriydi. Bu banka IMF’deki kota sistemine karşı… Bunda etkin olan ABD’nin gücünü kırmak, ABD odaklı karar alma süreçlerine bir alternatif getirmek üzere kuruldu.

Daha çok Dünya Bankasına alternatif olma gayretiyle kurulan yeni bankanın bütçesi rakibine göre mütevazı! Fakat yerel para birimleriyle kredi verebiliyor olması BRICS’in genişlemesinde etkili faktörlerden...

Lakin tekrar vurgulamak gerekir ki… Genişleyen BRICS dev cüssesine karşı  küresel ekonomisi üzerindeki etkisi hâlâ cüssesine göre çok küçük!

Cüsse genişledikçe de iç çelişkiler artıyor. BRICS içinde Çin’in belirleyiciliğine karşı Hindistan itirazı yükseliyor.

Öte yandan… BRICS’in en büyük ekonomileri olan Çin ve Hindistan’da çarkları döndüren, ekonomik büyümeyi sağlayan motor grup içi ticaret değil. Aksine rekabet edilen ‘piyasalar’ ve onların kurallarıyla yapılan ticaret!  Ve bu bağımlılık da hayali kurulan bazı ortaklıkları zorlaştırıyor.

Misal ortak para birimi… Çok konuşuluyor ama çok zor.

Grup üyeleri doların egemenliğini kırmak, küresel ödeme sistemi dışına itilen Rusya bir yol bulmak için ortak para birimi geliştirmek istiyor. 

Ama… Ekonomik durum farklılığı… Çin’in ödemeler dengesi hesabının kapalı olması… Körfez ülkelerinin kendi paralarını değerli kabul edip ortak para birimine yanaşmaması… Coğrafi uzaklık… Pek çok sebep engel.

Coğrafi yakınlıktan ekonomik istikrar göstergelerinin uyumuna, bölge içine dönmüş ticari ve mali ilişkilerin zayıflığına tüm belirleyiciler eksik.

Haliyle de "ortak para’ çıkmıyor.

ELDEKİNDEN OLMAK

Yine de dünyanın şu cümlelerin kurulmasına yol açan bir dönemden geçtiği açık: “Çok kutuplu dünyada tüm yollar sadece Washington, Brüksel, Londra ve Paris’e çıkmıyor. Moskova, Yeni Delhi, Pekin ve Cape Town, yeni oyun kurucu başkentler.”

Kapitalist dünya bu cümlelerin kurulmasına yol açan bir ara rejim döneminden geçiyor. BRICS’e de yarıyor. Erdoğan Hükümeti de kendince çelişkilerden nemalanmaya çalışıyor. Buna ihtiyacı da var.

Çünkü…

Yaşanan ekonomik sıkıntılar ve buna karşı 2023 haziranından bu yana Bakan Mehmet Şimşek öncülüğünde uygulanan ekonomik program Batı’dan beklenen yatırımı çekmeyi başaramadı. Gelenler de finansal vurgun için gelmiş durumda.

BRICS bir umut kapısı aynı zamanda. Fakat avantaj beklenen BRICS üyeliği ülke ekonomisi için evdeki bulgurdan olmayı da beraberinde getirebilir.

BRICS ülkeleri arasında AB’deki Gümrük Birliği gibi bir ortaklık henüz yok.

Türkiye’yi üs olarak kullanmak isteyen Çin’in rekabeti, Gümrük Birliği anlaşmasına rağmen,  Türkiye’nin AB ile ticari ilişkilerini zorluyor.

Yeni pazarlar aranırken ihracatta rekabet kapasitesini kaybetmek de var.

Çin en fazla ticari açık verilen ülke… Kapıda beklerken işin ucunda ufak ufak ekonomik olarak kemirilmek de var! 

                                                             ***

9 ÜYELİ BİRLİK

Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin tarafından 2009 yılında kurulan platforma bu ülkelerin baş harflerinden ilham alınarak BRIC denildi. Adı, 2011’de Güney Afrika Cumhuriyeti’nin eklemlenmesi sonrası BRICS halini aldı.

Sonraki yıllarda Mısır, Etiyopya, İran ve Birleşik Arap Emirlikleri oluşuma dahil oldu.Şu an 9 resmi üye ülkeden oluşan BRICS’e son dönemde üye olmak isteyen ülkeler arasında Türkiye, Azerbaycan ve Tayland öne çıkıyor. Suudi Arabistan zirvenin resmi sitesinde 10’uncu üye olarak sayılıyor. 

