Beyaz yakadan emekliye, 2024’ün ekonomik zorluklarının etkileri -Binhan Elif Yılmaz-
Ekonomik zorluklar ve enflasyon, tüketicilerin market alışveriş alışkanlıklarını ve harcama eğilimlerini etkiledi. Tüketiciler market alışverişlerinde fiyat odaklı davranarak tasarruf etme eğiliminde. Fiyat karşılaştırmaları yapan tüketiciler indirim kovalarken, marketlerde “marka sadakati”nin yerini fiyat almış durumda
Türkiye ekonomisine dair son gelen büyüme ve enflasyon verileri, ekonomideki daralmayı ve enflasyonun düşüşüne dair umut ışığının sönmekte olduğunu gösteriyor. Tüm bu sürecin toplumumuzu nasıl etkilediği, tüketici gruplarında nasıl karşılık bulduğu, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinden değerli meslektaşım Prof.Dr. Süphan Nasır’ın başkanlığında gerçekleştirilen “Beyaz Yakadan Emekliye 2024’e Genel Bir Bakış: Ekonomik Zorlukların Farklı Tüketici Gruplarına Etkisi” başlıklı araştırmanın bulgularında yer alıyor.
Araştırma ekibinde İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa’dan Dr. Öğr. Üyesi Yonca Nilay Baş ve Medipol Üniversitesi’nden Dr. Öğr. Üyesi Fatma Betül Ortaköy var. Araştırmanın verisi 2024 Ekim ayı içerisinde Google Forms aracılığı ile çevrimiçi olarak toplandı ve bin 968 kişi katıldı. Araştırmaya katılanların yüzde 33’ü özel sektör çalışanı, yüzde 21’i kamu sektörü çalışanı, yüzde 21’i emekli ve yüzde 13’ü ise işveren veya esnaf.
Araştırma bulgularına hep birlikte bakalım:
Evlilik ve çocuk hayalleri ekonomik engellerle karşı karşıya! Evlilik ve çocuk sahibi olma kararlarında ekonomi belirleyici bir rol oynamakta. Katılımcıların yaklaşık dörtte üçü güncel ekonomik koşulların evlilik veya çocuk sahibi olma kararlarını etkilediğini belirtmiş.
Sosyal hayata sessizlik hâkim: Katılımcıların yaklaşık yüzde 85’i sinema, tiyatro, konser gibi biletli etkinliklere hiç katılamamakta ya da birkaç ayda bir katılabilmekte.
Dışarıda yemek artık lüks: Araştırmaya katılanların yüzde 22’si birkaç ayda bir, yüzde 20’si ise ayda bir aile ve arkadaşlarla sosyalleşme amaçlı dışarıda yemek yediğini belirtmiş. Aile ve arkadaşlarıyla sosyalleşme amaçlı dışarıda yemek yiyemediklerini belirtenlerin oranı ise yüzde 11.
Ama bir yandan da “restorantlar, avm’ler dolu” söylem ve gözlemleri de var. Gelir dağılımındaki bozukluğun en görünen yanı, giderek daha da sessizleşen sosyal hayatın yanında giderek daha da şaşaalı hale gelen sosyal yaşantının yan yana varlığı.
Tatil hayal oldu: Katılımcıların yüzde 25’i son üç yılda tatile gidemediğini, yüzde 58’i ise son üç yılda eskisi kadar sık tatile gidemediğini belirtmiş. Görüldüğü gibi her dört kişiden biri son üç yılda tatil yapamadı.
Yaşam maliyetlerinin artması, artan konaklama-ulaşım ücretleri, birçok dar gelirli için uzun yıllardır tatili ulaşılmaz hale getirdi.
Ayrıca artan hayat pahalılığı, kişisel bakım hizmetlerine, sağlık ve spor kulüplerine erişimi de engelledi. Geçim derdi tüm bu ihtiyaç ve alışkanlıkları törpüledi.
