T-24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -7 Aralık 2024-

Beyaz yakadan emekliye, 2024’ün ekonomik zorluklarının etkileri -Binhan Elif Yılmaz-

Ekonomik zorluklar ve enflasyon, tüketicilerin market alışveriş alışkanlıklarını ve harcama eğilimlerini etkiledi. Tüketiciler market alışverişlerinde fiyat odaklı davranarak tasarruf etme eğiliminde. Fiyat karşılaştırmaları yapan tüketiciler indirim kovalarken, marketlerde “marka sadakati”nin yerini fiyat almış durumda

Türkiye ekonomisine dair son gelen büyüme ve enflasyon verileri, ekonomideki daralmayı ve enflasyonun düşüşüne dair umut ışığının sönmekte olduğunu gösteriyor. Tüm bu sürecin toplumumuzu nasıl etkilediği, tüketici gruplarında nasıl karşılık bulduğu, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinden değerli meslektaşım Prof.Dr. Süphan Nasır’ın başkanlığında gerçekleştirilen “Beyaz Yakadan Emekliye 2024’e Genel Bir Bakış: Ekonomik Zorlukların Farklı Tüketici Gruplarına Etkisi” başlıklı araştırmanın bulgularında yer alıyor.

Araştırma ekibinde İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa’dan Dr. Öğr. Üyesi Yonca Nilay Baş ve Medipol Üniversitesi’nden Dr. Öğr. Üyesi Fatma Betül Ortaköy var. Araştırmanın verisi 2024 Ekim ayı içerisinde Google Forms aracılığı ile çevrimiçi olarak toplandı ve bin 968 kişi katıldı. Araştırmaya katılanların yüzde 33’ü özel sektör çalışanı, yüzde 21’i kamu sektörü çalışanı, yüzde 21’i emekli ve yüzde 13’ü ise işveren veya esnaf.

Araştırma bulgularına hep birlikte bakalım:

Evlilik ve çocuk hayalleri ekonomik engellerle karşı karşıya! Evlilik ve çocuk sahibi olma kararlarında ekonomi belirleyici bir rol oynamakta. Katılımcıların yaklaşık dörtte üçü güncel ekonomik koşulların evlilik veya çocuk sahibi olma kararlarını etkilediğini belirtmiş.

Sosyal hayata sessizlik hâkimKatılımcıların yaklaşık yüzde 85’i sinema, tiyatro, konser gibi biletli etkinliklere hiç katılamamakta ya da birkaç ayda bir katılabilmekte.

Dışarıda yemek artık lüks: Araştırmaya katılanların yüzde 22’si birkaç ayda bir, yüzde 20’si ise ayda bir aile ve arkadaşlarla sosyalleşme amaçlı dışarıda yemek yediğini belirtmiş. Aile ve arkadaşlarıyla sosyalleşme amaçlı dışarıda yemek yiyemediklerini belirtenlerin oranı ise yüzde 11.

Ama bir yandan da “restorantlar, avm’ler dolu” söylem ve gözlemleri de var. Gelir dağılımındaki bozukluğun en görünen yanı, giderek daha da sessizleşen sosyal hayatın yanında giderek daha da şaşaalı hale gelen sosyal yaşantının yan yana varlığı.

Tatil hayal oldu: Katılımcıların yüzde 25’i son üç yılda tatile gidemediğini, yüzde 58’i ise son üç yılda eskisi kadar sık tatile gidemediğini belirtmiş. Görüldüğü gibi her dört kişiden biri son üç yılda tatil yapamadı.

Yaşam maliyetlerinin artması, artan konaklama-ulaşım ücretleri, birçok dar gelirli için uzun yıllardır tatili ulaşılmaz hale getirdi.

Ayrıca artan hayat pahalılığı, kişisel bakım hizmetlerine, sağlık ve spor kulüplerine erişimi de engelledi. Geçim derdi tüm bu ihtiyaç ve alışkanlıkları törpüledi.

Kredi kartları günü kurtarıyor ama borçlar birikiyor: Araştırmaya katılanların yüzde 95’i kredi kartı kullanıcısı. Katılımcıların yüzde 35’i nakit taşımamak, yüzde 30’u taksitli alışveriş ve yüzde 21’i nakit sıkıntısı nedeniyle kredi kartı kullandıklarını belirtmiş.

Nakit taşımama ve taksit kolaylığı imkânı sunması, kredi kartı kullanımını yaygınlaştırmakla birlikte kredi kartı borçlarının tamamını ödeyemeyenlerin oranı bu araştırmada yüzde 30’larda. Nakit sıkıntısı yüzde 21 ile kredi kartı kullanımında önemli bir neden ama bir yandan da kredi kartları borçlarını biriktiriyor ve ödeme zorluğu yaşayanların sayısı günden güne artıyor.

Akaryakıttan gıdaya, giyimden tatile, enflasyon kemer sıktırıyor! Enflasyon, geride bıraktığımız birkaç ayda araştırmacıları en çok ev dışı yeme-içme, gıda, ulaşım-akaryakıt, giyim/ayakkabı/aksesuar ve konut kirasında zorlamış.

Katılımcılara “geçmiş yıla kıyasla bu yıl hangi alanlarda daha çok kesinti yapmak zorunda kaldınız” diye sorulduğunda ilk sıralarda ev dışı yemek, giyim, tatil ve seyahat yer almış.

Enflasyon kıskacında market alışverişi: her iki tüketiciden biri indirim avcılığı yapıyor: Araştırmaya katılanların yaklaşık yüzde 55’i market alışverişi yapmadan önce farklı marketlerin fiyatlarını karşılaştırdığını,  yüzde 46’sı market alışverişi yaparken genellikle ürünlerin en ucuzunu bulmak için çaba harcadığını, yüzde 51’i indirimli fiyatlardan yararlanmak için birden fazla marketten alışveriş yaptığını, yüzde 41’i market ürünlerini etiket fiyatından almak yerine indirime girmesini beklediğini, yüzde 43’ü market alışverişlerinde fiyat indirimi var ise düzenli olarak satın aldığı marka yerine indirimdeki markayı satın alacağını belirtmiş.

Ekonomik zorluklar ve enflasyon, tüketicilerin market alışveriş alışkanlıklarını ve harcama eğilimlerini etkiledi. Tüketiciler market alışverişlerinde fiyat odaklı davranarak tasarruf etme eğiliminde. Fiyat karşılaştırmaları yapan tüketiciler indirim kovalarken, marketlerde “marka sadakati”nin yerini fiyat almış durumda.  

Eğitim bütçeleri zorluyor: Katılımcıların yüzde 21’i mevcut okul zamları nedeniyle çocuklarının kaydını devlet okuluna almayı düşündüklerini, yaklaşık yüzde 25’i ise ileride çocuklarının kaydını devlet okuluna alacaklarını belirtmiş.

Peki devlet okulları bu yükü kaldırabilecekler mi? Özel okullardan devlet okullarına öğrenci geçişlerinin dikkatle takip edilmesi gerekiyor.

Toplumun nabzı, ülke memnuniyet endeksi: memnuniyetsizlik yükselişte. Araştırmaya katılanların yüzde 52’si genel olarak hayatından memnun değil. Katılımcıların yaklaşık yüzde 95’i ülkenin içinde bulunduğu ekonomik koşullarından, yüzde 95,4’ü eğitim sisteminden, yüzde 91,7’si demokrasinin işleyişinden ve yüzde 77’si ise sağlık sisteminden memnuniyetsizliklerini dile getirmiş.

Pandemiden güçlü çıkmıştık, şimdi ne oldu? sağlıkta memnuniyetsizlik yükseliyor: Sağlık sistemine yönelik memnuniyetsizlik incelendiğinde ve ekonomi ve eğitim sistemi ile kıyaslandığında daha düşük seviyelerde. Ama yine de araştırma ekibinin 2020 yılında yaptıkları araştırmada sağlık sisteminden hiç memnun değilim diyenlerin oranı yüzde 37,4 iken aradan geçen dört sene sonra hiç memnun değilim diyenlerin oranının dramatik bir artış ile yüzde 55,9’a ulaşması dikkat çekici bir sonuçtur.  Her ne kadar pandemi sürecinde Türkiye’nin güçlü sağlık altyapısının katılımcılar üzerinde olumlu etkisinin olduğu görülse de dört sene sonra hiç memnun değilim diyenlerdeki 20 puanlık artışın olması düşündürücü.

Ekonomik zorlukların tüketim tercihlerini, bütçe planlamalarını ve harcama önceliklerini nasıl değiştirdiğine, bu zorluklar karşısında farklı tüketici gruplarının satın alma güçlerinin ve memnuniyet derecelerinin nasıl etkilendiğine dair önemli ipuçları sunan bu araştırma için değerli meslektaşlarıma ve araştırmaya katılanlara teşekkür ederim.  

                                                                /././

13 yaşındaki çocuğun ölümünün hesabını kim verecek?-Gökçer Tahincioğlu-

Cihat’ın, cenazesinin bulunduğu tarihte, cesetlerin enkazdan çıkartıldığı gün, güvenlik güçlerine karşı silahlı eylemde bulunması sonucu, ateşli silah yaralanması ile öldüğü tespiti yer aldı kararda. Ceset çürümüş, enkazdan çıkartılmış ama nasılsa aynı gün 13 yaşındaki çocuk silahla çatışmaya girmiş!
                                                       
Sur, Diyarbakır

30 Mart 2016’da, Diyarbakır’ın orta yerinde, Sur’da yapılan enkaz kaldırma çalışmaları sırasında yedi ayrı ceset bulundu.

“Hendek operasyonları” adı verilen operasyonların üzerinden aylar geçmişti. 2015’in ağustos ayında yapılan operasyonlardan sonra bölgeye girmek de yasaklanmıştı.

Yedi kişinin ne zaman, nerede öldüklerini bilmek bir yana kimliklerini bile tespit etmek o aşamada mümkün değildi.