                                                           *** 

EKONOMİK BÜYÜKLÜĞÜ?

BRICS’nin ekonomik büyüklüğü 29.5 trilyon dolar. Küresel gayrisafi milli hasılanın yüzde 26’sına, dünya ticaretinin yüzde 20’sine, tahıl üretiminin yüzde 40’ına ve küresel maden rezervlerinin yüzde 60’ına BRİCS üyeleri hakim durumda. BRICS üye ülkesi Çin’in 20 trilyona dayanan gayrisafi milli hasılası kendinden sonra gelen 4 ülkenin toplamından iki kat daha büyük. Enerji kaynakları açısından, dünya petrol üretiminin yüzde 43’ü BRICS, geri kalan tüm dünya yüzde 57 düzeyinde. BRICS tüm dünya ihracatının yüzde 25’ni yapmakta. BRICS üye ülkesi Çin dünyanın en büyük ihracatçısı; yüzde 14.5’lik oranı ile. BRICS ülkeleri yaklaşık 3.2 milyarlık nüfusuyla dünya nüfusunun yüzde 40’ını kapsıyor.                                         

                                                        *** 

KALKINMA BANKASI HAMLESİ 

BRICS Yeni Kalkınma Bankası (NDB) 2014 yılı ortalarında, Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika hükümetleri tarafından kuruldu. ‘Altyapı finansmanında önemli bir araç olarak devreye sokuldu.  NDB’nin resmi rakamlarına göre halihazırda 32.8 milyar dolarlık kredi verilerek 96 proje finanse ediliyor. Projelerin yoğunlaştığı ülkeler Çin, Rusya, Brezilya, Hindistan ve Mısır. Verilen kredinin ağırlığı Batı finansal sisteminin para birimleri. Şöyle ki verilen kredinin 20 milyar doları Amerikan doları, 3 milyarı avro cinsi.

Öte yandan 5 milyar dolardan fazla yuan cinsi kredi bulunuyor. Diğer ülkelerin para birimleri daha küçük paylara sahip. 

                                                        ***

Batı hegemonyasının para birimlerini ve para sistemini bir silah olarak kullanmasına karşı başlangıç hedeflerinin dışında, karşı küresel rezerv paranın oluşturulması yakın hedef olarak belirlenmiş durumda. Bangladeş, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri ve Uruguay, genişleme hamlesinin bir parçası olarak 2021 yılında bankanın yeni üyeleri olarak kabul edildi. 

ORTAK PARA YOK DİJİTAL OLUR MU? 

Ortak para birimi yerine BRICS içi dijital para kullanımı daha yoğun tartışılıyor. Çin yönetimi ülkesinde harekete geçmiş durumda. Dijital yuan pilot bölgelerde kullanılmaya başladı. Son zamanlarda hızla yaygınlaştırılıyor. Bazı şehirlerde dışarıda yemek sektörüne yardımcı olmak için milyonlarca dolar değerinde dijital yuan (e-CNY) dağıtıldı.

Pekin yönetiminin hedefi açık: Başlatılan dijital para biriminin kullanımını artırmak.

                                                              /././

BRICS’in Kazan Zirvesi ne anlama geldi?-Erhan Nalçacı-

Emperyalist hegemonyada tarihsel bir makas değişimine tanıklık ediyoruz. Hiç masum değil, silahların birbirine doğrultulduğu büyük bir çalkantı dönemi içindeyiz.

BRICS’in 22-24 Ekim tarihindeki yıllık zirvesi Rusya’nın Kazan kentinde geçen günlerde toplantı. Bu zirvenin ne anlama geldiğini sorup yanıtlamaya çalışacağız bu yazıda.

Birçok yan anlam ve sonuç olabilir, ancak en önemlisi son BRICS zirvesi emperyalist hegemonya krizinde Batı emperyalizminin altındaki halının nasıl çekildiğini bir kez daha belgeledi.

Geçen yıl Batı emperyalizminin araçlarından olan Uluslararası Ceza Mahkemesi Ukrayna savaşından dolayı Putin’in tutuklanarak yargılanması kararı almıştı. Rusya’nın Batı bankalarındaki bütün yatırımına el koyan bu alçaklar pekâlâ Putin bir uluslararası ziyarete çıksa tutuklayıp yargılamayı deneyebilirlerdi.

Ancak yaratmaya çalıştıkları yargı terörünün yok hükmünde olduğu anlaşıldı, Kazan’daki zirveye 36 ülkeden ve 6 uluslararası kuruluştan çoğu en üst düzey olmak üzere katılım oldu. Putin toplantıya katılan liderlerin hepsiyle ikili görüşme yaptı.

