T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -19 Kasım 2024-

İşverene yük getirmeden ücretler nasıl artırılır?-Murat Batı-

Dekot sistemi (vergiden indirim) yerine matrahtan indirim dediğimiz yönteme geçilmelidir. Bu sayede ücretlinin matrahından önce asgari ücret düşülüp kalan tutar vergi dilimine sokulmalıdır ki hem daha geç vergi dilimine girebilsin hem de daha az vergi ödeyebilsin.

Her sene olduğu gibi bu yıl da birçok mecrada vergide adalet başlığıyla tepkiler ortaya konuluyor. Bunun vergide adalet mi yoksa vergilendirmede adalet mi olması gerektiği hususunu geçen gün yazmıştım. Özetle doğrusu vergilendirmede adalettir.

Ülkemizde ücretli çalışanların çok büyük bir kısmı enflasyon nedeniyle geçinmekte zorlanmaktadır. Sendikaların, çalışma koşullarını düzeltme ve mevzuatın çalışan lehine değiştirilmesi hususlarında çeşitli talepleri/çalışmaları bulunmaktadır. Bu konuda birçok rapor da yayımlamaktalar.

Ancak çalışma koşul0ları hususundan ayrı olarak bir de ücretlerin artırılması  hususu haklı olarak tüm tartışmaların öbeğinde yer almaktadır. Olası ücret artışları işverene maliyet ve sonrasında da fiyatlara artış olarak yansıması nedeniyle hem işverenler hem de azımsanmayacak ölçüde bir kesim yüksek ücret artışlarını pek doğru bulmamaktadır.

Bu tartışmalara bağlı olarak işverene maddi bir yük getirmeden vergileme yoluyla çalışanın eline geçecek ücreti artırmanın birkaç formülü bulunmaktadır. Bu yöntemleri izah etmeye çalışayım ki özellikle sendikalar ve siyasi partiler bu yolla bir mevzuat değişikliği talep edebilsinler.

Ücretli sayısı ne kadar?

Temmuz 2024 itibarıyla memur kadrosunda ücretli çalışanların toplam sayısı 3 milyon 643 bin 428 kişi, bunun dışında kalan ücretlilerin sayısı ise 16 milyon 790 bin 201 kişidir.  

Buna göre ülkemizde Temmuz 2024 itibarıyla ücretli sayısı toplamda 20 milyon 433 bin 629 kişidir. Aktif çalışanlardan kaçının asgari ücretli olduğu konusunda herhangi bir veri bulunmamaktadır. Aileleri ile değerlendirildiğinde ücret ve ücrete bağlı ödemelerin çok daha fazla kişiye tesir edeceği aşikârdır.

Ayrıca Temmuz 2024 itibarıyla 16 milyon 437 bin 571 emekli bulunmakla birlikte (11 milyon 826 bin 453 kişi yaşlılık aylığı almaktadır) Sosyal Güvenlik Destek Primi ödenerek çalışan kişi sayısı da Temmuz 2024 itibariyle 2 milyon 32 bin 94 kişidir. 

Bu kapsamda Sosyal Güvenlik Destek Primi ödenerek çalışanların da eklenmesi sonucunda toplam çalışan sayısı Temmuz 2024 itibarıyla 22.465.723 kişidir.

Ülkemizde 2024 yılı itibariyle toplam nüfus 85 milyon 372 bin 377 kişi olmuştur. Buna göre toplam nüfusun yüzde 25’ten fazlası ücretli olarak çalışmaktadır. Diğer taraftan Ekim 2024 itibariyle işgücü sayısı 35 milyon 831 bin kişidir.

Ücretlerle alakalı ne(ler) yapılmalı?

Sendikalar ile siyasi partiler özellikle ücretlerle alakalı derli toplu ve doğru talepte bulunmalılar. Aksi takdirde mevcut taleplerin yerine getirilmesi sonucunda ele geçen ücret üzerinde olumlu etkisi pek olmayacaktır.

Bu çerçevede talepleri aşağıda başlıklar halinde izah edeyim;

1- GVK m.23/18’deki istisna uygulama yöntemi değişmeli

Asgari ücrete kadar olan ücretler 1 Ocak 2022’den itibaren gelir vergisi ve damga vergisinden istisna edildi.  

GVK m.23/18’de yer alan Şu kadar ki, istisnayı aşan ücret gelirinin vergilendirilmesinde verginin hesaplanacağı gelir dilim tutarları ve oranları, istisna kapsamındaki tutarlar da dikkate alınarak belirlenir.” şeklindeki fıkra uyarınca literatürde dekot namı diğer vergiden indirim denilen bir sistem uygulanarak asgari ücrete kadar olan kısım için istisna uygulanmaktadır.

Şöyle ki asgari ücretten fazla olan ücretler GVK m.23/18 uyarınca önce GVK m.103’teki vergi dilimine tabi tutulup sonra asgari ücret istisnası uygulanmaktadır. Diğer bir ifadeyle GVK m.23/18’de yer alan asgari ücrete kadar olan ücret istisnasına asgari ücret de toplanarak yani kümülatif olarak vergi dilimine girmekte ve dolayısıyla da istisna edilen vergi tutarı da azalmaktadır.

Bu nedenle değişmesi gereken GVK m.23/18’deki istisnayı aşan ücret gelirinin vergilendirilmesinde verginin hesaplanacağı gelir dilim tutarları ve oranları, istisna kapsamındaki tutarlar da dikkate alınarak belirlenir fıkradır.

Yani dekot sistemi (vergiden indirim) yerine matrahtan indirim dediğimiz yönteme geçilmelidir. Bu sayede ücretlinin matrahından önce asgari ücret düşülüp kalan tutar vergi dilimine sokulmalıdır ki hem daha geç vergi dilimine girebilsin hem de daha az vergi ödeyebilsin.

2- Vergi dilimleri gerçeğe uygun düzeltilmeli

Ücret geliri elde edenler için GVK m.103’te yer alan artan oranlı tarifenin ilk dilimi olan yüzde 15 oran ile sabitlenmesi hakkaniyet gereğidir. Zira ücretliler, her yıl yeniden değerleme oranıyla artırılan GVK m.103’te yer alan tarife basamaklarına enflasyon dönemlerinde takılmakta ve daha fazla vergi verebilmektedirler. Ülkemizde stopaj (tevkifat-kaynakta kesme) uygulaması tüm gelir unsurları için düz oranlı iken sadece ücretliler için artan oranlı bir yapıya sahiptir.

Ücretli/maaşlı kişiler, brüt maaşlarından yüzde 14 SGK kesintisi ile yüzde 1 işsizlik fonu işçi payı kesildikten sonra kalan tutar üzerinden GVK m.103’te yer alan tarife üzerinden gelir vergisi öderler.

GVK m.103’teki ücretliler için mevcut tarife yüzde 43,93 olan yeniden değerleme oranı kadar artırılırsa 2025 yılında uygulanacak vergi oranı tarifesi muhtemelen aşağıdaki gibi olacaktır;

Cumhurbaşkanı, yukarıdaki tarifeyi yüzde 50’ye kadar artırabilir. Yıl sonuna doğru ne olacağını göreceğiz ancak Cumhurbaşkanı, yetkisini kullanmazsa 1 Ocak 2025 itibariyle ücretliler için gelir vergisi tarifesi yukarıdaki gibi olacak.

Ancak yukarıda bahsettiğim GVK m.23/18’deki istisna uygulamasının işleyişi değişmezse Cumhurbaşkanının yetkisinin tamamını kullanması da işe yaramayacaktır.

Şöyle ki; sadece ilk dilim artışının işe yaraması için 2025’te uygulanacak yıllık net asgari ücret tutarından fazla olması gerekmektedir. Örneğin 2025’te aylık net asgari ücret 23 bin TL olursa ilk dilimin 276 bin TL’yi aşması gerekmektedir; net asgari ücret 25 bin TL olursa ilk dilimin 300 bin lirayı aşması rasyonel bir netice doğuracaktır. Net asgari ücretin 23 bin lira olması durumunda ilk dilim 276 bin TL ya da altında bir sayı olursa GVK m.23/18’deki istisna uygulamasından dolayı pek işe yaramayacaktır.

3-Tüm ücretliler, toplam ücretini ayrıca yıllık beyanname ile de beyan etmeli

Ücret gelirlerine işverenler tarafından artan oranlı bir tarifeyle stopaj uygulanmakta ve kesilen bu tutar vergi idaresine yine işverenler tarafından ödenmektedir. Ücretliler ise bazı durumlarda stopaj yapılmış bu ücret gelirlerini ayrıca kendileri de yıllık beyanname ile beyan etmektedirler.

Yıllık beyanname ile beyan edilmesi durumunda GVK m.89 uyarınca bazı giderler indirim konusu yapılabilmektedir. Ücretlinin, bunu beyan etmemesi durumunda bu indirimlerden yararlanamayacak ve böylece ücrete ilişkin vergi yükü yıllık beyanname veren ücretliye göre daha fazla olabilecektir. Yani yüksek ücretli, düşük ücretliye nazaran -daha az vergi yükü nedeniyle- ödüllendirilmiş olmaktadır.

Bu minvalde özellikle tek işverenden alınan ücretler için GVK’nin ilgili hükümlerinin ücretli lehine ele alınarak yeniden düzenlenmesi gerekmekte ve her koşulda stopaj yapılmış tüm ücretler yıllık beyanname ile beyan edilmelidir.

4- Asgari geçim indirimine alternatif bir yöntem oluşturulmalı

GVK m.32’de düzenlenmiş olan asgarî geçim indirimi (AGİ), 1 Ocak 2022’den itibaren kaldırıldı.

Asgari geçim indirimi, ücretlilerin ücretlerinden hesaplanan gelir vergisinden yıllık brüt asgari ücret üzerinden belli oranlarda hesaplanan tutarın mahsup edilip ücretliye ek olarak verilen bir tutardı. Ancak 1 Ocak 2022’de uygulanmaya başlanan GVK m.23/18 uyarınca asgari ücrete kadar olan ücretler istisna edildiğinden dolayısıyla da asgari ücrete kadar gelir vergisi de hesaplanmayacağından asgari geçim indiriminin uygulama alanı zaten kalmamıştı.

Ancak bu yönde gelir kaybına uğrayan ücretliler için AGİ’nin yürürlüğe girmesiyle kaldırılan vergi iade sistemi yeni bir formülasyonla tekrardan uygulamaya konulmalıdır. Çünkü gelir vergisine tabi ve yıllık beyanname veren mükellefler kanunun izin verdiği gider ve indirimleri yıllık beyanda indirim konusu yapabilmektedir. Ancak yıllık beyanname vermeyen ücretlilere ilişkin bu tür gider ve indirim uygulaması bulunmamaktadır. Bu nedenle özellikle indirimlerden yararlanamayan ücretliler lehine asgari geçim indirimine alternatif bir yöntem geliştirilmesi bir tercih değil, zorunluluktur.

5-Ücretlerin yıllık beyanında mahsup edilecek tutarlara Yi-ÜFE oranında endeksleme yapılmalı

Ücretlilerden yıl içinde kesilen vergiler sonraki yıl beyan edilen yıllık beyannamede hesaplanan gelir vergisinden mahsup edilirken bu tutarlara Yi-ÜFE’deki artış oranı kadar artırılarak mahsup edilmesi gerekmektedir. Çünkü enflasyonun bu kadar yüksek seyrettiği bir dönemde ulusal paranın değeri her an düşmektedir.

Bu nedenle yıllık beyanda hesaplanan gelir vergisinden stopaj suretiyle yıl içinde ödenmiş vergilerin Yİ-ÜFE baz alınarak endekslenip mahsup edilmesi vergilemede adalet gereğidir.

Ezcümle

Yukarıda bahsi geçenlerin tam ve doğru yapılması durumunda hem işçinin eline geçecek ücret tutarı artacak hem de kayıt dışılığın bir nebze de olsa azalması sağlanacaktır. Ve bunların hiçbiri işverene maddi bir yük olarak dönmeyecektir.