Kredi kartları günü kurtarıyor ama borçlar birikiyor: Araştırmaya katılanların yüzde 95’i kredi kartı kullanıcısı. Katılımcıların yüzde 35’i nakit taşımamak, yüzde 30’u taksitli alışveriş ve yüzde 21’i nakit sıkıntısı nedeniyle kredi kartı kullandıklarını belirtmiş.
Nakit taşımama ve taksit kolaylığı imkânı sunması, kredi kartı kullanımını yaygınlaştırmakla birlikte kredi kartı borçlarının tamamını ödeyemeyenlerin oranı bu araştırmada yüzde 30’larda. Nakit sıkıntısı yüzde 21 ile kredi kartı kullanımında önemli bir neden ama bir yandan da kredi kartları borçlarını biriktiriyor ve ödeme zorluğu yaşayanların sayısı günden güne artıyor.
Akaryakıttan gıdaya, giyimden tatile, enflasyon kemer sıktırıyor! Enflasyon, geride bıraktığımız birkaç ayda araştırmacıları en çok ev dışı yeme-içme, gıda, ulaşım-akaryakıt, giyim/ayakkabı/aksesuar ve konut kirasında zorlamış.
Katılımcılara “geçmiş yıla kıyasla bu yıl hangi alanlarda daha çok kesinti yapmak zorunda kaldınız” diye sorulduğunda ilk sıralarda ev dışı yemek, giyim, tatil ve seyahat yer almış.
Enflasyon kıskacında market alışverişi: her iki tüketiciden biri indirim avcılığı yapıyor: Araştırmaya katılanların yaklaşık yüzde 55’i market alışverişi yapmadan önce farklı marketlerin fiyatlarını karşılaştırdığını, yüzde 46’sı market alışverişi yaparken genellikle ürünlerin en ucuzunu bulmak için çaba harcadığını, yüzde 51’i indirimli fiyatlardan yararlanmak için birden fazla marketten alışveriş yaptığını, yüzde 41’i market ürünlerini etiket fiyatından almak yerine indirime girmesini beklediğini, yüzde 43’ü market alışverişlerinde fiyat indirimi var ise düzenli olarak satın aldığı marka yerine indirimdeki markayı satın alacağını belirtmiş.
Ekonomik zorluklar ve enflasyon, tüketicilerin market alışveriş alışkanlıklarını ve harcama eğilimlerini etkiledi. Tüketiciler market alışverişlerinde fiyat odaklı davranarak tasarruf etme eğiliminde. Fiyat karşılaştırmaları yapan tüketiciler indirim kovalarken, marketlerde “marka sadakati”nin yerini fiyat almış durumda.
Eğitim bütçeleri zorluyor: Katılımcıların yüzde 21’i mevcut okul zamları nedeniyle çocuklarının kaydını devlet okuluna almayı düşündüklerini, yaklaşık yüzde 25’i ise ileride çocuklarının kaydını devlet okuluna alacaklarını belirtmiş.
Peki devlet okulları bu yükü kaldırabilecekler mi? Özel okullardan devlet okullarına öğrenci geçişlerinin dikkatle takip edilmesi gerekiyor.
Toplumun nabzı, ülke memnuniyet endeksi: memnuniyetsizlik yükselişte. Araştırmaya katılanların yüzde 52’si genel olarak hayatından memnun değil. Katılımcıların yaklaşık yüzde 95’i ülkenin içinde bulunduğu ekonomik koşullarından, yüzde 95,4’ü eğitim sisteminden, yüzde 91,7’si demokrasinin işleyişinden ve yüzde 77’si ise sağlık sisteminden memnuniyetsizliklerini dile getirmiş.