İşin ilginci, Batının tüm söylenmelerine rağmen BM Genel Sekreteri de oradaydı, bu kadar çivisi çıkar Anglosakson itibarının!

Başta Çin olmak üzere BRICS’in yarattığı çekim gücüne şunu da eklemeliyiz. Devletler aralarındaki bütün düşmanlık ve husumetlere rağmen BRICS zirvesine katılmadan yapamıyorlar. Aşağıdaki fotoğrafa bir kez bakın, Ermenistan ve Azerbaycan Başkanları yan yanalar. Aralarında nerdeyse savaş çıkacak Etiyopya ve Mısır aile fotoğrafına girmişler. İran ve BAE, Hindistan ve Çin aynı toplantıya katılıyorlar.

ABD’deki mali çöküşün hemen arkasından 2009’da kurulan BRICS’in klasik üyeleri Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika’ydı. Bu yılın başından itibaren İran, Mısır, Etiyopya ve BAE BRICS üyesi haline geldiler. Aynı süreçteki Suudi Arabistan ise yaşadığı tereddüt nedeniyle henüz üye olarak katılmadı.

Bu toplantı yeni katılan üyelerin süreçle bütünleşmesini hedefliyordu ve yeni üye alımı gündemde değildi. Batı emperyalizmine bağlı medyanın Türkiye’nin üyeliğini Hindistan engelledi haberinin bir değeri yok dolayısıyla.

Ancak uluslararası ilgi ve yaygın üyelik başvuruları nedeniyle “Ortak Üye” statüsü tanımlandı ve 13 ülke eklendi: Belarus, Bolivya, Cezayir, Endonezya, Kazakistan, Küba, Malezya, Nijerya, Özbekistan, Tayland, Türkiye, Uganda, Vietnam. Bunların içinde Türkiye özellikle ilgi çekti, çünkü tek NATO üyesi.

Ortak üyeliğe henüz alınmayan ve başvuru yapan birçok ülke bulunuyor.

Neden Batı emperyalizminin tüm basıncına rağmen halı ayaklarının altında kayıyor?

Öncelikle BRICS ülkeleri büyük bir ekonomik güce ulaştı ve dünyanın üretim merkezi batıdan doğuya doğru kaydı. 1995 yılında G-7 ülkelerinin (ABD, Kanada, Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya) dünya üretimine katkısı %45 iken daha sonra BRICS üyesi olacak beş ülkenin katkısı %16’ydı. 2023 yılında ise BRICS’in payı %32’ye çıkarken G-7’nin payı %29,9’a geriledi ve bu eğilim makas açılarak süreceğe benziyor.

Bu doğuda büyük bir sermaye birikimi anlamına geliyor. Fortuna Global’in 500 şirket listesindeki tekellerin üçte biri BRICS ülkelerine ait.

Mali sermaye açısından da bakıldığında dünya döviz rezervlerinin yarısı ve belki daha fazlası BRICS ülkelerinde bulunuyor.

Ayrıca BRICS ülkeleri dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturuyor ve bu büyük bir pazar anlamına geliyor.

Dolayısı ile ulusal sermayelerin ve devletlerinin Brıcs’e yönelmesinin önemli ekonomik nedenleri bulunuyor.

Öte yandan BRICS’in Batı emperyalizmine göre önemli bir ideolojik gücü var. Avrupalıların Amerika kıtasını, Hindistan’a ve Çin’e giden deniz yollarını keşfetmesinin üzerinden 500 yılı aşkın zaman geçti. Bu ülkelerin egemen sınıfları bu süre zarfında dünyanın geri kalanını en ağır şekilde yağmalayıp sömürdüler, tarifsiz katliamlara ve cinayetlere yol açtılar.

Dünyanın bu şekilde sömürülmesi ve zenginliklerin Avrupa ve ABD’de birikmesi aynı zamanda ırkçılık, kibir ve Hıristiyan kültürü baskınlığı ile birlikte gitti. Anglosakson emperyalizminin içine öyle bir kibir işlemiş ki bugün batarken bile buna engel olamıyorlar.

Mali sistem hegemonyaları ile istedikleri ülkeye ambargo uyguluyorlar. Küba’ya 65 yıldır uygulanan abluka yüz kızartıcı bir insanlık suçu. Suriye’ye uygulanan da öyle.

