T-24 "KÖŞEBAŞI" -28 Ekim 2024-

KKTC limanlarının, GKRY gemilerine açılması -Özdem Sandberk-

Kıbrıs konusunda AB tarafından uğradığımız açık haksızlıklar bizde, basında ve kamu oyumuzda ve siyaset hayatımızda yeteri kadar şiddetli toplumsal tepki yaratmıyor?

Hatırlanacağı gibi Türkiye, Avrupa Birliği’nin 17 Aralık 2004 tarihinde Brüksel’de yaptığı Zirve toplantısında Gümrük Birliğine ek protokolde bir beyanda bulunarak, Türk tarafına yönelik izolasyonların kaldırılması, vaat edilen yardımın gerçekleştirilmesi ve AB’nin KKTC ile doğrudan ticarete başlaması koşuluyla, Türkiye’nin GB’ne Ek Protokolü imzalayacağı yolunda tek taraflı bir beyanda bulunmuştu. (*) Bu beyan Zirve Kararları metninde de aynen yer alıyor. Başka ifadeyle AB Brüksel 17 Aralık 2004 Zirve kararları Türkiye’nin Kıbrıs Rum Yönetimine limanları açması yönünde bir hüküm içermediği gibi, Türkiye de bu zirve sırasında Limanları açmak için bir söz vermiş değil. Zirvede bu konuda bir anlaşma yer almadığı gibi, bu konuda mektup teatisi şeklinde herhangi bir mutabakat da bulunmuyor.

Çifte halk oylaması

Ancak 1963'ten beri Kıbrıs Adası'nda Türk ve Rum toplumları olarak ayrı yaşayan iki halkı, iki kesimli tek bir devlet bünyesinde birleştirmek amacıyla, dönemin Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından Türk ve Rum bölgelerinde ayni tarihlerde fakat ayrı ayrı gerçekleştirilmesine yönelik bir plan öngörüldü.

17 Aralık 2004 Zirve Kararlarının Kıbrıs’la ilgili beyanı içeren paragrafı o tarihte AB Dış İlişkiler Komiseri Olli Rehn ile aynı tarihte devlet bakanlığı görevini yürüten Beşir Atalay tarafından imzalandı. Zirvede Kıbrıs’la ilgili paragraf aynen şöyle:

“…AB Konseyi bu bağlamda, ‘’Türk Hükümeti, müzakerelerin fiilen başlamasından önce ve Avrupa Birliğinin mevcut üyeliğine dair uyarlamalar üzerinde anlaşmaya varılarak sonuçlandırıldıktan sonra Ankara Antlaşmasının uyarlanmasına ilişkin Protokolü imzalamaya hazırdır şeklindeki Türkiye tarafından yapılan beyandan memnuniyet duyar. (**)

Bu karışık ifadelerin anlamı, Türkiye’nin AB ile akdettiği 1995 tarihli Gümrük Birliği Protokolünü yeni katılan on ülkeye ve bu meyanda GKRY’ye teşmil etmesinden önce, Kıbrıs’ın mevcut üyeliğinin geçici niteliği çerçevesinde adadaki özel durumu sebebiyle, Türk tarafına yönelik izolasyonların kaldırılması ve aynı zamanda Annan, planının kabulü halinde, Türk tarafına vadedilen yardım ve imkanların yürürlüğe konulacağı şeklinde idi. Kısaca Annan Planı olarak adlandırılan bu öneri, 24 Nisan 2004 tarihinde, adanın iki toplumunda, ayrı ayrı yapılan halk oylamalarında KKTC’li Türkler tarafından kabul edildi. Fakat Rumlar tarafından reddedildi. Bu durumda Türk tarafına vadedilen yardım ve imkanların yürürlüğe konulması beklenirken, Avrupa Birliği liderleri ve AB Komisyonunun geri adım atması sebebiyle, verilen sözlere rağmen, beklenenin tam tersi gerçekleşti. Rumlar barış planını reddetmelerine rağmen Avrupa Birliği üyeliğine kabul edilirken bu plana evet diyen KKTC dışarda bırakıldı.

Ancak Türkiye verdiği söze sadık kalarak Gümrük Birliği Protokolünü, 25 Temmuz 2005 tarihinde imzaladı. Bu imzasının yanına Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanıma anlamına gelmeyeceği yolunda bir ihtirazi kayıt koydu.

AB Genişleme Antlaşmasına ek 10 numaralı protokol

3 Nisan 2003 tarihli AB Genişleme Antlaşmasına ek 10 No.lu Protokol, Kıbrıs’ın AB’ne üyeliğinin geçici bir durum olduğunu altını çizmekte ve AB mevzuatının çözüm geçekleşene kadar sırf Güneyde geçerli olacağını belirterek bu mevzuatın, adanın bütün yurttaşlarının yararına olması gerektiğini belirtmektedir. Genişleme Antlaşmasına ek 10 numaralı protokol, bu sebeple çözüm gerçekleşene kadar geçecek zarfında AB’nin adanın Kuzeyinde yaşayan Türklerin de ekonomik kalkınmasına katkıda bulunmasını ve adanın entegrasyonu için özel bir ticaret rejimi uygulanmasını öngörmektedir. 10 numaralı protokol ayrıca AB’nin Kuzeye doğrudan yardım yapmasını ve AB’nin adanın kuzeyinde yaşayan Türklerin de ekonomik kalkınmasına katkıda bulunmasını, ilaveten BM’lerin de süreci desteklemesini istemektedir. Bu zaman zarfında adanın entegrasyonu için özel bir ticaret rejimi uygulanmasını ve BM’lerin süreci desteklemesini öngörmektedir. Prot. 2’nci Maddesi bu hususların yerine getirilmesi için Komisyonun Konsey’e öneride bulunmasını istemiştir.

Konsey bu istek uyarınca öneride bulunarak Komisyondan doğrudan ticari yönetmenliğinin ve doğrudan ulaştırma yönetmenliğinin çıkarmasını ve Kuzey’e koşulsuz yardımların başlatılmasını talep etmiştir.

Ancak aradan geçen bu uzun süreye rağmen, AB ne doğrudan ticaret yönetmenliği ne de doğrudan ulaştırma yönetmenliği çıkarılabildi. Ne de adanın Kuzeyinde yaşayan Türklerin de ekonomik kalkınmasına katkıda bulunması için adım attı. Dolayısıyla AB böylece, Türkiye’ye verip de tutmadığı sözlere yenilerini eklemeyi sürdürdü. Ama bununla da kalmayıp hiçbir yükümlülüğünü yerine getirmediği halde KKTC’den limanları açmasını Ad Nauseam talep etmeyi sürdürüyor.

Öte yandan AB Parlamentosu ise, bizden Gümrük Birliği Ek Protokolün onaylanmamızı isterken, ek Protokolü kendisinin de onaylamadığını hatırlatalım.

Yukarıdaki gözlemlerin hatıra getirdiği bazı fikirler:

Kıbrıs konusunda AB tarafından uğradığımız açık haksızlıklar bizde, basında ve kamu oyumuzda ve siyaset hayatımızda yeteri kadar şiddetli toplumsal tepki yaratmıyor?

Bunu nasıl izah edebiliriz?

AB’nin Kıbrıs meselesindeki tutumu, devletlerin veya uluslararası kuruluşların kendi verdiği sözlere veya bizzat kendi yükümlülüklerine uymazlarsa, bu durumun kendileri için gerçek hayatta hiçbir siyasi bedel yaratmayacağını ortaya koyuyor.

Kıbrıs konusundaki diplomatik başarısızlığımızın bir sebebi de belki halkımızın çoğunluğu itibarıyla, XXI. yüzyılın ilk çeyreğini geride bıraktığımız şu sıralarda uluslararası toplumun barış, iş birliği ve dayanışma için kendi geleceğine umutla bakması için cesaret verici bir perspektif sunmamasının yarattığı karamsarlıkta aranabilir.

Bir diğer sebep de mesele Kıbrıs’a gelince belki milliyetçilik duygularımızın, tüm halkımızı bir bütün olarak kavrayan güçlü bir heyecan yaratmadığı gerçeğinde yatıyor olabilir.

Bu aslında halkımızın kısmen bir bölümünün, yurt içindeki siyasi çekişmelerimizin etkisiyle Kıbrıs’ı milli bir dava olarak görmemek gibi bir düşünceden kaynaklanmasından ileri gelmiş olabilir. Ne var ki Milli konularda bu tür seçici tavırlar, genellikle tek bir sorunla sınırla kalmıyor. Kontrol elden kaçırılınca başka milli sorunlara da süratle sirayet ediyor.

------

(*) Annan Planı, adanın iki toplumunda, ayrı ayrı yapılan halk oylamalarında KKTC’li Türkler tarafından kabul edilmiş ve Rumlar tarafından reddedilmiştir. Fakat Türk tarafına vadedilen yardım ve imkanların yürürlüğe konulması bir kere daha verilen sözlere rağmen gerçekleştirilmemiştir.

(**) “...after reaching agreement on and finalising the adaptations which are necessary in view of the current membership (of Cyprus ) of the EU….”

                                                          /././

Devlet Tiyatroları’nın hesabı, olmuş size Tamer Karadağlı’nın hesabı -Eray Özer-

Devlet Tiyatroları’nın Instagram sayfasında son bir ayda genel müdür Tamer Karadağlı’nın olduğu tam 17 içerik paylaşılmış. Ekim ayına kadar normal işleyen hesapta ne hikmetse ekimle birlikte içerikler değişmiş, üstelik gönderiler de yoruma kapatılmış.

Bir arkadaşım aradı.

“Devlet Tiyatroları’nın Instagram hesabını gördün mü” dedi.

“Yooo” dedim. Takip de etmiyordum.

“Hesap Tamer Karadağlı hesabı olmuş” dedi.

Instagram’da Devlet Tiyatroları’nın hesabına bir girdim ki…

Girmez olaydım.

Ekim ayı boyunca arka arkaya o kadar çok Tamer Karadağlı paylaşılmış ki, insan bunun bir tiyatro hesabı olduğunu anlamakta güçlük çeker

Son bir ayda paylaşılan 32 gönderiden 17’sinde Genel Müdür Tamer Karadağlı var.

Tamer Karadağlı açılışta… Tamer Karadağlı televizyon röportajında… Tamer Karadağlı misafir ağırlamış… Tamer Karadağlı misafir olmuş… Tamer Karadağlı oyun izlemiş… Tamer Karadağlı prova izlemiş…

Devlet Tiyatroları’nın Instagram hesabında yer gök Tamer Karadağlı.

Üstelik bu ayın başına kadar böyle de değilmiş.

Eski gönderilere bakınca hesabın ekim ayına kadar olması gerektiği gibi yönetildiğini görüyoruz.

Gönderilerde şehirlerin tiyatrolarından, oyunlarından kareler var. Çeşitli oyunların katıldığı festivallerin bilgisi var. Oyunlara dair bilgilendirmeler var.

Arada bir yine Tamer Karadağlı’ya rastlıyoruz ama hadi o kadar olsun.

Ayın son günlerinde arka arkaya üç sahne görseli geldi de hesap biraz rahatladı

Ekim ayıyla birlikte bu durum değişmiş, oyunlar azınlığa düşmüş, yere göğe Tamer Karadağlı gelmiş.

