Yüzyıllık Yalnızlık ve Küba Devrimi +Bilinmeyen Ülke | Suriye’de bir ‘Alevi Devleti’ +19 Aralık: Bellek yitimi... Acı…-duvaR

 Yüzyıllık Yalnızlık ve Küba Devrimi -Başak Çeliktemel-

Gerald Martin, Márquez’in kâinatın ve insanlığın soyut maddiyatı üzerine şecere ve kimlik meselelerini de eklediğini, bu iki kavramın Latin Amerika’nın esas sorunsalını meydana getirdiğini söyler.

Yüzyıllık Yalnızlıkın 1 Ocak 1959’da gerçekleşen Küba Devrimi’nden ilhamla ortaya çıktığını hiç düşündünüz mü? 11 Aralık 2024’te Netflix’te dizi olarak gösterime giren başyapıt Yüzyıllık Yalnızlık’ı birkaç ay önce okudum ve Kolombiyalı yazar Gabriel García Márquez’in 1982 yılında yaptığı “Latin Amerika’nın Yalnızlığı” başlıklı Nobel konuşmasının da etkisi altında kaldım. Bu konuşma, eserle paralellik taşımakla kalmaz; kıtadan taşarak dünyanın sömürülen, yoksullaştırılan, üçüncü dünya ülkelerinin sesi olur.

Uruguaylı yazar Mario Benedetti, Edebiyat ve Devrim: Latin Amerika Üzerine Denemeler adlı kitabında, 1959’dan sonra Küba’da gerçekleşen devrimi şaşkınlıkla karşılayan Avrupalıların devrimin yansımalarını sanat ve edebiyat alanında da izlediklerini; Küba edebiyatıyla ilgili her dilden antoloji ve kültür dergilerinin çıktığını anlatır. Kübalı yazarlar devrimle birlikte pek çok dile hatta lehçeye çevrilmeye başlanır. Bununla da yetinilmeyip Avrupa, geri kalan Latin Amerika ile de ilgilenmeye başlar. Böylesi bir ilgi Latin Amerikalı yazarlar için âdeta bir fırsata dönüşür. Kolonyal ve emperyalist egemenlik altındaki ülkelerin umutlarının ölmediğini, yalnızca uykuya daldıklarını fark etmelerine neden olur.(1) Devrim, yazarlara sorunun ne düzeyde olduğunu ortaya koymakla kalmaz; yeni konular, geleneksel konuların bir aradalığı ile yeni bir düzenle ortaya çıkar.

1960’ların ilk yıllarında Küba’dan sonra Latin Amerika romanının uluslararası sahnede edebiyatta devrim yaratarak patlama yapmasına boom akımı denir. Benedetti, bu dönemde yazarlar tarafından geçmişin şimdiki zamanın ışıklarıyla aydınlatıldığını, dönemin umulmadık öğrenme süreçlerini harekete geçirdiğini; tüm kıtaya yayılan kıtasal coşkunluğun gerçeğin gittikçe zenginleşmesini sağladığını ifade eder.(2)

Carlos Fuentes, Julio Cortázar, Mario Vargas Llosa gibi yazarlar üst üste romanlar çıkarır. Márquez biraz geç kalmış gibi görünse de Latin Amerika tarihinin en önemli ve ünlü romanı, Yüzyıllık Yalnızlık’ı iki yılda tamamlar ve 1967’de yayımlar. Ancak romanı yazmak için on beş, on altı yıl düşündüğünü belirtir. Márquez çocukluğunun geçtiği Aracataca’yı Macondo adıyla ele alarak Buendia ailesinin, yapılan bir büyü sonucu akraba evliliği nedeniyle yüz yıl süren bir lanetle yaşamalarını konu edinir. Liberallerle muhafazakârlar arasında yaşanan savaş anlatılır, arka planda gerçekleşen tarihî muz katliamı vardır.

Gelenek devrimle birlikte yapılanır; her ne kadar bu dünyayı Márquez kendi icat etmemişse de Miguel Ángel Asturias Rosales ve Alain Frédéric Carpentier’ın 1920 ve 1940 yılları arasında yaptıklarını bir paradigma haline getiren kişi olur. Márquez’in ilk eserleri ‘modernist’ olsa da, devrimci bir eser olan Yüzyıllık Yalnızlık başka bir edebî anlayışa yani ‘postmodernist’ romana örnek oluşturur; bu durumda ‘postkolonyal’ veya ‘üçüncü dünya’ romanı şeklinde de tanımlanabilir.(3)

