GÜNDEM -28 Ekim 2024-

126 iktisatçıdan asgari ücrette ‘beklenen enflasyon’ tehlikesine karşı kritik çağrı -Birgün-

Yeni yıl yaklaştıkça asgari ücrete yapılacak zam gündemdeki yerini korurken, 126 iktisatçının ortak imzaladıkları basın açıklamasında asgari ücret artışlarında gerçekleşen enflasyon oranının dikkate alınması gerektiğini vurguladı.

- Enflasyonla mücadelenin toplumsal maliyetinin adil dağıtılması gerektiğini,
- Asgari ücretlilerin alım gücünün korunmasının sosyal devletin bir gerekliliği olduğunu,
- Gerçekleşen enflasyon oranının altında yapılacak ücret artışlarının gelir dağılımını daha da bozacağını,
- Enflasyonla mücadelenin başarısının dar gelirlilerin yaşam standartlarının düşürülmesi pahasına sağlanamayacağını, vurgulama ihtiyacı duyuyoruz.
-Bu bağlamda, ekonomi politikasını yönetenleri:
-  ⁠Asgari ücret artışlarında gerçekleşen enflasyon oranının dikkate alınması,
-  ⁠⁠Gelir dağılımını da gözeten bütüncül bir ekonomi politikası izlenmesi, konularında acilen adım atmaya davet ediyoruz.

Açıklamayı imzalayan iktisatçılar şöyle sıralandı:

Ceyhun Elgin, Boğaziçi Üniversitesi
Adem Yavuz Elveren, İzmir Ekonomi Üniversitesi & Fitchburg State University
Cem Oyvat, University of Greenwich
A. Erinç Yeldan, Kadir Has Üniversitesi
A. Oğuz Demir, Ekonomistler Platformu
Ahmet Haşim Köse, Open University 
Ahmet Makal, Ankara Üniversitesi (Emekli)
Ahmet Yılmaz, Marmara Üniversitesi
Ali Alper Alemdar, St. Francis College
Ali Rıza Güngen, McMaster University
Alper Duman, İzmir Ekonomi Üniversitesi
Anıl Aba, Yaşar Üniversitesi
Arda Tunca, Bağımsız Araştırmacı
Armağan Gezici, UWE Bristol
Ata Can Bertay, Sabancı Üniversitesi
Ayça Akarçay, Galatasaray Üniversitesi
Ayça Tekin-Koru, TED Üniversitesi
Aziz Çelik, Kocaeli Üniversitesi
Aziz Konukman, Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi 
Baki Demirel, Yalova Üniversitesi
Begüm Özkaynak, Boğaziçi Üniversitesi
Bilin Neyaptı, Bilkent Üniversitesi
Bülent Eşiyok, İstanbul Gelişim Üniversitesi
Burçay Erus, Boğaziçi Üniversitesi
Çağla Ünlütürk, PAÜ
Caner Özdurak, Beykoz Üniversitesi
Cem Başlevent, İstanbul Kültür Üniversitesi
Cem Somel, Abant İzzet Baysal Üniversitesi (Emekli)
Çiğdem Boz, Bağımsız Araştırmacı
Değer Eryar, İzmir Ekonomi Üniversitesi
E. Ahmet Tonak, University of Massachusetts Amherst & Smith College
Ebru Voyvoda, ODTÜ
Elif Karaçimen, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi
Emre Özçelik, ODTÜ-Kıbrıs
Engin Kara, Cardiff University 
Ensar Yılmaz, Yıldız Teknik Üniversitesi
Ercan Uygur, Ankara Üniversitesi (Emekli)
Ergin Yıldızoğlu, Cumhuriyet Yazarı
Erol Balkan, Hamilton College
Erol Taymaz, ODTÜ
Esra Uğurlu, Leeds University
F. Ahmet Öncü, Sabancı Üniversitesi (Emekli)
Fatih Kansoy, Oxford University
Fatih Özatay, TOBB ETÜ
Ferhat Akyüz, Samsun Üniversitesi
Fikret Adaman, Boğaziçi Üniversitesi
Fikret Görün, ODTÜ (Emekli) 
Filiz Eryılmaz, Bursa Uludağ Üniversitesi
Galip Yalman ODTÜ (Emekli)
Gökçer Özgür, Gettysburg College
Gülbiye Y.Yaşar, Ankara Üniversitesi
Güldem Atabay, Ekonomist/Yazar
Güneş Aşık, TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi
Güney Işıkara, New York University
Günseli Berik, University of Utah (Emekli)
Hakan Mıhcı, Hacettepe Üniversitesi (Emekli)
Haluk Levent, İstanbul Bilgi Üniversitesi
Hasan Cömert, Trinity College-Hartford
Hasan Murat Ertuğrul, Anadolu Üniversitesi
Hasan Tekgüç, Kadir Has Üniversitesi
Hayri Kozanoğlu, Altınbaş Üniversitesi
Hüseyin Özel, Hacettepe Üniversitesi
İbrahim Semih Akçomak, ODTÜ
İlhan Döğüş, University of Europe for Applied Sciences
İnsan Tunalı, Koç Üniversitesi (Emekli)
İris Cibre, Finansal Piyasalar Uzmanı
İsmail Ertürk, Manchester University
Kamil Yılmaz, Koç Üniversitesi
Kerem Cantekin, Bağımsız Araştırmacı
Kıvanç Karaman, Boğaziçi Üniversitesi
Korkut Boratav, Ankara Üniversitesi (Emekli)
Korkut Ertürk, University of Utah
M. Aykut Attar, Hacettepe Üniversitesi
M. Kerem Çoban, SOAS, University of London & Kadir Has Üniversitesi
M. Murat Kubilay, Uluslararası Finans Uzmanı
M. Teoman Pamukçu, ODTÜ
M.Necat Coşkun, Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi
Mehmet Şişman, Marmara Üniversitesi
Mehmet Uğur, University of Greenwich
Mehmet Uluğ, Roskilde University
Murat Birdal, İstanbul Üniversitesi
Murat Taşdemir, İstanbul Medeniyet Üniversitesi
Mustafa Ulus, Galatasaray Üniversitesi 
Nesrin Nas, Ortak Yaşam Grubu
Oğuz Esen, İzmir Ekonomi Üniversitesi
Oğuz Yıldırım, Alanya Alaaddin Keykubat Üniversitesi 
Oktar Türel, ODTÜ (Emekli)
Oktay Özden, Kadir Has Üniversitesi
Ömer Faruk Çolak, İktisat ve Toplum Dergisi
Öner Günçavdı, İstanbul Teknik Üniversitesi
Onur Baycan, Anadolu Üniversitesi
Onur Yeni, Hacettepe Üniversitesi
Orhan Karaca, Bağımsız Araştırmacı
Orkun Saka, City, University of London & LSE
Özcan Ceylan, Özyeğin Üniversitesi
Özge Özay, Fitchburg State University
Özgün Biçer, Marmara Üniversitesi
Özgür Narin, Ordu Üniversitesi
Özgür Orhangazi, Kadir Has Üniversitesi
Özlem Onaran, University of Greenwich
Pelin Akçagün, Ondokuz Mayıs Üniversitesi 
Pınar Deniz, Marmara Üniversitesi
Pınar Kahya, İnönü Üniversitesi
Selin Pelek, Galatasaray Üniversitesi 
Serdal Bahçe, Ankara Üniversitesi
Serdar Acun, Munzur Üniversitesi
Sermin Sarıca, İstanbul Üniversitesi
Sevil Acar, Boğaziçi Üniversitesi
Sevinç Mıhcı, Hacettepe Üniversitesi
Şevket Pamuk, Boğaziçi Üniversitesi (Emekli)
Sezgin Polat, Galatasaray Üniversitesi
T. Sabri Öncü, UNCTAD eski Kıdemli Ekonomisti, CAFRAL, RBI eski Araştırma Başkanı
Tahsin Bakırtaş,Sakarya Üniversitesi 
Tansel Güçlü, Munzur Üniversitesi
Timur Han Gür, Hacettepe Üniversitesi 
Uğur Gürses, Ekonomi Yazarı
Ümit Akçay, HWR Berlin
Umut Üzar, Karadeniz Teknik Üniversitesi
Ünal Zenginobuz, Boğaziçi Üniversitesi
Veysel Ulusoy, Boston College
Yakup Karabacak, Akdeniz Üniversitesi
Yalçın Karatepe, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
Yasemin Dildar, California State University
Yiğit Atılgan, Sabancı Üniversitesi
Zafer Tunca, Emekli õğretim üyesi
Ziya Öniş, Koç Üniversitesi

