T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -28 Kasım 2024-

Avrupa endişeli, dikkatler denizaltı kabloları üzerinde -Füsun Sarp Nebil-

Denizaltı kablolar, uluslararası veri trafiğinin yaklaşık yüzde 99'unu taşıyan küresel internet bağlantısının omurgasını oluşturur. Bu kablolar, bulut bilişim, finansal işlemler ve medya akışı gibi hizmetleri etkinleştirerek küresel iletişim için kritik öneme sahip.

Savaşlarda düşman güçlerinin, ortadan kaldırmayı ilk denedikleri kaynak "haberleşme"dir. Şimdilerde Avrupa bu konuda çok endişeli. Çünkü 10 gün kadar önce, üst üste iki önemli denizaltı kablosu birden sorun yaşadı. Baltık Denizi'ndeki iki önemli deniz altı internet kablosu C-Lion1 (Finlandiya-Almanya arası) ve BCS Doğu-Batı Bağlantısı (İsveç-Litvanya arası) hasarlandı.

Baltık Denizi'ndeki iki önemli deniz altı internet kablosu hasarlandı

Gelişme, bundan sonrası açısından önemli. İki kablonun kısa bir aralıkla kopması, sabotaj olma olasılığı soruşturmalarına yol açtı. Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius, "Kimse bu kabloların yanlışlıkla kesildiğine inanmıyor" diyerek sabotaj konusunda şüphelerini dile getirdi. Benzer endişeler, olayların hibrit savaş içeren daha geniş bir stratejinin parçası olabileceğini öne süren Finlandiya ve Almanya dışişleri bakanları tarafından da dile getirildi.

Kaza mı, sabotaj mı?

Kabloların kesilmesi 17-18 Kasım 2024'te meydana geldi ve bölgedeki ülkelerde endişeye neden oldu. Çünkü bu ülkeler Ukrayna-Rusya savaşı nedeniyle bölgesel güvenlik ve hibrit savaş konusunda diken üstündeler. Bu kesintilerin örüntüsünün, Rusya'ya atfedilen önceki eylemlerle örtüştüğü iddia ediliyor. Sabotaj doğrulanmamış olsa da bu kabloların stratejik önemi nedeniyle kasıtlı müdahale olasılığı özellikle araştırılıyor. Soruşturmalar devam ederken, sorumluluğu kimse üstlenmedi.

Rusya'nın "GUGI" (Genelkurmay Başkanlığı Derin Deniz Araştırmaları Ana Müdürlüğü) olarak bilinen gizli deniz birimiyle, kritik deniz altyapısına sahip alanlarda sık sık devriye gezerek, deniz altı kablolarına artan bir ilgi gösterdiği iddia ediliyor.

Bu endişelere karşın, iki ABD yetkilisi hasarın, bölgeden geçmekte olan bir geminin sürüklediği bir çapadan kaynaklanmış olabileceğini belirtti. Dolayısıyla kabloların kopmasının kaza olma olasılığı da gözardı edilmiyor. Örneğin, Çin gemisi Yi Peng 3 ve Türk bandıralı dökme yük gemisi Fortune Express olay yerlerinin yakınında bulunuyordu. Şimdi bunların hareketleri inceleniyor. Soruşturmalarda, hasarı değerlendirmek için su altı uzaktan kumandalı araçlar (ROV) kullanılıyor.

Siber saldırılar ve sabotaj gibi askeri olmayan önlemleri içeren hibrit savaş kavramı, Avrupa güvenlik yetkilileri arasında giderek artan bir endişe kaynağı haline geldi. Gerçi denizaltı kablolarına verilen hasar, uluslararası telekomünikasyon altyapısının yedeklilik stratejisi sayesinde genellikle büyük kesintilerine yol açmıyor ama giderek “daha önemli kablolarda sorun meydana gelir mi?” şeklinde sorular soruluyor.

Dünya'da 400'den fazla denizaltı kablosu var

Şu anda dünya çapında, deniz tabanından giden 400'den fazla "denizaltı internet kablosu" bulunuyor. "Karasal kablolar" güvenilir ve bölgesel ve yerel internet bağlantısı için yaygın olarak kullanılırken, uluslararası iletişimde, ölçeklenebilirlikleri ve bazı başka avantajları nedeniyle deniz altı kabloları tercih ediliyor.

Dünya denizaltı kabloları

Bu avantajların başında, karasal kabloların pratik olmadığı veya imkânsız olduğu, kıtalar arasındaki okyanusları geçmek var. Ayrıca birden fazla ülkede karasal kablo ağları kurmak için karmaşık politik, coğrafi ve lojistik zorluklar bulunur. Denizaltı kabloları, yüksek ilk kurulum maliyetlerine rağmen, genellikle yüksek kapasiteli veri aktarımı için daha doğrudan bir yol sağlar. Denizaltı kabloları uluslararası trafiğin ağır yükünü üstlenir.

Denizaltı kablolar, uluslararası veri trafiğinin yaklaşık yüzde 99'unu taşıyan küresel internet bağlantısının omurgasını oluşturur.  Dünyadaki bazı önemli denizaltı kablo sistemleri şunlardır:

  • APG (Asya Pasifik Geçidi) - Japonya, Güney Kore ve Malezya gibi Doğu ve Güneydoğu Asya ülkelerini birbirine bağlar.
  • SEA-ME-WE (Güneydoğu Asya-Orta Doğu-Batı Avrupa) Sistemleri - Avrupa, Orta Doğu ve Asya'yı birbirine bağlayan bir dizi kablo.
  • MAREA - ABD'yi (Virginia) İspanya'ya bağlayan, yüksek veri kapasitesiyle bilinen bir transatlantik kablo.
  • FASTER - ABD'yi Japonya ve Tayvan'a bağlar. Google tarafından kuruldu.
  • Hibernia Express - Kuzey Amerika ve Avrupa'yı birbirine bağlayan, finansal işlemler için optimize edilmiş yüksek hızlı bir transatlantik kablo.
  • Apricot - Singapur’u Japonya’ya Bağlayan Denizaltı Kablosu. Google kuruyor.
  • Blue - Blue İtalya, Fransa, Yunanistan ve İsrail’i bağlayacak. Google kuruyor
  • Raman - Ürdün, Suudi Arabistan, Cibuti, Umman ve Hindistan’ı bağlayacak.
  • Equiano - Avrupa'yı batı kıyısı boyunca Afrika'ya bağlayan Google destekli bir kablo sistemi.
  • Dunant - ABD ve Fransa'yı birbirine bağlayan, yüksek kapasite için tasarlanmış, Google tarafından işletilen bir kablo.
  • C-Lion1 - Finlandiya'yı Almanya'ya bağlayan Baltık Denizi'ndeki ana bağlantı.

Bu kablolar, bulut bilişim, finansal işlemler ve medya akışı gibi hizmetleri etkinleştirerek küresel iletişim için kritik öneme sahip. Kablolar, tek bir kablo bile hasar görürse kesintiyi minimum tutmak için yedekli ve dayanıklı planlanırlar.

                                                       /././

12 Eylül zindanlarından 10 Ekim’e, 10 Ekim’den bugüne Türkiye ve Yılmaz abi…-Gökçer Tahincioğlu-

Yılmaz abi, devrimci inadı ile bağdaşmayacak biçimde, dün hayatını kaybetti. İsminin ve mücadelesinin ne kadar büyük olduğuna kuşku yok olmasına da böyle mi veda etmeli bu güzelim insanlar hayata… Memleketin gerçeği bu… Bir yandan cezaevinde işkenceden geçirilenler yaşamları boyunca hak mücadelesi vermek zorunda kalırken, diğer yanda cuntacılarla iş birliği yaparak, sözde terör araştırmasına soyunanların ismine küçük bir leke gelmesin diye kocaman mücadeleler yürütülüyor.

12 Eylül darbecilerinin yargılanmasının sözüm ona önü açılmış, hayatları ilk gençliklerinde çalınmak istenen, bu memleketi aşkla ve umutla seven gençler, 30 yıl sonra nihayet hesap sorabilecekleri sevinciyle alanları doldurmuştu.

                                                                      Yılmaz Cerek

Yılmaz abi, en önlerdeydi, Yılmaz Cerek.

“1981'de öğretmenken gözaltına alınıp Mamak Askeri Cezaevi'ne getirildim. Copla dövülerek, küfür edilerek bir askeri araca bindirildim ve hayvanat bahçesinde yırtıcı hayvanların konulduğunu bildiğimiz bir kafese sokuldum. Üç, dört gün dayak ve küfürle askeri talim gördüm. Kafeste konuşmak, tuvalete gitmek yasaktı. Altına kaçıran bayıltılıncaya kadar coplanırdı. Üç dört gün boyunca Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi ve İstiklal Marşı söylettirilir ve ezberlettirilirdi. 4 günden sonra koğuşa tekme tokat atıldım. Sayım sırasında tahta copla dövüldüm. Sabah 05.30'dan akşam 20.30'a kadar sürekli askeri eğitim vardı. Havalandırmada yan yana dolaşmak, konuşmak, başını kaldırmak yasaktı. Askerler, birini seçer, ona İstiklal Marşı'nın belli bir kıtasını okumasını söyler, 5 yerine 6. kıtayı okuyan bayıltılıncaya kadar dövülürdü. Bir devletin İstiklal Marşı'nı kendi vatandaşlarına işkence aracı olarak kullanması en utanılacak insanlık halidir ama Albay Tetik bunu yapacak kadar düşmüştür. Görüş günleri tam işkenceydi. Götürülürken, getirilirken dayak yiyorduk. Görüşmecilerimize 'görüşe gelmeyin' diyorduk ama uzun süreli görüşü gelmeyenlere de 'niye görüşün gelmiyor lan' diyerek yine dayak atılıyordu."

* * *

Mamak cehenneminin kısa tarifi…

Yılmaz abi, Kenan Evren’in konforlu evinden bağlandığı duruşma salonundaki atmosferi görünce, bu yargılamalardan bir sonuç çıkmayacağını kısa zamanda anlayanlardandı. Yöneticilik yaptığı Devrimci 78’liler Federasyonu, yine de bırakmıyordu darbecilerin peşini.

Zaman geçti, kendi halkını aptal yerine koyar biçimde bir karar çıkartıldı yargılamadan. Darbeden bu yana anayasada bulunan, “darbeciler yargılanamaz” hükmü aslında yargılamaya engel değilmiş, bu nedenle de zamanaşımı süresi geçmiş…

30 yıldır suç duyuruları reddedilen, darbecilerden hesap sorulmasını istediği için başına gelmedik iş kalmayan ve yargıdan sürekli, “anayasal engel var” yanıtı alan kim varsa, acıyla gülümsedi bu kararı aldığında.

* * *

Yılmaz abi, gördüğü işkenceler nedeniyle Mamak Askeri Cezaevi yönetimi ve dönemin emniyet yetkilileri hakkında da suç duyurusunda bulundu.

Suç duyurusu da cuntacıların yargılanmasıyla aynı komik gerekçeyle sonuçlandı. O dönemde gazetecilerin kapısını çaldığı Mamak’ın kudretli komutanı, huzurla yatağında ölmesine izin verilen, yargı önüne bile çıkartılmayan Raci Tetik şöyle dedi, ölenler, işkenceden geçirilenler, hayatı çalınanlar için:

"Uzatmayın canım bu kadar."

Haklıydı! Uzatmadılar. Anayasa Mahkemesi de katıldı savcılığın, mahkemenin ve Yargıtay’ın komik kararlarına. Hatta geride kalmamak için 12 Eylül’de yakınlarını kaybedenleri, işkenceden geçirilenleri suçladı:

“Zamanında harekete geçilmemiş, ihmal edilmiş…”

* * *

Yılmaz Cerek, gencecik bir öğretmenken 12 Eylül’de tutuklanmış, Mamak Askeri Cezaevi’nde işkenceden geçirilmiş, o eziyetin ardından mesleğinden de olmuştu.

