Üç kuruşa vatanı satanlar ve direnenler…-Ali Ufuk Arikan-
"4 Aralık Madenciler Günü’nü gerçekten umutlu bir güne çeviren, 'mücadelemiz vatanı patronlara satmak isteyenlere karşıdır' diyen Çayırhan işçilerine ve direnişlerine bir kez daha selam olsun!"
Büyük bidonlar geldi hızlıca, odunlar ardından, koca koca kütükler, her boydan tahta parçaları.
Bu soğukta kurtarmazdı belki ama idare ederdi, direnilecekti çünkü.
Direnilecekti, başka türlü olmayacaktı çünkü.
Her gün yerin derinliklerinden çıkardıkları kömürlerle yanı başlarındaki termik santrale güç veren madenciler ve santral işçileri “özelleştirilmek istenen vatandır” diyerek, buna itiraz ederek Ankara’nın ayazında direnişe başlıyordu.
Yıllık 5 milyar kilowatt-saat üretim gerçekleştiren santralin işçileriydi onlar. Özel sektörün elinde olmayan devlete ait sayılı santrallerden birinin önünde özelleştirmeye karşı direnişe başladılar.
Bugün, yani 4 Aralık Madenciler Günü’nde Türkiye’nin birçok büyük patron grubu, Çayırhan’a çökmek için teklif vermiş ve ellerini ovuşturarak sonucu bekliyor olacaktı.
O kadar pervasız ve rahatlardı ki, Çayırhan’ı 4 Aralık’ta satacaklardı.
Olmadı!
Maden işçileri o rahatlığı direnişleriyle bozdu. Direndiler ve Ankara yollarına düştüler…
Kararlı ve örgütlü bir şekilde iktidarı ve patronları püskürtüp, 4 Aralık’ı gerçekten kutlanacak bir güne çevirdiler ve ihaleyi şimdilik erteletmeyi başardılar.
Peki, ülkede emekçiler lehine yaprağın oldukça zor kıpırdadığı bir dönemde nasıl oldu da Çayırhan işçileri ayağa kalktı ve umut olmayı başardı?
Bunun arkasındaki nedenleri anlamak için Çayırhan’ın satış öyküsüne ve sonrasında yaşananlara yakından bakmak yeterli…
***
2000’li yılların başlarında ülkenin birçok kaynağı patronlara peşkeş çekilmiş, halka ait ne varsa hepsi el çabukluğuyla patronlara birkaç yıllık kârları karşılığında teslim edilmişti.
Çayırhan da bu işletmelerden biri oldu.
Burayı alan isim AKP’li yıllarda servetine servet katan patronlardan biri, Ciner olacaktı.
Sonrasında öğrendik ki, Çayırhan’ın satış sürecine rüşvet karışmış, devir işlemi de hukuksuz şekilde hayata geçirilmişti.
Olması gereken satışın iptaliydi, davalar da açıldı…
İktidar ve patronlar karar vermişti bir kere, mahkemeler de bu usulsüz satışa göz yumdu.
Sonrası mı?
Santral için mevcut borçlar devlet tarafından üstlenildi, çok sayıda işçi Ciner’e hediye olarak devlet tarafından emekli edildi, santral ‘sorunsuz’ şekilde Ciner’in oldu.
Ciner bu süreçte milyonlarca dolar kazandı, madeni ve santrali tam kapasiteyle 20 yıl boyunca işletti.
Bugünkü direnişin nedenini anlamak için işçilere geçen bu 20 yılı sormak yeterli.
Çayırhan’a sadece fotoğraf vermek ve video çektirmek için giden parti temsilcileri, genel başkanlar, milletvekilleri bilmez.
Biz anlatalım.
Sömürü, üretim baskısı, hayatlarının, can güvenliklerinin hiçe sayılması, sürekli hak kayıpları, her gün işten atılacağız korkusu…
20 koca yılı böyle geçirdi Çayırhan emekçileri.
Santral tekrar devlete geçince milyonlarca dolar kazandırdıkları Ciner’in geride nasıl büyük bir yıkım bıraktığını iyi biliyor, her sohbetlerinde bunu detaylarıyla anlatıyorlardı.
Neden bir patron devletin olan santral ve madeni üç kuruşa alıp kendisi zenginlik içinde yaşarken işçilere cehennemi yaşatıyordu?
İşçiler bu soruyu soruyor ve bir kez daha aynısını yaşamamak için direniyordu.
İyi ki direndiler, iyi ki Ankara’nın kışında halkımıza umut olan, iç ısıtan bu direnişe imza attılar.
Ama her şey bitmedi kuşkusuz.
Şimdi iktidar ve patronlar işçilere yeniden meydan okumak için Mart ayına randevu kesmiş durumdalar.
Görevimiz bu meydan okumaya çok daha güçlü bir yanıt vermek. Çayırhan işçilerinin kazanması, umudun büyümesi için yine yanlarında olmak, onlara güç vermek.
Çünkü Çayırhan işçisinin direnişi bizim direnişimiz. Bu halkın, emekçilerin, yoksulların, ülkesinden umudunu kesmeyen, memleketini gerçekten sevenlerin direnişi.
4 Aralık Madenciler Günü’nü gerçekten umutlu bir güne çeviren, “mücadelemiz vatanı patronlara satmak isteyenlere karşıdır” diyen Çayırhan işçilerine ve direnişlerine bir kez daha selam olsun!
/././
Yeni-Osmanlı, yeni hasta adam -Fatih Yaşlı-
"Eğitim, sağlık ve hukuk sistemi çürümeye yüz tutmuş bir ülkenin toprak fethetme hayalleriyle şuradan şuraya gidebileceği bir yol yoktur."
Mehmet Şimşek’in iş başına geldiği ve “enflasyonla mücadele programı”nı uygulamaya başladığı 2023 Haziran’ında enflasyon resmi verilere göre yüzde 39,5’ti; programın uygulanmasının üzerinden geçen bir yılın sonunda, Mayıs 2024’te ise yüzde 75,4’e fırlamıştı. Yani enflasyonla mücadelede bir yılda gelinen yer enflasyonun neredeyse ikiye katlanması olmuştu.
2024’ün başında Merkez Bankası, yıl sonu hedefini yüzde 38 olarak belirlemişti ve sahiden de Mayıs’tan itibaren kısmi de olsa bir düşüş yaşandı, ancak bu hedefin tutmayacağı çok kısa sürede anlaşıldı. Zaten Merkez Bankası da bunun olmayacağını görmüş ve hedefini yüzde 44 olarak güncellemişti.
Ancak dün açıklanan verilere göre Kasım ayı enflasyonu yüzde 47 olarak gerçekleşti ve yılın sonunda yüzde 44’ün dahi tutturulmasının imkansız hale geldiği görüldü. Enflasyon sene sonunda yüzde 45’in hemen üstünde çıkacak ve Şimşek’in iş başına geldiğinde yüzde 39 olan enflasyonun bir buçuk yıl sonra yüzde 45 civarına gelmesinden bir başarı hikayesi çıkartılacak.
Oysa ortada bir başarı hikayesi falan yok; böylesine bir düşük ücret ortamında, döviz kuru büyük ölçüde stabil kalmışken ve enerji fiyatlarında da ciddi bir artış yokken enflasyondaki azalmanın son derece sınırlı olması, programın enflasyonla mücadele iddiasının çok net bir şekilde boşa düştüğünü gösteriyor.
Türkiye’de kronik hale gelen yüksek enflasyona yüksek faizler, yüksek bir işsizlik ve tüm bunların toplamı olarak giderek yaygınlaşan ve derinleşen bir yoksulluk eşlik ediyor. İktidarın ekonomi politikalarının en büyük “başarı”sı da bu zaten: Üretilen zenginlikten emeğin aldığı pay giderek azalıyor, asgari ücretle çalışma norm haline geliyor, gelir dağılımı giderek alt üst oluyor, borç prangası daha da ağırlaşıyor ve çalışan kesimlerden sermayeye sınırsız bir servet transferi gerçekleştiriliyor.
Yoksulluk ve sefaletin böylesine yaygınlaşıp derinleşmenin toplumsal sonuçları olması ise kaçınılmaz elbette. Gelecekten umudunu kesen gençler, beyin göçü, kısa yoldan zengin olma hayalleri, rüşvet, sanal dünyaya kaçış, kumar ve bahis oyunlarına ilgideki artış, uyuşturucu kullanımı ve satışı, mafyalaşma ve çeteleşme… Hepsi birer toplumsal çürüme fenomeni olarak karşımızda duruyor.
Sermayenin yoksullaştıran programının karşısına emeğin programını koyan bir güç, örgütlü bir emek hareketi olmadığı, toplumsal muhalefet dinamikleri çalışmadığı, öfke politize edilemediği, alanlardan, meydanlardan kolektif bir şekilde, coşkuyla ve inançla ses verilemediği için umutsuzluk iklimi herkesi kuşatıyor, kendini toplumdan izole edip içe kapanma ve depresif bir ruh haline bürünme giderek yaygınlaşıyor, toplum kolektif bir karşı duruş sergileyemedikçe genel bir toplumsal bunalım hali yaşanıyor.
İktidarın hegemonyasının sınırlarına vardığı ama muhalefetin de yeni bir hegemonyayı inşa etmekten uzak olduğu, yozlaşma ve çürümenin bütün kurumlara sirayet ettiği ama eskinin karşısına yenisini koyma iradesinin ufukta görünmediği, anketlerden “kararsızlar partisi”nin birinci çıktığı bu tabloyu, tam da şimdilerde birileri bir kez daha yeni-Osmanlı hayalleri görmeye başlamışken “yeni hasta adam” diye adlandırmamız mümkün.
Türkiye bugün çoklu bir kriz konjonktüründen geçiyor, bir bozgun yaşıyor ama topluma fetih rüyaları pazarlanıyor; televizyonlarda, gazetelerde, internet sitelerinde sabah akşam büyüme, genişleme, Osmanlı’yı yeniden kurma, cihan devleti olma masalları anlatılıyor. Milliyetçilikle İslamcılığın zehirli sentezi bir kez daha bu masallar üzerinden kendini topluma dayatıyor, yeni bir oyun kuruyor, yeni bir alan açıyor.
Nazi terminolojisinin en önemli kavramlarından biri olan “lebensraum”u yeni-Osmanlı hayallerine uyarlayarak söyleyecek olursak bugün Suriye toprakları yeni-Osmanlıcılar için bir lebensraum, yani “yaşam alanı” olarak görülüyor; iktidarın yaşamına devam edebilmesinin ve beka problemini çözmesinin yolu yayılmaktan, genişlemekten ve dolayısıyla Suriye’den geçiyor.
Peki ABD, İngiltere ve İsrail olmadan, orası cevaz vermeden mümkün mü bu?
Elbette ki değil; yeni-Osmanlıcıların imparatorluk hayalleri nesnel olarak ancak taşeron bir karakter taşıyabilir ve mutlaka kendilerine o görevin tevdi edilmesi gerekir; işte şimdi o görev tevdi edilsin diye uğraşıyorlar.
İsrail’in Lübnan’da ABD’nin bastırmasıyla imzalamak zorunda kaldığı ateşkesin hemen ardından cihatçıların ABD-İngiltere-İsrail üçlüsünün bölgesel çıkarlarına hizmet edecek şekilde Halep’e saldırıp işgal etmeleri yeni-Osmanlı’dan bağımsız bir hamle olabilir mi?
Eğit-donat programından Cilvegözü sınır kapısının kullanımına uzanan bir genişlikte gerek HTŞ gerek Suriye Milli Ordusu gibi taşeron örgütlerin kendisi de taşeron imparatorluk hayalleri gören yeni-Osmanlıcılar tarafından beslenip büyütüldüğünü bilmeyen, duymayan var mı?
İşte şimdi İran’dan Yemen’e uzanan “Direniş Ekseni”nin Suriye ayağının çökertilmesi için uluslararası bir operasyon düzenleniyor. Hizbullah savaşçıları kendi topraklarını korumak için Lübnan’a dönmüşken, Rusya Ukrayna’daki savaşa konsantre olmuş ve Trump’ın iş başına gelmesini bekliyorken, İran Suriye’ye yeterince milis aktaramıyor ve mevcut güçleri İsrail tarafından vuruluyorken Suriye’yi bölme planları hayata geçiriliyor.
