T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -4 Kasım 2024-

Muhammed’in 117 cenazesi, ABD’nin B52’leri var-Akdoğan Özkan-

Gazze’de 118 kişilik bir sülalenin ayakta kalan tek üyesi Muhabbed Nebil, İsrail bombardımanlarında hayatını kaybeden 117 akrabasını aynı gün enkaz altından çıkarıp toprağa vermenin acısını yaşarken ABD’nin B52 stratejik bombardıman uçakları da İsrail’e destek için bölgeye geldi.

İsrail ordusu, şiddetli saldırılar altında tuttuğu Gazze Şeridi'nin kuzeyindeki Beyt Lahiya kentinde zorlu hayat şartlarıyla karşı karşıya bıraktığı Filistinlileri bölgede çalışır  durumda tutulan son hastaneyi de bombalayarak göçe zorlarken geride kalanlara büyük acılar tattırıyor. Bunlardan birine El Cezire muhabiri Enes el Şerif’e konuşurken, Youtube üzerinde denk geldim. Adı Muhammed Nebil İsa Bereket Ebu Nasır. İsrail güçleri ona aynı acıyı 117 kez tattırmış.

Muhammed, dört haftadır İsrail askerlerinin kuşatması altında olan Beyt Lahiya’da çaresizliğin en koyusu içinde hayatta kalma savaşımı veren Filistinlilerden birisi sadece. Muhammed’i, diğer Filistinlilerden ayıran, soy, hısım, akrabalık ilişkisiyle bağlı olduğu yakınlarından toplam 117 kişinin cansız bedenini enkaz altından çıkararak toprağa vermek zorunda kalmış olması.

Röportajda bombardımanlar ardından yaşadıklarını şöyle anlatıyor Muhammed : “Sivil savunma ekiplerine de sağlık hizmetleri personeline de haber verdik ancak yoğun bombardımandan ötürü hareket edemediklerini ve gelemeyeceklerini söylediler. Ailemin, amcalarımın, kuzenlerimin cenazelerini, toplam 117 aile üyesini enkazdan çıkardım. Neyse ki diğer mahalle sakinleri destek verdi bana. Onları buradaki iki ayrı toplu mezara gömmek durumunda kaldım.”

Bütün sülaleden geriye sadece kendisinin hayatta kaldığını söylüyor Muhammed. Bir tek o yaşıyor artık. Tarihte aynı gün 117 cenazesini birden enkazdan alıp toprağa veren başka biri var mıdır, bilmiyorum. İsrail Muhammed’in daha ne kadar yaşamasına izin verir, onu da bilmiyorum. Belki acısını olabildiğince çok insana anlatsın ve ibret olsun diye yaşamasına izin verecek, hiç bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey, bu kıyım karşısında kendisini bu denli beyhude hisseden insanlar olarak hiçbir şey yapamamanın utancının vicdan sahipleriyle çok uzun yaşayacağını sanıyorum.

Bu arada kendisiyle röportaj yapan El Cezire muhabiri Enes el Şerif de İsrail’in Cebeliye mülteci kampına düzenlediği bombardımanlarda babasını kaybetmiş. El Cezire’nin 7 Ekim’den bu yana İsrail saldırıları altında akrabalarını yitiren dördüncü muhabiri Enes. Ailesini güvenli olmadığı için bölgeden tahliye edip yakınlardaki bir Birleşmiş Milletler (UNRWA) okuluna yerleştirmişler. Ancak 65 yaşındaki baba sağlığı evini terk etmeye elvermediği için geride kalmış. Ve geçen pazartesi günkü bombardımanlarda baba hayatını kaybetmiş.

Ve tabii onunla birlikte çok sayıda çocuk da.

1 yaş altı 786 çocuk

Geçen gün BM’nin Avustralyalı bir uzmanının basın toplantısında ağzından duydum şu rakamları: “Gazze’de 13 bin 319 çocuk İsrail askerleri tarafından öldürüldü. Bunların 786’sı 1 yaşının altında. Çocuklar değil terörist olan, İsrail!”

Filistin Sağlık Bakanlığının iki gün önce yaptığı açıklamaya bakılırsa, 7 Ekim 2023'ten bu yana Gazze'de öldürülen Filistinlilerin sayısı ise 43 bin 314'e yükselmiş. Yaralıların sayısı ise 102 bin 19.

İsrail ordusunun bombardımanlarda yaralanan çocukların ilaç ve tıbbi malzemelere erişimini engellemek için de bir çabası var. Bunun için Gazze’deki Kemal Advan Hastanesi’nin Dünya Sağlık Örgütü’nden geçtiğimiz günlerde aldığı ilaç ve tıbbi malzemeleri sakladığı üçüncü katını dahi bombaladı İsrailliler.

1949'da imzalanan ve 1950'de yürürlüğe giren Dördüncü Cenevre Sözleşmesi, savaş bölgelerinde ve işgal altında yaşayan sivilleri korumayı taahhüt ediyordu. İsrail hükümeti Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’ni imzalamasına rağmen parlamentosu yasal olarak sözleşmeyi onamamıştı. Dolayısıyla İsrail hükümetinin yerine getirmediği sorumluluğu, 1948 sonrasında yerlerinden yurtlarından edilmiş Filistinlilere sağlık, eğitim ve diğer temel hizmetleri kapsayan birçok alanda hizmet ve koruma sağlama misyonunu Batı Şeria, Gazze, Ürdün, Lübnan ve Suriye’deki 18 binden fazla çalışanı ve ofisiyle Birleşmiş Milletler Yakın Doğu'daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı (UNRWA) veriyor.

Bir anlamda, UNRWA İsrailli vergi mükelleflerinin son 64 yılda milyarlarca dolar tasarruf etmesini sağlamış da bir örgüt. Ama onların da bu çabası karşılıksız (!) kalmıyor. İsrail, Filistinli mültecilere hizmet vermek üzere Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından yetkilendirilmiş tek kuruluş olan UNRWA’yı da hedefe koymuş durumda. 7 Ekim 2023’ten 2024 Eylül’üne kadar İsrail askerleri tarafından öldürülen BM personeli sayısı 212.

Aslına bakarsanız Beyt Lahiya ile Meşru Beyt Lahiya bölgeleri Gazze Şeridi'nin kuzeyinde bölgenin sakini ve yerinden edilmiş Filistinlilerin tutunmaya çalıştığı son yerler arasındaydı. Şimdi orası da Filistinlilerden “arındırılıyor.”

Daha önce dile getirdim, bir kez daha ifade edeceğim:

Tarihte bir ülkenin yüzde 80’inin yok edildiği, nüfusun yüzde 100'ünün yerinden edildiği ve ölümlerin yüzde 50'sinin çocuklardan oluştuğu başka bir savaş yaşandı mı, bilmiyorum. Ama bizim tanık olduğumuz ilk! Ve bunun soykırımdan daha doğru bir tanımı da yok, sanıyorum.

Lübnan’daki “ağır” ilerleme

Bu arada, herkes İsrail ordu birliklerinin Gazze’de olduğu gibi Güney Lübnan’da da ağır ilerlediğini söylüyor. 50 bin civarında İsrail askerinin Lübnan sınırını sadece birkaç km kat edebilmiş olmasında Hizbullah’ın sağlam bir direniş sergiliyor olmasının payı büyük elbette. Ancak İsrail askerlerinin kara harekâtında “ağır kalmasının” temel bir başka sebebi olduğu kanısındayım: İsrail ordu birlikleri Hizbullah güçlerinin mevzilerini bularak onları tecrit ya da imha etmeye dönük bir operasyon yürütmüyor Lübnan’ın güneyinde. İsrail ordu birliklerinin bir tane hedefi var: Gazze’de olduğu gibi Lübnan’ın güneyinde taş üstünde taş bırakmamak.  

Beldeleri, mahalleleri, kampları, köyleri en küçük yerleşimine dek yerle bir ediyorlar ki, o bölgedeki insanların dönecek bir yeri kalmasın. Kimse, evim, okulum, hastanem, camim, kilisem diyemesin bir daha. O coğrafyanın tüm sivil yapıları yok olsun ve geride kalanlar yaşadıkları toprakların topoğrafyasını bile hatırlayamasınlar! Gerektiğinde kolayca ilhak edilebilsin.

Tarih bu zulmü yaşatanları olduğu kadar bu zulüm karşısında susanları ve silahların susmasını sağlamaya çalışıyor gibi yapanları cezalandıramayabilir, ya da biz görmeyebiliriz belki ama mutlaka hatırlayacak!

Bütün bunlar yaşanırken ABD Merkez Komutanlığı (CENTCOM), “Minot Hava Kuvvetleri Üssü'nün 5. Bombardıman Filosu’ndan kalkan B-52 Stratofortress stratejik bombardıman uçaklarının Orta Doğu’ya ulaştığını” geçen gün duyurdu. Daha önce, İran'ı kendisini vuran İsrail'e karşı başka bir misilleme saldırısı başlatmaması konusunda uyaran ABD’ye nükleer ve konvansiyonel saldırı kabiliyeti sağlayan uçaklar bunlar. Sekiz jet motora sahip B-52’ler, uzun menzilleri, yüksek görev kabiliyeti oranları, geniş yük kapasiteleri ve hem nükleer hem de konvansiyonel hassas silahları uzaktan kullanma yetenekleriyle biliniyorlar.

Biz onları Vietnam, Kamboçya ve Laos’taki halı bombardımanları ve napalm operasyonlarıyla hatırlıyoruz.

İsrail şimdi daha bir güvenle sürdürebilir işgal operasyonunu!

                                                             /././

‘Yenidoğan' skandalına sahne olan düzen nasıl kuruldu; sağlık sektöründe yaşananlar, sorular, cevaplar -Dr. Rukiye Ekenler-
“Zor zamanlardan geçiyoruz…”

90’larda, öğrenciliğimde, siyasetle tanıştığım öğrenci derneğindeki çalışmalarımdan beri en çok duyduğum cümle budur: “Zor zamanlardan geçiyoruz.”

Yine öylesi bir zamandayız.

İnsan aklının sınırlarının ne kadar büyük olduğunu biliriz. Hele globalleşme ve teknolojik gelişmelerle birlikte insan aklının daha fazla bilgiye, sese, görselliğe ulaşabildiğini de biliriz. Ancak bu bilgileri daha nasıl kullanacağımızı bilemiyoruz, çaresiz kalıyoruz ve her zamanki gibi halimizi içindeki tanrıya, vicdanına bırakıyoruz.

Haftalardır kâbus gibi çöken “yenidoğan çetesi” haberleriyle hayatımız alt üst oldu. Ancak her zamanki gibi olayı bireysel ve sorunlar üzerinden sorguluyoruz. Görünenin arkasındakini göremiyor, nefret dilinden kurtulamıyoruz; bir vahamet var, bundan dolayı da sistem denilen aygıtın eksikliklerini gözden kaçırıyoruz.

Geçen hafta bu kaygılarla bir yazı yazdım, bunu kamuoyuyla paylaşmıştım. Sonrasında İlke TV’ye çıktım, kavramların doğru kullanılması gerektiği söyledim, tekrar etmekte yarar var:

Bilgilendirme yapılırken nefret dilinden, kamuoyunda infial yaratabilecek söylemlerden uzak durulması gerektiğini, konunun hassas olduğunu, eğer doğru cümleler kullanılmaz ve süreç doğru yönetilmezse sağlıkçıya şiddetin boyutunun artacağını, kaygılı toplumun kaygılarının vahim boyutlara ulaşacağını ve zaten para ilişkisi içinde iyiden iyiye yıpranmış, yaralanmış hasta-hekim ilişkisinin daha zora gireceğini, daha zor durumlarla karşı karşıya kalacağımızı ifade etmiştim.

Gene aynı kaygılarla yazıyorum.

Hâlâ yoğun bakımda aktif olarak çalışan bir hekim olarak son iki haftadır yaşanmışlıklarım üzerinden yazıyorum. Tüm bu kaygılarımı somutlaştıran şeyler yaşadığım için yazıyorum.

Bir kez daha siyasetçileri, basını ve bu konuda konuşan herkesi sağduyuya davet ediyorum. Sadece profesyonel kimselerin konuşması gerektiğini bir kez daha söylemek istiyorum. Bu konunun sadece yara almış adalet sistemi içinde değil tam da kamuoyu önünde oldukça şeffaf/ bilimsel yöntemlere konuşulup çözülmesi gerektiğine inandığımı söylemek istiyorum.


Sağlık politikaları

21’inci yüzyılda en fazla sağlık politikaları siyaseten istismar edilen bir konu olmuştur. Gelişen teknolojiyle tanısal alandaki gelişmeler genetik ve hücresel düzeye ulaşmış ve pek çok bilimsel bilgi sayesinde insanoğlu sadece hastalıklarla değil baş etmeyi, yaşlanmaya, hatta ölüme çare bulmaya kadar gitmiştir ve daha önce geleneksel yöntemlerle çözülesi pek çok hastalık, rahatsızlık, marazlık modern tıpla daha hızlı daha etkin çözülebilir olmuş, bu da insanın sağlığa ulaşma isteğini arttırmıştır. Bu istek doğrultusunda siyasi iktidarlar da yeni sağlık politikaları üretmek zorunda kalmış, bunlarla ya siyasi güçlerini sağlamlaştırmış ya siyaseten yok olmuşlardır.

Durum böyle olunca mevcut iktidar “sağlıkta dönüşüm programı” çerçevesinde pek çok değişiklik yapmış, sağlığa ulaşılabilirliği arttırmak adına “özel hastaneciliğin” önünü açmış, milyonlarca dolar yatırımlar yapılması için cesaret, güç ve krediler vermiştir. Her köşe başına açılan hastanelerde her türlü sağlık hizmetine rahatlıkla ulaşan insanlar da bundan memnun olmuş ve iktidarın gücü de gittikçe büyüyerek devam etmiştir.

İktidar sürece böyle yaklaşırken, hastane sahipleri de nasıl kâr edeceklerini düşünmüşlerdir; yoğun bakım talebini yükseltmiş, bunun için hem erişkin hem yenidoğan yoğun servisleri kurmuş, milyonlarca dolar yatırım yapmış, personel almış, yetiştirmiş ve SGK’yla yaptığı anlaşma doğrultusunda her ayın son haftası faturalandırdığı yoğun bakım hizmetinin ücretini nakit olarak almış ve bu talep arttıkça yoğun bakımları geliştirmiş, yoğun bakıma yatırım yaptıkça da oradan daha çok para kazanma isteği artmıştır.