Yaşamı boyunca çalıştı.

Hem darbecilerden hesap sormak hem de ailesini ayakta tutmak için.

Türkiye’nin barış içinde büyümesi, memleketin çocuklarının kendi yaşadıklarını yaşamamaları için mücadelesini de sürdürdü bir yandan.

10 Ekim 2015’te, küçük Veysel’in ölümünün bile alkışlandığı bu ülkeye biçilen gömleğin yırtılıp atılabilmesi için, iki canlı bombanın cumhuriyet tarihinin en büyük katliamını gerçekleştirdiği Ankara Gar Meydanı’ndaydı.

Bacağından yaralandı birilerinin “kokteyl terör” diyerek küçümsediği, büyük ihmallerin asla soruşturmadığı o katliamda.

* * *

Yılmaz abi, yine de alanlardan, hak mücadelesinden, çalışmaktan hiç vazgeçmedi. Gittiğin her yerde görmek mümkündü yine onu.

Ancak 10 Ekim’den sonra susturulamayan o büyük neşesi, gür sesi, bir yerinden kırılmıştı sanki… Daha az gülüyor, daha uzun bakıyordu uzaklara.

10 Ekim’in hesabını da sormak için adliye adliye, mahkeme mahkeme dolanıyordu. Neşesi kırılsa da bitmiyordu mücadele azmi.

* * *

Bu ülkenin memleketi aşkla seven insanlarının kaderi bu. Bayrağın, sloganların arkasına saklanıp yapmadığını bırakmayanlar tarafından fişlenip, yaşayamaz hale getirilmek ve buna karşı direnmek…

Emeğinden zerre fazlasına göz dikmeyen insanların, hiç emek vermeden ne varsa hepsini isteyenler tarafından linç edilmesinin hikayesi bu. Uzun, yıllara yayılan bir linç.

Yılmaz abi gibi öğretmen olan ve tesadüflerle emekliliğine kadar çalışmayı başaran eşi Aysun Cerek de yargılanıyordu bir yandan.

Facebook hesabında devrimci önderleri anmıştı, büyük suçu buydu.

O dava beraatle sonuçlandı.

Kısa süre önce ise yeni tebligat yapıldı. Cumhurbaşkanı’nın Sisi ile olan fotoğrafını paylaşmış, “Kılıçdaroğlu herhalde” diye ekleyerek, siyasi çelişkiye dikkat çekmişti. Bu kez daha büyük bir suç işlediğinden ifadeye çağrılmıştı.

Bitmiyordu Cerek ailesinin imtihanı!

Gülüp geçiyorlardı da hayat da geçiyordu işte bir yandan.

* * *

Yılmaz abi, devrimci inadı ile bağdaşmayacak biçimde, olmadık ve beklenmedik küçük bir rahatsızlığın ardından dün hayatını kaybetti.

Geride onurlu bir isim bırakarak veda etti sevdiklerine.

İsminin ve mücadelesinin ne kadar büyük olduğuna kuşku yok olmasına da böyle mi veda etmeli bu güzelim insanlar hayata… Böyle mi yaşamalı bu hayatı…

Yanıtları belli elbet. Şimdi böyle yazdığımı görse belki de kızardı… “Biz onurlu bir hayat yaşıyoruz” diyerek, altını kalın kalın çizerek. Ama elbette ne dediğimin gayet farkında ve mücadeleyle geçen bunca yılın yerine bir başka yaşamın mümkün olduğunu da bilerek…

* * *

HZİ Vakfı ile ilgili işleme konulmayan suç duyurusu: “Zorunlu gönüllüler”

Memleketin gerçeği bu… Bir yandan cezaevinde işkenceden geçirilenler yaşamları boyunca hak mücadelesi vermek zorunda kalırken, diğer yanda cuntacılarla iş birliği yaparak, sözde terör araştırmasına soyunanların ismine küçük bir leke gelmesin diye kocaman mücadeleler yürütülüyor.

Gazeteci Fatih AltaylıMuazzez İlmiye Çığ’ın ölümünden sonra gündeme gelen, başkanı olduğu HZİ Vakfı ve vakfın kurucularından Turan İtil’in cezaevlerinde gerçekleştirdiği terör araştırmasıyla ilgili bir programa imza attı. Konuğu yazar Sadık Usta’ydı.

Usta, günlerdir, Muazzez İlmiye Çığ’ın Sümerolog olarak bilimsel bir çalışmaya imza atmadığı ve cezaevlerindeki terör araştırmasının sorumlularından olduğu yönündeki iddialara yanıt veriyor. İddiaların sahiplerini de cumhuriyet değerlerine saldırmakla suçluyor. Yanıtlarını bu programda verdi.

Muazzez İlmiye Çığ’ın bilimsel çalışmaları ile ilgili örnekler verdi. Bu örnekleri ve çalışmaların niteliğini uzmanlar elbette değerlendirir.

Önemli kısmı İtil’in Genelkurmay’la iş birliği içinde cunta koşullarında cezaevlerinde gerçekleştirdiği terör araştırmasıyla ilgili sözleriydi.

Özetle, İtil’in ilaç araştırmalarının cezaevlerinde olmadığı, bunu dışarıda gönüllülerle yaptığı yönündeydi.

İtil’in cuntacılarla birlikte cezaevlerinde bir terör araştırmasına imza atmasını ise “hata” olarak yorumladı ve hakkaniyetli biçimde eleştirdi. Ancak bu araştırmada mahpusların kobay olarak kullanıldığı iddialarının doğru olmadığını söyledi.

Hakkı var. Birkaç suç duyurusu dışında bu konuda somut bir veri yok. Cezaevlerinde ilaçla çalışmalar yapıldığı iddialar söz konusu ancak bu araştırmanın İtil’in araştırması olduğuna yönelik bir kanıt bulunmuyor. Bunu ancak Genelkurmay arşivleri açılırsa görebileceğiz.

* * *

İtil’in cezaevlerinde araştırma yapmasını “çok saf, naif” olmasına bağlamasının ise fazla naif kaçtığını söylemek lazım. Usta da bu konuda İtil’le yapılan nehir söyleşi kitabındaki anlatıya, İtil’in sözlerine bağlı kaldı. Ne kadar önemli bir bilim insanı olduğunu belirterek, Türkiye’deki koşulları bilmemesine bağladı yaptığı araştırmayı…

Ancak Ayhan Songar’la bu araştırmayı yapan İtil hakkındaki suç duyuruları, yapılan ve “anket” diye küçümsenen çalışmaların niteliği pek de naif değil.

Dev-Sol davası hükümlülerinin 1985 tarihli suç duyuruları örneğin… 1985’te cezaevindeki “anket” çalışmaları ile ilgili yapılan suç duyurusunda, İtil’in de sözünü ettiği Adalet Bakanlığı’nın araştırmanın sonuçlarıyla ilgili düzenlediği gizli toplantıya atıf yapılıyor. Bu toplantıda CIA uzmanı Paul Henze’nin bulunmasına daha o tarihte dikkat çekiliyor. Suç duyurusunda, İtil’in, “Bir memlekette tıbbi bulguları engellemeye çalışıyorsanız, bunun bir yolu da insan haklarını bahane ederek tıbbi bulguları önlemektir” sözüne de yer veriliyor.

Suç duyurusunun ilerleyen bölümünde, İtil’le birlikte çalışmayı yürüten Songar’ın, cezaevlerindeki hükümlü ve tutukluları bölükler halinde ayrı bir bölüme aldırdığı, burada onları araştırmaya katılmak için tehdit ettiği anlatılıyor. Sonuç alamayınca anket yönteminin uygulanmasına karar verildiği…

Bu suç duyurusu da sonuçsuz kalmış elbette. Ne olabilirdi ki…

* * *

Bilgiler ve tanıklıklar bununla sınırlı değil… Elbette bu konuda yazılara, “Ben de Alemdağ cezaevindeydim. Bize sadece anket uygulandı ve hiçbir zorlama yapılmadı” diye yanıt veren tanıklar da var.

Ancak bunun yanında, önceki yazımdan sonra bana ulaşan, halen İstanbul Medipol Üniversitesi’nde Halk Sağlığı Uzmanı olarak görev yapan, Türkiye’nin önde gelen bilim insanlarından Prof. Dr. Osman Hayran’ın tanıklığı da önemli. Anlatımı özetle şöyle:

“Yıl 1982 sonu, 83 başları. Genelkurmay Başkanlığı Sağlık Veteriner Daire Başkanlığı’nda Tabip Asteğmen olarak askerliğimi yapıyorum. Harekat Başkanı Korgeneral Muhittin Fisunoğlu beni bir gün odasına çağırıyor. Kişilerin suça yatkın olup olmadığını anlamanın mümkün olup olmadığını soruyor. Hiç düşünmeden ‘hayır’ diyorum… Bunun üzerine yanına çağırdığı bir öğretmen albaydan bir araştırma raporu alıp bana veriyor. Raporu incelememi ve rapor hazırlamamı istiyor… Taslak halindeki raporun J Başkanları toplantısında tartışıldıktan sonra Kenan Evren’e sunulacağını ve sonuçlarının uygulamaya konulacağını anlıyorum.

Raporumu hazırlıyorum. J Başkanları toplantısında değerlendirmeyi kendi adına benim yapmamı istiyor.

Katıldığım toplantıda raporun araştırma yöntemi ve veri toplama şekli açısından ne denli yetersiz, yanlı ve bilimsellikten uzak olduğunu madde madde anlatıyorum… Araştırmayı yürüten birimin komutanları da dahil kimse itiraz etmiyor ve dinleyenlerin beden dilinden büyük oranda onaylandığını anlıyorum. Bir ara Orgeneral Necdet Öztorun dayanamıyor ve ‘Doktor, çok mantıklı şeyler söylüyorsun ama bu araştırmayı planlayan kişi Amerika’da terör konularında dünya çapında uzman bir psikiyatrist olan Prof. Dr. Turan İtil’ diyor. Israrla, uzman olmanın bu hataları haklı göstermek için yeterli olmayacağını vurguluyorum. Toplantı sonunda raporun askıya alınması, gerekirse benim de ekibe katılarak revize edilip edilemeyeceğinin incelenmesinin kararlaştırıldığını daha sonra öğreniyorum. Bana göre revizyonun mümkün olmadığını, hatta bu amaçlı bir bilimsel araştırmanın yeniden tasarlanmasının bile mümkün olmayacağını belirtiyorum… Araştırmanın devam edip etmediğini, nasıl sonuçlandığını ne yazık ki bilemiyorum. Bu konudaki ayrıntılar eminim Genelkurmay arşivlerinde yer almaktadır ve bulunabilir.”

Genelkurmay arşivlerinde büyük sırların yanıtlarının bulunduğuna kuşku yok. Bu konuda “naif” tespiti yapılmadan önce İtil’in sözlerinin dışında başkalarının ne dediğine bakılması gerektiğine de…

                                                          /././ 

Büyük kapatılma -Mine Söğüt-

Evet kadınlara zorla burka, peçe, çarşaf giydirmediler ama karısı ve kızı kapalı olanın daha kolay iş bulabildiği, kapalı kadınların açık ara namuslu bellendiği bir düzen kurdular, aslen hiç kapanmayacak kadınları sinsice, dolaylı yoldan kapattılar.

Her şey kız öğrencilerin üniversitelerde başlarını kapatabilme hakkı talebiyle başladı.

Sonra bu liselere ve ilkokullara kadar indi.

Artık bazı anaokullarında bile kız çocukların başları kapatılıyor, kızlarla erkekler ayrı sınıflarda okuyor.

Ve demokrasi gereği gelinen bu noktada ülkeyi asla demokrat olmayan bir akıl yönetiyor.

Nihayetinde belediyelerin açtığı kreşler kapatılmaya çalışılıyor, küçücük çocuklar okul öncesi tarikatların Kuran kurslarına gitsin ya da anneler çalışamasın, evde çocuk baksın isteniyor.

