Cumhuriyet "KÖŞEBAŞI" -23 Kasım 2024-

 

Trump ve liberal demokrasinin ölümü -Ergin Yıldızoğlu-

Bu kez Trump, Yüksek Hâkimler Kurulu’nda (Anayasa Mahkemesi), Senato ve Meclis’te çoğunluğa sahip! Bu zeminde Trump ikinci başkanlık dönemine, Washington’da yerleşik düzeni, parlamenter demokrasiyi kökten sarsacak bir başlangıçla girdi. Pete Hegseth’in savunma bakanı, Tulsi Gabbard’ın ulusal istihbarat direktörü, Matt Gaetz’in başsavcı ve Robert F. Kennedy Jr.’ın sağlık bakanı olarak atanması gibi kararlar, yerleşik düzeni, ana akım (liberal) medyayı sarstı. 

LİYAKAT, SADAKAT

Trump’ın, devletin en önemli kurumlarının başına atadıkları, yalnızca geleneksel ölçütlere uymayan figürler değil. Bunlar öncelikle, liyakat değil sadakat ve ideolojik bağlılık temelinde seçilmiş “kadrolar”. Savunma Bakanlığı için seçilen Pete Hegseth, Hıristiyan-milliyetçi hareketten gelen bir İslam düşmanı ve Fox TV sunucusu; askeri deneyimi onbaşılık konumunun ötesine geçmiyor. Hegseth, Pentagon’da generallerin en azından 1/3’ünün “woke” olduğunu, köklü tasfiye ve değişikliklerin gerekli olduğunu savunuyor. Ulusal istihbarat direktörü olarak atanan Tulsi Gabbard, komplo teorilerine yatkınlığı, Beşşar Esad’ı, Putin’i destekleyen açıklamalarıyla, tartışmalı diplomatik geçmişiyle biliniyor. 

Başsavcı olarak atanan Matt Gaetz ise bu pozisyona hiç uymayan bir isim. Gaetz’in, hukuk kariyeri, Florida’nın Fort Walton kasabasında bir hukuk firmasında iki yıl çalışmış olmaktan oluşuyor. Gaetz, Florida Eyalet Senatosu’na seçilince hukuk pratiğini tamamen bırakmış; hakkında cinsel taciz ve pedofili suçlamaları ile açılmış bir soruşturma da var. Bu acayip atamalardan biri de Robert F. Kennedy Jr.’ın sağlık bakanı olarak seçilmesi. Kennedy, aşı karşıtlığıyla tanınıyor. Sağlık Bakanlığı’na böylesine kritik bir figürün atanması, Trump’ın halk sağlığı politikalarını ideolojik bir zemin üzerinde yeniden şekillendireceğinin işareti olarak değerlendiriliyor. Çevre Koruma Ajansının başına atanan Lee Zeldin de maden çıkartma ve petrol lobilerinin adamı. Çevre korumaya ilişkin denetimleri büyük ölçüde kaldırmayı amaçlayan Zeldin, küresel ısınmaya inanmıyor, Paris anlaşmasına da karşı.

Trump’ın Elon Musk’ı, yanına Vivek Ramaswamy’i koyarak hükümet yapısını yeniden düzenlemek üzere, “Hükümet Verimliliği Departmanı” başkanı olarak ataması da “garip”. Böyle bir departman henüz yok. Musk’ın teknoloji odaklı vizyonu ile Ramaswamy’nin tüm düzenlemelere, vergilere karşı aşırı sağcı kimliği, Trump’ın devleti yeniden yapılandırma planlarının temel taşları olarak görülüyor. Ancak, Musk’ın milyarlarca dolarlık devlet sözleşmelerine sahip olması, etik sorunları da gündeme getiriyor. 

ŞOK VE ‘SÜREÇ OLARAK FAŞİZM’

Bu atamalar, Washington’da, medyada şok etkisi yaptı. Cumhuriyetçi çevrelerde bile Hegseth, Gabbard, Gaetz, Zeldin ve Kennedy gibi adayların senatoda onaylanmasının zor olduğunu söyleyenler var. Ancak, şimdi kongrenin iki meclisini de kontrol eden Trump “ara dönem atamaları” gibi prosedürleri kullanarak, bu onay süreçlerini, dolayısıyla Senato’yu (yasamayı) devre dışı bırakabilir, ya da Cumhuriyetçi Parti’nin Senato ve Meclis temsilcilerini tamamen kendisine biat ettirerek kongreyi anlamsızlaştırabilir. 

Trump’ın amacı, Hannah Arendt’in totaliter rejim analizlerini anımsarsak,  “yeteneksiz ve çapsızları atayarak” yalnızca sadık bir ekiple çalışmak değil. Trump bu atamalarla ABD’de liberal demokrasinin klasik “çifte hükümet”  modelini önce çalışamaz hale getirip, sonra yıkmayı amaçlıyor. Bu modelde devletin kalıcı yapıları -özellikle güvenlik bürokrasisi- seçimle gelen hükümetlerin karşısında belli bir otonomiye, denetleme kapasitesine sahiptir. Bu otonomi, devletin sürekliliğini ve “tarafsızlığını” korur. Adeta, “Hükümetler gelir gider, devletin biçimi değişmez”

Bu kez Trump, bu otonomiyi ortadan kaldırarak devletin her güç merkezi/ kurumu üzerinde kişisel kontrolünü kurarak devletin biçimini değiştirmeyi amaçlıyor. Bu atamaların, yalnızca kurumsal bağımsızlığı değil, denge ve denetim mekanizmalarını da etkisizleştirerek “süreç olarak faşizmi” hızlandıracaktır. Trump’ın ikinci dönemi karşımıza, yalnızca bir hükümet değişikliği olarak değil; devletin yapısını kökten dönüştürmeyi amaçlayan bir faşistleşme süreci olarak çıkıyor.

                                                   /././

Yeni düşman ‘wokizm’-Ergin Yıldızoğlu-

ABD’de Demokratlar seçim yenilgisinin nedenlerini araştırıyor. Sınıftan kopmak, “Wokizm” (“woke” savları savunmak) önde gelen nedenler arasında.  Demokratlar, son yıllarda iyice sağa kayan sosyal medya platformlarının, basın ve TV kanallarının etkisine cevap verecek güçlü platformlardan yoksun olduklarına da dikkat çekiyorlar. Ancak, “Eğer yoksun olmasalardı bu platformlarda ne anlatacaklardı” sorusu varlığını koruyor.

İŞÇİ SINIFI AMA...

Bu da sınıftan “kopmuş olmak” konusuna bağlanıyor. “Sınıftan kopmuş olmak”  doğru bir saptama. Ancak, işçi sınıfının farklı kesimlerinin farklı beklentiler içinde olması gibi bir sorun da var. Örneğin, sermaye krize uyum sağlamaya çalışırken bir yıkım yaşayan sektörlerde işçiler bir nostalji ve savunma, var olanı koruma arzusu, gibi muhafazakâr eğilimler geliştiriyorlar. İşçi sınıfının kendine güvenli, mücadele etmeye daha yatkın kesimleriyse en ileri teknolojilerle çalışan sanayi ve hizmet sektörlerinde yoğunlaşıyorlar bunların ideolojik hatta kültürel özellikleri, birinci kesim ile çoğu kez uyum içinde olmuyor. Sınıfla yeniden buluşmak için “Bu iki kesim birden nasıl kavranabilir, kavranamazsa, hangisine öncelik vermek gerekir?” gibi sorulara cevap vermek gerekiyor.

‘KOMÜNİZM’ YOK ‘WOKE’ VERELİM

Demokratlar, sonuçta yüzde 48+ oy almış olmalarına karşın seçim kampanyası boyunca “woke” söylemde çok ileri giderek halktan koptuklarını düşünüyorlar. Bu düşünce, woke’u bir “ideolojik virüs” olarak gören Elon Musk ve tüm faşist hareketin seçimlerin hemen ertesinde hızla yükseltmeye başladığı “anti-woke dalgayla” buluşuyor.

Reagan başkan olduğunda, 1970’lerin ilerici mirasının, hafızasının toplum üzerindeki etkisini silmek, egemen ideolojiyi güçlendirmek için antikomünist  bir dalgayı, “iblis imparatorluk” gibi dini tonlarla da süsleyerek yükseltmişti. Şimdi, faşist hareket, “me too”, “Siyah yaşamlar da önemlidir” gibi hareketleri, LGBTQ+ yaşamların, cinsel tercihlerde akışkanlığın normalleşmeye, ABD’nin ırkçı geçmişinin de sorgulanmaya başlanması gibi eğilimleri bastırmak için bir “anti-woke” dalga yaratmaya başladı.

“Woke”, toplumdaki ekonomik, siyasi, cinsiyetçi, etnik ayrımcılıkların, adaletsizliklerle, var olan düzeni meşrulaştıran tarih anlatısının içinde gizli emperyalist, ırkçı, hatta soykırımcı geleneklerle mücadele etmeye ilişkin bir deyim. Toplumsal gerçeklik “bir simgesel sistem” olduğu için “wokizm” dilin içinde, bu adaletsizlikleri, emperyalist ırkçı gelenekleri sürdüren söylemler ve kavramlar konusunda özellikle duyarlı. Bunun sonucu “wokism” sık sık kimi deyimleri, kavramları, bunları kullananları teşhir ediyor; bunları popüler söylem içinde bastırmaya çalışıyor. 

Dil aynı zamanda bir çıkar çatışmaları alanı olduğu için (Bakhtin: Heteroglossia), woke’un bu pratiği “kurulu düzenin” ideolojisiyle, kültür endüstrisi ile sık sık çatışıyor, özellikle muhafazakâr ve faşist akımların temsilcilerinin nefretine hedef oluyor. Örneğin ABD’nin doğuş yıllarından bu yana ırkçı bir boyuta sahip olduğunu ortaya koyan Eleştirel Irk Teorisi (Critical Race Theory) büyük bir tehlike olarak algılanıyor. Birçok eyalet bu teorinin okullarda okutulmasını yasakladı. Bu eyaletlerin çoğunda evrim teorisi de okutulmuyor.

Anti-woke dalga, wokizmin konuşma özgürlüğünü sınırladığını iddia ediyor. Çünkü faşist hareket, ırkçı, cinsiyetçi, homofobik bir dili, etnik azınlıkları yabancıları hedef alan şakaları, bir eleştiriyle, içeriğinin teşhir edilmesi riskiyle karşılaşmadan rahatça yayabilmek istiyor. Sol hareketin bir kısmı da kimlik siyasetinden bıkmış olarak “Ama bu wokizm de çok ileri gitti” diyerek sağcı söyleme katılıyorlar. 