Edebiyatta da devrim gerçekleşir; politika ekonomiyle, kültür dinle iç içe girer; edebi türler kendi arasında karışmaya başlar.(4) Benedetti’ye göre; devrim yolunu seçmiş ve bu nedenle sistemi temelden sorgulamayan solcu bir yazarın kendisini ve o zamana kadar ürettiği her şeyi de sorgulaması gerekmektedir. Çünkü kendi yapıtları da o fark etmeden, emperyalizmin etkisi altına girmiş olabilir. Yazar kendi bireyciliğini de sorgulamalı, ünlü ‘acı’sını bir kez de gün ışığında gözden geçirmelidir.(5)

Küba Devrimi’nden on sekiz gün sonra Márquez gazeteci kimliğiyle -Latin Amerikalıların çoğunda olduğu gibi Márquez’in de çok yönlülüğü söz konusudur; ressam, şair ve gazetecidir de- Havana’ya gider ve devrime yakından tanık olur.(6) Márquez, Benedetti’nin betimlediği gibi ‘acısını gözden geçirmek için’ zamana ihtiyaç duymuştur. Devrimi anlamaya çalışmış, acısını tarihsel, kültürel, dilsel, mitik ve dinî, derinden sorgulamış ve Yüzyıllık Yalnızlık’ı ortaya çıkarmıştır.

İngiliz eleştirmen Gerald Martin Gabriel García Márquez’e Giriş adlı kitabında Márquez’in kâinatın ve insanlığın soyut maddiyatı üzerine şecere ve kimlik meselelerini de eklediğini, bu iki kavramın Latin Amerika’nın on dokuzuncu ve yirminci yüzyıldaki esas sorunsalını meydana getirdiğini söyler.(7)

Márquez’in kıtanın biyolojk kaderini olmasa da kendi kimliğini aradığı aşikârdır. Nobel konuşmasından bir alıntıyla yalnızlık konusuna girmek istiyorum. “İsveç Akademisi’nin dikkatini çekenin, bu büyük ölçekli gerçekliğin sadece edebi ifadesi değil kendisinin olduğunu düşünüyorum. Yalnızca kâğıt üzerindeki bir gerçeklik değil, içimizde yaşayan ve her gün sayısız ölümü belirleyen bir gerçeklik, acı ve güzellikle dolu doyurulamaz bir yaratıcılığı besleyen gerçeklik, şans eseri olarak seçilmiş avare ve nostaljik bir Kolombiyalı’nın sadece bir sayı daha fazla olduğu yaratıcılığı. Şairler ve dilenciler, müzisyenler ve peygamberler, savaşçılar ve alçaklar, bu dizginsiz gerçekliğin tüm yaratıkları, bizler, yalnızca birazcık hayal gücü istedik çünkü hayatî meselemiz hayatlarımızı inanılır kılan geleneksel araçların yokluğuydu. Bu, sevgili dostlarım, bizim yalnızlığımızın özüdür.”(8) Márquez, pek çok Latin Amerikalı yazar gibi yalnızlıkla savaşmış ve belki bir adım daha öne geçerek ‘yalnızlık’ı eserinde ölümsüzleştirmiştir.

Peki nedir bu yalnızlık? Sömüren ülkelerin halkları yoksullaştırmakla kalmayıp yalnızlaştırması mı? Hayatlarını, hayal gücüyle gerçekliğin keskinliğinden kurtarmaya çalışarak yaşanılabilir kıldıkları türden bir yalnızlık mı?

Martin, Avrupa, Asya ve ABD’nin aksine Latin Amerika’nın dünyada kendine bir türlü yer edinemediğini, Afrika kıtasının dahi Latin Amerika’ya nazaran küresel kültür piyasasında daha belirgin bir kimlik edinebildiğini kaydeder. Yine Martin Avrupalı bakış açısıyla şunu söyler: “Tipik Latin Amerikalı aile kendi iç ve dış çelişkileri tarafından yıkılmıştır, yani şehvet, ensest, açgözlülük, aptallığın yanında bencillik, benmerkezcilik ve yalnızlık bağımlılığı, üstüne bir de tarihin alametlerini okuma becerisinden yoksunluk yüzünden ailenin kendi iç ve dış çelişkileri tarafından yıkıldığını dile getirir. Yüzyıllık Yalnızlık ve Latin Amerika tarihi böyle bir okumaya imkân vermektedir.”(9) Bana kalırsa aile, Martin’in söylediği sebepler yüzünden yıkılmamıştır; bireyler doğdukları gibi öleceklerdir de. Sevgi/aşk, keşfetme, çalışkanlık, yaşlılık ve hastalıktan sonra ölüm kaçınılmazdır. Martin’in bu tespitine cevabı belki de Márquez’in Albaya Mektup Yok (ilk yayın 1961) adlı uzun öyküsünde bir karakter başka bir karaktere şöyle derken verir: “Avrupalılar için Güney Amerika bıyıklı, gitarlı ve tüfekli bir adam. Problemi anlamıyorlar.”(10) 