Artık kadınların, çocukların, farklı cinsel kimlikler taşıyanların, yoksulların, işsizlerin, göçmenlerin, yaşlıların, gençlerin, öğrencilerin, emeklilerin, mahkumların, sanıkların, memurların, işçilerin, askerlerin, polislerin tüm hakları çağdaş bir anayasa ile güvence altında değil, bir kişinin iki dudağının arasında, son derece güvensiz bir yerde.

Savcılar ve hakimler politik davalarda karar verirken gözlerini o dudaklara dikmek zorunda.

Akademisyenler ağızlarından çıkacak tek bir kelimenin bile o iki dudağı kızdırmaması gerektiğini düşünerek ders veriyor, tez yazıyor.

Üniversite öğrencileri okula söyleşi için davet ettikleri konukları iktidarı kızdıracak “yanlış bir şey söylememeleri" konusunda sıkı sıkı tembihlemekle yükümlü.

Askerler ve polisler ülkenin değil sadece iktidarın askeri ve polisi.

Gazeteciler işlerini yapabilmek istiyorlarsa iktidarın hoşuna gitmeyecek haberlerin peşine düşmemeleri gerektiğini biliyorlar.

Çalışanların “Geçinemiyoruz”, emeklilerin “Ölüyoruz” deme hakkı yok.

Sosyal medyada paylaşılan tek bir olumsuz cümle hapse girmeye ya da iş görüşmelerinden eli boş dönmeye neden olabiliyor.

Televizyon dizilerinde bile hangi konuların nasıl işleneceği artık o iki dudağın arasında.

O iki dudak "Filmlerin, dizilerin, televizyon programlarının aile ile birlikte dini değerlerimizi, dindarları da hedef aldığını müşahade ediyoruz. Sarıklı, sakallı, başörtülü, çarşaflı, cübbeli vatandaşlarımıza ahlaksızca saldırılmakta, itibar suikastleri düzenlenmektedir" deyiverdi ve RTÜK’ü hızla tedbir almaya çağırdı.

Senaristlere, yapımcılara, oyunculara ve hatta ülkenin tüm muhaliflerine, tarikatlar ve cemaatlerle ilgili her türlü eleştirinin, olumsuz haberin ve yorumun artık iktidar tarafından “itibar suikasti” olarak tanımlanıp, gereğince cezalandırılacağı mesajı verildi.

İktidar bu düzeni baştan kılık kıyafet tartışmalarının üzerine boşuna kurmadı.

Herkesin her istediğini her yerde rahatça giyebileceği ve herkesin her istediğini her yerde rahatça ifade edemeyeceği bir modeli hukuki suçları perdelemek için kullanacağını en baştan biliyordu.

Evet kadınlara zorla burka, peçe, çarşaf giydirmediler ama karısı ve kızı kapalı olanın daha kolay iş bulabildiği, kapalı kadınların açık ara namuslu bellendiği bir düzen kurdular, aslen hiç kapanmayacak kadınları sinsice, dolaylı yoldan kapattılar.

Sonra sokakları kapattılar. Israrla sokağa çıkanın kellesini aldılar.

Çeneleri kapattılar. Aleyhlerine konuşan, düşünen, yazan, çalışan kim varsa hepsini hapse attılar.

Politikacıları, iş adamlarını, akademisyenleri, yazarları, sanatçıları, gazetecileri, aydınları ve hatta sokaktaki sıradan vatandaşları…

Konuşmakta, susmamakta, ağzını açmakta, gözünü yummamakta ısrar eden herkesi içeri tıktılar.

Tüm güçlerini, gözleri, ağızları ve akılları mühürlemeye adadılar.

Yasalara kulak tıkadılar, anayasayı hiçe saydılar.

Ve başörtüsünü, cüppeyi, takkeyi kendilerine bayrak yaparak sonu gelmeyen mağduriyet destanları yazdılar.

Şimdi bir yandan sosyal belediyeciliğin en önemli icraatlarından biri olan kreşleri kapatmak istiyorlar, diğer yandan tarikatların, cemaatlerin iç yüzlerini konu edinen popüler dizileri cezalandırmakla, kanalları kapatmakla tehdit ediyorlar.

Kadınların açık ya da kapalı olmasından filizlenen ve her açıdan büyük kapatılmaya varan bu çeyrek asırlık politik macerada gelinen nokta, kim bilir hangi hesaplarla tasarlanan ve neleri yok etmeye, kapatmaya niyetlenen yeni bir anayasa.

Bizim sınavımız da sık sık şu ya da bu nedenle bunca felakete kapanan gözlerimizin artık hangi noktada açılacağında.

                                                                  /././

AKP 17 yıl önceki AYM kararını hatırladı; çocuklar yine ‘kurban’ ediliyor -Candan Çetin-

Fitili Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ateşledi, MEB kelime oyunlarıyla CHP’li yerel yönetimlerin çocuk eğitim merkezlerini hedefe koydu.

Belediyelerin okul öncesi eğitimin önemli kademelerinden biri olan kreşlerine, çocuk eğitim merkezlerine alerjinin nedeni ne? Çocuklar mı, kadınlar mı, CHP’li belediyeler mi ya da ‘D’ şıkkı ‘hepsi’ mi? Yerel yönetimlerin 3-6 yaş çocuklar için açtığı kreşler ya da çocuk eğitim merkezleri, yoksul ailelerin çocuklarının özel anaokulu ya da kreşlere gidememesinin dengeleyicisi.

Kadınların iş gücü piyasasına dahil olabilmelerinin olmazsa olmazı… Bu konuyu temel belediye politikalarından biri yapan yerlerden biri de İstanbul Büyükşehir Belediyesi. Milli Eğitim Bakanlığı, 2007 tarihli Anayasa Mahkemesi’nin “Okul öncesi eğitim kurumları açabilir" düzenlemesini iptal etme kararını gerekçe göstererek belediyelere “kreş adı altında yerler açmayın, mevcutları da kapatın” dedi.

Anayasa Mahkemesi’nin 17 yıl önceki kararının şimdi uygulanmaya çalışılması ilginç. Can AtalaySelahattin DemirtaşOsman Kavala hakkında verilen AYM’nin “İhlal” kararlarını uygulamayan iktidar, 17 yıl sonra çekmeceden bir AYM kararı çıkarıyor ve diyor ki "Uygulayın." Bu tavırda 31 Mart seçimleri sonrası CHP’nin çok sayıda belediyeyi kazanması etkili oldu mu acaba? Bir örnek vereceğim. Bursa Büyükşehir Belediyesi… AKP’li Alinur Aktaş döneminde de Ana Kucağı isimli çocuk eğitim merkezlerinde 4-6 yaş arası çocuklara okul öncesi eğitim verilmiş.

AYM’nin söz konusu kararı o zaman da vardı. Ama o dönemde böyle bir yazı belediyelere gitmedi. İstanbul’da İBB’nin şu an 105 çocuk eğitim merkezi var. Ve bu merkezlerden 20 bin çocuk yararlanıyor. Ve bunlar ağırlıklı olarak yoksul mahallelerde. Eğitimde fırsat eşitliği vizyonu var. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun verdiği rakamlara göre, 105 merkezde (kreş, çocuk eğitim merkezi) bin 500 kişi istihdam ediliyor ve bunların yüzde 97’si kadın. Belediyelerin bu merkezlerinin kapatılması sadece çocukların eğitim hakkının gasp edilmesi anlamına gelmeyecek, insanlar da işsiz kalacak.

İBB’nin işlettiği ÇEM’lerin 2024 yılı fiyatı 2 bin 500 lira. Özel eğitim kurumlarının işlettiği anaokulu fiyatları ise ortalama aylık 13 bin ile 50 bin lira arasında değişiyor. MEB’in okul öncesi öğrencisi sayısı 2024 istatistiklerine göre 1 milyon 954 bin 202. Okul öncesi eğitim kurumu sayısı ise 18 bin 866.

Okul öncesi eğitimin önemi bu kadar netken, TÜİK’in çocuk nüfusu istatistiklerine göre 2-14 yaş grubundaki çocukların yüzde 1.5’inin en fazla öğrenmede ve yürümede zorluk çektiği ortadayken neden okul öncesi eğitimin bir parçası olan belediyenin kurduğu bu yerler hedef haline getirildi? İmamoğlu bu kararı uygulamayacaklarını söyledi.

Bu açıklamadan sonra Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, kararın bakanlığın uhdesinde bulunan anaokullarıyla ilgili olduğunu, kreşlerle ilgili olmadığını savundu. Ancak gönderilen yazıda ‘kreş’ ifadesi de geçiyor.

Anladığım MEB, ‘kreşlerde anaokulu benzeri eğitim veriliyor, bu benim iznim olmadan olmaz’ diyor.

Bu kararla, İBB’nin Yuvamız İstanbul projesi ise hedef alınan -çünkü bu merkezlerden 3-6 yaş arasındaki çocuklar faydalanabiliyor- çocuklar bu karardan zarar görecek. Tabii ki kadınlar da aileler de…  Kreşler kapatılmasa bile okul öncesi eğitim veren kurumların kapatılması ya da yenilerin açılmasının engellenmesi siyasi bir karar olarak tarihe geçecek. Tarikat ve cemaatlerle ait vakıflarla protokol imzalayan MEB, İBB ile doğrudan temasa geçip varsa bir sorun, onun giderilmesi için uyarıda bulunabilirdi. Denetlemenin yolu sadece kapatmak ya da yenilerinin açılmasına izin vermemek olmasa gerek… Ailelerin en hassas noktası olan çocukların eğitim hakkıyla doğrudan ilgili olan bu karar “kreşleri kapatmıyoruz” denilerek geçiştirilemez ve ikna edici de olmaz. Hele ki bu ekonomik yangında!

                                                                 /././

Ufuk Uras: Bahçeli "Bizim 50 vekilimiz var, çoğunluk AK Parti’de, onların adım atması gerekiyor" dedi -Tolga Şardan-

"Bahçeli, 'İlk adım olarak DEM grubunda el sıktım' dedi. Türkiye açısından tarihsel önemi var, atılan adımlar olumludur. Devlet akılsız olacağına, devlet aklı olsun. Bu olay bir turnusol kağıdı”

Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği’nin (MLSA) “Gazetecilik ve İfade Özgürlüğü Davaları” başlıklı çalıştayı için İstanbul’daydım hafta sonunda.

Çalıştay salonunda, son günlerin üzerinde konuşulan isimlerinden Ufuk Uras’ı gördüm.

Uras’ın siyasi kimliği biliniyor; Abdullah Öcalan’ın “umut hakkı” kapsamında cezaevinden çıkartılarak, silah bırakıldığını açıklaması çağrısında bulunan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ile görüşmesi gündemde epeyce tartışıldı.

Fırsatını bulmuşken, program sonunda Bahçeli ile yaptığı görüşmeyle ilgili aklımdaki soruları yönelttim.

Uras’ın sorulara verdiği yanıtlar özetle şöyle:

- Sayın Bahçeli'yle görüştünüz, bu süreç nasıl işledi? Siz mi randevu istediniz yoksa Bahçeli mi davet etti?

Sayın Bahçeli’nin DEM’li vekillerin elini sıkması ve barış çağrısını yapması, Öcalan’la ilgili talebi bana çok önemli geldi. Tarihsel bir çağrı gibi geldi, daha sonra DEM’li yöneticilerin de çağrıya ‘evet’ demesi karşısında bekledim, ne olacak diye bir süre? Bir süre sonra bir af durumu olunca danışmanları vasıtasıyla görüşmek istediğimi söyledim. Sayın Bahçeli de randevu verince gittim.