Ancak ölenlerden birinin çocuk olduğu hemen anlaşılıyordu.

* * *

Çocuğun kim olduğunun anlaşılması zaman aldı. Kayıp başvuruları vardı. Onlardan birinin verdiği tarifle çocuğun bedeni arasında uyum gözleniyordu.

DNA testi yapıldı, başka türlü anlaşılması mümkün değildi.

Çocuğun 13 yaşındaki Cihat Morgül olduğu anlaşıldı.

Sur’daki operasyonlar ve çatışmalar sürerken, ailesi, çocuklarının ortadan kaybolduğunu bildirmiş, yaşamından endişe ettiklerini emniyet güçlerine iletmişlerdi.

* * *

Cihat’ın ölüm nedeni hemen anlaşılamadı. Göğüs boşluğundan 1,5 cm uzunluğunda, 0,5 cm genişliğinde siyah, kömür görünümünde metalik bir cisim çıkartılmıştı. Cilt dokusunun çürüme nedeniyle bütünlüğünü kaybetmesi nedeniyle parmak izi ve svap örneği de alınamadı.

Zaten çocuğun göğsünden çıkartılan metalik cismin niteliği de saptanamadı. Bütün bunlar için etraflı bir soruşturma başlatılması gerekiyordu.

* * *

Ancak soruşturma, Cihat’ın nasıl öldüğüyle ilgili değil, “terör örgütüne üyelik” nedeniyle başlatıldı. Ölünün nasıl soruşturulacağı merak konusu olabilir… Yanıtı da yok üstelik. Zira bu soruşturma dosyası da bir süre sonra “ölüm” gerekçesiyle kapatıldı.

Ancak kararda ilginç bir nokta vardı.

Cihat’ın, cenazesinin bulunduğu tarihte, cesetlerin enkazdan çıkartıldığı gün, güvenlik güçlerine karşı silahlı eylemde bulunması sonucu, ateşli silah yaralanması ile öldüğü tespiti yer aldı kararda.

Ceset çürümüş, enkazdan çıkartılmış ama nasılsa aynı gün 13 yaşındaki çocuk silahla çatışmaya girmiş!

* * *

Ailesi bu karara itiraz etti. Ancak itiraz da sonuç vermedi. Bunun üzerine avukat Abdullah Zeytun ve Diyarbakır İHD avukatları, olayı Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı. Başvuru yapıldığında, Cihat’ın cenazesinin bulunmasının üzerinden dört yıl geçmişti.

Anayasa Mahkemesi de dosyayı 4 yıl sonra karara bağladı. Böylece olaydan 8 yıl sonra başa dönülen bir karara imza atıldı.

Adalet Bakanlığı, Anayasa Mahkemesi’ne gönderdiği savunmada, yaşam hakkı ihlali konusunda inceleme yapılırken, olayların kendine özgü şartlarının dikkate alınması gerektiğini belirtti.

Ne demekse, neye göre ölçülecekse?

* * *

Anayasa Mahkemesi’nin kararı aslında örnek niteliğinde. Zira belki sadece Türkiye için değil, çatışma yaşanan tüm bölgeler için, tüm ülkeler için esas alınması gereken ilkeler sıralandı kararda.

Önce, güvenlik güçlerinin hangi olaylarda silah kullanabileceği anımsatıldı. Ardından yaşam hakkının “öldürmeme yükümlülüğü” ve “etkili soruşturma yükümlülüğü” boyutlarından.

Şu yorum yapıldı:

“Yaşam hakkına yapılan müdahalenin hukuka uygun olacağı hâllerde dahi son çare olarak öldürücü kuvvet kullanılması gerekir… Devlet, yaşam hakkının etkili soruşturma yükümlülüğüne ilişkin usul boyutu kapsamında doğal olmayan her ölüm olayının sorumlularının belirlenmesini ve gerekiyorsa cezalandırılmasını sağlayabilecek etkili resmî bir soruşturma yürütmek durumundadır… Kamu görevlilerinin güç kullanımı sonucu gerçekleşen ölümlere ilişkin soruşturmaların etkili olabilmesi için soruşturma makamları, olaya karışmış olabilecek kişilerden bağımsız olması, resen ve derhâl harekete geçerek ölüm olayını aydınlatabilecek ve sorumluların belirlenmesini sağlayabilecek bütün delilleri tespit etmelidir.”

* * *

Kararın devamı da ilginç.

Kararda, Cihat’ın cesedinin bulunmasından sonra açılan soruşturmanın örgüte üyelik suçundan yürütüldüğünün altı çizildi.

Normal şartlarda ölüm olayı araştırılır değil mi, hayır…

AYM de bu garipliğe işaret ederek, “UYAP üzerinden yapılan incelemede C.M.’nin ölümüne ilişkin yürütülen başkaca münferit bir soruşturmaya rastlanmadığı gibi Bakanlık görüşünde de bu yönde bir bilgiye yer verilmemiştir” ifadesini kullandı.

Karar gösteriyor ki Cihat’ın kesin ölüm nedeni aydınlatılmamış, nasıl öldüğü araştırılmamış, çürümüş cenazesine bile bakılmadan bulunduğu gün silahlı çatışmaya girdiği söylenmiş.

* * *

Kararda da zaten Cihat’ı öldürülmesine neyin yol açtığının araştırılması gerektiği vurgulandı. Ölüm nedenine ilişkin dosyada herhangi bir rapor bulunmadığına da dikkat çekildi.

Şöyle devam edildi:

“Sonuç olarak yaşam hakkına yönelik müdahale kabul edilmesine rağmen ölümün hangi şartlar altında gerçekleştiğinin tespitine yönelik bir soruşturma yürütülmemiş; yaşam hakkına yönelik müdahalenin Anayasa’nın aradığı zorunlu bir durumdan kaynaklanan gerekli ve ölçülü bir müdahale olup olmadığına yönelik olarak elde edilen bulguların kapsamlı, nesnel ve tarafsız analizine dayalı bir değerlendirme de yapılmamıştır. Döneme hâkim olan şartlar altında dahi olayın aydınlatılabilmesi için imkânlar dâhilinde tüm delillerin toplanarak nesnel bir değerlendirme yapılması; hukukun üstünlüğüne olan inancın korunması ve hukuka aykırı eylemlere müsamaha gösterildiği veya kayıtsız kalındığı görünümü verilmemesi açısından kritik önemdedir.”

* * *

Anayasa Mahkemesi’nin bu tespiti önemli.

AYM, döneme hâkim olan şartlarla bile kanıtların toplanarak nesnel değerlendirmeye tabi tutulması gerektiğini ısrarla vurguluyor.

AYM, Cihat’ın ailesine 100 bin TL maddi tazminat ödenerek, soruşturmanın yeniden yürütülmesine karar verdi.

Nasıl sonuçlanacağını göreceğiz?

Dört yanımızda çatışmalar, ölen çocuklar, cenazeleri bile bulunamayan çocuklar, ağlayan, aç kalan çocuklar var.

Bir çizgi var… Çocukların tarafında olmak ve olmamak arasında bir çizgi. Çizginin hangi tarafında durulduğunu da ancak somut adımlar ortaya koyabilir.

Ve ne yaşanırsa yaşansın, 13 yaşındaki bir çocuğun enkaz altında çürüyen bedeni, etkin bir soruşturmaya değerdir…

                                                                  /././

Kadınların fendi Netanyahu’yu yendi -Hasan Göğüş-

Kamuoyunda “Lahey’i basma yasası” olarak da bilinen “Amerikan Askeri Personelini Koruma Yasası”, (ASPA) ayrıca Amerikan askerlerini kurtarmak için ABD’nin her türlü önlemi alabileceğine ilişkin hükümler içeriyor. Trump yönetimi devraldığında hasbelkader bir Amerikan askeri UCM’lik olursa, maazallah, Trump bu yasaya dayanarak Lahey’i “cehenneme çevirmeye” kalkışabilir.

Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) 21 Kasım’da çok önemli bir karara imza attı. Fransız Yargıç Nicolas Guillou’nun başkanlık ettiği ve Benin ile Slovenyalı iki kadın yargıçtan oluşan UCM’nin üç kişilik Yargılama Öncesi Dairesi (Pre-trial chamber) İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, eski İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant ve Hamas’ın askeri kanadı komutanı Muhammed Deif hakkında tutuklama emri çıkarılmasına karar verdi. Ne yazık ki tarihi nitelikte sayılabilecek UCM’nin bu kararı, Trump tartışmaları ve geçtiğimiz hafta sonu Suriye’de ortaya çıkan gelişmeler nedeniyle kamuoyunda fazla yankı bulmadı, tabiri caizse güme gitti. Konuyla ilgili olarak medyada yer alan az sayıdaki haberlerde de 7 Ekim saldırılarının mimarı olduğu düşünülen Hamas’lı Deif için çıkarılan tutuklama emrinden hiç söz edilmedi.

Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin tarihçesi

Uluslararası Ceza Mahkemesi, Birleşmiş Milletler çerçevesinde Roma’da toplanan bir konferans sonucunda 1998 yılında kabul edilen Roma Statüsüyle kuruldu. Statü gereği 60 ülke tarafından onaylandığı tarih olan, 11 Nisan 2002 tarihinde faaliyete geçti. Bugün itibariyle 124 ülke UCM’ye taraf. Savaş suçları, insanlığa karşı suçlar, soykırım suçları ve saldırı suçları mahkemenin yargı yetkisine giriyor. UCM, devletleri yargılamaya yetkili değil, sadece kişileri yargılayabiliyor.

UCM kuruluşundan bu yana bazılarında birden fazla şüphelinin bulunduğu 32 davaya bakmış. Yargılama Öncesi Daire bugüne kadar 62 kişi hakkında tutuklama emri çıkarmış. Bunlardan 21’i taraf devletlerin iş birliğiyle yakalanarak mahkeme önüne çıkarılmış. 33 kişi hâlâ tutuklanmayı bekliyor. Yargılananlardan 11’i hüküm giymiş, dördü beraat etmiş.