Dünyanın genelinin aksine bu kıta imparatorluk değildi, başka imparatorluklar ve devletler tarafından dört yüz yıl sömürüldü ve hâlâ sömürülmeye devam ediyor. Márquez’in başarısını takdir eden İsveç Akademisi, yani ‘Batı’ ve dünyanın geri kalanının Kolombiya başta olmak üzere, Küba ve geri kalan Latin Amerika’yı kendinden ayrı tutmadan anlayıp anlamadıkları çelişkisi hâlâ ortadadır. Acaba Türkiye’deki okurlar için aynı şey söz konusu mudur? Ülke ülke dimağımızda pek yer etmemelerine karşın Latin Amerika kıtasının edebiyatı ile tanışıklığımız gerilere uzanır ve basit bir sempatinin ötesinde önemli bir okur kitlesine haizdir.

Martin, büyük çoğunluğa göre kitabın sonunun şaşırtıcı derecede kötümser olduğunu söyler.(11) Burada da Martin’e katılmadığımı belirtmeliyim. Okur olarak sadece sona mı odaklanmalıyız? Yüz yıla yayılan bir anlatı en başta yaşamı var etme çabası; ölüm ise onun neticesinde şekillenen doğal bir son değil midir zaten? Márquez de kitabının arka kapak yazısında romanı büyük dikkat ve keyifle okuyan, hiç şaşırmayan insanlar tanıdığını çünkü onlara hayatlarında yeni olan hiçbir şey anlatmadığını, kitaplarında ‘gerçekliğe’ dayanmayan tek bir satır bulamayacaklarını söyler.

Bunlarla beraber Martin önemli bir detayı aktarır. Márquez’in hedeflediği, daha ‘kültürlü okur’larının Latin Amerika’nın problemini -tarihî yalnızlığını- anlayacağı, romanın sonunu yapıbozumsal bir okumadan geçirebilecekleri, sonra başa dönüp aynı şeyi kitabın kalanına uygulayabilecek olmalarıdır.(12)

Tarihini tanımayanlar aynı tarihi tekrarlamaya mahkûmdur; romanın merkezindeki tarihî olay, Macondo’daki muz işçilerinin Kolombiya devletinin ordusu tarafından Kuzey Amerika şirketinin hissedarları adına katledilmesidir. Bu tarihî katliam 1928’de Ciénaga’da gerçekleşmiş ancak Márquez uzun bir süre kendi kasabasında gerçekleştiğini sanmıştır. Okuyucuyu labirentin sonundaki ışığa ulaştıracak olan şey proleter mücadele temasıdır.(13) Eserin ardındaki tarihi gerçekliği bilince eser açık ve anlamlı hâle gelir. Márquez’in anlatmak istediği ‘gerçeğin’ dizide ne kadar sunulduğunu hep beraber göreceğiz.


NOTLAR:

(1) Mario Benedetti, Edebiyat ve Devrim: Latin Amerika Üzerine Denemeler, çev. Nesrin Oral, (İstanbul: Belge Yayınları, 1995) s. 25, 26.

(2) A.g.e., s. 27.

(3) Gerald Martin, Gabriel García Márquez’e Giriş, çev. Emrah İmre, (İstanbul: Can Sanat Yayınları, 2017), s. 80.

(4) Edebiyat ve Devrim: Latin Amerika Üzerine Denemeler, s. 28.

(5) A.g.e., s. 35.

(6) Gabriel García Márquez’e Giriş, s. 71.

(7) A.g.e., s. 30.

(8) https://birikimdergisi.com/guncel/764/nobel-konusmasi-latin-amerikanin-yalnizligi

(9) A.g.e., s. 86.

(10) A.g.e., s. 87.

(11) A.g.e., s. 86.

(12) A.g.e., s. 87.

(13) A.g.e., s. 87.

                                                                                /././

Bilinmeyen Ülke/Suriye’de bir ‘Alevi Devleti’-Kavel Alpaslan-

Ne köktenci dini gruplar ne de yabancı boyunduruğu bugün Ortadoğu halklarına ciddi bir alternatif sunuyor. Böylesi bir karmaşa içerisinde yol bulmak bir hayli zor. Geçmişteki parçalanmışlık, bugün olsa olsa varolan parçalanmışlığın aynadaki ters yansıması olabilir. Ancak geriye dönüp bakmak bizim ulus devletleri farklı bir şekilde incelememiz gerektiğini hatırlatıyor olabilir.