(https://www.birgun.net/haber/126-iktisatcidan-asgari-ucrette-beklenen-enflasyon-tehlikesine-karsi-kritik-cagri-570952)

                                                              ***

Çalışma Bakanlığının çocuk işçilikle mücadeleye ayırdığı bütçe 1000 TL -Hilal Tok-

Çalışma Bakanlığı bütçe teklifinde çocuk işçilikle mücadele için sadece 1000 TL ayrıldı. MESEM kapsamında çocuk işçi çalıştıra patronlara ise en az 6.4 milyar lira aktarılacak.(https://www.evrensel.net/haber/532196)

                                                                 ***
Aile Bakanlığından, Kur'an Kursu Destek Programı'na 8 ayda 38 milyon lira ödenek -Evrensel-
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş
Diyanet İşleri Başkanlığının anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle yargıya taşınan Kur'an Kursu Destek Programı için Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, 2024’ün ilk 8 ayında 38 milyon 737 bin 350 TL ödeme yapmış.(https://www.evrensel.net/haber/532213)

***
Deprem değil vurgun konutları: 10 firmanın sattığı beton ve çelik 'uygunsuz' çıktı-soL
Hatay'da deprem konutlarında kullanılan hazır beton ve çelikleri üreten 10 firma standartlara uymadan ve eksik belgeyle üretim yapmış. Firmalar satış fiyatını da beraber belirleyip, müşteri paylaşmış.
                                                        ***

Denizli'deki orman yangını 5. gününde sürüyor -Birgün-

Denizli’nin Merkezefendi ilçesinde 5. gününde devam eden orman yangınının kontrol altına alınabilmesi için çalışmalara havadan ve karadan devam ediliyor. Denizli Valiliği, yangının yerleşim yerlerini tehdit etmediğini ifade etti. OGM ise 9 helikopter, 76 arazöz ve iş makinesi, 939 personel ile yangına müdahale edildiğini belirtti.(https://www.birgun.net/haber/denizli-deki-orman-yangini-5-gununde-suruyor-570957)

                                                                   ***
Karakesek köylüleri güneş paneli projesine karşı: Topraklarımızı vermeyeceğiz!-Evrensel-

Antep’in Karakesek köyünde mera alanına yapılması planlanan güneş panellerine köylüler karşı çıkıyor. EMEP Milletvekili Karaca, "Karakesek halkının mücadelesinin yanında olacağız” dedi.(https://www.evrensel.net/haber/532232)

                                                       ***

Toprak kayması ve siyanür sızıntısı yetmedi: Anagold Madencilik ‘yeniden hazırız’ dedi!-Birgün-

Erzincan'ın İliç ilçesinde 13 Şubat'ta toprak kayması sonucu 9 işçinin yaşamını yitirdiği, facianın yaşandığı Çöpler Altın Madeni'nde Anagold Madencilik yetkilileri basın mensuplarına sunum yaptı. Şirket, yaşanan faciaya ilişkin 6 kişinin tutuklandığı madende yeniden faaaliyete geçmeye hazırlanıyor.(https://www.birgun.net/haber/toprak-kaymasi-ve-siyanur-sizintisi-yetmedi-anagold-madencilik-yeniden-haziriz-dedi-570939)
                                                                ***

Birgün "KÖŞEBAŞI" -28 Ekim 2024-

Daha az sosyal harcama, daha çok vergi: Bütçenin şifreleri!-Aziz Çelik-

2025 bütçesinde ‘daha az sosyal harcama ve daha çok vergi’ var. Sosyal harcamalar kısılırken daha çok vergi toplanması hedefleniyor. Bütçe gelir bölüşümünü iyileştirmek bir yana, daha da bozacak özelliklere sahip.

2025 yılı merkezi yönetim bütçe teklifi TBMM’ye sunuldu. Bütçe teklifi kasım ayında komisyonda aralık ayında ise Meclis Genel Kurulunda görüşülecek. Ülkenin yoğun ve hızla değişen gündemi nedeniyle bütçe konusu pek gündeme gelmiyor ancak bütçe 2025 yılında halk sınıflarının yaşayacağı zorluklarının da bir aynası gibi.

Bütçe bir yıl boyunca yapılacak hükümet harcamalarını ve hükümet gelirlerini/kaynakları gösterir. Bütçe bir yandan kamu harcama ve transferlerinin bileşimi öte yandan vergilerin dağılımı ile gelirin yeniden dağılımının en önemli aracıdır. Bütçe piyasada oluşan birincil gelir dağılımına müdahale etmenin ve geliri yeniden bölüştürmenin en önemli aracıdır. Devlet kamu harcaması ve transferi yaparken de vergi toplarken de sınıfsal tercihler yapar ve bu tercihler sonucunda gelir yeniden bölüştürülür. Bütçe doğrudan ideolojik ve sınıfsal tercihleri yansıtan, siyasi iktidarların toplumsal tercihlerini ve önceliklerini ortaya koyan en önemli araçlardan biri. Bütçe hükümetin kimin yararına harcama yapacağını, önceliklerinin hangi alanlarda yoğunlaşacağını, kimi ne oranda vergilendireceğini ortaya koyar. Bütçe bir siyasal iktidarın somut iş programıdır.

Bu yazımda karmaşık teknik yönlerinden mümkün olduğunca uzak durarak 2025 bütçesinin harcama ve gelir kalemlerini sosyal politika ve hükümetin toplumsal tercihleri açısından ele almaya çalışacağım.

AZ HARCAMA ÇOK VERGİ

2025 yılı merkezi yönetim bütçe harcamaları 14,7 trilyon olarak teklif edildi. 2024 yılı merkezi yönetim bütçesi harcamalarının 11,2 trilyon olarak gerçekleşmesi tahmin edildiğine göre bütçe harcamalarının yüzde 32 civarında artması bekleniyor. Bütçede vergi gelirlerinin 11,1 trilyon olması hedefleniyor. 2024 yılı vergi gelirleri gerçekleşme tahmini 7,6 trilyon olduğu için vergi gelirleri artışı beklentisinin yüzde 46,5 olacağı görülüyor. Bütçede faiz giderlerinin 1 trilyon 950 milyar olması hedefleniyor. Faiz gidenlerindeki artışın da yüzde 50’nin üzerine çıkacağı öngörülüyor. Öte yandan 2025 yılı için GSYH artışı yüzde 39 olarak hedefleniyor. Bu durumda 2025 yılı için Orta Vadeli programda yer alan yüzde 17,5 enflasyon hedefi ile bütçe büyüklükleri arasında ciddi uyumsuzlukların olduğunu söylemek mümkün. Hükümetin bir yandan talebi ve tüketimi kısması öte yandan yüzde 46,5 gibi bir vergi artışı öngörmesi oldukça tartışmalı.