Oysa BRICS geçen yüzyıllarda sömürülen veya yarı sömürge haline getirilen ülkelerden oluşuyor. Çin ve Hindistan özellikle anılmalı. Ne ortak bir din ne bir etnik kimliğin üstünlüğü söz konusu. Hindu, Çin ve Rus milliyetçiliği henüz bir ırkçılık yaratmış değil. Çin, Rusya ve Hindistan insanlığa karşı işlenen suçlar konusunda Batı emperyalizmi ile karşılaştırıldığında çocuk gibi masum kalıyorlar.

BRICS ülkelere daha adil ve daha iyi bir dünya öneriyor. Ulusların eşitliğini, BM Güvenlik Konsey’inde ve Dünya Ticaret Örgütü’nde eşit temsili, ABD tarafından uygulanan ekonomik kısıtların siyasi bir araç olmaktan çıkması vb. talepler ideolojik bir çekim alanı yaratıyor.

Öte yandan BRICS’ten yükselen “daha adil bir dünya” isteğine yakından bakalım. Daha adil bir dünya gerçekten ama ulusların sermaye sınıfları için.

Sonuçta bu ülkelerdeki sermaye birikimi ve üretim gücü derin bir emek sömürüsü ile birlikte gidiyor. “Kazan-Kazan” sermaye sınıfları arasındaki bir ilişkiyi tanımlıyor bize.

Örneğin, hiçbir BRICS belgesinde üretim araçlarının kamulaştırılması veya emekçi sınıfların daha örgütlü hale gelmesi, en azından ücretlerinin artması ile ilgili bir söylemi bulamazsınız.

Öyle olsaydı, Erdoğan BRICS’e katılmak için oralarda dolaşır mıydı? 

Emperyalist hegemonyada tarihsel bir makas değişimine tanıklık ediyoruz. Hiç masum değil, silahların birbirine doğrultulduğu büyük bir çalkantı dönemi içindeyiz.

Ulusların emekçi sınıfları bu sarsıcı çalkantının yarattığı zaaflara gözünü dikiyor ve iktidarını arıyor.

                                                              /././

BRICS her şeye karşı -Hasan Göğüş/T24-

BRICS’ten beklentileri fazla abartmamakta yarar var. Birleşmiş Milletler'de nasıl güvenlik konseyinin beş daimî üyesinin veto hakkı varsa, İslam İşbirliği Örgütü'nden nasıl Suudi Arabistan’ın istemediği bir karar çıkmazsa, BRICS’te de son tahlilde Rusya ve Çin’in dediği olur.

Son günlerde Türk dış politikasının yeni bir gündem maddesi olarak kamuoyunu meşgul eden BRICS’in bu yılki Zirve toplantısı 22-24 Ekim’de Rusya Federasyonu’nun sınırları içerisindeki Tataristan’ın başşehri Kazan’da yapıldı. Türkiye’nin henüz resmi bir statüsü olmamasına karşın Putin’in özel davetlisi olarak Zirve’ye Cumhurbaşkanı Erdoğan da iştirak etti.

“BRICS” nereden geliyor?

BRICS ismi artık herkesin bildiği gibi oluşumun kurucu üyeleri Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve sonradan dahil olan Güney Afrika’nın İngilizce yazılışlarının baş harflerinden oluşuyor. BRİC tabiri ilk kez 2001 yılında “Goldman Sachs”ın ekonomistlerinden Jim O’Neil tarafından hazırlanan bir raporda kullanılmış. Raporda, 40-50 yıl içerisinde Brezilya, Rusya, Çin ve Hindistan’ın dünyanın başat ekonomik güçleri haline gelmesinin beklenildiği belirtiliyor. O’Neil’in öngörülerinin gerçekleşmesi için 40-50 yıl geçmesi bile gerekmedi.