Bugün Suriye dediğimiz zaman, geçmişten kalan bir bilgiyle aklımıza tek bir ülke geliyor. Oysa başkenti Şam olan bu ülke, fiilen uzun yıllardır daha küçük idarelerin altında varlığını sürdürüyordu. Üstelik iç savaş ile ortaya çıkan bu idari/askeri yapıların birbirleriyle benzeşen pek fazla noktası yoktu. Geçtiğimiz günlerde söyleşi yaptığımız Vijay Prashad’ın ifadesiyle ‘Suriye çoktan Balkanlaştırılmıştı’.

Bugün geldiğimiz noktada da farklı bir manzara ile karşılaşmış değiliz. Esad yönetimi hızla çökerken Şam’ın yeni yöneticileri olarak boy gösteren ekip, ülkenin bölünmüş yapısı için son derece cılız bir harç. El Kaide’nin isim değiştirmiş hali olan Heyet Tahrir Şam (HTŞ) ve onun lideri eski IŞİD Suriye Emiri Ebu Muhammed el-Colani, pek çok farklı etnik ve dini unsurun bulunduğu bir devleti nasıl yönetecek? Bu soru herkes için endişe veren bir merak konusu. Özellikle de Suriye’nin gayri Müslimleri, Kürtler ve Arap-Alevileri için.

Bölünmüşlüğün askeri, diplomatik ve de toplumsal olarak kapsayıcı bir ufukla aşılması şüphesiz cihatçı çetelerin öncülüğünde gerçekleşmeyecek. Uluslararası güçler Suriye’deki bu bölünmüşlük üzerine çeşitli hesaplara girişirken insanın aklına ister istemez geçmiş örnekler geliyor. Bir süredir sık sık yüz yıl önce Fransızların uyguladığı ‘bölünmüş Suriye’ gündeme geliyor.

Geçtiğimiz yüzyılın ikinci çeyreğinde Suriye’de, emperyalistlerce çizilen sınırlar bir dizi ilginç ülkenin de ortaya çıkmasına, daha doğrusu belli bir sömürgeci plan çerçevesinde tepeden inme bir şekilde yaratılmasına sebep olur. Fazla bilmesek de bunlardan bir tanesi Alevi Devleti’dir. Fransız mandası altında kurulan bu ‘devletçik’, ismindeki dini/mezhebi tınıya rağmen birleşik bağımsız Suriye yanlısı dikkat çekici Arap-Alevi ayaklanmalarına sahne olur.

Gelin bugünkü Bilinmeyen Ülke seferimizde Suriye’nin bölünmüş Alevi Devleti’ne kısa bir seyahate çıkalım.

**

Osmanlı’nın Birinci Paylaşım Savaşı’nda yenilmesiyle birlikte Lübnan ve Suriye, Fransa’nın egemenliği altına girer. Savaşın ardından Fransızlar burada bir manda yönetimi kurar. Lübnan da dahil olmak üzere bölge toplam beş parçaya bölünür.

Tabii burada ülkenin dini çeşitliliğine dair birkaç şey söylememiz gerekiyor. Önce bir haritalandırma yapalım. Suriye’nin Akdeniz kıyısındaki Lazkiye-Tartus hattında yoğunlaşan Arap-Alevi nüfusu, büyük bir azınlık olarak dikkat çekiyor. Ülkenin güneyindeki Süveyda çevresinde ise Dürzilerin yerleşimlerine rastlıyoruz. Suriye’nin kuzeyinde Kürtler; ve yine çeşitli bölgelerine dağılmış olarak Grek Ortodoks, Ermeni ve Süryani kiliselerinden oluşan bir gayrimüslim nüfusu görüyoruz.

Her ne kadar tüm bu saydığımız grupları kapsamasa da Fransız Mandası sırasında kurulan devletçiklerde açık bir mezhebi ayrımın da gözetildiği görülüyor. Fransız Mandasını takip eden dönemde Halep Devleti, Şam Devleti, Dürzi merkezli Cebel-i Dürzi Emirliği ve Alevi Devleti kurulur.

                                             Sol üst köşede "bleu-blanc-rouge"

Kimileri bu tabloyu ‘halklar da kendi bayraklarıyla devletlerini kurar’ şeklinde ifade ediyor. Doğrusu bu bayrakların sol üst köşelerinde yer alan bleu-blanc-rouge, bize sadece bayrağın değil bu yönetimlerin de Fransa’nın uzantısı olduğunu anlatmaya yeter. Öyle ki Fransa’nın dağıttığı bu bayraklar altında şekil verilmeye çalışılan yönetimler, o günlerde yeni ve heyecan verici bir trend olan Arap milliyetçiliğinin önüne geçmede birer araç olarak tasarlanır.