UCM ilk mahkûmiyet kararını, 2012 yılında Demokratik Kongo Cumhuriyetindeki milislerin lideri Thomas Lubanga için vermiş. Çocukları savaşa sürerek savaş suçu işlemekten yargılanan Lubanga, 14 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Mahkemenin diğer ünlü müşterileri arasında Netanyahu’nun yanı sıra eski Kenya Cumhurbaşkanlarından Kenyatta, eski Sudan devlet başkanı Ömer-el- Beşir ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin de yer alıyor.

ABD ve Uluslararası Ceza Mahkemesi

ABD Roma Statüsü’nün müzakerelerine katılarak ortaya çıkan nihai metni 31 Aralık 2000 tarihinde imzaladı. Ancak George W. Bush döneminde, baştan beri sıcak bakmadığı Statü’den imzasını geri çektiğini açıkladı. ABD, daha sonra kendi vatandaşlarını UCM’nin yargı yetkisi dışında tutabilmek için 100’ün üzerinde ülke ile ikili dokunulmazlık anlaşmaları imzaladı. Bunlarla da yetinmeyen ABD 2002 yılında kamuoyunda “Lahey’i Basma Yasa”sı olarak da bilinen “Amerikan Askeri Personelini Koruma Yasası”nı (ASPA) kabul etti. Bu yasaya göre, UCM’ye taraf ülkeler, ABD ile ikili dokunulmazlık anlaşması imzalamayı ret ettikleri takdirde, bu ülkelere yapılan askeri yardım kesilebiliyor. Yasa ayrıca Amerikan askerlerini kurtarmak için ABD’nin her türlü önlemi alabileceğine ilişkin hükümler içeriyor. Trump yönetimi devraldığında hasbelkader bir Amerikan askeri UCM’lik olursa, maazallah, Trump bu yasaya dayanarak Lahey’i “cehenneme çevirmeye” kalkışabilir.

21 Kasım tarihli Yargılama Öncesi Dairesi’nin tutuklama emri

21 Kasım tarihli Netanyahu, Gallant ve Deif’in tutuklanma emrine giden süreç Filistin’in 2015 yılında UCM’ye taraf olmasına kadar uzanıyor. UCM, 2021 yılından bu yana da Filistin topraklarında savaş suçu işlenip işlenmediğine ilişkin bir soruşturma yürütmekteydi. Geçen yıl 7 Ekim’den sonra bu soruşturmanın kapsamını genişletti.

UCM Savcısı Karim Khan, geçtiğimiz 20 Mayıs günü yaptığı açıklamada İsrail Başbakanı Netanyahu, eski Savunma Bakanı Gallant, Hamas lideri Yahya Sinwar, Hamasın askeri kanadının komutanı Muhammed Deif ve Hamas Siyasi Bürosu Başkanı İsmail Haniye hakkında savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar işledikleri gerekçesiyle tutuklama emri kararı verilmesini talep etti. UCM’nin Yargılama Öncesi Dairesi bu talebi, 21 Kasım’da kabul ettiğini açıkladı. Aradan geçen süre içerisinde katledildiklerine ilişkin kesin kanıtlara ulaşıldığından Sinwar ve Haniye hakkındaki iddialar düşürüldü.

Netanyahu ile Gallant’a isnat edilen insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları arasında açlıktan ölüme terk etmeyi bir savaş aracı olarak kullanmak, kasıtlı olarak adam öldürmek, saldırıların kasıtlı olarak sivil halka yönlendirilmesi, zulüm ve insanlık dışı eylemler gibi iddialar sıralanıyor. Hamas’ın askeri kanadının komutanı Muhammed Dief ise öldürme, rehin alma, ırza tecavüz, rehinelere insanlık dışı eylemler ve işkence ile suçlanıyor.

Nereye kadar?

UCM çalışma yöntemi olarak sanıkları gıyaplarında yargılayamıyor. Bu nedenle Netanyahu, Gallant ve Deif taraf ülkelerce tutuklanıp mahkemeye teslim edilmedikleri sürece, UCM’nin yapabileceği bir şey yok. Ama yine de uluslararası hukuku hiçe sayan bunca eylemine rağmen dokunulmaz denilen Netanyahu’ya mahkemenin dokunmuş olması başlı başına takdire şayan bir karar.

Genelde UCM savcılarının tutuklama taleplerini mahkeme ortalama 3-4 haftada karara bağlıyor. Putin’e üç haftada çıkarılan tutuklama emri Netanyahu için tam altı ayda verilebildi. Bu süre içerisinde Yargılama Öncesi Daire’nin üç yargıcı üzerindeki baskıları ve tehditleri tahmin etmek zor değil.

Acaba iki cesur kadın yargıç Beti Hohler (Benin) ve Reine Alapini Gansou olmasa bu karar alınabilir miydi? Her hâl ve kârda Yargılama Öncesi Daire’nin üç yargıcı da övgüyü hak ediyor.

                                                                  /././

Olası barış sürecine nasıl destek olabiliriz?-Tuğçe Tatari-

Bilmediğimiz, anlamadığımız, doğrulatamadığımız, muhatapların da anlamaya çalıştığı, belirsiz, ‘ağır çekim’ bir süreçteyiz. Evet barıştan yanayız, aksi düşünülemez bile. Ancak bu koşullarda ve bu aşamada barış için verebileceğimiz tek destek, sadece sessizce izlemek olacaktır…

Yazılarıma aşina olanlar bilir, lafı eğip bükmeyi, kelimelerin arkasına saklanmayı tercih etmem. Flu ortamları netleştiremedikten sonra bu yazıları yazmanın da bir esprisi kalmayacağını düşünürüm.

Gazeteci dediğiniz, analiz veya yorum -artık hangisini tercih ederseniz- yapıyorsa; okuduğu, gördüğü, tanıklık ettiği, birinci ağızdan, kaynaklardan elde edilmiş verileri değerlendirip bu değerlendirmelere ilaveten deneyimlerini -varsa şayet- harmanlayıp size bilgileri temiz bir şekilde sunma görevi dışında varlık gösteremez -normalde.

Evet, elbette siyasi görüşler de bu analizlere, yorumlara bir miktar şekil verir ki, zaten okur da okuduğu kişinin görüşünü buradan anlar ve yola ya onunla ya da kendine yakın bulduğu bir başka görüşle devam eder.

Fakat Türkiye’de uzunca bir süredir herkes her konunun uzmanı, biliyorsunuz sıklıkla konuşuyoruz vasatlık ve kullanışlılık mesleğe öyle bir nüfuz etti ki, kenarında köşesinde yer alma ihtimali dahi yüz kızartır hâle geldi!

Son günlerde Türkiye’nin önemli gündemlerinden biri de, olası bir yeni barış süreci. Olası diyoruz çünkü bilmediğimiz, anlamadığımız, doğrulatamadığımız, daha doğrusu muhatapların da izleyerek, yaşayarak anlamaya çalıştığı birtakım açıklamalar ve gelişmeler mevzubahis.

Bu olası süreci Devlet Bahçeli dillendiriyor, Tayyip Erdoğan destekliyor, en azından aralarındaki rol dağılımının şimdilik bize yansıyan yüzü bu.

‘Ortalarda’ Ufuk Uras ve Doğu Perinçek gibi isimler de dolaşıyor.

Yayınlarda Rasim Ozan Kütahyalı gibi isimler birtakım büyük iddialar dillendiriyor.

Onun dışında bir miktar gazeteci var, onlar zaten hep olmayan bilgilerini ‘engin tecrübeleriyle’ de harmanlayıp değerlendirme yapıyorlar. Her konunun uzmanı olan bu ‘arkadaşlar’ söyledikleri sözün çürümesini önemsemediği gibi onu çürütüldüğüyle yüzleştirecek bir izleyici de yok ortalıkla.

Hâliyle gündemde ne varsa çıkıp konuşuyorlar. Kimsenin de bir itibar kaybına uğramadığı, uğratılmadığı bir düzlem.

Kendi açımdan ise bakıyorum; fikrine, bilgisine, tecrübesine güvenilebilecek pek kimse yok gibi ortalıkta.

Olası süreç de aksi gibi çok yavaş ilerliyor.

DEM Partili heyetin İmralı’ya gitmesi konusu misal, konuşulmaya başlanmasıyla gerçekleşmesi ihtimalinin oluşması arasında bile haftalar geçiyor.

Adeta ağır çekim izliyoruz!

Hiç değilse somut bir adımdır ve arkasından heyetin söyleyecekleri önemli olabilir, bekliyoruz bakalım.

Açıkçası bu esnada görüş isteyen, panele davet eden, yazı isteyenlere de anlamadığımız, bilmediğimiz bir konu olduğu için sessiz kalmayı tercih ettiğimizi söylemek durumunda kalıyoruz.

Ülke o kadar herkesin her konuda kendinden aşırı emin bir şekilde konuşmasına alıştı ki, bu beyanımız da üstenci bir yerden alınıyor. Oysa aksine; meziyetimiz bilgiye dayalı yazmak-konuşmak, fazlası olsa yardımcı olalım!

Üstelik içinde yaşadığımız ülkenin hissettirdiği barışçıl bir hava da yok ortada. Üfürülen iddialar ve üzerinde tepinenlerden başka somut verimiz yok açıkçası.

Somut olmayan konuda da konuşmak, önlere atılmak gazetecilik işi değil, kesinlikle değil inanın bana.

Ama konu barış olduğunda da boynumuz kıldan ince elbette.

Kalkıp da kiminle masaya oturulup oturulmayacağını tartışmaya dahi açabileceğimiz bir konu değil bu, evet.

Zira insan yaşamı söz konusu olduğunda ve geride bırakılan yarım yüzyıl yıl içinde ödenen bedeller düşünüldüğünde, her bir hamle fırsattır, gerekirse ‘şeytanla bile’ masaya oturulur diyoruz, mecburuz!