Halbuki, bugün wokizmin, haklarını korumaya çalıştığı, cinsiyete, ırklara, milliyetlere, ilişkin farklıklardan kaynaklanan kimi kimlikleri, 1970’lerde işçi sınıfının içindeki farklılıkları yönetebilmek, sınıfı daha iyi bütünleştirebilmek amacıyla sınıf mücadelesi söylemine biz sosyalistler eklemeye başlamıştık. Sonra yenilgilerin, postmodernizmin, neoliberalizmin etkisiyle (bu başka bir yazının konusu) bu farklılıklar otonomi kazanmaya başladılar. Bugün sorun bu farklıları yok etmekle (wokizmi yıkmakla) değil işçi sınıfı mücadelesine entegre etmekle ilgilidir. Dostla düşmanı karıştırmayalım!

                                                  /././

G20’nin dönüşümü -Mehmet Ali Güller-

Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu  hakkında tutuklama emri yayımladı. ABD yönetimi, UCM’nin bu kararını engellemek için aylardır mahkemeye ağır baskı uyguluyordu.

UCM’nin bu kararı, elbette pek çok yönüyle incelenecektir ve tartışılacaktır. Ancak ben bugün meseleye, uluslararası kurumların dönüşümü açısından bakmak istiyorum. 

Dolayısıyla soru şu: UCM ABD’nin ağır baskısına rağmen bu kararı nasıl alabildi? Yanıtı hukukun bağımsızlığı, üstünlüğü gibi kavramlarda değil elbette. Yanıt, dünyanın değişmesiyle ilgili. Küresel Güney’in ekonomik ve siyasi etkisi arttıkça, Atlantik’in uluslararası kurumlar üzerindeki hegemonyası zayıflıyor. Somutlarsak Çin güçlendikçe ABD’nin uluslararası kurumlar üzerinde etkisi dengeleniyor.

SONUÇ BİLDİRGESİNDE KÜRESEL GÜNEY ETKİSİ

Bu dengenin görüldüğü uluslararası platformlardan biri de G20’ydi. 2022 ve 2023’teki zirveler o dengeyi yansıtmıştı. Bu yıl 18-19 Kasım 2024’te Brezilya’ın Rio de Janerio kentinde düzenlenen G20 Zirvesi ise artık ağırlığın Küresel Güney lehine değişmeye başladığını ortaya koydu.  

“Adil Bir Dünya ve Sürdürülebilir Bir Gezegen İnşa Etmek” temalı G20 Zirvesi’nin 85 maddelik sonuç bildirgesinde dikkat çeken sonuçlar şunlardı:

1) Ukrayna konusunda “kapsamlı, adil ve kalıcı bir barışı destekleyen tüm ilgili ve yapıcı girişimlere” destek açıklandı. 

2) Gazze’de kapsamlı bir ateşkes çağrısı yapıldı. Ayrıca Filistin’de “felaket yaratan insani durumla ilgili derin endişe” açıklandı. 

3) “Güvenlik Konseyi’nin 21. yüzyılın gerekliliklerini ve gerçeklerini karşılayan, daha temsili, kapsayıcı, verimli, etkili, demokratik ve sorumlu ve aynı zamanda tüm BM üyeleri için daha şeffaf hale getiren bir reformu destekliyoruz”  denilen bildirgede, Afrika, Asya-Pasifik, Latin Amerika ve Karayipler’den temsilin artırılması için “Güvenlik Konseyi’nin genişletilmesi çağrısında” bulunuldu. 

Küresel Güney’in G20’deki diğer etkileri de şunlardı: Afrika Birliği G20’ye tam üye olarak katıldı, Arap Birliği liderleri ve BRICS Yeni Kalkınma Bankası başkanı zirveye davet edildi.

ALMANYA’NIN G20’DEKİ ÜÇ HOŞNUTSUZLUĞU

Bu tür metinler, içeriğinde ne olduğu kadar neler olmadığı bakımından da çok önemlidir. Bu nedenle Almanya Başbakanı Olaf Scholz’un bildirgeyi yorumlaması çok şey anlatıyor. Scholz’un sonuç bildirgesi hakkında sıraladığı şu üç memnuniyetsizlik, G20’nin artık Atlantik’in kararlarını dikte ettiği bir platform olmaktan çıktığını ortaya koyuyor.

1) Scholz G20’nin Rusya’yı açıkça suçlamamasından rahatsız: “G20’nin Ukrayna’daki savaştan Rusya’nın sorumlu olduğunu açıkça ifade edecek kelimeleri bulamaması çok yavan.”

2) Scholz, G20 sonuç bildirgesinin “İsrail’in kendini savunma hakkına işaret etmemesinden rahatsız: “Hamas, Hizbullah ve İran’dan gelen tehditler karşısında İsrail’in kendini savunma hakkına değinilmemesinden üzüntü duyuyorum.”

3) Scholz ayrıca bildirgede çatışmanın yayılmasından Hamas’ın sorumlu tutulmamasından da memnun olmadığını belirtti (Harici, 20.11.2024).

SÜPER ZENGİNLERE KÜRESEL VERGİ

En önemsediğim konuyu ise sona bıraktım: Ev sahibi Brezilya Cumhurbaşkanı Lula da Silva, G20 Zirvesi’nde “süper zenginlere küresel vergi uygulanmasını” önerdi.

Lula da Silva, dünyada 3.300 milyarderin bulunduğunu, bu kişilerin bulundukları ülkedeki servetlerinin sadece yüzde 2’sini küresel vergi olarak ödemesi durumunda, yoksulluk, açlık ve iklim değişikliğiyle mücadele projelerinin kaynak sorununun çözüleceğini belirtti.

Süper zenginlerin servetine vergi konusunun G20’ye konuşulmuş olması kritik önemdedir ve etkilerini önümüzdeki yıllarda daha iyi göreceğiz.

Sonuç olarak Küresel Güney’in ağırlığıyla çok kutuplu bir dünyanın inşası, süreç inişli ve çıkışlı olsa da adım adım daha adil ve eşit bir uluslararası ilişkiler düzenine ilerliyor.

                                                       /././ 

Teğmenler meselesi -Mehmet Ali Güller-

Teğmenler meselesi, AKP’nin 22 yıldır sürdürdüğü Türk ordusunu dönüştürme operasyonlarının yeni aşamasıdır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) konuyu “disiplinsizlik” diyerek açıklaması ise teslimiyettir.

Dün “Mustafa Kemal’in askerlerini” bastırsınlar diye “Fethullah Gülen’in askerlerinin” önünü açanlar, bugün “Tayyip Erdoğan’ın askerlerini” oluşturmanın hayalini kurmaktadır. 

Mesele budur.

İKTİDARIN DAVASI

AKP’nin herhangi bir parti olmadığı, bir “davası” bulunduğu, o davaya göre adım adım kurumları biçimlendirdiği, rejimi ve sistemi dönüştürdüğü muhalefet cephesinin bir bölümü tarafından tam anlaşılmadıysa da çoğunluğu tarafından görülmüştür artık.

AKP bu amacı gerçekleştirmek için herkesle işbirliği yapabilecek durumdadır; zira yola “İktidar olmak için gerekirse papaz elbisesi bile giyilir” anlayışı ile çıkmıştır. 

AKP’nin “Hıristiyan kulübü” gördüğü AB’yle işbirliği yaparak reform adı altında Türk devletinin kurumlarını dönüştürmesi, FETÖ ile işbirliği yaparak yargıyı ve güvenlik bürokrasisini dönüştürmesi tipik örneklerdir.

FETÖ ASKERLERİNİ KİM YERLEŞTİRDİ?

AKP’nin davasının önündeki en önemli engel TSK’ydi. AKP’nin TSK’yi dönüştürme operasyonları iki ana başlıkta incelenebilir:

1) FETÖ’yle işbirliği dönemi:

FETÖ, AKP iktidarından önce TSK’ye sızmaya çalışıyordu. 28 Şubat o sızmalara karşı yapılmış önemli bir çabaydı, sonuç vermedi. AKP döneminde ise FETÖ sızmadan adım adım yerleşme dönemine geçti. İktidarın Yüksek Askeri Şûra (YAŞ) kararlarına koyduğu şerhler zamanla YAŞ kararlarını belirlemeye kadar vardı. 

Ergenekon kumpasları, bu yerleşme sürecinin en önemli aşamasıydı. AKP-FETÖ işbirliğiyle Türk ordusunun kritik komutanları tasfiye edildi, yerleri önü açılan çapsız FETÖ subaylarıyla dolduruldu. 15 Temmuz darbe girişiminde görev alan tüm FETÖ’cü generaller, AKP’nin sayesinde o koltuklara yerleşebilmişti!

AKP’NİN TSK’Yİ DÖNÜŞTÜRME OPERASYONLARI

2) “Allah’ın lütfu” dönemi:

15 Temmuz darbe girişimi, ortakların hesaplaşma günüydü. ABD’nin sponsorluğunda darbeye soyunan FETÖ’cü askerler, Atatürkçü subayların büyük çabasıyla 24 saat içerisinde diz çöktürüldü.

AKP ise kendisini de hedef alan bu darbe girişimini, daha ilk günden, “Allah’ın lütfu” diyerek kullandı. FETÖ’yle mücadele gerekçesiyle, FETÖ’nün planlamasını hayata geçirdi, TSK’yi dönüştürdü: Genelkurmay-Kuvvet ilişkisini bozdu, iki kuvveti İçişleri Bakanlığı’na bağladı, askeri hastaneleri, liseleri kapattı. Harp okullarını sivilleştirerek üniversiteye dönüştürdü, YAŞ’ın tam belirleyeni oldu. FETÖ’nün boşluğunu doldurmak için de başka tarikatların önünü açtı. 

ALINMAYAN DERS

Evet, AKP 15 Temmuz’dan sonra bunları yaptı ama yine de Türk subaylarının  “Mustafa Kemal’in askeri” olmasını engelleyemedi.

Daha önce “Mustafa Kemal’in askerlerini” bastırsınlar diye “Fethullah Gülen’in askerlerine” göz yumdular, şimdi de “Tayyip Erdoğan’ın askerlerini” oluşturmaya çalışıyorlar. “Cüppeli amiralleri” çoğaltma çabaları da her 10 Kasım’da Anıtkabir’e doldurulan taraftarlarına “reis” sloganları attırmaları da bu amaçladır.

Disiplinsizlik kılıfıyla konuyu perdelemeye çalışıyorlar ama Teğmenler meselesi aslında budur. Asıl sorun ise Ergenekon kumpaslarının üstünden henüz 15 yıl geçmesine rağmen “Teğmenleri teslim etmenin” sonuçlarından hiç ders alınmamış olmasıdır!