Öte yandan vergi ve faiz artışları sırasıyla yüzde 46 ve yüzde 50 civarında öngörülürken toplam merkezi yönetim bütçe harcamalarının yaklaşık yüzde 32 olması hükümet harcamalarının ciddi bicinde kısılacağını gösteriyor. Faizler düşüldüğünde hükümet harcamalarının oranı daha da düşüyor. Kısaca hükümet düşük harcama yapmayı ve yüksek vergi geliri toplamayı hedefliyor. Bunun basit ifadesi bütçenin vatandaşın refahını artıcı kısımlarının daralması, vatandaşın kullanılabilir gelirini düşürücü yanının büyümesidir. Kısa ve net söylemek gerekirse, bütçe halkın refahını artırmak bir yana düşürücü özelliklere sahiptir.

Öte yandan yüzde 17,5 enflasyon hedefi de dikkate alındığında bütçe dışında da gelir kısıcı politikalara, ücretleri düşürücü politikalara devam edileceği görülüyor. Hükümetin enflasyon hedeflerine yaklaşması için bir yandan bütçenin gelir ve harcama artış oranları arasındaki makas büyütülecek, öte yandan birincil gelir dağılımı aşamasında da ücretler düşürülecek.

Bütçenin alameti farikası hükümet harcamalarının düşürülmesi ve vergilerin artırılmasıdır. Faiz hariç hükümet harcamaları yüzde 30 civarında artarken vergi gelirlerinin yüzde 46 artması hedefleniyor.

Bütçenin bu temel özelliğine bütçenin kritik kalemleri olan personel giderleri ve sosyal güvenlik transferleri açısından bakalım. Çünkü bu kalemler bütçede önemli bir ağırlık oluşturuyor. Bütçenin sosyal boyutunu anlamak için öncelikle bu iki kaleme bakmak gerekir. Kamu personeli harcamaları çarpan etkisine sahip. O nedenle ekonominin büyümesi ve canlanması için -iddia edilenin aksine- önemli bir işleve sahip.

Aynı şey sosyal güvenlik transferleri için de geçerli. Merkezi yönetim bütçesinden yapılan personel giderleri ve sosyal güvenlik transferleri yaklaşık 21 milyon kişiyi ilgilendiriyor. O nedenle önemli bir sosyal harcama kalemi olarak görülmelidir. Bütçeden yapılan personel harcamalarının ve sosyal güvenlik transferlerinin brüt olduğunun altını çizmek lazım. Bu harcamaların tümü vatandaş için harcanabilir gelir anlamına gelmiyor. Bu harcamalar içinde sosyal güvenlik primleri ile işveren teşvikleri de yer alıyor.

2025 bütçesinin yüzde 26,5’inin brüt personel giderlerine ayrıldığı görülüyor. Personel harcamalarının GSYH’ye oranı ise yüzde 6,4. Diğer bir ifadeyle toplam 5,3 milyon kamu çalışanı (işçiler dahil) için ayrılan miktarın GSYH’ye oranı yüzde 6,4’tür. Devletin kamu hizmetini memurlar ve diğer kamu görevlileri ile yerine getirdiği düşünülecek olursa kamu personeli için bütçeden ayrılan payın yüksek olduğunu iddia etmek abesle iştigaldir. Üstelik kamu personeli harcamalarının bütçeye oranı giderek düşüyor. Son 10 yıla bakacak olursak, 2016’da yüzde 29,7 olan brüt kamu personeli gideri oranının 2025 yılında yüzde 26,5’a düşürülmesi hedefleniyor.

Bu düşüşün gerçek boyutunu anlamak için dönem içindeki kamu personeli artışına bakmak lazım. 2016 yılında 3,6 milyon olan kamu personeli sayısı (işçiler dahil) halen 5,3 milyon civarındadır. Kamu personelindeki 10 yıllık artış yüzde 46’dır. Diğer bir ifadeyle yüzde 46 büyüyen toplam kamu personelinin bütçedeki payı yüzde 29,7’den yüzde 26,5’a, GSYH içindeki payı ise 6,6’dan 6,4’e düşürülmüştür. Kamu personeli için birim kamu harcaması çok daha dramatik biçimde düşmüştür (Tablo). Özet olarak söylemek gerekirse, kamu çalışanlarının hem bütçedeki toplam payı hem de kamu çalışanı başına bütçe harcaması reel olarak ciddi biçimde düşmüştür. Dolayısıyla ağızlara pelesenk olan “kamu personelinin bütçeye yükü” iddiasının gerçek boyutu budur.

SGK'YE DAHA AZ KAYNAK

Bütçeyi anlamanın bir diğer yolu merkezi yönetim bütçesinden SGK’ye yapılan transferlerin gelişimidir. Son zamanlarda olur olmaz iddialara konu olan bu transferlerde eğilim nedir? Bütçeden SGK’ye ne oranda kaynak aktarılıyor? Bu kaynaklar oransal olarak artıyor mu, azalıyor mu? SGK’ye yapılan bütçe transferlerinin giderek daha fazla günah keçisi haline getirildiği düşünülecek olursa bu transferin daha çok gündeme geleceği açık. 16 milyon civarında emekliyi ilgilendiren SGK bütçe transferlerinin boyutu ne?

2025 yılında bütçeden SGK’ye yapılacak transferlerin toplamı 1,8 trilyon olarak öngörülmüş. Bu miktar bütçenin yüzde 12,4’üne, GSYH’nin yüzde 3’üne denk geliyor. Öte yandan SGK’ye yapılan transferlerin bütçe içindeki payı ciddi bicinde düşüyor. Son yıla bakacak olursak; 2016’da SGK transferlerinin bütçe payının yüzde 18,3, 2020’de yüzde 20,4 ve EYT yılı olan 2023’te yüzde 13,3 olduğunu görüyoruz. SGK transferlerinin GSYH içindeki payı da yüzde 4’ün üzerinden yüzde 3’e gerilemiş durumda (Tablo).

Üstelik bu gerileme emekli sayısındaki ciddi artışa rağmen gerçekleşmiş durumda. 2016’da toplam emekli dosya sayısı 11,1 milyon iken bu sayı 2024 yılında 15,6 milyona ulaşmış durumda artış yüzde 40 oranında. Diğer bir ifadeyle emeklilerin artan oranına paralel olarak bütçe payı ve GSYH payının artması gerekirken tam tersine düşmüştür (Tablo)

Bütçenin iki önemli kalemi olan personel giderleri ve SGK transferlerinin bütçe ve GSYH payını birlikte ele aldığımızda düşüş daha da dramatik hale gelmektedir. 2016’da yüzde 48 olan personel harcamaları ve SGK transferleri payı 9 puanlık düşüşle 2025’te yüzde 39’un altına geriliyor.

Sosyal harcamalarının temel kalemlerinde ciddi düşüşler yaşanırken faiz giderlerinin artması ise oldukça manidardır. 2025 bütçesinden yapılacak faiz ödemesini 2 trilyona yakındır. Faiz ödemelerinin bütçe harcamaları içindeki payı 2016 yılında yüzde 9 iken 2025 yılında bu oran yüzde 13’e yükselecektir. Bu haliyle toplam faiz harcamaları SGK’ye yapılması planlanan 1,8 trilyonluk transferden çok daha azladır. Öte yandan 2025 yılında bütçe harcamalarının yüzde 31,4, personel ve SGK transferleri yüzde 26 oranında artması öngörülürken faiz harcamalarının yüzde 50’den fazla artması söz konusudur.