Bana “Zaten ben sizi takip ediyorum. Bu konudaki bakış açınızı biliyorum dedi. “Bence çok önemli” dedim. “Bu konuda her türlü katkı sunmaya hazırız” derken, o da kendi serüvenini anlattı. “1 Ekim’de Sayın Erdoğan bu meseleyi, yani ‘Türk-Kürt kardeşliği meselesi nasıl formüle edilirse, küresel güçlere bırakmayalım, kendimiz ele alalım’ dedi ama nasıl formüle edelim konusunu kendime sordum” dedi. Bahçeli, “İlk adım olarak DEM grubunda el sıktım, bir vefat varmış, taziye dileklerinde bulundum” dedi. “Ama bizim 50 milletvekilimiz var, AK Parti çoğunlukta, bundan sonrası onların adım atması gerekiyor” dedi, özeti bu.

- Takvim nasıl işledi? Ne zaman randevu talebinde bulundunuz? Ne kadar sürede size yanıt geldi?

Bir hafta içinde ya da birkaç gün içinde yanıt geldi.

“Kantin siyaseti dönemini aştık, CHP’nin de pozitif tutumu var”

- Siz böyle bir pozitif yanıt alabileceğini düşünüyor muydunuz? Sonuç itibariyle Sayın Bahçeli’yle, sizin hayata bakışınız farklı.  

E tabii tabii öyle oldu. Daha doğrusu şöyle diyelim; zaten Türkiye’nin farklı renkleri bu konuda mutabakat sağlarsa, ancak ilerleyebilir. Başta, ana muhalefet partisi olarak de dahil olmak üzere ben CHP’nin de gerek Genel Başkanı Özgür Özel gerek Sayın İmamoğlu’nun, bu konudaki tutumlarının da çok pozitif olduğunu görüyorum. O yüzden bunu bir tarihi fırsat olarak değerlendiriyorum. Sizin sorduğunuz sorunun benzerlerini “Bir sosyalist olarak radikal milliyetçi bir insanla niye görüştünüz?” diye dile getirdiklerinde “Tam da bu nedenle görüştüm” diyorum. Öğrencilik dönemini, kantin siyaseti dönemini, ergen siyaseti dönemini aştık. Sadece bize benzerlerle konuşarak zaten bir yere varılamayacağını gördük. Tam da Bahçeli’nin bu sözü söylemesi çok önemli olduğu için bu adımın atılması gerektiğini düşündüm. Türkiye’de hemen hemen her kesimle konuşabilecek insan sayısı da pek kalmadı. Maalesef kutuplaşma nedeniyle sanatçıları bir kenara koyarsak, genellikle her kesimle görüşlerine katılmasam da bir diyalog içerisindeyiz. O yüzden bunun simgesel bir anlamı olduğunu düşünüyorum.

“MHP Genel Merkezi’ne ilk gelişim”

- Sayın Bahçeli’yle tanışıklığınız nasıl?

Biz aynı dönem milletvekilliği yaptık. Bir 10 Kasım töreninde yanımdaydı. Onun da hikâyesi şu; 2007’de Meclis’e girdiğimizde Genelkurmay Başkanlığı, 30 Ağustos resepsiyonu için benim gibi bazı vekillere davetiye yollamamıştı. Ben de “Biz seçilmişiz, bunlar atanmış. Bu ne cüret!” dedim. “Nasıl böyle bir şey yaparsınız?” diye eleştirdim. Öyle çok tören merakım yoktur ama o günden beri bütün 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos, Cumhuriyet Bayramı ve 10 Kasım törenlerine özel olarak gittim. Onlardan bir tanesinde Bahçeli’nin yanındaydım. Dedi ki; “Ufuk Bey, bir tane borazan gibi bir şey var bu nedir?” dedi. Ben de “Ya fa notasıdır ya la notasıdır. Ama hepimiz bir notayız. Bir araya gelip bir harmoni sonucunda melodi oluyor” diye düşündüğüm için bugün bir kere daha bunun teyit edildiğini düşünüyorum. Bunun dışında MHP Genel Merkezi’ne ilk gelişim.

“Türkiye açısından tarihsel önemi var, atılan adımlar olumludur”

- Sayın Bahçeli’den böyle olumlu bir yanıt alacağınızı düşünüyor muydunuz?

Düşündüm, çünkü danışmanları “Çok memnun olur, sizi takip ediyor” dediler. Çünkü ben bu süreçte bütün televizyonlarda bunun ne kadar kıymetli olduğunu, bunun Türkiye açısından tarihsel önemi olduğunun altını çiziyordum. Dolayısıyla ben de “Herhalde bir sorun olmaz” diye düşündüm.

“‘Türkiye’de barış olsun’ demek, AKP propagandası olamaz”

- Hem AKP içinden hem de içinde siyaset yaptığınız sosyalist gruplardan sizin hareketiniz ile ilgili eleştiriler oldu. Tepkileri öngördünüz mü?

Hayır, ben daha çok hemen hemen her kesimden ve sokaktan inanılmaz destek gördüm.  Ama “Türkiye’de barış olsun” demek, “AKP sözcülüğü” demek kadar AKP propagandası olamaz. Çünkü biz 40 yıldır barış mücadelesi içindeyiz. Ben bir şeyin sözcülüğünü yapmıyorum. “Bu atılan adımlar olumludur” diyorum. Basın bazen karıştırdı. Bazı temennilerde bulundum, temenniler de Türkiye’de hukuk teminatı, Anayasal değişimler vs., bunları kendi kanaatim olarak söyledim.

“Külliye ile AK Partili vekiller arasında organik temas yok”

- Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan size bir yaklaşım oldu mu?

Hayır, onunla konuşmadım. Bu konunun partiyle de ilgisi yok zaten. MHP Genel Başkanı ile konuşmamı basın sorduğu için aktardım, o kadar. Fotoğrafı çektim, bunu bir sözcülük olarak görmüyorum ama niye “Barış için barıştan yana tutum alıyorsun” demek yerine niye “Barış meselesi sizi bu denli rahatsız etti?” sorusunu sormak lazım.

Eğer küresel güçler bu kadar rahatsız oluyorsa Türk-Kürt barışından, onların rahatsızlığını içselleştirmenin ne solculukla ne muhaliflik ile alakası var. Bence tersten bakarak siz niye “şehit anaları ağlamayacak, ölümler olmayacak, kan dökülmeyecek” meselesinden rahatsız oluyorsunuz? Yani, bu adım yanlışsa doğrusunu söyleyin! Ortada öyle bir yönü de yok. Kişisel çekememezlikler.

Ama AK Parti ile ilgili söylediğiniz meseleden ben bir başka sonuç çıkarıyorum. Bir bilgiye dayanmıyor ama Külliye’deki yapılanmayla AK Parti milletvekillerinin arasında belli ki yeterince bir organik temas da yok. Dolayısıyla, ben değil bırakınız, bu kişisel itirazları psikolojik olarak anlıyorum. Partilerin de ötesinde meseleye bakmak lazım, “Bu kime yarar?” diye bakmamak lazım. AK Parti’ye yarar mı yarar, ama topluma da yarar. “AK Parti’ye yararsa o zaman barış olmasın” denilebilir mi? Burada o eksen kaybına dikkat etmek lazım.

Okuldaki odacı, mahalledeki fırıncı: "Bir adım atılacak mı?”

- Geçmişte bu konuda sıkıntılı bir çözüm süreci yaşandı. Önce başlatıldı, sonra kesintiye uğradı, bunun bir siyasi süreçle de bağlantılı olduğunu biliyoruz. Şimdi sizce bu girişimden yeni bir çözüm süreci doğar mı? Bu tansiyonu nasıl görüyorsunuz? Cumhur İttifakı’nda bu süreç hızlanır mı? Daha sonuç alıcı bir süreç yürür mü?

Herkes bulunduğu yerden bakıyor; mesela siz bulunduğunuz yerden eleştirileri görmüşsünüz, ben bulunduğum yerden müthiş bir destek gördüm. Okuldaki odacımız dahil olmak üzere; şehit ailesi kontenjanından gelmiş, mahallemdeki fırıncıya kadar “Bir adım atılacak mı?” diyor. Ama sırtında yumurta küfesi olmayanlar, meseleye böyle Fransız turist gibi bakanlar, bunun polemiğini yapıyorlar.

Açılım süreci ile bugün arasında en temel fark Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu sürecin bir parçası olma ihtimâli. Bazı zeminlerde Sayın Özgür Özel’in de bu meseleye ilişkin olumlu tutum aldığını da biliyorum. Kaygıları da anlıyorum, net bir fotoğraf görmek istiyorlar. Şu tartışma var ya, “Acaba Erdoğan Cumhurbaşkanı olmak için mi bu hamleyi yapıyor?” tartışması bu. Bu doğru, anlamlı bir tartışma. Belki de böyle ama buna indirgenemez tek başına. Bundan ibaret değil. Bu hikâye, AK Parti ve MHP’nin oyunu düşürüyor, dolayısıyla rasyonel olarak baktığımızda böyle bir tutum almanız için bir neden yok. Ama bu parti içi itiş kalkışın dışına çıkmak lazım. Kime yarar, iktidara yarar, topluma yaramaz mı? Ben hayatta hiç böyle bakmadım, “Kime yarar kime yaramaz?” diye.

“’Osman Kavala, Selahattin Demirtaş’ı konuştun mu?’ deniyor”

Dolayısıyla bugün eğer bir mutabakat sağlanırsa, Cumhuriyet Halk Partisi de bu sürecin parçası olursa neden olmasın? Hiçbir şeyin garanti belgesi yok. Kimse, kimseye kefil olacak durumda değil. İhtiyacı bana gelen taleplerden anlıyorum. Yani yarım saatlik bir görüşme yapmışım. Görüşmenin nedeni Bahçeli’nin Öcalan’la ilişkili barış çağrısı diyelim, bu çerçevede konuşmuşum. “Diğer meseleleri konuştunuz mu? Osman Kavala’yı konuştun mu? Selahattin Demirtaş’ı konuştun mu?” deniyor; Bahçeli, Öcalan’la ilgili bir kanaat beyan etti. Diğer konulardaki kanaatlerini biliyorum. Bu şu anlama geliyor; dediğim gibi, bu meselelerle yıllardan beri uğraşan Selahattin Demirtaş’ın hapishanede ziyaretine giden, bu konuları Adalet Bakanları’yla defalarca konuşan insana bu soruyu sormak, soruyu bana sormak değil. “Zaten Bahçeli’nin bu konuda bakışı belli iken, niye bu meseleyi açıp konuyu kilitle” demiyorsunuz diye okuyorum ben.

İyi niyetli olarak okumuyorum. Bu konuyu ortaya atanlara da dedim, “Bahçeli’nin bu konudaki bakış açısını biliyoruz.” Bildiğimiz şey üzerine polemiğe girmek, orayı kilitlemek demek, o hamlenin arka planı öyle bir niyet olur olmaz ama sonucunun bu olduğunu her gazetecinin görebilecek zekâda olduğunu biliyorum. “Niye orada maraza çıkarmadın? Bu meseleyi kilitlemeden niye bu meselede böyle kolaylaştırıcı alıyorsun? Niye zorlaştırıcı rol almıyorsun?” Tırnak içinde kendilerini çok zeki zanneden arkadaşların niyetlerini ben böyle okuyorum.

“Devlet akılsız olacağına, devlet aklı olsun”

- Bahçeli’nin MHP grubunda yaptığı Öcalan çıkışından Cumhurbaşkanı’nın bilgisinin olup olmadığı yönünde kamuoyunda tartışmalar var. Sizin bu konuda bir tespitiniz var mı?

Ben bunları tamamıyla temenni olduğunu düşünüyorum. Sayın Bahçeli’de tam bir kararlılık gördüm. Topu AK Parti’ye atmasının yerine "Biz 50 milletvekiliyiz, artık onların tutumu’"dedi. Aslında herhangi bir ihtilaf görmedim, o yüzden bu konuyu konuşmadık. Çünkü ben zaten bunun ‘elde bir’ olduğunu düşündüm.