                                                       /././

Trump’ın ana stratejisi ne?-Mehmet Ali Güller-

Dünya, Donald Trump’ın yeni döneminde hangi politikaları izleyeceğini tartışıyor. Trump ve ekibi seçim kampanyası sırasında ilan ettiği gibi Ukrayna savaşına son vermeye çalışacak mı, yoksa ABD’nin “uzun savaş” stratejisi sürecek mi? İsrail yanlısı isimlerin ağırlıkta olacağı bir kabine inşa etmekte olan Trump İsrail-Filistin meselesinde ne yapacak? Asıl önemlisi, Çin’le rekabeti nasıl yürütecek?

Dünya basınında yanıtları aranan bu soruları tartışalım: 

ÇİN’DEN BİDEN/TRUMP’A ÜÇ UYARI

Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesinde ABD Başkanı Joe Biden ile görüşen Çin Devlet Başkanı Şi Cinping üç mesaj verdi: 

1) “Tukidides Tuzağı” tarihsel olarak kaçınılmaz değil. 

2) Yeni bir “Soğuk Savaş” yapılmamalı çünkü kazanılamaz. 

3) Çin’i çevrelemek akılsızcadır, kabul edilemez ve başarısızlığa mahkûmdur. 

Kuşkusuz bu üç mesaj, “topal ördek” Biden’dan çok, 20 Ocak 2025’te Beyaz Saray’a oturacak Donald Trump’aydı. 

TRUMP ASYA-PASİFİK’E ODAKLANMAK İSTİYOR

Başkanlığının ilk döneminde Çin’e “ticaret savaşı” açan Trump’ın yeni dönemde de “Çin’le mücadele” stratejisini izleyeceği öngörülüyor. Ama bu mücadelenin nasıl olacağı, rekabetle sınırlı mı kalacağı, Biden’ın sürdürdüğü ticaret savaşının çıtasının yükseltilip yükseltilmeyeceği, Çin’i çevrelemek üzere ikili, üçlü, dörtlü müttefikler kurma stratejisinin artarak devam edip etmeyeceği tartışılıyor. Bunu Trump’ın koltuğa oturduktan sonra ilan edeceği ulusal güvenlik stratejisiyle daha net anlayacağız. 

Ancak hem Trump’ın ilk dönemine bakarak hem seçim sürecinde söylediklerini dikkate alarak ve hem de Washington’un NATO belgelerine dahil ettiği ifadeleri anımsayarak şunu söyleyebiliriz: Trump döneminde ABD, Asya-Pasifik’e daha fazla odaklanacak. Bunun için de diğer iki konuyu hafifletmesi gerekiyor: Rusya-Ukrayna savaşı ve İsrail’in Filistin soykırımı. 

ORTADOĞU’DA İKİ KONU

Trump’ın Ortadoğu’daki mevcut durumu, ilk döneminde başlattığı “İbrahim anlaşmalarını” yeniden canlandırmakta kullanacağı anlaşılıyor. 

1) Trump’ın Filistin sorununa “iki devletli çözüm” yerine Arap-İsrail normalleşmesi zemininde çözüm dayatacağını söyleyebiliriz. 

2) Trump’ın geçen dönemden farklı olarak bu kez İran’ı “sistem içine çekme” yolu arayabileceği ihtimal dahilinde. 

Elon Musk’ın güçlü ilişkileri nedeniyle Çin, Rusya ve İran konularında  Trump’a “özel elçilik” yapacağı anlaşılıyor. 

UKRAYNA’DA BARIŞ MASASI HAZIRLIĞI MI?

Trump, Çin ve Asya-Pasifik’e odaklanabilmek için Rusya-Ukrayna meselesini çözmek istiyor. Nitekim seçim süreci boyunca, kazanması halinde bu savaşa son vereceğini söylemişti. Bunu yapabilmek için, öncelikle bu savaştan nemalanan askeri endüstri ve enerji şirketleri ile “çarpışması” gerekiyor; bu da Biden’ın inşa ettiği “uzun savaş” stratejisinin çöpe atılması demek. 

Trump ve ekibi, Çin-Rusya işbirliğini derinleştiren zemini ortadan kaldırmayı ve Çin’i yalnızlaştırmayı savunuyor.

Savaşın bir an önce bitmesini isteyen bir başka merkez ise Alman sermayesi. Alman ekonomisinin küçülmesi Berlin’de yeni hükümet formülünü ya da erken seçimi dayatmış durumda. Almanya Başbakanı Olaf Scholz’un iki yıl aradan sonra Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i telefonla araması bu nedenle. Avrupa’da pek çok ülke artık Ukrayna’da barış masasının kurulmasının zamanının geldiğini düşünüyor. 

Tam bu süreçte ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin’in yeni döneme işaret eder nitelikteki şu mesajını not etmeliyiz: “Ortadoğu’da gerilimi azaltmamız ve Ukrayna’da geçişe giden yolu bulmamız gerekiyor. Bu çatışma bir noktada bir tür müzakereyle sona erecek.”

                                                       /././

Erdoğan belayı satın aldı -Miyase İlknur-

Hem de ne satın alma. Esenyurt’a kayyum atanması ile başarılamayan CHP’yi içeriden parçalama stratejisi bu kez de Kılıçdaroğlu’na açılan dava ile sahneye kondu. Ama Kılıçdaroğlu, CHP’nin içine atılar pimi çekilmiş el bombasını iadeli taahhütlü olarak Beştepe’ye gerisin geri gönderdi.

AKP’nin ne normalleşme politikası ne Esenyurt ne de Kılıçdaroğlu’na karşı başlatılan yargı darbesi bir işe yaramadı. Nakıs teşebbüs olarak kaldı. Kılıçdaroğlu’nun “Safları sıklaştıralım” çağrısı hem partisinde hem de toplumda karşılık buldu ve Ankara Adliyesi’nin önü miting meydanına döndü. Sizin anlayacağınız bu dava, başlarına bela oldu. Erdoğan deyim yerindeyse belayı adeta satın aldı.

CHP’nin başta genel başkanı Özgür Özel, MYK üyeleri, PM üyeleri, grup başkanvekilleri, 11 büyük belediye başkanı, eski milletvekilleri ve belediye başkanları, Türkiye’nin dört bir yanından gelen partililer Saray’a “Saflarımızı sıklaştırdık” mesajını güçlü bir şekilde iletmiş oldu.

Adliye önünde sadece CHP’liler yoktu. Ülkücü, merkez sağcı ve mütedeyyin kitlelerden tanınmış isimler de Kılıçdaroğlu’na destek, Saray’a meydan okumak için kol kola girerek saftaki yerlerini almışlardı. Demek ki Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un “Siyaset yapanlar örnek alırsa onların sonu da bu eski genel başkan gibi olur. Siyasetçilerimiz için ibret vesikasıdır” sözleri de bir işe yaramamış. Ters etki yaratmış.

Oysa Saray’ın beklediği tablo; CHP’den Kılıçdaroğlu’na yandaş bir avuç milletvekili ile partili duruşmaya gelecek, Kılıçdaroğlu ve onunla yürüyenler ile diğerleri ayrışacak, erken bir hesaplaşma yaşanacaktı.

Ama bu hamleyi önce, “Safları sıklaştıralım” çağrısı yapan Kılıçdaroğlu, ardından “Yanındayım” mesajı veren Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş ve ardından da CHP Genel Başkanı Özgür Özel ile genel merkez yönetimi boşa çıkardı.

SİZ KİMİN ASKERİSİNİZ?

İktidarın elinde patlayan bir bomba da Mustafa Kemal’e bağlılıklarını sunduğu için ihraçları istenen teğmenler meselesi.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e hem de diploma töreninin bitmesinden ve protokolün alandan ayrılmasından sonra ikinci kez bağlılık andı içen teğmenleri disiplinsizlik suçu ile topun ağzına koydular.

Aslında ilk bir hafta iktidar kanadından tepki gelmedi. Ancak bir hafta sonra ne olduysa Bahçeli bir anda iyi saatte olsunlar, “Siz kime kılıç çatıyorsunuz?” diye gürleyince Erdoğan da İmam Hatip Mezunları Derneği toplantısında ona eşlik etti.

Kamuoyundan tepki gelince “Biz Mustafa Kemal’in askerleriyiz sözlerine değil, alternatif ant içme töreni yaptıkları için ceza veriyoruz” diye yaptıkları açıklamalar milleti salak yerine koymaktır.

“Ayyaş” dediğiniz Mustafa Kemal’in ordusunu, FETÖ ve ABD ile birlikte yaptığınız onca kumpasa, ihraçlara, onlardan boşalan yerlere SADAT’ın ve tarikatların kontenjanları ile doldurmanıza rağmen yeteri kadar dönüştüremediğini görmenin öfkesinin tezahüründen başka bir şey değil yaptığınız.

Çünkü Atatürk’le geçmişten kalan bir hesaplaşmanız var. Safınız zaten çeşitli vesilelerle belli ettiniz. “Keşke Yunan galip gelseydi” diyen fesli Kadir’in, işbirlikçi Hilafet Ordusu’nun yanıdır sizin safınız. O nedenle kimin askeri olduğunuz malum. Ama Harbiye’de yetişen teğmenlerin kurucusuna karşı bağlılık yemini etmesini de bir zahmet hazmedin artık.

                                                       /././

Müslümanlar arasındaki anlamsız itilaflar!-Özdemir İnce

Müslümanlar arasında anlamsız itilaflar olduğunu ben söylemiyorum, İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda düzenlenen İslam İşbirliği Teşkilatı Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi (İSEDAK) 40. toplantısının açılışına katılan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan söylüyor. Ne yalan söyleyeyim, siyasete atıldığından bu yana ilk kez söylediklerine katılıyorum ama bu yazıda benim yazdıklarımı o söyleyemez. R.T. Erdoğan konuşmasının son bölümünde üye ülkelere birlik çağrısında bulunurken şunları söylemiş:  “Gazze, Lübnan, Yemen, Sudan ve diğer İslam coğrafyalarında yaşanan acılardan daha acı olan, Müslümanlar arasındaki anlamsız ihtilaflardır. Çevremizdeki tüm bu trajedilerin daha vahim tarafı süregiden tepkisizlik, suskunluktur. Şunu iyi biliyoruz, şayet biz çözmezsek kimse bizim meselelerimizi çözemez, çözmek de istemez. Şayet biz ihtilaflar yerine kardeşliğimizi büyütmezsek, başkaları bizim adımıza bunu yapmaz, yapamaz. Dünyadaki belki kendimizi tatmin edecek geçerli mazeretler bulabilir ama yarın mahşerde bütün o mazeretler hükümsüz olacaktır. Dolayısıyla bir olmaktan, beraber olmaktan, Müslümanlar olarak tüm ayrılıklarımızı rafa kaldırıp ortak tehditler karşısında birlik olmaktan başka hiçbir kurtuluş yolumuz yoktur.”