Sanki birileri hesabın yöneticilerine fırça atmış gibi…

Sanki biri çıkıp demiş ki, “Koskoca Devlet Tiyatroları’nın hesabında nasıl olur da koskoca genel müdürümüz sadece arada bir paylaşılır? Bundan sonra hep genel müdür, arada bir tiyatro paylaşılacak!”

Sanki bunun üzerine emir alınmış, hatta belki hesabın yönetimi el değiştirmiş ve DT’nin hesabının Tamer Karadağlı’nın kendi hesabından daha bir Tamer Karadağlı hesabı olması görevi itinayla yerine getirilmiş.

Bir tiyatronun genel müdür olsam sosyal medya hesabımızda değil arka arkaya 17 tane, ayda bir tane bile kravatlı resmi görünümlü insan olsun istemem.

Hele elimde pırıl pırıl bir sahnede, şıkır şıkır kostümlerini giymiş onlarca aktörün enfes kareleri varsa…

Bir de tüm gönderileri yoruma kapatmışlar. O da olacak iş değil.

Vatandaş belki oradan soru sorar. Misal “Filanca oyun şehrime gelecek mi” der, “Falanca oyunun biletleri ne zaman satışa çıkacak” der.

Gönderilerin altına artık ne yazılmasından korkuyorlarsa, tüm gönderiler yoruma kapalı.

Ekim başına kadar yine arada bir Tamer Karadağlı olsa hesap “normal” seyrindeyken birden işler değişiyor

Devlet Tiyatromuz bugün resmi olarak 75 yaşında.

16 Haziran 1949’da Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak kuruldu.

Fakat ondan önce Tatbikat Sahnesi’nin geçmişi 1930’ların ortalarına uzanıyor.

Daha da öncesinde İstanbul sahnelerinden başlayan bir tiyatro geleneğimiz var.

Darülbedayi’nin kuruluş tarihi 1914.

Darülbedayi bir konservatuar olarak kuruldu, İstanbul Şehremini’nin himayesinde bir süre iç tartışmalarla kapanıp açıldı ve nihayet 1931’de İstanbul Belediyesi’ne bağlanarak bugünlere Şehir Tiyatrosu olarak geldi.

Bizim tiyatromuzun temellerini aslında Ermeni aktörler inşa etmişti.

Mardiros Mınakyan, Güllü Agop, Fasülyeciyan, Eliza Binemeciyan, Kınar Sıvacıyan

Bizde bir kesim Ermeni “alerjisi” nedeniyle genelde hep Afife Jale üzerinden kadın ve tiyatro konuşmayı sever ama mesela Eliza Hanım yaşadığı dönemde bir stardı.

Sokakta yürüyemeyecek kadar tanınır ve sevilirdi.

Mükemmel Türkçe konuşurdu, Darülbedayi’nin çalkantılı zamanlarında yöneticilik de yapmış olması, o zamanın kurucu heyetinde yer alması nedeniyle de ayrı bir öneme sahipti.

Hatta 1922’de yine Darülbedayi’nin dağılmak zorunda kaldığı bir ara, tiyatrolarına isim ararken “Türk Tiyatrosu” ismini de yine Eliza Hanım önermişti.

Bu isimlere zamanla Muhsin Ertuğrul, Ahmet Muvahhit, Bedia Muvahhit, Neyyire Neyir, Vazfi Rıza Zobu gibi isimler katıldı.

Afife Jale sahneye çıkan ilk Müslüman ve Türk kadın oyuncu olmasına rağmen bu kadroya maalesef eşlik edemedi. Parlak başlayan kariyeri acılarla, bağımlılıklarla sekteye uğradı.

Aslında uzun ve başka bir yazının konusu ama tiyatromuzun kuruluşunda da bir “yerli ve milli” tartışması yatar.

Milli Mücadele döneminde tiyatroyu bir propaganda aracı olarak gören kadrolar milli duyguları öne çıkarak, yerli oyunların sahnelenmesi için ısrarcı olurlar.

O dönemin tiyatro çevrelerinde yer alan Reşat Nuri uyarlama oyunların sergilenmesini sert bir dille eleştiren yazılar kaleme alır.

Keza Darülbedayi’nin Abdülhak Hamit, Yahya Kemal gibi isimlerin başında bulunduğu “Edebi Heyet”i oyuncular ve yönetmenleri yerli ve milli oyunlara, “Vatan Yahut Silistre”lere yönlendirmek ister.

Sahiden de tiyatro geniş halk kitlelerini etkilemek için o dönemde en güçlü araçtır.

Buna karşın oyuncuların ve yazarların bir bölümü bu işi meslek olarak görmekte ve mesleğin “artistik” kısmına büyük önem vermektedir. Bu nedenle de tıpkı Avrupa’daki gibi sanatsal yönü ağır basan klasik metinleri uyarlayarak sahnelemek isterler.

Bu grubun başını Muhsin Ertuğrul çeker.

Yaşanan tartışmalara bağlı olarak Ertuğrul sık sık öfkelenerek istifa eder ve yurt dışına çıkarak oralarda oyun sahnelemeye, Avrupa’daki film stüdyolarında sinemayı öğrenmeye meyleder.

Her seferinde ikna edilir ve geri döner.

1940’larla beraber tiyatromuzda uzun sürecek olan Muhsin Ertuğrul dönemi başlar.

Artık Türkiye’de tiyatro ondan sorulmaktadır.

1947’de Devlet Tiyatrosu’nun başına gelir. 50’lerin başında kısa bir ara verse de üç yıl sonra koltuğa yeniden oturur ve dört yıl sonra da yolculuğa başladığı yere, Darülbedayi’ye, o günkü ismiyle İstanbul Şehir Tiyatrosu’na döner.

Devlet Tiyatrosu’nda Ertuğrul’dan boşalan koltuğa Cüneyt Gökçer oturur.

Yazıya Tamer Karadağlı’dan başladık nerelere geldik.

Cüneyt Gökçer, Muhsin Ertuğrul…

Bu isimlerin de epey eleştirilecek yanları vardır elbet. Özellikle Muhsin Ertuğrul’un hiç de öyle egosu düşük bir isim olmadığı söylenir.

Lakin geçmişin tozlu sayfalarında dolaşınca bile anlıyorsunuz: Tiyatromuzun tarihine kazınan bu isimler hiçbir zaman kendini ortalara atmak gibi bir derdi olmayan, mesleğiyle yatıp mesleğiyle kalkan, işinde gücünde isimlerdi.

Bugünlerin ruhunda beni en çok yaralayan da bu aslında…

Artık işimizden gücümüzden çok “görüntümüzle” var olmak istiyoruz.

Görünelim de nasıl olursa olsun. Nerede olursa olsun.

Her yerde ama her yerde, her şekilde, her koşulda, bedeli ne olursa olsun, kim ne derse desin, kim ne düşünürse düşünsün. Yeter ki görünelim.

Görmeyenlerin gözüne gözüne sokalım kendimizi.  

Bunu yaparken de komik mi görünüyorum, ayıp mı ediyorum, sakil mi duruyor, yakışık alıyor mu diye asla düşünmeyelim.

Ben genel müdür olsam mesela biri çıkar da “Abi koskoca tiyatronun hesabını kendi fotoğraflarınla doldurmuşsun” der diye korkarım.

Halk dilinde “Ar ederim” diye bir laf vardır. Utanırım manasında.

Şimdi onu bile Google “arz ederim” diye düzeltiyor.

Hiç ar etmiyoruz sahiden, sürekli arz ediyoruz.

Kendimizi arz ediyoruz.

İsteye istemeyene…

Alana almayana…

Doğru mecrada yanlış mecrada…

Biz sürekli arz edelim de…

Neme lazım, birileri genel müdür olduğumuzu unutur filan…

İyi haftalar.                                           /././

Gizli kamu borçları (V): Gizli borçlarla mücadelede şeffaflığın önemi -Binhan Elif Yılmaz-

Şeffaf ve hesap verilebilir bir kamu borç yönetimi amaçlanırken, varlık-yükümlülük perspektifinden yola çıkılmalıdır. Toplam yükümlülükleri ve bu yükümlülükleri karşılayabilme gücü net bir şekilde ortaya çıkarılmalıdır.

Gizliliğin ortadan kalkması için uluslararası düzeyde neler yapılabilir? Gizli borçların potansiyel ekonomik krizlere yol açmasını önlemek için hangi tedbirler alınmalı? Şeffaflık ve yasal düzenlemeler neden önemli?

Borç sözleşmelerinin ve anlaşmalarının yasal ve mali ayrıntılarında gizlilik olması, gizli kamu borçları kapsamına girer. Borçla ilgili teminat, garanti ya da temerrüde ilişkin maddelerindeki şeffaflık eksikliği de aynı şekilde bu kapsamda yer alır. Ayrıca kamu borcunun kapsamının dar tanımlanmasıyla, kamu bankaları, yerel yönetimler, kamu işletmeleri, sosyal güvenlik borçlarının merkezi yönetime devredilmesi, menkul kıymetleştirilmesi, koşullu yükümlülüklerin şartlarının ağırlaşması da gizli kamu borcu kapsamındadır.

Gizli kamu borcu her düzeydeki borçlu ve alacaklı ülkeyi etkiliyor. Borçlular, özellikle koşullu yükümlülüklerin ve onların içerdiği teminat ve garantilerin tam ve doğru bir resmini çekemediklerinde mali riskleri değerlendiremiyor. Olası yükümlülüklerin bu risklerini azaltmaya yönelik ilk adım, yükümlülüklerin tanımlanmasını ve ölçülmesini gerektiriyor.

Alacaklılar da yükümlülüklerinin açık olmadığı böyle bir ülkeye ya da kuruma borç verirken uygun risk değerlendirmeleri yapamıyor ve gerektiğinde diğer paydaşlarla birlikte borç sorununu çözmeye yardımcı olamıyor.

Gizli kamu borçlarının, borcun artan maliyetleri ve varlık fiyatlandırmasında ortaya çıkan zorluklar açısından borcun sürdürülebilirliği ve güvenilirlik üzerinde olumsuz etkileri vardır. Ekonomik gidişatın bozulması ve gizli borcun bir anda açığa çıkarak uluslararası istatistiklere girmesi, piyasalarda panik yaratabilir ve ülkenin kredi notunu düşürebilir. Uluslararası alacaklılar ve yatırımcılar nezdinde güven kaybına yol açabilir. Bu durum, ülkenin uluslararası finansman kaynaklarına erişimini zorlaştırabilir.

Genellikle yüksek düzeydeki dış borçlara sahip, ekonomik kriz yaşayan ülkelerde şeffaf olmayan borçlanma süreçleri nedeniyle gizli kamu borçları birikirken, yolsuzluk ve kötü yönetim riskini arttırıyor. Bu da kamu kaynaklarının etkin ve verimli kullanılmasını engelliyor.

Gizli borçlar açığa çıktığında ve kamu borç stoku büyüdüğünde, özellikle döviz yükümlülüğü bazında borcun sürdürülebilirliğine ilişkin rasyolar bozulmaya başlıyor. Kısa vadeli dış borcun ihracata oranı ya da dış borç servisinin milli gelire oranı gibi borç ödeme kapasitesini gösteren rasyolardaki olumsuzluklar nedeniyle dış borç ya da sermaye için daha yüksek risk primlerinin ortaya çıkması kaçınılmaz oluyor. Gizli kamu borçlarının, yüksek faiz oranları ve daha zayıf ekonomik büyüme ortamında hızla çözüme kavuşturulması gerekiyor.