Fırat’ın batısında bir “ılımlı cihatçı” emirliği, doğusunda ise bir Kürt otonom bölgesi; her ikisi de ABD/Batı ekseni ve İsrail’in kontrolü altında, her ikisi de emperyalizmle uyum içerisinde çalışacak iki yeni devletçik… Ve elbette ki yukarıdaki komşuları, yetmiş küsür yıllık NATO üyesi ve Amerikancı, krizlerle boğuşan ama taşeronluğa hevesli bir yeni-Osmanlı Türkiye’si. Varılmak istenen yer ise İran’ın bir şekilde düşürülmesi ve Ortadoğu’nun sonsuza kadar İsrail için güvenli bir bölge haline getirilmesi.
Elbette ki başta Rusya ve İran’ın bu planlara nasıl yanıtlar vereceği ve Suriye’nin atacağı adımlar gidişatın belirlenmesine etki edecek, kağıt üstündeki senaryoların hayata geçip geçmeyeceğini güç mücadeleleri belirleyecek. Ancak iktidar tıpkı Arap Baharı sonrasında olduğu gibi bir kez daha Suriye’ye iştahla bakıyor, bölgede yaşanan gelişmeleri kendi inşa ettiği rejimi devam ettirmek için bir fırsata çevirmek, yeni-Osmanlıcı fanteziyi yitirdiği hegemonyayı yeniden tesis etmek için kullanmak istiyor.
İçerideki hasta adam her zaman yaptığı üzere dış politikayı iç politikaya tahvil ettikçe ve kendisini dışarıda emperyal bir güç olarak sunmayı başardıkça hastalığının görünmez hale geleceğini ve ömrünün uzayabileceğini düşünüyor. Buna dış politikayı siyaset üstü gören ve iktidarın kendi bekası adına attığı adımları görmezden gelip “ulusal çıkar” olarak kodlayan bir muhalefet eşlik ettiği sürece, planın başarılı olma ihtimali de giderek artıyor.
Oysa Türkiye’nin ihtiyacı olan büyüme, genişleme, yayılma ve imparatorluk fantezileri değildir. Açlık sınırının 20, yoksulluk sınırının 60 bin lira olduğu ve çalışan nüfusun yarısına yakınının asgari ücrete, yani 17 bin liraya mahkum edildiği, çocuklarına bir öğün gıda veremeyen, ne okulda ne istihdamda kategorisindeki milyonlarca gencine bir gelecek sunamayan, eğitim, sağlık ve hukuk sistemi çürümeye yüz tutmuş bir ülkenin toprak fethetme hayalleriyle şuradan şuraya gidebileceği bir yol yoktur.
İçeride çoklu bir kriz konjonktüründen geçen Türkiye, dışarıda da yeni maceralara, yeni felaketlere doğru sürüklenirken onu içinde bulunduğu hasta adam halinden çıkarabilecek tek güç halkın iradesidir ve eğer o irade yakın bir gelecekte ortaya çıkmazsa eskisinin yaşadıklarının bir benzerini yeni-Osmanlı, yani yeni hasta adam da kaçınılmaz olarak yaşayacaktır. /././
Suriye sadece Suriye mi?-Engin Solakoğlu-
HTŞ’nin arkasında kapı gibi emperyalizm var. Kaldı ki, bölgeden gelen haberlere bakılırsa saldırıda Fransa’nın verdiği SİHA ve İHA’lar Fransız ve Ukraynalı askeri uzmanların yardımıyla kullanılmış.
Filistin’de süren soykırım, Lübnan’da ateşkes derken Suriye’de ortalık birbirine girdi ve Halep düştü. Hama düştü veya düşecek. Bu konuyu gayet yakından ve bölgeyi tanıyarak izleyen Musa Özuğurlu, Hasan Sivri, Hediye Levent ve Fehim Taştekin gibi uzmanlara kıyasla çok daha sınırlı bilgimle çok ayrıntıya girme hatasına düşmeden olup bitene dair görüş ve gözlemlerimi paylaşacağım bu yazıda.
Arka plan
ABD ve Fransa’nın girişimleriyle Lübnan ile İsrail arasında ateşkes ilan edildiği gün İsrail’in soykırımcı Başbakanı Netanyahu bir açıklama yaptı. Ateşkesin amaçlarından birinin İsrail’in azalan cephanesini takviye etmek, yıpranan cinayet kuvvetlerini (ordu diyenler de var) dinlendirmek olduğunu söyledikten sonra, Suriye Devlet Başkanı Esat’ı açıktan tehdit etti. Özetle "sırada sen varsın" dedi. Bugüne dek İsrail’e tek kurşun sıkmayan “aslanların” Halep saldırısı bundan 48 saat sonra başladı.
Akepe Genel Başkanı Erdoğan ise son bir aydır Esat’ın müzakere için yeterli esnekliği göstermediğinden yakınıyordu. Esneklikten kast ettiği Suriye’nin işgal olgusunu kabullenerek masaya oturmasıydı. Saldırı bu içerikteki son konuşmadan birkaç gün sonra başladı.
Kim kimle savaşıyor?
Şu anda Suriye’nin kuzeyinden ortasına doğru yayılan savaşta taarruz halinde üç ana silahlı güçten söz edebiliriz. Birinci ve en belirleyici öbek HTŞ. Cihatçı terör örgütü. Benim öznel yakıştırmam değil. Sadece BM’nin değil, Türkiye’de devleti yönetenlerin hazırladıkları terör örgütü listesinde de yer alıyor. Ayrıntılara daha sonra gireceğim.
İkinci öbek Suriye Milli Ordusu (SMO) adını alan oluşum. Hangi kaynağa bakarsanız bakın bu kuruluşu incelediğinizde fonda Ankara havaları çalıyor.
Üçüncü öbek Suriye Demokratik Güçleri (SDG) etiketi taşıyor. Ağırlıkla PKK uzantısı YPG’den oluşmakla birlikte, sadece bundan ibaret değil.
Özetle elimizde üç tane kısaltma var. HTŞ, SMO, SDG. Voleybol terimi kullanacak olursak bunlar atanlar.
Karşılarındaki ana güç ise Suriye Ordusu (SO). Bunun yanında İran bağlantılı silahlı güçler mevcut. Bunları İran Devrim Muhafızları oldukları varsayımıyla İDM diye kısaltabiliriz. Rusya’nın bölgede ağırlıkla hava kuvvetleri ve hava savunma birlikleri var. Buna da RFO diyelim. Hizbullah ve Irak merkezli Kataib güçlerini (IKG) de buraya ekleyelim. Yine voleybol terminolojisiyle karşılayanların listesi de şöyle oluyor bu durumda. SO, İDM, RFO, Hizbullah ve IKG.
Kimleeeeer kimlerle beraber?
HTŞ cihatçı terör bayrağını El Kaide’den devralmış bir örgüt. İdlib yöresinin fiili hâkimi. HTŞ’nin hamileri kimler? Görünüşte hiçbir devletin desteğine sahip değil ama resmi kazıyınca arkasından başka görüntüler çıkıyor. HTŞ’nin beslediği yüz bine yakın silahlı militan kimi verilere göre dünyanın en az 39 değişik ülkesinden gelmişler. İdlib yıllardır adeta bir Cihatçı Terörist Fuarı. Bilmem kaç ülkenin standı var. Belli başlı bütün istihbarat örgütlerinin fuarda dolaşıp ihtiyaca göre eleman “kiraladıkları” bir sergi salonu. Rusya’da terör saldırısı mı yapılacak? Gidip anlaşıyorsun, patlatıp dönüyorlar ya da fiyat uygunsa patlatıp ölüyorlar. Halep’i düşüren saldırının birkaç yıl öncesine gittim. Herkese açık kaynaklardan baktım. En az son bir yıldır İsrail saldırganlığına kılıf ören ABD’li analistlerden tutun Fransız uzmanlara kadar geniş bir yelpazede HTŞ’nin aslında çok da “şey olmadığı” yazılıp çizilmeye başlanmış. Örneğin Washington Institute’dan A.Y. Zelin 2020 yılında HTŞ liderinin 2012 yılından beri nasıl “olumlu bir değişim” gösterdiğini yazmış. Meraklısı şu linkten okuyabilir. Bu köşede daha önce de değindiğim Middle East Institute direktörü C. Lister ise saldırının başından beri yaşadığı mutluluğu gizleyemiyor. En son Culani’nin “İslam’ın hoşgörü ve bağışlayıcılığı emrettiği” temalı basın açıklamasını paylaşmış. Gelin, bir de Okyanusun bize yakın tarafına bakalım.
Fransız Dışişleri Bakanlığı bütçesinden finanse edilen France24 isimli uluslararası bir TV kanalı var. Kanal benim bilebildiğim kadarıyla Fransızca, İngilizce ve Arapça dillerinde yayın yapıyor. Kanalın Ortadoğu konularındaki “uzmanı” Wassim Nasr’ı ben de uzun süredir takip ediyorum. Her üç dildeki yayınlara da çıkıyor. Nasr anımsadığım kadarıyla zamanında, gençken cihatçı çevrelerde bulunmuş. Sonra “tövbe” etmiş. Halep saldırısından 1,5 yıl önce İdlib’i ziyaret etmiş ve Culani’yle röportaj yapmış. Saldırı başlayınca o röportajı yeniden yayınladı. Fransızca bilenler şuradan okuyabilirler. Culani’yi ve HTŞ’yi öve öve bitiremiyor. Ciddi yönetim, temiz sokaklar, Hristiyanlara iyi muamele vs.. En çok vurguladığı husus da HTŞ’nin 2016 yılından beri “küresel cihat” hedefini terk etmiş olduğu. Bu yazıyı okuduktan sonra internetten veya televizyondan France24’ün herhangi bir dildeki kanalını açarsanız Nasr’ın aynı argümanları yinelediğini rahatlıkla görebilirsiniz.
Britanya sağcılığının medya kalelerinden birinin, The Telegraph gazetesinin Halep saldırısına ve HTŞ lideri Culani’ye dair haberinin başlığının çevirisiyle bitirelim: “Suriye’de hızla ilerleyen ılımlı cihatçı lider birliklerine çocukları korkutmamalarını söyledi”. Cihatçıymış ama işte çok değil, ılımlıymış, yerseniz!
Ayrıntı gibi gelebilir ama bu bilgiler bir şeye işaret ediyor. HTŞ’nin arkasında kapı gibi emperyalizm var. Kaldı ki, bölgeden gelen haberlere bakılırsa saldırıda Fransa’nın verdiği SİHA ve İHA’lar Fransız ve Ukraynalı (rastlantıya bak!) askeri uzmanların yardımıyla kullanılmış. Ayrıca en azından çatışmanın ilk 96 saatlik bölümünde HTŞ’nin oldukça modern silahlar kullandığı ve cephane sıkıntısı çekmediği de anlaşılıyor. Burada bir noktaya da açıklık getirelim HTŞ kimi kaba genellemelerde söylendiği gibi Akepe Türkiyesi ile emir-komuta ilişkisi içinde değil. İki taraf işbirliği yapıyor ama bunun sebebi aynı geniş çatının altında yer almaları. Bu arada HTŞ’nin içinde Suriyeliler de var ama sonuç olarak gayet kozmopolit bir cihatçı örgütle karşı karşıyayız. Halep bir yana örgütü herhangi bir kentin “öz evlatları” olarak tanımlamak belki maraz mezhepçilik, fetih şehveti ve gaz verme dürtüleriyle açıklanabilir.
“Saldırıda dahlimiz yok” diyen Ankara’nın elindeki koza gelelim. SMO. Suriye denkleminde kendi başına varlık göstermesi mümkün olmayan bu silahlı öbeğin saldırıda yer alması Akepe’den gelen resmî açıklamaları fena halde yalanlıyor. Türkiye sermayesinin “kaçındığı”, buna karşılık emekçilerin çatır çatır ödedikleri vergilerle finanse edilen bu yapı kendi kendine harekete geçtiyse isyan etmiş demektir ki, o zaman durum daha vahim.
Üçüncü öbeğin durumu ise çok karışık. SDG, YPG veya PKK, nasıl isimlendirirseniz isimlendirin. Şu an için kazanan tarafın en az kazananı olmak ile evdeki bulgurdan vazgeçmek arasında bir çizgide duruyor. SDG’nin Suriye ordusunun boşalttığı Halep’e doğru hareketlenmesi, havalimanını ele geçirmesi ve sonra da tek kurşun atmadan çekilmesi tıpkı Ankara gibi “haberimiz yoktu” müsameresi oynayan Washington’un iradesinden bağımsız yorumlanacak bir şey değil. SDG’nin güneye ve batıya doğru ilerleyip HTŞ ve daha da önemlisi SMO ile çatışma raddesine gelmesi emperyalizmin “aynılar aynı yere” politikası bakımından son derece sakıncalı.