Çok güzel! Çok güzel ama neden böyle? Çünkü anlamsız ihtilaf olmaz, her ihtilafın çok derin bir anlamı vardır. İhtilafın kendisi bizzat İslamın kendisidir. İkinci temel neden Müslüman devletlerin demokrasi ile yönetilmemesi, çoğunun bir aile ya da tek adam tarafından yönetilmesidir.

İslam coğrafyasına çağrıda bulunan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan,  “Gazze, Lübnan, Yemen, Sudan ve diğer İslam coğrafyalarında yaşanan acılardan daha acı olan, Müslümanlar arasındaki anlamsız ihtilaflardır. Şayet biz çözmezsek kimse bizim meselelerimizi çözemez, çözmek de istemez. Şayet biz ihtilaflar yerine kardeşliğimizi büyütmezsek başkaları bizim adımıza bunu yapmaz yapamaz. Müslümanlar olarak tüm ayrılıklarımızı rafa kaldırıp ortak tehditler karşısında birlik olmaktan başka hiçbir kurtuluş yolumuz yoktur” demiş. Ve İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda düzenlenen İslam İşbirliği Teşkilatı Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi (İSEDAK) 40. toplantısını açılışına katılmış.

Birleşmiş Milletler’in kayıtlarına göre dünya üzerinde toplamda 206 ülke yer almakta. Bunlardan 50 tanesi Müslüman ülke. Bu 50 devletin 22’si “Arap devletleri”. Yaklaşık 360 milyon kişinin yaşadığı toplamda 22 devlet.

Nobel Ödülü konusunda bir karşılaştırma yaparsak durum şöyle: (Pakistan (2),Türkiye (2), İran (2), Bangladeş (1), Yemen (1) = 8. Aslına bakarsanız bu listeden halkının çoğunluğu Müslüman olan laik Türkiye’yi çıkartmamız gerekiyor. Veee, İsrail (12), Yahudi (36) = 48.

R.T. Erdoğan, Müslümanlar arasındaki anlamsız ihtilafların, yani uyumsuzluk ve anlaşmazlıkların nedenini bulmayı bana bırakacağına bu ölümcül illetin nedenini Müslüman âlimlere sormalıydı. Ülkemizin güzide mütedeyyin (dindar) âlimleri bu sorunla ne hikmetse hiç ilgilenmemekte.

Bence Müslüman ülkelerde ulusal kimlik bilinci hemen hemen yok. Bu konuda ülkemizi biraz kayırmamız gerekiyor. Ulusal bilinçleri genellikle ırkçı ama millici değil. Hıristiyan ülkelerde olduğu gibi ortak çıkar ve sorumluluk paydaları yok. Çünkü tamamı ırkçı. Araplar bile, 22 türlü Arap ırkçısı.

                                                      /././

Erdoğan’ın gönüllü meneceri -Özdemir İnce-

Milliyetçi olup da bir türlü millici olamayan Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin hangi tarihte bu işe başladığını bulmamız için uzun bir tarih taramasına girişmemiz gerektiği için başlangıç tarihi olarak Anadolu Ajansı’nın “Bahçeli’den başkanlık sistemi çıkışı” haberinin yayımlandığı 11.10.2016 tarihini yazabiliriz. O halde söz konusu haberi “Birinci menecerlik girişim” olarak yazımıza aktaralım: [Cumhurbaşkanının seçildiği andan itibaren “Anayasanın amir hükümlerini özüne ve ruhuna aykırı olarak yorumladığını; anayasanın vermediği yetkileri kendisinde hak gördüğünü; partili cumhurbaşkanı gibi davrandığını; tarafsızlığına gölge düşürecek şekilde hareket ettiğini ve yetkisini aştığını; siyasi propagandalara katıldığını, AK Parti lehine oy istediğini; siyasi polemiklere katılmış, fiilen hükümet başkanı gibi hareket ettiğini” öne süren Bahçeli, “Şu anda anayasa çiğnenmekte ve suç işlenmektedir. Fiili durumla hukuki gerçek taban tabana zıtlık içermektedir” değerlendirmesinde bulundu.

Ülkede hukuksuz, kanunsuz ve anayasaya tamamen aykırı bir yönetim modelinin tecelli ettiğini öne süren Devlet Bahçeli, Türkiye’nin mukavemetinin bu nedenle esneyip, zayıfladığını vurguladı.

Bahçeli, “Anayasanın nasıl değiştirileceği, anayasal hükümlerle belirlenmiştir ve bu kesindir. Filli durum ve dayatmalarla anayasanın değişeceğini iddia etmek, anayasayı rafa kaldırmak eğer gaflet değilse vahim bir art niyetlilik ve sinsi bir tezgâhtır” dedi.

“Türkiye Cumhuriyeti’nin beka mücadelesi verdiği bugünlerde, siyasi iktidarın ve devletin en tepesinde bulunan cumhurbaşkanının hukukla ters düşmesi geleceğimiz açısından çok mahsurlu, çok tehlikelidir” ifadesini kullanan Bahçeli, bu açık tehlikenin bertaraf edilebilmesi için iki alternatif yol bulunduğunu dile getirdi. MHP Genel Başkanı Bahçeli, şunları kaydetti:Bunlardan birincisi ve bizim açımızdan da en doğru, en sağlıklı olanı, sayın cumhurbaşkanının fiili başkanlık zorlamasından vazgeçmesi, yasa ve anayasal sınırlarına çekilmesidir. Şayet bu olmayacaksa ikinci olarak, fiili durumun hukuki boyut kazanabilmesinin süratle yol ve yöntemlerinin aranmasıdır.

Dünyanın hiçbir medeni ve demokratik ülkesinde her gün suç işleyen bir yönetim ve iktidar yapısı görülemeyecek, bundan bahsedilemeyecektir. Bu durum karşısında, AKP başkanlık sistemiyle ilgili inadını sürdürecekse yine karşımıza iki seçenek çıkacaktır: İlk olarak AKP, hazırda tuttuğu veya üzerinde çalıştığı bir anayasa hazırlığı varsa, mutabık kalınan daha önceki maddeleri de ihtiva etmek kaydıyla TBMM’ye getirmelidir. Milletvekilleri, ilkeleri ve inançları doğrultusunda vicdanlarının sesini dinleyerek oy kullanacaklar, bir karara varacaklardır. İkinci olarak bu anayasa değişiklik teklifi TBMM Genel Kurulu’nda ya 367 sınırını aşarak kanunlaşacaktır ya da 330 eşiğinin üstünde kalarak referandum yoluyla milletin kararına sunulacaktır. MHP, Türk milletinin vereceği her karara saygılı ve bağlıdır. Bizim tercihimiz her zaman olduğu gibi parlamenter sistemin devamı, güçlendirilmesi, reforma tabi tutulmasıdır. Ancak milletimiz aksini söyleyecek olursa buna da diyeceğimiz herhangi bir şey doğal olarak bulunmayacaktır.

Türkiye’nin yasa ve anayasaya uymayan yönetim yapısının derhal düzeltilmesini, hukukun tam manasıyla egemen kılınmasını öncelik görüyoruz. Egemenliğin sahibi aziz milletimiz aynı zamanda son sözün de sahibidir. Buna inancımız tamdır. Millet ne derse odur, neye karar verirse boynumuz kıldan incedir. Bizim başkanlık sistemine yönelik kuşku, eleştiri, çekincelerimiz bilinmektedir. Merhum Başbuğumuz Türkeş Bey’in Dokuz Işık isimli eserinde dile getirdiği görüşleri de ortadadır. Elbette dönemsel şartlar gereğince başkanlık sistemini savunması, konjonktürel gelişmelerin, stratejik düşüncesinin ve toplumsal ihtiyaçların doğal bir yansımasıdır. Ancak daha sonra da parlamenter sistemle ilgili görüşe dönüş yaptığı bilinmektedir. Türkiye’nin nasıl ve hangi sistemle yönetileceğiyle ilgili muamma bize göre kapanmalı, bu iş kökünden bitirilmelidir.]1

Yani Erdoğan anayasaya uymuyorsa anayasayı Erdoğan’a uyduralım!

İKİNCİ GİRİŞİM

[MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, PKK lideri Abdullah Öcalan’a yaptığı çağrının arkasında olduğunu açıklarken Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bir dönem daha cumhurbaşkanı seçilmesi için anayasa değişikliği istedi.

Bahçeli, 1 Ekim’de DEM Parti milletvekilleriyle tokalaşması ile başlayan, 22 Ekim’de PKK lideri Abdullah Öcalan’a “örgütü lağv et, TBMM’de DEM Parti grubunda konuş” çağrısı ile devam eden çıkışlarını; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın görev süresinin bir dönem daha uzatılması çağrısıyla sürdürdü.

Bahçeli 5 Kasım’daki Meclis grup toplantısında şöyle konuştu: “Eğer enflasyon canavarına kesif bir darbe indirilirse, Türkiye siyasi ve ekonomik istikrarın zirvesine çıkarsa, cumhurbaşkanımız sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın bir kez daha seçilmesi doğal ve doğru bir tercih değil midir? Ne yapacağız CHP’nin içinde dört yıl kala aday mı arayacağız?”

“Bu kapsamda lazım gelen anayasal düzenlemeyi yapmak önümüzdeki görevler arasında olmayacak mıdır? Devlette devamlılık, siyasette istikrar, Türkiye yüzyılının inşası için sayın Recep Tayyip Erdoğan güvencedir, milletin sevdalısıdır, tecrübesiyle ve birikimiyle bize göre tek seçenektir.”]2

Yani Erdoğan ebediyen başkan kalsın! Diğerkâm Devlet Bahçeli, R.T. Erdoğan’ın tersidir!

1 Anadolu Ajansı, 11 Ekim 2016.

Ayşe Sayın, BBC News, Türkçe. Yazan, 5 Kasım 2024.