Yazının başına dönersek; bilmediğimiz, okumadığımız, tanıklık etmediğimiz, anlayamadığımız, tecrübelerimizde yer almayan konular üzerine yorum ve analiz yapamayız.

Hele hele olası sürecin başını çeken ‘ittifak ortakları’ geçmiş icraat ve söylemleriyle bu kadar şüpheliyken!

Hepimize karşı olan bir sistem barışı nasıl yeşertecek soruları taptaze, capcanlı duruyorken.

‘Barış ihtimali’ konuşuladururken onlarca gazeteci gözaltına alınıyor.

Suriye gerçeği yanı başımızda yaşanıyor.

Kayyım meselesi dur durak tanımıyor.

Tayyip Erdoğan’ı İsrail politikaları için protesto ettiği gerekçesiyle sadece itiraz dillendiren gencecik insanlar dahi hapse atılıyorken…

Konuşulanların, ortaya atılan iddiaların çoğu safsata gibi kalıyor işte bu aşamada.

Evet barıştan yanayız, aksi düşünülemez bile.

Bu koşullarda ve bu aşamada barış için verebileceğimiz tek destek ise -an itibarı ile- sadece sessizce izlemek olacaktır…

Bir ötesi bizim mesleği aşar!

                                                              /././

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -6 Aralık 2024-

Kasım ayı Basın Özgürlüğü Raporu: Gözaltı, tutuklama, tehdit, sansür…

CHP Milletvekili Çakırözer her ay düzenli olarak kamuoyu ile paylaştığı basın özgürlüğü raporunu yayınladı. Rapora göre, gazetecilere yönelik gözaltı ve tutuklamalar kasım ayına damga vurdu.

Kasım ayı gazeteciler ve basın özgürlüğü için en karanlık aylardan biri oldu. CHP’nin kamuoyu ile paylaştığı basın özgürlüğü raporuna göre gazetecilere yönelik gözaltı ve tutuklamalar kasım ayına damgasını vururken, RTÜK de televizyon kanallarına ceza üstüne ceza yağdırdı. Gazeteciler kasım ayında 87 kez hakim karşısına çıkarken, yürütülen soruşturmalar kapsamında 17 gazeteci gözaltına alındı, 3 gazeteci de tutuklandı. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddet ile Mücadele Günü etkinlikleri ile iktidarın belediyelere atadığı kayyımlara yönelik protestoları takip eden gazetecilerin haber yapması engellendi. Raporu hazırlayan gazeteci Milletvekili Utku Çakırözer, “Kasım ayın basın özgürlüğü, halkın haber alma hakkı ve gazetecilik için en karanlık aylardan biri oldu. Hep diyoruz basın özgürlüğü olmazsa demokrasi olmaz, hukuk devleti olmaz! Basın özgürlüğü ve halkın haber alma hakkı sağlanana dek mücadelemiz sürecek” dedi.

GAZETECİLER 87 KEZ YARGILANDI

CHP Eskişehir Milletvekili Utku Çakırözer her ay düzenli olarak kamuoyu ile paylaştığı basın özgürlüğü raporunu yayınladı. Kasım ayı Basın Özgürlüğü Raporu’na göre son bir ayda ifade ve basın özgürlüğü alanında yaşanan ihlaller şöyle:

* Gazeteciler kasım ayında 87 kez hakim karşısına çıktı.

* Birgün yazarı Gözde Bedeloğlu, MHP Milletvekili Sermet Atay’ın şikayeti üzerine açılan davada para cezasına çarptırıldı.

* Halktv.com.tr yazı işleri Müdürü Dinçer Gökçe, gazetepencere.com yazı işleri müdürü Nilay Can ve Bianet muhabiri Tuğçe Yılmaz’ın da aralarında bulunduğu 17 gazeteci kasım ayında gözaltına alındı.

O KANUN YİNE BASINA KARŞI İŞLETİLDİ

Gazeteciler Fatih Altaylı, İsmail Saymaz ve Evren Demirdaş hakkında 2022 yılında dezenformasyonla mücadele gerekçesiyle TCK’ya eklenen ‘Halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma’ suçundan soruşturma başlatıldı.

*23 Derece sosyal medya hesabının sahibi gazeteci Gökhan Özbek gözaltına alındı.

AMAN KAYYUM HABERİ BİLİNMESİN!

Kasım ayı boyunca belediyelere kayyum atanması süreçlerine ilişkin haberlerin engellendiği gözlendi. Görevden alınarak yerine kayyum atanan Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in soruşturma sürecine dair haber ve paylaşımları nedeniyle gözaltına alınan ‘10Haber’ muhabiri Furkan Karabay tutuklandı.

* Batman Belediyesine kayyım atamasına tepki eylemlerini takip eden gazeteciler Pelşin Çetinkaya ve Veysi Akören gözaltına alındı. Batman Sonsöz gazetesi polis tarafından basıldı, muhabiri Serhat Aslan gözaltına alındı.

* 25 Kasım’da Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü etkinlikleri takip eden Gazete Duvar muhabiri Osman Çaklı'nın da aralarında bulunduğu gazeteciler Beyoğlu’nda, gazeteci Bilal Güldem’in de Diyarbakır’da çekim yapması engellendi.  Özgür Yurttaş muhabiri İrem Kabataş gözaltına alındı.

GAZETECİYE ‘MESLEĞİNİ BIRAK’ TEPKİSİ

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli sorusundan rahatsız olduğu gazeteci Hilal Köylü’ye ‘mesleğini bırak’ şeklinde tepki gösterdi. MHP lideri Meclis’teki grup toplantısında da Halk TV ve bazı basın organlarını tehdit etti.

* Balıkesir Burhaniye’de Yeni Efe gazetesi sahibi Hakan Sataroğlu CHP’li belediye meclis üyesi tarafından darbedildi.

RTÜK’TEN YİNE ‘SİYASİ’ CEZA YAĞDI

Anayasa’daki görevleri gereği tarafsız ve objektif olması gereken RTÜK kasım ayında da televizyon kanallarına ceza yağdırdı. RTÜK Halk TV, Flash Haber, Tele 1, Sözcü TV, NOW TV, Star TV, Show TV, Kanal D, S Sport, Exxen ve TV8'e 13 ayrı yaptırım uygulandı. Halk TV’ye 'Bahçeli’ye dosyayı Erdoğan vermiş' ve 'Erdoğan görüntüleri izletmiş' alt yazıları, SZC TV’ye ‘Yenidoğan Çetesi’nin konuşulduğu Arena programında konukların Sağlık Bakanı ile ilgili iddiaları, Flash Haber TV’ye program sunucusu ve gazetecilerin ‘Neden aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar bekliyoruz?​’ sorusu ile ‘bazen de böyle tersten çakarlar işte’, ‘bu kadar kafasızlık olur mu ya’ ifadeleri nedeniyle yüzde 3 idari para cezası verildi. Tele 1’e program sunucusu Musa Özuğurlu’nun bir başka gazeteci hakkındaki yorumları nedeniyle ceza verildi.

* Belediyelere kayyum uygulamasının eleştirildiği yayınlar ve CHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın'ın siyasi yorumları nedeniyle Halk TV, NOW TV ve TELE 1'e aylık iletişim gelirlerinin yüzde 3'ü oranında idari para cezası verildi.

* TUSAŞ’a yapılan terör saldırısı sonrası ilgili mahkemenin verdiği yayın yasağına uymayan televizyon kanallarına üst sınırdan idari yaptırım uygulandı. 

* Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kamuoyuna açık talebi doğrultusunda RTÜK tarikatlarda küçük yaşta evlilik ve cinayet gibi konularının işlendiği Kanal D’ye iki kez program durdurma ve yüzde 3 para cezası kesti.

MİLYONLARCA TAKİPÇİSİ OLAN PLATFORMLAR AYLARDIR KAPALI

Anayasa Mahkemesi’nin 5651 sayılı kanunun 9. Maddesini iptal etmesi sonrasında kişilik hakları gerekçesiyle alınan haberlere erişim engeli kararlarında azalma gözlenirken, Milli güvenlik gibi gerekçelerle alınan haber ve sosyal medya içeriklerine yönelik erişim engelleme kararlarının sürdüğü gözlendi.  Kasım ayında, TikTok fenomenlerinin silahlı kavgası hakkındaki haberler, silahlı saldırı haberleri ile erişim engelleme kararlarını eleştiren İfade Özgürlüğü Derneği kurucusu Prof. Yaman Akdeniz ile Diken internet haber sitesinde yapılan ‘Mahkemeden ‘yasaya aykırı’ karar: ‘AKP’li belediyede vurgun’ haberine erişim engeli’ başlıklı haber de erişime engellendi. Dünyada milyonlarca insanın kullandığı hikaye yazma ve okuma sitesi Wattpad, oyun programı Roblox ve yayın platformu Discord’a yönelik aylar önce getirilen erişim engellemeleri kasım ayında da devam etti.

                                                           ***

Erdoğan’dan Suriye yorumu: Hedef tabii Şam, bu yürüyüş kazasız belasız devam etsin

Cuma namazı çıkışı konuşan Erdoğan, Suriye'deki cihatçı grupların ilerleyişi için, "Hedef tabii Şam. Muhaliflerin yürüyüşü devam ediyor. Temennimiz kazasız belasız bir şekilde devam etsin” dedi.(https://www.evrensel.net/haber/536107)

                                                              ***

CHP'li Emir, Erdoğan'ın Tarım Kredi'deki alışverişini tekrarladı: 3,5 yılda fiyatlar 5 katına çıkmış

CHP’li Emir, Erdoğan’ın 2021 yılında Tarım Kredi’deki alışverişinin şu an ne kadara satıldığını hesapladı. Emir, “3,5 yılda Türkiye 5 kat enflasyon görmüş, fiyatlar 5 katına çıkmış” dedi.(https://www.evrensel.net/haber/536142)

                                                                ***

Ömerli Barajı havzasında Erdoğan imzalı rant kararı -Cem Şimşek-

İstanbul Pendik’e bağlı Kurna Mahallesi’nde özelleştirme kapsamındaki bir arsa için imar planı değiştirildi. Plan değişikliği kararı Resmi Gazete’nin dünkü sayısında yayınlandı.(https://www.evrensel.net/haber/536106)

                                                                 ***

Aile hekimliği yönetmeliğinin yakın sonucu güvencesizlik, şiddet ve çeteleşmedir -Nuray Sancar-

Çalışma biçimlerini yeniden düzenleyen yönetmeliği protesto eden aile hekimleri ikinci grevlerini yaptılar.