                                                               /././

Adaletin merhem ol(a)madığı yine bir evlat acısı dosyası mı?-Tolga Şardan-

Baba Levent Özkan’ın ihmal iddiaları var; olaydan hemen sonra, soruşturmanın ilk günlerinde dosyaya konulması gereken, oğlu Onur Özkan’ın hastaneye götürülmesini sağlamak amacıyla irtibat kurulan 112 Acil Hattı’nın telefon görüşme kayıtlarına 8 ay sonra ulaşabildiklerini söyledi.

Gün geçmesin ki adaletin yerini bulamadığı yeni bir olayla karşılaşmayalım.

Adaleti sağlamakla yükümlü olanların, iki sözünden birisi “adaletin sağlanması” olmasına karşılık aksi örnekler hep karşımıza çıkıyor maalesef.

Birbirinden güzel cümlelerle yargı mekanizmasını övmeleri bir yana, üzülüp kırılmasınlar diye yargı mensuplarının performans puanları da yüksek…

Acılara merhem olmak, yürekleri soğutmak şurada dursun; yürütülen soruşturmalar ve yargılamalar sonucunda acılara acı katılıyor çoğu zaman ülkede.

2016’da yaşanan acı olay

Büyüteç’in takipçileri, zaman zaman gündemden ayrı kalıp böylesi dosyalara ya da olaylara yer verildiğini bilirler.

İşte yine böyle bir dosya daha Büyüteç’in konusu oldu haftanın ilk yazısında.

Olayın merkezinde, 16 yaşında Onur Özkan adlı Ankara’da özel okulda eğitim gören ve bir arkadaş evindeki buluşma sonrasında “balkondan düşerek yaşamını yitirdiği iddia edilen” lise 2. sınıf öğrencisi var.

“İddia edilen” dememin sebebi, yaşanan uzun soluklu süreç.

Şimdi, 16 Nisan 2016’ya dönüyoruz.

Ankara’da yaşayan Özkan ailesinin üyesi Onur Özkan, 16 Nisan 2016 günü okul arkadaşları K.D., B.İ. ile arkadaşları A.S.’nin Bilkent Çamlık Sitesi’nde evinde buluştu.

Dört genç, arkadaşlarının ebeveynlerinin olmadığı sırada kendi aralarında eğlenmeye başladı. Onur Özkan, saat 19.29’da babası Levent Özkan’ı telefonla arayıp, arkadaşlarının yanından kendisini saat kaçta alabileceğini sordu.

Baba ile oğlunun son görüşmesi

Bu telefon görüşmesi Onur Özkan’ın ailesiyle son iletişimi oldu.

İlerleyen saatlerde Levent Özkan’ın cep telefonu çaldı. Ekranda görünen numara Onur Özkan’ın birlikte olduğu arkadaşlarından K.D.’ye aitti. Telefonu açan baba, telefonda oğlunun arkadaşının yerine kendisini ambulans şoförü olarak tanıtan tanımadığı kişinin sesini duydu.

Telefondaki ses, Levent Özkan’a, oğlunun yüksekten düşerek yaralandığını ve hastaneye kaldırıldığını anlattı!

Özkan ailesi, telaşla olayı öğrenmek için hastaneye koştu. Lise 2. sınıf öğrencisi Onur Özkan, yapılan müdahaleye rağmen, hastaneye getirilmesinden beş saat sonra hayata gözlerini yumdu.

Özkan ailesi, perişan oldu. Umut bağladıkları evlatları Onur Özkan’ın acısını yaşamak bir yana, o günden bugünlere gelen soruşturma ve yargılama sürecinde sürekli sorunlarla karşılaştı.

Olayın ardından Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, adli soruşturma başlattı. Dosya birkaç kez el değiştirdi, ardından dönemin Ankara Cumhuriyet Savcısı Bülent Yücetürk, Onur Özkan’ın ölüm olayını araştırma görevini aldı.

Üç genç gözaltına alındı

Savcılık soruşturması devam ederken, birbiri ardında ilginç olaylar yaşandı. Resmî belgelere yansıyanlara göre, Onur Özkan’ın yüksekten ölüm olayı sonrasında olay anında evde bulunan arkadaşları K.D. ve B.İ. ile ev sahibi A.S. polisçe gözaltına alındı.

Yaşları küçük olması sebebiyle suça sürüklenen çocuk konumuyla adli işlem gören üç genç, akabinde serbest bırakıldı. Savcılık, bu aşamada olayı “şüpheli ölüm” olarak değerlendirmedi.

Ancak, bu arada aynı zamanda makine mühendisi olan baba Levent Özkan, Büyüteç okurlarının yakından takip ettiği, 2018’de İzmir Narlıdere’de inşaat arazisinde 26 yaşındaki oğlu Dorukhan Büyükışık’ın cansız bedeninin bulunması sonrasında adalet arayışına girişen Emekli Tümgeneral Ethem Büyükışık misali oğlu Onur Özkan’ın ölüm olayının aydınlatılması için harekete geçti.

Acılı babanın çabaları

Süreci adım adım takip eden ve evladının cinayete kurban gittiğini öne süren baba Levent Özkan’la birden fazla kez bizzat görüştüm.

İtiraf edeyim; bu görüşmelerin hepsinde -meslekte pek çok farklı olaya tanık olmama rağmen- tıpkı Ethem Büyükışık’ın sürecinde olduğu gibi kendimi kötü hissettim.

Bu görüşmelerimizde Levent Özkan, mesleğinden edindiği bilimsel yaklaşımlardan hareketle, oğlunun soruşturma dosyasına farklı bağımsız bilirkişi raporları ve tespit raporları hazırlatıp eklettiğini aktardı.

Baba Levent Özkan’ın ihmal iddiaları var. Baba Levent Özkan, soruşturma savcısı Bülent Yücetürk’le olayın üzerinden tam on gün geçtikten sonra 26 Nisan 2016’da görüşebildiklerini aktardı. Olaydan hemen sonra, soruşturmanın ilk günlerinde dosyaya konulması gereken, oğlu Onur Özkan’ın hastaneye götürülmesini sağlamak amacıyla irtibat kurulan 112 Acil Hattı’nın telefon görüşme kayıtlarına 8 ay sonra ulaşabildiklerini söyledi.

Baba Levent Özkan’ın, “bu kayıtları alabilmek için resmî kurumların kapısını aşındırdık” sözleri dikkat çekici kuşkusuz.

Savcı ile şüpheli avukatının yol kesişmesi

Bu arada Levent Özkan, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yürütülen adli soruşturmayla ilgili önemli bir bilgi de aktardı.

Özkan, oğlunun dosyasının Savcı Bülent Yücetürk tarafından yürütüldüğü günlerde, dosyada adı geçen öğrencilerden B.İ.’nin avukatının Pınar Akgül Doğusoy olduğunu vurguladı.

Şöyle devam etti sözlerine Özkan:

“Dosyanın ilk savcısı Bülent Yücetürk, darbe girişimi sonrasında kapatılan YARSAV’ın başkan yardımcılığı görevini yaptı. Yücetürk’ün dosyaya baktığı sırada B.İ.’nin avukatı Pınar Akgül Doğusoy, Savcı Yücetürk YARSAV’da iken derneğin avukatı. Savcılık görevinden istifa eden Yücetürk avukat oldu, sonrasında da Ankara Barosu Ceza Hukuku Enstitüsü Başkanı’ydı. Baronun bu enstitüsünün başkan yardımcısı ise ceza soruşturmasında şüpheli vekili olan Avukat Pınar Akgül Doğusoy’du.”

Burada küçük bilgi vereyim; Yücetürk, geçtiğimiz günlerde gerçekleşen Ankara Barosu seçimlerinde başkan adayı oldu. Yücetürk’ün listesindeki avukatlardan birisi de Doğusoy’du.

63 ay süren soruşturma

Devam edeyim.

Lise öğrencisi Onur Özkan’ın ölümüyle ilgili ön hazırlık soruşturması tam 63 ay sürdü!

Savcı Yücetürk’ten sonra iki savcı daha dosyayı aldı. Ancak bir ilerleme olmadı. Ta ki Ankara Cumhuriyet Savcısı Adem Akıncı’nın dosyayı ele almasına kadar.

Bu süreçte baba Levent Özkan, adeta dedektif gibi çalıştı.

Gerek bizzat kendisinin gerekse bağımsız bilirkişilere yaptığı başvurular sonrasında önemli ipuçlarına ulaştı.

Örneğin; Onur Özkan’ın düşerken bina kamerası tarafından kaydedilen düşme görüntüsünde sırt üstü, yüzü yukarı dönük, kolları omuz hizasında, binaya paralel olduğu, düşme sonrası yerde çekilen fotoğrafta da balkon alt kısmının gerisine düştüğü ve kollarının havadaki konumu ile aynı olduğu tespit edildi.

Onur Özkan’ın düşme sırasında kendini korumaya yönelik herhangi bir tepki veya refleks olmadığının görülmesi üzerine hem Ulusal Kriminal Büro’dan, hem de fizik mühendisi bilirkişiden görüş alındı. Her iki raporda, “düşmenin aktif bir atlama olamayacağı, ilk hızsız serbest düşme olduğu” belirtildi.

Adli Tıp’tan gelen rapor

Baba Levent Özkan, süreci anlatmaya şöyle devam etti:

“Resmi olarak da düşme analizi yapılması taleplerimiz için aylarca bekletildik. Yaklaşık bir yıl dosyayı Adli Tıp’a göndereceğini belirten Savcı Bülent Yücetürk, içinde “atlama” vurguları olan bir yazı ile dosyayı Adli Tıp’a gönderdi.

Ancak, düşmenin ifadelerde geçtiği gibi olamayacağını gösterecek olan fizik mühendisliği analizini istememiştir. Adli Tıp Kurumu’na gönderilen savcılık talep yazısında birkaç kez ‘atlama’ vurgusu yapılmasına rağmen, Adli Tıp Kurumu olayı ‘kontrolsüz bir şekilde düşme’ şeklinde niteleyerek “aktif bir atlama olmadığını belirtti ve sonuca adli tahkikat ile ulaşılması gerektiği” vurgusunu yaptı. Dava böyle açılabildi.

Eşyalar evden çıkarıldı

Olay yeri fotoğrafları ve filmi evin darmadağın olduğunu, portmanto ve bilgisayar masası gibi birçok eşyanın kırıldığını göstermekte. Ev sahibi, evimize geldiğinde kırık eşya olmadığını şahitler yanında söyledi. Olay yerinde delil güvenliği sağlanmadığı Olay Yeri Raporu’nda açıkça belirtilmiştir.

Delil güvenliği sağlanmaması nedeniyle, evdeki kavganın delili olan kırık dökük eşyaların ev sahibi tarafından, sabaha karşı eve gelmesinden 10 dakika sonra, şoförüne ve şoförünün eşine yok ettirildiği bina kamera kayıtlarında görüldü.

Bunun yanı sıra dosyada mevcut olay yeri fotoğrafları ev sahibini şoförünün herhangi bir koruyucu kıyafet olmadan olay yeri ekibine yardım ettiği, hatta toplanan delillere ait torbaları onlar ile birlikte bina dışına taşıdığı kamera kayıtlarında mevcuttu.”

* * *

Yücetürk: Aile şikayet etti, soruşturulmaya gerek görülmedi

Elbette, yaşananlarla ilgili dönemin Ankara Cumhuriyet Savcısı Bülent Yücetürk’le de görüştüm.

Kendisine, Onur Özkan’ın ölümüyle ilgili yürüttüğü hazırlık soruşturması çerçevesinde Özkan’ın babası Levent Özkan’ın iddialarını, yaptığı açıklamaları sordum.

Yücetürk, şu değerlendirmeyi yaptı:

“Dosyada yeterli incelemeyi yapmadığım doğru değil. Ben çocuk savcısıydım. Olaya ilk bakan nöbetçi savcıydı. Olay yerini inceleme, delil toplama ve ölü muayene inceleme işlemini nöbetçi savcı yaptı. Olaya karışanların yaşı küçük olduğunun tespit edilmesi sonrasında dosya çocuk suçları bürosuna geldi.

Ne zaman ki aile, üç çocuktan şikayetçi oldu, dosya o zaman bana geldi. Benim, olay yeri inceleme ve otopsi ile ilgili bir şey yapma şansım öncesinde zaten yoktu. Soruşturma bana geldi, çocukların ifadesini aldım. Delil araştırması, 112 kayıtlarının alınması gibi işlemleri yaptım, bayağı çalıştım.