**

Fakat evdeki hesap çarşıya uymaz. Fransızların uygulamaları, Suriye’deki milliyetçi akımların da etkisiyle direnişle karşılaşır.

Evrensel Gazetesi’nde bu direnişler ile ilgili ayrıntılı bir yazı yer alıyor. Ali Karataş, Nasır Nazal ve Demir Çalışkan imzasıyla yayınlanan yazıda Suriye’de Fransızlara karşı direnişin öncüleri “Halep’te Kürt asıllı İbrahim Hananu, Şam’da Yusuf el Azme, güneyde Dürzi olan Sultan Paşa el Atraş ve Alevi Dağları adı verilen Lazkiye ve Tartus bölgesinde Şeyh Salih el Ali’nin önderlik ettiği silahlı direnişler Fransa’nın bu hayallerini suya düşürdü” şeklinde sıralanıyor ve özellikle Şeyh Salih el Ali’nin hikayesine odaklanılıyor:

“Arap Alevi bir ailenin çocuğu olarak bugün Tartus vilayetine bağlı Şeyh Bedir köyünde dünyaya gelen Şeyh Salih el Ali, Suriye bayrağının sahil bölgesindeki hükümet binalarından indirilmesinin ardından 1918 yılında Şeyh Bedir konferansını topladı. 3 gün süren bu konferansta bugünkü Suriye tarihi açısından oldukça önemli yere sahip bir dizi kararlar alındı. Bu kararların en önemlisi 'Sahil bölgesinin Suriye’nin ayrılmaz bir parçası olduğu' şeklindeki karardır. Çünkü Fransızlar Şam’daki bazı çevrelerden ve sahil bölgesindeki bazı ayrılıkçı kesimlerin desteğini alarak bölgede bir Alevi devleti kurma çalışmalarına başlamışlardı. Bu konferansta Şeyh Salih el Ali, Fransızlara karşı yürütülecek mücadelenin lideri olarak seçildi. Fransızlara karşı başlayan bu ilk mücadele 3 yıl sürecekti (…) Şeyh Salih el Ali’nin isyanını bastırmak için Lazkiye’deki Alevi Dağları’na gönderilen ilk Fransız birliği bozguna uğradı. Hatta bazı kaynaklara göre Fransızlar, burada 35 askerini kaybetti. Sömürge yönetimine karşı çetin bir mücadeleye girişen Şeyh Salih el Ali, diğer bölgelerdeki direniş hareketleriyle de irtibata girmişti. Fransız güçleri, Salih el Ali’nin isyan merkezine bir çok defa ciddi saldırılar gerçekleştirdi. Ancak her defasında geri püskürtüldü. İsyancılara karşı başarı elde edemeyen Fransa, bu sefer civar köylere saldırmaya ve köylülere karşı katliamlara başladı. (…) 3 senelik bir mücadelenin ardından kendisinin ve adamlarının saklandığı köyün yakılması sonucunda teslim oldu.”

Kimi kaynaklar Salih el Ali’ye destek verenler arasında Mustafa Kemal Paşa’nın da olduğunu dile getirir.*

                                                    Salih El Ali

Mücadelesine karşın mağlup olan Salih el Ali’ye dair Fransızların başka planları vardır. Öyle ki bölgede zayıflayan etki alanını genişletmek üzere Fransızlar, Ali’ye iş birliği teklifi götürürler. Kendisine sözü geçen Alevi devletinin başına geçmesi teklif edilir. Fakat Salih el Ali bu gibi teklifleri reddeder. Hakkında 1922 tarihinde çıkan idam kararının bir af ile kaldırılması üzerine Salih el Ali de büyük ölçüde siyasetten elini ayağını çeker ve 1950 yılında Tartus’ta hayatını kaybeder.

Fransa’nın 1946’da Suriye’den çekilmesiyle birlikte kurulan Suriye’de Salih el Ali, ülkenin bütünleşik mücadelesini temsil eden ulusal bir figür olarak anılır. Örneğin Fransız kuvvetlerinin Suriye’den çekilmesiyle birlikte Suriye’nin ilk devlet başkanı Şükri el-Kuvvetli, Salih el Ali’yi onur konuğu olarak ağırlar.

Alevi Devleti’ne geri dönecek olursak eğer, 1930’ların ikinci yarısında yarı özerk Suriye’ye entegre edilir. Aynı dönem, o güne kadar Halep Devleti altında İskenderun Sancağı olarak varlığını sürdüren bölgenin de Hatay Cumhuriyeti olarak kendini gösterdiği ve nihayetinde Türkiye’ye katıldığı dönemdir.