Değişen sosyoekonomik koşullar içinde, kadınların da çalışma hayatına girmesiyle evde yaşlı hasta bakımına olan talep azalmış, doğurganlık sayısı azalmış ve doğum yaşı artmıştır. Çevresel ve beslenme etkenleriyle beraber onkolojik hastaların da arttığını ve sağlıkla ilgili beklentilerin yükseltildiğini de düşünürsek bu çerçevede yoğun bakım talepleri artmıştır ve bu talep artışı doğrultusunda serbest piyasa politikaları ve kapitalist anlayışlar içinde özel hastaneler yoğun bakımı bir kar alanı olarak görmüşlerdir. Zaman içinde sayıca o kadar çok artmış ki, özel hastanelerdeki yoğun bakım yatak sayısı kamu hastanelerini geçmeye başlamış ve böyle olunca da o yatakları dolu tutmak gibi bir zorunluluk ortaya çıkmıştır.

Hasta kabul nasıl olur?

112 Acil Komuta Merkezleri her kentte vardır ve o kentteki her kamu ve özel hastanenin yoğun bakım boş yatak sayısını görür ve hastaya yoğun bakım ihtiyacı olduğu söylendiği andan itibaren (ki bu ihtiyaç acilde ya da serviste hastayı takip eden doktorun alacağı bir kararla belirlenir) 112 komuta merkezi önce kamu hastanelerdeki yoğun bakım yataklarına transport sağlar, kamu dolduğunda özele hasta transportu gerçekleştirilir.

Hâl böyle olunca yoğun bakımı dolu tutmak isteyen kimi özel hastaneler “simsar” ya da “aracı” denilen kişiler üzerinden hastayı kendi yoğun bakımına getirmeye başladı.

Bu durumdan hastalar memnundu; ücretsiz, ya 112 ya da kabul gördüğü hastanenin ambulansıyla transportu sağlanıyordu, ücretsiz yoğun bakımda takibi, tedavisi yapılıyordu. Hasta yakını da memnundu. Günlük yaşamında özel hastaneden sağlık hizmeti alamazken hastasının oraya yatışıyla kendini sağlık hizmetine kolay ulaşır ve eşit hissediyordu; eşitlik herkese iyi gelen bir duyguydu.  Hastanenin patronu da memnundu, yatağı boş kalmıyordu ve ay sonunda SGK üzerinden ödemesini alıyordu. Simsar da memnundu; bunlar zamanında 112 ekibinde çalışmış ya da kamu hizmetinden emekli kimselerdi, yaşamlarının bir döneminde sağlık sektörüyle ilişkilenmiş, insan ilişkileri iyi olan ve bu ilişkiyi finansa dönüştürmede ustaydılar, hiç görmedikleri, bilmediği biri üzerinden risk almadan para kazanıyorlardı ve şimdi, belki de sadece telefon üzerinden bu işi yapıyorlar, yorulmadan iyi para geçiyordu ellerine.  

Bu memnunluk hali elbette kimin sorumlu olduğunu sorgulamaya izin vermiyordu, iş ve hizmet, bir şeyler aksasa bile asla eleştirilmiyordu.

Ancak bundan memnun olmayan kişiler vardı: Bunlar yoğun bakımda hastayı tedavi edecek doktorlardı.

Düşünün, yoğun bakımda çalışan bir hekimsiniz, içeriye kabul etmediğiniz, bilmediğiniz bir hasta giriyor… Tüm bu süreçlerden habersiz olan hasta ve yakınlarıysa özel hastanede olmuş olmaktan kaynaklı bir mutluluk içindeler, beklentilerini yüksek tutuyorlar, durum iyi olursa, hiç sorun yok, aksi bir şey olursa, yaşanabilecek eksikliklerden doğrudan suçlanacak biri var: Hekim!

Hastanın nasıl doktor seçme hakkı varsa, doktorların da çalışmış olduğu hastanenin fiziki koşulları, ekipmanları, konsültan hekim durumuna göre hasta seçme hakkı bulunduğundan hastayla ilgili bilgiler her zaman hekimin elini güçlendirir, oysa bu sistem içinde hekim ve hastane koşulları doğrudan bay-pass edilerek, sadece finansal nedenler devreye giriyor.

Süreç hekim için böyle başlıyor. Hatta yaşadığı şiddet dolu sürecin sonunda bir de simsarın kendinden daha çok ücret aldığını duyduğunda neler hissedebileceğini düşünün.

Bu durumda hekim en zoru yaşıyor. Buna tepki gösterse de kurumsal sayıda hastane dışında kalan pek çok hastane de sistem böyle işliyor.

Sonra ne mi oldu?

Zamanla yoğun bakımdan eski kârları sağlayamayan hastane patronları önce simsarları devre dışı bıraktı, sonra coğrafyamızda gelişen ağır ekonomik şartlarlabu sefer zarar ettiği gerekçesiyle (SGK ödeneği azaldı, SGK uzun yıllar SUT fiyatlarına zam yapmadı, çıkan genelgelerle hastadan fark alınması yasaklandı, ilaç ve tıbbi malzeme fiyatlarının kur farkı nedeniyle her gün artması, personel giderlerinin artması doğrultusunda) bazı hekimlerle anlaşarak işletmeyi vermeye/ devretmeye başladı.

İşletme şöyle oldu: Özel hastanenin sahipleri yoğun bakım ünitesini aylık belli bir ücret karşılığında branş hekimlerine kiraya verdi, “aylık bana şu kadar ücret ver gerisine ben karışmam” dedi.  Böylece ilaç, malzemeler, hemşire ve personel giderleri kiralayan hekime ve ekibe kaldı.

Zaman zaman fizik tedavi, göz, estetik merkezlerine hastanenin bir katı da kiraladıkları oldu. Bu da cabacısıydı.

İşletme süreci, gözlemler, ayrıntılar

İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi’nden uzmanlığımı alıp (2004) Diyarbakır’a gittiğimde özel hastane gerçekliğiyle tanıştım. İdealist bir hekim olarak ve üniversite hastanesi prensipleriyle öğrendiğim pek çok şeyi orada yaşatabilmek için verdiğim çabayı hatırlıyorum da yüzüme bir gülümseme gelmiyor değil. Patronun çalışan hekimlerle yapmış olduğu ilk özel hastane toplantısından çıkmış ve sonbaharın da etkisiyle erken kararan havada yolumu kaybederek surlara doğru uzun süre yürümüş, yanlış yerde olduğumu fark etmiştim.

Anestezi ve reanimasyon uzmanı olduğumdan, poliklinik yapmadığımdan ve yaptığım her işlem, her tetkik, her radyolojik inceleme SGK tarafından karşılandığından şanslıydım.

İşletme alan hekimleri düşünüyorum şimdi. Tanıdıklarım oldu, duyduklarım oldu.  Sağlık sektörü küçüktür, herkes herkesi bilir; hepsi iyi insanlardır bilirim, ancak adalet iyilikten daha önemlidir ve şimdi bu süreçlerin (yenidoğan) ortaya çıkmasıyla zamanında oralarda çalışmış sağlıkçılardan duyduklarım karşısında bende infial duygusu oluşmuyor değil ama bir hekimin bile isteye hastasının ölümünü isteyebileceğine asla inanmam.

İşletme süreci nedir, nasıl işler?

İşletmeyi alan hekimler, büyük oranda kâr mantığıyla hareket etmiş, mevcut şartları içinde kârını arttıramadığından, zararı azaltmak adına yoğun bakımları işletmiştir.

Neler yapar?

Yatakları dolu tutmak için farklı işbirliklerine yapar; hemşire sayısını azaltır, maliyeti yüksek ilaçları kullanmaktan kaçınıp, maliyeti yüksek işlemler gerektirecek hastaları görmezlikten gelir, maliyeti yüksek olan o işlemi ya yapmaz ya da epikriz üzerinde yapar gibi faturalandırır, hastaları uzun yatırarak SGK faturalandırmasında hastaları olduğundan daha yüksek basamakta göstererek aldığı ödeneği yükseltir ve gece nöbetçi doktor bırakmayarak yetiştirdiği hemşireleri gece nöbete bırakarak gerektiğinde telefonla yardımcı olmak suretiyle süreci idare ederek maliyeti azaltır. Bunlar duyduklarımız ancak bir de yeni bilgiler eklendi tapeler üzerinden, mağduriyet üzerinden ek ücret talep etmek, bu ücreti veremeyen ailelerin kaygılarını arttırıcı nitelikte söylemler ve davranışlarda bulunmak gibi ve daha fazlası belki de.

İşte tam da film burada koptu. Çünkü kirlenmenin sonu yoktu. Olmazdı. Hekim bir yerde dursa, vazgeçse, bu sefer çeteleşme ve yozlaşma içinde ayakta kalmak zor olacaktı ve zaten sistem böyle yürüyordu, kendini haklı çıkaracak argüman bulmak kolaydı, para kazanmak da hoşuna gitmişti; bir patronun kontrolünde maaşlı çalışmaktansa kendi işi gibi çalışmak iyi gelmişti ve her şeyden önemlisi denetim mekanizması işlemiyordu. Siyasi iktidar sağlık politikaları üzerinden yeterince prim yapmıştı ve politik bilinçteki küçük bir kesim dışında çürümeye başlamış bu sitemden kimse rahatsız değildi, bu sistemi deşifre etmeye çalışan da ya işsiz kalmayı göze alacak ya da daha başka büyük bedeller ödeyecekti, bireysel çıkışlar dışında örgütsel çıkışlar yapılamadı, çünkü özel hastanelerdeki sağlık emekçileri örgütlü değillerdi.

Ayrıca sağlık hizmetlerinin her alanında bu yapının içinde kişiler çalışanlar vardı, tam bir çete hali dense yeriydi. Şimdi bu sistem ya kediliğinden deşifre oldu ya da deşifre edildi.


Şimdi ne olacak?

İhtimâl, kamuoyunun gözü önündeki kişilere cezalar verilecek, herkes derin bir oh çekecek. Adalet herkese iyi gelen bir şeydir. Denetleme mekanizmaları düzenlenecek. Özel hastaneler işletmeye vermekten vazgeçecek ancak yoğun bakımda kar edemeyen hastane sahipleri farklı mekanizmalarla yoğun bakımı kapatmaya, küçültmeye kadar gidecekler. Kapanan hastaneler oldu.  Adına artık hizmet denilmeyen, sektör denilen Özel Sağlık Sektörü boş durmayacak, tekelleşmeye gidecek ve büyük olan daha büyüyecek, alternatifi azalan sağlık emekçileri de daha ucuz ücretlere bu büyük yapılarda çalıştırılacak. İşin önemli kısmının değdiği siyasiler hesap vermeyecek, toplumsal dejenerasyon, ekonomik kriz koşullarında ve sağlığın parayla alınıp satılır olduğu mekanizma içinde bireyler, yapılar, hastaneler yeni yollar deneyecek, yeni süreçler yaratacak.

Yoğun bakımın kapısında zorlandığım zamanlarda “bu sitemi biz kurmadık, belki de sistemin en mağdurlarıyız” dediğim çok olmuştur. Yaşadığın toplumu eksisiyle fazlasıyla tanımak, yaşananlar karşısında insan olabilmek, insan kalabilmek elbette hem etik değerleri her an her alanda her zorluğa rağmen korumak yaşamak yaşatmak ve bu değerleri alt üst etmeye yönelik tüm süreçleri temiz kalarak ekarte edebilmek, anlatabilmek ve belki de kötülerden daha cesur olabilmekle sağlayacağız. Herkes unutsa bile biz sağlıkçılar bunları daha çok konuşacağız ki gerçekten kalıcı adımlar atılabilsin. Hem hala bu sistemin içinde değil miyiz? Bu yazıyı tutmuş olduğum nöbetin 38’inci saatinde yazdığımı ifade edecek olursam, evet hala biz aynı yerdeyiz demem çok doğal değil mi sizce?

Yaşanan süreci basit bir dille anlatmaya çalıştım; derdim şu önce şu “hasta yapıya” teşhis koymak gerekir ki sonra tedavi edilsin. Cumhuriyet’in 101. yılında kalıcı, akılcı, bilimsel, ana dilde, eşit, ulaşılabilir, sosyal devlet çerçevesi içinde insana, bilime ve etiğe dayalı bir sağlık politikası geliştirilebilmiş değil.

Bu kadar karanlık içinde aydınlık insanlar da azımsanmayacak kadar çok ve onların yüzü suyu hürmetine, vicdanlara dayanarak sürdürülebilir bir süreç yaşandı.  

Şunu da demeden edemiyor, siyaset mekanizması nedir, neden varlığı önemlidir sorusu akıllara geliyor, gelmeli de.

Yoğun bakım doktoru Rukiye Ekenler

                                                              /././

Bluesky; eski sosyal medya çağı sona erdi-Füsun Sarp Nebil-

"Twitter'ın abonelikleri yapma şekli, temelde Bluesky'nin bunları nasıl yapmaması gerektiğine dair bir taslaktı. Görünürlük elde etmek veya abone olduğunuz için bluecheck almak gibi 'kazanmak için ödeme' özellikleri tamamen yanlış ve ağı herkes için mahvediyor"

Kolluk gücünün ve hükümetlerin, çeşitli talepleri nedeniyle bunalan Twitter'ın kurucusu Jack Dorsey'in, Twitter'da henüz CEO iken başlattığı "merkezi olmayan" sosyal medya uygulaması Bluesky, perşembe günü 15 milyon $'lık Seri A yatırımı aldığını duyurdu. Uygulama geçen yıl da 8 milyon $'lık tohum (seed) yatırımı almıştı.

Fonlama turunu Blockchain Capital liderliğinde Alumni Ventures, True Ventures, SevenX, Darkmode'dan Amir Shevat, Kubernetes'in ortak yaratıcısı Joe Beda ve diğerlerinin katılımı oluşturdu.

Fonlamanın nedeni, Musk'ın hem şahsi, hem de X ile ilgili yaklaşımları nedeniyle son 1 ayda Bluesky'a yaklaşık 3 milyon yeni kullanıcı eklenmesi. Böylece toplam kullanıcı tabanının 13 milyona ulaştığı kaydediliyor.