BRIC ülkelerinin liderleri ilk kez 2006 yılında önce Rusya’nın Petersburg kentinde, daha sonra yine aynı yıl BM 61. dönem genel kurul toplantısı marjında New York’ta bir araya gelerek dörtlü iş birliği sürecini başlattıklarını resmen ilan ettiler.2011 yılında Güney Afrika, bu yıl başında da Mısır, Etopya, Birleşik Arap Emirlikleri ve İran BRIC’e katıldılar. Yeni katılımlardan sonra BRICS doğru bir akronim olmaktan çıktı. Ama yine de isim değiştirilmedi, BRICS’in sonuna “artı” sözcüğü eklenerek yola devam edildi. Bugün itibarıyla BRİC ülkeleri toplamda Dünya nüfusunun yüzde 46’sını, Gayri Safi Milli hasılasının ise yüzde 36’sını oluşturuyor. Ancak BRICS’in uluslararası ilişkilerde bu çapta bir ağırlığı olduğu söylenemez. Beşiktaş’ın ÇARŞI grubu gibi adını daha ziyade karşı olduklarıyla duyuruyor. BRICS uluslararası mali sisteme ve kurumlarına karşı, dış ticarette doların egemen para birimi olarak kullanılmasına karşı, devletlerin birbirlerinin iç işlerine karışmalarına karşı, Birleşmiş Milletler’de veto yetkisine karşı. Ama henüz siyasi ve ekonomik düzeyde nasıl bir dünya düzeni amaçladığını somut önerilerle ortaya koyabilmiş değil. Bugüne kadar düzenlediği çok sayıda toplantılar haricinde yapısal alandaki tek başarısı “BRICS Bank” olarak da bilinen Yeni Kalkınma Bankası (YDB.) YDB, Avrupa Yatırım Bankası, Asya Kalkınma Bankası gibi benzerlerine göre kurulduğu 2014 yılından bu yana pek işlevsel bir nitelik kazanamadı. Kazan’daki zirvenin en önemli gündem maddesi ise dedolarizasyon oldu. Bu çerçevede uluslararası ticarette dijital para mı kullanılacak? Yeni bir para birimi mi yaratılacak? Tartışılmaya devam ediliyor.

Aynı insanlar gibi devletler de bilinmeyene rağbet etmekte birbirleriyle yarışıyorlar. Aralarında Türkiye ve Yunanistan gibi NATO üyelerinin de bulunduğu 34 ülke BRICS’e ilgi gösteriyorlar. BRICS’e üye olmak için yazılı bir mekanizma öngörülmemiş. Resmi üyelik başvurusu yapılmıyor. Katılmak için niyet beyanında bulunan ülkeler üyeliğe davet ediliyor. Aslında davet esasına dayalı üyelik sadece BRICS’e özgü değil. Bu yöntemle üyelik başvurusunda bulunan ülkenin halihazırdaki üyelerden birinin vetosu ile karşılaşması gibi nahoş bir durumu önlemek için bir anlamda önceden oydaşma sağlanmış oluyor.

Türkiye ve BRICS

Anlaşılan Türkiye de niyet beyanında bulunan 34 ülke arasında. Ancak ben bugüne kadar Türk yetkililerin ağzından, “Biz Türkiye olarak BRICS’e katılma irademizi resmi yoldan bildirdik” şeklinde bir açıklama görmedim. Genelde, “BRICS içerisindeki gelişmeleri izliyoruz, ilişkileri geliştirmek istiyoruz, değerlendiriyoruz” gibi yuvarlak laflar ediliyor. Son olarak Dışişleri Bakanı Hakan Fidan 17 Ekim’de bir televizyon kanalında yayınlanan mülakatında Türkiye’nin muhtemel BRİCS üyeliğiyle ilgili bir soruyu şöyle yanıtlıyor:

“Bizim değerlendirmemiz şu: BRICS halihazırda 11 ülkenin üye olduğu bir platform. Şu anda en az onun iki mislinden daha fazla ülkenin buraya müracaat ettiğini görüyoruz. Şimdi bu ülkelerle ilgili BRICS ülkeleri ne yapacaklar, nasıl hareket edecekler bunu yakından izliyoruz. Buna ilişkin değerlendirmelerimiz var, sürekli temaslarımız var, bu platformun bundan sonra gelişme stratejisi nasıl olacak buna bakıyoruz. Hem de daha önemlisi bizim için ne türden bir katma değer üretecek, ne türden bir kurumsallaşmayı beraberinde getirecek onu göreceğiz.”

Hakan Fidan’ın bu sözleri henüz katılım yönünde bir karar alınmadığına işaret ediyor.

El yükselten Lavrov

RF dışişleri bakanı Lavrov yılların kurt diplomatı. Türkiye’nin BRICS’e ilgi duyduğu haberleri dolaşmaya başlayınca hemen el yükseltti. Türkiye’nin niyetinin ciddi olduğunu, bir ülkenin NATO veya AB üyeliğinin BRICS’e katılması için engel teşkil etmediğini belirttikten sonra, Şimdilik BRICS üyeleri arasında yeni bir genişleme olmaması için görüş birliği bulunduğunu, ayrıca yeni katılacak üyelerin de aynı değerleri paylaşması gerektiğini söyledi.