Ancak şunu söyleyeyim; ben öyle bir dosyaya dava açmazdım. Gelen avukata, “aile rahat etsin diye hangi delili istiyorsanız alırım” dedim. Aile tatmin olmadı. HSK’ye şikayet edildim, soruşturmaya gerek olmadığı kararı çıktı. Sonunda dava açıldı, çocuklar beraat ettiler. Ben vicdanen rahatım.

Avukat Pınar Hanım konusunda ise doğrudur, benim YARSAV’daki görevimden önce derneğin avukatıydı. Kendisini tanımazdım. Eski bürokrat olduğu için babasını tanırım. Baro seçimi için listeye ben almadım, TBB Başkanı Erinç Sağkan talep etti. Savcı olduğum zaman Pınar Hanım’ın çocuklardan birisinin avukatı olması tamamen tesadüftür.”

Yarın devam edeceğim.

                                                                  /././

Musk, Trump ve sınırsız/kontrolsüz piyasa hayali -Evren Balta-

Musk, Trump’ın kulağına muhtemelen şöyle fısıldıyor: Amerika, Çin’in ucuz iş gücü ve “devlet kapitalizmi” modeline ancak otomasyon yoluyla yükselen işçi maliyetleri sorununu çözerek ve dünyaya öncülük edecek teknolojik devrimler gerçekleştirerek karşı koyabilir.

Musk, Pensilvanya’nın Folsom kentinde tek başına düzenlediği bir mitingde seçmenlere “Dört gözle beklediğiniz ve neler olacağı konusunda heyecan duyduğunuz bir gelecek istiyorum, yeni şeyler öğreneceğimiz, geçmişten daha iyi bir gelecek” diyecekti. “Yıldızların arasında olduğumuz, Star Trek’in gerçek olduğu bir gelecek.”

İşte bu gelecek vizyonunu gerçekleştirmek için Musk, Trump tarafından 12 Kasım 2024 tarihinde duyurulan Verimlilik Bakanlığına (DOGE) atandı. Trump, Bakanlığın bürokraside “büyük ölçekli yapısal reformu ve daha önce hiç görülmemiş düzeyde girişimci bir yaklaşımı teşvik etmek” için kurulduğunu söyledi. DOGE, Beyaz Saray ve federal kurumlara stratejik rehberlik sağlayan üst düzey bir danışma organı olarak faaliyet gösterecek ve çalışmalarını 4 Temmuz 2026’ya kadar tamamlayacaktı.

DOGE’un en çok vurgulanan hedeflerinden biri, gereksiz harcamaları tespit ederek federal bütçede ciddi tasarruflar sağlayacak olmasıydı. En basit (ama hayati) bürokratik işinizin bile yıllar alabildiği, sistemin içindekilerin bile sistemin nasıl işlediğini ve kuralları çoğu zaman bilmediği, başvurularınızın sonuçlanmadan kaybolduğu bir ülkede verimli ve hızlı bir bürokratik işleyiş yaratma hedefi de oldukça kabul gördü.

Ancak bu Bakanlığın çok da tartışılmayan asıl odak noktası ne tasarruf ne de sıradan insanların hayatını kolaylaştıracak bürokratik verimlilik; esas hedef piyasanın deregülasyonu. Deregülasyon, Musk’ın 2024 seçimlerinde Trump’ı desteklemesinin de ana nedeni. Musk Ekim 2023’te attığı bir tweette şöyle diyecekti: “Çok kapsayıcı ve geniş bir deregülasyon sürecine ihtiyacımız var. Nokta.”

Bidenomics’ten Trumponomics’e iki farklı kapitalist model

Biden/Harris ile Trump arasındaki siyasi gerilim, sıklıkla demokrasi ve otoriterlik arasındaki bir çatışma olarak anlatıldı ve bu söylem Demokrat Parti (elitleri) tarafından da benimsenip desteklendi. Ancak Elon Musk’ın 2016’da Hillary Clinton’ı, 2020’de Joe Biden’ı desteklerken, 2024’te Donald Trump’a yönelmesi, bu anlatının ötesinde derin bir çatışmaya işaret ediyor: Sınır tanımayan bir piyasa kapitalizmi ile Biden yönetiminin ağır aksak da olsa hayata geçirmeye çalıştığı (daha) düzenleyici bir kapitalizm arasındaki çatışma.

Zira Biden yönetimi iktidarda olduğu dönemde ekonomide çok boyutlu düzenleyici bir çerçeve uyguladı. Anti-Tekel ve Rekabet Politikası çerçevesinde, çok sayıda federal kurum, adil rekabeti teşvik etmek ve takip etmekle görevlendirildi. Federal Ticaret Komisyonu (FTC), iş gücü piyasasının hareketliliğini artırmak ve maaş artışlarını teşvik etmek amacıyla rekabet sınırlayıcı sözleşmelerin yasaklanması yönünde adımlar attı. Çevre Koruma Ajansı, petrol ve gaz şirketlerinin 2024 yılından itibaren belirli eşikleri aşan metan gazı emisyonları için ton başına ücretler ödemesini gerektiren bir kural getirdi. Elektrikli Araçlar düzenlemesi kapsamında 2032 yılına kadar gerçekleştirilmesi gereken düzenleyici hedefler belirlendi. İşletmelerin mülkiyet bilgilerini Mali Suçlar Uygulama Ağı’na (FinCEN) açıklaması zorunlu kılındı. Çalışanlar için saatlik 15 dolarlık bir asgari ücret uygulanmasını teşvik eden bir yürütme emri imzalandı, toplu pazarlık hakları genişletildi.

Bunlar, Biden döneminde devletin ekonomideki “düzenleyici” rolünü artırmaya yönelik politikalardan yalnızca bazıları. Ancak bu politikaların ne kadar kapsamlı bir şekilde uygulandığı ya da ne ölçüde başarılı olduğu ayrı bir tartışma konusu. Seçim sonuçları ve seçmenlerin ekonomi hakkındaki düşüncelerine baktığımızda, bu politikaların kısa vadede refah yaratma ve bunu adil bir şekilde dağıtma konusunda yeterince radikal ve etkili olamadığı açık. Buna rağmen, henüz faydaları seçmenlere tam anlamıyla ulaşmadan, bu modelin Biden yönetimi ile sermaye çevreleri arasındaki ilişkiyi gerdiği de açık. Elon Musk, bu gerilimin en güçlü örneği.

Musk savaş açıyor

Elon Musk’ın “iş modeli,” Biden dönemi ekonomisinin düzenleyici ve temel hakları (minimum düzeyde bile olsa) koruyan anlayışı ile taban tabana zıt. Örneğin Biden, Enflasyonu Düşürme Yasası kapsamında sendikalı otomobil üreticilerine sübvansiyon önceliği tanıdı ve Tesla’da sendikalaşmayı destekledi. Bu adım Biden yönetimi ile Musk’ın arasını ciddi bir biçimde açacaktı.

Musk’a göre sendikalar, işletmeler için yavaşlatıcı etkisi olan, gereksiz maliyetler yaratan ve modern iş dünyasında yeri olmayan çağdışı kurumlardı. Tesla’nın başarısı üretimin her saniyesini optimize etmek için tasarlanmış katı bir performans standardı öngörmesi, bu performansları takip etmesi ve bu standartlara ayak uyduramayan çalışanların hızla işten çıkarılması ile ilgiliydi. Musk sendikalar için şöyle diyecekti: “Sendika fikrine katılmıyorum... Lordlar ve köylüler gibi bir şey yaratan hiçbir şeyi sevmiyorum.”

Musk’ın uzay keşif şirketi SpaceX de fırlatma onayları, çevresel etki değerlendirmeleri, hava sahası yönetim kuralları gibi pek çok düzenleme ve ceza ile karşı karşıya kaldı. Musk, başarılı olabilmesi için SpaceX’in uzun çevresel etki değerlendirmeleri veya devlet denetim süreçleri olmaksızın, kendi programı doğrultusunda roketlerini test edip fırlatabileceği bir model benimsemesi gerektiğini savundu. Ancak bu şekilde gezegenler arası kolonizasyon (evet yanlış okumadınız kolonizasyon!) gibi uzun vadeli hedeflerin mümkün olabileceğini açıkça söyledi.

Yeraltı tünelleri ve yüksek hızlı transit sistemleriyle ulaşımda devrim yaratmayı (ve Mars’a gidildiğinde şehirler kurmayı) hedefleyen Boring Company ve Hyperloop projeleri, imar yasaları, inşaat izinleri ve çevresel incelemeler gibi önemli engellerle karşılaştı. Boring Company, şoförsüz araçların da kullanacağı hızlı, yeraltı transit sistemleri tasarlamayı amaçlıyordu. Ancak, yüksek maliyetler, planlama hataları, kentsel altyapı ve ekosistemler üzerindeki potansiyel etkileri gibi nedenlerle projeler hemen pek çok yerde yarım kaldı. Bunun yanı sıra şirket, çevre ihlalleri nedeniyle ciddi para cezaları aldı.

Musk’ın ileri teknolojiye dayalı beyin-makine arayüzü girişimi Neuralink, çeşitli engellerle karşılaşan şirketlerinden biri oldu. Neuralink, insan beyni ile bilgisayarlar arasında doğrudan iletişim sağlamak amacıyla, binlerce ultra ince elektrotla donatılmış bozuk para büyüklüğünde bir implant olan “Link” cihazını geliştirdi. Hayvan deneyleri, etik uygulamalar ve insan deneyleri gibi şikâyetler nedeniyle şirket sayısız soruşturma geçirdi. ABD Gıda ve İlaç Dairesi (FDA), güvenlik gerekçesi ile şirketin cihazla insan deneylerine başlama talebini uzun süre reddetti. Musk ABD bürokrasisinin pek çok insan hayatını kurtaracak bu “devrimci” teknolojinin ilerlemesini durdurduğunu iddia edecekti.

Musk’ın Twitter’ı satın alması, vatandaş gazeteciliğini desteklemek amacıyla değil, kendi kurumsal gündemini savunabilecek ve pek çok farklı veriyi bir araya getirecek bir platforma duyduğu ihtiyaçtan kaynaklanıyordu. Yannis Varoufakis’in dediği gibi “Twitter’ı alana kadar iş dünyasının yaramaz çocuğu, bulut sermayesinin sağlayabileceği devasa ödüllere açılan bir kapıdan yoksundu.” Musk Twitter’ı alır almaz platformu bir “her şey uygulaması”na dönüştürme tutkusunu itiraf etti. Twitter, kendi bulut altyapısını geliştirirken, bu ağı mevcut Büyük Veri ekosistemine entegre edecek ve Tesla araçlarının yollarda topladığı veriler ile gökyüzündeki sayısız uydunun sağladığı bilgileri sürekli olarak bu ağın bir parçası haline getirerek zenginleştirecekti.

Jeopolitik gerilimi deregülasyonla aşmak

Musk, Trump seçildiğinden beri onun yanından adeta hiç ayrılmıyor. Bir tür ikinci kişi, aileden biri ya da başkan yardımcısı gibi. Dünya liderleri ile yaptığı neredeyse tüm telefon görüşmelerinde o da yer alıyor. Birlikte konserlere gidiyor, maç izliyor, halkı selamlıyorlar.

Musk’un çok kârlı bir siyasi tercih yaptığı ve Trump’ın seçim kampanyasına yatırdığı 130 milyon dolarlık yatırımı fersah fersah geri alacağı açık. Trump, Musk’a görülmemiş bir güç ve zenginlik vaat ediyor.

Ancak Musk da Trump’a en büyük arzusu olan “Amerika’yı Yeniden Büyük Yap (MAGA)” hedefini gerçekleştirecek bir yol ve en büyük endişelerinden biri olan Çin’in yükselişini durduracak bir çözüm öneriyor: Otomasyon ve teknoloji.

Musk, Trump’ın kulağına muhtemelen şöyle fısıldıyor: Amerika, Çin’in ucuz iş gücü ve “devlet kapitalizmi” modeline ancak otomasyon yoluyla yükselen işçi maliyetleri sorununu çözerek ve dünyaya öncülük edecek teknolojik devrimler gerçekleştirerek karşı koyabilir.