Bluesky konuyla ilgili olarak blog duyurusunda şunları belirtti:

"Bu yeni bağış ile Bluesky topluluğunu desteklemeye ve büyütmeye, Güven ve Emniyete yatırım yapmaya ve ATmosphere geliştirici ekosistemini desteklemeye devam edeceğiz. Ayrıca, daha yüksek kaliteli video yüklemeleri veya renkler ve avatar çerçeveleri gibi profil özelleştirmeleri gibi özellikler için bir abonelik modeli geliştirmeye başlayacağız. Bluesky her zaman ücretsiz olarak kullanılabilir olacak — bilgi ve sohbetin kilitli olmaması, kolayca erişilebilir olması gerektiğine inanıyoruz. Hesapları yalnızca ücretli bir kademeye abone oldukları için yükseltmeyeceğiz.

Ayrıca, sanatçılar, yazarlar, geliştiriciler ve daha fazlasını içeren canlı içerik oluşturucu topluluğumuzla gurur duyuyoruz ve onlar için de gönüllü bir para kazanma yolu oluşturmak istiyoruz. Planımızın bir parçası olarak, insanların en sevdikleri içerik oluşturucuları ve projeleri desteklemeleri için ödeme hizmetleri oluşturmak yer alıyor. Bu geliştikçe daha fazla bilgi paylaşacağız."

Bu ifadelerle gördüğünüz gibi, X hedefleniyor. Ama zaten Bluesky'ın 3 milyonluk yeni kullanıcı artışının, X'in blok özelliğindeki son değişikliklerden ve üçüncü tarafların kullanıcıların herkese açık gönderilerinde yapay zekayı eğitmesine izin verme hamlesinden rahatsız olan X kullanıcılarından geldiği notu var.

Bluesky geliştiricisi Paul Frazee daha açık konuşuyor;

"Twitter'ın abonelikleri yapma şekli, temelde bluesky'nin bunları nasıl yapmaması gerektiğine dair bir taslaktı. Görünürlük elde etmek veya abone olduğunuz için bluecheck almak gibi 'kazanmak için ödeme' özellikleri tamamen yanlış ve ağı herkes için mahvediyor."

Jack Dorsey, Mayıs'ta ayrıldı 

Bluesky başlangıçta Twitter'ın içinde doğdu. Eski CEO Jack Dorsey'in sosyal medyanın geleceğinin nasıl olması gerektiğine dair vizyonu olarak kuluçkaya yatırıldı. Dorsey daha sonra Twitter’dan ayrılıp, Bluesky için çalışmaya başladı. Bu yıl ise Dorsey mayıs ayında yönetim kurulundan ayrıldı. Ama vizyonu ve ilk hedefleri aynen devam ediyor.  Mastodon gibi Bluesky'nin açık kaynak olan AT Protokolü de merkeziyetsiz. Yani bireyler kendi sosyal sunucularını ve uygulamalarını kurabilir ve şirket dışındaki kişiler nasıl ve neyin geliştirildiği konusunda şeffaflığa sahip olur.

Blog açıklamasında uygulamalar konusunda da bilgi veriliyor;

"Bluesky'nin açık teknolojisi AT Protokolü, tüm bir uygulama ekosistemini mümkün kılıyor. Geliştiricilerin Bluesky uygulamasından tamamen farklı amaçlarla kendi uygulamalarını oluşturmaya başlamış olmasından heyecan duyuyoruz. Örneğin, Smoke Signal bir etkinlik uygulaması, Frontpage bir web forumu ve Bluecast bir ses uygulaması (lisanslı şarkılarla karaoke içerir)! Abonelikler, alan adı kayıtları ve yaratıcılara yapılan ödemeler gibi para kazanma stratejilerinin bu bağımsız uygulamaların da büyümesini sağlayacağını varsayıyoruz."

Bluesky son 1 yılda neler yaptı? 

Blogda son 1 yıla dair bir özet var. Geçen yılın tohum yatırım turumu sonrası yapılanlar şöyle özetleniyor;

-Davet usulü katılımla oluşan 1 milyon kullanıcıdan, 1 yıl içinde Amerika Birleşik Devletleri, Brezilya, Japonya, Birleşik Krallık, Almanya ve daha birçok ülkeden 13 milyon kullanıcıya ulaşıldı.

-Kendi kendine barındırıcılar ve geliştiriciler için federasyon başlatıldı. Şimdi Bluesky dışında 1.000'den fazla başka kişisel veri sunucusu (PDS) var.

-Özel beslemeler başlatıldı, algoritmik seçim gerçeğe dönüştürüldü. Şimdi Bluesky'da 50 binden fazla besleme var.

-Taciz karşıtı araçlara ve Güven ve Emniyete büyük yatırımlar yapıldı.

-Etiketleme hizmetleri oluşturuldu ve herkesin istiflenebilir moderasyonun temel parçalarını çalıştırma olanağı açıldı. Ayrıca, bir moderasyon aracı olan Ozone açık kaynaklı hale getirildi.

-Doğrudan mesajlaşma, GIF'ler ve video gibi çok talep gören özellikler yayına alındı.

-Toplulukların gizliliği koruyarak birbirlerini bulmalarına yardımcı olmak için başlangıç paketleri gibi yenilikçi özellikler sunuldu.

-Bluesky entegrasyonlarını eklemek için Buffer ve alan adı satışı için Namecheap gibi kuruluşlarla ortaklık kuruldu.

-Geliştiricilere 1000 dolarlık hibe verildiği duyuruldu ve geliştirici dokümantasyonu, konuşmalar ve ortaklıklar aracılığıyla ATmosphere'in büyümesi desteklendi.

-Yeni bir logo ve herkese açık bir web arayüzü eklendi.

Son olarak eski sosyal medya çağının sona erdiğini belirten Bluesky şöyle diyor;

"Geleneksel sosyal medya şirketleri çevrimiçi ortak alanları kuşattı, bağımsız geliştiricileri dışarıda bırakmak için API'lerini kilitledi ve bizi tahminde bırakan kara kutu algoritmaları devreye soktu. Eski sosyal çağı sona erdi — Bluesky'da, size seçim ve gücü geri veriyoruz."

Merkezi olmayan ağ ne demek?

Bluesky, "Merkezi olmayan" hedefiyle kurulan bir sosyal ağ'dır. Yani bu sosyal ağ, merkezi bir sunucu yerine birbirinden bağımsız sunucularda çalışır.  Açık kaynaklı yazılıma dayanır ve Twitter gibidir ama  "Blok Zinciri (BlockChain)" teknolojisi, veri girişlerinin dünyanın herhangi bir yerindeki sunucularda saklanmasına olanak tanır. Veriler, ağdaki herkes tarafından neredeyse gerçek zamanlı olarak görüntülenebildiği için şeffaflığı teşvik eder.

Merkezi olmayan sosyal ağlar kullanıcılara daha fazla kontrol ve özerklik sağlar. Bir birey kendi sosyal ağını kurabilir ve nasıl işleyeceğini ve kullanıcıların ne söyleyebileceğini belirleyebilir. İçeriğin bir şirket tarafından izlenmesi yerine, federasyonlu bir sosyal ağın (fediverse) kurucusu site için kabul edilebilir davranış şartlarını belirleyebilir.

Günümüzde büyük sosyal medya sitelerini kâr amacı günden büyük şirketler kontrol ediyor ve bu şirketlerdeki kullanıcı etkileşim kurallarını da küçük bir grup insan belirliyor. Ayrıca bu şirketler kendi varlıklarını sürdürmek ve para kazanmak uğruna hükümetlerin kurallarına da uymayı tercih ediyorlar. Bu da, kullanıcılar arasında ifade özgürlüğü ve sansür konusunda endişelere yol açıyor.

Merkezi olmayan sosyal medyanın avantajları arasında sansüre karşı direnç, kişisel veriler üzerinde sahiplik ve kullanıcı tarafından oluşturulan içerik üzerinde gelişmiş kontrol bulunur. Başka bir deyişle, kullanıcılar sansürü kabul etmez ve içerikleri üzerinde son sözü söylemekte ısrar ederler. Bu, ister bir şirket ister site yöneticisi olsun, hiç kimsenin kullanıcılar tarafından oluşturulan içerikte değişiklik yapamayacağı anlamına gelir. Ayrıca, hiç kimse kullanıcılar tarafından oluşturulan içeriği kaldıramaz.

                                                                /././

Dışarıdan içeriye mektup-Rıza Türmen-

Bir suç olabilmesi için suçluya, suçu işleyen kişilere gereksinim vardı. Siz seçildiniz. Siz cezaevinde bizim adımıza, vekaleten yatıyorsunuz...

Sevgili İçeridekiler,

Sizin neden içeride, bizim neden dışarıda olduğumuzu bilmiyorum. Ancak dışarısı da baskı, şiddet, hukuksuzluk yüzünden bir açık hava cezaevini andırdığından “içerisi” ile “dışarısı” arasındaki fark oldukça azalmış durumda.

Sizin yerinize, Gezi’ye katılan milyonlarca kişiden başka birkaç kişi cezaevinde olabilirdi. Gezi direnişi hükümeti devirmek için yapılmış bir eylem(!) olduğuna göre bu suçu işleyen milyonlarca kişi var. Zaten amaç Gezi direnişini kriminalize etmekti. Ancak bir suç olabilmesi için suçluya, suçu işleyen kişilere gereksinim vardı. Siz seçildiniz. Siz cezaevinde bizim adımıza, vekaleten yatıyorsunuz.

Bu nedenle içeridekilerle dışarıdakiler arasında özel bir bağ var. Bu bağ size karşı sadece borçluluk duygusu oluşturmuyor. Aynı zamanda büyük bir dayanışma duygusu doğuruyor. Size karşı yapılan adaletsizlikler, dışarıdakilere karşı yapılmış oluyor. Buna karşı büyük bir öfkeyi, büyük bir isyanı iliklerimizde hissediyoruz. Bu öfkenin neden daha büyük bir toplumsal öfkeye dönüşmediğini anlamakta güçlük çekiyoruz.

Acaba size yapılan inanılmaz boyuttaki haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik topluma anlatılabildi mi? Öfkenin toplumsallaştırılamamasında bizim de payımız var mı?

Oysa Gezicilerden birinin iddianamesini ya da yargı kararını okumak adaletsizliğin boyutlarını anlamak için yeterli. Bunun için hukukçu olmak bile gerekmez. Örneğin, cezaevinde yedinci yılını tamamlayan Osman Kavala ile ilgili Yargıtay kararını okursak, hükümeti devirmeye çalıştığı bazı eylemlerin şunlar olduğunu görüyoruz: Gezi olayları sırasında yüz tane sandviç hazırlatıyor, ses sistemi kuruyor. Açılır kapanır masalar getirtiyor. Polisin gaz sıkması karşısında savunma olarak gaz maskesine gereksinim olduğunu söylüyor. Ama gaz maskesi alınamıyor. Yargıtay kararına göre bütün olayların arkasında Osman Kavala var ama “kendisini deşifre etmemek için hiçbir resmi işlemde bulunmadığı, cebir ve şiddet eylemlerinin gerçekleştirdiği yerlere bilinçli gitmediği” belirtiliyor. Osman Kavala hayalet adam. Her şeyi organize ediyor ama hiç gözükmüyor. Bununla ilgili bir kanıt var mı? Yok. Ayrıca Yargıtay kararında Osman’ın cebir ve şiddet olaylarına karışmadığı kabul ediliyor. Oysa hükümeti devirmek suçunun oluşması için cebir ve şiddet unsuru aranıyor. Bu örnekleri çoğaltmak olanağı var.

AİHM, bu eylemlerin suç işlendiği konusunda makul bir kuşku bile yaratmadığı sonucuna vardı. Kararlarına uyulması zorunlu olan bir uluslararası mahkemenin, suç işlendiği konusunda makul bir kuşku uyandırmadığını söylediği olaylar nedeniyle Osman Kavala’nın ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm olmasındaki garabeti halka anlatmadık. Gezi Davaları ile ilgili bir kamuoyu oluşturamadık. Bunun sorumlusu biziz.

Buna karşılık Hükümet, yargı kararlarının pek inandırıcı olmadığını gördüğü için olsa gerek, Osman Kavala’yı kötüleyen, olumsuz bir propaganda filmi yaptı. Masumluk karinesini, kişilik haklarını ihlal eden böyle bir filmin yapılması görülmemiş bir şey.

Geçenlerde Nazım Hikmet’in yargılandığı davaların iddianameler geçti elime.

1938 yılındaki Harp Okulu Davası’nda Nazım askeri isyana teşvik ve tahrik suçundan askeri mahkemelerde yargılanmaktadır. Savcı’nın iddianamesi Nazım’ın isyan ve ihtilal kokan kitaplarından söz eder. Oysa bu kitaplar kitapçılarda satılmaktadır. Başka bir delil de Nazım’ın evine gelen, Nazım’ın tanımadığı genç bir Harp Okulu öğrencisine Nazım’ın “direktif” vermiş olduğu. Ömer Deniz adlı bu öğrenci ilk duruşmada ifadesinin baskı altında alındığını belirterek “bana komünizmi telkin et falan demedi Nazım Hikmet” diyorsa da ilk ifadesi esas alınıyor ve bu delillerle Nazım 15 yıl hapis cezasına çarptırılıyor. Karar temyizde bozuluyor.

Ama İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’nde komünizm propagandasıyla ilgili yargılaması sürmektedir. Donanma davası diye adı geçen bu davada Yavuz gemisindeki Hamdi Alevdaş adlı bir başgedikli 4 yıl önce bir dost evinde Nazım Hikmet’le tanıştığını, Nazım’ın ondan gemide erlere gelen mektupları okuyup acıklı mektupların kopyasını almasını, ailesi yoksul olanları saptamasını istediğini söyler. Nazım ise sorgusunda Hamdi Alevdaş’ı tanımadığını belirtir. Duruşmada Alevdaş Nazım Hikmet’in yüzüne karşı söylediklerinin uydurma olduğunu ifade eder. Zaten Nazım Hikmet’in bu kişiden bazı istemlerde bulunduğuna ilişkin ne bir kanıt ne de bir tanık vardır. Buna rağmen Nazım 30 yıl ağır hapis cezasına mahkûm olur.

Mahkeme heyetini Nazım “Dokuzuncu Yıldönümü” şiirinde şöyle tanımlar:

“Çoğunun yüzünü unuttum büsbütün

Yalnız çok ince, çok uzun bir burundur aklımda kalan

Halbuki kaç kere karşısında oturup dizildik

Bir tek kaygıları vardı hakkımda hüküm okunurken

Heybetli olmak.