BRICS’ten beklentiler abartılmamalı

BRICS’ten beklentileri fazla abartmamakta yarar var. Birleşmiş Milletler’de nasıl güvenlik konseyinin beş daimi üyesinin veto hakkı varsa, İslam İşbirliği Örgütünden nasıl Suudi Arabistan’ın istemediği bir karar çıkmazsa, BRICS’de de son tahlilde Rusya ve Çin’in dediği olur.

Türkiye dış ticarette en fazla açığı BRICS’in üç kurucu üyesi Rusya, Çin ve Hindistan’a karşı veriyor. Sabahtan akşama topraklarımızdan veya denizlerimizden doğal gaz fışkırmadıkça, işgücü maliyetlerindeki artış bu hızıyla devam ettiği sürece Türkiye BRICS’e girse de girmese de bu ülkelerle ticaret açıkları, artar azalmaz. Oysa Avrupa Birliği halen ihracatta da ithalatta da yatırımda da birinci sıradaki ortağımız.

Bu aşamada Türkiye için en hayırlısı, BRICS’in nasıl bir evrim geçireceğini izlemek. Kafalar biraz karışık olsa da, Türkiye de galiba bunu yapıyor.

                                                               /././

Etiyopya’nın darboğazına BRICS bir çare olacak mı?-Mühdan Sağlam/duvaR-

BRICS bir gün alternatif olacaktır, ancak Etiyopya’nın temsil ettiği yoksulluğa, borç açmazına, yeni bir adalet merkezli dünya düzeni arayışına değil… Aile fotoğrafında Abiy Ahmet Ali’nin kıyıda kalmışlığı, herkes birbiriyle konuşup, gelecek için atılım planları yaparken onun şaşkınlığı ve mahcup bakışları da bize bir şeyler söylemiyor muydu?

Büyük spot ışıkları altında belki onlarca fotoğrafçının patlayan flaşlarıyla gözler kamaşıyor. Kamaşan gözler bilindik simalara odaklanıyor, gözler bildiğini arıyor. Önce ev sahibi olması münasebetiyle Rusya Devlet Başkanı Putin’i seçiyor, sağında ve solunda dünya nüfusunun hatırı sayılır kısmını temsil eden Xi ve Modi var. Brezilya Devlet Başkanı gelmediği için kıyıya savrulmuş Brezilya Dışişleri Bakanı Mauro Vieira. Sıralama neye göre yapıldı acaba denmesine neden olan başka bir ülke de var. Doğrusu pek kimse konuşmadı, sorulsa çoğu uluslararası ilişkiler uzmanının ‘yüzünü biliyorum da adını şimdi çıkaramadım’ dediği bir ülkenin lideri Abiy Ahmet Ali, Etiyopya Başbakanı. En solda öylece duruyor, flaşlar ona odaklı değil, kadrajda ama mecburiyetten, hani zirveden beş lider seçin denilse Abiy Ahmet ilk beşte olmayacak. Oysa o zirvedeki tek Nobel Barış Ödülü sahibi olan da Abiy. Barış konusunda da savaş konusunda da söyleyecekleri var. Yoksulluk, sömürü, borç sorunu konusunda da…

Bahsettiğimiz bu toplantı 16’ncı BRICS Zirvesi, 22-24 Ekim’de Rusya, Kazan’da gerçekleştirildi. Zirvenin üzerine tüm dünyada pek çok şey söylendi. Aklı başında cümleler, soğukkanlı analizler tıpkı patlayan flaşlar gibi belirli sorulara odaklandı. Ana uğrak şunlardı: "BRCIS bir alternatif mi? Rusya izole olduysa bu cümbüş nesi? Türkiye BRICS’e katılacak mı? Erdoğan ne diyecek?" Esas soru hep ıskalandığı için belki de "BRICS neye alternatif?" sorusuna içi dolu yanıtlar veremiyoruz. Bu hafta Etiyopya üzerinden "BRICS bir alternatif mi?" sorusuna yanıt arayacağız.

ETİYOPYA BİR KAHVEDEN DAHA FAZLASI

Etiyopya bir ülke olarak gözümüze çarpmayan bir Sahra Afrika ülkesi, hatta kahveye adını veren ülke. 15. yüzyılda özellikle Kaffa şehrinden üretilen kahve yavaş yavaş dünyaya yayıldı. Ülke bugün de dünyanın en büyük beş kahve üretilen adresi arasında. Kahve üretiminin yarattığı sömürü, kullanılan çocuk işçiler, olmayan sosyal haklar tıpkı kahvenin her eve girmesi gibi dünyaya yayıldı. Bugün Etiyopya’nın da aralarında olduğu ülkelerde bu sömürü düzeni ve kahve üretimi devam ediyor. Kahveden gelen gelir 123 milyonluk ülke ekonomisinde yüzde 10 paya sahip. Öte yandan ekonomiye bakıldığında göz kamaştıran bir görüntü çıkmıyor ortaya. Ekonomistler Etiyopya dendiğinde var olan 28 milyar dolardan fazla dış borca bakıyor. Ödenmesinin ve yenisini bulmanın zorluğundan dert yanıyorlar keza.