Burada bir devlet aklı varsa, ki var görünüyor; tarih boyunca işte bugün gazeteciler panelinde de gördüğünüz gibi "devlet akılsız olacağına, devlet aklı olması daha iyidir." En azından muhatabınız bellidir ve bu muhatabınızın belli olması da iyidir. Bazı arkadaşlarımız muhatap beğenmiyor, o arkadaşlara Norveç’ten, İtalya’dan muhatap mı getireceğiz? Eldeki kumaş bu. Bu meseleyi bu iktidarla konuşacaksanız, niye onunla konuşmayalım?

“Ahmet Bey de bu temasların olumlu olduğunu değerlendirdi”

- Bu tartışmalarda Ankara’nın siyaset havasıyla, İstanbul’un havası biraz farklı olabilir mi? Siz Ankara'da da İstanbul’da da siyaset yapmış birisiniz.  Ankara ile İstanbul’un siyasi ikliminin farklı olması değerlendirilebilir mi?

Meteoroloji anlayacak durumda değiliz ama 13 yıl sonra ilk defa Ankara’ya geldim. Ankara’ya gelmem nedeniyle DEM Eş Başkanı Tuncer Bakırhan ve DEM Sözcüsü Ayşegül Doğan’la da konuştum. Bunlar neden sonuç ilişkisi değil, tamamıyla tesadüf.  Ama bu bilgiyi onlara verdim, çok memnun oldular. DEM MYK’sı toplandı. Onlar da son derece olumlu bakıyorlar.

Yine tesadüf Ahmet Türk’ü Mardin’den, Sayın İmamoğlu, Belediyeler Birliği toplantısına çağırmış. Bahçeli’den çıktıktan sonra biraz da konuşmanın sıkışması o yüzden. Sayın Türk’e yetişmek için. Karşılıklı anlaştık, yeterlilik verdik. Yoksa kendi açımdan bir buçuk saat sohbet edebilirdik.  Ahmet Bey de bu temasların son derece olumlu olduğunu değerlendirdi.  

“Bu olay turnusol kağıdı”

- Süreç böyle giderken en yakın takvim sizce nedir?

İnanın, hiçbir fikrim yok. Biz bu süreci hızlandırmak istiyoruz, ket vurmak isteyen, maraza çıkarmak isteyenleri görüyoruz. Turnusol kağıdı gibi oldu. Böyle bir durumu sevinçle karşılayanlarla, “Eyvahlar olsun, şimdi ne yapacağız?” diyenleri de görüyorum. Süreç, bir suçüstü yakalanma süreci. Tabii ki; hiçbir garanti belgesi yok ama hiçbir şey yapmamaktan iyidir. Hiçbir şey yapmayanların, hayatta hiçbir günahı da olmaz. O yüzden, ben kamuoyu desteğini çok açık olarak gördüm ama birtakım meczuplar, siyaseten paralel kapalı dünyada yaşayanlar ne derler ne düşünürler; tebessümle karşılıyorum.

                                                                /././

“Kreş değil anaokulu açamazlar” demişti: Bakan Tekin, AKP’li belediyenin açtığı anaokulunu ziyaret etmiş -Cengiz Anıl Bölükbaş-

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın gönderdiği talimat ile birlikte başlayan ‘kreş’ tartışmaları devam ederken, AKP’li Gaziantep Büyükşehir Belediyesi’nin 2021 yılında, Gaziantep Valiliği ve İl Milli Eğitim Müdürlüğü iş birliği ile "Anaokulum Bahçemde!" projesi başlattığı anlaşıldı. Söz konusu proje kapsamında 3 sene içerisinde 7 anaokulu açılırken, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu "Türkçe okuduğunu anlama konusunda özürlü bir arkadaş” diyerek hedef alan ve “Kreş ismi altında anaokulu ve anasınıfı açmalarına yetkileri olmadığını söylüyoruz” diyen Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in, bu yıl içerisinde proje kapsamında faaliyet gösteren Vilayetler Hizmet Birliği Anaokulu’nu ziyaret ettiği görüldü.

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı'nın valiliklere gönderdiği talimat ile belediyelere ait kreşlerin kapatılmasını ve yenilerinin açılmasına izin verilmemesini talep etmesi kamuoyunda tartışılmaya devam ediyor.

Söz konusu karara ilişkin muhalefet partilerinden sert tepki geldi. CHP Genel Başkanı Özgür Özel, karara ilişkin olarak, "Bu millet bu kötülüğün altında kalmaz. Bu kötülüğü yanınıza bırakmaz" derken, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı İmamoğlu da Milli Eğitim Bakanı Tekin'e yönelik olarak, "Vız gelir tırıs gider. Hadi gel de kapat. Hadi gel de kapat. Gel 150 tane kreşi kapat bakalım. Cesaretin varsa, bekliyorum" diyerek tepki gösterdi.

Kararın ardından iletişim Başkanlığı'ndan yapılan açıklamada, haberlerin doğru olmadığı belirtilerek, "Okul öncesi eğitim kurumlarının programında yer alan eğitim-öğretim faaliyetlerinde bulunamaz" ifadeleri kullanıldı.

Erdoğan, “anaokulu-kreş ayrımını dahi bilmiyorlar” demişti

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan da partisinin TBMM Grup Toplantısı’nda yaptığı konuşmada, ‘kreş’ tartışmalarına ilişkin olarak, “Bir ana muhalefet lideri ve onun yerine namzet isimleri düşünün ki, anaokulu-kreş ayrımını dahi bilmiyorlar.  Açma şartları bellidir, kimse ‘Ben kuralları takmıyorum’ diyemez” dedi. 

Tekin, “Kreş ismi altında anaokulu ve anasınıfı açmalarına yetkileri olmadığını söylüyoruz” dedi

Kreş tartışmalarına ilişkin olarak Milli Eğitim Bakanı Tekin, CHP Genel Başkanı Özel ve İBB Başkanı İmamoğlu'nun konuyla ilgili açıklamalarına yanıt verdi. 

Tekin, İmamoğlu'nu hedef alarak "Türkçe okuduğunu anlama konusunda özürlü bir arkadaş. Ona iyi bir Türkçe kursu almasını tavsiye ederim. Birlikte hareket ettiği terör gruplarının dilinden esinlenmiş olacak ki hukuk devletinin kurallarına meydan okuyor. Anladığım kadarıyla İmamoğlu'nun yönetim tarzı. Takdir kendisinindir. Biz hukuk devletinin prensiplerine göre yaşıyoruz. Hukuk devletinin gerektirdiği şeyleri de yapıyoruz" dedi.

Tekin, ‘kreş’ tartışmalarına ilişkin olarak, "Kreşlerle ilgili gönderdiğimiz yazı çok açık ve net. Belediye Kanunu'nda belediyelerin kreş açma hakkı olduğunu ama kreş ismi altında anaokulu ve anasınıfı açmalarına yetkileri olmadığını söylüyoruz o yazıda. Dolayısıyla yazımız kreşlerle ilgili değil. CHP'nin açtığı dava neticesinde Anayasa Mahkemesi'nin verdiği kararın bizim tarafımızdan uygulandığını ve kendilerine hatırlatıldığını söylüyoruz. Tartışma bundan ibaret” diye konuştu.

AKP’li belediyeden ‘’Anaokulum Bahçemde!’’ projesi

Konuyla ilgili tartışmalar sürerken, AKP’li Fatma Şahin’in belediye başkanı olduğu Gaziantep Büyükşehir Belediyesi’nin Gaziantep Valiliği ve İl Milli Eğitim Müdürlüğü iş birliği ile 2021 yılında, "Anaokulum Bahçemde!" projesi başlattığı görüldü.  

Proje kapsamında okul öncesi eğitim çağındaki çocukların eğitime erişimini kolaylaştırmak ve okullaşma oranına katkı sunmak amacıyla merkez ilçelerde bulunan, 100 hane ve üstü apartman sitelerinin Milli Eğitim Bakanlığı'nın yayınladığı "Okul Öncesi ve İlköğretim Kurumları Yönetmeliği"ne uygun fiziki koşulları sağlayan bölmelerinde tefrişatı Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılarak anaokulları açıldı.

Proje kapsamında Şehitkamil ilçesinde bulunan, 2021-2022 eğitim ve öğretim yılı başı itibarıyla 3-6 yaş arası çocuklara tam gün okul öncesi eğitim hizmeti verilmeye başlayan 2 anaokulunun açılışı, Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Şahin, dönemin Gaziantep Valisi Davut Gül, dönemin Gaziantep İl Milli Eğitim Müdürü Yasin Tepe ve dönemin Şehitkamil Kaymakamı Ömer Kalaylı’nın katılımıyla yapıldı. Proje kapsamında 7’nci anaokulu, geçtiğimiz yılın eylül ayında açıldı.

Tekin’den AKP’li belediyenin açtığı anaokuluna ziyaret

Bakan Tekin’in mart ayında “Anaokulum Bahçemde!’’ projesi kapsamında faaliyet gösteren Vilayetler Hizmet Birliği Anaokulu Via Life Dersliği'ni ziyaret ettiği görüldü. Tekin’e ziyaretinde Gaziantep Büyükşehir Belediyesi Başkanı Şahin eşlik etti.

                                                                  ***

(T-24)

           

Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" +

 Dünyada son günüm -Kaan Sezyum-

İnsanoğlu kuş misali diyeceğim, kuşlarla alakamız yok kuzum. Kuşlar dinozorların uzak akrabası, biz ise denizlerden sürüne sürüne gelmişiz, hala da sürünmeye devam ediyoruz, artık ne kadar daha sürünürüz, daha iyi bir insana evrilir miyiz, hiç sanmıyorum, zaten evrin dediğin şey de öyle iki üç nesille olmuyor. Yani bizim güzel günler görme ihtimalimiz çok da yok gibi. En azından hayattayken birilerinin cenazelerine katıldım. Çevremdeki herkesten önce ölmemeyi başardım, bu da bir başarıdır, daha da görmek istediğim cenazeler var haliyle. İnsan hayatta kalmak için yaşıyor, yoksa niye yaşayalım değil mi?