Değildiler.

İnsandan çok eşyaya benziyorlardı:

Duvar saatleri gibi ahmak,

Kibirli

Ve kelepçe, zincir filan gibi hazin ve rezildiler.”

Aradan 86 yıl geçmiş. Bu süre içinde pek de bir şeyin değişmediğini, bugün de insanların siyasal nedenlerle, işlemedikleri suçlardan, kanıt olmadan özgürlüklerinden yoksun bırakıldıklarını görmek umutsuzluk veriyor. Bu devlet iktidarların istediği kararları veren yargıçlar, savcılar bulmakta hiçbir zaman güçlük çekmemiş.

Gezi davaları, hukuk bir yana, sanki kötülük yapmak için verilmiş kararlar. Bunlara en iyi yanıtı Vera ve Ege’nin babalarına yazdıkları saflık ve temizlik dolu mektuplar veriyor. Bu mektupların, okuyanların vicdanlarına da dokunacağına inanıyorum.

Osman Kavala cezaevinde geçirdiği yedinci yıl dolayısıyla yayınladığı mesajda “Ancak, bana asıl teselli verecek olan, ülkemde hukuk devleti yönünde gelişmeleri görmek olacak” diyor.

Elbette ki güzel günler gelecek sevgili içeridekiler, hem de çok yakında.

Hepinizi sevgiyle kucaklarım.

                                                  /././            

Küçük bir sincap ABD seçimlerinin sonucunu etkileyebilir mi?-Eray Özer-

Teknoloji sayesinde dünyanın tüm acılarına dakikası dakikasına, ölü çocuk bedenlerine anı anına maruz kalarak kabaran öfkemiz tam da bu yüzden masum bir sincabın katledilmesiyle dağları eritebilir, nehirleri kurutabilir, hükümetleri devirebilir

Yaklaşık bir yıldır bu kadar Amerika yazdıktan sonra seçimlere birkaç gün kala son durumdan söz etmemek olmazdı.

Öyle ya… Amerikalıların “tarihin en büyük kırılma noktası” olarak gördükleri bu seçim nihayetinde bizi, Orta Doğu’yu, Ukrayna’yı, kısacası yerkürenin her noktasını etkileyecek.

Lakin gelin büyük hikayeleri bir kenara bırakalım ve ben size siyasette küçük ve basit bir hatanın nasıl bir felakete dönüşebileceğini, minik sevimli bir sincap üzerinden anlatayım bugün.

Sincabımızın ismi Peanut. Yani Fıstık.

Fıstık da nefis bir kelimemiz olduğundan ben böyle anmak istiyorum.

Fıstık, evet, bir sincap ama ünlü bir sincap.

Annesine araba çarpınca Mark Longo isminde bir Amerikalı tarafından sahiplenilmiş.

Longo evinde baktığı bu sevimli hayvana Instagram, Facebook ve TikTok hesapları açarak videolarını paylaşmaya başlamış.

Hapır hupur ağzına yüzüne bulaştırarak yemek yemesi, uçarak eve giren sahibinin boynuna atlaması, her şeyi merak edip ilgi duyması sayesinde kısa sürede sosyal medyada bir fenomene dönüşmüş.

Üç platformda üç milyondan fazla kullanıcı Fıstık’ın videolarını kaçırmamak için hesabını takibe başlamış.

Buraya kadar her şey normaldi…

Ta ki geçen hafta Çarşamba gününe kadar.

Çarşamba günü Mark Longo’nun evine Çevre Koruma ve Sağlık Dairesi bir “baskın” düzenlemiş.

Baskın diyorum zira evde beş saat süren bir arama yapılmış, Longo bu süre zarfında kapıda beklemeye zorlanmış, hayvanlarına su vermesine bile izin verilmemiş.

Yine Longo’nun ifadelerine göre tuvalete bile bir eşlikçi nezaretinde gitmesi gerekmiş, o tuvaletten çıktıktan sonra oraya bir şey saklayıp saklamadığını anlamak için tuvaletin de altı üstüne getirilmiş.

Longo “Bana resmen terörist muamelesi yaptılar” diye anlatıyor yaşadıklarını.

Ayrıca evi basan yetkililer Alman asıllı eşinin göçmenlik statüsünü sormuş. Bu kısım önemli çünkü sonrasında kopacak fırtınanın bir kısmı da göçmenlik meselesi üzerine dönüyor.

Yetkililer bu uzun aramanın sonunda Fıstık’ı ve Fred ismindeki bir rakunu alıp götürmüşler.

ABD’de evde yaban hayvanı bakmak kanunlara göre yasak.

Özellikle sincap, rakun gibi kuduz riski taşıyan hayvanların evcil hayvan olarak evde bakılması mümkün değil.

Fakat Longo, Fıstık’a “eğitim hayvanı” olarak özel bir statüde evde bakabilmek için gerekli başvuruları yaptığını ve sonucu beklediğini söylüyor.

Fıstık’ı alan yetkililer yetmezmiş gibi kuduz riski nedeniyle hayvanı uyutma kararı almışlar ve uyutmuşlar da.

Uyutma, devletlerin hayvan öldürmeye verdikleri “kibar” isim.

Yani bir evden aldıkları sevimli bir sincabı artık hangi yönetmelik öyle istiyorsa basbayağı katletmişler.

İşte Amerika’da seçimlere saatler kala kızılca kıyamet bundan sonra koptu.

Sosyal medyada Fıstık’ın öldürülmesine karşı büyük bir isyan başladı.

Üstelik bu isyan kısa sürede politik bir hal aldı.

Burada da başı Twitter’ın Trump sevdalısı sahibi Elon Musk çekti. Musk ve çevresindekiler Fıstık’ı seçimlere ramak kala Amerikan seçmenini etkilemek için bir kaldıraç gibi kullanmaya başladı.

Şunları yazmaya başladı Musk ve şürekâsı:

-Fıstık Meksikalı bir göçmen olsaydı, alır yedirir içirir, güzel bir eve yerleştirirdiniz.

-Bugünkü devlet Fıstık gibi bir masum hayvanı hunharca katleder ama herhangi bir vatandaşın silah sahibi olmasına bile izin vermez.

-Sokakta onlarca kaçak göçmen varken ancak Fıstık’ın sahiplerinin göçmenlik evraklarını kontrol edersiniz siz zaten.

-Kaçak göçmenlere karşı kör taklidi yapan devlet söz konusu Fıstık olduğunda bir anda tüm kurumlarıyla harekete geçti.

-Fıstık’ın intikamını sandıkta alacağız.

-Fıstık ölümsüzdür.

Abartıyorum sanmayın.

Sosyal medyada gezinirken en son Cumhuriyetçilerin Temsilciler Meclisi’ndeki Adalet Komisyonu’nun bir paylaşımına denk geldim, hesapta son olarak “Fıstık için adalet” paylaşımı yapılmıştı.

Burada çok çarpıcı olan mesele şu: Cumhuriyetçiler, seçimin başından bu yana ilk defa kararsız seçmeni etkileyebilecek ve içinde deli saçması iddialar olmayan bir damar yakalamış oldular.

Tabii ki, Fıstık üzerinden göçmen nefreti yayma çabaları bambaşka bir hal. Fakat sincabı almak üzere eve gelen yetkililerin ev sahibinin eşinin belgelerini sorması da en hafif tabirle işgüzarlık.

Üstelik böyle yaparak konunun göçmen meselesine bağlanmasına da kapı aralamışlar.

Buna karşın Cumhuriyetçiler Fıstık konusunda büsbütün haksız da değiller.

Sahiden de devlet milyonlarca insanın sevdiği bir hayvanı, ortada kuduz olduğuna dair hiçbir emare yokken durduk yere niye öldürür?

Çevre Koruma Dairesi sincabın bir görevliyi ısırdığını, bu nedenle kuduz olup olmadığının anlaşılması için uyutulması gerektiğini açıkladı.

E, o görevliye kuduz aşısı yapsaydınız???

Hayvanı öldürmek yerine doğaya salsaydınız???

Şimdi bunları okurken bir kısmınızın içinden “Yahu bu kadar mesele arasında sen de bula bula yazacak bunu mu buldun” diye geçirdiğini biliyorum.

Ama inanın şu anda Amerikan seçmeni Fıstık’ı konuşuyor.

Bir küçük sincap için ortalık birbirine girmiş durumda.

Çünkü artık hayat böyle akıyor. Zamanın ruhu bunu gerektiriyor.

İnsanlar kendilerini cahil ve aptal hissettiren büyük hikayeler yerine yaşamın küçük kodlarını çözerek yollarını ve kendilerince doğruyu bulmaya çalışıyor.

Sağ popülizmin tüm dünyada en iyi becerdiği şey de bu: Hayatın zorluklarını basitçe, detaylara boğulmadan tarif etmek. Öldürülen masum bir hayvanın kitle üzerinde yarattığı öfkeyi siyasete tahvil edebilmek.

Fıstık’ın sahibinin evine seçime beş gün kala baskın yapan, hayvanı sahibinden alıp kanun öyle emrediyor diye sonuçlarını hiç düşünmeden katleden akıl ise adeta rakibe çalışıyor. Değişimden, zamanın ruhundan o derece uzak.

Dünyanın her yerinde müesses nizamın temsilcileri toplumsal değişimi geriden takip ediyor.

Kimse kusura bakmasın, Türkiye’de hayvan katliamı yasası çıkarılırken Paris Olimpiyat Oyunları’ndan arka arkaya neşeli fotoğraflar paylaşan muhalefetimiz de müesses nizamı ve onun zamanın ruhunu anlamaktan uzak kafasını temsil ediyor.

Bizler büyük anlatıların hiçbir yere varamadığını, kitaplarda okutulanların hayatın gerçeğini karşılamadığını tecrübe etmiş bir kuşağız.

Çocukluğumuzda bize söylenenler boş çıktı.

Kendimizi aldatılmış hissediyor, şahitlik ettiğimiz büyük acılara dayanmakta zorlanıyoruz.

Teknoloji sayesinde dünyanın tüm acılarına dakikası dakikasına, ölü çocuk bedenlerine anı anına maruz kalarak kabaran öfkemiz tam da bu yüzden masum bir sincabın katledilmesiyle dağları eritebilir, nehirleri kurutabilir, hükümetleri devirebilir.

Tam da bu yüzden Fıstık, ABD seçimlerinin sonucunu etkileyebilir.

Bizim de bir Fıstık’ımız vardı, hatırlayın.

Meşhur Türk filminde Sezercik’in minik sıpasıydı Fıstık.

Sıpanın da satışa çıktığı açık artırmada ne diyordu şişko zengin çocuğu: “Benim olacak Fıstık. Binicem üstüne. Vurucam kırbacı, vurucam kırbacı. Babam çok zengin benim. Çuvalla para verir, gene de alır.”

Türkiye’de ve dünyada siyaset yapanlar artık şunu bilmeli: Biz artık Fıstık’lar için dünyayı yakabiliriz.

Öyle delirdik çünkü.

Delirtenler utansın.

İyi haftalar.                                    /././

                                                  GÜNDEM   

CHP, Lütfü Savaş'ı kesin ihraç istemiyle disipline sevk etti: "Bugünün CHP’si DEM’lenmekle meşgul" demişti.

lütfü savaş

"Bugünün CHP’si DEM’lenmekle meşgul. Parti olarak, terör ile bağ kuran ve terörden siyasi rant devşirenleri her kim olursa olsun ya da hangi oluşum olursa olsun savunamayız"(https://t24.com.tr/haber/chp-sozcusu-yucel-duyurdu-lutfu-savas-kesin-ihrac-talebiyle-disipline-sevk-edildi,1194117)

                                                                    ***

İran'da üniversite kampüsünde soyunmuş bir genç kadının görüldüğü videonun arka planında ne var, üniversite yönetimi ne tepki verdi?

Roja Asadi-BBC Farsça

İran'ın başkenti Tahran'daki İslam Azad Üniversitesi'nin kampüsünde bir genç kadının iç çamaşırlarıyla dolaştığını ve ardından tutuklanmasını gösteren videolar, 2 Kasım'dan bu yana sosyal ağlarda dolaşımda.

Ülkede geniş çaplı tepkilere yol açan videolarda kadının neden soyunmuş olduğu hakkında farklı yorumlar paylaşıldı.

BBC Farsça servisi videoların üniversitenin Bilim ve Araştırma Bölümü'nün yakınlarında, 2 Kasım Cumartesi günü öğleden sonra çekildiğini teyit etti ve tanıklarla konuştu.

Paylaşılan videolarda neler var?

Videolarda, Bilim ve Araştırma Bölümü bloklarının merdivenlerinde iç çamaşırlarıyla oturan genç kadın, erkek ve kadın güvenlik görevlileriyle tartışıyor gibi görünüyor, ancak sözler duyulmuyor.

Kadın kampüste yürürken görüldüğü farklı kareler de paylaşıldı. Bu videolarda sadece kadının soyunmasından sonraki anlar var; öncesinde kızın soyunmasına yol açan olaylar görülmüyor.

Uzak mesafeden, muhtemelen bir sınıfın penceresinden çekilen başka bir videoda, kadın blokların arasından yürüken görülüyor.

Vücut hareketlerinden şortunu çıkardığı anlaşılıyor. Çekim yerinde bulunan insanların tepkisi de bu durumu doğruluyor. Birkaç dakika sonra, olay yerine Ahlak Polisi'ne ait bir araç ve birkaç görevli geliyor. Birkaç polisin inip kızı şiddetle araca bindirdiği görülüyor.

Videolar nasıl yorumlandı?

İran dışındaki birçok medya kuruluşu ve sosyal ağlarda yayımlanan haberler, kadının eylemini başörtüsü zorunluluğuna ve üniversite güvenlik görevlilerinin muamelesine karşı bir protesto olarak nitelendirdi.

Bu haberlerin çoğunun kaynağı İran'daki öğrenci hareketlerine ait Amir Kabir adlı haber bülteninin Telegram kanalındaki bilgilerdi.

Bültende genç kadının Besic adı verilen İslam Devrimi Muhafızları Ordusu'na bağlı gönüllü gençlerden oluşan kuvvetler tarafından taciz edildiği ve güvenlik güçleri tarafından kıyafetlerinin yırtıldığı bildirildi. Bunun ardından kadının tüm kıyafetlerini çıkararak protestoya başladığı aktarıldı.