(Cumhuriyet)


 

 

 

  

GÜNDEM -23 Kasım 2024-

 

DEM Partili Tunceli Belediyesi ile CHP'li Ovacık Belediyesi'ne kayyım atandı! Polis belediyeleri çembere aldı, yollar kapandı -T24-

cevdet konak mustafa sarıgül
Tunceli Belediyesi ve Tunceli'nin Ovacık Belediyesi'ne kayyım atandı. DEM Partili Tunceli Belediye Başkanı Cevdet Konak görevden alındı, yerine Tunceli Valisi Bülent Tekbıyıkoğlu, kayyım olarak atandı. Görevden alınan CHP'li Ovacık Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün yerine de Ovacık Kaymakamı Hüseyin Şamil Sözen kayyım olarak atandı. Her iki belediye de kayyım kararının ardından polis tarafından güvenlik çemberine alındı, bariyerlerle giriş çıkışlar ve belediyeye giden yollar kapatıldı. (https://t24.com.tr/haber/tunceli-ve-ovaci-belediyelerine-kayyim-atandi-,1198401)
                                                            ***

Yerine kayyım atanan Tunceli Belediye Başkanı Cevdet Konak: Belediyemiz işgâl altında, Dersim halkının iradesine saldırıdır! AKP-MHP iktidarının fotoğrafı budur!-T24-

DEM Partili Tunceli Belediye Başkanı Cevdet Konak

Daha önce Hakkari, Esenyurt, Mardin, Batman ve Halfeti belediyelerine de kayyım atanmıştı. Böylece 31 Mart seçimlerinin ardından yerine kayyım atanan belediye sayısı 6'ya yükseldi.(https://t24.com.tr/haber/yerine-kayyim-atanan-tunceli-belediye-baskani-cevdet-konak-belediyemiz-isgal-altinda-dersim-halkinin-iradesine-saldiridir-bu-belediyeler-onurumuzdur,1198404)

                                                               ***
Cevdet Konak: Tebligatı imzalamıyorum, görevimi halk verdi -duvaR-
ANKA Haber Ajansı'nın haberine göre, polisin abluka altına aldığı belediye binası önünde açıklama yapan Cevdet Konak, "Kendi kameralarına kayıt yaparak okudular. Ben o tebligatı imzalamadım. Bu görevi, bu sorumluluğu, bu öncülüğü, bu sözcülüğü Dersim halkı vermiştir. Bu yetkiyi hiçbir tebligat elimizden alamaz" diye konuştu.(https://www.gazeteduvar.com.tr/cevdet-konak-tebligati-imzalamiyorum-gorevimi-halk-verdi-haber-1737210)
                                                             ***
Yerine kayyım atanan Mustafa Sarıgül: Gücümüz yettiğince belediyemizi savunacağız -duvaR-

Yerine kayyım atanan CHP'li Ovacık Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül, polis ablukasındaki belediye binası önünde açıklama yaptı.  (https://x.com/gazeteduvar/status/1860045931686535238)  PİRHA'da yer alan habere göre, Mustafa Sarıgül, "Bizi evimizden, hesapsız kitapsız hiçbir malzememizi almamıza müsaade etmeden kovdular. Bu halkın hiçbir değer yargısına saygı duymuyorlar. Bugün buraya bize hizmet etmek ve korumak için geldiklerini söylüyorlar. Şu utanç verici duruma bakın, ne hale getirdiler burayı. Bu kadar insan sanki kendi evlerini, çocuklarının iş yerini talan edecekmiş gibi barikatlar kuruyorlar. Sonra da diyorlar ki, biz sizi korumak için geliyoruz buraya. Bizi neyden koruyorsunuz ki, bizi kendinizden koruyun" ifadelerini kullandı.(https://www.gazeteduvar.com.tr/yerine-kayyim-atanan-mustafa-sarigul-gucumuz-yettigince-belediyemizi-savunacagiz-haber-1737198)

T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -22 Kasım 2024-

Dünya Felsefe Günü’nde kendimize sorabileceğimiz ince sorular -Yılmaz Murat Bilican-

Hiç doğmamış olduğunuzu hayal edin: Bu düşünce sizi rahatsız eder mi? Hiç yaşamamış gibi unutulacağınızı hayal edin: Bu sizi rahatsız eder mi?

UNESCO 2002 yılında aldığı kararla, her yıl kasım ayının üçüncü perşembesi Dünya Felsefe Günü olarak kutlanıyor. Her yıl bu günlerde, özellikle felsefeciler, felsefenin değerine, felsefenin ele aldığı problemlerin ne kadar önemli ve insanlık için ne denli güncel olduğuna dair yazar ve konuşurlar. Bir felsefeci olarak duyarsız kalamadığım bu önemli günde, felsefenin insanlar tarafından “öğrenilen değil de daha çok yapılan” ve hayata dair sorulardan yola çıkarak başlayan bir etkinlik olduğundan hareketle, onun “büyük ve zor” sorularını bir yana bırakıp, kendimize sorabileceğimiz daha “küçük ve kolay” sorularına işaret etmek istedim.

İsviçreli oyun, deneme, günce ve roman yazarı Max Frisch’in Türkçeye “Sorular, Sorular, Sorular” olarak çevrilen küçük bir kitabı var.* Bu kitap yazarın aslında Günlükler (1966-71)’inde yer alan ve yaşadığı yıllarda “Soruşturmalar” adıyla yayımlanan ve çok ilgi görmüş bir eseri. Frisch bu eserinde, gündelik yaşantımızda zaman zaman aklımıza gelen, kendimize sorduğumuz fakat adeta sinir uçlarımıza dokunduğu ve bizi bir şekilde rahatsız ettiği için hızla zihnimizden kovaladığımız sorular yöneltiyor bize. Frisch’in sorularının gündelik hayatın koşuşturması içinde kendimize karşı belli bir mesafe alıp sormamız gereken sorular olduğunu düşünerek, onun sorularını biraz değiştirerek, biraz güncelleyerek biraz da yeni sorular ekleyerek sizlere soruyorum. Yanıtları sizde olan sorular bunlar. Dünya Felsefe Günü’nde buyurun felsefe yapmaya… (Frisch’e ait sorular italik olanlardır)

- Hiç doğmamış olduğunuzu hayal edin: Bu düşünce sizi rahatsız eder mi?

- Hiç yaşamamış gibi unutulacağınızı hayal edin: Bu sizi rahatsız eder mi?

- Kaç yaşına kadar yaşamak istiyorsunuz?

- Ölümsüz olmak ister misiniz?

- Teknolojinin ölümü ortadan kaldırmayı başaracağına inanıyor musunuz?

- İnsan ruhunun ölümsüz olduğuna inanıyor musunuz?

- Sizin ve tanıdığınız herkesin ölümünün ardından insan soyunun korunması sizin için hala önemli midir?

- Kiminle asla karşılaşmamış olmayı dilersiniz?

 - (Erkekseniz) Kadınlara acıyor musunuz? (Kadınsanız) Erkeklere acıyor musunuz?

- Evlilik kurumunu kendiliğinden keşfedebilir miydiniz?

- (Evliyseniz) Karınızın/Kocanızın yerinde olmak ister misiniz? Yanıtınız evet veya hayırsa, neden?

- (Varsa) Çocuklarınızdan minnettarlık beklemediğinizden emin misiniz? Emin değilseniz, ne için minnettarlık bekliyorsunuz?

- Kendinizi hangi nedenle asla affedemezdiniz?

- Aniden aklınıza gelen ahlak dışı fikirleriniz olur mu?

- Yalnızken de her zaman ahlaklı mısınız?

- Görünmez adam olsanız ilk ne yaparsınız?

- Şimdiye kadar olan hayatınızda hiç hırsızlık yaptınız mı?

- (Çok çok çok olsa da) Para için yapmayacağınız şeyler nedir?

- Sizden çok daha yoksul olanlardan korkuyor musunuz? Korkmuyorsanız neden?

- Yalan söyler misiniz? Bu sizi rahatsız eder mi?

- Birinin tedavisi olmayan bir hastalığı olduğunu öğrendiğinizde, söz konusu kişiye, kandırmaca olduğunu bile bile umut aşılar mısınız?

- Topluluk içinde, yazılı olarak ya da baş başayken dostunuzun size karşı göstereceği dürüstlüğün ne kadarına dayanabilirsiniz?

- Bir topluluktan mı nefret etmek daha kolay gelir size, belli bir şahıstan mı? Tek başınıza mı nefret etmeyi yeğlersiniz yoksa başkalarıyla birlikte mi?

- Şu an nefret ettiğiniz bir kişi veya topluluk var mı?

- Gizliden gizliye dost olmak istediğiniz, böylelikle fazla güçlük çekmeden saygı duyabileceğiniz düşmanlarınız var mı?

- Dünyanın içinde bulunduğu durumu göz önüne aldığınızda umut ettiğiniz nedir? Aklın üstün gelmesi mi, bir mucize mi, her şeyin eskisi gibi sürüp gitmesi mi?

- Umutlu musunuz? Genelde ne umut ettiğinizi biliyor musunuz?

- Hangi umudunuzdan (umutlarınızdan) vazgeçtiniz? (Bu sizden mi kaynaklandı yoksa umut ettiğiniz şeyden mi?)

- Yapay zekanın gelişimi sizi korkutuyor mu? Neden?

- İnsan türünün diğer türlerden üstün olduğunu düşünüyor musunuz?

- Sizce diğer canlıların da ruhları var mıdır?

- Bazen bir hayvanı kıskandığınız oldu mu? Onun yerinde olmak ister miydiniz?

- Kendinizle dost musunuz?

*Sorular, Sorular, Sorular, Max Frisch, Çev. Ogün Duman, Yapı Kredi Yay. 2021

                                                                          /././

Orta Doğu uzmanı Brauns: Erdoğan, iktidarda kalabilmek için çeşitli güçlerin çelişkilerinden yararlanma ve bunları birbirine karşı kullanma konusunda çok becerikli -Burak Soyer-

"Erdoğan Kürt, sorununa gerçek bir çözüm bulmak için uygun adımları çok daha önce atabilirdi. Ankara bunun yerine Suriye ve Irak'ta maliyetli askeri müdahalelere bel bağlamaya devam ediyor"

Türkiye son birkaç yıldır büyük sorunlarla boğuşuyor. Ekonomik kriz, bölgesel krizler, yeni nesil mafya ve sokaklardaki şiddet, kayyım politikaları ve çatışma-çözüm başlıkları…

Türkiye’de yaşanan son gelişmeleri, Batı’nın Türkiye’ye bakışını, Devlet Bahçeli’nin Öcalan çıkışını, muhalefetin durumunu, Fethullah Gülen’in ölümünün etkilerini, yerli yabancı organize suç örgütlerinin ülkede cirit atmasını, Almanya’da yayımlanan sosyalist Die Junge Welt gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni, aynı zamanda Türkiye ve Orta Doğu uzmanı olan Dr. Nick Brauns’la konuştuk.