                                              Alevi Devleti'ne ait bazı pullar

**

Peki tüm bu hikaye bugün bize ne anlatıyor? Öncelikle Alevi Devleti’ni bize hatırlatanlar, HTŞ’nin ilerleyişi sırasında kaleme alınan bazı yazılar oldu. HTŞ henüz Şam’a ulaşmadan birkaç gün önce, Halep’ten güneye ilerlerken ortaya çıkan hakimiyet haritasının bir şekilde Fransız mandasının tasarladığı haritaya benzediği ileri sürüldü.

İlk bakışta gerçekten de bir benzerlik göze çarpıyor. Öyle ki HTŞ ve diğer cihatçı kuvvetler Lazkiye ve Tartus’un bulunduğu dağlık sahil şeridine Şam’ın düşüşünden sonra girdiler. Bu kısa süre içerisinde bölgede bir Alevi Devleti’nin kurulup kurulmayacağı da düşük ciddiyet seviyesinde de olsa gündeme geldi. Ancak böylesi fikirlerin fazla iddialı olduğunu söylemek gerek. Her şey tazeyken, çıkarımlardaki değişkenlerin sayısı da epey bir yüksek oluyor. Zaten böylesi bir ihtimalin -en azından bugün- olmadığı Şam’ın düşüşünü izleyen günlerde ortaya çıktı.

Asıl bugün tartışılması gereken soru, varsayımlar değil mevcut gerçeklik olmalı. Bugünün gerçeği ise çözümü o kadar kolay olmayan tedirgin edici bir belirsizlik hali. Ülkenin birleştirici tutkalı, cihatçı grupların elinde. Bu grupların Arap-Alevilerin yaşadığı bölgelerde nasıl davranacağı ise merak değil, endişe ve korku konusu! Arap-Alevileri, gayrimüslimleri ya da Kürtleri pençesine alan bu grupların iktidarında ‘birlikte yaşamın’ tercümesi ‘teslimiyete’ dayanıyor. Teslimiyetin yeterli olmadığı noktalarda ise bu zoraki ‘birliktelik’ şüphesiz Suriye’ye daha fazla talan ve zulüm getirecek.

Ne köktenci dini gruplar ne de yabancı boyunduruğu bugün Ortadoğu halklarına ciddi bir alternatif sunuyor. Böylesi bir karmaşa içerisinde yol bulmak bir hayli zor. Geçmişteki parçalanmışlık, bugün olsa olsa varolan parçalanmışlığın aynadaki ters yansıması olabilir. Ancak geriye dönüp bakmak bizim ulus devletleri farklı bir şekilde incelememiz gerektiğini hatırlatıyor olabilir.

*Steel & Silk: Men & Women Who Shaped Syria 1900–2000. Cune Press

                                                                           /././

19 Aralık: Bellek yitimi... Acı…-Ülker Şener-

Bu dünyadaki en acı şey, utancın yok olmasıdır. Acının kaynağı olmaktan, acının yaratıcısı olmaktan, acının izleyicisi olmaktan dolayı herhangi bir utancın, pişmanlığın yaşanmaması.

“Bu dünyadaki en acı şey nedir?” sorusuyla geçmişe yolculuğumuz başlar, bazen de bugüne bakarız- ne olduğuna, acı anları birer ikişer belirir. Bir kısmının artık acı olmadığını fark ederiz, kabuk bağladıklarını, kabuğu kaldırsan, kanatsan bile acı vermediklerini, belli belirsiz izlerin kaldığını. Bu izleri silmek gerekir mi diye düşünürsün ya da deneyim olarak kalmalı mı? Sonra bazı acıların ne yapsan bir türlü geçmediğini hissedersin. Birdenbire ansızın ortaya çıktıklarını, beklenmedik şeylerin altından göründüklerini, yüzeye çıkmak için bir yol bulduklarını, korkunç bir dirence sahip olduklarını, geçmişe ait bir deneyim olmayı reddettiklerini, yaşadıklarını. Buradadırlar, hep burada olacaklarmış gibi.

“Bu dünyadaki en acı şey nedir?” Döneme ve mevsime göre verilen yanıtlar değişiyor. Mevsim kış ve aylardan Aralık ise “Bir insanın-yetişkin bir insanın çocuklaşması, gözlerini sana yöneltmesi, ne olduğunu bilmeden bakışlarının etrafta dolanmasıdır” derim. Olan biteni anlamakta zorluk çekmesi, sürekli aynı cümleleri kurması onların etrafında dönmesi, her gün yeniden hatırlamasıdır. Neyi niçin yaptığını unutması, bilmemesi; ne olduğunu, ne büyük zorluklar atlattığını, dayandığını, üstesinden geldiğini, bunların hepsini unutması, kendisiyle gurur duymaması, unutkanlık-bilinç kaybı… Bu dünyadaki en kötü şey unutmaktır, bellek yitimi. Yaşayan için olduğu kadar belki de ondan daha çok tanık olan için bu böyledir. Tanığa dair her şeyin unutulmasıdır, geçmişin silinmesi- yok olmasıdır.