Şimdi biraz da karşılayan tarafa bakalım. Suriye birliklerinin Halep’ten hızla çekilmesi, herkesin uzunca bir süredir bildiğinin yeni bir kanıtı oldu. İran ve Hizbullah’ın kara, Rusya’nın hava desteği olmadan Suriye ordusunun geniş bir coğrafyada ayakta kalabilme ihtimali yok. Kısıtlı kapasite ve kaynaklarla Şam, Humus ve çevresinin korunmasının hedeflendiği görülüyor. En azından yukarıda sözünü ettiğimiz “dış destek” devreye girene kadar.
Peki bu dış destek nerede? İran’ın Trump dönemini ve kendi iç dengelerini gözettiği, bu yüzden de tam anlamıyla angaje olmadığı izlenimi güçlü. İran’la birlikte hareket eden Kataib kuvvetlerinin ise Irak merkezi yönetiminin ihtiyatlı bir tutum alarak sınırı kapatması sebebiyle devreye giremedikleri ve bir süre daha giremeyecekleri anlaşılıyor. Hizbullah’ın geçerli bir mazereti var. İsrail’le son derece yıpratıcı bir savaş yaşadı ve önceliği Lübnan’daki konumunu korumaya veriyor. Ek olarak, İsrail’in Lübnan’dan Suriye’ye geçiş noktalarını düzenli olarak bombaladığını da akılda tutmak gerek. Geriye bir tane oyuncu kaldı. O da etkili smaçör ama oynarsa...
Rusya’nın tavrı, bu son gelişmelerin en büyük soru işareti. Tamam, Ukrayna savaşı yeni bir boyut aldı ve önümüzdeki aylarda kapsamlı gelişmelere gebe ama nasıl oldu da Putin Suriye ordusunun İdlib kapılarından Humus’a kadar gerilemesine göz yumabildi? Suriye’nin Rusya’nın Akdeniz ve Ortadoğu’daki varlığı bakımından taşıdığı önem ortada. Birinci olasılık yerel bir değerlendirme hatası olabilir. Putin’in Suriye’deki Rus askeri varlığının komuta kademesinde değişiklik yaptığı yönündeki haberler bunu doğruluyor gibi. Gel gör ki, bu açıklama pek yeterli görünmüyor. Ortada Suriye’nin boyutunu fazlasıyla aşan bir pazarlık bulunup bulunmadığını önümüzdeki günlerde görürüz. O seçenek gözden uzak tutulmamalı. Bir başka olasılık ise, hesaplanmış bir askeri tercih. Açalım. Bu son saldırıyla birlikte HTŞ askeri kapasitesinin sınırlarına gelmiş olabilir. Arazide genişleme, askeri anlamda seyrelme ile eşanlamlıdır. Anglosaksonların “over-stretching” dedikleri mesele. Şayet bir yerlerden HTŞ’ye askeri birlik takviyesi gelmez ise, bu olgu bir karşı saldırı için uygun koşullar yaratabilir. Suriye ordusu ve Rus askeri gücü, diğer unsurların da takviyesiyle cihatçı örgüte ağır bir darbe vurabilirler. Yalnız bu olasılık bağlamında ciddi bir risk de var. İsrail şu an için elde ettiği büyük avantajı kaybetmek, Suriye’deki yönetimi devirme fırsatını kaçırmak istemeyebilir. Nitekim İsrail kaynakları zaten işgal altındaki Golan tepelerini “emniyete almak için” Suriye içlerine bir kara harekâtı gerçekleştirmekten bahsetmeye başladılar bile.
Sonuç niyetine:
Atan ve karşılayan diye voleybol terimleri kullandık ya, oradan devam edelim. Atan takımın genişletilmiş kadrosu belli. Yukarıda sıraladığımız örgütlerin yanında İsrail, ABD, Fransa, İngiltere ve Akepe Türkiyesi. Karşılayan takımda ise Suriye, Rusya, İran, Lübnan Hizbullahı, Irak Kataib milisleri, hatta sömürgeci İsrail’e sığınağa girip çıkma talimi yaptırmaya devam eden Yemenli Husiler.
Türkiye de dahil halklar ise bu maçın seyircisi, yer yer taraftarı olma konumundalar. Seyirciliğin kaçınılmaz sonucudur taraftarlık. Oysa asıl ihtiyacımız o seyircinin taraftar değil taraf olması ve sahaya inip bu kanlı maçı oynanamaz hale getirmesidir.
Bunun için halkların kanını ucuz cephaneye dönüştüren emperyalist savaşlara karşı ses yükseltmenin, kirli hesaplara karşı barış için örgütlenmenin tam sırasıdır. Berkay Önoğlu’nun geçen günkü yazısında söylediği gibi bir fanusta saklanıp, etrafımızda bir ateş çemberi yaşanmıyormuş gibi yapmak kanlı ve kaçınılmaz sonucu değiştirmeyecektir.
Haydi, kendiniz ve çocuklarınızın geleceği için yararlı bir şey yapın ve vakit çok geç olmadan şu bağlantıya ve oradaki çağrı metnine bir göz atın.
/././
Halep Kalesi’nden sallanan ikiyüzlülük bayrakları: Cihatçılar, İsrail, Bahçeli -Refik Derviş-
Cihatçılar, İsrail ve Türkiye hükümeti, Suriye’de birbirinden beslenen adımlar atıyor. Halep Kalesi’nden sallandırılan bayraklar, yalnızca ikiyüzlülüğü anlatıyor.
El Kaide’den kopma, Türkiye’ye bağımlı İdlib’te yuvalanmış cihatçı çeteler, Halep’i ele geçirdi.
Kentin ele geçirilmesinin ardından en sembolik nokta, tarihi Halep Kalesi oldu. Sosyal medya, burada çekilen fotoğraf ve videolardan geçilmiyor.
Halep’i ele geçirenler, kaleden sallandırdıkları bayraklarla mesaj veriyor.
Dün Yeni Şafak ve iktidara yakın başka medya kanallarında yayımlanan bir fotoğrafta Halep kalesine büyük birer Filistin bayrağı ile cihatçı çetelerin kendi hedefledikleri Suriye için kullandıkları bayrak yan yana asıldı. Böylece bu çetelerin Filistin’e destek olduğu görüntüsü verilmeye çalışıldı.
Oysa uzun zamandır bu çetelerin İsrail’le yakın ilişkide oldukları biliniyor. Özellikle İsrail’in Lübnan ve buradaki Hizbullah’a yönelik saldırılarıyla İran’a dönük saldırıları sonrasında bu gruplar İsrail’e destek mesajları yayımlamış, Hizbullah lideri Nasrallah’ın öldürülmesi nedeniyle İsrail’e teşekkür etmişlerdi.
Son olarak dün Times of Israel gazetesinde yayımlanan bir haberde bir cihatçının, İsrail’in İran destekli güçlere yönelik saldırılarının, kendi elde ettikleri başarıda önemli rol oynadığını söylediği belirtildi.
İsrail’in Kan isimli televizyon kanalına konuşan cihatçılar İsrail’e tekrar teşekkür ederek “İsrail’i seviyoruz; biz hiç İsrail’in düşmanı olmadık. İsrail kendisine saldırmayan kimseye saldırmaz. Biz sizden nefret etmiyoruz. Sizi seviyoruz” dedi. Kan, bu cihatçıların kimliklerini, hangi gruba ait olduklarını açıklamadı.
Bundan kısa bir süre önce İsrailli Channel 12’ye konuşan bir başka cihatçı “Hizbullah’la imzalanan ateşkes anlaşmasına baktık ve saldırıya geçmenin tam zamanı olduğunu gördük” dedi. Aynı cihatçı, Şam’ı ele geçirdikten sonra kuracakları hükümetin İsrail’le barış içinde yaşayacağını belirtti.
Suriye hükümetine karşı mücadele eden bir başka politikacı olan Fahad el Masri ise aynı kanala verdiği demeçte “Suriye’de İran’ın desteklediği milislere karşı İsrail’in Humus, Şam ve Lübnan sınırındaki bazı hedeflere karşı saldırıya geçmesi gerekiyor” dedi.
İsrail medyasında yer verilen kişi ve görüşlerin, Suriye’deki hangi grubu ne derece temsil ettiğini tespit etmek zor. Ancak fiili durum, cihatçı gruplarla İsrail’in birbirinden beslenen adımlar attığını kanıtlıyor.
Birbirini tamamlayan adımları atan diğer aktörse, Türkiye hükümeti.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, bugün TBMM’de partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada Halep’le ilgili dikkat çeken ifadeler kullandı. Bahçeli, önce “resmi retoriği” tekrarladı: Suriye’nin Suriyelilere ait olduğu vurgusunu yaptı ve Beşar Esad’ın “aklını başına alması ve Türkiye ile diyalog kurması gerektiğini” söyledi.
Ardından, konuşmanın “yeni” kısmına geçti: “Halep deyince yüreği titremeyen bir vatan evladına rastlayamazsınız. Halep iliklerine kadar Türk ve Müslümandır. Bunu sadece biz söylemiyoruz, coğrafya söylüyor, hakikat söylüyor, ecdad söylüyor, Halep kalesine çekilen Türk bayrağı söylüyor. İstanbul’un Kapalıçarşı’sı neyse Halep’in Kapalıçarşısı odur.”
Böylece MHP lideri ve hükümet ortağı, Halep’i ele geçiren HTŞ’yle hükümetin kendisini “aynı cephede” gördüğünü itiraf etmiş oldu. Türkiye’nin “terör örgütü” olarak tanıdığı HTŞ, Bahçeli’nin nezdinde “Halep’e Türk bayrağı dikilmesine” vesile olan örgüt.
Bahçeli, “Parçalara ayrılmış Suriye fotoğrafında Halep’i yüzüstü bırakmak, yaban ve yabancı ellere teslim etmek hayal mahsulu bir ihtimaldir” diyerek asıl amacın Türkiye’nin Halep’i Suriye’den koparması olduğunu ortaya koymuş oldu.
Halep kalesine Filistin bayrağı asılmış durumdayken Suriyeli Türkmenler olduğu bildirilen bir grup kale önünde bozkurt işareti yaparak Halep’teki Türkmen varlığının yeniden güçlendirileceğini iddia etti.
Türkmen gruplarla MHP arasında yakın ilişki olduğu biliniyor. Nitekim Suriye hükümetine karşı savaşan Suriye Milli Ordusu’nun bileşenleri arasında yer alan Suriyeli Türkmenlerden oluşan bir heyet, birkaç ay önce Devlet Bahçeli’yi makamında ziyaret etmişti.
/././
Devleti hangi yapı ele geçirdi? İzmir'de 99 okul, AKP İl Başkanı'nın camisine bağlanıyor -Burcu Günüşen-
İzmir Bornova’da ÇEDES dayatması yeniden gündemde. 99 okula din görevlisi atandı. Görevlilerin tamamı AKP İzmir İl Başkanı, MÜSİAD patronu Bilal Saygılı’nın kendi adına yaptırdığı camiden seçildi.
Milli Eğitim Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı ile Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın imzaladığı protokol kapsamında Türkiye genelinde eğitimde gericileşme adımlarından biri olarak uygulanan ÇEDES (Çevreme Duyarlıyım Değerlerime Sahip Çıkıyorum) projesinde ısrar sürüyor.
İzmir’in Bornova ilçesinde bu kapsamda okullara imam ve din görevlileri görevlendirmesi yapıldı. İlçede geçen yıl da proje kapsamında okullara din görevlileri belirlenmişti ancak tepkiler üzerine uygulamaya geçilmemişti. Bu kez ilçede AKP İzmir İl Başkanı Bilal Saygılı’nın adını taşıyan caminin ÇEDES projesinin dayatılması için “karargah” olarak seçildiği belirtiliyor.
Bugün Bornova İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nce okullara gönderilen yazıda ÇEDES projesinin uygulanması istendi ve ilçedeki 99 okula görevlendirilen din görevlilerinin listesi iletildi.
İlçe milli eğitim müdürlüğünün okullara gönderdiği listede Bornova genelinde anaokulu, ilkokul, ortaokul ve liseler olmak üzere toplam 99 okula Bilal Saygılı Camii’nden imam hatip, vaiz, müezzin kayyım ve kuran kursu öğreticisi adları altında din görevlileri görevlendirildiği görüldü.
MÜSİAD patronu, AKP İl Başkanı Bilal Saygılı'nın adını taşıyan camide ÇEDES için odalar hazırlanmış
Eğitim-İş 2 Nolu Şube Başkanı Yılmaz Dalgalı ilçedeki okullara din görevlilerinin ÇEDES kapsamında görevlendirilmesi hakkında “Geçen sene de bu görevlendirmeler yapılmıştı ama tepkiler üzerine geri çekilmişti. Normalde bunu sene başında yıllık plana göre yapmaları gerekiyor” dedi.