Musk’a göre, “Amerika’yı yeniden büyük yapmanın” yolu düzenlemeleri sürekli artırarak “komünist” Çin’e benzemek değil; Amerika’yı Amerika yapan özelliği, yani serbest piyasa dinamiklerini tamamen özgür bırakmaktan geçiyor. Trump’ın piyasayı sınırlayan tüm kuralları ortadan kaldırma konusundaki kararlılığı ve Musk’ın teknolojiyi sınırsız bir piyasa vizyonuyla birleştiren yaklaşımı Trump ile Musk’ı sadece bürokrasiyi ya da endüstrileri değil toplumun dokusunu da yeniden şekillendirecek olağanüstü güçlü (ve bir o kadar da ürkütücü) bir ikili haline getiriyor.

Artık ayrılmaz bir ikili haline gelen (bir gün kişisel olarak bozulsa bile ajandası devam edecek) bu ittifak, yalnızca dünyayı ele geçirmeyi değil, Dünya’nın ötesine ve uzaya uzanmayı hedefleyen, sınırlarından tamamen arınmış bir piyasa modelini öngörüyor. Amerika’da olan demokrasi ve otoriterlik tartışmasının çok ötesine giden -maalesef Demokratların oraya gitmekten korktukları için seçimi kaybettikleri- gezegenin geleceğini belirleyen bir yarılma…

Buradan nasıl çıkacağımız, nasıl bir dünyada yaşamaya devam edeceğimizi de şekillendirecek…

Okuma önerileri

Dijital tekellerin ve platform kapitalizminin küresel ekonomiyi nasıl dönüştürdüğünü anlamak için Yanis Varoufakis’in yeni kitabı Technofeudalism: What Killed Capitalism;

Teknolojinin egemen olduğu bir distopik roman arıyorsanız (ve Cesur Yeni Dünya’yı zaten okuduysanız) Dave Eggers’ın Çember’ini okumanızı öneririm.

                                                                 /././

Jennifer Lopez’in konser verdiği Suudi Arabistan’da rejim yumuşama sinyalleri verilirken, Türkiye’de kadın eli sıkmayan diplomat dönemi mi başlıyor?-Barçın Yinanç-

Dışişleri Bakanlığı’na giden kadınlar, el uzattıklarında karşılarında uzatılan eli sıkmayan genç bir diplomatla karşılaşıp, elleri havada kalabilir.

Jennifer Lopez Suudi Arabistan'daki konserinden bir kare

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan en son bu ay ortasında yaptığı açıklamada “Biz Suriye tarafına normalleşme konusunda elimizi uzattık” dedi.

“El uzatma” diplomaside sıkça kullanılan bir metafordur.

Bu aralar Dışişleri Bakanlığı’na giden kadınlar, el uzattıklarında karşılarında uzatılan eli sıkmayan genç bir diplomatla karşılaşıp, elleri havada kalabilir.

Malum, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan göreve gelir gelmez, Cumhurbaşkanından Dışişleri’nin zihin kodlarını değiştirme talimatı almıştı. Anlaşılan bu talimat, bakanlığı Menzil tarikatı üyeleri ile TÜGVA’cılarla doldurmak olarak algılanmış.

Bakanın ilk icraatlarından biri Dışişleri’ne giriş sınav yönetmeliğinin bir kez daha değiştirilmesi oldu. Yapılan değişiklikler, Bakanlıkta, “Menzil’cilerin, TÜGVA’cıların girişi mi kolaylaştırılıyor” şüphesiyle karşılanmıştı. Bu şüpheler yersiz değil gibi duruyor. Bir süredir, Menzil’den TÜGVA’dan gelen listeler konuşuluyordu.

Şimdi “Ak troller”, bu süreci Dışişleri’ni “Cumhuriyet’in elit ekollerinden kurtarma, bakanlığı Anadolu’ya açıp demokratikleşmesini sağlamak olarak” tanıtacaktır.

Ak trollerin bilmediği, ya da aslında bilmek istemediği, Dışişleri Bakanlığı’nın dünyanın hemen yer yerinde elit bir kurum olması ve elit bir kurum olarak görev yapması gereğidir. Ancak bakanlığa giren herkes anasından babasından elit doğmamıştır.

Ankara’nın herhangi bir mahalle lisesinden ya da Anadolu’da herhangi bir şehrin iyi bir lisesinden mezun olup büyükelçi olan çok isim biliyorum. Ama onlar da kendi okullarının en iyileriydi.

Tabii bu durum geçmişte böyleydi. Normal mahalle okullarını da AK Parti iktidarı mahvettiği için aynı şeyi bugün için söylemek tabii mümkün değil.

Doğrudur, yurt dışında yaşadıklarından dil ve eğitim avantajlarına sahip olan büyükelçilerin çocuklarının bir kısmı ebeveynlerinin izinden gitmiştir. Ama, bir çalışma yapılsa, AK Parti iktidara gelene kadar düzenlenen sınav sonuçlarına bakılsa, elçi çocuklarının hiç de öyle sanıldığı gibi büyük sayılarla bakanlığa girmediği ortaya çıkar. Böyle bir çalışmanın yapılacağını hiç sanmam.

Biz bu filmi görmüştük

Bakanlık personel politikası ile ilgili olarak günümüzde yaşananlar, “ben bu filmi görmüştüm” duygusu yaşatıyor.

2010’lu yılların sonuna doğru, bakanlığı Anadolu’ya açmak gerekçesiyle sınav yönetmeliği değiştirildi ve FETÖ’cüler bakanlığa akın etti. “Çok sayıda büyükelçilik açıyoruz, açacağız; yeni personele ihtiyaç var” denildi. Benim bildiğim bakanlık her zaman personel azlığından yakınırdı. Ama standartları indirmeye de AK Parti gelene kadar razı olmadı.

Sonrasını biliyoruz. Bakanlık FETÖ istilasına dirense de çok başarılı olamadı.

Hakan Fidan’ın bugün güven duymadığı, birilerine açık verirler diye what’s uplarından e- postalarına takip ettirdiği diplomatların bir bölümü FETÖ’cülerle mücadele ederken, kariyerleri darbe aldı; aileleri hedef gösterildi.

2016 darbe teşebbüsünden sonra da Bakanlık personelinin neredeyse yüzde 20’si FETÖ’cü oldukları gerekçesiyle atıldı.

Sınav yönetmeliği Menzilciler için mi değişti?

Şimdi yine personel açığını kapamak ve diğer başka gerekçelerle sınav şartları mart ayında yeniden değiştirildi; bakanlığa giriş kolaylaştırıldı.

Sınavı kazanma notu 60 puana indirildi. Özellikle mühendislerin girmesi için sınav notunun düşürüldüğü savunusu var.

“Özellikle Afrika’da Asya’daki büyükelçiliklerimizin fiziki güvenliği, siber güvenlik için mühendislere ihtiyaç var. Sözel alanından sınavda kalırlarsa, iyi mühendisleri kaçırırız” denmiş.

“O zaman niye ayrı teknik statüde kadro açılmıyor” sorusunun cevabı yok. Öyle olunca da “spesifik kadrolara alan açma” şüphesi güç kazanıyor.

Adım gibi eminim. Bu mühendis kökenliler, Afrika’da görev yaptıktan sonra, Washington’dan Londra’ya, Paris’ten, Tahran’a ayrı bir diplomasi birikimi isteyen yerlere atanma talebinde bulunmakta hiç tereddüt etmeyeceklerdir. “Ama biz sizi tehlikeli yerlerde elçilik güvenliği için almıştık” diye de itiraz edilemeyecektir.

Hariciye’ye hariçte gerek var

Çünkü bu iktidarın bugün bir şey deyip, yarın tam tersini yapma lüksü var.

Misal, Hakan Fidan, yaptığı ilk konuşmalarından birinde, müstehzi bir edayla şöyle demiş: “Sizde bir laf var ‘Hariciye’ye hariçte gerek var’ diye. Ama bu bakış nedeniyle merkezi ihmal etmişsiniz.”

Ve bu yüzden personel dairesinin, destek hizmetleri dairesinin başına atananların dış tayine gitmemesi gerektiğini söylemiş. Lakin destek hizmetlerinin başına getirilen siyasi atama, ki bu dairenin en önemli misyonlarından biri çok büyük bir ihtiyacı yerine getirip, bakanlığa yeni bir bina kazandırmak idi- bu göreve getirilmesinin üzerinden iki yıl geçmeden Pakistan’a atandı. Demek ki Hariciye’ye hariçte mi gerek varmış?

Aile birliği bozuluyor

Daha önce bakanın, diplomatların kendi aralarında evlenmelerine karşı çıktığını yazmıştım. Evli çiftler personel dairesinin hedefine girmiş durumda. O kadar aile birliğinden bahseden bir zihniyet, aileleri parçalıyor. Aynı yere tayin olan eşlerden biri, birdenbire kendisini bambaşka bir yere tayin olmuş bulabiliyor. Kararnameye yeni giren çiftler de ayrı kıtalara tayin oldular.

Tamam belki aynı şehirde ya da aynı binada, ast üst olarak görev yapmasınlar. Ama en azından komşu ülkelerde görev yapabilirler. Birbirinden kilometrelerce uzağa atanan eşlere hayatın dar edilmesi, gençlerin gözünü korkutma amaçlı. “Siz siz olun, birbirinize sakın ha aşık olmayın, birbirinizle evlenmeyin; evlenirseniz de birinizden biri işi bırakacak” mesajı veriliyor.

Sanki kadın düşmanı bir zihniyet var.

Diyebilirler ki; bugün genel müdürlerin yüzde 43’ü kadın diplomat. Normal; çünkü 20 yıl önce personel dairesinin önüne bir genel müdürlük için gerekli kriterleri dolduran 10 kişilik liste geldiğinde; bunun 2’si kadın 8’i erkek iken, şimdilerde bu oran altıya, dört, yediye üç olmuş durumda. Kadınları tümden görmezden gelemezler. Ancak bu gidişle gelecekte kadın diplomat sayısı azalacak gibi duruyor. 

Suud’larda Lopez konseri: Herkes gider Mersin’e…

Başa dönecek olursak...

Günümüzde Jennifer Lopez’in konser verdiği bir Suudi Arabistan var. Bu ülkeyi yakından izleyen bir yetkili, “İddialı gelebilir ama; Suudi Arabistan çok uzak olmayan bir gelecekte kutsal şehirler Mekke Medine dışında, şeriatı terk ederse, hiç şaşırmayın” demişti.

Herkes gider Mersin’e biz gideriz tersine.

Bu yıl iki sınavla Dışişleri’ne yaklaşık 300 kişi alındı. Kimileri aralarından sadece 15-20’sinin gerekli kriterleri doldurduğu görüşünde. Bakanlığı bir tarikattan kurtarıp başka bir tarikatın sızmasına izin vermek, geçmişten hiç ders alınmadığını gösteriyor.                                            

                                                           /././

Erdoğan, G20'de "Sosyal Kapsayıcılık" oturumunda konuştu: Yoksul kesimi koruma altına aldık

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Brezilya'daki G20 Liderler Zirvesi kapsamında "Sosyal Kapsayıcılık ile Açlık ve Yoksullukla Mücadele" oturumunda konuştu. Her 10 kişiden birinin açlıkla mücadele ettiği dünyada Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda 9 yıl önce kabul edilen "2030 Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerine" ulaşma yolundaki gayretlerin henüz beklenen neticeleri veremediğini belirten Erdoğan, Türkiye'nin, dünyanın neresinde bir ihtiyaç sahibi varsa imkanları dahilinde yardıma koşmayı görev bilen bir geleneğin temsilcisi olduğunu söyledi. Türkiye'nin 2015'ten bu yana milli gelirinin yaklaşık yüzde 1'ini insani yardımlara ayırdığını söyleyen Erdoğan, Brezilya Dönem Başkanlığı'nın "Açlık ve Yoksulluğa Karşı Küresel İttifak" kurma seferberliğini, sadece stratejik bir girişim değil, ahlaki bir sorumluluk olarak da gördüklerini dile getirdi. Erdoğan, bugün bir yandan bu küresel ittifakı kurarken, diğer yandan da Gazze başta olmak üzere Ortadoğu, Afrika ve Asya'daki çatışmalarda hayatları altüst olan sivillerin kaderleriyle baş başa bırakılmaması gerektiğini söyledi. Sosyal devlet vasfının bir gereği olarak yoksullukla mücadelede ve sosyal güvenlik ağını geliştirmede önemli adımlar attıklarını iddia eden Erdoğan, "İnsanı yaşat ki devlet yaşasın" anlayışıyla sosyal güvenlik sistemini baştan sona yeniden dönüştürüp, yoksul kesimi büyük ölçüde koruma altına aldıklarını savundu. Erdoğan, Türkiye'nin dünyanın en kuşatıcı ve kapsayıcı sosyal güvenlik sistemlerinden birine sahip olduğunu iddia etti ve "Farklı sosyal destek programlarımızla ihtiyaç sahibi vatandaşlarımıza sahip çıkıyoruz. Hedefimiz, tek bir yoksul insanımızın kalmamasıdır. Bunu sağlayana kadar çalışmalarımızı devam ettireceğiz" dedi.                              