Kamu borcunun hem mevcut düzeyi hem de ortaya çıkabilecek kriz dönemlerinde olası yükümlülüklerin açıklanması için yasal çerçeve güçlü olmalıdır. Kamu borcu sözleşmelerinde gizlilik maddeleri olmamalı ve etkin denetimi de sağlanmalıdır. O nedenle kamu borçlarıyla ilgili raporların hazırlanmasını, onaylanmasını, yayımlanmasını, denetlenmesini gerektiren sağlam yasal düzenlemelere ihtiyaç vardır.

Herhangi bir konuda gizlilik varsa, bilgi asimetrisi var demektir. Bilgi asimetrisinin varlığı, ahlaki tehlike ve ters seçiş problemleri yaratır. O nedenle kamu borcunun gizliliğini sınırlayan yasal düzenlemeler yoksa, bu durum karar alıcılara bu tür sözleşmeleri, örneğin milli güvenlik, devlet sırrı vb. nedenlerle, “gizli” olarak etiketleme konusunda geniş bir takdir yetkisi verir.

Gizliliğin tam tersi, şeffaflıktır ve bilgi asimetrisinin önüne geçilmesini sağlar. Kamu borcunda şeffaflık, hem kamu borç verilerinin önceden ilan edilen ve yasal düzenlemelerle belirlenmiş düzenli tarihlerde kamuoyuna sunulmasını hem de kamu borç sözleşmelerinin madde hükümleri ve bilgilerinin açıklanmasını gerektirir.

Hemen her ülkenin kamu mali yapısına ilişkin bilgiler uluslararası kuruluşlara da gönderilir. Gizli kamu borçların varlığı, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların pek çok ülkeye doğru ve etkin kaynak tahsisi gerçekleştirmesini engeller. Ayrıca çözüm üretme konusunda da yanlış kararlar alınmasına neden olur. Kredi derecelendirme kuruluşlarının not değerlendirmelerinde sapmalar oluşur ve gizli kamu borçları kredi notları üzerinde domino etkisi yaratır.

Borç şeffaflığı konusunda IMF ve Dünya Bankası, 2018'den bu yana borçlardaki bu zayıf noktayı ele almak için dört adet karşılıklı güçlendirici sütuna dayalı Çok Yönlü Yaklaşımı (MPA) uygulamaktadır. Bunlar; borç şeffaflığını güçlendirmek, kamu borç yönetiminde kapasite gelişimini desteklemek, borç gelişmelerini ve risklerini analiz etmek için uygun araçlar sağlamak ve uluslararası mali sistemin işleyişine katkı sağlamak.

Borç şeffaflığı, öncelikle borçlunun sorumluluğudur. Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülkenin bu konuda tüm raporlamalarının olması gerekiyor. Zaten finansman ihtiyacını karşılamak için uluslararası sermaye piyasalarından kaynak arayışında. Kısa vadeli yabancı sermayeyi beklerken gizli kamu borçları üzerinden finansmana erişimde risk yaratmaması gerekir. Ayrıca yabancıları iç borç piyasalarına çekmek için de zamanında, doğru ve kapsamlı bilgi yayması gerekir.

Ülkemizde son yıllarda bozulan güven ortamı ve kısıtlı dış finansman imkanları, iç borçlanmada döviz cinsinden ve değişken faizle borçlanmayı arttırdı. Bu durum iç borç stokunun milli gelir içindeki payını yükseltirken iç borcun döviz ve faiz risklerini de arttırmaya devam etti. O nedenle Hazine iç borçlanmasını kur ve faiz riskini düşürecek şekilde gerçekleştirmeli ve şeffaf ihraç süreçleri uygulamalıdır. İhale yöntemi, bu şeffaf ihraç yöntemlerinden biridir. Bir diğer alternatif yöntem, kira sertifikalarının ihraç yöntemi olan doğrudan satışlardır. Ancak bu yöntem ihale yöntemi gibi bir şeffaflığa sahip değildir.

O nedenle şeffaf ve hesap verilebilir bir kamu borç yönetimi amaçlanırken, Hazine ve Maliye Bakanlığı'nın düzenli olarak yayımladığı Kamu Borç Yönetimi raporlarında ifade edildiği gibi, varlık-yükümlülük perspektifinden yola çıkılmalıdır. Toplam yükümlülükleri ve bu yükümlülükleri karşılayabilme gücü net bir şekilde ortaya çıkarılmalıdır.

Gizli kamu borçları (1): Nasıl gizlenirler?

Gizli kamu borçları (2): Gizli borçlarda Çin rekoru ve Çin teşvik paketinde gizli borç sorunu

Gizli kamu borçları (3): Buzdağının görünmeyen kısmında Çin mi var?

Gizli kamu borçları (4): Gizli kamu borçlarının büyüklüğünü ölçmek mümkün mü?

                                                          /././

Asgari ücret ne kadar olacak?-Murat Batı-

Ekim ve kasım enflasyon verileri, Şimşek’in asgari ücrete bakışı ve kamuoyu baskısıyla birlikte değerlendirdiğimde asgari ücret artışının orta noktada bir yerlerde yani...

Ortalama ücret haline gelmiş olan asgari ücret, her yıl bu zamanlar bu yıl ne kadar olacak acaba? diye herkesçe konuşulur hale gelmektedir. Bunun nedeni ise asgari ücretli sayısını tam bilmesek de çok fazla olduğu hususunda hemfikir olmamızdır.

SGK verilerine göre Temmuz 2024 itibariyle sosyal güvenlik destek primi ödeyen çalışanların da eklenmesi sonucunda toplam çalışan sayısı 22.465.723 kişidir. Kaç asgari ücretli var? hususunda ise maalesef tahminden öteye bir bilgimiz bulunmamaktadır.

Asgari ücretin son yıllardaki seyri

Aşağıdaki tabloda görüldüğü üzere asgari ücretin değişim seyrine bakıldığında özellikle son iki yılda iki kez arttığını görebilirsiniz. 1 Ocak 2024 itibariyle de net asgari ücret 17 bin 2 liradır. Tablonun dördüncü sütununda ise işverene olan maliyeti de görülmektedir.

Asgari ücretten ne gelir ne de damga vergisi alınmaktadır

1 Ocak 2022 yılından bu yanadır asgari ücret elde eden kişilerin asgari ücreti, gelir ve damga vergisinden istisna edilmiştir. Bu tutardan fazla ücret geliri elde edenlerin ise asgari ücrete kadar olan kısmı istisna edilmiştir. Yani 2024 yılında net 17.002 TL ücret gelirlerinden gelir vergisi alınmamaktadır.

Bu tutardan fazla ücret geliri elde edenler için ise asgari ücreti aşan tutar üzerinden gelir vergisi hesaplanacaktır. Özetle net asgari ücret tutarı gelir vergisinden, brüt asgari ücret tutarı ise damga vergisinden istisnadır.

Bu istisnadan dolayı vergi harcaması

Asgari ücret istisnası da dahil olmak üzere her yıl bütçe kanunu yapılırken takip eden üç yılın (bu yıl 2025, 2026 ve 2027 yıllarına ilişkin) vergi harcama[1] tahmin tutarları da bütçe kanunu ekinde yayımlanmaktadır.

Yani vergi harcamaları, her yıl yapılan bütçe kanunu ekinde yer almaktadır. Bunun içinde gelir vergisinde yer alan muafiyet ve istisna hükümleri ile toplamda ne kadarlık bir vergi harcaması olduğu da belirtilmektedir.

Şöyle ki aşağıdaki tabloda gelir vergisi ve toplam vergi harcama tutarları görülmektedir.

Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere 1 Ocak 2022 tarihinden bu yanadır uygulanan GVK m.23/18 uyarınca asgari ücrete kadar vergi istisnası dolayısıyla gelir vergisine ilişkin vergi harcama oranı ciddi şekilde artış göstermiştir.

Nasıl yani dediğinizi duyar gibiyim, şöyle ki…

Vergi harcaması ile asgari ücret ilişkisi nedir?

Cumhurbaşkanı yardımcısı Cevdet Yılmaz katıldığı hemen hemen tüm programlarda asgari ücret istisnasından dolayı 2024 yılında devletin al(a)madığı namı diğer kayba uğradığı vergi tutarının 590 milyar olduğunu belirtiyor. Bu tutar, sadece asgari ücrete kadar ücretlere uygulanan gelir vergisi istisna mı yoksa bu istisnadan dolayı damga vergisi ile asgari ücreti (ya da asgari ücreti aşan ücretleri) gider yazan gelir ve kurumlar vergisinin aşınmasından dolayı ortaya çıkan toplam kaybı mı kapsıyor? pek bilemedim. Ama sanıyorum Yılmaz, asgari ücrete kadar olan ücretlere uygulanan gelir ve damga vergisi istisnasından dolayı ortaya çıkan kaybı ifade ediyor.

Peki 2022 yılı ve sonraki dönemlerde kümülatif olarak asgari ücret artışı bize bir fikir verecek mi? Gelin birlikte bakalım….

Şöyle ki aşağıdaki tabloda son üç yıldaki artış oranları görülmektedir.

Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere son iki yılda asgari ücret ara dönemde de artırılmış. Yani 2022 ve 2023 yıllarında Temmuz’da da artış yapılarak iki kez artırılmış.

Asgari ücretin artırılması, Devletin asgari ücretten fazla ücret geliri elde edenlerden daha az gelir ve damga vergisi alması demektir. Asgari ücretin artırılmasının Devlet açısından olumlu yanı sadece asgari ücretlilerden alınan SGK priminin artmasıdır. Asgari ücretten fazla ücret alanlarda SGK primi açısından pek bir değişiklik olmayacaktır.

Devletin gelir ve damga vergisi kaybı ise tüm çalışanlar açısından geçerli olacaktır. Bu nedenle asgari ücret ne kadar yükselirse Hazine o kadar vergi kaybına uğrayacaktır. Bu kritik mevzuyu Maliye kesinlikle gözetecektir. Gözettiğinin kanıtı ise aşağıda da açıklandığı üzere gelir vergisinde uygulanacak istisna (vergi harcaması) tutarıdır.

2025’te asgari ücret ne kadar olacak sorusuna cevap bulalım

Asgari ücret artışı, aynı zamanda Devletin alacağı gelir ve damga vergisinden belli oranda vazgeçmesi anlamındadır.

Aşağıdaki tabloda net asgari ücretin önceki döneme göre artışları ile gelir vergisinden dolayı vergi harcamalarının önceki yıla göre artış oranları görülmektedir.

Özellikle son iki yılda asgari ücret artış oranı, gelir vergisi harcama artış oranının altında kalmış durumdadır. 2022’de tersi bir yapının olması ise ara dönemde yapılacak zammın çok tahmin edilememiş olmasındandır diye düşünüyorum.

Gelelim analizimize; 2025 yılı Bütçe Kanun Teklifi ekine göre gelir vergisi istisna/muaf olan madde/bent sayısı 66 adettir. Bu sayı 2024 yılında 64 adet idi. GVK m.17 ile GVK m.22/4 de bu yılki vergi harcama listesine eklendi. 2024 yılı gelir vergisi vergi harcama tutarı 1 trilyon 6 milyar lira; 2025 yılında hedeflenen ise 1 trilyon 418 milyar liradır. Yani artış oranı yaklaşık yüzde 41 kadardır. Bu nedenle 2025 yılı vergi harcama listesinin 2024’e nazaran genişletildiği de göz önüne alındığında ve diğer istisna/muafiyet kalemlerin de benzer oranda artırıldığı varsayımı altında asgari ücretin maksimum yüzde 41’e yakın bir oranda artması söz konusu olabilir. Ancak OVP hedefi ve yaratılmaya çalışılan yüzde 25 artış algısı ile birlikte değerlendirildiğinde artışın yüzde 25 ila yüzde 41 aralığında gerçekleşeceği görülüyor.