99 görevlendirme yapıldı ancak camide yalnızca bir imam var
99 görevlendirmenin tümünün Bilal Saygılı Camii’nden yapıldığına dikkat çeken Dalgalı caminin internet sitesinde yer alan bilgilerde camide yalnızca bir imamın görevli olduğunun görüldüğünü dile getirdi.
İlçede ÇEDES projesinin dayatılması için bu caminin “ana karargah” olarak seçildiğini dile getiren Dalgalı “Camide odalar hazırlanmış. Özellikle bir camiden görevlendirmelerin yapılmasının sebebi öğrencilerin tamamının oraya getirilip hafta içi belli saatler veya haftasonu orada ders yapılması… Hazırlamışlar orayı. Artık herhalde orada ‘çevre ve değerler eğitimi’ diye medrese eğitimi verecekler” dedi.
ÇEDES uygulamasına karşı olduklarını dile getiren Dalgalı, din ve değerler eğitimini de okullarda pedagojik formasyona sahip din kültürü öğretmenlerinin vermesi gerektiğini söyledi.
Dalgalı “Bu dersleri verecek kişileri biz tanıyor muyuz? Hiçbirini tanımıyoruz. Nasıl güvenecek bu veliler? Bu öğretmenlere de hakarettir. Biz Eğitim-İş olarak mücadelemizi vereceğiz. Velileri de bu konuda aydınlatacağız” dedi.
Eğitim-İş Bornova Temsilciliği Başkanı Ebru Yıldız da din görevlilerinin okul içinde ders saatleri içinde herhangi bir etkinlik yapmasının yönetmeliğe göre de mümkün olmadığını dile getirdi ve böyle bir dayatmaya tepki göstereceklerini belirtti. ÇEDES Protokolü kapsamında yapılacak etkinlikler için veli onayı ile öğrencinin ilgi ve isteğiyle tercihinin olması gerektiğinin altını çizen Yıldız projenin dayatıldığına dikkat çekti.
'İlçe milli eğitim ÇEDES'i dayatıyor'
Yıldız “İlçe Milli Eğitim diğer sosyal kulüplerle ilgili hiçbir rapor almazken, diğer kulüp ve etkinliklerle ilgili böyle bir değerlendirme istenmezken ÇEDES protokolünün dayatıldığı değerler kulübü ile ilgili ilçe WhatsApp grupları kuruluyor, ilçe ve il toplantıları yapılıyor, aylık faaliyet raporları isteniyor. Bu proje aslında dayatılıyor" dedi.
Projenin yasal mevzuat çerçevesinde ders saatleri dışında isteyen öğrencilerle, veli izni ve onayı gözetilerek ancak uygulanabileceğini kaydeden Yıldız "Ama sınıf ortamına, öğrencilere zorla bu projenin dayatılmasına tabii ki karşı çıkıyoruz. Laik eğitimi savunduğumuz için din eğitiminin kişinin tercihine bırakılmasını savunuyoruz” ifadelerini kullandı.
Yıldız “ÇEDES Projesi ile dini eğitimi ön planda tutmaya çalışan ilçe milli eğitim müdürlüğü, okullarda özel eğitim öğrencileri için açılması zorunlu olan destek eğitim odasının aylarca açılış işlemlerini aksatmış, tüm diğer ilçelerdeki özel eğitim öğrencileri bu eğitimden yararlanarak ortak sınava girmiş olmasına rağmen bu eğitim Bornova’da en erken ara tatilden sonra başlayabilmiştir. Bu da sendikamızın İl Milli Eğitim'e resmi başvurusu sonrasında olmuştur. Yine aynı zamanda, okullarda çalışan Toplum Yararına Çalışma Projesi ve İşgücü Uyum Programı kapsamında çalışan temizlik görevlilerinin aylarca maaş ödemesi yapılamamış olmasına, gereken sorumluluğu duyarlılığı gösteremeyen ilçe milli eğitim ÇEDES projesi söz konusu olunca tüm okullara çok hızlı bir şekilde din görevlisi görevlendirilmek için gayret göstermiştir” dedi.
/././
Gazipaşa kıyıları betona teslim edilmesin!-Yusuf Yavuz-
Hazineye ait korunan vasıflı sahilde Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Rizeli Ekşi ailesine ait AHES GYO şirketi tarafından toplam 2100 yatak kapasiteli 3 ayrı otel ile 12 villa inşa edilmek isteniyor.
Selinus sahilinin ardından Koru sahilinin de 5 yıldızlı otellere açılmasına tepki gösteren Gazipaşa Hepimizin Platformu üyeleri, yaptıkları basın açıklamasında, sadece Antalya’daki 5 yıldızlı otel sayısının İspanya’dan daha fazla olduğuna vurgu yapılarak, “Bizler turizme ve turizm yatırımcısına karşı değiliz. Ama turizm bir ilçeye, topraklarını, tarım alanlarını, halkın önceliği olan kıyılardan yararlanma hakkını, diğer canlıları ve yaşam alanlarını yok ederek gelemez, gelmemeli. Bizler, halkımıza da faydası olmayacak, her şey dâhil sistemle çalışacak, sadece kıyılarımızı vahşice gasp edecek, aşırı betonlaşmaya yol açacak, sadece deniz odaklı büyük kitle turizmi istemiyoruz” denildi.
Gazipaşa Koru Sahili Ekşi ailesine tahsis edildi
Antalya’nın Gazipaşa ilçesindeki kısıtlı sahil alanlarının 5 yıldızlı otel projelerine açılması bölgede endişe yaratıyor. Kitle turizmini istihdam kaynağı olarak görenlerin yanında, ilçenin betondan korunabilmiş kıyı alanlarına zararlar vereceğini düşünenler de var. Selinus sahilinde yapılması planlanan 2508 yatak kapasiteli ilk 5 yıldızlı otel projesi için geçtiğimiz yıl ÇED süreci başlatılmış, ancak başvuru dosyasındaki eksiklikler nedeniyle Ocak 2024’te ÇED süreci durdurulmuştu.
Bu gelişmenin ardından bu kez de Selinus antik kentinin doğusunda yer alan Koru Sahilindeki Hazine arazisinin Rizeli Ekşi ailesine ait AHES GYO’ya tahsis edildiği ortaya çıktı. Kültür ve Turizm Bakanlığı, sahildeki hazineye ait 3 büyük parselin üst kullanım hakkını turizm amaçlı yatırım yapılması amacıyla AHES GYO'ya verdi. Haziran 2024'te de söz konusu arazi için ön izin verildiği belirtildi. Hazineye ait tahsisli arazi, Koru Mahallesi sınırlarında yer alan 1471/1, 1472/1, 1473/1 parsellerden oluşuyor. İmar çalışmasından sonra 5 yıldızlı otel inşa etmek için 54,5 bin m2'lik özel bir parsel oluşturulacak. Şirket burada toplam 2100 yatak kapasiteli 5 yıldızlı otel ile her biri 200 m2'den oluşan 12 ayrı villa yapmayı planlıyor.
Selinus sahilindeki Hazine arazine yapılmak istenen projenin görseli.Tahsis edilen sahilde eylem: 'Fidanlık kamunun, hepimizin arazisi'
Gazipaşa sahilini betonlaştıracak projelere karşı ilçede tepkiler de yükseliyor. Gazipaşa Hepimizin Platformu üyeleri, önceki gün Koru sahilinde basın açıklaması yaptı.
Platform adına açıklama yapan önceki dönem Gazipaşa Belediyesi ve Antalya Büyükşehir Belediyesi Meclis Üyesi Yüksek Mimar Esin Bilgiç, “Bir kez daha yetkili makamlarda oturan kişilere seslenmek istiyoruz” diyerek şunları söyledi:
“Kahyalar, Selinus ve Koru’yu kapsayan tüm kıyılarımızda uygulanmaya çalışılan bu yanlış planlamanın bir sonucu olarak, şimdi de Fidanlık arazimizin Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından 49 yıllığına Rizeli bir inşaat firmasına tahsis edildiğini ve bu tahsis sonucunda fidanlık arazimize devasa 3 adet otel ve villa grubu çalışmaları yapıldığını öğrendik. Belirtmek istiyoruz ki Fidanlık bir hazine arazisidir. Yani kamunun, halkın, hepimizin arazisi. Sömürü ve vurguna karşı ödünsüz korunması gereken Cumhuriyetimizin birikimlerinden. Cumhuriyetimiz ilk dönemlerinde, en değerli yerlerde, kamuya ait araziler bırakmış, fidanlıklar kurmuş. Burada yetiştirilen fidanlar bir zamanlar halkla, bahçelerle buluşmuş. Bir yandan da halkın ortak kullanım alanı, buluşma noktası olmuş, kültür aktarımı sağlamış. Fidanlık gibi kamusal arazilerin, hem de 49 yıllığına, adeta elden çıkarılırcasına özel şirketlere verilmemesi, tam aksine halkın kullanımına açık ve içinde yer aldığı doğaya uygun olarak değerlendirilmesi gerekir.”
Otellere açılan sahil korunan alan niteliğinde
Yaklaşık 2 kilometrelik uzunluğa sahip Koru sahilindeki Fidanlık arazisinin 301 dekarlık bir alanı kapsadığını dile getiren Bilgiç, “Bu kıyının bir ucu, oluşumu binlerce yıla dayanan, ilçemize gelen konuklarımızın öncelikli görmek istediği yerlerden birisi, Doğal havuzlar bölgesi. Bir ucu da 1. Derece arkeolojik sit alanı olan, yüzlerce yıl öncesinin Selinus antik kenti ve kalesi. Tüm kıyı Nitelikli Doğal Koruma Alanı. Eski tanımıyla 2. Derece doğal sit alanı. Arkada bulunan ova da hala en güzel tarımın yapıldığı, imar durumunda ‘tarım alanı yapılaşma koşullarını koruyan’, yani betondan korunabilmiş bir alan. Hem kıyı bölgesi, hem arkasındaki geniş ova tümüyle korunan alanlar” ifadelerini kullandı.
Antalya'nın betondan korunmuş yegane kıyıları
Sualtı Araştırmaları Derneği (SAD) çalışmalarına göre Gazipaşa’nın, Akdeniz Bölgesi kıyı hattı boyunca betonlaşmadan nasibini almamış Antalya’nın yegâne ilçesi olduğuna dikkat çekildiğini belirten Bilgiç, "Gazipaşa’nın kendine özgü kumsal kıyı alanı ve civarı, tüm doğal yapısı ve biyolojik çeşitliliği ile eşsiz bir Önemli Doğa Alanı (ÖDA Gazipaşa) içindedir. Gazipaşa kıyıları İribaş deniz kaplumbağası (Caretta caretta), Yumuşak sırtlı Nil kaplumbağası (Trionyx triunguis), Akdeniz foku (Monachus monachus), Tepeli karabatak (Gulosus aristotelis) ve Büyük gümüş martı (Larus michahellis) başta olmak üzere birçok deniz ve kıyı kuşları, Su samurlarının (Lutra lutra), kum zambağı, kadim çançiçeği ve kum deligözü gibi bitkilerin birinci derecede yaşam alanlarıdır” bilgilerini aktardı.
'Beton anlayışı ile hem doğa hem de ilçe halkı kaybedecek'
Gazipaşa kıyılarının turizm ideolojisine ve büyük çaplı otel inşaatlarına yenik düşmemesi gerektiğini vurgulayan Bilgiç, bölgenin Önemli Doğa Alanı niteliğine de dikkat çektiği açıklamasında şunları dile getirdi:
“Atılacak her adımda, uygulanacak her projelendirmede, her açıdan özel konumda olan Fidanlık arazimizi ve bölgeyi korumak, geleceğe doğru planlamalarla, gelişirken aynı zamanda, korunan bir ilçe bırakmak yerine, şimdi yapılmak istenen, hem doğanın, hem ilçe halkının kaybedeceği, sadece kıyı odaklı, dev kütleli beton oteller anlayışıdır. Bu anlayışın bir sonucu olan Fidanlık arazimizin tahsis sürecine bakalım şimdi de: Kültür ve Turizm Bakanlığı bir süre önce Resmi Gazete’de yayımlanan tebliğle, başta kıyı bölgeleri olmak üzere onlarca parsel hazine ve orman arazisini turizm yatırımlarına tahsis etmek üzere ilana çıkmıştı. Gazipaşa’daki hazineye ait Fidanlık arazisi de bu parseller arasındaydı ve 49 yıllığına 4 veya 5 yıldızlı otellere tahsis edilmeye çalışılıyordu.