Pandemiden güçlü çıkmıştık, şimdi ne oldu? sağlıkta memnuniyetsizlik yükseliyor: Sağlık sistemine yönelik memnuniyetsizlik incelendiğinde ve ekonomi ve eğitim sistemi ile kıyaslandığında daha düşük seviyelerde. Ama yine de araştırma ekibinin 2020 yılında yaptıkları araştırmada sağlık sisteminden hiç memnun değilim diyenlerin oranı yüzde 37,4 iken aradan geçen dört sene sonra hiç memnun değilim diyenlerin oranının dramatik bir artış ile yüzde 55,9’a ulaşması dikkat çekici bir sonuçtur. Her ne kadar pandemi sürecinde Türkiye’nin güçlü sağlık altyapısının katılımcılar üzerinde olumlu etkisinin olduğu görülse de dört sene sonra hiç memnun değilim diyenlerdeki 20 puanlık artışın olması düşündürücü.
Ekonomik zorlukların tüketim tercihlerini, bütçe planlamalarını ve harcama önceliklerini nasıl değiştirdiğine, bu zorluklar karşısında farklı tüketici gruplarının satın alma güçlerinin ve memnuniyet derecelerinin nasıl etkilendiğine dair önemli ipuçları sunan bu araştırma için değerli meslektaşlarıma ve araştırmaya katılanlara teşekkür ederim.
/././
13 yaşındaki çocuğun ölümünün hesabını kim verecek?-Gökçer Tahincioğlu-
Cihat’ın, cenazesinin bulunduğu tarihte, cesetlerin enkazdan çıkartıldığı gün, güvenlik güçlerine karşı silahlı eylemde bulunması sonucu, ateşli silah yaralanması ile öldüğü tespiti yer aldı kararda. Ceset çürümüş, enkazdan çıkartılmış ama nasılsa aynı gün 13 yaşındaki çocuk silahla çatışmaya girmiş! Sur, Diyarbakır
30 Mart 2016’da, Diyarbakır’ın orta yerinde, Sur’da yapılan enkaz kaldırma çalışmaları sırasında yedi ayrı ceset bulundu.
“Hendek operasyonları” adı verilen operasyonların üzerinden aylar geçmişti. 2015’in ağustos ayında yapılan operasyonlardan sonra bölgeye girmek de yasaklanmıştı.
Yedi kişinin ne zaman, nerede öldüklerini bilmek bir yana kimliklerini bile tespit etmek o aşamada mümkün değildi.
Ancak ölenlerden birinin çocuk olduğu hemen anlaşılıyordu.
* * *
Çocuğun kim olduğunun anlaşılması zaman aldı. Kayıp başvuruları vardı. Onlardan birinin verdiği tarifle çocuğun bedeni arasında uyum gözleniyordu.
DNA testi yapıldı, başka türlü anlaşılması mümkün değildi.
Çocuğun 13 yaşındaki Cihat Morgül olduğu anlaşıldı.
Sur’daki operasyonlar ve çatışmalar sürerken, ailesi, çocuklarının ortadan kaybolduğunu bildirmiş, yaşamından endişe ettiklerini emniyet güçlerine iletmişlerdi.
* * *
Cihat’ın ölüm nedeni hemen anlaşılamadı. Göğüs boşluğundan 1,5 cm uzunluğunda, 0,5 cm genişliğinde siyah, kömür görünümünde metalik bir cisim çıkartılmıştı. Cilt dokusunun çürüme nedeniyle bütünlüğünü kaybetmesi nedeniyle parmak izi ve svap örneği de alınamadı.
Zaten çocuğun göğsünden çıkartılan metalik cismin niteliği de saptanamadı. Bütün bunlar için etraflı bir soruşturma başlatılması gerekiyordu.
* * *
Ancak soruşturma, Cihat’ın nasıl öldüğüyle ilgili değil, “terör örgütüne üyelik” nedeniyle başlatıldı. Ölünün nasıl soruşturulacağı merak konusu olabilir… Yanıtı da yok üstelik. Zira bu soruşturma dosyası da bir süre sonra “ölüm” gerekçesiyle kapatıldı.
Ancak kararda ilginç bir nokta vardı.