Bu dünyadaki en acı şey yolda selam vereni hatırlamamak, geçmişe dair anlatıları bir hikayeyi dinler gibi dinlemektir. Hafızanı zorlamak, kim-neresi-ne zaman diye sormak ve cevap bulamamaktır. “Yabancı sandığın” birine gülümsemektir. Tanışların, yakın olanın yabancıya dönüşmesidir. Yakınlığı onların söyledikleri üzerinden kabuldür. “Ben senin arkadaşınım” cümlesine güven duymaktır. Düşüncenin geçmişte olanı, biteni buraya taşımayı reddetmesidir. Unutmaktır, ancak unutarak tahammül edebileceğini düşünmektir. Bedenin az çok konuşanı, selam vereni tanısa bile, yürek sıkışmasından bunu anlarsın-hissedersin, beynin bunu reddetmesidir. Hayatın bir bölümünün boşluklardan ibaret olmasıdır. Uzun süreli bir oruç ya da sonrasında gerekli özenin gösterilmemesi nedeniyle ortaya çıkan bir durum değildir bu, istemsiz unutmanın-beynin işlevlerinin yıpranmasının dışında iradi bir unutuştur.

Bu dünyadaki en büyük acı 2000 yılının Aralık ayında soğuk bir Ankara gününde evsizliği iliklerine kadar hissetmektir. Gidecek yerin olmaması, onlarca insanın, çoğu yaşlı olan kadınların bakışlarının sokakta dolanması, kapıların açılmamasıdır. Korkunun bulaşıcı olduğunu anımsamaktır, unutmamak üzere. Bu dünyadaki en korkunç şey çaresizliğin soğuk gibi iliklere işlemesidir. Soğuğun ne olduğunun ayırdına varmaktır: ısınamamak, kirden arınamamak, temizlenememek,… ve buz kesmiş sokakların sana yabancılaşmasıdır. Bu dünyadaki en acı şey, 19 Aralıkta korkunç bir şokla uykudan uyanmaktır. Ve yabancı bir dünyaya gözlerini açmaktır.

Acının dili olmadığı söylenir. Var, gözlerde dolanan çaresizlik, ellerin tutmaması, bedenin dinlememesi, ayaklarının ne yapacağını, nereye gideceğini bilmemesi, dökülen cümlelerin belirsizliği ve anlamdan uzaklaşması.

Acının dili çaresizliktir, belki de acının kendisi çaresizliktir, nedeni çaresizliktir. Kabullenememek, olanı biteni olduğu gibi görmeyi reddetmektir. Özenle kurduğun, öyle sandığın, dünyanın var olmadığını hissetmek ve herkes gibi olduğunun ayırdına varmaktır. Elinin kolunun bağlanmasıdır. Yapamamaktır, etkisizliğindir, değiştirme gücünün olmamasıdır. Gecenin ortasında yüreğinde bir ağırlıkla kalkıp neden diye sormaktır, nasılın cevabını hayal bile edememektir.