'Bakanlık çelişki içinde'
Bu ilanda Bakanlık, kamuya ait fidanlıkta 3 özel parsel oluşturuyor, ilçe merkezine kuş uçumu mesafelerini koyarak, sadece kıyı ve deniz odaklı, büyük oteller yapılmak üzere hazine arazisini tahsise çıkıyordu. Oysa Kültür ve Turizm Bakanlığı bizzat kendi yayımlarında, Ege ve Akdeniz kıyılarında sadece deniz odaklı otellerde aşırı yığılma olduğu bilgisini ortaya koyuyor, kırsal turizm, köy turizmi, eko turizm gibi çeşitli yaklaşımları öngörüyor, parsel bazlı planlama sona erdirilmeli, bütüncül bir bakış açısı olmalı, yerleşim yerlerinin tarihi, kültürü ön plana çıkarılmalı diyordu. Kültür ve Turizm Bakanlığına, Gazipaşa’nın tüm kıyılarını yok edecek bu büyük çelişkisini bir kez daha buradan hatırlatıyoruz.
Yerel yöneticilere 'sessizlik' eleştirisi
Bu tahsiste çok önemli bir konu daha var. Fidanlık üzerinde oluşturulan 3 parsel de 50.000 m2’nin üzerinde. 2019 tarihli son planlara göre, bu parsellerde yüzde 80 inşaat oranı kullanılabiliyor. Ancak bakanlık, bu hazine arazisini tahsise, yüzde 40 inşaat oranından çıkarıyor. Tahsisi yüzde 40 ile alıyorsunuz, inşaatı yüzde 80 ile yapıyorsunuz. Bu durumda yatak kapasitesi de, inşaat kütlesi de iki katına çıkmaz mı? Kamuya ait, Gazipaşa Halkı için paha biçilmez değerdeki bu arazi, bu yanıltıcı bilgilerle kamunun elinden çıkarılmaya çalışılmaktadır. Elden çıkarırken de yatırımcıya ve yandaşlarına çok büyük bir rant yaratılmaktadır. Tüm bunlar olurken yerel yöneticilerin hiç sesi çıkmamaktadır.”
'Koru sahilinde kişiye özel imar uygulaması yapılıyor'
Kentler için kamu arazilerinin çok önemli olduğunu dile getiren Bilgiç, “İlçemizin tümünü kapsayan imar planında, sosyal, kültürel, sağlık gibi ortak kullanım alanları zaten çok çok yetersiz, hatta sembolik değerlerde bile değildir. Bu ilçemiz için hazırlanan bilimsel raporlarda da açıklanmıştır. Örneğin ilçemizde yer olmadığı için fen lisesi bir ilkokulun bahçesine, Devlet hastanesi dik bir tepenin yamacına yapılmak durumunda kalınmıştır. Hal böyle iken, özel şirketlerin kazancı uğruna, eldeki kamu alanlarını da çıkarmak akıl işi değildir. Aynı zamanda, bu hazine arazisi dağ köylerimiz de dâhil olmak üzere, 50 bin nüfuslu bir ilçenin önünde, kumsal kıyılarda kamuya ait tek nefes alma noktasıdır. Bu durum tüm yapılaşmadan sonra daha iyi anlaşılacaktır. Eğer tüm oteller yapıldıktan sonra halkımız bu tahsisi öğrenseydi, tepkisi çok daha büyük olacaktı. Aynen Serik, Manavgat kıyılarında bir süre önce olduğu gibi. Bu durumu öngörmek yerel yöneticilerimizin görevidir. Ancak onlar bir yandan Fidanlığın tahsisi konusunda sessizliklerini korurlarken, bir yandan da hazineye ait Fidanlık arazisinde bu devasa otellerin bir an önce başlayabilmesi için 18 uygulaması yapıyorlar. Gazipaşa Belediyesi şu anda, Antalya Büyükşehir Belediyesinin de onayladığı 18 uygulamasıyla, Koru kıyı bandında, diğer parselleri kapsamadan, sadece Fidanlık parselinin 18 uygulamasını yapmaktadır” dedi.
Koru Sahilinin 5 yıldızlı otellere açılmasına karşı ilçede basın açıklaması yapıldı.'Kıyıları ve halkı değil, yatırımcıları koruyan plan'
Açıklamasında Gazipaşa sahillerindeki planlama sürecine de değinen Bilgiç, “Adı ‘Koruma Amaçlı’ olan kıyı planları, 2019 yılında sadece yatırımcıyı koruyacak şekilde evrilmiş, halkın günübirlik alanlarına 2019’da bu revizyonla oteller el koymuştur. Önceki plan notlarında, günübirlik alan tanımı ‘Toplumun yararlanmasına açık olmak kaydıyla’ diye başlarken, 2019’daki plan notlarında bu kaldırılmış, ‘konaklama tesisinin devamı, tesisin tamamlayıcı niteliğinde’ olduğu yazılmıştır. Yani sıra sıra bütün oteller, halkın kullanım alanı olması gereken günübirlik alanlara havuzlarını, barlarını yapabilecekler, günübirlik alanlarımızı otellerinin ön bahçesi olarak kullanabileceklerdir. Bunu, ilk otelin ÇED raporunda, vaziyet planına yansımış şekilde, bütün açıklığı ile gördük. Hem de günübirlikte kullanamadıkları emsal oranlarını, otel alanlarında kullanabilecekleri şekilde. Bu durumda otel alanlarının inşaat oranı aslında yüzde 80’den de çok daha fazla oluyor. Ama dedik ya, kıyılarımızı ve Gazipaşa halkını değil de sadece yatırımcıları koruma planı bu” ifadelerini kullandı.
'Hazırlanan planla küçük arazi sahipleri turizmden dışlandı'
Gazipaşa kıyılarının Manavgat, Kundu ve Belek kıyıları gibi geniş alanlara sahip olmadığını vurgulayan Bilgiç, sahille ilgili yapılan planlarda yapı büyüklüklerine kısıtlama getirilmediğini belirterek, “Oluşturulan dev parsellere tek kütleli dev oteller yapılabilecektir. Oysa deniz havasının arkadaki tarım alanlarına ulaşabilmesi de düşünülüp, tek yapı değil de parçalı yapılaşma koşulları sağlanmalıydı. Yine minimum parsel büyüklüğünün 5 dönüm olması, daha küçük arazi sahiplerini yerlerini satmaya zorunlu kılmaktadır. 5 dönüm şartı ilçemizin durumuyla asla örtüşmemektedir. Oysa turizm sadece beş yıldızlı, her şey dâhil sistemle çalışan otel anlayışından ibaret değildir. Nasıl ki Kaş’ta 1 dönümün bile altındaki parsellerde, doğa ile sokak ile iç içe küçük butik oteller, yerel halkı kalkındırıyorsa, bir aile bu otellerden geçimini sağlayabiliyorsa, benzer durum bizim kıyılarımızda da olabilir. O zaman yerel halk küçük, kendi otellerinin sahibi olur, gerçek yer sahipleri yerlerini satıp bu dev otellerin hizmet sektöründe çalışmak zorunda kalmazlar” dedi.
'Turizme değil, kıyıları gasp eden kitle turizmine karşıyız'
Otel projelerinin ilçedeki tarımı da olumsuz etkileyeceğini dile getiren Bilgiç, Fidanlık arazisinin otellerin değil, halkın kullanımında kalmasını ve 2019 yılında yapılan yanlış planlamadan vazgeçilmesini istediklerini söyledi. Kıyı Kanunu’nda yer verilen ‘Kıyılardan yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir’ hükmünün de uygulanmasını istediklerini belirten Bilgiç, “Sadece Antalya’da bulunan 5 yıldızlı otel sayısının, İspanya’dan fazla olmasına rağmen, turizm gelirimizin İspanya’nın yarısına bile ulaşamaması bizim kıyılarımıza da uygulanmak istenen bu turizm stratejisinin ne kadar hatalı olduğunun bir kanıtıdır. Bizler turizme ve turizm yatırımcısına karşı değiliz. Ama turizm bir ilçeye, topraklarını, tarım alanlarını, halkın önceliği olan kıyılardan yararlanma hakkını, diğer canlıları ve yaşam alanlarını yok ederek gelemez, gelmemeli. Bizler, halkımıza da faydası olmayacak, her şey dâhil sistemle çalışacak, sadece kıyılarımızı vahşice gasp edecek, aşırı betonlaşmaya yol açacak, sadece deniz odaklı büyük kitle turizmi istemiyoruz” dedi.
/././
İzmir Körfezi nasıl kurtulur?-Mehmet Arguvanlı-
Sınıflı toplumların tarih sahnesine çıktığı günden bugüne, emeğin sömürülmesini, doğanın talan edilmesini sona erdirecek bir siyasal özneye duyulan ihtiyaç hiç bu kadar büyük ve acil olmadı.Çevre Kanunu’nun yürürlüğe girmesinin üzerinden 41 yıl, Su Kirliliği Kontrolü Yönetmeliği’nin yürürlüğe girmesinin üzerinden 35 yıl ve adı ve yapısı sürekli olarak değişen Çevre Bakanlığı’nın kurulması üzerinden 33 yıl geçmiş olması ve bu süre içerisinde çevre mevzuatının toplamda bin sayfayı aşan bir büyüklüğe ulaşmasına rağmen, 2024 yılı Ağustos ayı sonundan itibaren bir buçuk ayı aşkın bir süre boyunca İzmir Körfezi’nde görülen ve şimdilik yüz binlerce balık, midye, kum midyesi (akivades) ve farklı türde deniz canlılarının ölümü ile sonuçlanan süreç, ülkemizde çevre yönetim politikalarının iflasını gösteren son ve büyük bir gösterge oldu.
Esasında, ülkemizdeki çevre yönetimi politikalarının yanlışlığına ve yetersizliğine çok sayıda örnek göstermek mümkün:
- 2021 yılında Marmara Denizi’nde görülen ve bu yıl sonbaharda yeniden ortaya çıkmaya başlayan müsilaj,
- Yine bu yıl Mersin Körfezi’nde ilk belirtileri gözlenen müsilaj,
- Ülkemizdeki göllerin yarısının son 30 yılda küçülüp, 9 gölün tamamen kuruması, şehirlerimizde hava kalitesinin bozulmasına bağlı olarak her yıl 30 bin yurttaşımızın yaşamını yitirmesi,
- Dicle’den Gediz’e, Kızılırmak’tan Ceyhan’a, birçok akarsu ve göllerimizde özellikle yaz mevsiminde görülen balık ölümleri,
- 1999 yılında İstanbul İkitelli’de hurdacıya satılan radyoaktif atıklar nedeniyle bir yurttaşın hayatını kaybetmesi, 13 aile bireyinin sağlığını yitirmesi ve bu olaya bağlı olarak Türkiye’nin “dünyanın en önemli 20 radyoaktif kazası listesi”ne girmesi,
- 2007 yılında İzmir Gaziemir’de hurda kurşun işleyen bir fabrika sahasına gömülmüş radyoaktif atıkların varlığının 2012 yılında basın tarafından kamuoyuna duyurulması üzerinden 12 yıl geçmesine rağmen, bu atıkların aynı alanda ve hiçbir önlem alınmadan tutulması,
- 1993 yılında meydana gelen ve 39 yurttaşımızın yaşamını kaybettiği Ümraniye Çöplüğü’ndeki metan gazı patlaması,
- Son yıllarda giderek artan sayıda plastik atık geri kazanım tesisi yangınları.
Yukarıda sadece çok küçük bir bölümü ifade edilen örnekler dahi, ülkemizde insan yaşamı ve sağlığı ile diğer canlıların ve doğal varlıkların korunmasını, geliştirilmesini esas alan bir çevre yönetim anlayışının hayata geçirilmediğinin kanıtları.
2023 yılı başından itibaren yoğunlaşan alg patlamalarına ilave olarak bu yılın Ağustos ayının son günlerinden itibaren bir ayı aşkın süre ile balık ölümleri görülen İzmir Körfezi’nin fiziksel yapısı ve kirlilik kaynakları ile ekolojik değerlerinin korunması için izlenmesi gereken politikaları, hayata geçirilmesi gereken planlama ve yatırım öncelikleri ile kurumsal yapılanma ihtiyaçlarını irdelemekte yarar var.
1513 Piri Reis Haritası'nda İzmir.İzmir Körfezi’nin fiziksel yapısı
Büyüklüğüne ilişkin olarak farklı kaynaklarda farklı değerler ifade edilmekle birlikte 960,4 km2 yüzey alanı, 11,5 milyar m3 hacmi ile ülkemizin en önemli körfezlerinden birisi olan İzmir Körfezi, genellikle üç bölgeye ayrılarak incelenir.