Cihat’ın, cenazesinin bulunduğu tarihte, cesetlerin enkazdan çıkartıldığı gün, güvenlik güçlerine karşı silahlı eylemde bulunması sonucu, ateşli silah yaralanması ile öldüğü tespiti yer aldı kararda.
Ceset çürümüş, enkazdan çıkartılmış ama nasılsa aynı gün 13 yaşındaki çocuk silahla çatışmaya girmiş!
* * *
Ailesi bu karara itiraz etti. Ancak itiraz da sonuç vermedi. Bunun üzerine avukat Abdullah Zeytun ve Diyarbakır İHD avukatları, olayı Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı. Başvuru yapıldığında, Cihat’ın cenazesinin bulunmasının üzerinden dört yıl geçmişti.
Anayasa Mahkemesi de dosyayı 4 yıl sonra karara bağladı. Böylece olaydan 8 yıl sonra başa dönülen bir karara imza atıldı.
Adalet Bakanlığı, Anayasa Mahkemesi’ne gönderdiği savunmada, yaşam hakkı ihlali konusunda inceleme yapılırken, olayların kendine özgü şartlarının dikkate alınması gerektiğini belirtti.
Ne demekse, neye göre ölçülecekse?
* * *
Anayasa Mahkemesi’nin kararı aslında örnek niteliğinde. Zira belki sadece Türkiye için değil, çatışma yaşanan tüm bölgeler için, tüm ülkeler için esas alınması gereken ilkeler sıralandı kararda.
Önce, güvenlik güçlerinin hangi olaylarda silah kullanabileceği anımsatıldı. Ardından yaşam hakkının “öldürmeme yükümlülüğü” ve “etkili soruşturma yükümlülüğü” boyutlarından.
Şu yorum yapıldı:
“Yaşam hakkına yapılan müdahalenin hukuka uygun olacağı hâllerde dahi son çare olarak öldürücü kuvvet kullanılması gerekir… Devlet, yaşam hakkının etkili soruşturma yükümlülüğüne ilişkin usul boyutu kapsamında doğal olmayan her ölüm olayının sorumlularının belirlenmesini ve gerekiyorsa cezalandırılmasını sağlayabilecek etkili resmî bir soruşturma yürütmek durumundadır… Kamu görevlilerinin güç kullanımı sonucu gerçekleşen ölümlere ilişkin soruşturmaların etkili olabilmesi için soruşturma makamları, olaya karışmış olabilecek kişilerden bağımsız olması, resen ve derhâl harekete geçerek ölüm olayını aydınlatabilecek ve sorumluların belirlenmesini sağlayabilecek bütün delilleri tespit etmelidir.”
* * *
Kararın devamı da ilginç.
Kararda, Cihat’ın cesedinin bulunmasından sonra açılan soruşturmanın örgüte üyelik suçundan yürütüldüğünün altı çizildi.
Normal şartlarda ölüm olayı araştırılır değil mi, hayır…
AYM de bu garipliğe işaret ederek, “UYAP üzerinden yapılan incelemede C.M.’nin ölümüne ilişkin yürütülen başkaca münferit bir soruşturmaya rastlanmadığı gibi Bakanlık görüşünde de bu yönde bir bilgiye yer verilmemiştir” ifadesini kullandı.
Karar gösteriyor ki Cihat’ın kesin ölüm nedeni aydınlatılmamış, nasıl öldüğü araştırılmamış, çürümüş cenazesine bile bakılmadan bulunduğu gün silahlı çatışmaya girdiği söylenmiş.
* * *
Kararda da zaten Cihat’ı öldürülmesine neyin yol açtığının araştırılması gerektiği vurgulandı. Ölüm nedenine ilişkin dosyada herhangi bir rapor bulunmadığına da dikkat çekildi.