2025 bütçesinin bir diğer dikkat çekici özelliği vazgeçilen vergilerin (vergi harcaması) tutarıdır. 2025 yılında çeşitli indirim, istisna ve muafiyetler yoluyla alınmasından vazgeçilen vergi tutarı 3 trilyon gibi devasa boyuttadır. Kuşkusuz vergi indirim, istisna ve muafiyetlerinin sosyal boyutu da söz konusudur. Örneğin asgari ücretin vergiden istisna edilmesi bu kapsamdadır. Ancak sosyal amaçlı vazgeçilen vergilerin toplam içindeki payı düşüktür. Örneğin 2025 yılında asgari ücret nedeniyle vazgeçilen verginin 800 milyar lira olması tahmin edilirken, vazgeçilen gelir vergisi tutarı 1,4 trilyondur. Sadece kurumlar vergisi kapsamında 700 milyardan fazla vergiden vazgeçilmektedir.

Dolayısıyla bütçenin sosyal harcamaları kısılırken vazgeçilen vergiler içinde de sosyal amaçlı olanlar küçük bir bölümü oluşturmaktadır.

VERGİ TABANA YAYILDI

Hükümetin “vergiyi tabana yayacağız” iddiası safsatadır. Vergi gelirlerinin bileşimine bakıldığında mal ve hizmet üzerinden alınan vergilerin giderek artarak toplan vergi gelirlerinin yüzde 70’ine yaklaştığı görülmektedir. Böylece vergiyi zaten milyonlarca vatandaş ödemiş oluyor. Ülkemizde kurumlar vergisi gelirinin toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 14-15 civarında, mülkiyet ve servet üzerindeki alınan vergilerin oranı ise toplam vergi gelirleri içinde yüzde 1 civarındadır. Bu vergi kompozisyonu, dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payının yüzde 70’lere yaklaşması vergi konusunda sözün bittiğini gösteriyor. Vergi zaten vatandaşa, emekçiye yayılmış durumda. Yapılması gereken kamu harcamalarını tabana (halk sınıflarına), vergileri tavana (varlıklı sınıflara) yaymak!

Türkiye’de en zengin yüzde 1’lik kesimin toplam servet içindeki payı yüzde 35-40 aralığındadır. Tek başına bu veri bile Türkiye’de bütçenin yeniden dağıtıcı işlevinin son derece sınırlı olduğunu gösteriyor. 2025 bütçesinin şifrelerine baktığımızda sosyal harcamalarının, emek gelirlerinin bastırılacağını ve halk sınıfları üzerindeki vergi yükünün artacağını söylemek mümkün. Kısaca 2025 bütçesi gelir ve servet bölüşümü daha da adaletsiz hale getirecektir. 2025 bütçesi halk sınıflarını yoksullaştıracak bir öze sahiptir.

                                                              /././

Hamuru kıvama getirme çalışması: Pişirilmeye hazır yeni anayasa var -Yaşar Aydın-
       2010 referandumunda 'Yetmez ama evet' diyenler bugünkü rejimin de önünü açmış oldu. (Fotoğraf: İHA)

AKP iktidarları boyunca anayasa değişikliği, oltanın ucunda yem oldu. Bu durum neredeyse herkesin ortaklaştığı bir konu. Şimdi önümüzdeki soru şu: Oltanın ucundaki yem mi, yoksa avcının olmadığı bir ülke mi?

Türkıye’nin adım adım Avrupa Birliği’ne koştuğu yıllar... Ekranlar, FETÖ’nün ne kadar büyük bir şans, Erdoğan’ın ise nasıl büyük bir lider olduğunu anlatan, sağcı, liberal ve sol liberallerin işgali altında; aksini söyleyenlerin ise taşlandığı yıllar. Bu döneme damgasını vuran olay pastanın üzerine konan çilek misali 12 Eylül 2010 referandumu oldu.

12 Eylül 1980 faşist cuntasıyla ve onun yaptığı anayasasıyla hesaplaşmak için kolları sıvamış solcu eskilerinin çığırtkanlığında, referandumun o çılgın atmosferini birçok okurumuz iyi hatırlar. Ondan sonra ne olduğunu, memleketin hangi etaplardan geçerek tek adam rejimine sürüklendiğini nasıl bir kötülük olduğunu yazmaya gerek bile yok. Ama yine de işlerin bu raddeye gelmesinde Gülen’in “Mezardakilere oy kullandırın” dediği 12 Eylül referandumunun özel bir yeri olduğunu belirtmeliyiz.

REJİMİN ANA İSKELETİ REFERANDUMLA ÇATILDI

Gelelim yukarıdaki bu girişe neden olan meseleye. Bildiğiniz gibi Erdoğan ve ortakları tarafından işleme konulan yeni bir anayasa tartışmasının tam ortasındayız. Bu yeni anayasayla birlikte “kanatlanıp uçacak” memleketimizin hallerine gelmeden, eski tartışma başlıklarıyla birlikte yaşanan referandumlara hızlıca bir göz atmakta fayda var.

AKP döneminde Türkiye üç kez referanduma gitti.

İlk olarak, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığıyla başlayan, Meclis’ten alınacak 367 oy krizinin hemen ardından geldi. 21 Ekim 2007 tarihinde cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini öngören referandum yapıldı ve kabul edildi.

Sonrasında, 12 Eylül 2010 tarihinde başta yargının düzenlenmesi olmak üzere birçok maddenin değişikliğe uğradığı, yazının girişinde de bahsettiğimiz o ünlü referandum gerçekleşti. Bu referandumun devamı ve rejimin adının konulduğu sandık, 16 Nisan 2017 tarihinde halkın önüne getirildi.

Çoğunluğu AKP döneminde olmak üzere, 1982 Anayasası'nın 136 maddesi yıllar içinde değişti. Söylemeye gerek yok, tüm değişiklikler daha “demokratik” bir Türkiye adına yapıldı. İktidar, 2007’den başlayarak “seçim, sandık” diyerek ve kuyumcu titizliğiyle işleyerek en sonunda Türkiye’nin başına bu ucube rejim bela etti

Erdoğan ve ortakları ne zaman sıkışsa anayasa ipine sarıldı. Her defasında da su alan kayıklarını yüzdürmeyi, rejimi ayakta tutmayı başardılar. Bazen demokrasi, bazen yargı bağımsızlığı, bazen de Kürt sorunu gibi ülkenin temel konuları üzerinde oluşturulan havayla birlikte, önümüze getirilen tüm referandumların kazananı Erdoğan oldu.

Ve işte sonuç: Daha fazla demokrasi için konulan sandık ve kazanılan oy, mafyanın, tarikatın, yağmacı patronun hâkim olduğu kanunsuz, kuralsız hatta anayasasız bir memleketin oluşması sağlandı. Tüm eksik gediklerine rağmen varlığını korumaya çalışan Cumhuriyet dönemi bu sayede kapandı ve yerine bugün yürürlükte olan Saray rejimi kuruldu. İşin özeti AKP ve Erdoğan (ortaklar değişse de) eliyle yapılan hiçbir anayasa değişikliği ülkeye huzur getirmediği gibi, tam tersi her bir adım içine sürüklendiğimiz karanlığı büyüttü.

SEÇMEN YİNE Mİ KANDIRILACAK?

Dozajı değişse de yaklaşık bir yıldır gündemde tutulan yeni anayasa mesaisinin bugünlerde ciddi anlamda hızlandığına hep birlikte tanıklık ediyoruz. Heyecanlanıp, “Hadi başlayalım” diyenler de var şimdilik çoğunlukta gözüken “Hiç mi akıllanmadık?” diye sorunlar da.