Özetle ekim ve kasım enflasyon verileri, Şimşek’in asgari ücrete bakışı ve kamuoyu baskısıyla birlikte değerlendirdiğimde asgari ücret artışının orta noktada bir yerlerde yani yüzde 33-36 bandında gerçekleşeceğini sanıyorum. Hatta daha da spesifik bir tahmin yaparak yüzde 35 artacağını ve net asgari ücretin 22.953 lira olacağını sanıyorum.

Umarım yanılırım ve çok daha yüksek olur.


[1] Vergi harcaması devletin o yıl almaktan vazgeçtiği gelirleri ifade etmek için kullanılır. Vergi harcamaları ile alakalı önceki gün yazdığım bu yazıya bakabilirsiniz.

                                                                /././

Yaklaşan bir “yeni sürecin” tarihi kodları -Akdoğan Özer-

Etnik ve mezhepsel savaşlara karşı barışı ve dayatmacı siyasete karşı demokratik siyaset çerçevesinde ısrarlı bir zemini savunmak, bu ülkede yaşayan herkes için artık değerlendirilmesi gereken bir seçenek değil hayati bir mecburiyet.

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Öcalan’a yönelik “Gel Meclis’te konuşup silah bıraktır” çağrısında somutlaşan “devlet aklı"nın bir açılım tasarlamakta olduğu olasılığı ile hemen ardından gelen TUSAŞ saldırısı hemen herkese “neler oluyor” sorusunu sorduruyor. Bu soruya verilen cevaplarlar muhtelif. Gelişmeleri,

-Türkiye’nin yurt içi barışını hazmedemeyecek olan emperyalist güçlerin, “ben istersem terör örgütünü nokta atışı yapacak şekilde kullanırım, hatta terörle mücadelede en çok kullandığın SİHA ve helikopterleri üreten sembol tesislerini bile vurabilirim” mesajı olarak gören de var...

-Erdoğan’ın “ortak devlet” statüsü aldığı Rusya’nın Kazan şehrindeki BRICS Zirvesi ziyaretine NATO cephesinin cevabı olarak gören de...

-Açılımın ve akabindeki saldırının Türkiye’yi Suriye Kürtlerine karşı pozisyon değiştirmeye zorlayan bir CIA projesinin bir parçası olduğuna inanan da…

Neyin hesabı güdülüyor?

Çok uzatmadan önce kendi kanaatimi özetleyeyim, sonra temellendirmesine ve “yeni dönemin” tarihi kodlarını ayıklamayı denerim. Öncelikle belirteyim; somut, herhangi bir veriye dayanan bir hüküm sahibi değilim bu soru karşısında. Ancak spekülatif de olsa bazı olasılıklar yelpazesine yaslanıyorum. Kanımca, Ankara tüm hesaplarını 2026’da Irak’tan çekileceği açıklanan ABD’nin yeni dönemde (İsrail ile birlikte) İran’ı istikrarsızlaştırmayı deneyeceği ve bunu yaparken de İran merkezli Kürdistan Özgür Yaşam Partisi'ni (PJAK) destekleyeceği, hatta Suriye ve Irak’taki silahlı Kürt unsurları da devreye sokabileceği hesabı üzerine yapıyor. (Her ne kadar PJAK, bugün Washington’un terör örgütü listesindeyse de Tel Aviv’in de arzusunun bunun değişmesi yönünde olduğunu biliyoruz.)

Ama… Ama kanımca ortada birilerinin öngördüğü gibi, Ankara ile Washington arasında Türkiye’nin bir “Kürt açılımına” yönelmesi ve Suriye ile Irak’ın kuzeyindeki silahlı Kürt grupların İran’ın istikrarsızlaştırılması doğrultusunda kullanımını kolaylaştırması yönünde (henüz) varılmış bir mutabakat yok. Kanımca, ortada sadece, İran’ı hedef tahtasına oturtacağı düşünülen ABD ile olası işbirliği senaryoları için - elindeki tüm kozlarla şartlarını müzakere etmeye hazır, ön alıcı bir pozisyon peşinde, hatta amiyane tabiriyle- “bedelini belirlemiş” bir Ankara söz konusu.

Ankara’nın oynayabileceği rol

Ankara çok iyi biliyor ki, Washington İran’ı hedefe koyacaksa, önce Tahran’ın Bağdat – Halep – Şam üzerinden Akdeniz’e ulaşmasını engellemek, İran’ın bölgedeki nüfuzunu kırmak, en azından Şii grupları bölgede izole etmek isteyecek. ABD İran’ı fiziksel olarak tecrit etmek için girişeceği operasyonlarda YPG/YPJ gibi Kürt grupların ağırlıkta olduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) bölgede rahat hareket edebilmesine ihtiyaç duyacak. 100 bin kişilik bir orduya sahip olduğu söylenen SDG’nin bölgenin hem kuzeyinde hem güneyinde TSK’nın engellemelerine takılmadan rahatça hareket edebilmesine, Şii milis güçlerine karşı etkin olmasına, hatta belki PJAK sahasına transferine ihtiyaç duyacak. Ancak bunun için de Ankara’nın SDG ile, yani Suriye PKK’sı olarak gördüğü gruplarla bir tür barış/çatışmasızlık içinde pozisyon alabiliyor olması, onlar üzerindeki baskıyı kaldırması gerekiyor. Yani, Suriye ile 911 km, Irak (ya da Irak Kürdistan Bölgesel yönetimi) ile 378 km ve İran ile de 534 km’lik sınıra sahip Ankara, İran’ın yalıtılmasına giden yolda Washington’un kendisine büyük ihtiyaç duyacağını düşünüyor.

Ankara işte tam bu noktada isterse ABD nezdinde “eligible partner” olabileceğini göstermek üzere kendi Kürtleriyle Washington’un da arzuladığı barışı sergileyecek iradeye sahip olduğunu, hatta örgütün cezaevindeki liderine Meclis’ten (militanlarına silah bıraktırmayı hedefleyen) bir konuşma yaptırmaya hazır bile olduğunu göstermek istemiş olabilir. “Başarılı olursak Washington’u arzuladığımız şartlarda işbirliğine ikna ederiz, başarısız olursak en azından bölgede kıyamet kopmadan fırtınayı az hasarla atlatacak ölçüde içeriyi tahkim etmiş ve yola diğer seçeneklerle devam ederiz, onu da yapamıyorsak havucu neyle ikame edeceğimizi biliyoruz” diye düşünmüş olması da muhtemel.

Ankara’nın “Tahran etkisi” rahatsızlığı

Peki Ankara bu senaryoda neden “açılımı” İran karşıtlığı üzerinden tasarlamaya yatkın dursun ki, denebilir. Hatta, neden TRT Genel Müdürü TRT Farsça kanalının kurulacağını açıklarken “İran’ı rahatsız etmek zorundayız” gibi ifadelerle “lapsus yapıyor?” Yoksa mesaj mı veriyor?

Çünkü, Suriye Savaşı’nın başlangıcından bugüne kadar geçen zaman zarfında, Ankara’nın terör örgütü olarak görüp mücadele ettiği PKK/YPG unsurları güvenli alanlarını geniş bir coğrafyada tahkim edip, Türkiye’ye kafa tutabilecek pozisyon alırken, İran da nüfuzunu hem Suriye’de hem de Irak’ta iyice güçlendirdi. 2023 itibarıyla Türkiye’nin Suriye’de 125 askeri üs ve kontrol noktası varken İran özelinde bu rakam (büyük çoğunluğu Halep, Deyrizor ve Şam muhafazalarında olmak üzere) Suriye’de 55 ve Irak’ta 515 olmak üzere toplam 570 oldu.

Konu askeri üslerin yoğunluğuyla sınırlı da değil. Ankara, güçlü Osmanlı geçmişine sahip Halep, Musul ve Kerkük gibi şehirlerde İran nüfuzunun iyice güçlendiğini de görüyor. Türkmen kökenli bir şehir olarak bilinen Kerkük bile 2017 Ekim’inden bu yana Haşdi Şabi’nin, yani bir anlamda İran’ın etki sahasında. Kerkük Vilayet Meclisi’nde dahi çoğunluğu Tahran’ın perde arkasında bulunduğu bir koalisyon ele geçirmiş durumda. Türkmenler dahi Haşdi Şabi’ye yakınlıklarıyla öne çıkmaya başladılar. Ankara’nın Irak’ın kuzeyindeki pek çok hesabını İran’a yakınlığıyla bilinen Kürdistan Yurtseverler Birliği tıkıyor. Özetle, Ankara Tahran’ın bölgedeki artan nüfuzundan epeydir rahatsız. Dolayısıyla etnik ve mezhepsel farklılıklar üzerine oynamayı seven Washington için Ankara ile işbirliği yolunda ortada bir “fırsat penceresi” olduğunu kimse inkar edemez.

Ayrıca unutmayalım ki Ankara Washington ile benzer (kesinlikle aynı değil, sadece benzer) bir mutabakat arayışına aslında yıllar önce Suriye’de de hazırdı. Ancak hem o dönem bünyesinde CIA bağlantılı unsurları fazlaca taşıdığından olsa gerek hem de o tarihlerde bir vizyon çiğliği içinde olduğundan önden koştura koştura ve bedavaya (!) gitti. Ta ki tıpkı bahçede bir tırmığa basarsınız da sopa kısmı dikilip suratınıza yapışır, işte ona benzer bir darbeyle (belirli ölçülerde) ayılana kadar!

Şu kadarını söyleyeyim, onun ayıldığından bu yanaki haline Washington, “hasım ülke” diyor ve yaptırımlarla “terbiye” etme yoluna gidiyor.

Velhasıl uzatmadan bir kez daha tekrar edelim: Ankara ufukta yeni bir dönem görüyor ve riskleri minimize etmek, olası fırsatları kucaklamak için bir açılımla sağlayacağı “barış” üzerinden Amerika’ya imkanlar sunmak, karşılığında da bazı kazanımlar elde etmeyi umuyor. Tabii bu her şeyden önce bir arayış. Tarih ilerleyen dönemde önümüzdeki seçenekler yelpazesini elbette farklılaştırıp çeşitlendirecektir de. Ama meselenin kilit ve milat noktası, 5 Kasım ABD Başkanlık Seçimleri sonrasında önümüzde “yeni bir dönemin” uzanıyor olması.

Şimdi burada bir virgül atarak şunu söyleyeyim: Bazen “yeni” olan şeyleri tam olarak anlamlandırmada zorlanıyorsak, tarihe ve “eskiye” bakmakta fayda var. Tarih aslında geleceği de bünyesinde saklayabiliyor. Ona bakmayı unutabiliriz, ama bir kez baktık mı olgular arasındaki bazı bağlantılar ve paralellikler kurmanın, hatta benzemezlikler arasındaki paralellikleri görmenin kolaylığı karşısında şaşırabiliriz de.