BBC Farsça Amir Kabir yayınına ulaştı. Yayın, bu haberi konuyla ilgili bilgi sahibi bir kaynağa dayandırdığını belirtti.

BBC'ye konuşan tanıklar neler söyledi?

Her ikisi de olay yerinde olduklarını söyleyen iki görgü tanığı, BBC Farsça'ya verdikleri demeçlerde, polisle yaşandığı belirtilen tartışmanın farklı detaylarını anlattılar.

Tanıklar genç kadının, "elinde cep telefonuyla birkaç sınıfa girdiğini, sanki öğrencileri videoya çekiyormuş gibi davrandığını" söylediler.

Buna göre, bu kadının sınıfa izinsiz girmesinden rahatsız olan profesörlerden biri, ne yaptığını anlamak için öğrencilerden birini peşinden gönderdi. Ancak tanıkların biri, öğrenciler genç kadınla yüzleştikten sonra kadının "çığlık attığını ve bağırdığını" söyledi.

Tanıklardan biri, avluya ulaştığında kadının kıyafetlerini çıkardığını gördüğünü söyledi.

Bu tanıklara göre genç kadın ve polis arasında tartışma yaşanmadı. Ancak bu öğrenciler kızın sınıflara ani girişinden sonraki anlara tanık olmuştu. Kadının kıyafetlerini çıkardığı anı da görmemişlerdi.

Tanıklara göre genç kadın bina içinde öğrencilere, "Sizi kurtarmaya geldim" dedi.

Üniversite yönetimi ne tepki verdi?

Azad Üniversitesi Halkla İlişkiler Müdürü Amir Mahcub, X sosyal medya plarformunda yaptığı paylaşımda, üniversite öğrencisi olarak adlandırdığı kadın ile üniversitenin güvenliği arasındaki çatışma yaşandığını yalanladı.

Mahcub, kadının tutuklanmasının ardından kendisinin de karakola gittiğini ve "kadının fiziksel durumunun oldukça iyi olduğunu acil servisin onayladığını" söyledi.

Mahcub, "Soruşturmalar, zihinsel sorunları nedeniyle sınıf arkadaşlarını ve öğretmenini videoya çekmeye başladığını ve onların itirazlarına maruz kaldığını gösteriyor" dedi ve ekledi:

"Öğrenciler ve güvenlik görevlileri tarafından uyarıldıktan sonra hızla avluya çıktı ve bir saygısızlık eylemi gerçekleştirdi..."

İran basınında Azad Üniversitesi'nin, "Öğrencinin ağır zihinsel ve ruhsal sorunlar yaşadığı ve bir sağlık merkezine sevk edildiği" yönünde ifadelere yer verildi.

BM ve Af Örgütü'nden 'serbest bırakılması' çağrısı

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Özel Raportörü ve Uluslararası Af Örgütü genç kadının gözaltına alınmasına tepki gösterdi.

Uluslararası Af Örgütü'nün İran şubesi, X hesabından, "İranlı yetkililer, 2 Kasım'da, İslami Azad Üniversitesi'ndeki güvenlik yetkilileri tarafından zorunlu başörtüsüne yönelik tacize karşı protesto amacıyla kıyafetlerini çıkardıktan sonra şiddetle tutuklanan bir öğrenciyi derhal ve koşulsuz olarak serbest bırakmalıdır" çağrısında bulundu.

Örgüt, "Gözaltında kendisine yönelik dayak ve cinsel şiddet iddiaları bağımsız ve tarafsız bir şekilde araştırılmalıdır" diye ekledi.

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi'nin İran Özel Raportörü Mai Sato X hesabından yaptığı açıklamada, "Bu olayı ve yetkililerin buna verdiği tepkiyi yakından takip edeceğim" dedi.

Haber, değiştirilmeden kaynağından otomatik olarak eklenmiştir - iran

                                                                 ***

(T24)


                                      


soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM +Sahaflar Çarşısı(XXX) -3 Kasım 2024-

Contemporary İstanbul 2024: Bir meta olarak sanat eseri-Fide Lale Durak-

"Kapitalizm her şeyi sığlaştırıp çürütürken sanatı da kayırmıyor. Hatta bu bağlamda sanata görev de biçiyor: lümpenliğin ve çürümenin edebiyatını, resmini, müziğini yapmak, filmlerini çekmek."

Bu sene Contemporary İstanbul (Cİ), yüksek giriş ücretiyle tartışma yarattı. Geçen senelerde de ucuz olmayan fuarın bu sene daha çok konuşulmasının nedeni herhalde birkaç ünlü ismin bunu gündem etmesi oldu. İşin sansasyon kısmını bir kenara bırakıp iyi tarafından bakacak olursak, sanatın zenginler için olmasına ve metalaşmasına dair getirilen eleştirilere sevinebiliriz. 

Öte yandan, zaten bir meta satış fuarı olduğu için Cİ’yi tartışmak anlamsız, sonuçta gerçekten de fuar zenginler için. Örneğin, mücevher satışı yapılan bir fuarın giriş fiyatının pahalılığı tartışılır mıydı? Dolayısıyla bilet fiyatları tali bir tartışma olabilir ama şunu daha iyi anlamaya ihtiyacımız var: bir meta olarak sanat, kendi tarihi boyunca sadece lüks tüketim için yapılan basit bir nesne olmadıysa bugün değişen ne? Kuyumculuktan farklı olarak ideolojisi bulunan bir alandan bahsettiğimiz için, yapılanların kültürel etkisini azımsamamamız ve karşı savını düzgün bir doğrultuda oluşturmamız gerekiyor. Sonuçta ideolojik mücadele kaçak güreşerek olmuyor.

Malum, meta ve metalaşma soyutlamalarının en gelişkin halini Marx’a borçluyuz. Bir metanın fiyatı, içinde toplumsal anlamda soyut bir emeğin gömülü olduğu, mübadele değeri ile ortaya çıkar. Bu emeğin bir kapitalist tarafından sömürüldüğü durumda, buna ek olarak bir artı değer söz konusudur ve metanın satışından kâr elde edilir, bu kâr ile de sermaye biriktirilir. Konumuz olan meta bir sanat eseri olduğunda bunu nasıl açıklayabiliriz? Sonuçta Cİ gibi fuarlarda galericiler, tacirler kâr ettiğine göre burada bir artık emek oluşmalıdır. Ama bu kadar kolay bir şekilde sanatçının sömürüldüğü söylenebilir mi? Tek başına üreten bir ressam ya da heykeltıraş düşünelim, hem üretim aracının sahibi, hem de işçisi olacağı için bu sanatçının artı değer sömürüsüne tabi olduğunu söyleyebilir miyiz?

Bu noktada, yine Marx’ın yazdıklarından ilerleyerek şöyle bir ayrıma varabiliriz. Eğer bir sanatçı, ürettiği eseri bizzat bir kişiye ya da kuruma satıyorsa, kendi hesabına meta üretip satmakta, bir başkasının sermaye biriktirmesini sağlamamakta, yani sömürülmemektedir. Bu süreçte altında çalıştırdığı işçiler yoktur ya da bir tüccar değildir, yine eseri değişime tabi olmuş bir metadır, sanatçı da basit bir meta üreticisi ve satıcısıdır. Ama eğer sanatçı, sipariş üzerine çalıştıran bir galeriye bağlı çalışmaya başlamışsa işçileşmiş demektir; ya da kendi atölyesini, başka ressamları işe alıp çalıştırdığı bir sanat fabrikasına dönüştürdüyse (Andy Warhol gibi) kendisi de bir patrona dönüşmüştür. Dolayısıyla burada mesele, üretim ilişkisinin nasıl kurulduğudur. Bir resmin fiyatının ne kadar olduğu ise sanatçının bir meta satıcısı mı yoksa ücretli bir emekçi mi olduğundan bağımsızdır. Sanatçının bu karmaşık durumuna tekrar dönmek üzere sanatın bir meta olarak kapitalist piyasada nasıl dolaştığına biraz bakalım.

                          Tam biletin 1250 lira, öğrenci biletinin 850 lira olarak belirlenmesi tartışma yarattı.

Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin hakimiyeti altında kurulan sanat piyasası yalnızca metalaşmış sanatın biçim değiştirmesine sebep olmadı; aynı zamanda ideolojik olarak da sistemin yeniden üretilmesi için kullanılan güçlü bir araç haline geldi. 1968 yılında New York’ta yapılan bir konferansta, postmodernizmin sanat alanındaki kurucularından sayabileceğimiz sanat tarihçi Leo Steinberg şöyle demişti:

“Son zamanlarda Amerikanlaştırılan avangard sanat, ilk kez büyük paralarla temas kuruyor. […] Bugün sıradışı modernizm deyince, ‘sermaye kazancı getiren spekülatif hisse senedi’ni; görünür kalite deyince ‘piyasa cazibesini’, beğeninin ters yönde değişmesi deyince ‘teknolojik eskimeyi’ anlayabiliriz. […] Sanat artık bizim bildiğimiz sanat değil; en geniş anlamında sanat, nakit para demek. […] Bir on yıl daha geçsin, banka kasalarında resim biçimindeki teminatlara dayanan yatırım fonlarının saklandığını göreceğiz.”1

İnsanın aklına iki banka kasası arasında el değiştirirken ortadan kaybolan Osman Hamdi’nin resmi geliyor.  Metaforik bir imge olarak değil, gerçekten banka kasasında saklanan bir resimdi “Mihrap”. Steinberg’e dönersek, erken bir dönemde gidişata dair önemli şeyler söylemiş olabilir ama sonuçta bir kâhin değildi. Mesele kapitalizmin ilerleyişi ya da işleyişi ile paralellik taşıdığı için aslında bir piyasa gelişimini öngörüyordu.

Sanat ürünleri kabaca iki piyasada işlem görüyor. Bunlar, sanatçılarla sözleşmelerin yapıldığı, kendi içinde hukuku ve kontrol mekanizması olan galericilik ve kısmi kontrolün uygulandığı müzayedecilik olarak sıralanabilir. Contemporary İstanbul, birinci piyasanın içine yerleşiyor ve sanat galericilerinin çeşitli sanatçılardan topladıkları eserleri alıcısıyla buluşturduğu ticari bir fuar olarak, kendi içinde “karşılaştırılabilir meta”ları sunuyor. Çoğu zaman sanatçılarla gizli sözleşmelerin yapıldığı (çünkü satıştan verilecek yüzdeler sanatçıdan sanatçıya göre farklı olabiliyor) bu ticari galeriler, “prestijli” satışlarla hem piyasanın kurallarının devamlılığını sağlıyor hem de sanatçıya bir “kariyer” çiziyor. Sonuçta belli koleksiyonların parçası haline gelen sanatçı için kariyerine faydalı olan bir satış gerçekleşiyor. Bu tip ilişkilerde sanatçıların üretmesi gereken biçim ya da içeriğin galeriler tarafından söylendiği, müşterinin beğeneceği ya da daha kolay satılacak dekoratif ürünlere doğru yönlendirme yapıldığı da oluyor. Böyle durumlarda hem sanatçının emeğinin içeriği belirleniyor hem de bir nevi “sipariş” gibi görünen bu yönlendirmeler, çoğu zaman kitch’ten öteye gidemeyen piyasanın hâkim estetiğini oluşturuyor.

Müzayede piyasası ise daha serbest hareket ediyor. Neredeyse tek kontrol noktası, eserin minimum tutarını belirlemek olan müzayedelerde üst sınır limiti yok. Eserin fiyatını teklif veren zenginin ne kadar harcamak istediği belirliyor. Doğal olarak bu ikinci piyasa, sanat tacirlerinin hileli fiyat sabitleme, yükseltme gibi manipülasyonlarına daha açık ve birinci piyasa olarak belirttiğimiz galericiler de burada aktifler. 

                                Etkinliğin 19.'suna 14 ülkeden 53 galeri ve 8 sanat grubu katıldı.

Bu iki piyasa döngüsüne bir de sanat ürününün biricikliği fenomenini eklemeliyiz. Kapitalizmdeki arz-talep ilişkisi, söz konusu meta sanat ürünü olduğunda, herhangi bir metada olduğu gibi işlemiyor. Sonuçta alınan resim ya da heykel çoğu zaman “biricik”, üstelik çoğaltılabilir yöntemlerle yapılmış eserlerde dahi biriciklikten tamamen uzaklaşma söz konusu değil. Her ne kadar fuarlar bir “karşılaştırma” ortamı sunuyor olsa da fiyatlar bu yolla belirlenmiyor. Fiyat üst limiti neredeyse sınırsız hale gelince, belirlenmesi de reklamcılığın işine dönüşüyor ve bu amaçla sanatta modalar oluşturuluyor. Moda olan ise bazen enstalasyon ya da kavramsal sanat, bazen de soyut resim olabiliyor.

Ancak sanat piyasasının kapitalizm içi izole bir işleyişi olduğunu düşünmek de yanlış olur. Buna sanat piyasasında dalgalanmaların yaşandığı 1980’lerden örnek verebiliriz. ABD, Japonya gibi büyüme halindeki ekonomilerde, o yıllarda çok yüksek fiyatlara bolca resim alım-satımı yapılmıştı. Ama söz konusu sanat eserlerinin çoğunun rüşvetleri aklamak için kullanıldığı ortaya çıktığında sanat piyasasındaki fiyatlar da kısa sürede çakılmıştı.2 Milyonlarca dolara resim satan bir sanatçının eserleri bir anda neredeyse değersiz hale gelmiş ve genel olarak sanat eserlerinin fiyatları düşmüştü. Borsaya ne kadar da benziyor değil mi? O zamanlarda kripto para ya da NFT yoktu, şimdi bu açıdan seçenekler de çoğaldı.  