Türk Tabipleri Birliği, 2003’te yürürlüğe sokulan ve kısaca sağlıkta dönüşüm olarak anılan programın, halka ve sağlık emekçilerine ne getirdiğini o dönem yayımladığı broşürle öngörmüştü. Broşürde “Aile hekimliği henüz kapitalist düzenle bütünleşip sağlıktan kâr elde etmeye dayalı bir yapı haline gelemediği dönemlerde elinde çantasıyla müşterilerini dolaşan çağ dışı bir doktor modeliydi” deniyordu.

Gerçekten de aile hekimleri sağlığa devlet bütçesinden ayrılan payın azaltıldığı, sağlık hizmetindeki özelleştirmelerin hız kazandığı bir süreç içinde bina kirasını, personel maaşını temizlik giderlerini kendileri ödeyen ve devlet disiplini ve özelleştirme baskısı altında ayakta kalmaya çalışan geçiş dönemi aktörleri oldular.

Geçiş döneminin bittiği ve doktorların eski zamanlardaki gibi çantalı hekimlere dönüştürüleceği Aile Hekimliği Sözleşme ve Ödeme Yönetmeliği başlıklı metinle ilan edilmiş oluyor. Yükleri daha da ağırlaştırılan hekimler ve aile hekimliği sağlık emekçileri ya bu deveyi güdersiniz ya da gidersiniz noktasına getirildiler.

Yönetmelikle ilgili birçok tabip odası açıklama yaptı. Antalya Tabip Odasının açıklaması yönetmelikteki dayatmaları şöyle formüle etti: “Muayene hedefi 75+ olacak, düşük olursa para keserim, sağlık kuruluşları dahil kişinin muayene sayısı 7’den çok olursa yine para keserim; antibiyotik, mide koruyucusu, anti enflamatuar yazmayacaksın yine para keserim, hastayı memnun edemezsen yine para keserim, memnun edecek şeyler yaparsan yine keserim, nüfusunu düşüremiyorum ama hedefini büyük koydum, başaramayacağın için her halükarda kesiyorum. Her türlü hastaneye gitmek serbest, hastanelere de çok hasta baktıkları için çok döner ödüyorum, 10 güne bir randevu verecekler ama ben senden kesiyorum.”

Aile hekimlerine performans kriterleri dayatan ve bölgedeki diğer aile hekimleriyle rekabete zorlayan, doktorun hastasına ne yazacağına, hangi yoğunlukta yazacağına karar veren iktidar hekimler için mesleği yapılamaz hale getiriyor.

Hasta memnuniyeti, hastanın doktora geliş gidiş sıklığı, aile hekimliğine gitmeyen lohusaların ve kronik hastaların aile hekimleri dışındaki tercihleri vb. her şeyin sorumlusu haline getirilen aile hekimleri sırf bu mesleği yaptıkları için cezalandırılıyor.

Sağlıkta dönüşüm “Artık doktor dövebiliyoruz” diye böbürlenen şiddete eğilimli yurttaş imal etmişti. Bu yönetmelik şimdi şiddetin ta kendisi olarak şekillendi. Bu yüzden aile hekimleri arasında eziyet ve zulüm yönetmeliği olarak adlandırılıyor.

Şunu yapmazsan şundan mahrum kalırsın, şöyle yaparsan böyle kazanırsın gibi dayatmalarla hekimlerin hareket alanını belirsizleştiren devlet disiplini, aile hekimliğinde çeteleşmeye zemin hazırlamaya aday görünüyor. Kendi kapasitesiyle ve diğer hekimlerle rekabete zorlanan ve aile hekimliği kurumunun menteşesi sökülmüş kapılarını piyasaya tamamen açan yönetmelik, doktora kazanç çıtası koyuyor çünkü. Ama ne çıta, yüksekliği ancak pazar hareketliliği tarafından belirlenen bir çıta.

Sağlıkta dönüşüm ve özelleştirme programının en acımasız sonucu, ‘yenidoğan çetesi’ oldu. Ancak bu çeteleşmenin üç beş gözü açığın ve açın münferit örgütlenmesi olmadığı da ortada. Kâr ve rant için insan hayatının bizzat hayat verenler tarafından, üstelik devlet ve bürokrasi içindeki bağlantılarının gölgesinde hiçe sayıldığı sistem baştan koktu. Hekimliği yozlaştıran, bu yozlaşmaya direnenlerin terbiyesini de hasta yakınlarıyla hastalara bırakarak şiddeti dizginlerinden salıveren dönüşüm programı, şimdi de aile hekimlerini birlikte batmak için aynı bataklığa çekiyor.

Oysa aile hekimliği birinci basamak sağlık hizmetlerini alabilmek için en yakın, bedava, en kolay ulaşılabilen tanı ve tedavi merkezleri olmalı ve bütçesi bakanlıkça karşılanmalıdır. Ne yazık ki halk sağlığına ayrılan bütçe yıllar içinde giderek azaldı. Katkı payı uygulamasıyla hastalar, ‘işletmenin yükü’ ise üstlerine yüklenerek hekimler özelleştirmeye hazırlandı.

Birinci Basamak Sağlık Çalışanları Birlik ve Dayanışma Sendikası Genel Başkanı Derya Mengücük şunu söylüyor: “Yönetmelik diyor ki her sözleşme yenileneceği zaman bakanlıkça belirlenen kriter, hedefler ve aile hekimlerinin, ebe ve hemşirenin bu hedeflere ulaşıp ulaşmama durumuna göre sözleşme yenilenecek. Bu bölgesel olarak da değişebilecek diyor. Burada biz bu hedef ve kriterleri başından bilmiyoruz, sözleşme dönemi geldiğinde öğreneceğiz. Dolayısıyla çalışırken hangi hedefleri tutturmamız gerektiğini hangi başarıyı sağlamamız gerektiğini bilmeden bir sözleşme imzalamamız bekleniyor.”

Halk sağlığını değil; ay sonunda ne kadar ücret veya maaş alacağını, sözleşmesinin bir sonraki yıl yenilenip yenilenmeyeceğini bilemeyen güvencesiz sağlık emekçisi profiline siyasi yatırım yapan bir yönetmeliğin kaçınılmaz sonucu şiddettir, çeteleşmedir, kâr odaklı piyasalaşma bağlamında ücret sisteminin feshi ve yolsuzluktur… Doğal olarak.

Bu yönetmelik geri çekilmelidir.

                                                      /././

Avrupa'da 'siyasi kriz' hayaleti dolaşıyor -Yücel Özdemir-

Avrupa’nın en büyük ekonomisine sahip Almanya’da 6 Kasım’da koalisyon hükümetinin dağılmasından bir ay sonra ikinci büyük ekonomiye sahip Fransa’da da hükümet güvenoyuyla düşürüldü. Böylece AB’nin motoru durumundaki iki ülkede siyasi kriz, politik kamplaşma, belirsizlik ve ekonomideki durgunluk sürecine kapı aralanmış oldu. İki ülkede de krizin görünen nedeninin 2025 bütçesi olması ise tesadüf değil.

Almanya’da dağılan hükümet, anayasa ile güvence altına alınan borç frenini kaldırarak borçlanma yoluyla daha fazla harcama yapmanın önünü açmak isterken, Fransa’da önü açılan ve rekor düzeye ulaşan borçlanmanın (3 trilyon 228 milyar avro) önüne geçilmek için yılda 60 milyar avro tasarruf yapılmak isteniyordu. Her iki durumda da emekçilerin kazanılmış haklarına yeni saldırılar, ek vergi yükleri söz konusu.

Bu nedenle hükümetlerin çökmesi “siyasi krizlerin” daha başlangıcı. Önümüzdeki dönem çok daha çalkantılı bir süreç iki ülkenin de önünde duruyor.

Almanya’da seçimlerden sonra görece istikrarlı bir hükümetin kurulup kurulamayacağı belirsiz. Alman burjuvazisinin gönlünden geçen Hristiyan Demokratlarla Sosyal Demokratları yeniden koalisyon ortağı yapmak. Her iki parti de geçmişe göre önemli ölçüde yıprandığı için bu planın tutup tutmayacağı net değil. Net olan ise önümüzdeki süreçte Almanya’da siyasi kutuplaşma, gerilim ve kriz halinin daha sıklaşacağı. Zira derinleşen sınıflar arası çelişkiler, emperyalist paylaşımda yer kapma hesapları, kurulacak hükümetin işini geçmişe göre çok daha zorlaştırmış görünüyor. Bunlara bir de ekonomik durgunluk, kitlesel işten atmalar, yükselen aşırı sağ eklendiğinde kısa sürede çok şeyin olabileceği koşullar oluşuyor.

Siyasi kriz, kutuplaşma ve bütçe açığı konusunda Fransa’nın Almanya’nın bir adım önünde olduğu söylenebilir. Sistemin eski ana partileri Sosyalist Parti ve Cumhuriyetçiler önemli ölçüde güç kaybederken, onlara tepki olarak ortaya çıkan Macron ve partisinin de ömrü kısaldı. Temmuzdaki erken seçimler bunun işareti. Bunun başlıca nedeni ise başta emeklilik yaşının yükseltilmesi olmak üzere pek çok alanda emekçilerin kazanılmış haklarına yönelik saldırılardı. Avrupa Parlamentosu seçimlerinde kaybettiği gücü toparlamak için yaptığı erken seçim hamlesi de bu nedenle ters tepmişti.