İç Körfez 0,6 milyar m3 hacime sahipken, Orta Körfez 1,6 milyar m3 ve Dış Körfez ise 9,3 milyar m3 hacime sahiptir. İç Körfez’in ortalama derinliğinin 10 m.den daha az, Orta Körfez’in ortalama derinliğinin 27,6 m olduğu, ve genellikle 3 bölge olarak incelenen Dış Körfe’de ise derinliklerin 70 metreye kadar ulaştığı ifade edilir. İç Körfez su hacimi Orta ve Dış Körfez’e göre daha küçük olmakla birlikte, su yenilenme süresi İç Körfez’de üç aya yakın bir süreye ulaşır. Bu durum, İç Körfez’e ulaşan ya da verilen bir kirlilik parametresinin uzun sürede burada kaldığının veya kalacağının da bir göstergesi.
Erdem Sayın tarafından yazılan Physical Features of İzmir Bay başlıklı makalede İzmir Körfezi hidrografisini belirleyen başlıca faktörlerin; İç Körfez’e olan insan kaynaklı deşarjlar, deniz ile atmosfer arasındaki etkileşim, Ege Denizi ile Körfez arasındaki su değişimi, Körfez tabanının değişken topoğrafyası, Ege Denizi’ndeki büyük ölçekli su hareketlerinin yol açtığı deniz seviyesi değişimleri, hakim rüzgarların yol açtığı akıntılar ve kış dönemi ısı transferleri olduğu belirtilerken, İzmir Körfezi’nin 5 değişken su kütlesinden oluştuğu ifade edilir. Bu su kütleleri, insan kaynaklı kirliliğe sahip İç Körfez su kütlesi, Gediz Nehri ve Ege Denizi etkisi altındaki Dış Körfez su kütlesi (Dış Körfez 3), Gülbahçe Körfezi’ndeki düşey yönlü su akıntıları (Dış Körfez 2), Tuzla yakınlarındaki su kütlesi (Dış Körfez 1), Foça civarındaki Ege Denizi suyu, olarak tanımlanır.
Ağustos ayı sonundan itibaren bir buçuk ayı aşkın bir süre İzmir Körfezi’nde görülen kirlilik, hem çevreye kötü koku yayılmasına sebep oldu hem de farklı türde deniz canlılarının ölümü ile sonuçlandı.İzmir Körfezi’ndeki kirletici kaynaklar
Dış Körfez’e kirlilik taşıyan en önemli etken, Gediz Nehri’dir. Kütahya, Uşak, Manisa illerinden geçip, İzmir Menemen Ovası’nı kat ederek Dış Körfez’e dökülen Gediz Nehri, 17.220 km2 havzaya sahip olup, Manisa yüzde 64’lük bir payla Gediz Havzası’nda en büyük alana sahip ildir. Manisa’yı, yüzde 13 ile Uşak, yüzde 11 ile İzmir ve yüzde 9 ile Kütahya, yüzde 2 ile Denizli ve yüzde 1 ile Balıkesir izlemektedir.
Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından hazırlanmış 2018 tarihli Gediz Nehir Havzası Yönetim Planı’nda, Gediz Havzası’ndaki 96 yüzeysel su kütlesinden 66 adetinde ölçüm yapılmamış olduğu, ölçüm yapılan 30 su kütlesinden 14 su kütlesinin kötü, 7 su kütlesinin zayıf ve 9 su kütlesinin orta kaliteye sahip olduğu belirtilirken, ölçümü yapılan 30 su kütlesi içinde yüksek veya iyi kalitede olduğu tespit edilen yüzeysel su kütlesi bulunmaması dikkate değer bir bulgudur. DSİ tarafından yapılan bir sınıflandırmada da Gediz Nehri, su kalitesi açısından Çok Kirletilmiş Su (4.sınıf) olarak tanımlanmıştır.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından 2015 yılında hazırlanan Gediz Havzası Kirlilik Önleme Eylem Planı verilerine göre, 1,8 milyon civarında kişinin yaşadığı ve 8 OSB, 2 deri S.S., 1 halıcılık S.S ile 1 adet serbest bölgenin yer aldığı Gediz Havzası’nda evsel, endüstriyel ve tarımsal faaliyetler sonucu Gediz Nehri’ne verilen ve İzmir Körfezi’ne ulaşan kirlilik yükleri, Kimyasal Oksijen İhtiyacı (KOİ): 39.359 T/yıl, Toplam Azot (TN):10.505 T/yıl ve Toplam Fosfor (TP): 1.182T/yıl olup, Gediz Nehri’nin su kalitesinin 2. sınıf su kalitesine gelebilmesi için KOİ kirliliğinin yüzde 61, TN ve TP kirliliklerinin ise yüzde 96 oranında azaltılması gerekmektedir.
Gediz Nehri’nin İzmir Dış Körfez’e taşıdığı yıllık askıda katı madde miktarı ise, Ayşe Süzal ve Nihayet Bizsel tarafından yazılmış olan Gediz Nehri Su Kalitesi: AKM Taşınımı, 2008 başlıklı makalede verilen bilgilere göre, Gediz Nehri’nde yüksek debilerin ölçüldüğü 2005 yılı kış aylarında Askıda Katı Madde (AKM) taşınımı 3708,9 T/gün, debilerin düştüğü 2005 yılı yaz aylarında ise 15,09 T/gün olarak hesaplanmıştır. Gediz Nehri’nin Dış Körfez’e taşıdığı kirlilik yükü, 604.800 m3/gün kapasiteli Çiğli Atıksu Arıtma Tesisi’nin (Çiğli AAT) Orta Körfez’e deşarj ettiği arıtılmış suyun oluşturduğu kirlilik yükünden daha büyüktür.
Dış Körfez su kalitesi üzerinde Gediz Nehri’nin belirgin bir etkisi görülürken, akıntı yönleri ve Orta Körfez’in sığ yapısının yol açtığı sınırlı akıntılar nedeniyle, Orta Körfez ve dolayısıyla İç Körfez’e Gediz Nehri’nin etkisi sınırlıdır.
1886 yılından önce Karşıyaka-Çiğli sahillerinden denize dökülen Gediz Nehri’nin on binlerce yıl boyunca taşıdığı sedimentler nedeni ile Orta Körfez’in doğu sahilleri oldukça sığlaşmıştır. Bu durum, Dış Körfez ile Orta Körfez arasındaki akıntıları ve özellikle de Orta Körfez ile İç Körfez arasındaki akıntıları büyük ölçüde engellemiş olan bu sığlaşma olgusu, günümüzde de devam etmektedir.
Orta Körfez’de akıntıları engelleyen bir diğer faktör de Ragıp Paşa Dalyanı duvarlarıdır. Gediz Nehri’nin 1886 yılında bugünkü yatağına çevrilmesinden sonra, Orta Körfez’de kurulan Ragıp Paşa Dalyanı, zaman içerisinde büyütülerek 700 ha’lık bir alanı kaplamış ve 1950’li yıllardan itibaren ise çevresi taş duvarlarla çevrilmiştir. Akdeniz’de başka örneği olmayan bu taş duvarla çevrelenmiş büyük dalyan, Orta Körfez ile İç Körfez arasındaki akıntıların daha da azalmasına neden olmuştur. Ragıp Paşa Dalyanı duvarları ancak 2000’li yılların başlarında yıkılmış ama, yıkılan taş duvarların taşınmayıp, deniz tabanında bırakılması, İç Körfez’e beklenilen akıntı artışlarının görülmemesine yol açmıştır.
Diğer yandan, özellikle İç ve Orta Körfez’in sığ olması, yoğunluk veya sıcaklık farklılığının yaratacağı akıntıların ihmal edilebilir düzeyde düşük kalmasına yol açmaktadır. Bu durum, İzmir Körfezi’nde deniz akıntısına neden olan ana unsurun, rüzgarlar olmasına neden olmaktadır.
56,5 km2 yüzey alanı ve 1,5 milyar m3 su hacmi ile, İç Körfez ile Dış Körfez arasında bir geçiş bölgesi niteliğinde olan Orta Körfez’in ortalama derinliği, İç Körfez’e göre her ne kadar 3 kat kadar daha fazla ise de, yukarıda belirtildiği gibi, özellikle Orta Körfez’in doğu kısmının büyük ölçüde sığ olması, İç Körfez’e olan akıntıları kısıtlamakta ve İç Körfez su kalitesini önemli ölçüde etkilemektedir.
Orta Körfez’deki su kalitesini etkileyen iki önemli kaynak; 604.800 m3/gün kapasiteli Çiğli AAT ve Eski Gediz Yatağı olarak adlandırılan ve Menemen’den Orta Körfez’e kadar uzanan bir drenaj kanalıdır. Gediz Nehri’nin eski kollarından birisi olan ve bugün Menemen Ovası tarımsal alanlarının bir bölümünün drenaj sularını taşıyan Eski Gediz Yatağı, tarımsal drenaj suları dışında Ulucak ve Menemen Sanayi Site’leri atıksuları ile birlikte, Menemen Plastik OSB, Menemen Kentsel AAT ve İzmir Atatürk OSB arıtılmış atıksularını da Orta Körfez’e taşımaktadır. Eski Gediz Yatağı’na yukarıda belirtilen arıtılmış ve arıtılmamış atıksu deşarjları dışında, çok yakın bir zamana kadar Çiğli ile Menemen arasında yer alan bazı yerleşim alanlarının da arıtılmamış atıksularının deşarj edilmekte olduğu bilinmektedir. Yine Orta Körfez’e, Narlıdere-Güzelbahçe sınırından arıtılmış atıksu deşarj eden bir kaynak olan Güzelbahçe AAT ise, kapasitesi nedeniyle yukarıda bahsedilen iki önemli kaynağın yanında çok daha küçük boyutta bir etkiye sahiptir.
Çiğli AAT, Eski Gediz Yatağı ve Güneybatı AAT’nin Orta Körfez’e verdiği kirlilik yükünün, oldukça yüksek olmasına rağmen, Orta Körfez su kalitesinin İç Körfez’den daha iyi olması, İç Körfez’deki kirletici kaynakların dikkatli bir şekilde izlenmesi ve objektif bir şekilde değerlendirilmesini gerektirmektedir.
İç Körfez, 65,6 km2 alanı ile Orta Körfez’den yüzde 16 daha geniş olmasına rağmen, 636 milyon m3 hacmiyle, Orta Körfez’in ancak yüzde 41’i kadar bir hacime sahip olması ve İç Körfez’e Orta Körfez’den olan akıntıların küçüklüğü, İç Körfez’in ekolojik olarak daha hassas olmasına neden olmaktadır.
Diğer yandan, İzmir Metropol Alanı’nda birçok bölgede, çok sayıda yağmur suyu ızgaraları ile yağmur sularının kanalizasyon şebekesine bağlanması sonucu, yağışlı günlerde çok yüksek miktarda yağmur suyu- atıksu karışımının, uzunluğu 42 km'ye ulaşan ana kuşaklama hattı üzerinde teşkil edilmiş ve sayıları 90’a varan taşkan yapılarıyla İç Körfez’e deşarjı gerçekleşmektedir.
Bu durumun bir benzeri de, Meles başta olmak üzere, birçok dere yatağı tabanına inşa edilmiş olan kanalizasyon hatlarının, yine yağışlı havalarda, yüksek miktardaki yağmur suyu-atıksu karışımını İç Körfez başta olmak üzere İzmir Körfez’ine deşarj etmesi ile yaşanmaktadır.
İç Körfez’de sadece yağışlı dönemde değil, yaz ve sonbahar gibi kurak dönemlerde de birer kirlilik göstergesi olarak değerlendirilen azot ve fosfor konsantrasyonlarının yüksek ölçülmesi, kanalizasyon şebekesi ve ana kuşaklama hattı üzerindeki atıksu pompa istasyonlarının düzenli çalıştırıldığının kontrol edilmesi gerektiğini göstermektedir.
Kanalizasyon hatlarına bağlanan yağmur sularının taşıdığı kum çakıl gibi inorganik maddelerin, düşük eğime sahip hatlarda çökelerek, kapasite yetersizliklerine, koku sorununa ve sık periyotlarla bu hatlarda temizlik yapılması ihtiyacına yol açacakları, 2009 yılında TMMOB tarafından düzenlenen İzmir Kent Sempozyumu’nda M. Zafer Zihnioğlu tarafından sunulan İzmir Kenti Kanalizasyon Sisteminin İrdelenmesi başlıklı bildiri ile de günümüzden 15 yıl önce öngörülmüş olup, inorganik maddelerin çökelmesi ile kesiti daralan kanalizasyon hatlarından, yukarıda bahsedilen taşkan yapıları vasıtasıyla İç Körfez’e atıksu deşarjlarının gerçekleşmesi de kaçınılmazdır.