Bu iki piyasa döngüsünün arasında yer alan, tek başına piyasa diyemeyeceğimiz ama özellikle 1970’ler itibariyle büyümeye başlayan bir üçüncü katmanı da ekleyelim: koleksiyonerler. Sanat taciri olan bu koleksiyoncular, genellikle müzayedelerden, galerilerden, başka koleksiyonerlerden ya da direk sanatçısından, hatta özellikle düşük fiyatlar dayatabilecekleri için yeni mezun sanatçılardan eserler toplarlar. Uluslararası üne sahip Charles Saatchi gibi isimler bu işin erbabıdır. Şirket sahibi burjuvaların sanat koleksiyonu ile amaçları özünde spekülasyondur. Bu katmana bir de hemen yanına koyabileceğimiz şirket koleksiyonerliğini de ekleyelim. Genellikle dekoratif eserleri tercih eden şirketler için satın alımları marka imajı ile uyumlu yapılır ve nihai hedef şirketin değerini yükseltmektir. Tartışmalı olabilecek politik içerikte ya da “çirkin” eserler şirketlerce alınmaz. Sonuçta bu şirketlerin satın aldıkları resimleri ofislerin duvarına asmaktaki amaçları ziyaretçilerin ve daha önemlisi bu ofislerde çalışacak beyaz yakalı işçilerin gözünde şirketin prestijini yükseltmek, “kurum kültürünü” güçlendirmektir.

Contemporary İstanbul bu yıl Haliç kıyısındaki Rixos Tersane Otel'de yapıldı. Geçtiğimiz aylarda açılan otelin sahibi AKP'ye yakın isimlerden Fettah Tamince. Türkiye Gemi Sanayi AŞ'ye ait alan yap-işlet-devret modeliyle 49 yıllığına Tamince'ye kiralandı.

Bu tartışmalarda sanatın niteliğine hiç yer olmadığı gözlerden kaçmamış olsa gerek. Kapitalizm her şeyi sığlaştırıp çürütürken sanatı da kayırmıyor. Hatta bu bağlamda sanata görev de biçiyor: lümpenliğin ve çürümenin edebiyatını, resmini, müziğini yapmak, filmlerini çekmek. Bu ideolojik görevler sanatçılara “okudum, anladım” diye bir kâğıda imza atmasıyla verilmiyor. Zaten üretimi piyasa belirleniminde olan sanatçı için kendisine verilen kabı doldurması yeterli. 

Ancak şu soru ortada kalmış oluyor: Piyasanın köşeye sıkıştırdığı sanatçı ne yapsın? 

Yazının başında belirttiğimiz, kapitalist ile sanat emekçisi arasındaki ilişki, tek başına taşınabilecek bir yük değil. Sanatçı, bir basit meta üreticisi olarak kalmayı kabul edip, kapitalizmin içinde herhangi bir taciri güzellemeden, koleksiyonere övgü düzmeden de, bunun yaratacağı zorlukları kişisel olarak göğüsleyerek kuşkusuz yaşayabilir, ama bu yeterli olmayacaktır. Sanatı meta olmaktan çıkartmak dışında gerçek bir çözüm bulunmuyor. Bu ise, kapitalizmden başka bir toplumsal düzen kurarak mümkün.

Dolayısıyla herkes gibi sanatçı da örgütlenmeli.

  • 1.Aktaran Julian Stallabrass, Sanat A.Ş. Çağdaş Sanat ve Bienaller, Çev: Esin Soğancılar, İstanbul: İletişim Yayınları, 2009, s.93
  • 2.Stallabrass, s. 103
                                                                       /././
Gericilik ve piyasacılık kıskacında sanat: Kirli ittifakın son hedefi devlet konservatuvarları-Can Esinti/soL Serbest kürsü-

"Kendinden ve cebinden başkasını düşünmeyen bu ikiyüzlüler Cumhuriyetin değerli birikimlerini barındıran sanat kurumlarını nasıl böylesine yağmalayacak cüreti takınabilirler?"

Türkiye’de sanatın kendini gösterdiği her alan uzun yıllardır iktidarın gerici baskısı ve yağması altında. Her karışı günden güne talan edilen sanat kurumları Türkçülük ve Batıcılık arasında gidip gelen bir vizyon karmaşası içerisinde. 

Daha geçtiğimiz günlerde bu karmaşaya yeni bir skandal daha eklendi. Göreve geldiğinden bu yana Batıcılığından ve piyasacılığından ödün vermeyen Devlet Opera ve Balesi Müdürü Tan Sağtürk, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’yi makamında ziyaret ederek kendisinden medet uman liberal sol kesimi hayal kırıklığına uğratmış olsa gerek ki bu paylaşım epey tepki aldı. 

Tan Sağtürk, göreve ilk geldiğinde toplumun laik duyarlılığı yüksek kesimlerinde bir heyecan yaratmışsa da, bu heyecan bir avuntudan ötesini yansıtmıyordu. Ne de olsa Tan Sağtürk, kendi adını verdiği özel sanat okulu olan Tan Sağtürk Akademi’nin sahibi. Hem de bu özel okulun 9 şubesi var! Devletteki müdürlük unvanıyla da kendi özel okulunun reklamını epey yapıyor olsa gerek. 25 yıllık sanat hayatının sadece 3 yılını Devlet Opera ve Balesi’nde geçiren bu ismin, zamanında balenin spor olduğuna yönelik söylemleri desteklediği de unutulmamalıdır. 

Gelelim o paylaşımın altındaki yazıya:

“MHP Genel Başkanı sayın Devlet Bahçeli bizleri makamında kabul etti. Nazik davetleri için teşekkür ederim. Sanatın ve kültürün önemini vurgulayan bu görüşme, sanat alanındaki iş birliklerinin güçlenmesine katkı sağlayacaktır. Sayın Bahçeli’nin sanata olan duyarlılığı ve destekleri, ülkemiz kültür hayatına büyük değer katmaktadır.”

Öncelikle Devlet Bahçeli kimdir ve Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü tarafından ziyaret edilmesi için hangi niteliksel gerekçeye sahiptir sorularını sormadan geçemeyiz. Özel sanat okulları olan piyasacı bir müdürle ırkçı zihniyete sahip Devlet Bahçeli arasındaki görüşme bahsedildiği gibi “sanatın ve kültürün önemini” ne denli vurgulamıştır? Bu iki karakter arasındaki görüşme bahsedildiği gibi “sanat alanındaki iş birliklerinin güçlenmesine” ne denli katkı sağlayabilir? Devlet Bahçeli sanata nasıl duyarlı ve destekçi olabilir? Aydınlara saldırmak ve mafyayla iş tutmak mıdır sanata duyarlılık ve destekçilik? 

Gerici iktidarın bu gerici müdahalesi tabii ki Devlet Konservatuvarlarına da oldu, olmaya da devam ediyor. Yaklaşık 5 yıldır birçok Devlet Konservatuvarı, sırayla farklı bölgelere, farklı binalara taşınıyor. Bu taşınmalar depreme dayanıklılık gibi gerekçeler gösterilerek yapılıyor. Binaların taşınması elbet birilerine rant kapılarını aralıyor. Bu binalar hem konservatuvarların kültürel belleğini yok ediyor, hem de yetersiz derslikler ve pratik eğitimle uyumsuz koşullar nitelikli eğitimi engelliyor. İçerisinde sahne bulunmayan sahne sanatları anasanat dalları, yapısal yetersizlik sebebiyle yıllarca açılmayan seçmeli dersler bunlara örnek.

Buna son olarak Adnan Menderes Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nın boşaltılıyor olması eklendi. Zaten 2021 yılında farklı binaya taşınmış olan konservatuvarın bu sefer de bulundukları binaya belediyenin otel ve müze açma projesi sebebiyle taşınması isteniyor. 

                              Elektriği kesilmiş dersliklerde çalışan konservatuvar öğrencileri

Türkiye’nin en köklü konservatuvarlarından olan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda da geçtiğimiz günlerde yeterli sınıf olmadığı gerekçesiyle yerleşke bahçesine konteynerler yerleştirildi. Öğrencilerin soğuk, nemli ve bireysel çalışmalarını gerçekleştirecek koşullara uygun olmayan ortamda çalışmasına göz yumuldu! 
İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı ve İzmir Devlet Konservatuvarı da şu 5 yıl içerisinde anlamsız noktalara ve yetersiz binalara taşınan köklü konservatuvarlardan. 

                                    MSGSÜ Devlet Konservatuvarına yerleştirilen konteyner derslikler

Tüm bunların sebebi için elbette olasılığı yüksek olan farklı şeyler konuşulabilir. Rant için yapıyorlar da diyebiliriz, gericiler sanata saldırıyor da diyebiliriz. Ancak bu bağlamda unutulmaması gereken şey şu ki konu sömürü, yağma ve talan olunca gericilerin en büyük dostu sermaye, sermayenin en büyük dostu gericiler. Bu ikisi birbirinden ayrılamaz bir birliktelikte. Tıpkı “ilerici” olarak görülen Tan Sağtürk ile Devlet Bahçeli’nin birlikteliği gibi. Tıpkı “aydınlıkçı” görülen CHP’nin Kuşadası Belediye Başkanının, Konservatuvarın bulunduğu yapıya otel ve müze açmak için öğrencileri yerinden ettiği, hatta haftalardır, aktif ders işlenen binanın elektriklerini kestiği gibi... 

Sadece dinci gericiler değil, dinci gericilerin hizmet ettiği kapitalizm de çağımızın en karanlık olgusudur. 

Ancak sadece sebep üretmek de yetmez, sormak gerekir. Bu insanlar sanata saldıracak cüreti nasıl bulurlar? Kendinden ve mutlak cebinden başkasını düşünmeyen bu ikiyüzlüler Cumhuriyetin değerli birikimlerini de barındıran sanat kurumlarını nasıl böylesine yağmalayacak cüreti takınabilirler?

Çünkü sanat örgütsüz, sanatçı örgütsüz. Her fırsatta konservatuvar öğrencilerine ve sanatçıya dikte edilen ve benimsetilen “sanatçının siyasetle işi olmaz” söylemleri sebebiyle örgütsüz. 

En çok bakmamız gereken yerde dünyaya gözlerimizi kapatmamız öğretildi. Sindirildik. Sermayeye uşaklık etmek, halkın sorunlarını gözetmekten daha cazip gelir oldu. Öğrenciye toplumcu, aydın bir sanatçı olmayı anlatmaktansa yurtdışına gitme yolları öğretildi. Türkiye’de bu işin yapılamayacağı, en iyisi bu topraklardan kaçıp gitmenin gerektiği anlatıldı ve sonucunda örgütsüz, apolitik sanatçı kimliği baş gösterdi. 

Sanatçı örgütsüz oldukça sanata her türlü müdahalenin yapılması, cumhuriyetçi birikimlerin tasfiyesi kaçınılmazdır. Sanatçı ve hatta öğrenci örgütsüz oldukça daha birçok okulu kapatırlar. Burjuvazinin işine yaramadığı anda Devlet Tiyatroları ve Devlet Opera ve Balesi müdürlüklerini dahi kapatırlar.

Her şeyden önce sanatçı, sermayeye soytarılık etmekten vazgeçmeli. Sanatçı eğer gerçek anlamıyla sanata hizmet etmek istiyorsa, örgütlenmeli. Sanatını tüm örgütlülüğüyle topluma ulaştırmalı. Çünkü aydınlık yarınların örgütlenmekten başka çaresi yok.

Serbest Kürsü'de, soL'a dışarıdan iletilen katkılar arasından tartışmaya değer içerikte görülen ancak soL'un yayın çizgisini bağlamayan yazılar yayımlanır.

                                                                 /././

Korkma, yanımda kal-Asaf Güven Aksel-

“Şimdi kaybedecek bir günümüz yok, sonra oynarsın, boşuna değildi” dedi Nimet Teyze, göğsünde Ayhan’ı sallarken. Yoksa, TKP mi dedi bunu?

Henüz on yıl geçmişti, “az zamanda yapılan çok ve büyük işler”in en başına yazılan Cumhuriyet’in ilanının üzerinden, o ünlü söylev verilirken. Ve başarı vaatlerinde hiç yanılmadığını söyleyen Mustafa Kemal’in, “ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük bayramı daha büyük şereflerle, saadetlerle huzur ve refah içinde kutlama” dileğinin bile bir daha yerine gelemeyeceğini, o gün o coşkulu meydandaki kimse düşünemezdi. 

Tarih, temennilere kulak asmaz. Nitekim, klişe deyimle bütün devrimci barutunu burjuva sınıf niteliğinin kaçınılmazlığında tüketirken, sola karşı ördüğü kabuğun, genişledikçe elini kolunu  bağladığı, soluk borusunu tıkadığı cumhuriyet, günden güne, sermayenin, emperyalizmin, gericiliğin aralıksız kemirdiği en temel niteliklerini yitire yitire,  101’inci yıla vardığında, uzanan dalları budanmış bir kökten ibaretti. Bu kök, az şey değildi ve çöken uğursuz karanlıktan çıkışın önemli bir manivelasıydı kuşkusuz, ama kim toprağını havalandırıp, can suyunu verecekti ki, hayata dönsün… Tekmil budayıcılar mı?

Böyle böyle, “nerede tören bolsa, orada içerik azdır” sözüne bile razı olunan bir yıldönümü geçti gitti. O geçip giderken, Bahçeli’nin “uzattığı el” daha havadaydı ki, “Yeni Kürt açılımı” analizleri yükseliyordu ki, hatta Ufuk Uras’ın gül yüzü yeniden ekranlardaydı ki, CHP’li Esenyurt Belediyesi’nin başkanı tutuklandı, yönetimine kayyum atandı ve İstanbul da bu uygulamayla tanışmış oldu. “Yeni Açılım”, yok “gafil avlama”ydı, yok “Anayasa pazarlığı”ydı, yok İmamoğlu’na “bir gece ansızın” şarkısıydı, yok CHP’ye “sıtma ikramı”ydı, yok Bahçeli’ye “az höst”tü, daha nice değerlendirmeler gırla gitti hafta boyu. “Ülen mitingi hangi köşede yapsak” diye dört dönen CHP’nin yanında arz-ı endam etmeyen TKP’ye pek kızdı “gerçekçi, güç denge”ci sözde sol. 

Bunlar kamuoyunun gündemine paldır küldür girerken, cemaat yurtlarında çocuk istismarları, şiddet sürüyordu. Kadınlar sokak ortasında, gözler önünde, fütursuzca öldürülüyordu. Açlık sınırının altında bir gelirle canlı kalma uğraşındakiler, işsizlikle “terbiye” yetmiyor, iş cinayetlerinde ölüyordu. Emeklilere açık açık “ölün de masraf açmayın” deniliyordu. Bebek hayatı metalaşıyor, çocuklar kayboluyor, her gün birkaçının cansız bedeni üzerine lanetli bir sır perdesi, gazete üçüncü sayfası gibi örtülüyordu.