Ama burada mesele seçmenin uyanıklığı ya da akıllanması değil. Çünkü Erdoğan seçmeni her zaman manipüle edilebileceği bir kitle olarak görüyor. Ona göre sandık kurulmadan altı ay öncesine kadar iktidarın ne söylediğinin ne yaptığının hükmü yok. İzlediği siyasetle birlikte seçmenin tercihini de değiştirebileceğini düşünüyor. Bu konuda özgüveni tam. Şimdi bir kez daha hem 12 Eylül 2010 hem 16 Nisan 2017 referandumlarından sonra ülkeyi getirdiği noktayı insanların zihninden adeta süngerle silip yeni bir hayal yaratma peşine düştü.

Türkiye’de ne zaman yeni anayasa tartışması olsa bana İngiliz sporcu Lineker’in futbol için söylediği “90 dakika süren ve sonunda Almanların kazandığı basit bir oyundur” sözünü hatırlatıyor. Yeni anaysa tartışmasının sonucu Erdoğan’ın her zaman ipi göğüslediği büyük bir oyundur. Futbolda Almanlar eskisi gibi kazanamasa, Erdoğan zaman zaman yenilgiyi yaşasa da, bu rejime yeni anayasa tartışmalarıyla bir şans daha vermenin hiç bir anlamı yok.

AKP iktidarları boyunca anayasa değişikliği, oltanın ucunda yem oldu. Bu durum neredeyse herkesin ortaklaştığı bir konu. Ama ne hikmetse her dönemde oltanın ucundaki yeme tamah eden birileri de çıktı.

Şimdi önümüzdeki soru şu: Oltanın ucundaki yem mi, yoksa avcının olmadığı bir ülke mi? Yıllardır AKP iktidarıyla göğüs göğüsse mücadele veren Türkiye’nin muhalefet güçlerinin yanıt vermesi gereken soru bu.

                                                                  /././

Bahçeli’nin çağrısı, Devlet aklı, Öcalan açılımı: Bir taşla birden fazla kuş vurmak -İbrahim Varlı-

Kürtler “İsrail’in gözü Türkiye’de” söylemiyle pişirilen senaryonun neresinde? Barzani neden IKBY’deki kritik seçimden birkaç gün önce Ankara’da ağırlandı? Neden ilk kez bir İran Cumhurbaşkanı seçilir seçilmez Erbil'e gitti? Bahçeli’nin Öcalan açılımının bir ayağında da Ortadoğu’daki gelişmelerin olduğu aşikâr. Peki, Ortadoğu’da Kürt cephesinde neler yaşanıyor?

Amerikan emperyalizminin İsrail ile birlikte yeniden şekillendirmeye çalıştığı Ortadoğu’da gelişmeler bileşik kaplar gibi birbirini etkiliyor. İç politika-dış politika ayrımının kalmadığı, dış politikanın iç dizayn aparatına dönüştürüldüğü Saray rejiminde, Erdoğan-Bahçeli ikilisi de Ortadoğu’daki kırılmaların yol açtığı sarsıntıların hengamesinde bir taşla iki kuş vurmaya çalışıyor. Son on beş gündeki iç cephe tahkimatı, tokalaşma, Öcalan çağrısı ve TUSAŞ saldırılarının toz bulutu içerisinde atılmaya çalışılan adımlar, 7 Ekim saldırıları sonrası İsrail'in ABD/Batı emperyalizmi desteğiyle savaşı yayma planlarından ve Ortadoğu'da değişen dengelerden bağımsız ele alınamaz. Bahçeli üzerinden servis edilen "yeni süreç"in arka planındaki saiklere dair dillendirilen senaryoları iki başlıkta toparlayabiliriz.

1- Rejimin tahkimatı, Erdoğan’ın seçimi

Birincisi Kürt sorununun çözümü konusunda bir beklenti oluşturarak bunu anayasa değişikliği ve Erdoğan’ın yeniden seçilmesi için kullanmak. Rejimin tahkimatı ve Erdoğan’ın yeniden seçilmesi için hummalı bir çalışmaya girişildiği ortada. Bu plan için de içerideki ittifakın genişletilmesi, Kürtlerin desteği şart.

2- Kürt kartıyla bölgede alan tutmak

İkincisi Kürtler üzerinden Ortadoğu dehlizlerinde oluşacak boşluklardan yararlanmak. İsrail ve ABD’nin doğrudan hedefi İran. Silahlar bu ülkeye yöneltilmiş durumda. Erdoğan-Bahçeli’nin "iç cephe tahkimatı" için gerekçelendirdiği bölgedeki "sıcak gelişmeler"in merkezindeki Kürtlere ilişkin İran, Irak, Suriye’deki gelişmeler Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor. AKP-MHP ittifakı İsrail’in fitilini ateşlediği savaş sonrasında oluşacak yeni denklemde Kürtler üzerinden alan tutma arayışında. Ankara, oyunda kalmak ve/veya oyun dışında kalmamak için "Kürt kartı"na sarıldı.

KÜRT CEPHESİNDE KİM, NEREDE?

Peki, Ortadoğu sathı mahallinde Kürt cephesinde neler yaşanıyor? Kürtler nerede, ne yapıyor? "İsrail’in gözü Türkiye’de" söylemi üzerinden pişirilen senaryonun neresine düşüyor Kürtler?

Adım adım gidelim. Öncelikle Kürtler ve Kürt sorunu bir bütün değil. Coğrafya, sınırlar, ülkeler farklı olduğu kadar Kürtler de kendi içlerinde çok parçalı. Haliyle Kürtler denince bir bütünden bahsetmem mümkün değil. Misak-ı Milli sınırlarının diğer tarafında üç farklı yapılanma, hareket, güç var.

1- Irak: Bağımsız olmasalar da devletleşme sürecini tamamlamış olan Irak Kürtleri, Ankara ve ABD ile yakın bir işbirliğinde. Buna İsrail de dahil. Altı yıl sonra Pazar günü yapılan seçimde "ABD, Türkiye, İsrail" ittifakının desteklediği Barzani ailesinin KDP’si seçimi açık farkla kazandı. Ancak Irak Kürdistanı Bölgesi’ndeki Kürtler de çok parçalı. Süleymaniye merkezli KYB ile KDP arasında büyük bir kavga, hesaplaşma var. Bu kavgaya PKK de dâhil. PKK, KYB’nin yanında saf tutarken her iki aktör KDP’yi "ihanetçilikle" suçluyor. Gerekçe tabi, Erbil’in Ankara ile kurduğu yakın ilişki. KYB ise Tahran ile sıcak temas halinde.

2- Suriye: Sınırların güney yakasındaki "sıcak gelişmeler"in esas merkezinde Suriye’deki Kürtler yer alıyor. Fırat’ın doğusunu ABD desteğiyle kontrol eden Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ana aktör. SDG’nin temel omurgasını ise Kürt güçler oluşturuyor. Bunların en önemlisi ise YPG. Erbil ile krizler yaşayan Suriye Kürtleri Talabani kanadı tarafından yakından destekleniyor. SDG/PYD Ankara’nın kırmızı çizgisi. Diyalog kanalları açık olsa da Rojava Kürtleri Suriye yönetimi ile de arası problemli. Suriye’nin kuzeyine üç farklı harekât düzenleyen Türkiye’nin gözü bir dördüncü çıkarmada. Ancak bunun için Moskova ve Washington’dan yeşil yanmış değil.