Şöyle devam edildi:
“Sonuç olarak yaşam hakkına yönelik müdahale kabul edilmesine rağmen ölümün hangi şartlar altında gerçekleştiğinin tespitine yönelik bir soruşturma yürütülmemiş; yaşam hakkına yönelik müdahalenin Anayasa’nın aradığı zorunlu bir durumdan kaynaklanan gerekli ve ölçülü bir müdahale olup olmadığına yönelik olarak elde edilen bulguların kapsamlı, nesnel ve tarafsız analizine dayalı bir değerlendirme de yapılmamıştır. Döneme hâkim olan şartlar altında dahi olayın aydınlatılabilmesi için imkânlar dâhilinde tüm delillerin toplanarak nesnel bir değerlendirme yapılması; hukukun üstünlüğüne olan inancın korunması ve hukuka aykırı eylemlere müsamaha gösterildiği veya kayıtsız kalındığı görünümü verilmemesi açısından kritik önemdedir.”
* * *
Anayasa Mahkemesi’nin bu tespiti önemli.
AYM, döneme hâkim olan şartlarla bile kanıtların toplanarak nesnel değerlendirmeye tabi tutulması gerektiğini ısrarla vurguluyor.
AYM, Cihat’ın ailesine 100 bin TL maddi tazminat ödenerek, soruşturmanın yeniden yürütülmesine karar verdi.
Nasıl sonuçlanacağını göreceğiz?
Dört yanımızda çatışmalar, ölen çocuklar, cenazeleri bile bulunamayan çocuklar, ağlayan, aç kalan çocuklar var.
Bir çizgi var… Çocukların tarafında olmak ve olmamak arasında bir çizgi. Çizginin hangi tarafında durulduğunu da ancak somut adımlar ortaya koyabilir.
Ve ne yaşanırsa yaşansın, 13 yaşındaki bir çocuğun enkaz altında çürüyen bedeni, etkin bir soruşturmaya değerdir…
/././
Kadınların fendi Netanyahu’yu yendi -Hasan Göğüş-
Kamuoyunda “Lahey’i basma yasası” olarak da bilinen “Amerikan Askeri Personelini Koruma Yasası”, (ASPA) ayrıca Amerikan askerlerini kurtarmak için ABD’nin her türlü önlemi alabileceğine ilişkin hükümler içeriyor. Trump yönetimi devraldığında hasbelkader bir Amerikan askeri UCM’lik olursa, maazallah, Trump bu yasaya dayanarak Lahey’i “cehenneme çevirmeye” kalkışabilir.
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) 21 Kasım’da çok önemli bir karara imza attı. Fransız Yargıç Nicolas Guillou’nun başkanlık ettiği ve Benin ile Slovenyalı iki kadın yargıçtan oluşan UCM’nin üç kişilik Yargılama Öncesi Dairesi (Pre-trial chamber) İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, eski İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant ve Hamas’ın askeri kanadı komutanı Muhammed Deif hakkında tutuklama emri çıkarılmasına karar verdi. Ne yazık ki tarihi nitelikte sayılabilecek UCM’nin bu kararı, Trump tartışmaları ve geçtiğimiz hafta sonu Suriye’de ortaya çıkan gelişmeler nedeniyle kamuoyunda fazla yankı bulmadı, tabiri caizse güme gitti. Konuyla ilgili olarak medyada yer alan az sayıdaki haberlerde de 7 Ekim saldırılarının mimarı olduğu düşünülen Hamas’lı Deif için çıkarılan tutuklama emrinden hiç söz edilmedi.
Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin tarihçesi
Uluslararası Ceza Mahkemesi, Birleşmiş Milletler çerçevesinde Roma’da toplanan bir konferans sonucunda 1998 yılında kabul edilen Roma Statüsüyle kuruldu. Statü gereği 60 ülke tarafından onaylandığı tarih olan, 11 Nisan 2002 tarihinde faaliyete geçti. Bugün itibariyle 124 ülke UCM’ye taraf. Savaş suçları, insanlığa karşı suçlar, soykırım suçları ve saldırı suçları mahkemenin yargı yetkisine giriyor. UCM, devletleri yargılamaya yetkili değil, sadece kişileri yargılayabiliyor.