10 yıl önce, 10 yıl sonra

O yüzden ABD’nin sırayı Ortadoğu’da İran’ı vurmaya getirdiğinin konuşulduğu şu günlerde gelin bundan yaklaşık 10 yıl öncesine gidelim ve bugünün sıranın Suriye’de olduğu günlerle nasıl bir paralelliği ve benzemezliği var, görmeye çalışalım.

Hatırlayalım…

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 26 Haziran 2015’te, yaklaşan yeni dönemin şifrelerini veren bir konuşma yapmış ve şöyle demişti: “Bölgenin demografisini değiştirme operasyonunu tamamlamak istiyorlar. Suriye’nin kuzeyinde bir devlet kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz. Bedeli ne olursa olsun mücadelemizi sürdüreceğiz!

Sonrasında neler olduğunu ve nasıl kanlı ve çalkantılı bir dönem yaşadığımızı büyük ölçüde hatırlıyorsunuzdur. Unutanlar için belirli ayrıntılarda hatırlatacağım birazdan. Ama önce şu:

Aradan 9 yılı aşkın bir zaman geçti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 1 Ekim 2024’te bir kez daha yaklaşan dönemin şifrelerini veren bir konuşma yaptı ve bir kez daha bölgede sınırların yeniden çizilmeye çalışıldığını ifade etti. Vatan topraklarının tehlikede olduğunu ima ederek, bir kez daha “Bedeli ne olursa olsun” mücadele edeceğini söyledi.

Neredeyse birebir aynı ifadeler!”

Geçmişten geleceğe

Hatırlayanlar olacaktır, Cumhurbaşkanını 9 yıl önce öyle bir konuşma yapmaya iten, 16 Haziran 2015’te- IŞİD’in Tel Abyad’ın (Girê Spî) kontrolünü yitirmesi ve Türkiye’nin güneydoğu sınırı boyunca uzanan bölgedeki üç Kürt kantonundan ikisinin (Kobane ile Cezîre) birleşmiş olmasıydı. Bu, Türkiye’nin “çözüm süreci” olarak isimlendirdiği çatışmasızlık döneminin sonuna işaret edecek olan bir gelişme idi.

9 yıl önce sınırının hemen altında işlerin arzuladığı yönde gitmediğini gören hükümet TSK’ya Suriye’nin Cerablus Bölgesinde tampon bölge oluşturulması için harekete geçilmesi talimatını vermişti. Ancak sınır ötesinde bir “tampon bölge” oluşturma talebini uluslararası kamuoyunda meşru kılabilmek için mücadelesini -Kürtlerin Rojava’daki oyun planını engellemek için değil- IŞİD’den gelen tehditlere karşı kendisini savunabilmek için yürütüyormuş görüntüsüyle birlikte vermeye çalışacaktı.

Sonrası işlerin arzuladığı gibi gitmediği, uzun, sancılı, kanlı, İncirlik’in ABD savaş uçaklarının kullanımına açıldığı, Suruç’un, Ceylanpınar’ın, 24 Kasım’ın, 15 Temmuz’un yaşandığı, Astana süreciyle TSK’nın nihayet sahaya indiği ve ABD destekli Kürt entititesinin Akdeniz’e uzanmasının engellendiği zorlu bir dönem oldu, hatırlarsanız.

Bugün hükümet, 26 Haziran 2015’teki gibi 7 Haziran seçimlerinden hayal kırıklığıyla çıkmış bir kırılganlık içinde değil. “İçeriyi” tahkim etme ve devlet dışı aktörleri kullanma konusunda daha deneyimli. Muhalefet de dahil neredeyse bütün bir siyaset sahnesi “devlet aklıyla” zaten takviye edilmiş durumda. Dolayısıyla “oyun kurarken” elbette daha temkinli ve olacaktır.

Ancak bu girişimlerin büyük riskler taşıdığı ve “kaş yaparken göz çıkarmaya” nasıl yöneldiği de unutulmamalı. Umalım ki, tüm bu girişimler ne toplumun herhangi bir bileşeninin siyaset alanının iyice dışına itilmesine yol açar ne de etnik ve mezhep temelli ayrışmaları derinleştirip Türkiye’nin komşularıyla çok da harika olmayan ilişkilerini kopartıcı bir seyir izler.

Yani, Suriye ile 911 km, Irak (ya da Irak Kürdistan Bölgesel yönetimi) ile 378 km ve İran ile de 534 km’lik o sınırların barış ile tahkim edilmesi, Suriye, Irak, İran ve Türkiye’nin barışçıl bir paydada bir pakt oluşturabilmesi lazım.

O yüzden etnik ve mezhepsel savaşlara karşı barışı ve dayatmacı siyasete karşı demokratik siyaset çerçevesinde ısrarlı bir zemini savunmak, bu ülkede yaşayan herkes için artık değerlendirilmesi gereken bir seçenek değil hayati bir mecburiyettir. Barışın en berbatı bile, kaçınmazsak kendimizi dibinde bulacağımız o uçurumdan katbekat ehvendir.          

                                                      /././

CHP’nin Yaşam Hakkı mitinginden izlenimler /Alan küçüktü, miting doluydu; Özgür Özel’in muhalefet tonu daha yüksekti -Candan Yıldız-

Özgür Özel, Selahattin Demirtaş’ı cezaevinde ziyaret ettikten sonra yaptığı açıklamaya paralel konuştu ve Cumhur İttifakı’nın tutumunu eleştirdi.

Türkiye toplumunun anksiyetesini artıran son olayları sıralayalım; 8 yaşındaki  Narin’in, İkbal Uzuner ve Ayşenur Halil’in katledilmesi, istismara uğrayan  Sıla bebeğin hayatını kaybetmesi, Yenidoğan çetesiyle açığa çıkan sağlık sistemindeki çürüme, kaybolan Rojin Kabaiş’in cenazesinin bulunması, sokak hayvanlarını katleden yerel yönetimler ve TUSAŞ’a yönelik saldırı…

Ve bu kara tabloya paralel olarak toplumu şoklayan Devlet Bahçeli’nin Abdullah Öcalan çıkışı…

Cumhuriyet Halk Partisi bu başlıklar altında İstanbul’da kalesi olan ilçelerden biri olan Beşiktaş-Barbaros Meydanı’nda bir miting düzenledi: Teröre ve Şiddete Karşı Yaşam Hakkı…

Mitinge dair izlenimlerime geçmeden önce dikkatimi çeken bir ayrıntıyı paylaşmak isterim. CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in ‘alanda’ diye duyurduğu, teşekkür ettiği İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nu biz gazeteciler göremedik. Zira sahne arkasındaymış.

Miting alanı dar tutulmuştu. Yaşam Hakkı gibi toplumun bütün kesimlerini, doğayı ve doğadaki bütün canlıları ilgilendiren bir başlıkla yapılan mitingin yeri neden Maltepe mitingi alanı olmadı bilinmez ama meydanın üçte birine denk gelen alan doluydu ve hattı kalabalık dışa taştı.

Kalabalığı CHP teşkilatları oluşturmuştu. CHP’nin organik tabanı meydandaydı. Kadın cinayetlerine ilişkin döviz ve vurgunun ağırlık oluşturduğu mitinge erkekler daha çok gelmişti. Bir de gençlik kolları…

Miting başlamadan önce Bahçeli’nin başlattığı sürece ilişkin görüşlerini sorduğum CHP’li gençler, Bahçeli’nin Öcalan çıkışına mesafeli ve tepkili… Kürt meselesiyle ilgili soru sorduğum bir genç de Zafer Partili bir genç gibi konuştu.

Örneğin CHP Sarıyer Gençlik Kolları’ndan bir genç “Türk-Kürt ayrımı yapılmasın, herkes Türk’tür benim için” cümlesi gençlik arasındaki milliyetçi zeminin ne kadar kaygan ve geçişken olduğunu gösterir nitelikteydi. 

Konuştuğum CHP’li gençler her ne kadar Kürt meselesinin Meclis çatısı altında çözülmesi gerektiğini ve muhatabının da DEM Parti olduğunu söylese de toplumsal barış diyen CHP’nin kendi parti politikalarını gençliğe ne kadar ulaştırabildiği soru işareti.

Bu nedenle gençlik kolları başkanlığı seçimi daha da önem kazanacak gibi… Zira şu gözlemimi de aktarmam gerekiyor. Aynı CHP gençliği Kürt kadın hareketinin kullandığı, kadın hareketinin de sahip çıktığı “Kadın, yaşam, özgürlük”, Feminist Gece Yürüyüşü ile özdeş “Susmuyoruz korkmuyoruz, itaat etmiyoruz”, sol/sosyalist partilerin kullandığı “Susma, sustukça sıra sana gelecek” sloganlarını da attı.

CHP Genel Başkanı’nın konuşmasını değerlendirmesini istediğim partililer “Çok güzel konuştu, doğru şeyler söyledi, benimsiyoruz” yorumunu yaptı. Ama aralarında ‘bu sorunların çözülmesi için erken seçim şart’ diyenler de vardı.

Özgür Özel’in sahne hakimiyeti güçlüydü… Yenidoğan çetesiyle açığa çıkan özel hastaneler sorununa, kadın cinayetlerine, çocuk istismarlarına, cemaat ve tarikatların yurtlarında kalmak zorunda kalan gençlerin barınma sorununa, iş cinayetlerine, sağlıkta şiddet sorununa, sokak hayvanlarının katledilmesine, cezasızlığa, emekliler ile asgari ücretlilerin geçinme sorununa değinen Özel, bu sorunların faili olarak iktidarı gösterdi. Konuşmasının bazı yerlerinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sorumlu olduğuna vurgu yaptı.

Bu esnada kalabalıktan “Hükümet istifa” sloganları yükseldi.

Diyarbakır gezisinde Kürt meselesine ilişkin kurduğu cümleleri Beşiktaş’ta da kurdu Özgür Özel… Selahattin Demirtaş’ı cezaevinde ziyaret ettikten sonra yaptığı açıklamaya paralel konuştu ve Cumhur İttifakı’nın tutumunu eleştirdi.

“Bu ülkede Kürtler sorunum var diyorsa Kürt sorunu vardır. Devlet bir sorunun olup olmadığına değil, bir sorununun olup olmadığına millet karar verir. Devlet o sorunu çözmek için vardır. Cumhur İttifakı bu sorunları görmezden gelerek, diğer yandan şehit ailelerinin ve gazilerin duygularını yok sayarak konuyu bir kez daha Meclis’ in önünden kaçırarak, işine gelen aktörü parlatarak, işine gelmeyeni hapiste tutarak, ırakta tutarak, fikrini almayarak ben yaptım oldu diyerek bir dayatmanın içine girmiştir. Bizim tutumumuz nettir. Kürtler sorunumuz kalmadı diyene kadar bu sorunun varlığına inanacağız. Herkesin kendini özgür hissedeceği bir süreci Meclis’te başlatarak bu sorun çözülmelidir. Terörün bitmesi için kim konuşacaksa konuşsun. Ama bir kişi konuşturup sorunu çözme hesabı yanlış hesaptır. Biz çözüm için Meclis’i adres gösteriyoruz. Devlet Bey, Abdullah Öcalan’ı Meclis’i adres gösteriyor. Sayın Erdoğan iki kelam etmeme durumuna son vermelidir.  Artık sözcünün görevi bitmiştir. Erdoğan çıkıp bu millete bir açıklama yapmak zorundadır. Bahçeli’yi sözcü kılma, ne diyorsan sen söyle.''