                                                         ***

Fiyatlar cep yakıyor; “Vatandaşı önce aç bıraktılar şimdi de susuz bırakacaklar!”
Yılbaşında 70 TL olan damacana su fiyatları son bir yılda yüzde 100’den fazla artınca İstanbul Su ve Meşrubat Satıcıları Esnaf Odası, Ticaret Bakanlığı ile görüşerek su satış fiyatı tarifesi çıkardı. Tarifeye göre damacana suyun fiyatı 90 TL olmalı. Ancak son 3 ayda yüzde 21 daha zamlanan damacana fiyatları piyasada 145 TL’yi buluyor.(https://t24.com.tr/haber/fiyatlar-cep-yakiyor-vatandasi-once-ac-biraktilar-simdi-de-susuz-birakacaklar,1197478)

                                                                 ***

İddia: Teğmenlerin ardından alay komutan vekili, bölük ve tabur komutanı da ihraç talebiyle disipline sevk edildi
Kılıçlı yemin soruşturmasında Teğmen Ebru Eroğlu ve Teğmen İzzet Talip Akarsu'nun da içinde bulunduğu 5 teğmenin ihraçlarının tebliğ edilmesinin ardından alay komutan vekili, bölük komutanı ve tabur komutanının da ihraç talebiyle disipline sevk edildiği iddia edildi.(https://t24.com.tr/haber/tegenlerden-sonra-alay-komutan-vekili-boluk-ve-tabur-komutani-hakkinda-da-ihrac-talebi,1197444)

                                                                    ***
İhracı istenen Teğmen Ebru Eroğlu'na cinsel saldırı tehdidine verilen takipsizlik kararı kaldırıldı.
Kara Harp Okulu mezuniyetindeki kılıçlı yemin nedeniyle disipline sevk edilen Teğmen Ebru Eroğlu'na cinsel saldırı tehdidinde bulunan kişi hakkında takipsizlik kararı vatandaşların tepkisi sonrasında kaldırıldı.(https://t24.com.tr/haber/ihraci-istenen-tegmen-ebru-eroglu-na-cinsel-saldiri-tehdidine-verilen-takipsizlik-karari-kaldirildi,1197423)
                                                         ***

"Yenidoğan çetesi" davasında ilk gün | Sanık hemşire Taşçı: Fazla para almak için evrakta oynamalar hep yapılır, 10 yıl önce çalıştığım hastanelerde de yapılıyordu.
Duruşmanın ilk gününde hemşire sanık Hakan Doğukan Taşçı'nın savunması dinlendi. Taşçı, "Evrak üzerindeki oynamalar daha fazla para almak için her zaman yapılıyordu. 10 yıl önce çalıştığım hastanelerde de yapılıyordu. Bu kurumlar senede 6-7 kez denetleniyor. Nasıl oluyor denetlemeden sorunsuz çıkıyorlar da suç bize kalıyor? Hastayı entübe gösterirseniz hasta '3. basamak' olur. SGK'dan daha fazla para alırsınız. Onun için bu yapılıyordu" diye konuştu.(https://t24.com.tr/haber/yenidogan-cetesi-hakim-karsisinda,1197251)

                                                                     ***
(T-24)

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -19 Kasım 2024-

Gazetecileri yargıdan kim koruyacak?-Ceren Sözeri-

Medyayı dördüncü kuvvet belleyen, yasama, yürütme ve yargıyı denetleyen bir unsur olarak tarif eden liberal düşüncenin yine tıkandığı bir yere geldik çattık. Yasama ve yürütmeyi denetleyen yani hakkında haber yapan, kamu adına soru soran gazeteci bağımsız olmayan bir yargı sisteminde nasıl korunacak? Yargının bağımsız olması mümkün mü? Eşi bir gecede SPK’ya atanan İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı ile ilgili soruya Adalet Bakanı “mevzuata uygun” demekle yetinirse hangisi bağımsız oluyor adalet bakanı mı, savcı mı?

Bunu kime sormak lazım diye düşünürken aklıma Selçuk Kozağaçlı geldi. Onun 10 Kasım 2021’de Gazete Duvar’da yayınlanan, Hapishane Defterleri’nden de ulaşabileceğiniz “Hakim olsaydım” başlıklı yazısına başvurdum. Kendi davası için diyor ki Kozağaçlı, “Ben hâkim olsaydım kültürel, siyasal, ideolojik açıdan bana hiç benzemeyen; polisin, savcının, iktidarın hoşlanmadığı hatta bırak iktidarı, beni -bile- hâkim yapmış güzelim rejime muhalif bir adamı bu dosyayla karşıma dikseler adil yargılar mıydım?” Cevabını bekletmiyor: “Hayır.”

Kavala, Kozağaçlı, öncesinde tutuklu gazetecilerden biliyoruz, hâkimin tahliye kararlarının yok sayıldığını. Anayasa Mahkemesi kararları yok sayılıyor diyeceksiniz, haklısınız. Peki hakimlerin hiç mi özgür alanları yok? Aşağıda sıraladığım kararlar mesela, tepeden talimatla mı verildi?

Mezopotamya Haber Ajansı (MA) editörü ve Dicle Fırat Gazeteciler Derneği (DFG) Eş Başkanı Dicle Müftüoğlu, gazetecilik faaliyetlerinin "örgüt kurmak ve yönetmek" ve "örgüt üyesi olmak"la ilişkilendirilmesi nedeniyle yargılandığı ve yaklaşık 10 ay tutuklu kaldığı davadan beraat etti.

Belgeselci Sibel Tekin, 15 Aralık 2022’de belgesel çalışması için Ankara Tuzluçayır’da yaptığı çekimlerin ardından ihbar gerekçesiyle 16 Aralık’ta ev baskınıyla gözaltına alındı. Bir gün sonra tutuklandı, bir buçuk ay cezaevinde kaldı. Sonunda elde yeterli kanıt olmadığı gerekçesiyle beraat etti. Başından beri herkes elde kanıt olmadığını biliyordu.

Artı Gerçek Genel Yayın Yönetmeni Ali Duran Topuz, Diyarbakır'da 18 gazeteciye yönelik soruşturmayı yürüten savcı ve gazetecilerin tutuklanmasına karar veren Sulh Ceza Hâkiminin tayin haberini yayımladığı gerekçesiyle “terörle mücadelede görevli kişileri hedef gösterme” suçlamasıyla açılan davanın dördüncü duruşmasında beraat etti. Topuz tutuklanmamıştı ancak Fırat Can Arslan o kadar şanslı değildi, aynı dosyaya bakan savcı ve hâkimin tayin haberini yaptığı için 100 gün tutuklu, hatta tecrit altında kaldı. Ardından beraat etti.

Furkan Karabay, Gerçek Gündem internet sitesinde yayımlanan "Mafya davasında rüşvet kavgası tutanaklarda" başlıklı haberde aleni yapılan duruşmanın tutanağa geçen ifadelerini yazdığı için 28 Aralık 2023'te gözaltına alındı, bir gün sonra tutuklandı 11 gün cezaevinde kaldı. Karabay, "terörle mücadelede görev almış kişileri hedef göstermek" ve "kamu görevlisine görevinden dolayı alenen hakaret"le suçlanıyordu, üçüncü duruşmada beraat etti. Şimdi yine aynı "suç"tan Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer'in tutuklanmasının ardından İstanbul Başsavcısı ve vekilinin geçmiş soruşturmalarını haberinde konu edindiği ve sosyal medyadan paylaştığı için yine sabahın bir saatinde gözaltına alındı, tek bir soru sorularak tutuklandı. Bu sefer "terörle mücadele eden kişiyi hedef gösterme" ve "hakaret"in yanına bir de "dezenformasyon" suçu eklenmiş. Söylemeye gerek var mı bilmiyorum ama kaçmasını gerektirecek ya da delilleri gizleyecek bir durum yoktu. Çağrılsa ifadeye de gelirdi. Çağırmayıp gözaltına alanlarsa ne terörle mücadele eden kişiyi hedef gösterdiğine (bilgiler herkese Google mesafesindeydi) ne hakaret ettiğine ne de haberindeki bilgilerin gerçek olmadığına dair bir kanıt sundular. Tutuklama yoluyla ceza vermeyi tercih ettiler çünkü Furkan yine beraat edecek.

“Yargılamaya soyunan iktidara da talip kabul edilir. Elde edemez veya elde tutamazsa hesabını öder. İkinci hisse doğrudan hâkimi ilgilendirir. İnsanlara adil davranmayarak zulmettiysen, işin sonunda Kral baban (devlet diye de okuyabilirsiniz) bağışladığında bile mazlum unutmaz, hesap sorar” diyor Kozağaçlı. Zekeriya Öz bağımsız, hatta başına buyruk bir savcı değil miydi?

Adalet derken yargı bağımsızlığı gibi teknik bir detaydan söz etmiyoruz. ABD’de eylül ayında Gallup tarafından yapılan bir anket Cumhuriyetçilerin, hemen hiçbir kuruma güvenmezken, yargıya güvendiğini ortaya koyuyordu. Çünkü Trump’ın atadığı hakimler iş başındaydı.

Furkan mektup yazmış, kitapsız, insansız Silivri’de, ama yaptığının suç değil gazetecilik olduğundan herkesten daha fazla emin. Yine çıkacak, yine yazacak. Gazetecilerin, avukatların, siyasetçilerin, hak savunucularının, belgeselcilerin cezaevinde olması yargısal bir sorun değil siyasi bir sorun. Kavgayı buradan kurarken sadece iktidara değil topluma seslenmek, eşitliği, özgürlüğü ve tabi adaleti sahiplenmek gerekiyor.

                                                         /././ 

COP29 toplantıları ya da "Bir şey yapılıyor tiyatrosu": Tam bir zaman kaybı -Özer Akdemir-

Kısaca COP29 olarak adlandırılan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin 29’uncu taraflar toplantısı Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de devam ediyor. İlk haftası sona eren toplantılar 22 Kasım tarihine kadar devam edecek.40 bine yakın kişinin kayıt yaptırdığı toplantı katılımı itibarıyla geçen sene Birleşik Arap Emirlikleri Dubai’de yapılan toplantıya katılımın neredeyse yarısı kadarla sınırlı kaldı. Dubai’deki toplantılara 80 binin üzerinde kişi katılmıştı. Bakü’deki toplantılara katılım ülke devlet başkanları düzeyinde de epey eksikliklerle dolu. Küresel ısınmaya neden olan fosil yakıtlar konusunda sicilleri hayli kabarık olan ABD, Rusya, Almanya, İngiltere ve gelecek sene toplantıya ev sahipliği yapması beklenen Brezilya’nın devlet başkanları Bakü’deki toplantılarda çeşitli gerekçelerle yer almayacaklar. Fransa ve Hollanda devlet başkanlarının da konferansa katılmayacağı ileri sürülüyor. ABD’de yeniden başkan seçilen Trump ilk başkanlığı döneminde iklim değişikliği olgusunu inkar etmişti. Trump’ın Paris İklim Anlaşması’ndan ABD’yi çekeceği söylentileri bile zirveyi karıştırmış durumda. Arjantin Devlet Bakanı Javier Milei bu söylentileri gerekçe göstererek ülkesinin delegasyonuna zirveden ayrılın çağrısı yaptı. Milei’nin de iflah olmaz bir iklim inkarcısı olduğunu ve iklim değişikliğini savunan bilim insanlarına hakarete varan sözler ettiğini de belirtelim.