∗∗

Ama işte her şey böyle güllük gülistanlık değil. Dün gece rüyamda aksakallı bir dede gördüm. Dede dediysem, lafım gelişi, 46,47 yaşlarında bir genç. Saçlar gitmiş, kafa ful kel, kirpikler, sakallar bembeyaz. “Bu ne hal?” dedim. “Abi ülkenin durumu belli işte, her hafta başı birileri kendilerini fakirlikten, fukaralıktan raylara atıyor, köprüden atıyor, vallahi bala g*te yaşıyoruz şu hayatı.” dedi… Şimdi böyle denince insan hak vermeden edemiyor. Çocuğuna yemek bulamadığı için intihar eden anneleri filan düşününce içim ürperdi gece gece. Rüyamda, evin içinden göreceli sıcak yatağımda olmama rağmen bir titreme, bir serinlik geldi. Arada da doğalgaza %300 zam gelmiş zaten. Neyse ki kalın giyiniyorum, çoluğum çocuğum da yok, soğuktan bir şey gelir mi başlarına diye düşünmüyorum. Nasıl olsa vergilerimiz başımızdaki parazitlere gidiyor, konvoy oluyor gazlıyor, uçak oluyor uçuyor. Bize gelince de ikinci el kazak altına içlik, üzerine kalın fitilli kadife pantolon. Bütün memleket neredeyse evsiz gibi giyiniyoruz kışları. Sokaklarda renk yok, herkes gri, siyah, koyu kahverengi giymiş. Ayaklardaki potinler delik deşik, az bir yağmur yağdı mı, parmaklar kıvrıla kıvrıla, üşüye üşüye bir hal oluyor. Neyse 20 küsur yılda üşümeye, adaletsizliğe, hırsızlığa, haksızlığa açgözlülüğe alıştık… Yani aklım almıyor. Kendilerinden sonra gelecek 20 nesli besleyecek paraları, servetleri var, hala kene gibi kanımızı emmek, daha çok kazanmak, daha da güçlü olmak istiyorlar. İnsan arkadaşını seçiyor ama işte yöneticisini seçemiyor bizimki gibi diyarlarda… Neyse lafı uzattım, rüyamdaki ak sakallı yıpranmış orta yaşlı bireyden bahsedecektim. Buyrun bahsediyorum… “Abi dedi” bana, “Abi, yarın senin dünyadaki son günün” dedi… “Hayırdır ya başka bir öte gezegene filan mı tayinim çıktı?” diye şakaya vurdum. Karşımdakinin ölüm olduğunu anlamıştım. Bergman’ın filminde ölüm can almaya geldiğinde “Gel bir satranç atalım, sonra alırsın canımı” diyordu karakter. Ben satrançta pek iyi olmadığım için şakaya vurayım dedim mevzuyu… “Abi öyle olmuyor, yeni bir karar çıktı” dedi, “Göklerden gelen bir karar?” diye şaka yapayım dedim, komikti ama gülünmedi nedense… “Göklerden de o şekilde gelmiyor da, şimdi yeni bir karar demiştim ya. Artık insanlara hayattaki son günlerinin geldiğini iletme kararı aldık, böylelikle hayatlarını daha anlamlı kılmayı ve daha iyi bir müşteri memnuniyeti hedefliyoruz” dedi… “Müşteri memnuniyeti mi?”, “Eh işte yani onca yıldır hayat var, pek bi faydamız olduğu yok gibi algılanılıyor. Depremler, savaşlar, salgın hastalıklar neden engellenmiyor, diye soruyor ateistler, o yüzden biz de artık yeni bir uygulama ile insanlara hayatlarının son gününün geldiğini tebliğ etmeye başladık”... “Hah çok iyi… Çok iyi yapmışsınız, şimdi yarından sonra ölüyor muyum yani?” diye sitem ettim, sitem sevgiden doğar, zaten bir günüm kalmış ölmeye, ne olacaksa olsun. “Kesinlikle” diye cevapladı kel ve ak sakallı birey. “Şimdi bi iki saate uyanırsınız, sonra hayatınızın son gününü doyasıya yaşarsınız” dedi ve lüks bir araba binip uzadı…

∗∗

Gerçekten de dediği gibi iki saat sonra uyandım. Hava leş gibi, İstanbul’da yine yağmur şov var, bir yerleri yine su basmış, büyük ihtimalle bir önceki gece bu boğulanlara da tebligat yapılmıştır. Cepte iki kuruş para var, bari, Taksim’e gideyim insanlara, hayata, son bir kez daha bakarım, sonra da sabaha kadar yürüyüş yapar, sonra da ölümüne uyurum, diye düşündüm. Atladım Taksim’e doğru, e iki durak yaklaşınca metro iptal oldu. Kadınlar yürüyüş yapmasın diye Taksim’i kapatmışlar. Polise derdimi anlatmak istiyorum bana “E-devletten adresini göster anca öyle İstiklal Caddesi’ne girebilirsin” diyor… Tadım kaçtı, gerisin geri Karaköy’e indim, en azından bir vapurla Kadıköy’e geçer, yolda da boğaza son bir kez bakarım diye düşündüm. Vapur geldi, gelmez olaydı. O şekilsiz, zevksiz bir tasarımcı tarafından hazırlanmış aşırı pahalı tuvalet terliğine ya da çaydanlığa benzeyen o vapurlardan. Hava zaten leş, vapurun içi rutubetli, dışında durulmuyor. Söylene söylene Kadıköy’e geldim, sahilden Moda’ya yürüdüm, çok üşüdüm. Dedim zaten son günüm, bari Moda Burnu’nun tam burnundaki tuhaf güneş saatinin solundaki banka oturdum. Uyumuşum. İşte dünyadaki son günüm de diğer günlerim gibi böyle güme gitti.                                                  /././

Dayanışma etkinliklerinin sosyolojisi -Şükrü Aslan-

1970’li ve 80’li yılların Türkiye’sinde ve Avrupa kentlerinde ‘Dayanışma Geceleri’, daha çok politik işlevleriyle iz bırakan etkinliklerdi. Bu geceler sadece odaklandıkları temalar itibarıyla değil, katılımcıların hali, dili ve söylemiyle de birer muhalif politik gösteri gibiydi. O kadar ki sanatçıların sahnede yer alma biçimleri bile büyük ölçüde muhalif politik sembollerin bir tür fotoğrafına benziyordu. Elindeki sazı, türlü mücadelelerin nesnesi gibi tutan bazı sanatçıların, dakikalarca alkışlandıklarını hatırlarım. Dönemin hâkim siyasetinin yarattığı politik atmosfer, toplumsal kesimlerin bulunduğu yerden bir muhalif ses verme çabalarını tetikliyordu.

Geçtiğimiz Pazar günü Almanya’da Stuttgart Arena’da, Tunceli Eğitim Sağlık Vakfı yararına yapılan dayanışma etkinliğini izlerken, hemen her adımda bu deneyimleri ve sosyolojinin hem değişen, hem de genellikle görünmez kalan yüzlerini düşündüm. Elbette o salonda yerlerini alanlar da aynı şekilde toplumsal coğrafyalarına duyarlılardı. Hatta bu duyarlılığın çok daha gelişmiş olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Atalarının yaşadığı topraklara yapılan ziyaretler, geleneğin türlü ritüellerine gösterilen saygı, geçmiş hakkında kullanılan özenli dil, kendi kültüründe, dilinde, coğrafyasında güven ortamında yaşama hayalleri vb. ortak duygu, tutum ve arzulardı. Bu durumu hemen her şekilde gözlemlemek mümkündü.

∗∗

Eğitim gerçekten de geleneksel Dersim coğrafyasının geleneğinde vardı. Daha resmi okullar yokken bu coğrafyanın çoğu köylerinde, maliyeti köyün ileri gelen ailelerden biri tarafından karşılanan enformel okullar vardı. ‘Kuş içmez kervan geçmez’ diye tarif edilen bu coğrafyada ‘eski yazı’ olarak bilinen Osmanlıcayı da, Latin alfabesini de okuyan-yazan kuşaklar vardı. Bilhassa genç neslin okuma; Türkiye ya da dünyanın iyi üniversitelerinde yer bulma arzusu ve arayışı dikkat çekiciydi.

Bu öylesine güçlü bir eğilimdi ki, coğrafyanın çocukları oldukça zor koşullarda okumuş, lise ve üniversite giriş sınavlarında çok kez başarı listelerinin üstünde yer almışlardı. Bu başarılı deneyimler giderek bir geleneğe dönüşecekti. Bugün çalışma alanlarında etkili izler bırakan akademisyenlerden Fransa’da Prof. Dr. Mehmet Ali Oturan, Prof. Dr. Hüseyin Fırat, Almanya’da Prof. Dr. Şahin Albayrak, Prof. Dr. Süleyman Ergun, Türkiye’de Prof. Dr. Müslüm Bozyiğit, Prof. Dr. Ahmet Saltık, Prof. Dr. Kamer Kılınç ve daha niceleri bu kahırlı coğrafyanın çocuklarıydı ve zor koşullarda okumuşlardı. Şimdi de çoğunluğu üniversitelerde aktif olarak çalışan, aynı coğrafyadan yüzlerce bilim insanı onların izini sürüyor.

∗∗

Bugünün öğrencilerine bakınca da hep aynı eğilimi düşünürüm. Bütünüyle bağışlarla sağlanan desteklerle Tunceli Eğitim ve Sağlık Vakfı’nın burs verdiği 509 öğrencinin içinde başarılı bir gelecek vaat eden çok sayıda aday bulunuyor. Üstelik bu öğrenciler de tıpkı daha önceki kuşaklarda olduğu gibi toplumsal coğrafyalarının haline, diline, geleneğine ve dertlerine aşina ve yine aynı şekilde bu durumdan kaygı duyan bir kuşağı oluşturuyorlar. Yani gelenek devam ediyor ve geleceğe dair büyük umut veriyor.

İşte bu öğrencilerin desteklenmesini amaç edinen ve tümüyle gönüllü bir grubun düzenlediği ‘Stuttgart Dayanışma Etkinliği’ coğrafyanın eğitim geleneğine işaret eden pek çok onur verici yeni uygulamaya da sahne oldu. Etkinliğin gerçekleştiği mekan sahibinden başlamak üzere katılan sanatçılara, ses düzenini sağlayanlara, satış ve salon görevlilerine kadar hemen herkes gönüllüydü. Dahası çok sayıda iş insanı bu etkinliğe ve Tunceli Eğitim ve Sağlık Vakfı’nın burs çalışmasına sponsor olmuşlardı. Etkinliğin adı da yine bu gönüllü ekip tarafından belirlenmişti: ‘Karanlığa ışık, genç yüreklere umut’...

Dayanışma etkinliğinin bu türü sanki geleneğin yeni bir sesi ve türüydü. Etkinlikte konuşmacı olarak seçilenler de, alanlarında tanınan ve genç nesiller için model olan akademisyenlerdi. Öyle sanıyorum ki Stuttgart Arena’da pek çok şehrin sivil toplum ve akademi ilişkisine dair model olacak özgün bir dayanışma deneyimi gerçekleşti. Eğitimin ve geleneğin kesişiminde bu deneyimin takip edilmesini özellikle öneririm.

                                                                   /././

Bu süreçten barış çıkar mı?-Berkant Gültekin-

Türkiye siyaseti sürprizlerle dolu. 12 Eylül 2010 referandumunda AKP-Cemaat ittifakına karşı “Hayır” diyen sol kesimleri “MHP ile aynı saftasınız” diye hedef alanlar, şimdi MHP liderini Öcalan’ı Meclis’e çağırmasından dolayı yere göğe sığdıramıyor.

Bu süreçte MHP’nin bir anda Kürt meselesi için ne kadar önemli bir parti olduğu keşfedildi. Oysa eski çözüm süreci zamanı MHP’nin bu işe muhalif olmasını kimse sorun etmiyor, “MHP olmadan süreç başarıya ulaşamaz” gibi bir görüşü savunmuyordu. Ne var ki Bahçeli malum çağrıyı yaptıktan sonra bir anda aydınlanma yaşandı, yeni yeni teoriler üretildi.

Meğer zaten kavgalı tarafların el sıkışması gerekirmiş, önemli olan zaten çağrının Bahçeli’den gelmesiymiş, bu mesele anca en uçtaki aktörün gönüllü olmasıyla çözülürmüş… Ama her nedense bu kadar “bariz bir gerçeği” 1 Ekim’den önce kavrayabilen yoktu. Kimse MHP’yi ve Bahçeli’yi çözüm meselesinde bu kadar merkezi bir pozisyona koymuyordu. Hatta “Bahçeli engel olmasa Erdoğan ne açılımlar yapar ne açılımlar” diye görüşler ortaya saçılıyordu.

Kabul edelim ki memlekette nabza göre şerbet siyaseti profesyonel bir meslek haline gelmiş. Oysa sormak lazım; ülkenin tarihsel bir sorununun demokratik çözümü neden milliyetçi bir partinin yol haritasına bağlı olsun? Sağ ne zaman ülkenin bir meselesine sahiden özgürlükçü bir akılla yaklaşmış, demokratik bir çözümü savunmuş ki? Sağ bunu yapmadığı için sağdır zaten.

Deniyorsa ki “Sağın ne olduğu belli ama yaşadıkları sıkışma iktidarı bazı olumlu sayılabilecek adımları atmaya zorlayabilir”, bunun da sürecin nasıl geliştirilmek istendiğine bakıldığında çok uzak bir ihtimal olduğu görülebilir. Bir kere dünyada böylesi bir meseleyi çözecek ilk ülke Türkiye değil. Modern siyasi tarih, çatışma süreçlerini çözüme kavuşturma konusunda hiç küçümsenmeyecek bir literatür biriktirdi.