Özel’in Erdoğan çıkışı önemli… Zira Cumhurbaşkanı Erdoğan, Bahçeli’nin başlattığı sürece ve kimi açıklamalarına ilişkin (Öcalan’ın Meclis’e gelip örgütü tasfiye ettiğini açıklasın) bugüne kadar net cümleler kurmadı. Özgür Özel Erdoğan’a, Bahçeli’nin öne çıktığı sürecin aktörü sen ol çağrısı yaptı. Sorumluluk almaya davet etti.

Mitingden diğer izlenimlere gelince…

CHP’nin 7. Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü’ne matuf slogan meydanda yankılandı.

“Hak, hukuk, adalet.”

Mitingde kırlangıç bayraklarını gördüğüm ilçeler şunlardı: Çekmeköy, Bağcılar, Sarıyer, Bahçelievler, Şişli, Çatalca, Beşiktaş, Kağıthane, Sultangazi, Sancaktepe, Beylikdüzü, Gaziosmanpaşa, Ümraniye, Beylikdüzü, Eyüpsultan, Esenyurt, Avcılar, Güngören, Bakırköy, Başakşehir, Üsküdar, Kadıköy, Ataşehir, Fatih, Tuzla, Şile, Beykoz, Küçükçekmece, Bayrampaşa… Ben 29 ilçe saydım. İstanbul 39 ilçeden oluşuyor. Bunun yanı sıra Bursa, Yalova, İzmir-Aliağa teşkilatından gelen partililer de vardı.

İstanbul ilçe belediye başkanlarından da bazı isimler katılmıştı.  Yaşam Hakkı ve yaşamını yitirenlere saygı nedeniyle miting boyunca Fazıl Say’ın “İnsan İnsan” parçası çaldı. 

Miting sonunda parti teşkilatlarını 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı “Korkmadan, sinmeden” kutlamaya çağıran Özgür Özel, “iktidarın belirlediği sınırda muhalefet yapılıyor” eleştirilerini duymuş olacak ki memleketin can yakıcı sorunları karşısında daha net cümleler kurdu.

(T24)

 



soL "KÖŞEBAŞI" + Sahaflar Çarşısı(XXIX) -28 Ekim 2024-

Asgari ücrette artış oranı üzerine: İşçi sınıfı bununla yetinecek mi?-Oğuz Oyan-

TCMB Başkanı ve IMF önceden açıklamış oldular. Asgari ücret artışı hedeflenen enflasyona göre yapılmalı dediler. Peki işçi sınıfı bununla yetinebilir mi ve yetinecek mi?

TCMB Başkanı ve IMF önceden açıklamış oldular. Asgari ücret artışı hedeflenen enflasyona göre yapılmalı dediler. TCMB Başkanı oranı da verdi, yüzde 25 dedi. Ücret/gelir artışları için hedeflenen enflasyonun esas alınması yöntemi Orta Vadeli Program’da (OVP) da yazılıyor esasen. Yalnız OVP’de 2025 yılsonu enflasyonu için yüzde 17,5 öngörüsü yapılmışken, bu öngörü MB ve IMF tarafından biraz daha insaflı (gerçekçi) orana yani yüzde 25’e taşınmış durumda.

Peki işçi sınıfı bununla yetinebilir mi ve yetinecek mi? Peşinen söyleyelim: Asla buna razı olunmaması gerekiyor. Tabii bunun öncelikle Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda işçi kesimini kanunen temsil eden TÜRK-İŞ yönetimine benimsetilmesi gerekiyor. TÜRK-İŞ yönetimi, hiç kuşkunuz olmasın, zevahiri kurtarmak için biraz pazarlık yapacaktır. İşçinin tepkisini yumuşatacak (ama kamu yönetimini ve işvereni de üzmeyecek) bir orana yükseltmeyi deneyecektir. Bu kesimleri eğer yüzde 30 artış oranı kurtarır diye düşünürse pazarlığı daha yukarıdan başlatıp yüzde 30’a razı olabilecek ve bunu kısmi bir başarı olarak sunabilecektir. Bir pazarlık eşiği de 2025 için OVP’de öngörülen yıllık ortalama enflasyon oranı olan yüzde 33,9 olabilecektir.

Bu oranlar kuşkusuz örnek olarak veriliyor; uygulamayı göreceğiz. Ama öncelikle şunu vurgulamak lazım: Komisyonu rahatsız edecek olan TÜRK-İŞ yönetimi olmayacaktır. Komisyondaki her üç tarafı da rahatsız edebilecek şey, asgari ücretliler ve o düzeyin yakınında ücret alanlar başta olmak üzere tüm ücretli kesimlerin (TÜRK-İŞ tabanı da dahil olmak üzere) itirazlarını yüksek sesle Komisyondakilere (ve arkasındaki siyasi, ekonomik ve sendikal iktidarlara) duyurabilmeleri olacaktır. Bu arada memur ve emeklilerin de bu sınıfsal itirazın içinde olması gerektiğini ayrıca belirtmeye gerek olmayabilir. Meclis içi muhalefetin de tüm bu itirazların taşıyıcısı ve örgütleyicisi olması da elbette diğer gerekli şartlardandır.

Peki gerçekleşen enflasyon oranı yeterli mi?

Şimdi şöyle bir yanılsama da olabilir: Beklenen enflasyon değil de gerçekleşen (veya 2024 yılı sonu itibariyle gerçekleşmesi öngörülen) TÜFE dikkate alınırsa, hiç olmazsa bu yılın ücret aşınması giderilmiş olur ve daha kabul edilebilir bir düzeye ulaşılır. TÜRK-İŞ yönetimi de pazarlığı buradan başlatabilir tabii.

Bunun da çok yetersiz kalacağını belirtelim. Ama önce sayısal bir karşılaştırma yapabilmek için hangi enflasyon oranının alınacağı üzerinde duralım. 2024 yılında gerçekleşmesi resmi olarak (OVP’de) öngörülen iki TÜFE oranı vardır. Yılsonu TÜFE gerçekleşme tahmini yüzde 41,5’tir. Ancak bugünkü eğilime göre (Ocak-Eylül dönemi TÜFE’si şimdiden yüzde 35,86’yı bulmuştur) bunun yüzde 45’in altında gerçekleşmesi zordur. Öte yandan, 2024 yılı GSYH deflatörü, yani 12 aylık ortalama enflasyonu yüzde 60,9 olarak öngörülmüştür. Ama bunun da daha yukarı çıkması olasılığı vardır ve aşağıdaki hesaplamaların buna göre düzeltilmesi gerekir. Biz burada bu son oranın değişmeyeceğini varsaysak bile şimdiden elimizde üç oran vardır: 41,5; 45 ve 60,9.

Şimdi yüzde 25 ve yüzde 30’luk artış oranlarını da dikkate alarak hepsini bir arada görelim. Bugünkü 17.002’lik net asgari ücret bu oranlara göre şu seviyelere gelecektir:

-----

Tablo 1-17.002 TL üzerine gelecek farklı artış oranlarına göre net asgari ücret düzeyleri (Son rakamlar yuvarlanmıştır)

Bu hesaplamalara göre Ocak 2024’teki asgari ücret düzeyini 2025 Ocak ayı başında reel olarak yakalayabilecek düzey 27.356 TL’dir. Başka deyişle Ocak 2025’teki 27.356 TL, Ocak 2024’teki 17.002 TL’nin enflasyon aşındırması düzeltilmiş (enflasyon farkları eklenmiş) gerçek karşılığıdır. Dolayısıyla TÜRK-İŞ’in ve işçi sınıfının başlangıç talebi en azından ilk önce bu aşınmanın giderilmesi olmak durumundadır.

2025 için asgari ücrette hangi oranlarda artış istenebilir?

2025 yılı için artış oranları bir kere bu 27.356 TL’lik enflasyon farkları içerilmiş düzey garanti edildikten sonra müzakere masasına konulmalıdır. Burada artık beklenen enflasyonun yıl sonu veya yıl ortalaması olarak alınması, teknik olmaktan ziyade siyasi bir meseledir. Gücünüz yetiyorsa beklenen yıllık ortalama enflasyona göre artış istersiniz ve (27.356x1,339=) 36.630 TL’lik bir asgari ücret talep edersiniz. Gücünüz sınırlı ve dolayısıyla karşı taraflarca daha kabul edilebilir bir artış olsun istiyorsanız (27.356x1,25=) 34.195TL’ye razı olursunuz. Hatta OVP’deki 2025 yılsonu TÜFE tahmini olan (artık kimse savunmuyor olsa bile) yüzde 17,5’i pazarlığın alt noktası olarak alabilir ve (27.356x1,175=) 32,143 TL’ye de razı olabilirsiniz.

-----

Tablo 2-27.356 TL’lik enflasyon farkı içerilmiş düzey üzerine gelecek artışlara göre asgari ücret düzeyleri

Ama Tablo 2’deki ücret düzeylerinin hepsi Tablo 1’deki düzeltme yapılmadan başlanılacak bir asgari ücret pazarlığının sağlayacağından daha yüksek olacaktır. Başka deyişle, 2025 için beklenen enflasyonun mu gerçekleşen enflasyonun mu dikkate alınacağından daha önemlisi, ilk önce 2024 enflasyon farklarının asgari ücrete eklenmesinin başarılması ve pazarlığın buradan başlatılmasıdır. Eğer pazarlık buradan başlatılabiliyorsa, o zaman 2025 farklarının yılbaşında tek seferde verilmek yerine Ocak ve Temmuz’da iki ayrı defada verilmesine belki itiraz edilmeyebilir.

Çünkü eğer bu düzeltme yapılmadan pazarlığa başlanılırsa, 2025 yılsonu beklenen TÜFE’sine göre (ilk tablonun birinci satırı) 21.275 TL ile 2024 sonu TÜFE gerçekleşme tahminine göre (ilk tablonun dördüncü satırı) 24.058 TL arasında bir tercih yapmak durumunda kalırsınız. Doğrusu pek cılız bir marj için uğraşmış olursunuz. İşveren ve iktidar tarafının da 22 bin küsurlara çıkmayı zaten göze almış olduğunu düşünürseniz, talep edilenle verilen arasındaki marj daha da daralmış olacaktır.

Sınıf mücadelesini daha güçlü zeminlerde vermek gerekir. Üstelik de bu kadar haklı olunurken. Bu denklemde eksik olan tek unsur, işçi sınıfını harekete geçirme iradesidir. İşçi sınıfı gücünün farkına vardığında ve hedefe yönelik örgütlenmeyi sağlayabildiğinde, istediği sonucu alması çocuk oyunundan farksızdır.

                                                            /././

Cumhuriyet’in bize kazandırdığı bir isim: Sabiha Bengütaş -Fide Lale Durak-

"Sabiha Bengütaş, henüz olmayanı başarmaktan motive olmuştu. Türkiye Cumhuriyeti de bunu başarmamış mıydı?"