Örtülen üçüncü sayfanın altına sinmiş holdingler, yerin göğün, ağacın suyun, emeğin insanın, toprağın kamu malının, kendilerine açık büfe sunulmasını kibarca kabul ediyor, bu yağma sofrasında hapur hupur tıkınan “efendiler”, ücretlilerin ve esnafın “vergiler cehennemi”nde zebani muaflığının keyfini sürüyordu. “Alman usulü” bile yoktu, masanın hesabını halk ödüyordu.

Holdingler halkın sırtından keyif sürerken, suç ortakları, ticaret ehilleri de ihmal edilmiyor, tarikatlara, vakıflara, cemaatlere, mafyaya devletin bütün toplumsal sirayet kurumları üleştiriliyor, “yurt sathı”nda cirit atmalarının önünde hiçbir engel bırakılmıyordu.

Ve Cumhuriyet, diyorduk, erdi 101 yaşınaaa… İlelebet… Payidar… Kolonya buyurun…

İçiniz daralmasın. Bunları ve çok daha fazlasını biliyor, yaşıyorsunuz, bu fuzuli döküm çok gereksiz ve yetersizdir, biliyorum. “Bir jölemsi bataklık”tan soluk soluğa çıkmaya uğraşıyoruz demiştim, durmadan kıvamı artıyor da olabilir...

Ama bir şey söyleyeyim. Tesadüfen, ailesinin kayıp ihbarıyla başvurulan programda, tanıkların anlatımında görmüştüm Şirin Elmas Hanilçi’ni. Ertesi gün “sadece altı kez bahar görmüş” bedeni cansız bulundu. Kıvam artıyordu, evet… Günle değil saatle ölçülür bir hızla… Ama bir şey söyleyeyim. Bu ülkede TKP var, hani “böyle bir parti var” denilmişti ya bir zaman, işte öyle.

Şirin’in bedeni bulunduğunda, “bir günümüz daha yok! Çocuklarımızı koruyamayan, kadınların katledildiği, gençlerin umutlarını yitirdiği bir Türkiye'de bu düzeni yıkmak için kaybedecek bir günümüz daha yok. Çocukları yaşatacağız. Umutla, güvenle, mutlulukla yaşayacaklar. Bu düzen değişecek!” dedi o parti. Dinsel mesel değildir, herhangi bir kıyıda kurdun kaptığı bir kuzunun sorumluluğunu duymak. Sınıf duruşu, emekçi erdemidir. O yüzden, “kaybedecek bir günümüz daha yok!” denilmişse, bu ciddidir. Umudun, güvenin, mutluluğun safında, derhal ve gereğince mevzilenmede tereddüt, yeni cinayetlerdir, soygunlardır, kötülüklerdir. Kıvam koyulaşmasıdır.

Ama bir şey söyleyeyim…

                                                           * * *

üstüme bir silah doğruldu sandım / rüzgâr beline dolandığında bir dalın / korktum, güldüm, kendime kızdım / bugün de ölmedim anne…

Bilmediğiniz bir telefon numarası ulaştırılır bir gün size, tanımadığınız bir isme iliştirilmiştir. Bir başka telefon numarası için aracı olacağı notu vardır iletenin. Hiç unutamadığınız bir isme bağlayacaktır sizi.

Tam 45 yıl önce, ağıtları delip geçen bir suskunluğun ortasında, bomboş iki kolundan göğsünde salıncak kurmuş, incitmekten korktuğu bebeğini uyuturcasına aralıksız sallanırken; uzaklara, çok uzaklara diktiği, hiç kırpmadığı gözlerinden yaşlar inerken zihninize kazınacak olan, elinizden başka hiçbir şey gelmediği için, ürkütücü bir çaresizlikle sadece omzuna sarılabildiğiniz kadına bağlayacaktır vereceği birkaç rakam. 

Tam 40 yıl önce, elini öpüp başınıza koyduğunuz, “hayır duasını” aldığınız, bir bilinmeze uzanan yolu aksayarak adımlamaya başladığınızda arkanızdan bakakalan, gittikçe küçülen, kımıltısız bir kadına…

insan neler duyar anladım o zaman / can alıp başını bedenden / alıp başını giderken…

Yolculuğunuzun vardığınız noktada başlayacağını bilemezsiniz, uzun uzun dönemezsiniz, gittikçe küçülen nice siluet arasında, ince bir sızının belli belirsizliğinde, o, oğulları eksilmiş kadın da vardır.  

bana böylesi garip duygular / bilmem niye gelir, nereye gider? / döndüm işte; acı, yüreğimden beynime sızar / bugün de ölmedim anne…

Tam 35 yıl önce, eşiğinde bir eli öpüp başınıza koyduğunuz kapıyı bulamazsınız. Muhtelif rivayetlerle kaybolursunuz, kaybedersiniz. Sonra hayat alır götürür sizi, unutamadığınız her şeyi o ince sızıyla gömer içinize, yürürsünüz. Küçülür gittikçe bakakalanlar, yürürsünüz… Öyle olmalıdır, öyle olur…

bir kitaba başlar gibi / koşarken yavaşlar gibi / ölen arkadaşlar gibi / sessiz, sitemsiz…

Tanımlanan belirtileri tutuyor tümüyle, ama verilen bütün isimler uydurma gibi geliyor, bilimsel değil de yakıştırma sanki, gene de kullanırsam, çevirmeli telefon günlerinden beri “telefobi”m var. Kaynağını kestirsem de, bunu ve bağlandığı “sosyal endişe” silsilesini açıklayamadığım ya da bana yakıştıramayan bütün yakınlarım bu yüzden sitem ederler hep. “Bir kere de aç şunu…”

Tam 35 yıl sonra, şakaklarımdaki ter bu anksiyeteden değildi, elimdeki telefona gözümü diktiğimde.

Yoğun kıvamlı bir bataklığa gömülürken, bir kamış marifetiyle soluk alınır ya fantezilerde. Şakaklarımda ter, 11 rakamlı bir kamış heyecanı. 

– Alo, Nimet Teyze, Asaf ben, nasılsın?

bir siyah beyaz fotoğrafta pus gibiyiz / belki biraz önce birini kaybetmişiz / siz hiç eksilmediniz mi, biz çok eksildik / korkma yanımda kal, şarkılar gibi...

Annem imzalı notlarına güler gibi “alo” dedi sanki. Hasan Kızılkaya yoldaş doğrulup “alo” dedi. Babam çocuk elimden tuttu, “alo, sarımsak kafalı” dedi sanki. Sait Faik’in “müthiş bir tren”i gürüldeyerek geçti kıyısından baktığım tüneli.

– Alo, Asaf, yavrum?

Ayhan Hınçal, 45 yıl sonra “alo” dedi sanki. Biliyordu, hal sormadı, hatır sordu. Biliyordum, hal sormadım, hatır sordum.

Bir kapı eşiğinde durdum, el öptüm, başa koydum. Gitmedim, aksadım, korkmadım, Şarkılar gibi.

Ama bir şey söyleyeyim… Ben, Yazılama sayesinde Nimet Teyze’ye 35 yıllık seslendim, 45 yıllık bir ses duydum. Müteşekkirim.  Ne mi konuştuk? Haha, sadece “beni kim alır Nimet Teyze” deyince, “niye be, sen ne güzel, ne akıllı çocuktun” dediğini bilin. Öbür sıfatları boşverin, “çocuk” dedi bana Ayhan’ın annesi.

Vınn, dedi bir topaç. Bir mermiyi misketle parçaladım. Ayhan topuğunu yamuk bastı. Hasan’ın gülüşü ne güzel. Bir tren geçti. Annem, el etti. Kıvam seyreldi.

“Şimdi kaybedecek bir günümüz yok, sonra oynarsın, boşuna değildi” dedi Nimet Teyze, göğsünde Ayhan’ı sallarken. Şarkılar gibi…

Yoksa, TKP mi dedi bunu? Ne fark eder? Anne? 

bu deniz neden kırmızı, kimse bilmiyor / kimse sormuyor, neden siyah sus gibiyiz / belki biraz önce birini kaybetmişiz /bir hikâye bitmiş ansızın, ölüm başlamış / korkma yanımda kal, şarkılar gibi…                             /././

Hatay Büyükşehir Belediyesi köprüyü tamir etti ama Davut yıldızını unuttu-Özkan Öztaş-

Hatay'da zaman içinde zarar gören ve tahrip olan köprü tamir edildi ancak kent sembolündeki Davut yıldızı unutuldu. Belediye yetkilisi "Sehven yapıldı, telafi edeceğiz" dedi.

Hatay'da zaman içinde zarar gören bir köprüde yer alan Hatay sembolü olan tabela tamir edilirken, semboldeki Davut yıldızı unutuldu.

Yurttaşlar olaya tepki gösterip sembolün orijinal halinin takılmasını talep ederken, yaşanan durum "Belediye İsrail'e olan tepkisini bize mi gösteriyor" yorumlarına neden oldu. 

Yıllardır kullanılan bir sembol

Hatay, ev sahipliği yaptığı diller ve dinler ile Türkiye'de özel şehirlerden bir tanesi. Kentte hem Müslümanlar, hem Hıristiyanlar hem de Yahudiler aynı anda yaşıyor ve kamusal mekanları birlikte kullanıyor.

Ermeni ve Arap Hıristiyanların yanı sıra Süryaniler, Arap Alevileri ve Sünni Müslümanlar ile birlikte Yahudi Cemaati kentte kültürel iklimi oluşturan unsurlar arasında yer alıyor. Bu durum nedeniyle de kentin birçok simgesinde bu üç inanışa ait semboller yer alıyor.

'Belediye köprüyü onardı Davut yıldızını unuttu' 

Hatay'da Antakya-İskenderun yolu üzerinde çevre yolu olarak bilinen alanda, Hatay Valiliği'ni geçtikten hemen sonra bulunan köprüde tadilat çalışmaları sırasında yeniden düzenlenen sembolde Davut Yıldızı'na yer verilmedi. 

Eski görüntüsünde tahrip olmuş haliyle Davut yıldızı fark edilirken yeniden yapılan köprünün onarılan sembolünde Davut Yıldızı yerine "A harfi" yer aldı. 

Konuya dair sosyal medyada tepki gösteren Hataylı yurttaşlar, "Belediye İsrail'e olan öfkesini Hataylılardan mı çıkarıyor?" diye sordu. 

Belediyeden açıklama: 'Sehven yapılmış telafi edeceğiz'

Yaşanan gelişmeyi Hatay Büyükşehir Belediyesi yetkililerine sorduk. Yetkililer yenileme çalışması sırasında "Davut Yıldızı'nın unutulduğunu" söyledi. 

Belediye yetkilisi soL'a yaptığı açıklamada durumun telafi edileceğini, köprüdeki sembolün yeniden yapılacağını, bir kasıt olmadığını ifade etti.

Hatay'ın depremden sonra kültürel dokusunun korunup korunamayacağı bir tartışma ve endişe konusu. Tarihi kent merkezinde depremden sonra ağır hasar alan özgün dokusu, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın zaman içinde alanda yürüttüğü toplu yıkım ve moloz taşıma uygulaması sonucunda yüzde 35 düzeyinde kayıp verdiği tahmin ediliyor. Dolayısıyla bu benzeri ihmaller Hataylı yurttaşların kentin kültürel ve tarihi dokusunun korunması konusundaki kaygılarını da arttırıyor. 

                                                               /././

Sahaflar Çarşısı(XXX) - Faşizme ve sömürüye karşı direnen bir eser: Fontamara -Özkan Öztaş-

Sahaflar Çarşısı'nın bu haftaki buluşmasında Ignazio Silone’nin kaleminden İtalya'daki Fontamara köylülerinin yaşadığı baskıyı ve insanlığın boyun eğmeyen öyküsünü konuşuyoruz.

Asıl adı Secondino Tranquilli olan Ignazio Silone takma adıyla eserlerini yayınlayan yazar İtalya'da faşizmin yükselişine tanık olmuş ve bu dönem bir kardeşini zindanda eşini ise bir ayaklanma sırasında kaybetmiştir. İtalya'da Mussolini dönemindeki yoksul köylüleri anlatan yazarın kalemindeki en önemli şey belki de faşizmin ihtiyaç duyduğu insan malzemesindeki küçük detayları.

Yusuf Şaylan bu kitabı önermesindeki bir nedenin bu olduğunu söylüyor. Diğer detay ise kitabı Türkçeye kazandıran kişinin Sabahattin Ali olması. 

"Buna detay demek bile hafif kalır. Sabahattin Ali bir kitabı çevirdiyse vardır bunda bir iş diye bakarım ben" diyor söze başlarken. Sabahattin Ali'nin Almanca'dan Türkçeye çevirdiği Ignazio Silone'nin Türkçe'de Ekmek ve Şarap adında çevrilmiş bir kitabı daha var.

Sabahattin Ali'nin cıvıl cıvıl gözlerinden faşizme bakmak

Ignazio Silone’nin İtalya'nın güneyindeki bir köy olan Fontamara'daki insanları anlattığı eseri Sabahattin Ali’nin 1943’te Akba Kitabevi tarafından yayınlanan basımıyla Kor Yayınları tarafından okuyucuya ulaştırılmış. Sabahattin Ali çevirisinde yer almayan kısımlar ise Tonguç Ok tarafından İtalyanca baskısındaki haliyle karşılaştırarak eklenmiş. Yani elimizde çeviri açısından titiz çalışılmış bir eser var.

Kitabın 1995 yılındaki üçüncü baskısında bir de Can Yücel tarafından yazılan ön söz yer alıyor. 

Faşizmi bizlere sergilemek için Sabahattin Bey’in cıvıl cıvıl gözleriyle, sekmez sezgisiyle seçtiği bu kitap, zaten mütegallibe sultası altında inleyen bir köylülüğün faşizmden de nasibini alınca nasıl direnç bilincini devşirdiğini anlatır. Sabahattin Bey örnek bir çeviri çıkarmıştır ortaya, her yapıtında olduğu gibi Fontamara’da da tam bir usta vardır önümüzde. Ey sevgili usta, toprağın memleket topraklarınca bol olsun…” diyor Can Yücel

Yusuf Şaylan bu detayı aktardıktan sonra "Bendeki bir detayı da Yusuf Ziya Bahadınlı'dır. Bahadınlı öğrenciyken bu eser okul kütüphanesinde varmış. Kütüphane sorumlusu kitabı önerince alıp okumuş. Yusuf Ziya'yı en çok etkileyen kitaplardan biri olmuş zaman içinde. Daha önce Yusuf Ziya'yı konuştuğumuz Sahaflar Çarşısı söyleşimizde de kısaca bir değinmiştik o dönemlere. Özellikle Türkiye gibi bir dönem köylü nüfusu fazla olan bir memlekette çok okunmuş bu kitap. Çok tartışılmış. El kitabı derler ya hani. İşte öyle. Elden ele geçmiş kitap" diye ekliyor. 