İzmir Körfezi'nin bölümleri.İzmir Körfezi'nde balık ölümleri sonrası yaşanan süreç
20 Ağustos'tan başlayarak, Eylül sonuna kadar aralıklarla İzmir İç Körfez’de görülen toplu balık ölümleri medyada yoğun bir şekilde yer almış, ayrıca balık ölümlerine nedenleri ve nasıl önlenebileceğine ilişkin Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ile İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin (İzBB) düzenlediği toplantılar gerçekleştirilmiştir.
Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın, daha sonradan İzmir İçin Nefes Projesi adını verdiği, acil, kısa, orta ve uzun vadeli bir eylem planı içereceğini duyurduğu projesinin, acil eylemler kapsamındaki 5. maddesinde “İZSU Atıksuların Kanalizasyona Deşarj Yönetmeliği’nin karbon, azot ve fosfor parametrelerini de içerecek şekilde Bakanlık koordinesinde İzBB tarafından revize edilecek” kararını alırken, 10 yıldan daha kısa bir süre önce, İzBB’nin bu içerikteki bir yönetmelik değişikliği talebini reddettiğini unutmayı tercih ettiği görülmektedir.
İzBB tarafından Körfezin Geleceği İzmirin Geleceği adı ile 27 Kasım’da gerçekleştirilen uluslararası katılımlı çalıştayda ise sunum yapan yabancı uzmanların, sorunun nedenlerinin ortadan kaldırılmasından çok, alg patlaması görülen alanlara kil dökülmesi, hava kabarcıkları ile alglerin deniz yüzeyine çıkmalarının engellenmesi veya ultrasonik ses dalgaları ile alglerin giderilmesi gibi yöntemler önermesi dikkat çekicidir.
İzmir Körfezi'nin batısında Gediz Nehri'nin denize aktığı alanda bulunan Gediz Deltası, farklı türdeki kuşlara ev sahipliği yapıyor. Göçmen kuşların mevsim değişimlerinde yoğunluk oluşturduğu sulak alandaki türler arasında tepeli pelikan da var.İzmir Körfezi nasıl kurtulur?
1955 yılında İzmir Körfezi’nde alg patlamalarının yol açtığı toplu balık ölümlerinin görülmesi, o tarihte İzmir merkez nüfusunun 256 bin 88, yine o tarihlerde İzmir merkezde kanalizasyon şebekesine bağlı nüfus oranının çok düşük olduğu ve sanayi tesisleri kaynaklı atıksu oluşumunun ve tarım alanlarında gübre kullanılmasının günümüze göre çok az olduğu dikkate alınırsa, İzmir Körfezi’nin ne kadar hassas bir ortam olduğunu göstermektedir.
Özellikle İç Körfez’de sınırlı derinlik ve akıntılarla artan bu hassasiyet günümüzde küresel iklim değişikliğinin yol açtığı hava ve deniz suyu sıcaklıklarının artması ile daha üst seviyelere yükselmiştir.
Çiğli AAT’nin yüzde 30 civarında kapasite artışı sağlayacak 4. faz inşasının yaklaşık 15 yıldır tamamlanamaması, metropol alanda ayrık yağmursuyu şebekesinin tamamlanmaktan çok uzak olması, dere yatakları tabanında teşkil edilen kanalizasyon hatları ile, denetlenemeyen endüstriyel tesislerin yanı sıra, Çiğli AAT’de 2022 yılından itibaren, mevcut fazların revizyonu nedeniyle, 2 yıla yaklaşan bir sürede, günde 150-200 bin m3 atıksuyun tesise alınamadan Orta Körfez’e by pass yapılması, İzmir Körfezi’nde 2024 Ağustos ayı sonlarından itibaren görülen kitlesel balık ölümlerinin temel nedenleridir.
İzmir Körfezi’ne farklı tiplerde kimyasallar dozlamak veya ultrason uygulamak gibi “çözüm önerileri”nin mevcut durumda bir iyileştirme sağlamayacağı açıktır.
İzmir Körfezi’nin özellikle de İç Körfez’in kirlilik yükü taşıma kapasitesi öncelikli olarak saptanırken, bu saptamayı doğru olarak yapabilmek için İzmir Körfezi batimetrisi ile mevsimlik akıntı yön ve büyüklüklerinin hassas bir şekilde belirlenmelidir.
Mevcut Su Kirliliği Kontrolü Yönetmeliği’nde yapılacak değişikliklerle, İzmir Körfezi gibi hassas su alanlarının her birinin taşıma kapasitesine bağlı olarak, işletme ve AAT bazında deşarj standartları belirlenerek, uygulanmalıdır.
İzmir Büyükşehir Belediyesi ile TCDD’nin (İzmir Limanı TCDD’ne bağlı bir limandır) birlikte projesini hazırlatıp, ÇED Olumlu kararını aldırdıkları ve İzmir Körfezi’nin güneyinde oluşturulacak bir Navigasyon Kanalı ile kuzeyinde oluşturulacak Sirkülasyon Kanalı’ndan oluşan İzmir Körfezi ve Limanı Rehabilitasyon Projesi’nin hızla hayata geçirilerek, İç ve Orta Körfez’deki akıntıların artması sağlanmalıdır.
İzmir metropol alanı ayrık yağmursuyu şebekesi proje ve inşaları hızla tamamlanmalı, dere yatakları içerisindeki kanalizasyon hatları deplase edilmeli, kanalizasyon şebekesine bağlanan yağmursuyu ızgaraları, inşa edilecek yağmursuyu hatlarına bağlanmalı, böylelikle İç Körfez’e olan atıksu girişleri önlenmelidir.
Metropol alandaki dere yatakları üzerinde inşa edilmiş, rüsubat önleyici yapıların sayılarının arttırılıp, düzenli olarak temizlenerek, İzmir Körfez’ine katı formdaki inorganik ve organik maddelerin ulaşması engellenmelidir.
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin Körfez’deki su kalitesini ve yaşamı koruyup, geliştirmekle görevli birimleri, nicelik ve nitelik olarak güçlendirilmelidir.
Metropol alan başta olmak üzere, atıksularını kanalizasyon şebekesine deşarj eden fabrika, küçük sanayi siteleri ve serbest bölge gibi kirletici kaynakların deşarj hatları "online" izleme sistemleri ile takip edilmelidir.
Gediz Nehri’nin İzmir Körfezi’ne deşarj ettiği su kalitesi düzenli olarak izlenmeli, İzmir Körfez’ine deşarj ettiği kirlilik yükünün azaltılması için ilgili belediyeler, valilikler, DSİ Bölge Müdürlüğü ve diğer ilgili kurumlarla eşgüdüm içerisinde çalışılmalıdır.
İzmir Körfezi ve Özellikle İç Körfez’de deniz suyu kalitesinin arttırılması, bioçeşitliliğin geliştirilmesi ve korunması için, yukarıda belirtilen önlemlere onlarca ilave yapmanın mümkün ve gerekli olduğu açıktır.
Ancak, bu önlemlerin alınması, uygulanması ve geliştirilerek sürdürülmesi için kamu yararını esas alan, ülke kaynaklarını geniş toplum kesimlerinin yararına olduğu kadar, doğanın canlı ve cansız unsurlarının korunup, geliştirilmesi için de kullanacak bir siyasal bakış açısına ihtiyaç duyulduğu da ortadadır.
Sınıflı toplumların tarih sahnesine çıktığı günden bugüne, emeğin sömürülmesini, doğanın talan edilmesini sona erdirecek bir siyasal özneye duyulan ihtiyaç hiç bu kadar büyük ve acil olmamıştır.
https://haber.sol.org.tr/haber/izmir-korfezinin-dunu-bugunu-ve-yarini-395238 -27/09/2024
/././
İliç'te toprağın üstündekiler anlatıyor: 'Kuzuyu kurt ile aynı sofrada gördük, biz şimdi kime güvenelim?'-Özkan Öztaş-
Her şey, o "büyük altın" vaatleriyle başlamıştı. "Kalkınma, zenginlik, iş imkânı" dediler. Ama İliç'ten geriye ölüm ve yaşama kaygısı kaldı. Geride kalanlar o günden sonrasını anlatıyor.
4 Aralık Dünya Madenciler Günü.
Yılda bir kere hatırlanan madencilerin haberlerde ve televizyon programlarında yeniden haber olduğu, zaman zaman bir sofrada karanlık bir fotoğrafla resmedildiği günlerden bir tanesi.
Oysa madenciler yalnızca ölümle ya da grevle hatırlanmak istemiyor. Ama bir tercihleri olacaksa cesur bir şekilde grev diyorlar. Buna rağmen Erzincan'da hikaye ne yazık ki pek da parlak değil. Toprak, İliç’te kanıyor adeta. Erzincan’ın sessiz dağları, yıllardır altın için delik deşik edilen vadileriyle bir çığlık gibi yükseliyor gökyüzüne.
Bu, bir köy hikayesi değil, İliç’teki bir yaşam mücadelesinin gerçeği.
Her şey, o “büyük altın” vaatleriyle başlamıştı. “Kalkınma, zenginlik, iş imkânı” dediler. Ama altın patronları toprakların altına, yalnızca altın değil, doğanın bağrına saplanmış zehirli kimyasallar, siyanür havuzları ve yitip giden bir yaşam bıraktılar. İliç’te altın çıkarılırken sadece toprağın damarları delinmedi; su, hava, hayvanlar ve insanlar da zehirlendi.
"Eskiden yaşı gelen giderdi toprak altına. Şimdi kimsenin garantisi yok. İşin kötüsü iş de yok. Toprağın üstünde kalmak daha iyi mi o da belli değil" diyor köylülerden biri. 13 Şubat 2024 tarihinde gerçekleşen ve 9 kişinin yaşamına mâl olan faciadan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmamış İliç'teki Çöpler Köyü'nde. Geride kalanlar, duran zamanı anlatıyor bir yanıyla.
'Kuzuyu kurt ile aynı sofrada gördük, biz şimdi kime güvenelim?'
soL'a konuşanlardan biri eski maden işçisi.
Faciadan sonra tazminatlar ödenmiş, sus payları verilmiş, "Haydi herkes evine" denmiş. Esnafı da öyle işçisi de: "Adım geçmeyecekse konuşurum."
Bu korku ya da kaygı, adı her neyse, her sohbetin belirleyeni. "Neden böyle korkuyorsunuz? Korkunuz neden?" diye sorunca gülüyor madenci: "Güzel kardeşim. Siz bilmiyorsunuz buraları. Televizyonlarda, Twitter'da falan görüyoruz. Millet 'Bu kadar insan öldü niye kimse tepki göstermiyor' diyor. Nasıl gösterelim? Kime gösterelim? Burası küçücük yer. İliç buranın en büyük yeri. Köyden sonra herkesin ihtiyacını karşıladığı tek yer. Aha bak burası avuç içi kadar bir yer. Burada her şey duyulur. Hiçbir şey gizli kalmaz. Faciadan önce kaymakamını, sendikacısını, maden patronunun, hakimini savcısını aynı sofralarda yemek yerken gördük. Herkes gördü ha! Bir ben değil. Yani öyle gizli kapaklı da değil. Şimdi ayı sofraya oturanları birbirine şikayet edelim diyorlar. Kuzuyu kurt ile aynı sofrada gördük. Biz şimdi kime güvenelim?"
Madencinin anlattıkları dönüp dolaşıp aynı yere geliyor: "Burası er ya da geç açılacak. Kimse işini kaybetmek istemiyor. Bu yoklukta toprağın üstünde olmak, altında kalmaktan çok farklı değil..."
13 Şubat 2024 tarihinde Erzincan'ın İliç ilçesindeki Çöpler Köyü'ndeki maden faciasında toprak altında kalan arkadaşlarının kurtarılmasını bekleyen bir maden işçisi. Vardiya arkadaşlarının toprak altındaki 6. gününde. Fotoğraf: Dilan Kutlu'En güzel yıllarımı verdim madene, ne kaldı elimde?'
Bir diğer madenci Şubat ayından sonra aldığı tazminatla idare ettiğini söylüyor. Yaz aylarında inşaatlarda amelelik yapmış. "Elimizden de gelmiyor yalan yok. Kaba işçilik yaptık. Benim yaşım 48. Bu saatten sonra elim mala da tutmaz boya da. Yevmiye usulü getir götür işi yaptım. Sıvacılara harç taşıdım" diye giriyor söze.