Bakü’deki toplantılarda iklim değişikliğini durdurmak için belki de tüm toplantılar boyunca konuşulan temel konu “para” oluyor. İklim değişikliğine en çok neden olan ülkelerin (gelişmiş ülkeler) gelişmekte olan ülkelere ve yoksul ülkelere iklim finansmanı ile ilgili BM hesaplamalarına göre yıllık yaklaşık 1 trilyon dolar para aktarması gerekiyor. Bu paranın kredi mi, hibe mi olacağı, hangi araçlarla aktarılacağı, nasıl toplanacağı vs. temel tartışmalar arasında. Hal böyle olunca Bakü’de de geçen yıl Dubai’de de yapılan konuşmaların yörüngesi para üzerine dönüp duruyor.

Türkiyeli politikacılar ülkemizde ağızlarını açtıklarında Türkiye’nin gelişmiş ekonomisi olan ülkelerden birisi olduğunu söylerler değil mi? Oysa COP toplantılarında bu söylem tam tersine döner ve Türkiye’de yoksul ülkelere aktarılması planlanan bu 1 trilyon dolarlık paradan pay ister. Nitekim bu yıl da Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşmasında Türkiye’nin bu yöndeki beklentilerine yer verdi.

"PETROL ALLAH’IN LÜTFU!"

COP29 zirvesinin Bakü’de yapılıyor olmasına daha geçen seneki toplantı sürecinde de itiraz vardı. Tıpkı Birleşik Arap Emirlikleri gibi Azerbaycan da en çok petrol üreten ülkeler arasında ve iklim değişikliği ile fosil yakıtlar arasında doğrudan bir ilişki var. Hal böyle olunca iklim değişikliğine neden olan petrol üreticilerinin ülkesinde iklim değişikliği  konuşmanın da çok absürt olduğuna yönelik söylemler az değil.Nitekim, iklim değişikliğini durdurmak için fosil yakıtların azaltılması ve nihayetinde tamamen durdurulmasının konuşulması gereken toplantıların daha açılış konuşmasında  Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev ürettikleri petrolü “Allah’ın lütfu” olarak nitelendirdi! Yani bırakın petrol üretimini kısmayı ya da tüketimi azaltmayı “Allah’ın lütfu” dediği petrole “Allah’ın ipine sarılır gibi” sarılacaklarını birinci ağızdan söylemiş oldu. COP29 Zirvesinin Başkanı, aynı zamanda Azerbaycan’ın Ekoloji ve Doğal Kaynaklar Bakanı Mukhtar Babayev’in Azeri petrol devi, ülkemizde de faaliyet gösteren SOCAR’ın eski bir yöneticisi olduğunu söylemek bu ülkelerin COP toplantılarına ne kadar değer verdiğini anlamak açısından önemli olabilir. Nitekim geçen seneki COP28 Dubai Toplantılarının Başkanı Sultan Ahmed Al Jaber'in de fosil yakıt lobiciliği yaptığı iddia edilmişti.

ZİRVE BAŞKANI SOCAR PETROL ŞİRKETİNİN ESKİ YÖNETİCİSİ

Yine de Muktar Babayev’in konuşmasında önemli gerçeklere işaret etmesi, iklim finansmanı için gerekli yıllık 1 trilyon dolarlık kaynağa ayak direyen gelişmiş ülkelere harekete geçmemenin yol açacağı maliyetin çok daha büyük olacağını dillendirmesi önemli bulundu. Gezegenin 3 derecelik bir ısınmaya doğru gittiği, buna karşı tüm ülkelerin emisyon oranları ile ilgili ulusal katkı beyanlarını güçlendirerek, fosil yakıtlardan “Adil ve koşullar dikkate alınarak” vazgeçilmesi gerektiği sözleri de önemli bulundu ancak kendi devlet başkanının fosil yakıtları Allah’ın lütfu olarak nitelediği bir yerde bu sözlerin inandırıcılığının da epey zayıfladığı bir gerçek.

1.5 DERECE NOSTALJİSİ

Zirvenin açılışında konuşan BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) Genel Sekreteri Simon Stiell’in Beryl Kasırgası’ndan etkilenen 85 yaşındaki Florance’ın fotoğraflarını göstererek bu şekilde devam edilmesi durumunda benzer fotoğrafların da devam edeceğine vurgu yapması bunun için iddialı bir iklim finansman sisteminin aslında tüm ülkelerin yararına olacağını söylemesi de önemli bir uyarı olarak değerlendirildi. Stiell’in, “1.5 derece hedefinin elimizden kayıp gitmesine izin veremeyiz” sözleri ise çoktan aşıldığı belirtilen 1.5 derece ısınma eşiğine yönelik nostaljik bir ifade olarak yorumlandı. Bilim insanları aylardır 1.5 derece eşiğinin aşıldığını ve Paris Anlaşması’nın bu ilk hedefinin artık tarih olduğunu dile getiriyorlar. 

DÜNYA METEOROLOJİ ÖRGÜTÜ RAPORU

Nitekim tam COP29 toplantılarının başladığı gün Dünya Meteoroloji Örgütünün açıkladığı dünya iklim durumu 2024 raporu da bu gerçeğe işaret ediyordu. Rapor ayrıca durumun vahametinin görülmesi açısından önemliydi. Rapora göre * 2024 yılı ocak-eylül ayları arasında ortalama yüzey sıcaklığındaki artış sanayi devrimi öncesine göre 1.54 derece üzerinde seyretti. * Son 10 yıl dünyanın gördüğü en sıcak 10 yıl oldu ve sıcak yıllar arka arkaya geldi. Bu dünyanın ısınmasını gösteren önemli bir gösterge olarak kabul ediliyor. * 2023'te atmosferdeki sera gazı emisyonları en yüksek seviyesine ulaştı, yükseliş 2024'te de devam ediyor.* Güney ve Kuzey Kutbu'nda deniz buzullarının genişliği ortalamaların altında kaldı.* Deniz seviyesinde yükselme, 2014-2023 arasında yılda 4.77 mm olmak üzere devam ediyor.

TÜRKİYE'NİN ÇÖZÜMÜ NÜKLEER SANTRAL!

Gelelim zirvenin Türkiye tarafındaki gelişmelerine. Zirvede söz alan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Türkiye’nin iklim krizinin en olumsuz etkilerinin görüldüğü ülkelerden birisi olduğunu belirterek, 2053 yeşil finans stratejisinin oluşturulmaya çalışıldığını, emisyon ticaret sistemini de içeren iklim kanununun çok yakında Meclise sunulacağını, net sıfır emisyon hedefine ulaşmak için önceliklerin yenilenebilir enerji, enerji verimliliği ve nükleer enerji olduğunu söyledi. Türkiye’nin 2053 yılında nükleer enerji kurulu gücünü 20 bin MW’a çıkarmayı hedeflediğini söyleyen Erdoğan, Sıfır atık kampanyası ve Togg’u da iklim eylemleri için örnek göstererek Türkiye’nin 2031 COP toplantılarına ev sahipliği yapması için destek istedi. İklim finansmanı konusunda Türkiye’nin de beklentileri olduğunu ima eden Erdoğan konuşmasının sonunda İsrail’in Filistin ve Lübnan’a düzenlediği saldırıların uluslararası yasalara aykırı olduğunu dile getirdi.

Erdoğan her ne kadar İsrail’in Filistin’e yaptıklarını kınayan bir konuşma yapsa da COP29’da İsrail’e olan akaryakıt sevkiyatı nedeniyle protesto edilen ülkelerden birisi de Türkiye idi. Filistin’den ve dünyanın çeşitli ülkelerinden zirveye katılan eylemciler Azerbaycan, Güney Afrika, Brezilya ve Türkiye’den İsrail’e petrol ve enerji sevkiyatının durdurulmasını istediler. Zirvede Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum da Türkiye’nin “2053 uzun dönemli iklim değişikliği stratejisi”ni açıklayan bir toplantı düzenledi. Belgeye göre 2053 yılına gelindiğinde Türkiye’nin birincil enerji arzının yüzde 50’si yenilenebilir enerji kaynaklarınca sağlanacak. Türkiye’nin strateji belgesinin en büyük eksiğinin ise fosil yakıtlardan vazgeçileceğine dair hiçbir somut verinin olmaması, kömürlü termik santrallerden bahsedilmemesi, diğer emisyon kaynakları ile ilgili (kara yolu-hava yolu) somut veriler sunulmaması olarak gösteriliyor. Bu bilgiler zaten Türkiye’nin 2053 net sıfır hedefine ulaşabilme olasılığının neredeyse net sıfır olduğunu ortaya koyuyor.

DAĞIN FARE DOĞURMASI BEKLENİYOR

Zirvenin ilk haftası neredeyse iklim finansmanı, paranın nasıl dağıtılacağı, nasıl toplanacağı gibi hep para üzerine konularla geçti. Önümüzdeki günlerde de benzer tartışmaların yaşanması bekleniyor. İklim değişikliğini önlemeyi sadece yoksul ülkelere parasal destek sağlamak olarak okuyan, emisyon azaltımı konusunda net veriler, hatta niyetler ortaya koyamayan, iklim değişikliğine en çok neden olan ülkelerin görmezden gelmeyi yeğlediği bir zirveden tüm dünya halklarının beklediği, küresel ısınmanın önlenmesine yönelik ciddi bir sonuç çıkması beklenmiyor. Önceki zirveler gibi bu zirvenin de “Beklenildiği üzere dağ fare doğurdu” cümlesiyle özetlenmesi çok büyük bir olasılık olarak görünüyor. 

Şu ana kadarki zirve, Papua Yeni Gine delegasyonunun dediği gibi “Tam bir zaman kaybı.” Görünen o ki kapitalist ülkeler iklim değişikliği konusunda somut bir adım atmaya çok uzaklar ve COP toplantılarını da dünya kamuoyuna “Bir şey yapılıyor tiyatrosu” izlettirmek için kullanmaya devam edecekler.

                                                           /././

Papatya falı ve havuçla sopa..-Mustafa Yalçıner-

Bahçeli DEM sıralarına giderek tokalaşmasının ardındanÖcalan gelsin DEM Grubunda silah bırakma çağrısı yapsın, umut hakkından yararlansınçağrısını yaptı yapalı tartışılıyor: “Erdoğan’ın bilgisi var mıydı yok muydu?

Erdoğan’a soruyu sormayan “uçaktakiler nasıl gazeteci”, bu sorgulanıyor.

Şamil Tayyar, M. Metiner ve M. Uçum peşrevler çekip ortalığı kızıştırıyorlar: Haberliydiler… Yok, habersizdiler…

Muhalif ekran yüzleri ortakların birbirlerinden habersiz olduklarına kanaat getiriyor.

Ö.Özel katılıyor tartışmaya ve ortağından habersiz çağrılar yapması görüşünden hareketle, “Devlet Bey bir erken seçimin önünü açacaksa, o konuda son derece açığım” diyor! Papatya falı açma içeriğiyle başlayan “tartışma” sonucuna bağlanarak, üzerine taktik inşa ediliyor!                            *

Gerçek ne? Son görüşmelerinde tatlıya bağlansa bile iktidar ortakları arasında tartışma/anlaşmazlık mı var?

Bu bir beklentidir. Öteden beri ortaklar arasındaki anlaşmazlıklara bel bağlanmıştır. Kendi gücüne ve mücadelesine güvenmek yerine karşısındakinin zaafa düşmesinden medet umma kolaycılığıdır.                  *

Ortaklar zaafa düşmüşlerdir, ama kendi aralarında anlaşmazlık içinde değiller. Tersine, olabildiğince planlı-programlı adımlar atıyorlar.

Bahçeli’nin “Elini taşın altına sokması”nın nedeni planlıdır. Hem Erdoğan bir kez “çözüm süreci” lafı etmiş ve sonuçsuz kalmıştır. Hem Kürt düşmanlığı dendiğinde kimsenin aklına tersi gelmeyecek kişi Bahçeli, örgütse partisi MHP’dir. Öcalan ve Kürt lafı ettiğinde “Mutlaka bir bildiği vardır” denecek, ama “n’oluyoruz” yorumları yapılmayacak ilk ve belki de tek kişi odur! Dolayısıyla “Kestaneyi ateşten almak” ona düşmüştür.