Sırası prensin köpeğinden sonra gelen İtalyanlar ve yazarın ihaneti

"Köylüler her yerde aynı" diyor Yusuf Şaylan. "Balzac'ın romanlarındaki köylüler de aynı, Yozgat'taki köylüler de. Ha İtalya ha Türkiye. Bir şey değişmiyor. Yani mevzu bahis üretim araçları ve onların insanlar üzerinde yarattığı etki olunca hikaye her yerde birbirine benziyor biraz" diye ekliyor. 

Çayından bir yudum alırken kitaptaki karakterlere değiniyor. 

"Biliyor musun? Çok benziyor. Mesela Fontamara'yı okurken biraz Sabahattin Ali tadı alıyorsun. Bazı mizahi ögeler tıpkı Aziz Nesin'lik hikayeler. Ve sonra yoksul İtalyan köylüleri... Hani Nâzım Anadolu'daki yoksul köylü kadınlardan bahsederken 'Soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelir' der ya. Bak işte İtalya'da da böyle. 

Yazar 29. sayfada kentten gelen biriyle sohbet ederken aralarında şöyle bir diyalog geçiyor. 

Mertebesi herkesten büyük, ahiretin sahibi Allah'tır.

Sonra, dünyanın sahibi Prens Torlonfa gelir. Sonra, Prens Torlonia'nın muhafızları gelir. Sonra, Prens Torlonia'nın muhafızlarının köpekleri gelir.

Sonra hiçbir şey gelmez. Sonra yine hiçbir şey  gelmez. Sonra, bir kere daha hiçbir şey gelmez.

Sonra da köylüler gelir... İşte bu kadar!

Şehirli büsbütün kızıp kudurarak sordu: 'Peki, hükumet?... Hükumeti nereye koyuyorsun?'

Pontius Pilatus söze karışıp izah etti: 'Hükumet bazan üçüncü, dördüncü mertebededir. Ünifor­masına göre... Yani maaşına göre... Dördüncü mertebe, kö­peklerin mertebesi, fevkalade kalabalıktır!'"

Söz buraya geldiğinde gözlerimin içine bakıyor Yusuf Şaylan. "Karakterleri çok iyi inşa etmiş yazar. Burjuvaları, onların yalakası olan dalkavukları, dolandırıcıları, din adamları, olmazsa olmaz bir inşaat müteahhiti ve sonra faşistlerin şakşakçısı olan kişiliksizleri. Bu roman özellikle o insan malzemesi açısından zengin imgelerle dolu" diyor. 

"Çünkü yazar belli açılardan içerden anlatıyor diyebiliriz" cümlesiyle devam ediyor Yusuf Şaylan.

"Yazarın yıllar sonra bir ajan olduğu ortaya çıktı. Hatta faşistlere ve Mussolini'ye muhbirlik yaptığı belgelendi. Aradan geçen yıllardan sonra ortaya çıkan belgelerde aralarında Fontamara'nın yazar olan Ignazio Silone'nin de olduğu birçok yazarın CIA fonlarıyla beslendikleri ve kalemlerini bunun için sivrilttikleri anlaşıldı. Belli açılardan bu durum kitabın değerini azaltmıyor ama bu ayrımdan bahsetmeden de geçmeyelim".

Yusuf Şaylan ile birlikte geçtiğimiz ay gerçekleştirdiğimiz Konya'daki bir köy okulu ziyaretinden. Şaylan okul kütüphanesine kazandırdığımız kitapları öğrencilere tanıtırken.

Aynalar labirenti veyahut korkunun korkusu

"İnsan okurken aklının bir köşesinde insanlık nasıl katlanır böyle bir saçmalığa sorusu geliyor" diyor Yusuf Şaylan. Ve ekliyor, "Bu kadarı da olmaz diyor insan. Sorun biraz da orada başlıyor. Bu kadarı da olmaz tepkisi çok edilgen, çok bireysel. Bu kadarı da olmaz diyen bir insan ne kadarına razı geleceğinin arayışındadır çünkü biraz da. Evet, bu kadarı olmaz sahiden. Ama ne kadarı olur? Ne kadarına razıdır insanlar? Baskılar, zorbalık, sömürü, aşağılama... Tüm bunlara nasıl boyun eğer insan? Sanırım insanlıktan uzaklaşarak. Bilerek ya da bilmeyerek ama insanlıktan çıkmadan bu düzenin insanı olmak mümkün değil."

Yusuf Şaylan yazarın romanda en çok tekrar ettiği bir şeye dikkat çekiyor. Korku kavramına. Korku kelimesi metinde birçok kez tekrar ediyor. İnsan ilişkilerinde, siyasal ilişkilerde korku kavramı beliriyor hemen roman kahramanlarının yanı başında. Bugüne, yarına ve hatta geçmişe bakarken bile korkular yeniden tanımlıyor her şeyi.

"Bak yazar yine şu sözlerle anlatıyor korkuyu. Okurları sıkmadan kısa bir pasaj aktaralım. 

'Bu sırada da polis her hafta yeni fesat cemiyetleri meydana çıkarıyor. Bütün amele semt­leri geceleri binlerce silahlı adamla dolup taşıyor.  Evler baş­tan aşağı aranıyor.  Yüzlerce insan hapislere atılıyor, hiç kimse bunun sebebini öğrenemiyor. Herkes başına aynı şeyin gelebileceğini biliyor. Birçokları korkuyor...

Roma'da korku bir hastalık, bir salgın halini aldı. Herke­sin günlerce, haftalarca paniğe kapıldığı oluyor. Sokakta yahut gazinoda birinin yüzüne sertçe bakma, onun sapsarı kesilip oradan uzaklaşmasına yetiyor...Neden? Korkudan!..

Berardo sordu: 'Korkudan mı? Neden korkuyorlar?'

'Korkudan korkuyorlar?'

Berardo ısrar etti: 'Peki ama, neden korkuyorlar?'

'Neden olduğunu kimse bilmiyor. Sadece korkudan. Bir milleti bir kere korku sararsa artık bunun izahı yoktur. Bu hastalık herkese geliyor, insanı tepeden tırnağa sarsıyor. Bunun için, yalnız rejim  düşmanları korkmuyorlar; ötekiler, şu Faşist dedikleri adamlar çok daha fazla korkuyorlar. Onlar da bu işin böyle sürüp gidemeyeceğini hem biliyorlar, hem söylüyorlar, ama bundan korkuyorlar... Ne diye düş­manlarını öldürüyorlar? Korkudan... Ne diye boyuna polisler milislerin sayısını artırıyor? Korkudan... Ne diye binlerce, on binlerce günahsız insanı küreğe mahkum ediyorlar? Kor­kudan... Cinayetleri arttıkça korkuları da artıyor... Korkulan arttıkça da cinayetleri artıyor.'

Michele merak etmişti: 'Hükumet kuvvetli mi?' diye sordu. 

Peygamber: 'Korkusu çok kuvvetli!' diye cevap verdi. Marietta sordu, 'Peki, Papa bunlara ne diyor?' 'Papa da korkuyor... Papa yeni hükumetten iki milyar liret aldı, otomobiller tedarik etti, bir radyo istasyonu kurdur­du, hiçbir zaman seyahat etmediği halde, kendine mahsus bir tren istasyonu yaptırdı, daha başka lüks işlere kalkıştı;  şimdi bunlar onu korkutmağa başlıyor.'

Yusuf Şaylan burayı okurken gülümsüyor. 'Bak onların da Diyaneti bizimki gibi. Yine milyarlarca para almış, paraları arabalara saymışlar. Korku da her yerde aynı farkındaysan" diyor. 

Ve ekliyor: "Cesaret de öyle. Bak bir tek rejim düşmanları korkmuyor diyor yazar."

Söz buraya gelince yine soL yazarlarından Nevzat Evrim Önal'ın hem bir köşe yazısında hem de daha sonra yayınladığı İnsan Bencil midir? adlı çalışmasında yer verdiği Aynalar Labirenti öyküsü geliyor akla. Çünkü bir tek elinde çekiçle gezenler korkmuyor labirentin yansıttığı yanılsamalardan. 

'Eşekler kadar aklımız olsa prens dilenmeye çıkardı'

Kitaptan bölümler okurken Yusuf Şaylan, "Bu kitabı her okuduğumda neden tiyatroya uyarlamadıklarını düşünüyorum. Fontamara bence tiyatroya uyarlanabilecek bir diyalog zenginliğine sahip. Bizim alanımız değil tabi o. Ama tiyatrocuların buna bir diyeceği vardır elbet" diyor. 

Şaylan kitaba ek olarak Kasabanın Sırrı filmini öneriyor. "Benzer dönemlerde benzer hikayeleri anlatıyorlar. İtalya köylülerinin faşizm yıllarındaki insan manzaraları gibi düşünebiliriz" diyor.

Yazar kitabında baskıyı anlatırken mutlaka bir yerine de sömürüyü ekliyor. Tüm bu baskı ve yaratılan korku ikliminin sömürüyü devam ettirmek için olduğunu ifade ediyor. Tek gücü toprağı işlemek olan yoksul köylülerin faşizme karşı yapabileceği ne var? Ne gelir elden? İşte bu soru ve arayış miras kalıyor yazarın satırlarından okurlara. 

"Bak yazar bir yerde şunu söylüyor. Sanırım 69. sayfaydı. 

'Aklı başında bir mahluk açlığa karşı kor. Der ki yersem çalışırım yemezsem çalışmam... Daha doğrusu bunu da demez, çünkü o zaman münakaşa etmiş olur, yalnız içinden gelerek böyle yapar. Bir  gözünüzün önüne getirin: Fucino gölunde çalışan altı bin ırgat böyle akıllı, yani yumuşak huylu, yola gelir, candarmayı, papazı, hakimi sayar kimseler olacaklarına gerçekten, her türlü akıldan uzak yük hayvanla­rı olsaydılar... Prens Torlonia dilenciliğe çıkardı'.

Yazarın bu satırları pek etkileyici değil mi? Yani yoksulluğa karşı yük hayvanları kadar aklımız olsa prens dilenmeye çıkardı diyor. Haklı da üstelik" diyor gülümseyerek. 

Sözlerini tamamlarken "Okurların kitaplıklarında bulundurması gereken bir eser bu. Hatta daha önce yine Sahaflar Çarşısı'nda bahsettiğimiz Remzi İnanç tarafından da 1966 yılında Toplum Yayınevi tarafından basılmış bu kitap. Kıymetli detaylar bunlar" diyor gözlüklerini kabına yerleştirirken. 

Köylülerin hikayeleri birbirine benzer derken verdikleri mücadelenin de benzeyeceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Ve baskıların tek bir nedenle, sömürünün kalıcı hale gelmesi için yaratıldığını yeniden anımsayarak. Akla Işığın Yansıması grubunun şarkısı olan Kazıcılar geliyor. Köylerdeki insanların evleri kentlerdeki yoksulları korkutmak için yakılır çünkü çoğu zaman. 

Haftaya bir başka romanda buluşmak üzere vedalaşıyoruz. 

                                     https://youtu.be/mbyNNPws3jE

                                                           /././

Çorum’da bir binada patlama: Bir kişi yaşamını yitirdi, 30’un üzerinde kişi yaralandı

Doğalgaz kaynaklı olduğu değerlendirilen patlama sonucu bir kişi yaşamını yitirirken yaralı sayısı 33'e yükseldi. Çevredeki binaların da hasar gördüğü patlamanın ardından bazı evler tahliye edildi.(https://haber.sol.org.tr/haber/corumda-bir-binada-patlama-bir-kisi-yasamini-yitirdi-30un-uzerinde-kisi-yaralandi-395915)

                                                             ***

Van'da hastanede silahlı saldırı: Biri sağlık emekçisi 2 kişi hayatını kaybetti

Van'ın Erciş ilçesinde sağlık kontrolü için hastaneye getirilen Aydın Tokay, husumetli olduğu öne sürülen G.D.'nin silahlı saldırısına uğradı.(https://haber.sol.org.tr/haber/vanda-hastanede-silahli-saldiri-biri-saglik-emekcisi-2-kisi-hayatini-kaybetti-395902)
                                                         ***

Suriye'yle normalleşmeyi askıya alma emareleri başladı: Hakan Fidan'dan 'Esad hazır değil' çıkışı

Dışişleri Bakanı Fidan, "Bizim temennimiz, Esad’ın kendi muhalefeti ile anlaşması. Ancak anladığımız kadarıyla kendisi ve ortakları, muhalefetle anlaşmaya ve büyük bir normalleşmeye hazır değil" dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/suriyeyle-normallesmeyi-askiya-alma-emareleri-basladi-hakan-fidandan-esad-hazir-degil-cikisi)

                                                        ***

BBC çalışanlarından yönetime mektup: Gazze haberlerinde temel gazetecilik ilkeleri eksik

İngiliz yayın kuruluşu BBC'nin 100'den fazla çalışanı, Gazze'deki savaşa dair haberlerde İsrail yanlısı tutum alındığı gerekçesiyle yönetime mektup gönderdi.(https://haber.sol.org.tr/haber/bbc-calisanlarindan-yonetime-mektup-gazze-haberlerinde-temel-gazetecilik-ilkeleri-eksik)

                                                              ***

ChatGPT'ye vergi geldi, tamam, peki yapay zeka 'istenmeyen yanıtlar' vermeye başlayınca ne olacak?

ChatGPT de diğer platformlar gibi vergi verecek. Mali denetimden sonraki muhtemel adımsa hukuki denetim. Batı'nın halihazırda sansürlediği yapay zeka robotuna AKP de müdahale edebilir.(https://haber.sol.org.tr/haber/chatgptye-vergi-geldi-tamam-peki-yapay-zeka-istenmeyen-yanitlar-vermeye-baslayinca-ne-olacak)

                                                                    ***

(soL)

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -16 Mayıs 2025-

İmamoğlu için hukuki mütalaa veren Prof. Adem Sözüer’in kardeşi Kamu Hastaneleri Hizmetleri Başkanlığı görevinden alındı -Asuman Aranca- Tut...