               
Dr. Nick Brauns

Brauns, Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu, “Türkiye'de son birkaç yıldır ve on yıllardır yaşanan gelişmelere baktığımda, tanıdık aktörlerin aynı hikâyeleri tekrar tekrar canlandırdığı, bildik entrikaların ve komploların döndüğü ama oyunculuk performanslarının sürekli düştüğü, sonu gelmeyen bir televizyon dizisi izliyormuşum hissine kapılıyorum,” sözleriyle değerlendiriyor.

- Türkiye ile ilgili olarak, “yönetilemeyen bir ülke haline geldi” şeklinde görüşler var. Batı, Türkiye'deki mevcut durum hakkında ne düşünüyor?

Türkiye'nin gerçekten yönetilemez bir ülke haline geldiğini kabul edemem. Erdoğan liderliğindeki AKP ve MHP'den oluşan mevcut iktidar ittifakı, ekonomik krizden Kürt sorununa kadar ülkedeki sorunlarla başa çıkabilecek durumda değil ve bazı durumlarda da bu konuda isteksiz.

Türkiye'de sürekli derinleşen bir siyasi kriz var. Ancak Erdoğan, iktidarda kalabilmek için içeride ve dışarıda çeşitli güçlerin çelişkilerinden yararlanma ve bunları birbirine karşı kullanma konusunda çok becerikli. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki tüm Türk hükümetleri gibi, şimdiki hükümet de ülkenin jeopolitiğini pazarlıyor ve karşılığında yurtdışından ekonomik, siyasi ve askeri destek alıyor. Türkiye, ülkeyi Rusya ve Çin'e yaklaştırmakla tehdit ederek ve BRICS'e katılmak için başvurarak, NATO ve AB ile süregelen stratejik ittifakı içinde manevra alanını genişletmeye çalışıyor. Ancak Türkiye'nin BRICS üyeliği reddedildi -Hindistan'la birlikte, Çin ve Rusya'nın etrafındaki bu ittifakın saflarında zaten Batı'nın bir Truva atı var ve NATO bağları olan başka bir güvensiz adayı getirmek istemiyor. Ancak bu sinyal Türkiye'nin Batılı ortakları tarafından alındı.

Şansölye Scholz, İstanbul'a yaptığı son ziyarette Erdoğan'a NATO çerçevesinde Türk-Alman silah kardeşliğini hatırlattı. Almanya bu yıl Türkiye'ye uzun yıllardır görülmemiş ölçekte kapsamlı silah sevkiyatına izin verdi bile. Alman hükümeti ayrıca Eurofighter savaş uçaklarının Türkiye'ye teslimatı konusunda daha önce uyguladığı blokajdan da vazgeçti. Buna karşılık Alman hükümeti, Türkiye'nin göçle mücadelede AB'nin bekçisi olarak hareket etmesini beklemeye devam ediyor. Bu durum, mültecilerin birçoğunun Türkiye'nin Almanya'dan aldığı silahlarla Suriye ve Irak'ta yürüttüğü savaşlar nedeniyle kaçmak zorunda kaldığı ya da Türkiye'deki ekonomik ve siyasi krizden kaçtığı gerçeğini göz ardı ediyor. Alman hükümeti ve diğer Avrupa hükümetleri açısından Erdoğan'ın iyi ya da hatta demokratik bir şekilde yönetip yönetmediği önemli değil. Önemli olan Erdoğan'ın ülkede belli bir istikrarı sağlayabilmesi, yabancı sermaye yatırımlarının güvende olması ve Türkiye'nin Batı'nın yanında yer almaya devam etmesi.

Erdoğan'ın Mayıs 2023'te yeniden seçilmesiyle bu istikrar şimdilik güvence altına alınmış gibi görünüyor. AKP'nin 2024 yerel seçimlerini kaybetmesi, Alman burjuva basınında ve burjuva partilerinden politikacılar tarafından Türkiye'de her şeye rağmen işleyen bir demokrasi olduğunun işareti olarak yorumlandı. Kısacası: Batı'da Türkiye'nin sözde yönetilemezliği algılanmazken, aynı zamanda Erdoğan hükümetini güçlendirmek ve istikrara kavuşturmak için her şey yapılıyor.

"Kürt sorunu, Suriye ve Irak'taki maliyetli askeri operasyonlar, hükümetin keyfi davranışları ekonomik sefalete katkıda bulunuyor"

- Size göre Türkiye kamuoyu bu konuyla ne kadar ilgili, bunun ne kadar farkında?

Bu normal bir durum. İnsanların çoğunluğu ekonomik sorunlar, enflasyon ve gıda fiyatlarındaki artışlar karşısında ay sonunu getirmeye çalışıyor. Ancak ekonomik durum diğer sorunlarla bağlantılıdır. Kürt sorununun çözülememiş olması, Suriye ve Irak'taki maliyetli askeri operasyonlar, hükümetin keyfi ve düzensiz davranışları, faiz oranı gibi ekonomik kararlar da dahil olmak üzere tüm bunlar ekonomik sefalete katkıda bulunuyor. Bu arada, ekonomik krizin temel sorun olarak görülmesini bir ilerleme olarak görüyorum. Uzun bir süre boyunca kamusal söylemde sekülerlere karşı dindarlar, Türklere karşı Kürtler vs. gibi indentiteryen ya da kültürel cepheler hâkim oldu. Ancak enflasyon ve gıda fiyatlarındaki artıştan tüm nüfus grupları etkileniyor ve burada bir inanç, dil ya da siyasi kanaat meselesiyle değil, sınıfsal bir meseleyle karşı karşıya kalıyoruz. Burada neo-liberalizme, özelleştirmeye ve sonuçlarına, spekülasyona karşı ortak bir direniş oluşursa, bu sadece memnuniyetle karşılanabilir.

“Devlet aygıtında hâlâ keşfedilmemiş Gülenciler olabilir”

- Fethullah Gülen’in ölümü Türkiye için ne anlam ifade ediyor? Devletin içinde, kritik noktalarda hala cemaatçilerin olduğu iddiaları var. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Devlet aygıtında hâlâ keşfedilmemiş Gülenciler olabilir ama bence FETÖ Türkiye'de yaşayabilir bir hareket olarak büyük ölçüde ezildi. En azından hareket artık Türk hükümeti ya da toplumu için bir tehdit oluşturmuyor. Ancak Gülen hareketinin gerçekten demokratik bir dönüşüm geçirdiğine, hatalarından ve suçlarından ders çıkardığına inanmıyorum. Bu durum en fazla bu hareketten bireyler için geçerli olabilir. Ama unutmayalım: Gülenciler geçmişte de size konuşmakta ve kendilerine en uygun maskeyi takmakta iyiydiler. Bir devlet krizi ve Erdoğan sisteminin çökmesi durumunda Gülenciler kesinlikle yapılarını yeniden inşa etmeye ve nüfuzlarını yeniden kazanmaya çalışacaklardır. Ve ben hareketin o zaman demokratik bir şekilde hareket edeceğine inanmıyorum.

Hareketin tasfiye edilmesinin ardından merkezini ve faaliyetlerini yurt dışına taşımıştır. Ancak 2015'teki darbe girişiminden önce olduğu gibi iktidarı ele geçirmek amacıyla daha geniş kapsamlı siyasi hedefleri olduğunu düşünmüyorum. Avrupa ve ABD'deki Gülenciler arasındaki rekabet Gülen'in ölümünden önce de ortaya çıkmıştı. Daha fazla gerilim, bölünme ve birleştirici ve yeri doldurulamaz guru Gülen'in dümende olmadığı bir ortamda, birikmiş varlıklar üzerindeki anlaşmazlıkta hareketin parçalanmasını bekliyorum.

“Narin cinayetinin failleri devlet tarafından örtbas edildi”

- Gülen cemaatinin ardından farklı cemaat ve tarikatların boşluğu doldurduğu konuşuluyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

AKP her zaman çeşitli gerici tarikatlara dayandı ve bu tarikatlar özellikle kırsal kesimde seçmen çekti. FETÖ'nün devletten ve toplumdan tasfiyesinden sonra boşalan yerlere bu tarikatlar ve onların kadroları yerleşti. Menzil tarikatı ya da Süleymancılar gibi, ideolojileri en azından modern eğitimle ilgilenen Gülencilerinkinden çok daha geri, irrasyonel ve köktenci olan tarikat ve cemaatlerle karşı karşıyayız. Bu tür tarikatların artık yurtları ve eğitim kurumlarını ele geçirmesi ve böylece gençler üzerinde nüfuz sahibi olması bana özellikle tehlikeli geliyor. Gülenciler de kendilerini bu şekilde inşa ettiler. Ancak şu anda FETÖ'nün yerini alan dini grupların hiçbiri Gülencilerin o dönem sahip olduğu güce ve tekel konumuna sahip değil. AKP bunun bir daha olmasına asla izin vermez.

Diyarbakır'ın Tavşantepe köyünde sekiz yaşındaki Narin Güran'ın öldürülmesi, devlet ve tarikatlar arasındaki bu kutsal olmayan ittifaka ışık tuttu. Narin, köyde çok sayıda müridi bulunan Menzil tarikatına bağlı bir Kuran kursuna katıldıktan sonra ortadan kayboldu. Siyasi olarak köyün nüfusu 1990'lardaki kontrgerilla Hizbullah'ının siyasi devamı olan İslamcı Hüda-Par'a yakın. Köyün tamamı ordu tarafından kameralarla izlenmesine rağmen, Narin'in öldürülmesi ve cesedinin haftalarca gizlenmesini düşündüğümüzde, faillerin örtbas edildiği sonucunu çıkarıyoruz. Cinayete karışan Narin'in ailesi ile AKP arasındaki bağlantılar da netleşti -bir milletvekili kendisini ailenin uzun süredir arkadaşı olarak tanımladı. Korkarım ki kızın öldürülmesinin arka planı hiçbir zaman tam olarak aydınlatılamayacak.

- “Yeni nesil çeteler”, Interpol tarafından aranan yabancı uyuşturucu baronları ve mafyanın varlığından sıkça söz ediliyor. Neden bu örgütlere karşı ciddi önlemler alınmıyor?

Bunun cevabını üç yıl önce, Türk hükümetinin gözünden düşen ve yurtdışına kaçan mafya babası ve faşist Sedat Peker ifşaatlarında verdi. Ancak Peker'in ifşaatlarını herhangi bir hukuki ya da siyasi adım takip etmediği için diğerleri de aynı şeyi yaptı ve sistemde bir bütün olarak hiçbir şey değişmedi. Peker ve rakibi Alaattin Çakıcı bize Türkiye'de devletin mafya ve organize suçlarla ne kadar yakından bağlantılı olduğunu gösteriyor.