İster FARC ister IRA örneğine bakalım, fark edilecektir ki böylesi kapsamlı sorunların üzerine, sosyoekonomik gerçekliğin ve toplumsal psikolojinin de dahil olduğu bir dizi parametre hesaba katılarak gidilmiştir. Silahsızlanma ve entegrasyon aşamaları detaylı şekilde planlanıp kağıda dökülmüştür. Elbette Türkiye özgün koşulları olan bir ülke ve başka bir ülkenin şablonu buraya direkt uymaz. Ancak bu, hiçbir modele uymayan mevcut süreçten demokrasi ve çözüm beklenmesini de haklı çıkarmaz.

Peki her şeye rağmen huzur ve barış gelmesin mi? Akan kan son bulmasın, insanların gözyaşı dinmesin mi? Herhalde bu soruya aklı başında hiçbir yurttaş “hayır” cevabı vermez. Bununla birlikte iktidarın savaş tamtamları çaldığı dönemler de dahil olmak üzere her zaman demokrasi ve barıştan yana olan kesimlerin bu sürece mesafe koymaları, bir kenara atılıp önemsizleştirilmemeli. “Sürece tuzu kurular karşı çıkıyor” türü sözlerle, eleştirel duruş itibarsızlaştırılmaya çalışılmamalı. Türkiye’de demokrasi ve özgürlük mücadelesinin iktidar karşıtı cepheyi taşlayarak büyümeyeceği artık idrak edilmeli.

“Çözüm” diye konuşulan sürecin neyi içerdiği hâlâ resmi olarak ilan edilmedi. Kürt sorununun varlığını kabul etmeyen ama “Öcalan Meclis’e gelip konuşsun” diyen Bahçeli, çağrısını dün “Öcalan ile DEM Parti yöneticileri yüz yüze konuşsun” önerisiyle pekiştirdi. DEM Parti Eş Genel Başkanları da Öcalan’la görüşmek için başvuru yaptı. Ek olarak Bahçeli, gazetecilere yaptığı açıklamada Ahmet Türk’le bir araya gelebileceğini belirtti ve İmamoğlu’nu ağırlaması üzerinden onun misafirperverliğine göndermede bulundu. Bu sözler, şartlar olgunlaşırsa Bahçeli’nin Mardin’de Ahmet Türk’ün misafiri olabileceğinin sinyali gibiydi.

Cumhur İttifakı’nın bir kanadı, Öcalan’la pazarlık üzerinden Kürt hareketini farklı bir siyasi koordinata çekecek bir kurgu üzerine çalışırken, diğer kanat kayyum hukuksuzluğuna devam ederek Kürtlerin en temel demokratik haklarını gasp ediyor. Bu belki gerçek bir çelişki belki de “havuç-sopa” siyasetini esas alan danışıklı bir ayrım. Ancak özünde her ne olursa olsun rejim blokunun bileşenlerinin ortak hedefi, Erdoğan’ın ömür boyu başkan olacağı bir yolun taşlarını döşemek. Süreç dahilinde açık açık dillendirilen tek konu bu.

Rejim her açıdan çok kollu bir siyaset izliyor. Kucağında taşıdığı dev sorunların yıkıcı bir siyasi bir maliyete dönüşmemesi için hesaplı adımlar atıyor. Bir yandan geniş kesimlerinin geçim krizini politik açıdan etkisiz elemana dönüştürmek amacıyla korku iklimini yoğunlaştırırken diğer yandan muhalefetin tüm hatlarını dağıtarak olası rakiplerini zirve seçmen desteği seviyesinden uzaklaştırmaya çalışıyor. Aynı anda, muhalefetin, piyasacılığın karşısına koyduğu kamucu uygulamalarla (bkz. kreşler) kazandığı halk teveccühünü de devlet gücüyle yok etmek istiyor.

AKP iktidarı 22 yıllık bir geçmişe sahip. Cumhuriyet’in neredeyse dörtte biri siyasal İslamcılarla geçti. Ülke bu sürede sayısız suça tanıklık etti. Ölümler, katliamlar, şiddet, darbe girişimi, seçim ihlalleri, yasaklar, baskılar, ayrımcılık, mezhepçilik, dış politikada çöküş, kontrolsüz göç ve türlü türlü hukuksuzluklar gördü. Laikliğin altı oyuldu, çürüme her yanı sardı, çeteleşme sıradanlaştı. İnsanları yıllardır haksız yere hapiste tutan bu düzen, daha önceki gün sırf kadınlar yürüyecek diye Taksim’i kapattı.

Artık bu iktidarın, demokrasi ve özgürlük gibi kavramlara hangi mantıkla yaklaştığının herkes farkında. Muhalif siyasetin tüm aktörleri de önlerine konulan kutunun ambalajı ne kadar parlak olursa olsun, içinden memleket adına olumlu bir şey çıkmayacağını anlamalı.

                                                            /././

İklim finansmanı bir başka bahara kaldı -Özgür Gürbüz-

Azerbaycan’ın başkenti Bakü’deki Birleşmiş Milletler İklim Konferansı (COP 29), ‘güzel haber’ bekleyenleri hayal kırıklığına uğrattı. Pazar gününe kadar uzayan ve iklim krizini durdurmak için gereken finansmana odaklanan bu yılki müzakereler, gereksinimi karşılamayan bir finansman paketiyle noktalandı.

Toplantının odak noktası, iklim krizinin bir numaralı sorumlusu zengin ülkelerin, yol açtıkları hasarı karşılamak ve gelişen ülkelerin iklim krizini durdurmak, etkileriyle mücadele etmek için gereksinim duydukları teknik ve mali yardımı yapma sözünü verip vermeyecekleriydi.

                                                           ∗∗

Yapılan hesapların ışığında gelişen ülkeler masaya, 2035 yılına kadar yılda en az 1,3 trilyon dolarlık bir mali destek talebiyle oturdu. Bu finansmanın büyük bölümünün de kredilerden çok hibe şeklinde verilmesini istiyorlardı. Gelişmiş ya da zengin ülkeler ise iki haftayı aşan müzakerelerden sonra yılda 300 milyar dolar vermeyi taahhüt eden bir sözle masadan kalktılar. Hibe vurgusu da yoktu. 1,3 trilyon dolara ise Yeni Toplu Sayısallaştırılmış Hedef metninde sadece işaret ettiler. Gerekenin dört katından az bir miktarla, bir anlamda küresel güneye “başınızın çaresine bakın” dediler.

Deniz seviyesindeki yükselmeyle her geçen gün yaşadıkları toprakları kaybetme tehlikesi artan ada devletleri toplantıdan kızgın ve üzgün ayrıldı. Seller ve fırtınalarla yurttaşlarını yitiren az gelişmiş ülkeler, iklim krizini durdurma umudunu bir başka toplantıya erteleyerek evlerine döndü. Kömür, petrol ve gaz gibi fosil yakıtlar yerine yenilenebilir enerjiye, enerji verimliliğine yatırım yapmak isteyen gelişen ülkeler, gereken parayı bulamadan ülkelerinin yolunu tuttu.

2024 gezegenin gördüğü en sıcak yıl ilan edilirken, seller, orman yangınları, sıcak hava dalgaları ve fırtınalar ülkeleri kasıp kavururken dünya liderleri bir kez daha insanlığa sırtını döndü ve kendilerini kukla gibi oynatan dev şirketlerin, fosil ve nükleer enerji lobilerinin emirlerini yerine getirdi.

                                                            ∗∗

Gelişen ülkeler para dilenmiyordu, atmosfere tarih boyunca kim daha çok seragazı bıraktıysa onlar bedelini ödesin istiyordu. İklim mücadelesi artık gözle görülür bir adalet, gezegenin eşitlik mücadelesinin bir parçası oluyor. Küresel güneyin kuzeye isyanı.

1,3 trilyon dolar da çokmuş demeyin. Para var. IMF bile 2022 yılında fosil yakıtlara verilen sübvansiyonların 7 trilyon doları aştığını söylemişti. Kömürü, petrolü sübvansiyonlarla destekleyenler, bunu enerji tasarrufu ya da yenilenebilir enerji için yapmıyor. Bütün mesele bu. Geçen yıl silahlanmaya harcanan para 2,4 trilyon dolar. Öldürmeye para harcamakta sorun görmeyenler, yaşamı kurtarmaya gelince yok diyor. Bütün mesele bu…

300 milyar doların yetersizliği ortada. Brezilya İklim Gözlemevi, Rio Grande do Sul eyaletinde bu yıl meydana gelen tarihi sel felaketinin maliyetinin 17 milyar doları bulabileceğini söylüyor. 300 milyar dolarla hangi selin, hangi kasırganın hasarını durduracaksınız? Hangi Afrika ülkesinde deniz seviyesinin yükselmesine karşı setler yapacaksınız? Asya ülkelerini kömürden güneşe geçirecek, enerji tasarrufu yaptıracak altyapıyı nasıl kuracaksınız?

Mesele sadece para da değil. Zengin ülkeler, 1994’te hayata geçen Çerçeve Sözleşmesi kapsamında tanımlanan sorumlu ülkelerin kapsamını da genişletmek, Çin, Güney Afrika gibi gelişen ülkelerin de finansmana katkıda bulunmasını istiyorlar. Bakü’de ilk adımı da attılar. Buna, gecikmelerinin bedelini de gelişen ülkelere ödetme çabası desek yeridir. Hesaplar değişiyor, sadece Çin değil Türkiye de güncel ve kişi başına düşen emisyonlarla başka bir klasmana doğru ilerliyor ancak önce ilk yemeğin hesabının kapatılması sonra ikincinin konuşulması daha doğru olur.

Bakü’de seragazı emisyonlarının azaltımı için kesin çizgiler çizen bir karar çıkmadı. Fosil yakıtları kullanmayı bırakmak için küresel bir hedef hâlâ ortada yok. Başını Avrupa Birliği’nin çektiği yeni kömür santralı yapmayacağım taahhüdüne Birleşik Krallık, Yeni Zelanda ve Kolombiya gibi birkaç ülke daha katıldı ama bu konuda da daha geniş bir koalisyona henüz ulaşılamadı. Türkiye’nin 2026 yılındaki konferansa ev sahipliği yapma isteği de Haziran ayında karara bağlanacak gibi gözüküyor. Rakip Avustralya

                                                             ∗∗∗

Şimdi gözler bir yıl sonra Brezilya’da yapılacak toplantıya çevrildi. Amazon bölgesindeki Belem kentinde hem ev sahibi ülkenin hem de sivil toplumun baskısı daha güçlü olacak. Bakalım iklim krizini körükleyen dev şirketler, oradan da arkalarına saklandıkları hükümetlerin marifetleriyle kurtulabilecek mi?

                                                                 /././

Kırşehir'de işsiz kalan öğretmen intihar etti.

Kırşehir'de ataması yapılmayan 37 yaşındaki resim öğretmeni Ömer Şahin intihar etti. Halk Eğitim Müdürlüğü'nde resim kursiyeri olarak çalışan Şahin'in, tasarruf tedbirleri sebebiyle kursların kapatılması üzerine kısa süre önce işsiz kaldığı öğrenildi.

(https://www.birgun.net/haber/kirsehir-de-issiz-kalan-ogretmen-intihar-etti-579564)

                                                             ***

MTV, ehliyet, pasaport, IMEI kayıt ve yurt dışı çıkış harcına dev zam!

Resmi Gazete'de yayımlanan tebliğe göre yeniden değerleme oranı 2024 yılı için yüzde 43,93 oldu. Yeni 'yeniden değerleme oranı' ile ehliyet harcı, araç muayene ücreti, pasaport harcı, IMEI kayıt ücreti ve yurt dışı çıkış harcına büyük zamlar geldi. IMEI kayıt ücreti 45 bin 614 TL'ye yükseldi. 10 yıllık pasaport harcı 11 bin 274 TL oldu. MTV ve Trafik cezaları da zamlandı. Yeni fiyatlar 1 Ocak 2025'ten itibaren geçerli olacak.