Bu süreçte asıl güç toplayan, yükselişe geçen ise sistemin kenarda tuttuğu sol sosyal demokrat Jean-Luc Melenchon’un liderliğini yaptığı “Boyun Eğmeyen Fransa” (La France insoumise) ve aşırı sağcı, milliyetçi Marine Le Pen’in liderliğini yaptığı “Ulusal Cephe” (Rassemblement National) oldu. Başbakan Michel Barnier’in önceki gün düşürülmesinde asıl olarak bu iki aktör rol oynadı. Yeni Halk Cephesi tarafından verilen güvenoyuna aşırı sağcılar mecburen destek verdi.

Hükümetin düşürülmesiyle Fransa belirsiz bir siyasi yolculuğa girmiş bulunuyor. Macron’un istifa edip, cumhurbaşkanlığı seçimlerine imkan vermesi durumunda, kendisi de aday olmayacağı için, asıl yarışın Melenchon ile Le Pen arasında geçeceği söylenebilir. Ancak Avrupa Parlamentosundan aldığı paraları amacına uygun kullanmadığı tespit edilen Le Pen beş yıl hapis ve beş yıl siyaset yasağıyla yargılanıyor. Önümüzdeki yılın başında kararın kesinleşmesi durumunda, 2027’deki seçimlerde Melenchon’un en güçlü cumhurbaşkanı adayı olacağı söylenebilir.

Bu nedenle Melenchon’a yapıştırılan “radikal solcu” tanımlaması her fırsatta kullanılarak itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor. Fransız burjuvazisi, siyasi belirsizlik ortamının dış yatırımları ve ekonomideki büyümeyi etkileyeceği uyarısında bulunmaya başladı. Hep birlikte Melenchon’u durdurmak için seferber olacakları anlaşılıyor. Le Pen’in kendisi olmasa dahi sermaye ile uyumlu bir aşırı sağcının parlatılarak aday gösterilmesi de muhtemel.

Almanya ve Fransa’da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan siyasi denge ya da mimarinin sarsılması gelecekte hem diğer ülkeleri hem de AB’yi etkileyecektir. AB’nin üçüncü büyük ekonomisine sahip İtalya’da eski merkez partileri çöktüğü için iki yıldır başbakanlık koltuğunda aşırı sağcı Meloni oturuyor. Hollanda’da ve Avusturya’da aşırı sağcılar seçimlerden birinci olarak çıktılar. Avusturya’daki kriz kapıya dayandığı için seçimlerden birinci çıkan aşırı sağcı FPÖ’ye karşı üçlü koalisyon kuruldu. Hollanda’da yedi ay süren pazarlıkların ardından seçimlerden birinci çıkan aşırı sağcı Özgürlük Partisi (PVV) dörtlü koalisyona dahil edildi, Lideri Gerd Wilders kenarda bırakılmak şartıyla. İspanya’da sandıktan ikinci çıkan Sosyalist İşçi Partisi hükümeti zar zor kurabildi. Dağılması diğer partilerle arasındaki pamuk ipliğine bağlı.

Neoliberal politikaların, savaşların, artan gelecek korkusunun tetiklediği siyasi gelişmelere ekonomideki durgunluk da eklendiği için kıta Avrupası’nda ülkelere göre farklılıklar içermekle birlikte özü aynı kapıya çıkıyor: Kapitalist sistemin temel dayanağı sermaye partileri güç kaybederken, sistemin merkezinde olmayan yeni partiler güç kazanıyor. En çok da aşırı sağcı, milliyetçi, faşist partiler...

Fransa’da Yeni Halk Cephesinin açtığı yol, sol, ilerici, antifaşistler için bir umut oldu. Bunu yeni kazanımlarla birleştirmesi, sermayenin azgın programlarını püskürtmesi durumunda, diğer ülkelere de örnek olabilir. Sağdan esen havayı dağıtıp, yeniden sol bir dalganın oluşmasına vesile olabilir. “Siyasi kriz” ortamında halka doğru seçenek sunulduğu takdirde güçlü bir karşılık bulacağı koşullar her ülkede öncesine göre daha fazla var.

                                                                     /././

(Evrensel)

    Birgün "KÖŞEBAŞI" -6 Aralık 2024-

     Gevrek fetihçi kahkahaları-Zafer Arapkirli-

    Aslında başlığı atarken, şeytan “ilk kelimedeki bir harfi değiştir” diye dürttü de, uymadım ona.

    Suriye’de yine yeniden, emperyalist yağmacıların senaryosunu yazdıkları ve bölgesel taşeronların sahneye koyup oynadığı kirli, kanlı, pespaye oyunun son perdesini TV ekranlarında “günebakan çıtlayarak” izliyor dünya. Ama, bizim buralarda sadece bu kanlı senaryoyu izleyip geçmiyor bazıları. Hani şu “Sanal Gerçeklik (VR) teknolojisiyle izlediğin filmlere filan müdahale edip, senaryoyu istediğin gibi yönlendirebilme, sonunu değiştirebilme” özellikleri var ya, onun gibi etkileşime girebiliyorlar.

    Bir TV kanalındaki boş – beleş sohbet – muhabbet programlarından birini izlerken bunu düşündüm.

    Katılımcılardan biri Suriye konusunda yorumlar yaparken, Halep’in cihadcı çapulcular tarafından işgalini büyük bir keyifle değerlendirip (mealen) “Zaten bizim yeaa onlar yeaaa. Hama da Humus da. Katsak onları da toprağımıza fena mı olur yeeeaaa? Musul’u, Kerkük’ü filan. Zaten bizim değil mi oralar yeaaa... Keh keh... Plakaları da 82 Halep, 83 Musul, 84 Kerkük filan olur ne güzel yeaaa... Kahire mesela... (yanındakine dönüp) Abi çok güzel olmaz mı mesela yeaaa?...” gibilerden kahkaha atıyordu.

    Ötekiler de bir yandan, (biraz da “canlı yayında nereye kaydı lan bu muhabbet” gibilerden mahcup yüz ifadeleriyle) katılıyorlar mavraya.

    Şaka desen değil. Güldür Güldür Şov parodisi desen değil. Levent Kırca külliyatından eski videolardan biri de değil. Nesine gülüyorlardı anlayamadım.

    Oysa ki, hem kendilerini hem de bu programın kayıtlarının günümüz dünyasında saniyeler içinde bütün gezegine yayıpabileceğini ve o yandaş TV kanalı üzerinden iktidarı da bağlayıcı biçimde malzeme olarak kullanılabileceğini dahi hesap etmekten aciz bir gruptu bu “mavrayı” yapanlar.

    Ama, ciddiye almak gerekiyor bunları.

    Çünkü, bunlar gibi düşünen ve “Zaten bizim oralar yeaaa”cı bir “Osmanlı muhibbi, fetih saplantılı” kafaya sahip, hatırı sayılır bir güruh var. Bunları bıraksan, önlerine dünya haritasını alıp Viyana’dan başlayan bir hat çizerek, bir ucu Hint Okyanusu’ndan başlayıp öteki ucu Mağrib’e kadar uzanan bir harita çizer, her yere Türk Bayrağı dikip eğlenir ve sevindirik olurlar.

    İnsanın acıyası geliyor ama. O kadarla izah edilecek bir durum değil.

    Bunların kabahati de değil aslında. Bunları bu masallara inandıran ve ciddi ciddi, en resmi ağızlardan zikredilen bu fikirlerin sahiplerini sorumlu tutuyorum. Bir tanesi çıkıp da “Suriye’yi parçalama harekâtı – Bölüm 1”de “Şam’daki Emevi Camii’nde öğle namazını kılarız” mealinde zevzeklikler etmemiş miydi? Daha öncesinde ve hatta bugünlerde “Musul bizim Kerkük zaten bizim” mealinde muhabbetleri orada burada bu zavallıların damarlarına tatlı şırıngalarla zerketmiyorlar mı?

    Oysa ki, 21’nci yüzyılın ilk çeyreğini geride bırakmamıza az bir zaman kala bu tür “fetih” yani işgal heveslerinin, emperyalist ağababalırının gazıyla “oraya buraya sefer yapma” çılgınlıklarının, Turgut Özal’ın o meş’um ve kepaze formülasyonuyla “Masada biz de olmalıyız. Bir koyar üç alırız” zihniyetiyle dış politika maceralarının abukluğunu akıl edemezler.

    Kimse bunlara, 5 – 10 metrekarelik Süleyman Şah Türbesi’ni bile korumaktan aciz kaldıklarını, gözümüzün önünde Yunan Adaları (hem ikili anlaşmalara hem de Lozan başta olmak üzere çok taraflı sözleşmelere aykırı biçimde) çatır çatır tahkim edilirken kılını kıpırdatamadıklarını filan hatırlatmıyor.

    Kimse bunlara şunu da demiyor:

    “Efendi!... Sen Halep Kal’asına birilerinin astığı o bayrağımızı alkışlıyorsun da, kendi toprakların içinde ‘Aman PKK’lılar rencide olmasınlar, tatsızlık çıkmasın’ diye sahte çözüm ve açılım sürecinde doğu ve güneydoğuda o ‘bayrağımızı olur olmaz her yerde fora etmeyin’ diye talimat verdklerini unutuyorsun! Kendi toprağımızda diyorum!”

    Ama bu zevzeklere nasıl anlatacaksın bunca çelişkiyi.

    Bunların kafası “trafik plaka numarası sıralamasına” erer sadece.

    “82, Halep, 83, Musul, 84 Kerkük, 85 Kahire...” filan.

    Eliniz değmişken İskeçe’yi, Gümülcine’yi de es geçmeyin 86, 87... Yok mu arttıran?