3- İran: Ortadoğu denkleminin İran ayağı da bir hayli karışık. ABD ve İsrail’in hedefindeki İran’da silahlı Kürt yapıların varlığı Tahran’ın yumuşak karnı. PKK’nin bu ülkedeki kolu PJAK aktif olarak Zagros Dağları’nın diğer yakasında faaliyette. Erbil’e yakın silahlı Kürt yapılar, silahlarını indirmiş olsa da Kürt sorunu dış müdahalelere oldukça açık. Irak ile İran arasında 19 Mart 2023’te imzalanan güvenlik anlaşması ile Irak Kürt Bölgesi’nde faaliyet yürüten Rojhılatlı (İran) partilerin silahsızlandırılması kabul edildi. Bağdat, 19 Eylül 2023’te Kürt grupların silahsızlandırılarak sınırdan uzak bölgeye yerleştirildiğini açıkladı. Bu yapılar Komala Partisi ile İran Kürdistan Demokratik Partisi'nin (PDKI) gibi KDP ve KYB’ye yakın hareketlerdi. PJAK bu denklemin dışında kaldı. Tarihte ilk kez bir İran Cumhurbaşkanı -Mesut Pezeşkiyan- üstelik seçilir seçilmez Erbil’e ardından da Süleymaniye'ye gitti. Mesud Pezeşkiyan’ın Irak Kürdistanı’na yaptığı 12 Eylül tarihli ziyaret çok yönlü mesajlar içeriyordu.

SENARYO İÇİNDE SENARYO

Bölge sathı mahallinde Kürt mahallesinde manzara bu şekilde. Tüm parçalardaki Kürt yapılar pozisyon belirlemeye çalışırken Bahçeli-Erdoğan ikilisinin bölgesel denklemler üzerinden kurmaya çalıştığı oyuna dair çeşitli senaryolar dillendiriliyor.

1- Amaç Rojava’nın hamisi mi olmak?

Dolaşıma sokulan senaryoların en dikkat çekeni, Ankara’nın Amerika ile anlaşmalı şekilde Suriye Kürtlerinin hamiliğine soyunduğu yönünde. Buna göre Türkiye, SDG kontrolündeki Kuzey Suriye'de insiyatif alacak, bunu yaparken de Kürtlerin kazanımlarını belli oranda kabul edecek. Burada tıpkı Irak Kürt Bölgesi'nde olduğu gibi fiili bir durumun Ankara'nın istediği şekilde, oluşumundan faydalanacak.

2- İran’a karşı cephe mi açılacak?

İsrail’in Filistin ve Lübnan saldırılarının ardından oluşan yeni denklemde namluların yavaş yavaş İran’a döneceğine dair senaryolar oldukça yaygın. Buna göre "Direniş Ekseni"nin çökertilmesi sonrası, Kürtler ikna edilmeleri halinde İran’a karşı oluşturulacak cephede ön saflara yerleştirilecek. Burada PJAK (Kürdistan Özgür Yaşam Partisi) faktörü devreye giriyor. Silah bırakmayan PJAK, İran’a karşı olası bir gerilimde öne sürülecek.

Erbil’den konuştuğumuz kaynaklar ABD’nin on yıllardır PKK’nin İran’la savaşmasını istediğini, ama bunu başaramadığını ancak yeni dönemde bu ısrarın devam edeceğini söyledi. ABD-İsrail şayet İran’a müdahale etse boşluğu dolduracak tek güç şu an için PJAK. Başka da örgüt kalmadı zaten. Pezeşkiyan’ın kendisi de geçenlerde itiraf etti; "Önünü almazsak Belucistan da Kürdistan da kurulur diye."

CEPHELER, HESAPLAR VE SAFLAŞMALAR

Birbirini zincirleme olarak etkileyen olaylar silsilesinin sarstığı Ortadoğu’nun puslu havasında neyin, neden olduğu ve nasıl şekilleneceğine dair belirsizlik söz konusu. Suriyeli gazeteci Sarkis Kassargian’a göre Türkiye’nin Bahçeli üzerinden yaptığı çıkış Suriye ve bu ülkedeki Kürtler tarafından da anlaşılabilmiş değil. Bahçeli’nin çağrı yaptığı dönemde SDG lideri Mazlum Abdi ile özel bir röportaj gerçekleştirdiğini söyleyen Kassargian, Abdi’nin kendisine Türkiye ve Suriye’nin kendilerine karşı anlaştıklarını, üzerlerine geleceklerini anlattığını söyledi.

Seçimler, çatışmalar, savaşlar, gerilimler. Ortadoğu’da aynı anda pek çok gelişme iç içe yaşanıyor. Birbirleriyle ilintili bu gelişmelerin nasıl sonuç üreteceği belirsiz. Görünen şey, aktörlerin oluşan yeni denklemde pozisyon almaya çalıştığı. Yaşananlar haliyle Türkiye üzerinde de basınç oluşturuyor. Erdoğan ve Bahçeli’ye "Kürt kartı"nı açtıran da bölgede kabaran dalgalar. Bahçeli’nin Meclis’in açıldığı günkü, "Bölgesel tehdit dalgaları kıyımıza vuruyor. Türk milleti birbirine sımsıkı sarılmakla mükelleftir" sözleri bu telaşın göstergesi. Dalgaların Türkiye kıyılarını vurması bütün bir jeopolitik denklemi etkileyecektir.

Bugüne kadar Kürtler’in Suriye’de bir statü elde etmesine şiddetle karşı çıkan Ankara’nın, yeni denklemde bunun önüne geçemeyeceğinin ön kabulüyle süreci fırsata çevirmeye çalıştığı anlaşılıyor. Bu denklemde Erdoğan'ın adaylığı "partiler üstü bir milli mesele" olarak kodlanarak tartışılmaz bir hale getirilmeye çalışılıyor. ‘İç cephe’ de haliyle "başkomutan" Erdoğan etrafında sağlamlaştırılacak. Saray’da oyun bitmez.

                                                                   /././

Ergin Yıldızoğlu + Mehmet Ali Güller - Cumhuriyet


Acemoğlu, Johnson ve Robinson’un üzerine kısa notlar-Ergin Yıldızoğlu-

Acemoğlu, Johnson ve Robinson’un çalışmaları -özellikle ekonomik kalkınmanın birincil belirleyeni olarak kurumsallara odaklanmaları- geniş çapta ilgi çekti, etkili oldu, Nobel ödülüne giden yolu açtı. Neoliberal zırvalardan sonra, yeni ekonomik model arayışında bir çıkmaza girmiş olan “düzenin” kaygılarını da yansıtması açısından ilginç olan bu gelişme için kendilerini kutlarım. Ancak bu kurumsal yaklaşımın, emperyalizm ve kapitalizm eleştirisi perspektifinden bakınca görülen yetersizliklerini de kısaca not etmek isterim. 

AVRUPA MERKEZCİLİK VE SÖMÜRGECİLİK

Bu üç ekonomistin, “kapsayıcı kurumlar” üzerindeki vurgusu, Avrupa’da gelişmiş merkez kapitalizminin kurumlarının kalkınmanın “altın standardı” olduğu varsayımına dayanıyor. Bu bakış açısı, Avrupa’da gelişen merkez kapitalizmin yükselmesine yardımcı olan sömürgeci pratikleri göz ardı ederken Batı dışındaki ülkelerin sömürge pratiklerinin içinde sistematik olarak geri bıraktırıldığı gerçeğini gözden kaçırıyor. Buradan hareketle, bu ekonomistlerin yaklaşımının, ülkelerin içsel kurumsal başarısızlıklarına odaklanarak postkolonyal ulusları kendi geri kalmışlıkları için dolaylı olarak suçladığını, dolayısıyla emperyalizmin mirasını yadsıyarak, Avrupa merkezli bir anlatıyı güçlendirdiğini söyleyebiliriz. 