UCM kuruluşundan bu yana bazılarında birden fazla şüphelinin bulunduğu 32 davaya bakmış. Yargılama Öncesi Daire bugüne kadar 62 kişi hakkında tutuklama emri çıkarmış. Bunlardan 21’i taraf devletlerin iş birliğiyle yakalanarak mahkeme önüne çıkarılmış. 33 kişi hâlâ tutuklanmayı bekliyor. Yargılananlardan 11’i hüküm giymiş, dördü beraat etmiş.
UCM ilk mahkûmiyet kararını, 2012 yılında Demokratik Kongo Cumhuriyetindeki milislerin lideri Thomas Lubanga için vermiş. Çocukları savaşa sürerek savaş suçu işlemekten yargılanan Lubanga, 14 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Mahkemenin diğer ünlü müşterileri arasında Netanyahu’nun yanı sıra eski Kenya Cumhurbaşkanlarından Kenyatta, eski Sudan devlet başkanı Ömer-el- Beşir ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin de yer alıyor.
ABD ve Uluslararası Ceza Mahkemesi
ABD Roma Statüsü’nün müzakerelerine katılarak ortaya çıkan nihai metni 31 Aralık 2000 tarihinde imzaladı. Ancak George W. Bush döneminde, baştan beri sıcak bakmadığı Statü’den imzasını geri çektiğini açıkladı. ABD, daha sonra kendi vatandaşlarını UCM’nin yargı yetkisi dışında tutabilmek için 100’ün üzerinde ülke ile ikili dokunulmazlık anlaşmaları imzaladı. Bunlarla da yetinmeyen ABD 2002 yılında kamuoyunda “Lahey’i Basma Yasa”sı olarak da bilinen “Amerikan Askeri Personelini Koruma Yasası”nı (ASPA) kabul etti. Bu yasaya göre, UCM’ye taraf ülkeler, ABD ile ikili dokunulmazlık anlaşması imzalamayı ret ettikleri takdirde, bu ülkelere yapılan askeri yardım kesilebiliyor. Yasa ayrıca Amerikan askerlerini kurtarmak için ABD’nin her türlü önlemi alabileceğine ilişkin hükümler içeriyor. Trump yönetimi devraldığında hasbelkader bir Amerikan askeri UCM’lik olursa, maazallah, Trump bu yasaya dayanarak Lahey’i “cehenneme çevirmeye” kalkışabilir.
21 Kasım tarihli Yargılama Öncesi Dairesi’nin tutuklama emri
21 Kasım tarihli Netanyahu, Gallant ve Deif’in tutuklanma emrine giden süreç Filistin’in 2015 yılında UCM’ye taraf olmasına kadar uzanıyor. UCM, 2021 yılından bu yana da Filistin topraklarında savaş suçu işlenip işlenmediğine ilişkin bir soruşturma yürütmekteydi. Geçen yıl 7 Ekim’den sonra bu soruşturmanın kapsamını genişletti.
UCM Savcısı Karim Khan, geçtiğimiz 20 Mayıs günü yaptığı açıklamada İsrail Başbakanı Netanyahu, eski Savunma Bakanı Gallant, Hamas lideri Yahya Sinwar, Hamasın askeri kanadının komutanı Muhammed Deif ve Hamas Siyasi Bürosu Başkanı İsmail Haniye hakkında savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar işledikleri gerekçesiyle tutuklama emri kararı verilmesini talep etti. UCM’nin Yargılama Öncesi Dairesi bu talebi, 21 Kasım’da kabul ettiğini açıkladı. Aradan geçen süre içerisinde katledildiklerine ilişkin kesin kanıtlara ulaşıldığından Sinwar ve Haniye hakkındaki iddialar düşürüldü.