    Şakayı bir yana bırakırsak, önümüzde kim bilir kaçıncı kez ateşle oynayan, NATO’nun ABD’nin ve hatta “salladıkları zaman ağız dolusu küfrediyor göründükleri” İsrail’in peşinden bu kanlı macerada dolu dizgin yol alan bir iktidarla karşı karşıyayız.

    Sonunu bilmediğin, iyi hesap edemediğin maceralara girmenin bedelini, yüzlerce şehit, yüz milyarlarca dolar ekonomik yıkım,  on milyonlarca kaçak göçmen gibi ağır bir bilanço ile ödemiş olmaktan  bir ders çıkarmadıkları belli.

    Yine, yeniden bu maceranın ikinci bölümü çekilirken “cast”a adlarını yazdırmak için haldır huldur bir koşuşturmaca içindeler.

    İyiye değil bu gidiş.

    Muhalefet güçlerinin, barıştan yana ve çağdaş bir dünyanın kriterlerinden yana, yani fetihci kafayı reddeden lanetleyen, “üç koyup bir almacı” bezirgan diplomasisini kabullenmeyen tüm güçlerin bunlara karşı durması lazım.

    Ana muhalefet mi?

    Şimdi bir “kapalı oturum” talep eder. Çıkıp kapıda “tatmin olmadık” der, sonra da işler kızışınca “Milli birlik ve beraberliğe her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olan bu günlerdeee... Sertleşmenin alemi yok. Devletimizin arkasında saf tutmanın....” diye biten cümleler kurarlar.

                                                           /././

    İlkokullar Kuran kurslarına dönüştürülüyor -Feray Aytekin Aydoğan-

    Maarif müfredatı süreci bize karma, laik, bilimsel eğitimle eşzamanlı zorunlu, kesintisiz eğitimin de hedef alınacağını gösteriyordu. Laik, karma eğitimin yerli ve milli olmadığı, kaldırılacağı, zorunlu, kesintisiz eğitimin de laikliğin baskıcı bir uygulaması olduğu, kaldırılması gerektiği vurguları, yapılan konuşmalarda, yayımlanan raporlarda açıklanıyordu.

    Laik, karma, kamusal, zorunlu eğitimin hedef alınmasında iki temel hat izleniyor. Birinci adımla mesleki eğitim adıyla, dört yeni okul modeli, mesleki ve teknik eğitim politika belgesi, mesleki eğitimde ortaokul bölümlerinin açılması, Genç Ahiler Projesi ile okul, öğretmen adım adım ortadan kaldırılıyor. Çocuk işçiliği yaygınlaştırılıyor.

    İkinci adımla imam hatiplerin, hafızlık eğitimi veren okulların sayısı artırılıyor. Zorunlu din derslerine ek seçmeli adıyla farklı isimlerle diğer din dersleri de yönetmelikler eliyle zorunlu hale getiriliyor. Okullarda okul öncesinden itibaren bulunması zorunlu olarak ifade edilen tek alan mescitler oluyor. Müfredat değişikliği ile tüm derslerin bilimsel niteliğine son veriliyor. 4-6 yaştan başlayarak Kuran kursları her yaş grubunda yaygınlaştırılıyor. ‘Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum’ (ÇEDES) ve onlarca protokolle okullar diyanet ve tarikatlar tarafından kuşatılıyor. Eğitimin laik, bilimsel niteliği tamamen ortadan kaldırılıyor.

    Son Milli Eğitim Şûrası’nın temel başlıklarından biri 4-6 yaş Kuran kurslarının yaygınlaştırılması idi. Şûra’dan bugüne Diyanet’e bağlı her yerde, kamu yararına vakıf ve derneklerin açtığı toplum temelli kurumlar denilerek tarikat yapılarının açtığı yerlerde 4-6 yaş Kuran kursları yaygınlaştırılıyor. Diyanet İşleri geçtiğimiz günlerde 1,5 milyona yakın çocuğun 4-6 yaş Kuran kurslarından “mezun” olduğunu açıkladı.

    ***

    2023-2024 Eğitim-Öğretim Yılı Kuran kursları Uygulama Esasları düzenlemesi yayımlanarak yaygın din eğitimi adı altında her yaş grubunda tüm okulların, yurt ve pansiyonların Kuran kursları için kullanılacağı açıklandı.

    Bu düzenleme ile Diyanet İşleri Başkanlığı, Kuran Eğitim ve Öğretimine Yönelik Kurslar ile Yurt ve Pansiyonlar Yönetmeliği referans alınarak program hayata geçiriliyor. Her “öğreticinin” 12/18 saatlik temel öğretim ya da 25/30/60 saatlik 4-6 yaş grubu Kuran kurslarından birini açmak zorunda olduğu devamında farklı yaş grupları için de Kuran kursu açabileceği belirtiliyor. “İhtiyaç Odaklı Kur’an Kursları Öğretim Programlarında” görev alanların 7-10 Yaş Grubu Kuran kursları öğretim programı açma zorunluluğu olduğu 11 yaş ve üzeri olanların da kayıt edileceği maddeleri yer alıyor.

    Örgün eğitime devam eden çocuklara/gençlere yönelik yaygın din eğitimi faaliyetleri kapsamında yaş gruplarına göre uygun sınıflar oluşturulacağı çocuklara, gençlere yönelik okullarda, camilerde hafta içi, hafta sonu ve yurtdışı misafir öğrenci öğretim programlarının uygulanacağı belirtiliyor.

    Üniversite kampüsleri, YURT-KUR, Türk Diyanet Vakfı öğrenci yurtları, gençlik merkezleri, cezaevleri, hastane vb. yerlerde gençlere yönelik hafta içi, hafta sonu Kur’an Kursları öğretim programlarını açılacağı madde madde düzenleniyor.

    Çocuklara yönelik yaygın din eğitiminin; 4-6 yaş Kuran kursları (yarım/tam gün) ve 7-10 yaş Kuran kursları öğretim programı olarak uygulanacağı açıklanıyor.

    Ağustos 2024’te yayımlanan 7-10 yaş Kuran kursu öğretim programı ile yaygın din eğitimi hizmetlerinin çeşitlendirilmesi amacıyla ve örgün eğitime devam eden öğrenciler için programın hazırlandığı, öğrencilerin program kapsamında cemaatle namaz, ezan ve kâmet uygulamalarına, sabah namazı ve cami çocuk buluşmaları gibi etkinliklere katılımlarının sağlanması, ilahi gruplarının oluşturulması, ilahi okuma gibi yarışmaların yaygınlaştırılması vurgulanıyor.

    ***

    Ataması yapılmayan on binlerce öğretmen atama beklerken bu kurslarda çalışmak için sertifika almak yeterli oluyor. Öğretmenlik mesleği hedef alınıyor; çocuklar eğitimci niteliği taşımayan kişilere teslim ediliyor. Siyasal kadrolaşma son hızla hayata geçiriliyor. Okul öncesi eğitim kamuda da özelde de paralı iken “ihtiyaç sahibi” olduğunu belirtenler için 4-6 yaş Kuran kurslarında ücret alınmıyor hatta Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ile imzalanan protokolle her öğrenci için ücret ödeniyor. Yarım veya tam gün olan bu kurslar yoksulluktan kaynaklı çaresizlikle zorunlu tek adres haline getiriliyor.

    Aynı durum 7-10 yaş Kuran kursları için de geçerli. Kulüp adı altında okullarda yürütülen dersler, etkinlikler ücretli iken bu kurslar için ücret alınmıyor. Çalışma saatlerinin her gün arttığı ve esnekleştiği günlerde anne-babanın işine devam edebilmesinin temel koşulu çocukların kalabilecekleri kurs gibi yerler oluyor. Kamu okullarında kulüp ve etkinliklerin ve özel öğretim alanındaki kursların yüksek ücretlerine karşılık 7-10 yaş Kuran kurslarının ücretsiz olması yoksulluğun çaresizliğinin zorunlu mekânları haline getiriliyor.

    Okul öncesi ve ilkokul çağı, çocukların soyut bilgiye hazır bulunurluğunun olmadığı bir dönem olmasına rağmen çocukların bilişsel, psikolojik gelişimleri açısından telafisi olmayacak hasarlar bırakılıyor.

    Edirne Laik Bilimsel Eğitim Çalışma Grubu’nun yaptığı açıklamada yalnızca Edirne’de 19 okulda 396 ilkokul öğrencisi için 7-10 yaş Kuran kursları uygulanıyor.

    Tüm kamu kurumları, eğitim kurumları Kuran kurslarına dönüştürülüyor.

    Laik, bilimsel, karma, zorunlu, nitelikli eğitim adım adım ortadan kaldırılıyor.

                                                                   /././

    Soru işaretini tutuklamak -Kaan Sezyum-

    Merhaba, 2050’den bildiriyorum. Türkiye bildiğiniz gibi, sadece biraz daha dipte. 2024’te sadece soru sordukları için tutuklanan gençlerden sonra, hızlı bir şekilde soru sorma da bir kanun hükmünde kararnameyle yaşaklandı. Hatta Anayasa’ya kimlerin uyup, kimlerin uymayacağını belirten yasa değişikliği de yıl sonunda yürürlüğe girdi. Artık günümüzde yeni başkanımıza (klonlama teknolojisini bulduk Allah’a şükür) hiçbir soru işareti içeren cümle kullanılamıyor. Hatta geçen yıl ortalarında cümle ve ifade içerisinde karşı tarafa bir şey ima edercesine üç nokta yan yana kullanmayı da yasakladık. Artık soru işaretlerini ağızlardan çıkmadan tutukluyoruz. Artık kimse soru sormuyor, çünkü soracak merci de yok. Sorsanız ne olacak? (Afedersiniz, ben de soru sordum ama sonuçta siz vasıfsız halka sordum, size karşı tüm yalanlarımızı yalanla mücadele başkanlığımızın adroid başkanları gündelik olarak hazırlayıp sizlere sunmaktadır.