Zaafa düşüp bu tür adımlar atmak zorunda kalmaları, Erdoğan, Bahçeli ve ilişkileriyle değil, ama tamamen kendi dışlarındaki nesnel koşullarla ilgilidir. Hem dış (uluslararası ve özellikle bölgesel), hem de ülke içi koşullar iktidar ortaklarını dururlarsa düşecekleri ama mutlaka “ileri” adımlar atmak zorunda oldukları bir duruma sıkıştırmıştır.

Ortadoğu ateş çemberidir. Erdoğan’ın muhalefeti arkasına dizmek amacıyla dillendirdiği İsrail’in Türkiye’nin üzerine yürüyecek olması nedeniyle değildir! Bu mugalatadır. Ancak bölgenin yeniden dizaynının gündemde oluşu gerçektir. Sorun sadece İsrail’in saldırganlığından ibaret değildir ve asıl onu kendi amaçları doğrultusunda yönlendirip rakiplerini ve kendisine boyun eğmeyenleri zayıflatıp eleme peşinde olan Amerikan emperyalizmidir. İran bir “yol temizliği”nin hedefiyken, durumu fırsata dönüştürüp öne çıkmak isteyen Erdoğan Türkiye’si atağa kalkma peşindedir.

Ama iki önemli sorunu bulunmaktadır. Biri, bölgede ve özellikle Suriye’de Kürt sorunu dolayısıyla ABD ile arasındaki makas açıklığıdır. Bahçeli’nin öne atılışı, ortakların verecek şeyleri olmadığından taviz vermeyip teslimiyet talep ederek bu sorunu çözmeyi amaçlamasındandır.

İkinci sorun, ülke içinde de ortakların verecek şeyleri kalmamasının yanında güç kaybetmiş oluşlarıdır. Mecbur oldukları, güç kullanıp saldırmak ve sadece saldırmaktır. “Yumuşama”, “normalleşme” falan lafügüzaftır. Verebilecekleri milim taviz yok görünmektedir. Tekelci burjuvazi ve özel olarak “yandaş” sermaye kliğinin ve dolayısıyla egemenliklerinin halkın, emeğiyle geçinenlerin boğazından keserek; ücretleri enflasyona ezdirip vergi koyup zam yaparak yürümekten başka yolu bulunmuyor. Bu ise, sermaye ve iktidarın en çok korktuğu şey olan halkı galeyana getiricidir.

Havuç ve sopa”ya baş vuruşları bundan. Bir yandan Öcalan derken kayyım zorunu gündeme alışlarının nedeni bu. Üstelik, durabilecekleri noktada değiller ve “sopa”nın ucunu şimdilik Kürtler üzerinden örneğin Esenyurt’ta CHP’ye gösterdiler. Sıraya İmamoğlu ve Yavaş’ı koyuyorlar.

CHP, sokağa çıkmayı yasaklayan Kılıçdaroğlu CHP’si olmasa bile, henüz göstermelik çıkıyor sokağa ve onun da geleneksel olarak hazzetmediği sokağın önünü kesmede iktidarın CHP’ye ihtiyacı var. Oldu oldu, olmadı, o da daha ağır bir zorun hedefi olmakla tehdit ediliyor.

Haberli-habersiz” derbederliği değil, güç gösterisi var ve şimdilik bu çerçevede. Bir adım atılıp gözlenerek ikincisi üzerine hesap yapılıyor. Hesap önemli, çünkü bir de zorun altında kalması var!

                                                           /././

İkinci Trump dönemi ve Latin Amerika -Ertan Erol-

Donald Trump’ın ABD başkanlık seçimlerini kazanmasının ardından ikinci Trump döneminin küresel ve bölgesel muhtemel sonuçları da önemli bir gündem konusu haline geldi. İkinci Trump döneminin Marco Rubio gibi özellikle Venezuela ve Küba konusunda en şahin kanadı temsil eden isimlere yer vermesi, ABD’nin Latin Amerika’da izleyeceği dış politikanın hangi yönde ilerleyeceğini göstermesi açısından önemliydi. Marco Rubio’nun, Venezuela’da iktidarın gerekirse zorla ve dış müdahale ile değiştirilmesi gerektiği yönünde argümanları, en önemli önceliklerinden biri ülkeye göçmen akışını durdurmak olan bir hükümet için çok da anlamsız seçenekler olarak gelmeyecektir. Aynı şekilde zaten ekonomik olarak darboğazda bulunan Küba’nın üzerindeki blokajın gevşetilmesi umudu bir başka bahara kalacaktır.

Bununla birlikte Arjantin’in Patetik Başkanı Javier Milei ile Brezilya’nın Eski Başkanı Jair Bolsonaro dışında Trump’ın ikinci döneminin bölgede ne sağ ne de sol çizgideki siyasetçiler açısından olumlu karşılanacağı düşünülmeli. Javier Milei ve kız kardeşinin Trump ve Musk ile birlikte çektirdiği fotoğrafları sosyal medyadan paylaşmaları, Milei’in Trump ile konuşmasında Trump’ın Milei için ‘Benim en favori liderim sensin’ dediği iddiası, bir sosyal medya siyasetçisi olan Milei için bulunmaz bir fırsat olarak kullanıldı. Milei her zamanki bayağılığı ve ergenliği ile küresel solun ‘komünist’ Kamala Harris’in seçimleri kaybetmesi ile ağladığını iddia etti. Hiç şüphesiz Milei ve ekibi kişisel ilişkilerin önemli rol oynayacağı Trump’ın ikinci döneminde mevcut ilişkilerini kullanarak ABD’den ekonomik yardım sağlanması ümidini taşıyor.

Ancak bununla birlikte bölgeyi asıl etkileyecek konulardan biri bölge ülkelerinin Çin ile olan ekonomik ilişkileri olacak. İkinci Trump döneminde ABD ile olan ilişkilerin derinliğini ideolojik yakınlıklar değil Çin’e karşı alınan tutumlar belirleyecek. Milei’in nefret ettiği ‘komünizm tehlikesi’ne rağmen ülkesinin tarımsal ürünlerinin en önemli ithalatçısı olan Çin ile olan ilişkilerini nasıl geliştirmeye çalıştığını biliyoruz. Önümüzdeki dönemde ise ABD’nin Çin ile olan ekonomik savaşın bölgede Çin ile büyük dış ticaret hacmine sahip ülkeler açısından büyük bir sorun teşkil edecek.

Çin Lideri Xi Jinping, daha geçen hafta Peru’da bölgenin en büyük limanının açılışını gerçekleştirdi. Yapımı neredeyse on yıldır süren ve Çin sermayesinin en önemli küresel yatırımlarından biri olan Chancay Mega-Limanı Pasifik ticaretinde önemli bir role sahip olacak ve Çin’in bölge ülkeleri ile olan dış ticaretinin maliyetini ve nakliyat süresini önemli ölçüde düşürecek. Şimdiden Latin Amerika’nın Singapur’u olmak rüyaları gören Peru’nun Trump yönetimi ile ilişkilerinin nasıl etkileneceğini zaman gösterecek.

Belki de ABD ile ilişkilerinde en zorlu döneme giren iki ülke ise Meksika ve Kolombiya.

Göçmen meselesinde ABD Meksika’yı sınırlarını daha sert bir biçimde koruması için zorlayacak. Bu zorlamada ise hem ticaret silahı kullanılacak hem de Meksika’daki uyuşturucu kartellerine daha sert bir politika izlenmesi talebi gündeme gelecek. Bunun ilk işaretini ABD’nin mevcut Meksika Büyükelçisi Ken Salazar’ın geçen haftaki açıklamaları vermiş bulunuyor. Diplomatik nezaketin sınırlarını aşan bir biçimde Eski Başkan Andres Manuel Lopez Obrador’un pasifist politikalarının işe yaramadığı yönünde eleştirilerde bulunan büyükelçi, ABD’nin Meksika ile olan ilişkilerinde ne yöne bir değişimin gerçekleşeceğinin de habercisi gibi.

                                                          /././

Onların çocukları -Kamil Tekin Sürek-

Muazzez İlmiye Çığ’ın ölümü üzerine Orhan Gökdemir’in yıllar önce yazdığı bir yazı sosyal medyada yeniden gündeme geldi. Sevgili Orhan o yazısında 12 Eylül döneminde Muazzez İ. Çığ ve kardeşi Turan İtil’in kurucusu ve yöneticisi olduğu HZİ Vakfının CIA, Pentagon ve 12 Eylül cuntası desteğiyle cezaevlerindeki siyasi mahpusları denek olarak kullanarak çeşitli ilaçları denedikleri, onları ehlileştirme ve sorguda konuşma yöntemleri konularında çalıştıklarını anlatıyordu.

(https://haber.sol.org.tr/.../bizim-sevgili-hastaligimiz)

12 Eylül darbesi sonrası ABD’nin Türkiye’deki adamları başkanlarına “Bizim çocuklar başardı” olarak anlaşılabilecek bir mesaj gönderdiği çok yazıldı. Gerçekten darbeciler onların çocuklarıydı. ABD’den gelip mahpuslar üzerinde deneyler yapmış olanlar da elbette onların çocuklarıydı.

12 Eylülcülerin işkence merkezlerinde ABD, CIA ve Pentagon çıplak gözle görülebiliyordu. Türkiye’de klasik işkence yöntemleri falaka, kaba dayak ve ileriki yıllarda elektrik verme vb. iken; 12 Eylül döneminde işkence yöntemleri çeşitlendi; askıya alma, su ile yapılan işkenceler, kum torbası, vücut direncini azaltan yöntemler vb. eklendi. Yetmişli yıllarda Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’da uygulanan işkencelerin aynısı artık ülkemiz işkence hanelerinde de kullanılıyordu. Bu işkence yöntemlerinin menşei ABD, CIA ve Pentagon idi.

ABD yöntemlerini 12 Eylül dönemi hapishanelerinde de gördük. Özellikle Diyarbakır, Mamak ve Metris ABD yöntemlerinin uygulama merkezleriydi. Daha önceleri hapishanelerde devlet mahpuslara yenmeyen yemekler verir, kaçmalarını önlemek için tedbirler alır, gerisine fazla karışmazdı. Adi mahpuslar koğuş ağaları, devrimci mahpuslar komünler ile hapishanelerde düzeni sağlardı. 12 Eylül sonrası ABD yöntemi gündeme getirilerek önce mahpusların toplu yaşamasına son verildi; önceleri on altı kişilik koğuşlar; daha sonra tek kişilik ve üç kişilik hücrelerde mahpuslar tutulmaya başlandı. Kitap okuma, spor ve dışarısı ile ilişkiler azaltıldı. Tüm Türkiye’de olduğu gibi din propagandası ve din eğitimi uygulanmaya başlandı.
12 Eylül günlerinde Diyarbakır ve Mamak’ta askeri eğitim, karıştır barıştır, dini eğitim ve Atatürkçülük dersleri işkence ile uygulanmaya çalışıldı. Metris’te bunlar pek yapılamadı. Metris’te kalan mahpuslar bu durumu “Biz direndik” diye açıklamaya çalışırlar ama Diyarbakır ve Mamak’ta da tarihi direnişler oldu. Ölen, sakat kalan, yaralanan, sağlığını yitiren binlerce mahpusa haksızlık yapmamak gerekir. Metris belki de İstanbul’da olduğu için, “Metris’in önündeki uzun alan”da analar, babalar eksik olmadığı için ve Metris iç ve dış basına en yakın hapishane olduğu için ABD yöntemlerini istedikleri gibi uygulayamadılar. Ama Metris’te yapılanlar da az değildi. 1983 sonbaharındaki 28 günlük açlık grevi sırasında yapılanlar belki de HZİ Vakfının da deneyleri kapsamındaydı. Kitapları toplama, gazete vermeme, kalem ve kağıtları toplama, yemek yenilen masa ve sandalyeleri kaldırma, sıcak su vermeme, kısa süre aralarla yapılan aramalar, aramalarda koğuştaki her şeyi ortaya yığma, yatakları yırtıp pamuklarını ortaya saçma, yirmi gündür aç olan insanlara koridorlara koydukları seyyar mangallarda köfte pişirerek kokularına boğma, bazı dönek ve itirafçıların konuşmalarını hoparlörlerle mahpuslara dinletme, bazı kişilerin polis ifadelerini teksir edip gece yarıları koğuş kapılarının altından atma, günlerce yimi dört saat koridorlara koydukları ses yükselticilerle mehter marşı ve Türkiyem gibi şarkıları dinletme, koğuştan hastane, mahkeme çıkışlarında zorla mahpuslarda çıplak arama ve anüs muayenesi yapma vs.
Muazzez İlmiye Çığ bütün bunlardan haberdar mıydı, HZİ Vakfının faaliyetlerini biliyor muydu bilmiyorum ama CIA çocuğu Nazi kafalı birinin ablası olmak bile yeterince kötü bir şey. Dinlerin kaynaklarını Sümer, Hitit efsanelerinde bulmak önemli bir keşiftir elbette, hatta bu bilgiyi Türkiye’ye duyurmak bile önemlidir. Muazzez İlmiye Çığ keşke sadece bu çalışması ve uzun ömrü ile hatırlansaydı.