Türkiye'de halkın geniş kesimleri büyük bir geçim krizi yaşarken zamlar da art arda gelmeye devam ediyor.

Bugünkü Resmi Gazete'de Hazine ve Maliye Bakanlığı Gelir İdaresi Başkanlığı'nın "Vergi Usul Kanunu Genel Tebliği" yayımlandı.

Yayınlanan tebliğde, yeniden değerleme oranı 2024 yılı için % 43,93 olarak tespit edildi.

2025 yılında trafik cezaları, MTV, ehliyet, pasaport ve yurt dışı çıkış harçları, araç muayene ücreti, bu orandan zamlanacak.

Gelen zamların ardından yurttaşın ödeyeceği bedeller şöyle şekillendi:

IMEI kayıt ücreti
Yurt dışından getirilen cep telefonlarının IMEI kaydını yaptırmak için ödenecek harç, 31.692 TL'den 45.614 TL'ye yükseldi.

Pasaport harçları
Pasaport harç ücretleri şu şekilde belirlendi:

6 aya kadar: 2.359 TL (eski tutar: 1.639 TL)

1 yıl: 3.448 TL (eski tutar: 2.396 TL)

2 yıl: 5.631 TL (eski tutar: 3.912 TL)

3 yıl: 8.000 TL (eski tutar: 5.558 TL)

3 yıldan fazla: 11.274 TL (eski tutar: 7.833 TL)

Ehliyet harcı
Otomobil, minibüs ve kamyonet sürücüleri için geçerli olan B sınıfı ehliyet harcı, 3.945 TL'den 5.678 TL'ye yükseldi. A sınıfı sürücü belgesi için ise harç tutarı, 1.308 TL'den 1.883 TL'ye çıktı.

Ayrıca ehliyet alınırken vakıf hizmet bedeli ile değerli kağıt bedeli de ödeniyor.

Vakıf Hizmet Bedeli 230 TL'den 331 TL'ye yükselirken; Değerli Kağıt Bedeli 990 TL'den 1.425 TL'ye yükseldi.

Araç muayene ücreti
Araç muayene ücreti, 1.821 TL'den 2.621 TL'ye yükseldi.

Yurt dışı çıkış harcı
Yurt dışı çıkış harcı, 500 TL'den 719,7 TL'ye yükseldi.

MTV FİYATLARI

Motorlu Taşıtlar Vergisi (MTV) de Yeniden Değerleme Oranı üzerinden zamlanacak.

Motor silindir hacmi 1300 ve altı olan yeni araçlarda en düşük MTV 3 bin 359 TL’den 4 bin 835 TL’ye yükseldi.

Türkiye'de en yaygın kullanılan silindir hacmi 1301-1600 arası yeni otomobillerde en düşük MTV de 5 bin 851 liradan 8 bin 421 liraya çıktı.

Otomobillerde uygulanan araç muayene ücreti 1821 liradan 2 bin 621 liraya yükseldi.

TRAFİK CEZALARI DA ARTTI

Yeniden değerleme oranı ile trafik cezaları da önümüzdeki yıldan itibaren zamlanacak. Buna göre, 2025 yılında bazı trafik cezaları şöyle olacak:

Seyir halinde cep telefonu kullanmak, kırmızı ışık ihlali, muayene yaptırmamak: 2.168 TL (1.506 TL)

Ruhsatsız araç kullanma: 9.267 TL (6.439 TL)

Emniyet kemeri takmamak, park yasağını ihlal: 993 TL ( 690 TL)

Engelli otoparkını işgal: 1.986 TL (1.380 TL)

Kış lastiği taktırmamak: 5.856 TL (4.069TL)

Alkollü araç kullanmak (ilk defa): 9.267 TL (6.439 TL)

                                                               ***

Alaattin Çakıcı, Hrant'ın katili Ogün Samast ile görüştü

Suç örgütü lideri Alaattin Çakıcı, Trabzon ve Rize’ye giderek bir dizi görüşme yaptı. Bu görüşmeler çerçevesinde Çakıcı, Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve BirGün yazarı Hrant Dink'in katili Ogün Samast’la bir araya geldi. Trabzon’da, Rize yolu üzerindeki bir otelde bir araya gelen Çakıcı ile Samast’ın daha sonra birlikte Rize’ye gittiği öğrenildi. Görüşme öncesinde Samast’ın Çakıcı’nın elini öptüğü ve “amca” diyerek hitap ettiği ifade edildi.(https://www.birgun.net/haber/alaattin-cakici-hrant-in-katili-ogun-samast-ile-gorustu-579530)

                                                             ***

RTÜK yine ceza yağdırdı.

Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) yine çok sayıda kanala ceza kesti. AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın dizileri hedef almasının ardından RTÜK, 4 diziye ceza verdi. Bu dizilerden biri, tarikat sahnesiyle gündem yaratan Arka Sokaklar oldu. Halk TV, TELE 1, Sözcü TV ve Flash Haber de RTÜK'ün cezalarından payını aldı.

Kanallara verdiği kararlarla büyük tepki çeken RTÜK yine birçok kanala ceza yağdırdı.

Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nun (RTÜK) bugün yapılan toplantısında; Halk TV, Flash Haber, Tele 1, Sözcü TV, NOW TV, Star TV, Show TV, Kanal D, S Sport, Exxen ve TV8'e 13 ayrı yaptırım uygulandı.

ARKA SOKAKLAR'A TARİKAT CEZASI

CHP kontenjanından seçilen RTÜK üyesi Tuncay Keser, "Tarikatlara dokunan yanıyor. Arka Sokaklar'da, tarikatta küçük yaşta evlilik ve cinayet konusunun işlendiği bölüm, milli manevi değerlere aykırı olduğu gerekçesiyle ceza alırken, Halis Bayancuk’un Akit TV’deki laiklik karşıtı söylemleri, başvurularımıza rağmen gündeme alınmadı" dedi.

ERDOĞAN DİZİLERİ HEDEF ALMIŞTI

AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada "dizi sektörü kendine çeki düzen vermeli" dedi. Erdoğan'ın dizileri hedef almasının ardından bugün RTÜK, 'Arka Sokaklar', 'Sahipsizler', 'Yabani' ve 'Deha' isimli dizilere ceza verdi.

RTÜK’ün verdiği cezalar ve gerekçeleri şöyle:

• MHP’den üç milletvekilinin istifasının değerlendirildiği ROTA programında kullanılan “Bahçeli’ye dosyayı Erdoğan vermiş” ve “Erdoğan görüntüleri izletmiş” alt yazıları “tarafsızlık-doğruluk” ilkeleriyle bağdaşmadığı gerekçesiyle Halk TV’ye yüzde 3 idari para cezası verildi.

• “Yenidoğan Çetesi”nin konuşulduğu Arena programında İYİ Parti Grup Başkanvekili Turhan Çömez’in Sağlık Bakanı’nın İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü dönemi ile ilgili gündeme getirdiği iddialar, tarafsızlık-doğruluk ilkelerine aykırı bulunarak SZC TV’ye yüzde 3 idari para cezası verildi.

• Flash Haber TV’ye, Sunucu Fatih Ertürk’ün Başkentte Gündem programında “Neden aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar bekliyoruz?” sorusuyla toplumun bir kesiminin kötü olaylara müstahak olduğunu ima ettiği ve ayrımcılık yaptığı gerekçesiyle yüzde 3 idari para cezası, Can Ataklı’nın “bazen de böyle tersten çakarlar işte”, “bu kadar kafasızlık olur mu ya” ifadeleri, kaba ve argo olduğu gerekçesiyle yüzde 3 idari para cezası verildi.

•  Tele1’e,  program sunucusu Musa Özuğurlu’nun Gazeteci Yavuz Donat ile ilgili ifadeleri insan onuruna aykırı olduğu gerekçesiyle yüzde 3 idari para cezası verildi.

• Hiranur Vakfı’nda yaşanan sürecin drama hali yaptırıma uğradı. Arka Sokaklar dizisinin, tarikatta küçük yaşta evlilik ve cinayet konusunun işlendiği bölümü, milli ve manevi değerlere aykırı bulunarak Kanal D’ye 2 kez program durdurma ve yüzde 3 para cezası verildi.

•  Şiddet sahneleri nedeniyle; “Sahipsizler” dizisi için Star TV’ye, “Yabani” dizisi için NOW TV’ye ve “Deha” dizisi için Show TV’ye 2 kez program durdurma ve yüzde 3 idari para cezası verildi.

• S Sport+, EXXEN TV ve TV8’e spor karşılaşması yayınlarında yasa dışı bahis reklamlarına yer verdikleri gerekçesiyle yüzde 3 idari para cezası, TV8’e ayrıca reklam süresini aştığı gerekçesiyle yüzde 3 idari para cezası verildi.

RTÜK'TEN AÇIKLAMA

RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin, sosyal medyadan yaptığı açıklamada, "Sorunlara müeyyidelerle neşter atmaktan yana olmamakla birlikte yayıncılık ilkelerini harfiyen uygulatmak görevimizdir" ifadelerini kullandı. Şahin, şunları kaydetti:

"Millî ve manevi değerlerimize aykırı dizi filmlerle ilgili sıkı tedbirler almaya devam ediyoruz. Daha önce de ifade ettiğim gibi hiçbir yayıncı reyting şehvetine kapılarak inanç, toplumsal ve kültürel değerlerimizi aşağılayamaz. Kadına yönelik olanı başta olmak üzere şiddetin yayınlar aracılığıyla toplumda olağanlaştırılmasına göz yumamayız.

Haber programlarındaki basın meslek ilkelerini çiğneyen yayınlara da tahammülümüz yoktur. Haftalık olağan toplantımızda yasa dışı bahis reklamı yayınlayan televizyonlar dahil geniş bir yelpazede ağır yaptırım kararları verdik. Sorunlara müeyyidelerle neşter atmaktan yana olmamakla birlikte yayıncılık ilkelerini harfiyen uygulatmak görevimizdir. Sorumlu yayıncılara teşekkür ediyorum."

                                                                  ***

Hasan Arat, Beşiktaş Futbol AŞ’den istifa etti

Beşiktaş Başkanı Hasan Arat, Beşiktaş Futbol AŞ’den istifa etti. Kulüpten yapılan açıklamada bu görevi Hüseyin Yücel'in yürüteceği bildirildi. Arat'ın kulüp başkanlığı görevi ise devam ediyor. Bildirimin ardından açıklama yapan Hasan Arat, bundan sonra futbol yönetiminin başında olmayacağını söyledi.
                                                        ***
Meryem Ana Evi direnişi büyüyor: Şirketlere serbest, halka yasak -Aycan Karadağ-

Efes Selçuk Belediyesi'nin elinden alınan Meryem Ana Evi otoparkına karşı direniş sürüyor. Jandarma tarafından halkın bölgeye giriş çıkışı yasaklandı, tur şirketlerine ise serbest bırakıldı. Tahliye kararının ardından Bakanlığın, işletme ücretlerine zam yaptığı ortaya çıktı. Otoparkın işletilmesinin devredilmesiyle birlikte Tarım ve Orman Bakanlığı’na bağlı Milli Parklar Müdürlüğü, otopark otobüs geçiş ücretlerine yüzde 120 zam yaptı. Yapılan zamla birlikte belediye işletmesindeyken 500 lira olan otobüs park ücreti 1200 liraya çıkarıldı.(https://www.birgun.net/haber/meryem-ana-evi-direnisi-buyuyor-sirketlere-serbest-halka-yasak-579476)

                                                                 ***
(Birgün)



Öne Çıkan Yayın

Cumhuriyet "Köşebaşı + Gündem" -2 Ağustos 2025-

Hizbullahçı babanın El-Kaide ve IŞİD’le bağlantılı oğlu: ‘Şeriat ve savaş’ çağrısıyla yeniden sahnede -Aytunç Ürkmez- Radikal İslamcı Tevhid...