Etiyopya gibi pek çok Afrika ve Latin Amerika ülkesi borç açmazı içinde. Bu yeni olmasa da son yıllarda daha görünür bir hal almış durumunda. Etiyopya, geçtiğimiz yıl BRICS’e katılınca, otomatik şöyle bir çıkarıma gitmek kolaylaşıyor: “Herhalde borcu Batı’dan aldı ki yönünü doğuya dönüyor”. İşin aslı pek öyle değil, Etiyopya bu borcun neredeyse yarısını bilindik bir ülkeye ödemekle yükümlü: Çin. Onu IMF ve Dünya Bankası takip ediyor. Borç yapılanması için verilen mücadeleden henüz olumlu bir sonuç çıkmış değil. Ülkede 2022’nin sonlarına değin süren iç savaş borç ödemelerini güçleştirdi. Hükümet farklı adreslere başvurarak derdine derman aramaya çalışıyor. Bu adreslerden biri de BRICS.

BRICS NEDEN DARDAKİ ÜLKELERİN İLGİSİNİ ÇEKİYOR?

Açıktır ki Etiyopya örneği, bir soruna işaret ediyor. "Küresel liberal düzen tıkandı mı?" sorusunun yanıtı da biraz burada aranmalı. BRICS denildiğinde genellikle hafif küçümsemeyle akla gelen bir cümle var; "fakirler kulubü". Gerçek pek öyle değil oysa. BRICS küresel GDP’nin yüzde 35’ini temsil ederken G7 yüzde 30’unu temsil ediyor. Ancak buradaki ima daha çok Mısır, Etiyopya gibi ülkelere yönelik bir örtük aşağılama. ‘Hiç kusura bakmayın zaten paranız yok, sizin kulübünüz bizim materyalist gündemimizi neden işgal etsin’ üstenciliği, kibri. Oysa kapitalizmden ödünç alınan "money talks" düşüncesine biraz mola verilse belki başka sorular sorabilir, "BRICS neye alternatif?" sorusuna içi dolu yanıtlar verebiliriz.

Batı ve ABD odaklı düzeni merkeze alıp, "Bu rakip mi olur, bu çırak mı çıkar, kim meydan okur, okursa onun canına mı okurlar?" türü akıl yürütmeler dünyanın büyük bir kısmının sorunlarını görünmez kılıyor. Hatta bazı ülkelerin neden BRICS’te olduğu sorusunu da ıskalıyor. Herkesin Hindistan, Çin için verecek yanıtı varken söz Mısır’a geldiğinde Etiyopya'ya geldiğinde jeopolitik hesaplaşmayı arar gözler şaşkına dönüyor. Hatta şöyle bir yanıt veriyor: "Sırası mı şimdi Etiyopya’nın? Ne olmuş hem Mısır hem Etiyopya borç açmazı içindeyse, borç bulamıyorlarsa, asıl soru bu mu…" böyle gidiyor monolog.

Dünya nüfusunun hatırı sayılır bir kısmı açlık çekiyor, dünyada elektriğe erişimi olmayan 1 milyardan fazla insan var. İnsanların pek çoğu bugün çaresi olan hastalıklardan ölüyor. Zamana yayıldığı için görmüyor olsak da yoksulluk da en az füzeler kadar can alıyor. Tam da bu gölgesi olmayan insanlara kulak vermeye tenezzül etmeme hali bugünkü sistemin pimini çeken unsurların başında geliyor. Tam da buradan bakınca "BRICS neye alternatif?" sorusuna yanıt aramak gerekiyor…

BRICS NEYE ALTERNATİF? BAŞKENTİN VE PARA BİRİMİNİN DEĞİŞMESİNE Mİ?