"Erdoğan Kürt sorununa çözüm bulmak için daha önce adım atabilirdi ancak Suriye ve Irak'ta askeri müdahalelere bel bağlamaya devam ediyor"

- Geçtiğimiz günlerde Devlet Bahçeli, Abdullah Öcalan'a Meclis'e gelerek bir konuşma yapması ve terörün ortadan kaldırıldığını ilan etmesi çağrısında bulundu. “Sözlerimin arkasındayım” diye de ekledi. Bu ani hamle Erdoğan’ın yeniden aday olma girişimine açılan bir yol olarak yorumlandı. Bu durum Batı'da nasıl karşılandı?

Alman medyası Bahçeli'nin açıklamasını yeni bir Kürt açılımının, PKK ile olası bir barış sürecinin işareti olarak yorumladı. Bahçeli'nin Öcalan'ı hapisten çıkarmak istemesi gerçekten de ancak radikal milliyetçi bir liderin cesaret edebileceği bir tabu ihlaliydi ve bu ona kendi saflarında da sempati kaybettirdi. Ancak Bahçeli'nin söylediklerine dikkatle kulak vermeliyiz. Öcalan'a PKK'yı silahsızlandırması ve feshetmesi çağrısında bulundu. PKK liderleri bunu reddetti. Bahçeli'nin mecliste DEM milletvekilleriyle tokalaşması, Öcalan'la ilgili açıklaması ve Ömer Öcalan’ın İmralı'da ziyareti, ki bu ziyaret birkaç yıllık tecridin ardından yeniden mümkün oldu, muhtemelen hükümetin Kürtlere yönelik olumlu bir tutum sergilediğini göstermeye yönelikti. Ancak ıslak bir el sıkışma dışında elle tutulur bir şey sunulmadı.

Bahçeli'nin bu manevrası, Erdoğan'ın yeniden aday olmasını sağlayacak anayasal değişiklikler için DEM Parti'nin ve Kürt seçmenlerin desteğini almayı amaçlamış olabilir. Türk hükümetinin Gazze ve Lübnan'daki savaş, İsrail'in İran'a olası büyük bir saldırısı ve ABD'deki Trump seçimleri sonucunda Orta Doğu'daki olası güç değişimlerine hazırlanmak için Kürtlere ulaştığı yönünde spekülasyonlar da var. Ancak bu tür seçenekleri görenlerin Türk hükümetinin stratejik düşüncesini abarttığından korkuyorum. Bu hükümet sürekli olarak hayatta kalmakla meşgul, çok kısa vadeli ve sadece taktiksel düşünüyor. Aksi takdirde Erdoğan Kürt sorununa gerçek bir çözüm bulmak için uygun adımları çok daha önce atabilirdi. Ankara bunun yerine Suriye ve Irak'ta maliyetli askeri müdahalelere bel bağlamaya devam ediyor.

- Kayyım politikalarının arkasında ne var?

Burada bir havuç ve sopa taktiğiyle karşı karşıyayız. Bahçeli ilk başta DEM ile konuşmaya istekli olduğu sinyalini veriyordu. Ancak DEM'in Erdoğan'ın iktidarını uzatmak için anayasayı değiştirmek gibi bir anlaşmayı kabul etmeyeceği kısa sürede anlaşılınca Mardin, Halfeti ve Batman belediye başkanları görevden alındı. Bu, 2015'i anımsatan tanıdık ve görülmesi kolay bir oyun. O zaman da Öcalan ile diyalog vardı. Ancak Selahattin Demirtaş Erdoğan'ı asla süper başkan yapmayacağını açıkça ilan edince, Erdoğan diyalog sürecini bir gecede bitirdi ve MHP ile ittifak kurdu.

CHP'li İstanbul Esenyurt Belediye Başkanı'nın tutuklanması ve görevden alınması da bu iki muhalefet partisi arasındaki geçici iş birliğini bozmayı amaçlıyordu. Şimdi sırasıyla DEM ve CHP'li Dersim/Tunceli ve Ovacık belediye başkanları da teröre destek verdikleri iddiasıyla hapis cezasına çarptırıldılar ve onlar da görevden alınmakla tehdit ediliyorlar.

“CHP'nin bir devlet partisi olarak kurulduğunu ve doğası gereği her zaman bir devlet partisi olarak kaldığını asla unutmamalıyız”

- Yaşanan tüm bu olaylar karşısında muhalefetin, özellikle de CHP'nin tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

CHP'de Özgür Özel'in liderliğinde, özellikle de belediye başkanlarının görevden alınmasının ardından DEM Parti'ye yönelik bazı olumlu işaretler görüyorum. Ancak CHP'nin bir devlet partisi olarak kurulduğunu ve doğası gereği her zaman bir devlet partisi olarak kaldığını asla unutmamalıyız. Amacı Türkiye'yi demokratikleştirmek değil, her şeyden önce devlet aygıtı üzerinde kaybettiği etkisini yeniden kazanmak ve destekçilerini yeniden devlet aygıtının içine çekmektir. Ülkedeki krizin derinleşmesi durumunda AKP'den bir iş birliği teklifi gelirse, bu fırsatı hemen değerlendirecektir.

İslamcı muhalefet, özellikle de Yeniden Refah Partisi, AKP için tehlikeli olabilir. Ancak Yeniden Refah Partisi'nin ilerici-demokratik bir gündemi yok.

- Ve son olarak, tüm bu soruları ve cevapları bir araya getirip okuduğumuzda nasıl bir Türkiye görüyoruz?

Türkiye'de son birkaç yıldır ve on yıllardır yaşanan gelişmelere baktığımda, tanıdık aktörlerin aynı hikâyeleri tekrar tekrar canlandırdığı, bildik entrikaların ve komploların döndüğü ama oyunculuk performanslarının sürekli düştüğü, sonu gelmeyen bir televizyon dizisi izliyormuşum hissine kapılıyorum. Burada iyimser kalmak zor.

                                                               /././

Dorukhan Büyükışık cinayetinde polislere yargı yolu -Tolga Şardan-

Soruşturmayı yürüten müfettişler, adları geçen 24 personelden dokuzu hakkında meslekten ihraç, maaş kesim cezaları ile kınama cezaları talep etti. Dönemin Narlıdere İlçe Emniyet Müdürü İsmail Köksal ve Komiser Yardımcısı Hüseyin Vurucu’ya “meslekten çıkarma cezası” verilmesi teklif edildi. Ancak polis müdürü Köksal’ın cezası, olayın işlendiği tarihten itibaren iki yıl içinde disiplin cezası verilmesini gerektiren mevzuat nedeniyle zaman aşımına uğradı!

İzmir’in Narlıdere ilçesinde, 13 Mayıs 2018 gecesi spor yapmak amacıyla evinden çıkan ve ertesi sabah kentin önemli ailelerin Tanyerler’e ait inşaat alanında cansız bedeni bulunan Dorukhan Büyükışık’ın öldürülmesi soruşturmasında yeni gelişmeler var.

Büyüteç’te geçen yıl eylülde ilk kez gündeme getirdiğim soruşturma dosyası, bir yılda epeyce mesafe aldı.

Köşenin takipçilerinin her aşamasından haberdar olduğu dosyanın en önemli gelişmesi, kuşkusuz dosyanın intihar eyleminden cinayete dönmesi oldu.

Tek evladını kaybeden Emekli Tümgeneral Ethem Büyükışık, Dorukhan’ın katil / katillerini bulmak için çalmadık kapı bırakmadı.

Yıllarını devlete vermiş, evladının nasıl büyüdüğünün farkında bile olamayan acılı baba, dosyayı ilmek ilmek işledi, araştırdı, kamuoyu ile paylaştı ve sonunda oğlunun intihar etmediğini, tam aksine öldürüldüğünün delillerini gün ışığına çıkardı.

Baba Büyükışık, oğlu Dorukhan’ın ölümüyle ilgili her türlü delili toplarken, bir yandan da süreçte ihmali olan kamu görevlilerinin peşine düştü.

Narlıdere cinayeti konusunda Büyüteç’te epeyce yazı kaleme aldım. Bu yazılardan bazılarında Büyükışık’ın yaşadıklarını kendi cümleleriyle aktardım.

Büyükışık, Dorukhan’ın yaşamını yitirdiği süreçte, kimi kamu görevlilerinin olayın gerçeğinin ortaya çıkmasını engelleyici tutum içinde bulunduklarını, bu satırların yazarına yeri geldiği zamanlarda anlattı hep.

Bu görüşünden de hiç geri adım atmadı.

Şimdi yakın döneme küçük bir dönüş yapalım. Büyükışık, kamu görevlilerinin cinayetin üstünü kapatılmasında mesai harcadıklarını tespit edip delillendirdikten sonra Adalet Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığı üst düzey yöneticileri ile görüştü.

Görüştüğü yüksek dereceli bakanlık bürokratları arasında Emniyet Genel Müdürleri Mehmet AktaşErol Ayyıldız ve Mahmut Demirtaş ile Jandarma Genel Komutanları Orgeneral Arif Çetin ile Orgeneral Ali Çardakçı var.

Büyükışık, her görüşmesinde acısını bir kez daha yaşamak pahasına, 13 Mayıs 2018’de yaşanan cinayeti detaylarına kadar anlattı, muhataplarına.

Olay yerinin polis bölgesi olmasına karşın, Büyükışık’ın cinayet iddiasını yoğunlaştırması sonrasında mevcut deliller üzerinde teknik analiz yapmakla görevlendirilen jandarma personelinin delilleri kasıtlı olarak ortaya çıkarmadığı anlaşıldı.

Söz konusu jandarma personeli hakkında “gerçeğe aykırı bilirkişi raporu düzenledikleri” iddiasıyla Ankara Adliyesi’nde dava açıldı. Bu dava henüz sonuçlanmadı.

Ve bugünlere geldiğimizde, Narlıdere’de Tanyer Ailesi’ne ait inşaat alanında yaşamını yitirdiği ortaya çıkan Dorukhan’ın öldürülme olayının “üstünün örtülmesi” diğer deyişle “karartılması” amacıyla bazı savcılık ve emniyet mensuplarının çaba gösterdiği gün ışığına çıktı.

Hatta öyle ki, söz konusu kamu görevlilerinin bireysel olarak değil, ciddi organizasyon içinde hareket ettikleri tespit edildi.