BAĞIMLILIK VE MERKEZ-ÇEVRE

Bağımlılık teorisi (Baran, Frank, Amin, vb.) perspektifinden bakıldığında da Acemoğlu, Johnson ve Robinson’un çalışmalarının, küresel kapitalizmin merkez-çevre diyalektiğini hesaba katmadığı görülür. Burada “çevre (gelişmekte olan) ülkelerin” ekonomik dinamikleri, “kalkınma” (sermaye birikim) süreçleri  “merkez (gelişmiş) ülkelere” yapısal, kurumsal olarak bağımlıdır, hatta şekillendirilmiştir. Çevre ülkeler genellikle ham madde, doğal kaynak ve düşük değerli mallar ihracatına bağımlıdırlar, aynı zamanda merkezden yüksek değerli mamul ürünleri ithal ederek, ülkelerinde üretilen artık değeri merkez sermayenin birikim süreçlerine açarak merkezçevre ve bağlamlılık ilişkisini, küresel eşitsizlikleri pekiştirirler. Kısacası Acemoğlu, Johnson ve Robinson’un yaklaşımı çevre ülkeleri geri kalmışlık döngülerinde tuzağa düşüren küresel kapitalizmin dayattığı yapısal kısıtlamaları hesaba katmaz. 

KRİZ-MEKANSAL ÇÖZÜMLERİ

David Harvey’nin sermaye birikim sürecinin jeopolitiğini tartışırken işaret ettiği gibi, kapitalizmin krizi içinde sermaye, kriz dinamiklerini yeni mekânlara, hatta “gelecek zamana” kaçarak (Spatial and temporal fixes) yönetmeye çalışır. Örneğin küresel kapitalizm aşırı birikim krizlerini yeni coğrafi bölgeleri kendi genişleme sürecine açarak (küreselleşme) yönetmeye çalıştığını görmekteyiz. Sermaya genişlemek üzere gittiği bölgelerde, var olan ekonomik, hukuki hatta kültürel kurumsal yapıyı değişmeye, yeniden şekillenmeye zorlar: Geliş ve değerlenme sürecine “kurumsal-yapısal uyum” yaratmayı hedefler. Gelen sermaye, girdiği mekânlarda, değerin üretilmesini değil üretilmiş değerin, faiz, rant, “eşitsiz değişim” yoluyla edinilmesini (Mazzucato) kolaylaştıran kurumlar talep eder. Bu genellikle, gelen sermayenin etkinliğini engellemeyen zayıf kurumların oluşturulmasını veya sürdürülmesini içerir. Bu bakış açısıyla Acemoğlu, Johnson ve Robinson’un güçlü, kapsayıcı kurumlar çağrısı anlamsız hale gelir. Çünkü küresel kapitalizm içinde, “merkez” sermayenin birikim süreci, çevre ülkelerin zenginliklerinin edinilmesini kolaylaştıran kurumlar üretir. 

Kısacası, emperyalist sistem içinde, çevre ülkelerde kapitalist “kalkınma”, kaynakların, emeğin ve pazarların daha kolay sömürülmesine olanak tanıyan zayıf, ekonomik hatta siyasi rant üreten, kurumlar altında “gelişir”. Bu bağlamda, emperyalizmin ve merkezin uzantılarının sermaye birikimi, çevre ülkelerde zayıf kurumların sürdürülmesini gerektirir. 

Acemoğlu, Johnson ve Robinson’un iç kurumsal reformlara odaklanan kalkınma yaklaşımı küresel kapitalizmi şekillendiren jeopolitik güçler, zenginliğin merkez ülkelerde birikmesini kolaylaştırmak için çevre ülkelerde zayıf kurumlaşmayı beslediği bir dünyada adeta “var olan kapitalizmi” destekleyen bir fantezi konumuna düşme riskiyle yüz yüzedir.

                                                /././

‘Serbest ticaret’ geride mi kalıyor?-Ergin Yıldızoğlu-

Geçtiğimiz haftalarda Batı basınında “Dünya, Dünya Ticaret örgütünü terk ediyor”, “Dünya serbest ticaretten vazgeçiyor”, “ABD’nin eski ekonomi politikası ölüyor” başlıklı yorumlar vardı. Gerçekten de korumacı politikaların yükselişi, ABD ve Çin gibi büyük güçler arasındaki artan gerilimler, BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) grubunun oluşumu, dünyanın “serbest ticaret” anlayışından uzaklaşarak bölgeselcilik, rekabet odaklı, yeni bir şekillenmeye doğru ilerlediğini gösteriyor. 

SERBEST TİCARET MODELİ VE BLOKLAŞMA

Batı merkezli ABD hegemonyası altında şekillenen kapitalist dünya ekonomisinde, Genel Tarifeler ve Ticaret Anlaşması (GATT) ve onun devamı niteliğindeki DTÖ, ticareti serbestleştirmek, uluslararası ticareti düzenleyen kurallar oluşturmak, ekonomik entegrasyonu teşvik etmek için tasarlanmıştı.

Ancak son yıllarda ABD’nin küresel ekonomik konumu görece geriledikçe serbest ticarete olan bağlılığı da giderek azaldı. Donald Trump’ın 2016’da başkan seçilmesiyle ABD, Çin mallarına uygulanan tarifeler ve Trans-Pasifik Ortaklığı’ndan (TPP) çekilme gibi korumacı politikalara yöneldi. Bu korumacı politikaların çoğu Biden yönetiminde de “sanayi politikası” arayışları ile güçlenerek devam etti. ABD’nin DTÖ’nün uyuşmazlık çözüm mekanizmasındaki atamaları engellemesi küresel serbest ticaret sistemini ciddi şekilde zayıflattı. Şimdilerde, ABD’nin yerel endüstrilere sübvansiyonlar sağlaması, Çin ile ticaret savaşlarına girmesi, daha parçalı ve “sıfır toplamlı” bir ticaret ortamı yaratıyor. Ülkeler artık DTÖ kurallarını giderek daha az ciddiye alıyorlar, küresel ticaret ortamı adeta bir kaosa sürükleniyor. 

ABD siyasette, ekonomik ilişkilerde çok taraflılıktan (multilateralism) uzaklaşırken bölgesel ticaret bloklarının yükselmesine tanık oluyoruz. İkili ticaret anlaşmalarının sayısı 1958-2023 döneminde 400’den, yalnızca 2023’te 355’e yükselmiş (DTÖ). BRICS bu gelişmenin en önemli örneklerinden biridir. Başlangıçta Batı’nın egemenliğine direnmek, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası gibi kurumlara olan bağımlılığı azaltmak amacıyla kuruldu, Güney Afrika’nın katılımıyla genişledi; başka ülkelerin de katılımı tartışılıyor. BRICS kendi Yeni Kalkınma Bankası’nı (NDB) kurarak üye ülkelerde altyapı projelerini finanse etmeyi amaçlıyor. Benzer şekilde, Avrasya Ekonomik Birliği (EEB) ve Çin’in öncülük ettiği Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık (RCEP) ekonomik bağları, Batı’nın mali egemenliği dışındaki kalarak güçlendiren anlaşmaların başında geliyor.

Bu gelişmeler bölgesel ekonomik entegrasyonu güçlendirirken sıklıkla korumacı politikalara yol açıyor. Örneğin, Çin’in Bir Kuşak Bir Yol Girişimi (BRI), Asya, Afrika ve Avrupa’da altyapı yatırımları yoluyla Çin’in etkisini artırıyor. Süreç çok kutupluluğa (dünya ekonomisinde parçalanmaya) doğru bir gidiş sergiliyor.