/././

‘İşgalci ülke’ açıklaması ve Erdoğan iktidarının Suriye’de alarm veren politikası -Yusuf Karadaş-

Putin’in Suriye Özel Temsilcisi Lavrentiyev’in Türkiye’yi Suriye’de “işgalci ülke” olarak nitelemesi, Erdoğan iktidarının Suriye’deki varlığı ve Ortadoğu’daki pozisyonu konusunda daha fazla zorlanacağı bir döneme girilmekte olduğunu haber veriyor. Bugün devamının nasıl geleceği/getirileceği belirsiz olsa da Devlet Bahçeli’nin Öcalan ve Kürt sorunu konusunda yaptığı açıklamaların arkasında da yeni döneme dair kaygıların ve bu dönemi fırsata dönüştürme arayışlarının belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Trump’ın başkanlık görevini devralmasından sonra ABD’nin özellikle Ukrayna savaşı ve İran konusunda hangi adımları atacağı, yeni dönemin şekillenmesinde belirleyici bir rol oynayacak.

Ağustos 2022’de Soçi’de yapılan görüşmede Rusya Lideri Putin, Suriye Kürtlerine karşı operasyon için kapısını çalan Erdoğan’a muhatap olarak Suriye Lideri Esad’ı göstermişti. Putin’in işaretinden sonra Erdoğan ve iktidar cephesinden Esad ile görüşme ve Suriye ile “normalleşme” yönünden açıklamalar gündeme gelmiş ve bu kapsamda Rusya’nın ara buluculuğunda bakanlıklar düzeyinde bazı temaslar da gerçekleşmişti. Ancak Esad yönetiminin Türkiye ile siyasi ilişkilerin yeniden kurulmasını Suriye’deki işgalin sona erdirilmesi ve cihatçı gruplara verilen desteğin kesilmesi koşullarına bağlaması, “normalleşme” derken bile aklında Kürtlere karşı yeni operasyon yapmak olan Erdoğan iktidarının hesaplarını bozmuştu.

Erdoğan’ın umudu kendisiyle görüşme konusunda Putin’in Esad’a baskı yapmasıydı. Erdoğan bu beklentisini geçtiğimiz ay Rusya’da yapılan BRICS zirvesinin dönüşünde yaptığı “Sayın Putin’e, Beşar Esad’ın bizim çağrımıza vereceği cevabın temini noktasında bir adım atması çağrımız oldu” açıklamasıyla bir kez daha ortaya koymuştu.

Bu noktada Putin’in Suriye Özel Temsilcisi Lavrentiyev’in “Her şeyin adını doğru koyalım: Prensipte işgalci bir ülke gibi hareket ediyorlar. Bu yüzden, Şam’ın, Türkiye’den birliklerini çekme konusunda belirli garantiler almadan diyaloğa girmesi çok zor” açıklamasını Erdoğan’ın çağrı ve beklentisine verilmiş bir yanıt olarak okumak gerekiyor. TASS haber ajansına verdiği röportajda Türkiye’nin cihatçı gruplarla ilişkilerine de değinen Lavrentiyev’in açıklamalarında dikkat çeken bir diğer nokta da İdlib’deki HTŞ ve Ukrayna istihbaratı arasında bir ilişki ve iş birliği olduğu iddiasını gündeme getirmesiydi. Suriye yönetimi ve Rusya’ya yakın haber ajansları da geçtiğimiz aylarda Ukrayna Savunma Bakanlığı Askeri İstihbarat Dairesi (GRU) Başkanı Kirill Budanov’un İdlib’de Rusya’yı çatışmaların içine çekmek için HTŞ Lideri Ebu Muhammed Colani ile ilişki halinde olduğu iddiasında bulunmuştu. Türk askerinin el Kaide’nin devamcısı HTŞ’ye kalkan yapıldığı İdlib’le ilgili Lavrentiyev tarafından gündeme getirilen iddia, önümüzdeki dönemde Türkiye’nin buradaki askeri varlığının da kaçınılmaz bir biçimde tartışma konusu haline geleceğini gösteriyor.

Lavrentiyev’in açıklamaları, Rusya’nın önümüzdeki dönemde Ukrayna savaşı ve Suriye dosyasını birlikte ele alacağına işaret etmesi bakımından da önem taşıyor. Bilindiği gibi Erdoğan iktidarı, Ukrayna savaşının bitirilmesi konusunda Ukrayna ve Rusya arasında ara buluculuk yaparak hem Rusya ve hem de Ukrayna’yı destekleyen ABD-AB karşısında hareket alanını genişletmek istiyor. Özellikle Trump’ın savaşı bitirme konusundaki açıklamaları, Erdoğan iktidarını ara buluculuk rolünü üstlenme konusunda daha da hevesli hale getiriyor. Ancak Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un Ukrayna’ya silah satışını sürdüren Türkiye’nin ara buluculuk rolüne soyunmasını “şaşkınlık verici” bulması, bu manevrayı boşa çıkarmanın ötesinde Rusya’nın Suriye sahasında da Türkiye’ye karşı tutumunun değişebileceğinin sinyallerini veriyor.

Trump ve yeni kabinesinin İsrail siyonizmine açıktan destek verdiğine/vereceğine şüphe yok. Ancak Çin’i öncelikli tehdit olarak gören Trump’ın Ukrayna’da Rusya ile olası uzlaşısının, İsrail saldırganlığının gerilim ve belirsizlikleri arttırdığı bölgeye de (Ortadoğu) kaçınılmaz biçimde yansımaları olacaktır.

Trump’ın Ortadoğu’daki önceliğini ister İsrail saldırganlığı ve ister Rusya ile sınırlı bir uzlaşı üzerinden İran’ın bölgesel gücünü sınırlamak oluşturuyor.

Bu politikayla bağlantılı olarak, Türkiye’nin bölgesel pozisyonu konusunda şunları söylemek gerekiyor:

Trump, önceki başkanlık döneminde Ortadoğu’yu “Yüzyılın Anlaşması” adını verdiği Filistin’indeki İsrail işgalini meşrulaştırma planı ve bu planın devamı olarak İsrail ve iş birlikçi Arap rejimleri arasındaki İbrahim/Abraham anlaşmaları üzerinden şekillendirmeye yönelik bir politika izlemişti. Biden döneminde de devam ettirilen bu politika, bölgenin yeniden şekillendirilmesinde Türkiye’yi ikincil önemdeki bir aktör pozisyonuna düşürüyor.

ABD emperyalizminin İsrail saldırganlığını bölgeyi dizayn etmenin aracına dönüştürmesi karşısında Bahçeli’nin sözcülüğüne soyunduğu ülkedeki burjuva gericiliğin son dönemde bu kadar telaşa kapılmasının arkasında da bu gerçek bulunuyor. Başka bir deyişle Erdoğan iktidarının son dönemlerde İsrail tehdidini yüksek sesle dillendirmesinin nedeni İsrail’in Türkiye’ye saldırması ihtimalinden değil, bu saldırganlık üzerinden kurulması amaçlanan bölgesel düzenin Türkiye’yi ikincil önemde bir aktör pozisyonuna düşürmesinden kaynaklanıyor.

İsrail’in yeni Dışişleri Bakanı Saar’ın Kürtlerin İsrail’in “doğal müttefiki” olduğunu söylemesi ve “Kürtlere ulaşmalı ve onlarla bağlarımızı güçlendirmeliyiz” açıklamasını yapmasını da İsrail’in bölgenin yeniden dizaynında üstlenmeye çalıştığı rolden bağımsız düşünmemek gerekiyor. Çünkü ABD ve İsrail, Kürtlerle kurulan ilişki ve iş birliğini hem Irak’ta İran etkisini sınırlamak ve hem de Suriye’de Erdoğan iktidarını kendi planlarına eklemlenmeye zorlamak bakımından oldukça kullanışlı bir araç olarak görüyor.

Bu gelişmeler karşısında Türkiye’deki iktidar yanlışlarından dönmeyi değil, bu gelişmelerin Türk burjuvazisi için yaratması muhtemel olumsuz sonuçların önünü almayı amaçlıyor. Bahçeli’nin açıklamaları da bu ‘ön alma’ politikası içinde Öcalan’ı devreye sokarak Kürt sorununun Türkiye’nin hareket alanını sınırlamasını engellemek ve yeni fırsatlara kapı aralamak arayışı biçiminde anlam kazanıyor.

Oysa bugün Türkiye halkları için en büyük tehdit, ülkedeki iktidarın tekelci burjuva gericiliğin çıkarlarını korumak adına ısrarla sürdürdüğü politikadır. Bu tehdidin ortadan kaldırılması için öncelikle Suriye topraklarındaki işgalin son bulması, cihatçı çetelere verilen desteğin kesilmesi ve Kürt sorununun eşit haklara dayalı demokratik barışçıl çözümü için mücadele etmek gerekiyor.

                                                           /././

5 kardeş yangında öleli bir hafta oldu | Erdoğan, G20 Zirvesinde sosyal güvenlik sistemiyle övündü

İzmir'de 5 kardeş yoksulluk yüzünden öleli bir hafta oldu, Erdoğan, G20 Zirvesinde Türkiye'nin "dünyanın en kuşatıcı ve kapsayıcı sosyal güvenlik sistemlerinden birine" sahip olmasıyla övündü.(https://www.evrensel.net/haber/534397)

                                                                    ***

‘En büyük grev kırıcı, devlet’-Hilal Tok-

Devlet bir yandan yasalarla, bir yandan da polis-jandarma gücüyle işçinin karşısında duruyor. Direnişteki işçiler sesleniyor: En büyük grev kırıcı, devlet.(https://www.evrensel.net/haber/534387)

                                                                   ***
Bu bütçe hasta eder!-Vural NASUHBEYOĞLU-

2025 Sağlık Bakanlığı bütçesi tercihleriyle hasta edecek! Genel bütçeden yüzde 10 pay alamayan sağlık bütçesinde aslan payı koruycu sağlık hizmetleri yerine şehir hastaneleri patronlarına akacak.(https://www.evrensel.net/haber/534359/bu-butce-hasta-eder)

                                                                    ***
Kartal Belediyesinin grev kırıcılığına tepki gösteren işçi kadın işten atıldı
Kartal Belediyesinde 10 yıldır çalışan Belgin taş isimli işçi, TİS sürecinde talepleri için greve çıkan, ancak Beykoz Belediyesi işçilerine çöp toplatılarak grev kırıcılık yapmasına tepki gösterdiği gerekçesiyle işten atıldı. Taş, haklarının verilmediği, tazminat hakkının gasp edildiğini söyledi.(https://www.evrensel.net/haber/534378)
                                                          ***
(EVRENSEL)




Öne Çıkan Yayın

EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" -27 Temmuz 2025-

Büyük eşitsizlik: Ford CEO’sunun 2 saatlik geliri, Ford işçisinin yıllık gelirine denk -Uğur Zengin- Henry Ford’un geçmişi oldukça kirliydi....