Burada sözü Emekli Tümgeneral Ethem Büyükışık’a bıraktım:

“Oğlumun cansız bedeni bulunduktan sonra başlattığı çalışmalarda, olay yerinin polis sorumluluk bölgesi olması sebebiyle bazı emniyet personelinin süreçte yer aldığını ortaya koydum.

Özellikle kamera görüntüleri üzerinde yapılan ses ve görüntü analizlerinden, sonradan ortaya çıkan tanık ifadeleri ile cep telefonlarına ait kayıtları Emniyet Genel Müdürlüğü’ne teslim ettim.

Önceki Genel Müdür Erol Bey, hemen devreye girdi ve polis müfettişi görevlendirmesi yapıldı. Görevden ayrılana kadar takip etti süreci. Sonrasında da yeni Genel Müdür Mahmut Demirtaş’a giderek yaşananları anlattım. Bilgilendirme yaptım, hemen ilgili yöneticileri arayıp kendisine detaylı bilgi aktarılması talimatını verdi.

Bu arada, ilk başvurum sonrasında Emniyet Polis Başmüfettişleri, geçen yıl kasımda tamamladıkları dosyayı İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdi. Ardından ikinci görevlendirme yapıldı. Ankara’dan gelen polis başmüfettişleri, savcılıktan tüm belge ve bilgileri resmi kanaldan alarak Ankara’ya döndü. Dorukhan’ın ölümünün aydınlatılmamasında sorumluluğu bulunan polisler yargı önüne çıkacak.”

İzmir Savcılığı’ndan İzmir Emniyeti’ne resmi yazı

Dorukhan Büyükışık’ın ölümünün araştırılması konusunda sorumluluklarını yerine getirmeyen polislerle ilgili İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı, İzmir Emniyet Müdürlüğü’ne özel bir yazı gönderdi.

Memur Suçlarını Soruşturma Bürosu’nda görevli savcı imzasıyla 15 Ekim’de Hukuk İşleri ve Soruşturma Şubesi’ne gönderilen yazıda, aralarında dönemin Narlıdere İlçe Emniyet Müdürü İsmail Yalçın, dönemin Şehit Ayhan Tanrıverdi Polis Merkezi Amiri İsmail Köksal, Olay Yeri İnceleme Şube Müdürlüğü Büro Amiri Atakan Kaçar, aynı birimde Grup Amiri Deniz Asıcı başta olmak üzere Narlıdere İlçe Emniyet Müdürlüğü, Asayiş Şubesi Cinayet Bürosu ve Olay Yeri İnceleme Şube Müdürlüğü’nden çeşitli rütbe ve görevdeki polisler yer aldı.

Organize suç örgütü iddiasıyla soruşturma

Bu arada, polis başmüfettişlerinin süreçte sorumluluğu bulundukları iddiasıyla haklarında soruşturma yaptıkları polislerin, Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 220. maddesindeki “organize suç örgütü oluşturup faaliyette bulunmak” hükmüne göre yargılanacaklarına dikkati çekeyim.

Dorukhan Büyükışık’ın öldürülmesi dosyasında savcılık ile emniyetin koordineli çalıştığının altını çizeyim.

Dosyada adı geçen polislerin aynı zamanda idari çerçevedeki disiplin soruşturması da tamamlandı bu arada.

Emniyet kaynaklarından edindiğim bilgiye göre; soruşturmayı yürüten müfettişler, adları geçen 24 personelden dokuzu hakkında meslekten ihraç, maaş kesim cezaları ile kınama cezaları talep etti.

Dosyada yer alan dönemin Narlıdere İlçe Emniyet Müdürü İsmail Köksal ve Komiser Yardımcısı Hüseyin Vurucu’ya “meslekten çıkarma cezası” verilmesi teklif edildi.

Ancak polis müdürü Köksal’ın cezası, olayın işlendiği tarihten itibaren iki yıl içinde disiplin cezası verilmesini gerektiren mevzuat nedeniyle zaman aşımına uğradı!

Olaya adı karışan en üst rütbedeki polis müdürü olan Narlıdere İlçe Emniyet Müdürü Köksal ile Narlıdere Şehit Ayhan Tanrıverdi Polis Merkezi Amirliği’nde görevli Komiser Yardımcısı Hüseyin Vurucu’nun, Dorukhan Büyükışık’ın şüpheli ölümü ile ilgili, adli amiri konumunda bulunan Cumhuriyet savcısının olayın soruşturmanın amiri olduğu polis merkezine verildiği halde, Cumhuriyet savcısınca talimatlar verilmesine rağmen, olay yerindeki güvenlik kamera kayıtlarının tamamının izlenerek ve kayıt alınarak tutanak düzenletmediği ve ölen Dorukhan Büyükışık’ın olay yerine geldiğini gösteren kamera görüntülerinin olduğunu bildiği halde görüntü kayıtlarını aldırmayarak soruşturma dosyasına eklenmesini sağlamadığı tespit edildi.

Savcı, gerçek dışı evrak hazırlamış!

Polislerle ilgili bu gelişme yaşanırken, dosyanın adli boyutuyla ilgili ayrı süreç geliştiğini öğrendim.

Şöyle ki, baba Büyükışık, tıpkı polislerde olduğu gibi Dorukhan Büyükışık’ın dosyasından sorumlu yargı mensupları hakkında da Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSK) nezdinde girişimde bulundu.

Dorukhan Büyükışık’ın cansız bedeninin bulunmasıyla birlikte başlatılan adli soruşturmada ilk üç yıl görev alan İzmir Cumhuriyet Savcısı Muhammed Doğramacı’ya yönelik HSK soruşturması başlatıldı.

Savcı Doğramacı hakkındaki soruşturmaya esas olan iddia, olay yeri inceleme ve ölü muayene tutanağına gerçek dışı bilgi yazmak! Diğer bir değişle sahte içerikli resmî belge hazırlamak.

Bu durumun tespitiyle birlikte Emekli Tümgeneral Ethem Büyükışık, Savcı Doğramacı hakkında HSK’ya suç duyurusunda bulundu.

HSK, suç duyurusuna karşılık olarak savcı hakkında soruşturma yürütülmesine izin verdi.

Büyükışık, adaletin tecellisini bekliyor

Narlıdere cinayetiyle ilgili edindiğim bilgiler sonrasında Büyüteç’i kaleme almadan önce baba Ethem Büyükışık’la telefona görüştüm.

Büyükışık, bir yıldan fazla sürede yaşanan gelişmelerin geldiği nokta nedeniyle, eskiye göre daha moralli. Ailesiyle birlikte adaletin tecelli etmesini beklediklerini ifade etti.

Dorukhan Büyükışık soruşturmasında olayın aydınlatılmasının önünü açan “kanun yararına bozma” işlemine imza atan Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, yeri geldiğinde ülkedeki adalet sisteminden son derece memnun olduğu mesajlarını veriyor.

Ancak Tunç’un bu değerlendirmelerine karşın, sadece Büyüteç’te birbirine benzeyen ve ailelerin adalet beklediği epeyce olaya yer verdim.

Her yerde olduğu gibi adaletin uygulanmasında teori ile saha gerçeği pek örtüşmüyor zannımca.

                                                   /././

GÜNDEM BAŞLIKLARI -22 Kasım 2024-

SASA inşaatında çalışan işçiler hakları için eylemde -soL-

Adana'da tazminatlarını ve maaşları ödenmeyen işçiler, Sasa Polyester PTA şantiyesinin giriş kapısında eylem yaptı. Çevik kuvvet, işçilere müdahale etti.(https://haber.sol.org.tr/haber/sasa-insaatinda-calisan-isciler-haklari-icin-eylemde-396284)                                                 ***

Yenidoğan Çetesi davası: 'Çocuğu öldür dese öldürecek misin?'-soL-

47 sanığın yargılandığı Yenidoğan Çetesi davasının duruşması 4'üncü gününde devam etti. Yaklaşık 9 saat süren duruşma, sanık savunmalarının alınmasına devam edilmek üzere sonraki güne ertelendi.(https://haber.sol.org.tr/haber/yenidogan-cetesi-davasi-cocugu-oldur-dese-oldurecek-misin-396282)                                          ***

Putin: Bölgesel çatışma küresel bir nitelik kazandı -soL-

Putin, Rusya'ya ABD ve İngiltere yapımı füzelerle saldırmasıyla savaşın küresel bir nitelik kazandığını söyledi. Misilleme saldırısında hipersonik konfigürasyonda bir füzenin denendiğini açıkladı.(https://haber.sol.org.tr/haber/putin-bolgesel-catisma-kuresel-bir-nitelik-kazandi-396280)                                                  ***

Rusya duyurdu: Polonya’daki yeni ABD üssü gerekirse vurulacak öncelikli hedef listesinde -soL-

Rusya Dışişleri Sözcüsü Zaharova, Polonya’daki yeni ABD üssünün genel nükleer tehlike düzeyini artırdığını ve öncelikli hedef listesinde olduğunu duyurdu.(https://haber.sol.org.tr/haber/rusya-duyurdu-polonyadaki-yeni-abd-ussu-gerekirse-vurulacak-oncelikli-hedef-listesinde-396274)

                                                                   ***

Kuzey Akım sabotajının sorumlusu kim, Türk Akım hedef mi?-soL-

Spiegel tarafından yayımlanan bir raporda, Kuzey Akım boru hatlarına yönelik sabotajdan 6 ila 12 kişiden oluşan Ukraynalı bir komando birliğinin sorumlu olduğu aktarıldı. Ukrayna Genelkurmay Başkanlığı ve eski başkomutan Valeri Zalujni'nin operasyona büyük önem verdiğini aktaran Spiegel, Ukrayna'nın Kuzey Akım ile birlikte Türkiye ile Rusya arasındaki Türk Akım boru hattına da saldırma planları olduğunu ortaya çıkardığını iddia etti.(https://haber.sol.org.tr/haber/kuzey-akim-sabotajinin-sorumlusu-kim-turk-akim-hedef-mi-396278)                                             ***

Çete liderinin doğum gününü uzun namlulu silahlarla kutladılar -Altan Sancar/Sözcü-

Rusya’da tutuklanan ve Türkiye’ye iadesi istenen Can Dalton lakaplı, Berat Can Gökdemir’in doğum günü çete üyeleri tarafından kutlandı. Çete üyeleri kutlamada havaya ateş açtı.(https://www.sozcu.com.tr/cete-liderinin-dogum-gununu-uzun-namlulu-silahlarla-kutladilar-p106517)






Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -29 Temmuz 2025-

MİT ajanları nasıl deşifre oldu?-Tolga Şardan- Ankara Adliyesi'nde kişisel verilerin usulsüz ele geçirilmesiyle ilgili devam eden yargıl...