ÇİN ETKİSİ VE PARÇALANMA

Çin’de stratejik sanayi sektörlerini destekleyen devlet kapitalizminin getirdiği hızlı ekonomik büyüme teknolojik gelişme, ABD ve müttefiklerinde büyük tedirginlik yaratıyor. Çin’in küresel ekonomik güç olarak yükselişi, ABD’yi kendi sanayilerini korumak için önlemler almaya zorluyor. Trump döneminde ABD’nin benimsediği “Önce Amerika” yaklaşımı ve Biden’ın da yerli sanayilere yönelik vurgusu da bu değişimi yansıtıyor. Çin, ABD hegemonyasında çekimlenmiş ticaret sisteminin çöküşünde merkezi bir rol oynuyor.

Çok taraflı ticaret sisteminin zayıflaması, ekonomik milliyetçiliğin yükselmesi, ticaret bloklarının ortaya çıkışı, serbest ticaret döneminin geride kalmaya başladığını düşündürüyor. 

Bir zamanlar küresel ticaretin temel taşı olan DTÖ kriz içinde; serbestleşmeye ve sübvansiyonlara ilişkin önemli müzakereler tıkanmış durumda. ABD ve Çin gibi ülkeler, ticareti, ekonomik büyümeden ziyade jeopolitik hedefler için karşılıklı tarifeler ve yaptırımlarla, bir silah olarak kullanmaya başladılar. 

Bu yeni ortamda, bölgesel ticaret blokları muhtemelen ekonomik örgütlenmenin baskın biçimi haline gelecek. Bu bloklar birbirleriyle nüfuz için rekabet ederken küresel ekonomi daha parçalı ve çatışmaya meyilli hale gelecek. ABD hegemonyası geri çekiliyor, ulusal çıkarların küresel işbirliğinin önüne geçtiği daha parçalı ve bölgeselleşmiş bir dünya şekilleniyor.

                                                  /././

İsrail'in İran'a saldırısının analizi -Mehmet Ali Güller-

İsrail, üç dalga halinde 100’den fazla uçakla İran’daki 20 hedefi vurduğunu açıkladı. İran ise 100’den fazla uçağın ve 20 hedefin doğru olmadığını, 3 tesisin hedef alındığını ve 4 askerin öldüğünü açıkladı. 

Bu resmi açıklamalar doğruysa, yani İsrail 100’den fazla uçakla saldırdıysa ve sonuç bu olduysa, ortada Tel Aviv için tam bir başarısızlık vardır. Nitekim Batı basınının yayımladığı görüntüler bile İran’da ciddi bir hasarın olmadığını gösteriyor. 

SORU İŞARETLERİ

Öte yandan İsrail’in açıkladığı çapta bir saldırı yapmış olması da pek olası görünmüyor. İsrail ile vurulan hedefler arasındaki mesafenin ortalama 1500 km olduğu, bu mesafe için uçaklara havada yakıt ikmali gerektiği ve saldırının 02.15 ile 06.30 saatleri arasında yapıldığı göz önüne alınırsa, Tel Aviv’in açıklamasının propagandadan ibaret olduğu anlaşılır. 

Bu mesafeden saldırı yerine, ABD olanakları kullanılarak daha kısa bir mesafeden ve daha az uçakla saldırının düzenlenmiş olması, daha olası. ABD’nin olanakları ise bölgedeki üsleri de olabilir, Körfez yakınındaki uçak gemisi de... 

İran Genelkurmay Başkanlığı, saldırının, “İran’a 100 km uzaklıktaki ABD kontrolündeki Irak bölgesinin kullanılarak” yapıldığını açıkladı. İsrail topraklarından Kuzey Irak’a uçuş için de yine hava sahası problemi başta problemler var. Dolayısıyla o bölgeye az sayıda uçak ya da pilot daha geniş bir zamanda taşınmış da olabilir! 

PENTAGON SIZINTISININ ANLAMI 

ABD, İsrail saldırısının nükleer ve petrol tesislerini kapsamamasını önemle istedi. Zira bu küresel ekonomiyi de çok olumsuz etkileyecek bir tetikleme yapabilirdi. 

İsrail ve İran’ın açıklamaları, hedef alınan yerlerin askeri tesisler olduğunu ortaya koyuyor. Buradan hareketle İsrail’in, ABD’nin çizdiği sınırlar içinde kalarak İran’a saldırabildiğini söyleyebiliriz. 

Ancak bu sınırların da öyle kolayca kabul edilmediği anlaşılıyor. O noktada Washington ile ya da en azından Washington’daki bir kanat ile Tel Aviv arasında ciddi bir mücadele yaşandığı anlaşılıyor. Pentagon’dan sızdırılan İsrail’in kısmi saldırı planlarının, o mücadelenin bir yansıması ve Netanyahu hükümetine “çizilen sınırlar içinde kalması” için bir mesaj olduğu anlaşılıyor. 

İSRAİL ORDU RADYOSU’NUN HABERİ

Öte yandan o zemindeki mücadelenin de bitmediği, sürdüğü görülüyor. İsrail’in İran’a saldırısından 24 saat sonra, İsrail Ordu Radyosu’nun yaptığı şu haber önemli: “ABD İran’a saldırmadı ama ABD Merkez Hava Kuvvetleri Komutanlığı uçaklarından oluşan bir filo, olası bir durumda, İsrailli pilotları kurtarmak için hazırlık yaptı.” 

Kuşkusuz bu habere, İsrail’in kendisini zayıf gösteren bir açıklama olarak şaşırabiliriz. Ama amacın başka olduğu, Pentagon sızıntısına yanıt olduğu düşünülmelidir. Çünkü aslında bu haberle, İran’a ve dünyaya “ABD de işin içinde” denilmiş oluyor! Nitekim İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi, İsrail’in İran’a saldırısına, ABD’nin de katıldığını savundu. 

DANIŞIKLI DÖVÜŞ DEĞİL KONTROLLÜ SINAMA

Saldırının çizilen sınır içinde yapılması, hatta üçüncü taraflarca İran’ın önden bilgilendirilmiş olabileceği gibi konular üzerinden, meseleyi “danışıklı dövüş” diye nitelemek doğru değil. 

Zira şartlar uygun olsa, İsrail ABD’den, ABD de İsrail’den çok İran’ı vurmak ister, istiyor. Ama ABD’nin Irak’ı 2003’te vurduğu şartlar artık yok. ABD’nin “Ya bendensiniz ya düşmanımsınız” diye meydan okuyabildiği bir dünya da artık yok. O nedenle taraflar kontrollü bir şekilde birbirlerini sınıyor. 

İran’ın şimdi yeniden İsrail’e yanıt verip vermeyeceği de yine bu “kontrollü sınama” çerçevesinde belirlenecektir. Yani İran’ın İsrail’e yanıt verip vermeyeceği, İsrail’in yeniden ateşkes görüşmelerine dönüp dönmeyeceğine ve Lübnan’a saldırıyı sürdürüp sürdürmeyeceğine bağlı olacaktır.

(Cumhuriyet)


Öne Çıkan Yayın

Okuyan ve Terkoğlu 'Cumhuriyet meselesi'ni konuştu: 'Cumhuriyetçiler ve komünistler ortak programda buluşmalı' -soL-

Urla'da "Cumhuriyet Meselesi" başlıklı söyleşiden konuşan Kemal Okuyan ve Barış Terkoğlu, cumhuriyetin bir mücadele başlığı ol...