Netanyahu ile Gallant’a isnat edilen insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları arasında açlıktan ölüme terk etmeyi bir savaş aracı olarak kullanmak, kasıtlı olarak adam öldürmek, saldırıların kasıtlı olarak sivil halka yönlendirilmesi, zulüm ve insanlık dışı eylemler gibi iddialar sıralanıyor. Hamas’ın askeri kanadının komutanı Muhammed Dief ise öldürme, rehin alma, ırza tecavüz, rehinelere insanlık dışı eylemler ve işkence ile suçlanıyor.
Nereye kadar?
UCM çalışma yöntemi olarak sanıkları gıyaplarında yargılayamıyor. Bu nedenle Netanyahu, Gallant ve Deif taraf ülkelerce tutuklanıp mahkemeye teslim edilmedikleri sürece, UCM’nin yapabileceği bir şey yok. Ama yine de uluslararası hukuku hiçe sayan bunca eylemine rağmen dokunulmaz denilen Netanyahu’ya mahkemenin dokunmuş olması başlı başına takdire şayan bir karar.
Genelde UCM savcılarının tutuklama taleplerini mahkeme ortalama 3-4 haftada karara bağlıyor. Putin’e üç haftada çıkarılan tutuklama emri Netanyahu için tam altı ayda verilebildi. Bu süre içerisinde Yargılama Öncesi Daire’nin üç yargıcı üzerindeki baskıları ve tehditleri tahmin etmek zor değil.
Acaba iki cesur kadın yargıç Beti Hohler (Benin) ve Reine Alapini Gansou olmasa bu karar alınabilir miydi? Her hâl ve kârda Yargılama Öncesi Daire’nin üç yargıcı da övgüyü hak ediyor.
/././
Olası barış sürecine nasıl destek olabiliriz?-Tuğçe Tatari-
Bilmediğimiz, anlamadığımız, doğrulatamadığımız, muhatapların da anlamaya çalıştığı, belirsiz, ‘ağır çekim’ bir süreçteyiz. Evet barıştan yanayız, aksi düşünülemez bile. Ancak bu koşullarda ve bu aşamada barış için verebileceğimiz tek destek, sadece sessizce izlemek olacaktır…
Yazılarıma aşina olanlar bilir, lafı eğip bükmeyi, kelimelerin arkasına saklanmayı tercih etmem. Flu ortamları netleştiremedikten sonra bu yazıları yazmanın da bir esprisi kalmayacağını düşünürüm.
Gazeteci dediğiniz, analiz veya yorum -artık hangisini tercih ederseniz- yapıyorsa; okuduğu, gördüğü, tanıklık ettiği, birinci ağızdan, kaynaklardan elde edilmiş verileri değerlendirip bu değerlendirmelere ilaveten deneyimlerini -varsa şayet- harmanlayıp size bilgileri temiz bir şekilde sunma görevi dışında varlık gösteremez -normalde.
Evet, elbette siyasi görüşler de bu analizlere, yorumlara bir miktar şekil verir ki, zaten okur da okuduğu kişinin görüşünü buradan anlar ve yola ya onunla ya da kendine yakın bulduğu bir başka görüşle devam eder.
Fakat Türkiye’de uzunca bir süredir herkes her konunun uzmanı, biliyorsunuz sıklıkla konuşuyoruz vasatlık ve kullanışlılık mesleğe öyle bir nüfuz etti ki, kenarında köşesinde yer alma ihtimali dahi yüz kızartır hâle geldi!
Son günlerde Türkiye’nin önemli gündemlerinden biri de, olası bir yeni barış süreci. Olası diyoruz çünkü bilmediğimiz, anlamadığımız, doğrulatamadığımız, daha doğrusu muhatapların da izleyerek, yaşayarak anlamaya çalıştığı birtakım açıklamalar ve gelişmeler mevzubahis.
Bu olası süreci Devlet Bahçeli dillendiriyor, Tayyip Erdoğan destekliyor, en azından aralarındaki rol dağılımının şimdilik bize yansıyan yüzü bu.
‘Ortalarda’ Ufuk Uras ve Doğu Perinçek gibi isimler de dolaşıyor.