BRICS bir platform olarak son zirvesinde 30’dan fazla ülkeyi bir araya getirerek “dünya düzeninden memnun olmayan sesleri” yansıtan bir görüntü ortaya çıkardı. Ancak bugün küresel liberal sistemin içinde olduğu çöküşü yalnızca jeopolitik hesaplaşmalar, iki yüzlülüklerin saklanamadığı, maskelerin düştüğü bir yerden okursak, yalnızca buraya bakarsak Etiyopya örneği ayağımıza dolanacaktır. Açıktır ki en liberal ekonomi uzmanları dahi son yıllarda sistemdeki tıkanmayı görüp: Ücretleri artırın diyerek kapitalist sistemin girdiği açmazın boyutunu ima ediyor. Alt sınıfların öfkesi, eriyen orta sınıf bu düzeni yıkabilir kaygısının bir nevi dışa vurumu (IMF’nin Türkiye’ye tavsiyesinin aksine). Benzer biçimde IMF, “Yok mu bu şirket karlarına dur diyecek?” nidalarıyla devleti göreve davet ediyor. Bunlar bize bir şey söylüyor aslında; içinde olduğumuz neoliberal sistem artık işlemiyor. Arada görünür gibi olan eşitlik, ki adalete henüz gelemedik bile, artık sorunları maskelemeye yetmiyor.

Bu açıdan BRICS’in işleyiş tarzına baktığımızda; şayet BRICS yeni bir ekonomik model önermiyorsa, bildiğimiz ve hatta ezberlediğimiz, borcu daha düşük faiz ve dolar dışı cinsten para birimleriyle verme planına yaslandıysa BRICS’in sistemle değil, bu sistemi sürdüren ABD’yle bir derdi var demektir.

Kısacası BRICS, Etiyopya’ya kendi bankası üstünden kredi verecektir, tıpkı Çin’in verdiği gibi. "Bu borcu akıllı kullan kendine yeter ol, sonra bize ödemeni yap" diyecektir. O halde Etiyopya’nın gördüğü sömürü göz önüne alınmayacaksa, "Adaleti temel alan bir ekonomi modeliyle sistem nasıl kurulur?" etrafında kafa yormaya dayanmayacaksa BRICS önerisi, sistemin merkezini Washington DC’den alıp Pekin’e taşımak mı olacak? Alternatif algınız yalnızca coğrafi başkentin ve para biriminin değişimini kapsıyorsa BRICS bir gün alternatif olacaktır, ancak Etiyopya’nın temsil ettiği yoksulluğa, borç açmazına, yeni bir adalet merkezli dünya düzeni arayışına değil… Aile fotoğrafında Abiy Ahmet Ali’nin kıyıda kalmışlığı, herkes birbiriyle konuşup, gelecek için atılım planları yaparken onun şaşkınlığı ve mahcup bakışları da bize bir şeyler söylemiyor muydu?

 (derleyen: mstfkrc)

SÖZCÜ "GÜNDEM" -26 Ekim 2024-

Özelleştirmek için 693 milyar lira harcadılar -Erdoğan Süzer-

İktidarın fabrika, işletme ve tesisleri özelleştirme furyası boş çıktı. 71.1 milyar dolarlık özelleştirmenin 20.4 milyar doları masraflara gitti, elde 50.7 milyar dolar kaldı.(https://www.sozcu.com.tr/ozellestirmek-icin-693-milyar-lira-harcadilar-p97809)                                            ***

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın kızı ve damadına ayrıcalıklar bitmiyor -Deniz Ayhan-

Diyanet İşleri Başkanı Erbaş’ın damadı, hizmet süresi yetmemesine rağmen Beykoz’a mütfü, eşi de vaize olarak tayin edildi. Sonra da aileye lojman tahsisi yapıldı.(https://www.sozcu.com.tr/diyanet-isleri-baskani-ali-erbas-in-kizi-ve-damadina-ayricaliklar-bitmiyor-p97810)

                                                                   ***

Cuma hutbesinde Atatürk’ü Cumhuriyet’i yine unuttular -Deniz Ayhan-

Tüm tepkilere rağmen Diyanet işleri, 14 yıllık Atatürk alerjisini inatla sürdürmeyi tercih ediyor. Cumhuriyet’in 101. yılının kutlanmadığı hutbede TUSAŞ’a yönelik hain terör saldırısı kınandı.(https://www.sozcu.com.tr/cuma-hutbesinde-ataturk-u-cumhuriyet-i-yine-unuttular-p97806)

(SÖZCÜ)


Öne Çıkan Yayın

Okuyan ve Terkoğlu 'Cumhuriyet meselesi'ni konuştu: 'Cumhuriyetçiler ve komünistler ortak programda buluşmalı' -soL-

Urla'da "Cumhuriyet Meselesi" başlıklı söyleşiden konuşan Kemal Okuyan ve Barış Terkoğlu, cumhuriyetin bir mücadele başlığı ol...