    ***

    Günlük raporlarınızı iyi takip edin. Dün bela okuduğumuz bir ülkeye bugün “Kardeşim, kankeytom, çokonat sevdiceğim, ballı aşk böreğim” filan diye hitap ediyorsak, en güncel durumumuz anlık konumunuzu belli eder. Bir gün öncesinin bilgisiyle yaşamayın. Bakın böyle olunca ne güzel hiçbir şey sorgulamadan, tıpış tıpış büyüyoruz. Büyüyoruz derken saraya yeni ek bina yaptık arada. Vesileyle daha da geniş ormanlık bir alanı tertemiz betonla doldurduk. Sonuçta ağaç nedir? Söktüğümüzün on bin katı ağaç diktik. Siz hizmetten de anlamıyorsunuz. Zaten her şeyden anlayan bir kişi varken, diğer kişilere ne gerek var. Yeni turp tipi başganlık sistemimiz sayesinde artık her şey başgana bağlı. Ekonomi mi? Ver kararı başkan, senin zaten alanın ekonomi. 2021’den daha kötü bir şey olamaz zaten. Komşularla ilişkiler mi, eğitim mi, bilim mi? Aklınıza ne gelirse o iş başganda, başgan zaten bambaşbagan…

    2023’te ilk soru işaretini tutukladıklarını olmayan adalet fakültelerinde ders olarak anlatmışlardı. Zamanın başkanının olduğu bir konuşmada ayağa kalkıp soru sormak olacak iş değildi. 9 gencimizi güzel bir şekilde ifadelerini de almadan tutuklayarak çok iyi bir karar vermiştik. Hem İsrail’i İsrail’den fazla korumuş, hem de gençlere anlayacakları dilden cevaplarını vermiştik. Ayrıca böyle yapınca haliyle, başkanımıza artık soru sorulamayacağını da cümle aleme göstermiştik. Maksat millet sussun. Önemli olan ticaretle gelecek cici paralar. Sağda solda yine İsrail’e atıp tutarız, ki ilerleyen yıllarda da bir süre böyle gitti. Ülkece tamamen tohumlarımızı yabancı ülkelere bağımlı hale getirdik, hayvancılığı iyice bitirdik, tarım arazilerini sabaha kadar tokiledik, dünya mirası dağlarımızı yabancı altın firmalarına sattık, siyanüre buladık, sahil şeritlerimizi korkunç mimariyle iyice korkunç bir hale getirdik, Avrupa’nın çöpünü üç kuruş para karşılığında kabul edip ülkeyi çöp tenekesine çevirdik…

    Sonunda, o kutlu gün soru sorulması yasaklanınca bunların hepsi çok rahat oldu tabii.

    Bir yandan da gelecekte her şey çok kolay. Artık vatandaşlarımız açlık çekmiyor. Hepsini karneyle özel bir beslenme sistemine bağladık. Dost ve yandaş firmalara eğitim, sağlık, ulaştırma ve enerji gibi peşkeş çekip her şeyi özelleştirdik. Sadece vatandaşlarımız bize öel artık. Ülkemiz kısa sürede dünyanın en büyük yedek organ merkezi haline getirdik. Vatandaşlarımız eskiden belki hatırlarsınız, bir bardak bira içerken iki bardak da bize vergi veriyordu. İşte o sistemin daha adilini, daha düzenini getirdik. Artık iki böbreğinizden biri bizim, ciğerlerinizin yarısı, kanınının yarısı bize ait. Vergileriniz artık size besin olarak dönüyor. Vergilerinizi de kanınızla canınızla ödüyorsunuz. Ne kadar kutsal bir yaşam biçimi.

    ***

    2023’te ilk soru işaretinin tutuklanmasıyla ülkede her şey bambaşka bir yer haline geldi. 2050 bizim için çok güzel, siz göremeyeceksiniz ama bana ilatilen kağıtta bunlar yazıyor.  Artık siz düşünmeseniz bile biz sizin yerinize düşünüp sizi tutuklayabiliyoruz. Mesajım biterken bu yıllara ait bir şaka: Şu anda ne düşündüğümü biliyor m… -Ah tutuklandım! Gelecek de gelecek ama iyi gelmeyecek.

                                                                 /././

    Belgrad Ormanı Uludağ olmasın -Özgür Gürbüz-

    Çevrecinin daniskası olduğunu iddia eden iktidarın ormanları rant alanına çevirme projelerine bir yenisi daha eklendi. İstanbul’daki Belgrad Ormanı’nın yaklaşık 1150 hektarlık bir bölümünün koruma statüsü, ‘muhafaza ormanı’ndan ‘milli park’a düşürülmek isteniyor. Doğa Koruma ve Milli Parklar Müdürlüğü, bu taleple Orman Genel Müdürlüğü’ne başvurdu. Kararı Cumhurbaşkanı Erdoğan verecek. Mevcut ormanın yaklaşık dörtte birinden bahsediyoruz. Tarih boyunca yarısını kaybettiğimiz, İstanbul’un akciğeri olan bu ormanın dörtte birini daha yapılaşmaya açmak istiyorlar.

    Doğa koruma örgütleri bu düzenlemeye karşı çıkınca her zamanki taktik uygulandı ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı devreye girdi; milli park koruma statüsünün muhafaza ormanından daha iyi olduğunu iddia etti. Bunu yapan da Dezenformasyonla Mücadele Merkezi. Elbette bu doğru değil, dezenformasyonla, yani çarpıtmayla mücadele ettiğini iddia edenlerin çarpıtmasıyla karşı karşıyayız. Muhafaza ormanında sadece sınırlı ve personelin ihtiyacını karşılayacak küçük tesisler yapabiliyorsunuz ama milli parka otel bile yaparsınız. İletişim Başkanlığı bize inanmıyorsa biraz zahmet edip Uludağ Milli Parkı’na gidebilir, orada kaç otel var sayıp kamuoyunu aydınlatabilir. O yetmezse Kızılcahamam Soğuksu Milli Parkı’na doğru devam edebilirler.

    ∗∗∗

    Tarım ve Orman Bakanlığı’nın ‘bitki örtüsü ve yaban hayatı özelliğine sahip, manzara bütünlüğü içinde halkın dinlenme ve eğlenmesine uygun tabiat parçalarıdır’ diyen milli park tanımı bile durumu anlatıyor zaten. Dinlenme ve eğlenmenin Türkçesi, konaklama ve yeme içme tesisleri. Muhafaza ormanı tanımı içerisinde ise memleket müdafaasından, baraj ve göl yataklarını korumaya kadar çok kritik tanımlamalar var. Milli parklarda otelden kır gazinosuna kadar her türlü tesis yapabiliyor hatta maden bile arayabiliyorsunuz. Muhafaza ormanında maden aramak söz konusu bile olamaz.

    Türkiye Ormancılar Derneği Marmara Şubesi Başkanı Sezai Kaya ile İkinci Başkanı Prof. Dr. Gülen Özalp, Sıcak Hava Dalgası adlı podcast yayınında konuğum oldu. Özalp, “Belgrad Ormanı hem muhafaza edilmeli hem de ormanın muhafaza ettiği değerler var” diyor. “İstanbul’un en güzel kültürel mirası Belgrad Ormanı’nda” diyen Özalp, Mimar Sinan’ın eserlerinden Bizans döneminden kalan bentlere kadar bölgenin tarihi değerine de dikkat çekiyor.

    ∗∗∗

    Seza Kaya ise statü değişikliğinin Belgrad Ormanı’nı ne hale getireceğinin en iyi örneklerinin hâlihazırda ormanın içinde görülebileceğini hatırlatıyor. “Belgrad Ormanı içerisinde 7-8 tabiat farkı var, onlara bakılabilir” diye konuşan Kaya, Bağcılar Belediyesi’nin işlettiği Kirazlıbent Tabiat Parkı ve Mesire Alanı’ndaki tabloyu gördüğünüzde “Ormanda bunlar yapılabiliyor mu?” diye şaşırıp sorarsınız diyor. “Beton binalar, yeme içme yerleri, cami, beton asfalt yollar. Dışarıda olması gereken her şey ormanda var. Neden milli parka dönüştürmek istiyorlar sorusunun yanıtını orada görürsünüz” açıklamasını yapıyor. Ormancılar Derneği, Kirazlıbent’teki tablonun ormandaki diğer alanlara yayılmaması için statü değişikliği kararının geri çekilmesini istiyor. İstanbullu sahip çıkarsa karar geri dönebilir çünkü bundan birkaç yıl önce de benzer bir girişimden tepkiler nedeniyle vazgeçilmişti.

    Görmemiş olanlar ve gidemeyecekler için Bağcılar Belediyesi’nin internet sayfasından Belgrad Ormanı’nda yaptıklarını aynen aktarayım. O yazıdan bile durumu anlayabilirsiniz. Projeler sayfasında, Kirazlıbent Tabiat Parkı ve Mesire Alanı altında şunlar yazıyor: “Projede piknik alanları, kır lokantası, kır kahvesi olarak 3 bin metrekare kapalı alan, macera parkı, kondisyon alanları, mescitler, parklanma cepleri, 3,5 kilometre yürüyüş yolu ve çocuk oyun alanları bulunuyor.”

    Nasıl, yeni orman tanımını beğendiniz mi? Umarım tabiat parkının içine birkaç ağaç serpiştirmeyi de unutmamışlardır.

    Kanuni Sultan Süleyman, orman içinde suyu kirlettikleri için Belgrad Ormanı’ndaki bir köyü orman dışına taşıtmıştı. Fatih Sultan Mehmet, “Ormanımdan bir dal kesenin başını keserim” demişti. Ecdat sözünü ağzından düşürmeyen AKP-MHP hükümetine hatırlatalım. Fatih Sultan Mehmet yaşasa bugün ilk kimin başını keserdi acaba?

                                                                       /././

    Öne Çıkan Yayın

    "Gündem" -21 Haziran 2025-

    Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...