Sabiha Bengütaş, Cumhuriyet’in ilk kadın heykeltıraşıdır. Aslında öncesinde kadın erkek fark etmeksizin pek heykeltıraş olmadığını söyleyebiliriz. Osmanlı’nın son döneminde, Batıcılık etkisiyle ve sanatsever bazı padişahların ya da veliahtların kişisel girişimleriyle resim sanatında gelişmeler yaşansa da, heykel sanatı için aynı şey söylenemez. Örneğin 1840’ta Gülhane Parkı’na yapılmak istenen Tanzimat Abidesi, tepkilerden çekinilerek bir türlü dikilmemiş, 1855’de Ermeni bir mimar tarafından tekrar önerilmiş ama bu girişim de başarısız olmuştur. Sonuçta, İslamiyet bir noktada resimle barışsa da bir çeşit put yaratımı olarak görülen heykel hep uzak durulan bir sanat dalı olmuştur. Ta ki 1867’de, savaşmak için değil de gezmek için Avrupa’ya giden ilk padişah olan Abdülaziz, başka hükümdarların kendi büstlerini yaptırdıklarını görüp özeninceye kadar. Döndüğünde ilk iş olarak kendi büstünü yaptırmak isteyecek, ancak o vakte kadar heykel sanatının uğramadığı bir memlekette heykeltıraş da olmadığı için İtalya’dan heykeltıraş ithal edecektir. 

İtalyan Fuller’in yaptığı, bugün Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan Abdülaziz büstü böylece tarihimizin ilk heykeli olmuştur.

Heykel eğitiminin verilmesi ise 1883’te Sanayi-i Nefise Mektebi’nin kurulması ile başlar. Okulun ilk öğrencileri daha çok gayrimüslimlerden oluşur ama zamanla Türk öğrencilerin de ilgi gösterdiği bir bölüm haline gelir. Ancak heykel 1920’ye kadar sadece erkeklerin gidebildiği bir alandır. Heykel ile uğraşmanın zaten kolay olmadığı memleketimizde kadın heykeltıraş olmak bir kat daha zordur. 

Sabiha Bengütaş’ın hayatı, zorlukların direngen bir çalışkanlıkla ve sebatla aşılmasının en güzel örneklerinden biridir. Sabiha Bengütaş’ın kişisel başarısının yanına mutlaka, o dönemde Cumhuriyet’in değerlerini oluşturan idealist kurucu kadroların varlığı, Sovyetler Birliği ile kurulan ilişkilerin geliştiriciliği ve her şeyi sığlaştırıp, metaya dönüştürecek olan burjuvazinin henüz palazlanmamış olduğu da eklenmelidir.

Bengütaş soyadını almadan önceki adıyla Sabiha Ziya Hanım, 1904 yılında İstanbul’da dünyaya gelir. Eyüp’te ilköğrenimine başlar, babasının Şam’a tayinin çıkmasıyla bir yıl Fransız Katolik Mektebi’ne gider, İstanbul’a döndüklerinde ise Büyükada’ya taşınırlar. Ailesinin ısrarlarına rağmen liseyi tamamlamaz, çünkü aklındaki şey küçük yaşlardan beri ilgisinin olduğu resim bölümüne gitmektir. Bunun için önce ailesini ikna etmesi gerekir, ardından 1919 yılında İnâs (kız) Sanayi Nefise Mektebi’ne kaydolur. Resim bölümünde okumasına rağmen ikinci yılında girdiği bir modelaj dersinde desen yapması gerekirken hoşuna giden bir antik büstü kopya eder. Dersin sonunda hocası heykeltıraş İhsan Bey gülerek şöyle diyecektir: “Sen, çocuğum, evin temelini yapmadan çatıyı çıkmışsın.”1

Hocasının biraz alaylı eleştirisi onu yıldırmamış aksine daha fazla çalışmaya teşvik etmiştir. Tüm derslerini bir kenara bırakarak bütün haftayı büst üzerinde çalışarak geçirir. Sonunda İhsan Bey büstü görür ve şaşkınlık içerisinde beğenir. Sabiha Hanım, sonradan bir mektubunda o an heykelde daha fazla başarılı olacağını anladığını yazacaktır.2

1920 yılında sadece kızların eğitim aldığı İnâs Sanayi-i Nefise ile erkeklerin eğitim aldığı Sanayi-i Nefise birleşince Sabiha Hanım da arzu ettiği heykel bölümüne geçebilir. Herkes gibi ailesinin algısında da heykeltıraşlık erkek işidir ve zaten üç erkek öğrenci arasında Sabiha Hanım tek kadındır. Tekrar ailesini ikna ederek başlayacağı bu serüvende yeteneğini ve başarısını sürekli yeniden ispat ederek ilerlemek zorunda kalacaktır. Örneğin 1925 yılında katıldığı üç yarışmadaki birinciliğinin yanı sıra, yurtdışına eğitime göndermek üzere öğrenci belirlemek için yapılan sınavda da başarılı olur. Ancak kadın olduğu gerekçesiyle onun yerine ikinci gelen Ratip Bey (Aşir Acudoğlu) gönderilecektir. 

Vazgeçmek yerine çalışmaya devam eder. 1926 yılında Taksim Abide Komisyonunun yaptığı, Taksim Meydanı’na Mustafa Kemal adına heykeltıraş Canonica’nın yapacağı anıt için İtalya’ya gönderilecek öğrenciyi belirleme sınavında da birinci olur. Aynı sınavda, bir başka önemli heykeltıraş olacak olan Hadi Bara da ikinci gelir. Osman Nuri Ergin, Canonica’ya ithafen Fransızca bir mektup yazarak 22 yaşındaki Bengütaş’ın evlenme ihtimali olan bir genç kız olduğunu, bu nedenle görevi başarma ihtimalinin düşük olduğunu söyleyecektir. Bu defa da yurtdışına sadece Hadi Bara gönderilmek üzereyken, araya Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati girer ve Bengütaş’ın Canonica’nın yanına gönderilmesinin vekâletçe uygun olduğuna dair evrakı imzalar.3

Buraya çok kısa bir Mustafa Necati parantezi açmak gerekir. Mustafa Necati, kısaca “Mustafa Kemal’in düşünce ve silah arkadaşı” olarak özetlenebilir. Hayatından örnekler vermek gerekirse; Mustafa Necati, Kurtuluş Savaşı öncesinde, Batı Anadolu’da Kuvayı Milliye örgütlenmesinin başını çekmiş, işgale karşı halkı uyaran Maşatlık mitinginde konuşma yapmış, İzmir’in işgalinin ardından İstanbul ve Balıkesir’e giderek İzmir’e Doğru gazetesini çıkartmış, 1920’de TBMM’nin açılması ile Saruhan Milletvekili olarak Birinci Büyük Millet Meclisi’nde görev yapmış, ardından ikinci yasama döneminde Adalet Bakanlığı başta olmak üzere çeşitli görevler almış, yaşamının sona ereceği 1929’a kadar harf devrimi gibi önemli gelişmelerin de yaşandığı dönemde Milli Eğitim Bakanlığı yapmış yurtsever bir hukukçudur.  Dolayısıyla Mustafa Necati’nin Bengütaş’ı desteklemesi şaşırtıcı değildir.

Pietro Canonica (Hadi Bara ve Sabiha Bengütaş yardımıyla), 1925-28, Taksim Cumhuriyet Anıtından ayrıntı, Taksim Meydanı

Böylece Bengütaş, Canonica ile İtalya’da kısa bir süre de olsa çalışır. Sunay Akın’a göre Canonica’nın Taksim Abidesi için yapılan yarışmada kazanan maketinin yan yüzlerinde kadın figürler yoktur; bu figürler Bengütaş’ın asistanlığı ile eklenmiştir.4 Heykelin döküm kısmında çalışmayacak olan Bengütaş, İtalya’da bulunmasından fırsatla Roma Güzel Sanatlar Akademisine yazılarak Ermenegildo Luppi’nin atölyesine devam eder. 1930’da yurda döner, 1933’te diplomat Şakir Emin Bengütaş ile evlenerek Bengütaş soyadını alır. Eşinin diplomatlık görevi vesilesiyle birçok ülkede bulunur; çoğunlukla da İtalya’da yaşarlar.1938 yılında Moskova’da bulundukları sırada burada açılan bir sergiye katılma fırsatı bulur.

1930’lar SSCB ve Türkiye ilişkilerinin sanatın yanı sıra birçok alanda sıcak olduğu zamanlardır. 1930’da Sovyet ressamı Kiriçenko Türkiye’ye gelir, aynı zamanda Abidin Dino Moskova’ya davet edilir. Bu ressam gidiş gelişleri iki ülkede karşılıklı açılan sergilerle devam eder. Önce 1934’te Ankara’da Sovyet Resim Sergisi, ardından 1936’da Moskova’da Türk ressamlar sergisi açılır. Sergide Türk heyeti başkanı Salah Cimcoz ve ressam İbrahim Çallı konuşurlar.5 Sovyet ve Türk sanatçıları arasındaki ilişki, o dönem Türk ressamlarında öne çıkan konstrüktivist biçimin ve Anadolulu içeriğin de kaynaklarından biri olarak dikkat çekicidir.

Bengütaş bu yıllarda İtalya’da yaşar ama gözü ve kulağı Türkiye’dedir. 1938’de Atatürk ve İsmet İnönü’nün heykellerini yapmak üzere iki ayrı yarışmayı kazanır. Eskizlerini Türkiye’de yapar ve heykelleri yapmak üzere Roma’ya döner. Bu sırada savaş halinde olan İtalya’da zorluklara rağmen geç de olsa eserlerini tamamlar. Savaş artık bitmiş, yıl 1946 olmuştur ancak 3 metre boyundaki heykelleri yurda getirecek araç yoktur. Heykellerin Türkiye’ye gelişi, vefat eden Washington Büyükelçisi Münir Ertegün’ün naaşını taşıyan Amerikan zırhlısı Missouri refakatindeki Providence kruvazörünün Napoli’ye uğramayı ve Sabiha Bengütaş’ın heykellerini almayı kabul etmesiyle mümkün olmuştur. 

Bengütaş, Atatürk heykelini İtalyanların meşhur Carrara mermerinden, İnönü’yü ise tunç döküm olarak yapmıştır. Yıllar sonra yayınlanan bir habere göre Bengütaş bu heykellerle ilgili kırgındır. Çünkü devletten heykellerin parasını alamamış ve tüm masrafları kendi karşılamıştır. Onu asıl sinirlendiren Mudanya’da İnönü heykelinin açılış törenine davet edilmemesidir.6

Bengütaş ne kadar kızgın olsa da ülkesinden vazgeçmez. Eşinin emekliliğinin ardından Ankara’ya yerleşirler. En son bilinen kişisel sergisi 1965 yılında Ankara’dadır. 1992’de noktalanacak olan uzun hayatı boyunca hem resim hem de heykel yapmaya devam etmiştir. Bu direngen sürekliliğinin kaynağını, heykele başlamaya karar verişini vurguladığı bir yazıda bulabiliriz: 

“Heykeltıraşlığı diğer sanatlara tercih etmem evvela ve hiç şüphesiz bu sanata karşı fazla meclûbiyyetim (tutkunluk) dolayısıyla olmuş ve bana belki biraz da orijinaliteye olan meylim inzimam etmiştir (eklenmek, katılmak). Çünkü o zaman memleketimizde hiçbir kadın heykeltıraş mevcut değildi.”7

Sabiha Bengütaş, henüz olmayanı başarmaktan motive olmuştu. Türkiye Cumhuriyeti de bunu başarmamış mıydı? 101. yaşını kutladığımız Cumhuriyet’in, bir kez daha ve bu kez eşit ve özgür bir ülke olarak yeniden kuruluşunun başarılmasına ihtiyaç var. Bunun için gerçekten tutkuyla çalışacak sanatçılar, gençler, kadınlar kısaca öncüler lazım.