Yayınlarda Rasim Ozan Kütahyalı gibi isimler birtakım büyük iddialar dillendiriyor.
Onun dışında bir miktar gazeteci var, onlar zaten hep olmayan bilgilerini ‘engin tecrübeleriyle’ de harmanlayıp değerlendirme yapıyorlar. Her konunun uzmanı olan bu ‘arkadaşlar’ söyledikleri sözün çürümesini önemsemediği gibi onu çürütüldüğüyle yüzleştirecek bir izleyici de yok ortalıkla.
Hâliyle gündemde ne varsa çıkıp konuşuyorlar. Kimsenin de bir itibar kaybına uğramadığı, uğratılmadığı bir düzlem.
Kendi açımdan ise bakıyorum; fikrine, bilgisine, tecrübesine güvenilebilecek pek kimse yok gibi ortalıkta.
Olası süreç de aksi gibi çok yavaş ilerliyor.
DEM Partili heyetin İmralı’ya gitmesi konusu misal, konuşulmaya başlanmasıyla gerçekleşmesi ihtimalinin oluşması arasında bile haftalar geçiyor.
Adeta ağır çekim izliyoruz!
Hiç değilse somut bir adımdır ve arkasından heyetin söyleyecekleri önemli olabilir, bekliyoruz bakalım.
Açıkçası bu esnada görüş isteyen, panele davet eden, yazı isteyenlere de anlamadığımız, bilmediğimiz bir konu olduğu için sessiz kalmayı tercih ettiğimizi söylemek durumunda kalıyoruz.
Ülke o kadar herkesin her konuda kendinden aşırı emin bir şekilde konuşmasına alıştı ki, bu beyanımız da üstenci bir yerden alınıyor. Oysa aksine; meziyetimiz bilgiye dayalı yazmak-konuşmak, fazlası olsa yardımcı olalım!
Üstelik içinde yaşadığımız ülkenin hissettirdiği barışçıl bir hava da yok ortada. Üfürülen iddialar ve üzerinde tepinenlerden başka somut verimiz yok açıkçası.
Somut olmayan konuda da konuşmak, önlere atılmak gazetecilik işi değil, kesinlikle değil inanın bana.
Ama konu barış olduğunda da boynumuz kıldan ince elbette.
Kalkıp da kiminle masaya oturulup oturulmayacağını tartışmaya dahi açabileceğimiz bir konu değil bu, evet.
Zira insan yaşamı söz konusu olduğunda ve geride bırakılan yarım yüzyıl yıl içinde ödenen bedeller düşünüldüğünde, her bir hamle fırsattır, gerekirse ‘şeytanla bile’ masaya oturulur diyoruz, mecburuz!
Yazının başına dönersek; bilmediğimiz, okumadığımız, tanıklık etmediğimiz, anlayamadığımız, tecrübelerimizde yer almayan konular üzerine yorum ve analiz yapamayız.
Hele hele olası sürecin başını çeken ‘ittifak ortakları’ geçmiş icraat ve söylemleriyle bu kadar şüpheliyken!
Hepimize karşı olan bir sistem barışı nasıl yeşertecek soruları taptaze, capcanlı duruyorken.
‘Barış ihtimali’ konuşuladururken onlarca gazeteci gözaltına alınıyor.
Suriye gerçeği yanı başımızda yaşanıyor.
Kayyım meselesi dur durak tanımıyor.
Tayyip Erdoğan’ı İsrail politikaları için protesto ettiği gerekçesiyle sadece itiraz dillendiren gencecik insanlar dahi hapse atılıyorken…
Konuşulanların, ortaya atılan iddiaların çoğu safsata gibi kalıyor işte bu aşamada.
Evet barıştan yanayız, aksi düşünülemez bile.
Bu koşullarda ve bu aşamada barış için verebileceğimiz tek destek ise -an itibarı ile- sadece sessizce izlemek olacaktır…
Bir ötesi bizim mesleği aşar!
/././