En güzel yıllarını madende çalışırken geçirdiğini söylüyor. "Heba ettim keşke madene gireceğime hayvancılık yapsaydım. En azından evimin önünde iki üç tane koyunum kuzum olurdu. Belki peynire süte para vermezdik" diyor. Şimdi ise elinde ne iş var ne emeklilik. Bir umut madenin yeniden açılmasını ve işlerin başlamasını bekliyor. Bir süre daha açılmazsa maden gurbete gidip çalışırım diyor ve ekliyor: "Bu maden er ya da geç açılacak. Elbette başka kazalar da olacak ölümler de. Başka çaresi yok insanların."
'Toprak değil bu artık, zehir!'
Madenciler İliç'in tek belirleyeni olmuş yıllar içinde. Esnaf ona göre açmış dükkanını, servisler ona göre döndürmüş tekeri. Esnaflardan biri simidini, poğaçasını tezgaha dizerken, "Maden kapandı eski havası kalmadı buraların. İnsanlara hayvanlarını sattırdılar, topraklarını bıraktırdılar madene soktular. Şehir dışından yüzlerce insan geldi, yerleşti civara. Şimdi o günden sonra maden de kapatıldı. Çarşı bomboş. Şehir dışından gelen taşeron işçiler döndüler. Biz bize kaldık. Geri döneceğimiz bir toprağımız da yok, kapısında besleyeceği hayvan da kalmadı" diye anlatıyor olanları. "Toprak desen zehir. Ekilip biçilir mi onu da bilmem..." diye tamamlıyor sözlerini.
Yıllar önce açılan siyanür havuzları, 13 Şubat günü patladı ve o patlamayla birlikte köylerin bildiği her şey değişti. Köylüler, o patlamanın ardından tüm olanları soluksuz izlemiş. “Zehir akıyor, su içilecek gibi değil” diyor esnaf. Nehir kenarındaki bahçeleri anlatıyor. “Çocuklarımızın oynadığı bu su şimdi ölüm. Her yudumda boğazımıza bir korku düğümleniyor” diyor.
İliç'te geride kalanlar ölümü görüp sıtmaya razı bırakıldıklarını söylüyor. Ucunda ölüm var. Ama hepsi "Bir açılsa da maden. İşler yoluna girse artık" diye bekliyor.
/././
Hatay’da elektrik krizi: Halk sokağa çıkınca elektrikler geldi -Özkan Öztaş-
Hatay'da depremzedelerin yaptığı eylemler sonucunda sadece bir saat içinde elektriklerin gelmesi “Neden bu kadar bekletildik?” sorusunu gündeme getirdi.
"Artık depremzedelerin haberlerini kimse okumuyor bile..."
Yaşadığı sorunu soL'a anlatan mahalleli bir depremzede telefonda ilk bunu söylüyor.
Hatay’da bir haftadır süren elektrik kesintileri, halkın tepkisiyle gündeme geldi. Defne ilçesi başta olmak üzere birçok mahallede yaşanan kesintiler, soğuk kış günlerinde vatandaşları zor durumda bırakırken, halkın yaptığı eylemler sonucunda sadece bir saat içinde elektriklerin gelmesi “Neden bu kadar bekletildik?” sorusunu gündeme getirdi.
Defne ilçesi Çınarlı Mahallesi'nde her akşam yaşanan elektrik kesintilerine tepki olarak, vatandaşlar mahalle meydanında toplandı ve ateş yakarak ısınmaya çalıştı. Defne Halk Temsilcileri Meclisi Başkanı Hizam Hasırcı, halkın mağduriyetini dile getirerek, “Her gün yaşanan elektrik kesintilerinden dolayı halkımızla birlikte duruma tepki gösterdik” dedi.
https://twitter.com/i/status/1863297249914016141
Hatay'da gazetecilik yapan Mustafa Dilek ise sosyal medya üzerinden yaptığı açıklamada, Hatay genelinde yaşanan elektrik sorunlarının büyüdüğünün altını çizdi. Dilek, Defne ilçesi Orhanlı Mahallesi'nde vatandaşlar tarafından çekilen bir görüntüyü paylaşarak elektrik trafolarından çıkan patlamaların mahallelerde paniğe yol açtığını söyledi. Dilek, “Her gün onlarca video tarafıma ulaşıyor. Toroslar Elektrik hem kamu kurumlarını hem de vatandaşları mağdur ediyor” ifadelerini kullandı.
https://x.com/mustafadilek/status/1863310703840337940
Halkın tepkisiyle elektrik geldi
Elektrik kesintileri nedeniyle bir haftadır ısınma ve temel ihtiyaçlarını karşılayamayan Hatay halkı, eylem yaparak durumu protesto etti. Eylemler sonucunda kesinti yaşanan bölgelerde sadece bir saat içinde elektriklerin geri gelmesi ise halkın tepkisini artırdı. Çınarlı Mahallesi sakinleri, “Madem elektrik bir saat içinde gelebiliyordu, neden bir hafta bekletildik?” diye sorarak Toroslar Elektrik’in tutumunu eleştirdi.
Hataylı yurttaşlar, depremin yarattığı yıkımın izlerini silmeye çalışırken, altyapı sorunları da devam ediyor. Elektrik trafolarında meydana gelen patlamalar ve plansız kesintiler, bu krizin temel nedenlerinden biri olarak öne çıkıyor. Halk, Toroslar Elektrik ve ilgili kamu kurumlarının yaşanan sorunlara duyarsız kaldığını belirtiyor.
Defne Halk Temsilcileri Meclisi ve yerel gazeteciler, halkın mağduriyetinin giderilmesi için dayanışma çağrısında bulunurken, yetkililerden acil ve kalıcı çözümler bekleniyor. Hatay halkı, elektrik kesintilerine karşı dayanışma içinde mücadele etmeye devam ediyor.
'Elektrik kesintileri yüzünden hastalar mağdur oluyor'
Defne halkının, kesintilere karşı örgütlü tepkisiyle kısa sürede çözülen bu sorun, halkın örgütlü mücadelesinin ve dayanışmasının önemini bir kez daha ortaya koydu. Ancak kriz çözülmüş değil; halk, elektrik kesintilerinin tamamen son bulması ve kalıcı çözümler üretilmesi için yetkililere çağrıda bulunuyor.
Yaşadıkları süreci soL'a anlatan bir mahalleli "Benim onlarca kaydım var Toroslar Elektrik'te. Baksınlar detaylara. Çınarlı Mahallesi'nden gelen şikayetleri incelesinler. Biz her aradığımızda 'Ekipler sahada, birazdan geliyorlar' dediler sürekli. Yalan yok, ekipler de geldi. Ama 2 saat yanan elektrik sonrasında yine sıkıntılar başladı. Burada hastalar var. Buhar makinası kullananlar var. Elektrik bizim her şeyimiz, başka nasıl aydınlanırız? Çocuklar okullarda üşüyor elektrik yok diye. Artık her şeyimiz elektrik. O da gidince her şeyimiz gidiyor tabii" diye anlatıyor yaşadıkları sorunu.
Defne ilçesi Çınarlı Mahallesi'nde her akşam yaşanan elektrik kesintilerinden dolayı mahallede yaşayanlar karanlıkta kalıyor. Çocuklar ödevlerini fenerlerin ve şarjlı lambaların ışığında yapmaya çalışıyor.Mahallede yaptıkları eylemin ardından konu kamuoyunda gündem olunca ekiplerin hızla geldiğini ve trafodaki parçaları değişerek sorunu çözdüklerini ifade eden mahalleli, "Madem mümkündü bizi neden bu kadar beklettiniz. İlla insanların eylem mi yapması gerekiyor? E o zaman eyvallah. Biz de artık rica ya da dilekçeyle değil eylemle anlatırız yetkililere derdimizi" diyor.
Elektrik ekiplerinin jandarma eşliğinde geldiğini ifade eden mahalleli, "Anlaşılan Toroslar Elektrik faturayı sahadaki işçilere kesmiş. Onların bir suçu yok, onlar da emir kulu. Biz her şeyin farkındayız. Jandarma ile gelmelerine gerek yok. Biz tepkiyi kime göstereceğimizi gayet iyi biliyoruz" dedi.
Yaşanan sorunların kalıcı olarak çözülmesini talep eden Hataylılar depremin üzerinden geçen onca zamana rağmen devam eden sorunların artık bir son bulmasını istiyor.
/././
YTÜ kütüphanesi dökülüyor: Dokuz ayda üçüncü olay -Yekta Armanc Hatipoğlu-
Yıldız Teknik Üniversitesi'nde yeni kütüphanenin tavanı üç defa öğrencilerin üstüne döküldü. Alınan "önlem" dökülen noktaları boyamak oldu.
Yıldız Teknik Üniversitesi’nde (YTÜ) dokuz ay önce açılan Yeni Merkez Kütüphanesi’nin tavan sıvası, açıldığı günden bu yana üçüncü kez döküldü.YTÜ Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sezgin Çelik, X hesabından yaptığı paylaşımda kütüphanede bulunan öğrencilerin üstüne dökülen tavan sıvası için daha önce önlem olarak sıva dökülen yerin beyaz boyayla kapatıldığını ifade etti.
Çelik, paylaşımında kütüphane asansörünün aylardır bozuk olduğunu ve mazgalların da yetersiz olduğunu söyledi ve ekledi:
“Bu binayı kim ve niçin bu halde acele olarak teslim aldı? Bir önceki dönem rektörüne bunu soracak bir cesur yürek idareci arıyorum. Bir çocuğumuzun başına bir şey gelirse bunun hesabını kime soracağız?”
Kütüphanesi dökülen şirket üniversiteyi 'güçlendirdi'
Yeni Merkez Kütüphanesi Ekol İnşaat tarafından yapıldı. Aynı şirket üniversitenin Yıldız Kampüsü'ndeki A Blok binasının "güçlendirme" inşaatını da üstlendi.
AKP’ye yakınlığıyla bilinen şirketin tamamlanan projeleri arasında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Geleneksel Türk Sanatları Yüksekokul binası da bulunuyor.
Şirketin geçmişinde “usulsüzlüğe” dair emareler içeren Eskişehir Millet Bahçesi projesi de var.
Projenin, 2019 yılında açık usulle çıkılacağı bildirilen ihalesi iptal edilerek pazarlık ve davet usulüyle yeniden düzenlenmişti. İhale sonucu Ekol İnşaat Yapı’yla 48 milyon 250 bin liraya sözleşme imzalanmıştı.
Kütüphanenin kapasitesi de yetersiz
soL’a konuşan YTÜ öğrencilerinden Rümeysa Doğan, Yeni Merkez Kütüphanesi’nin dokuz ay önce açılmasına karşın bu süre içinde üç kez tavanın öğrencilerin üzerine düştüğünü söyledi.
Doğan, kütüphanenin yetersiz olduğunu da söyleyerek sınav haftası gibi önemli zamanlarda kütüphanede yer bulamadıklarını, yer bulan öğrencilerin de yaşanan olaylardan dolayı kendilerini güvende hissetmediklerini ifade etti.
YTÜ öğrencileri olarak okul yönetiminin gerekli güvenlik önlemlerini almasını istediklerini söyleyen Doğan, ihmallerden dolayı öğrencilerin zarar görmesinin kabul edilemez olduğunu söyledi.
Üniversite yönetimi, 22 Şubat’ta açılan kütüphaneyi “Modern ve geniş bir alana sahip olan kütüphanemiz, geniş bilgisayar laboratuvarı, özel koleksiyonlar ve daha fazlasıyla binlerce kişiye çalışma imkânı sunuyor” sözleriyle duyurmuştu.
/././
Muğla'da su hizmetlerine özelleştirme girişimi: Belediye 'verimlilik' kılıfına sarıldı
Muğla'da su aboneliği hizmetlerini özelleştirmek isteyen belediye, kelime oyununa başvurarak "hizmet alımı yapacağız" dedi. Taşeron işçi olmaktan endişe eden belediye personeli uygulamaya karşı.(https://haber.sol.org.tr/haber/muglada-su-hizmetlerine-ozellestirme-girisimi-belediye-verimlilik-kilifina-sarildi-396547)***
Güney Kore’de 6 saatlik sıkıyönetim: Cumhurbaşkanı ilan etti, meclis iptal ettirdi
Muhalefetin yasama sürecini tıkadığını söyleyen Güney Kore Cumhurbaşkanı sıkıyönetim ilan etti. Askerin kuşattığı meclis, kararı geçersiz ilan etti. Geri adım atan Cumhurbaşkanı sıkıyönetimi kaldırdı.(https://haber.sol.org.tr/haber/guney-korede-6-saatlik-sikiyonetim-cumhurbaskani-ilan-etti-meclis-iptal-ettirdi-396541)***
(soL)