                                                                              /././


101. yıl tüneli -Engin Solakoğlu-

Türkiye’nin ve Kürt halkının sokulmak istediği yol aslında bir tüneldir. O tünel boyunca yerleştirilmiş ışıklı tabelalarda renkli ve iştah açan havuç resimleri bulunabilir.

Alıştığımız bir görüntüdür. Bir ülkenin tarihindeki önemli yıldönümleri bir yere isim olur. Okulların, geçitlerin, köprülerin, viyadüklerin ve tünellerin girişlerinde okuruz.  50. Yıl İlkokulu, 75. Yıl Lisesi, 100. Yıl Mahallesi veya köprüsü. Şimdi gözümüzün önünde bir tünel şantiyesi var: 101. Yıl Tüneli.

İsrail geçen cuma gecesi İran’a bir hava saldırısı düzenledi. İran’ın Ekim ayı başında İsrail’e yaptığı saldırının uzun süredir beklenen “misillemesi” böylece gerçekleşmiş oldu. Petrol kuyularını mı vuracak, rafinerileri mi hedefleyecek, limanları mı kullanılmaz hale getirecek, yoksa ülkenin elektrik dağıtım şebekesini felce uğratarak rejim ile halk arasındaki gerilimi mi besleyecek sorularının yanıtı “hiçbiri” olarak verildi.

Saldırının yol açtığı zarara dair rivayet muhtelif. Doğal olarak İran zararı az göstermek, İsrail ve Batılı müttefikleri ise abartmak eğilimindeler. Bir örnek üzerinden gidecek olursak, benim sağcı Le Figaro gazetesinde çalışmasına karşın  yıllardır belirli bir nesnellik kaygısı güttüğü inancıyla takip ettiğim, Fransızların deneyim ve ustalık göstergesi olarak “grand reporter” tabir ettiği gazetecilerden G. Malbrunot dahi İsrail’in yaydığı sınırlı ama çok etkili saldırı öyküsünü teyit edecek bilgiler aktardı. Buna göre, İran hava sahasının dışından İsrail savaş uçakları tarafından fırlatılan füzeler İran’ın balistik füze üretim kapasitesiyle doğrudan bağlantılı bir üretim tesisi ve (yıllardır âtıl duran) bir nükleer silah geliştirme tesisini vurmuşlar. Aslında Fransız gazetecinin verdiği bilgiler Reuters haber ajansından. Bu da garip zira, Malbrunot’yu meşhur eden özelliklerden biri bölgedeki tüm taraflara erişiminin olması ve haber/yorumlarını bu taraflardan doğrudan aldığı bilgilere dayandırmasıdır. Bir başka deyişle ajans papağanlığıyla yetinmemesidir. Ajanslar ille de yanlış haberler geçerler diye bir kural yok elbette ama Reuters’in emperyalist sermaye hizmetinde olduğunu ve İsrail sözkonusu olunca ne tarafta durduğunu biliyoruz. Bu haberde de İsrail iddialarının doğrulanması iki Amerikalı “uzmanın” ticari uydulardan temin ettiklerini görüntülere dayandırılıyor. Malbrunot’nun başvurduğu diğer kaynak ise “Axios”. Siyonizm bir yaratık olsa ağzı olarak görev yapabilecek bir yayın organı. Buradan ne sonuç çıkar? Batı’da tek tük kalan meslek etiği sahibi olduğunu sandığım gazeteciler de bu ucuzluklara yöneliyorlarsa Ortadoğu’daki mücadelenin bir kültür mücadelesi olarak gösterilmesine yönelik emperyalist planın büyük ölçüde başarılı olduğu sonucuna varmakta zorlanmayız.

Son saldırıya dönersek, verilen zararın boyutu net bilinmese de dünyaya 1000 yıldır kullanıla kullanıla paçavraya dönmüş dinsel gözlüklerle bakanları, İsrail’i “rahatlatmanın” kapısında yemlendikleri sermayenin çıkarına olduğunu bilenleri ve komşunun evi yansa da payımıza üç beş tencere düşse diye düşünenleri mutlu edecek bir ölçeğe ulaşmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunun bir diğer anlamı ise hiç kuşkusuz savaşın devam edeceği. İran ne karşılık verecek, İsrail ne zaman yeni bir hamle yapacak soruları ortada duruyor.

İran-İsrail savaşı 20. Yüzyıl’daki savaş kriterlerini karşılamıyor. Ortada resmi bir savaş ilanı yok, karşı karşıya gelen kara, hava ve deniz kuvvetleri yok. Darbeler ya uzaktan ya dolaylı vuruluyor. Dolayısıyla kesin yenilgi ya da kesin zaferden en azından kısa vadede söz etmek mümkün değil.

Dünya dengelerine bakarak İsrail’in bileğini kimse bükemez zira arkasında ABD var deyip işin içinden çıkmak ise alabildiğine kestirmeci bir yaklaşım. İçinde yaşadığımız gezegendeki güçler denklemi o noktayı çoktan geçti. Basitçe ifade edersek İran’ı ezip geçmek veya en azından rejimi değiştirecek kadar ağır bir darbe indirmek için öncelikle Rusya’yı ikna etmek gerekiyor.

Moskova’da oturdukları koltuklardan “hür” dünyaya bakanlar, Kuzey kutup dairesinden Artvin’e kadar uzanan kesintisiz bir “düşmanlık” yayı görüyorlar. Bu yayın Asya içlerine kadar uzanmasının önündeki tek engel ise İran. Bu bağlamda İran’ın düşmesi salt İsrail’i mutlu edecek değil, aynı zamanda Rusya’yı da fena halde sıkboğaz edecek bir gelişme olarak görülüyor.

Ortadoğu’daki mücadelede zaman zaman gündeme gelen “Rusya, Suriye’yi kaderine terk eder mi?” sorusuyla da yakından ilgili bir konu bu. Olağan koşullarda Rusya’nın Ortadoğu denklemine dahil olmasını, Doğu Akdeniz’de varlık göstermesini sağlayan çok önemli bir dayanak noktası Suriye. Bununla birlikte iş bir gün gelip Suriye mi, İran mı sorunsalına dayanırsa “her ikisi de” yanıtını verebilecek durumda olamayacak bir Rusya’nın doğrudan kendi sıcak karnını yani Kafkasya’yı koruyan İran’ı tercih edeceği açık. İsrail ve ABD’nin İran’a topyekûn bir saldırıdan kaçınmasını da bu gerçeklik üzerinden okumak akılcı gözüyor. Elbette bu dehşet ikilisi İran üzerindeki planlarından vazgeçmeyecekler ama mevcut dengeler, bunu kısa vadede ve salt askeri güç kullanarak gerçekleştirmelerine engel.

Zira bu yöntemlerin Moskova’dan benzer içerikli bir karşılık görmesi beklenebilir. Öyleyse, sabra ve daha uzun erimli bir plana, bir de hepsinden önemlisi Rusya’nın bile müdahale olanaklarını daraltacak daha geniş bir koalisyona ihtiyaç var. 

O geniş koalisyonda yer verilmesi gereken iki önemli güç odağı görünüyor. 21, yüzyılın dünyasında güç odaklarını tespit ederken salt devletlere bakamıyoruz. Denkleme dahil edilmesi geren bir Kürt gerçeği ortada. Hangi örgüt, kuruluş ve/veya partilerle temsil edilirse edilsin, bu unsurun kilit ağırlığı var.

Bir diğer odağın ise Türkiye olduğundan kuşku duymuyoruz. Her iki odağın ortak özellikleri mevcut. Her ikisinin de teorik olarak İran içerisine güç yansıtma olanakları var. Aslında çok açık ama illa ki öküzün üzerine bir de ışıklı ledlerle “öküz” yazmak gerekirse şöyle özetleyelim. İran’da kendilerini Türk ve Kürt olarak tanımlayan geniş bir toplam var.

İşte bu iki ağırlık merkezinin tam kapasiteyle kullanılması için ise birlikte hareket etmeleri, ettirilmeleri gerekiyor. Eğitim hayatımda matematik ve fizik alanında kısmen öğrenebildiğim nadir konulardan biridir vektörler. Yanılıyorsam işin uzmanları beni düzeltirler ama vektör fizik biliminde özet olarak “belirli büyüklüğüyle yönü olan nicelik” olarak tanımlanıyor. Her iki güç odağını da bölgede iki vektör olarak tanımlarsak, bunların gücünü anlamlı bir şeklinde artırabilmek için aynı yöne doğru seyirtmeleri gerekiyor. Her iki vektör arasındaki hareket açısı arttıkça toplam güç azalıyor. Ters yöne doğru gittiklerinde ise iyice zayıflıyorlar. O halde bölgede güç dengelerini alabildiğine etkileyebilecek bir kuvvet toplamına ulaşmak için Türkiye ve Kürt vektörlerinin olabildiğince aynı yöne hareket etmeleri şart. Bunun için ne yapılması gerektiği de ortada.

Türkiye Cumhuriyeti ve bölgedeki Kürt siyasi hareketlerin aynı amaç için mobilize edilebilmeleri aralarındaki en hafif deyimle sürtüşmenin asgariye çekilmesiyle sağlanabilir. Benim oturduğum yerden görebildiğim, Washington’da Londra’nın sağladığı girdilerle hazırlanan ve Tel Aviv’in doğal olarak coşkuyla desteklediği emperyalist planın bu amaca yönelik olduğudur.

Bu köşenin düzenli okuyucuları bilirler ki, ben şaşmaz planlara ve yenilmez ordulara inanmam. Pentagon’un veya Langley’in her planı başarılı olsaydı bugün insanlıktan ve üzerinde yaşadığı gezegenden geriye ancak bir toz bulutu kalırdı. Her plan bozulabilir, her ordu yenilebilir.

Türkiye’nin ve Kürt halkının sokulmak istediği yol aslında bir tüneldir. O tünel boyunca yerleştirilmiş ışıklı tabelalarda renkli ve iştah açan havuç resimleri bulunabilir. O resimlerin altında refah, hak ve özgürlük gibi cazip sloganlar yazılı olabilir. Oysa o tünelin ucunun Ortadoğu haklarının tümden köleleştirilmelerine, kanlarıyla besledikleri sermayenin sadık hizmetkarları haline getirilmelerine çıkacağı açıktır.

Türk, Kürt, İran ve Arap halklarının refah, özgürlük ve insanca yaşama hakkını elde etmeleri, sermaye düzeninin hırsız müteahhitlerinin yapacakları, kapılarına iddialı yıldönümü tabelaları çakacakları karanlık tünellerin ucunda değildir. Kurtuluş, sokaklarda, meydanlarda, fabrikalar ve tarlalarda ama hep açık havada, hep aydınlıkta, atılan her adımda sözlerini söyleyebilecekleri bir savaşıma bağlı olacaktır.

Emperyalizmle iş tutmaya meyilli devlet ve örgütlerin tercihi ne olursa olsun, bölge halkları o korku tüneline girmeyecek bir deneyim ve mücadele birikimine sahiptir. Emperyalizmin planları bozulmak, orduları bozguna uğratılmak içindir.  
Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun!

Öne Çıkan Yayın

Okuyan ve Terkoğlu 'Cumhuriyet meselesi'ni konuştu: 'Cumhuriyetçiler ve komünistler ortak programda buluşmalı' -soL-

Urla'da "Cumhuriyet Meselesi" başlıklı söyleşiden konuşan Kemal Okuyan ve Barış Terkoğlu, cumhuriyetin bir mücadele başlığı ol...