Bu dünyadaki en korkunç şey, bir kurban ayini içinde olduğunu hissetmektir. Dini ritüelleri yeniden hatırlamaktır. Çoğunlukla gece anlatılan, güven duyulanın kucağına sığınılarak dinlenilen masalların yardıma koşmasıdır. “Neden kurban ediliyordu?” Olası felaketleri önlemek, onlara karşı önlem almak, kendisine yönelen tehdidi savuşturmak, büyük güçleri yatıştırmak için; Allaha onun adına hiçbir fedakârlıktan kaçınılmayacağını göstermek, gerektiğinde en fazla sevileni bile feda edebilmek… çoğumuzun bildiği İbrahim’in öyküsü... Bergman’ın Persona filmi kurban ayiniyle başlar. Önce bir kuzunun kurban edilişini görürüz, ardından İsa’nın, kurban eden ellerin kendilerine güvenleri göze çarpar, tereddüt etmeyen eller ve kan. İnanışa göre İsa işlenen günahların bedelini ödemek, insanlığı kurtarmak için kurban edilirken/olurken, fedakarlığın göstergesi iken; kuzu insanın Tanrıya olan bağlılığını gösterir. Kurban, ya gazaptan korunmak ya da bağlılığın-sevginin gücünü göstermek için bir vazgeçiş. Kimi zaman gönüllü olabilen; kendinden, kendi varoluşundan geçmek. Tarkovsky’i de bunun üzerine düşünür, Kurban (Offret) filmi Leonardo Vinci’nin bitmemiş resmi “The Adoration of the Magi” ile başlar, kamera resmin üzerinden geçer. Üç kralın İsa’yı ziyareti aktarılır, hediyeler sunması. Bitmemiş bir resimdir, etkisi de buradan gelir. Biten şeylerin tamlığına sahip değildir. Resme özenirsin, yarım kalmış bir öykün olsun istersin, tamamlanmamış; böylelikle umudun süreceğini bilirsin. “Her hediye, verilen her şey bir kurban etmedir” der Tarkovsky. Karakterimiz de dua ederken kurban etmeye hazır olduğunu söyler. Sevdiklerini koruması karşılığında feda edebileceği şeyleri sıralar, vazgeçebileceklerini. Neden her elde ediş bir vazgeçişi zorunlu kılıyor. Her şeyin yaratıcısı olduğu düşünülen Tanrıyla bile böylesi bir pazarlığa girişilmesini ve bu pazarlığın neden kabul gördüğünü bilmezsin. Ama bildiğim şey pazarlıkta güçlü olmanın önemli olduğu. Gücün kadar pazarlık yapabildiğin.

Bu dünyadaki en acı şey, olan-biteni ne yaparsan yap değiştirememek, gücünün yetmemesi, gücünün yetmediğini bilmek, güçsüzlük. Bazen- burada, Ortadoğu’da her zaman olduğu gibi- kolektif acı durumlarında “eğer ölümüm durdurmaya yetecekse, az biraz acıyı azaltacaksa, bırak öleyim” demek; ama bilirsin ki ölümün bunu sağlamaz. Bilirsin ki ölümünün bir önemi yoktur. Bilirsin ki başkaları daha önce öldü ve bir önemleri olmadı. “Elbette böyle değil” dersin önemleri var, ölümün değiştirme gücünün yok olması diyelim. Her ölümün- bir eşikten sonra- sayıdan ibaret olduğunu bilirsin ve bunun bütün coğrafyaya yayıldığını görürsün. Bazen, hiçbir biçimde yakınlık duymadığın, yaptıklarını ettiklerini onaylamadığın, “biz başka dünyaların insanlarıyız” dediğin, her fırsatta seni hiçe sayan-yok eden bir ideolojinin taşıyıcıları bu çaresizlik duygusuyla yakınına gelir-şuan olduğu gibi. Kapana kısılmışlık, güçsüzlük ve gücü elinde bulunduranların arsızlığının yarattığı duyguyu bilirsin çünkü. Kibirlerini görürsün, burada, her dinden insanın lanetlediği kibri. Yapıyorum, çünkü yapabiliyorum diyenlerin yüreklerde açmış olduğu yarayı bilirsin. Her zaman güçlü tarafta olmuş olanın anlayacağı bir duygu değil bu elbette. Çoğu zaman kaybedenin, gücü elinden alınanların bilebileceği bir duygu.

Bu dünyadaki en acı şey, utancın yok olmasıdır. Acının kaynağı olmaktan, acının yaratıcısı olmaktan, acının izleyicisi olmaktan dolayı herhangi bir utancın, pişmanlığın yaşanmaması. Utanmak, utanabilmek kendini, kendine bakışın ve değerlendirişin en acımasız süzgecinden geçirebilmek bir haliyle. Her şeyin mubah görüldüğü, yapabilmenin-gücün yetmesinin tek mihenk taşı olduğu bir dünyada utanmak ve utanabilmek bir erdem artık. Utanabilmek, insanın kendi oluşu dışında başka oluşların da farkına vardığı ve öznelliğin, bencillikle harmanlanmış biçimiyle mesafeli kılındığının göstergesi bir nevi. Ortadoğu acının içinde kıvranırken, sonu gelmez bir kurban ayini alanına dönüşmüşken, Matthew Passion[1]’daki hüzne bulanmışken, acıyı azaltmak yerine hala hesap kitap ile meşgul olmak utanç kaynağı olmalı ama değil.

Bu dünyadaki en acı şey, cehennemi buraya taşımaktır. Sartre “Gizli Oturum” oyununda “cehennem başkalarıdır” der. Uzun zamandır bu coğrafyada hakim olan görüş de bu. Kendi dışındakini cehennem olarak görmek, öyle konumlandırmak, düşünmek ve ona göre hareket etmek. Başkalarının ölü bedenlerini, acısını içine alarak beslenmek….

[1] https://www.youtube.com/watch?v=rL-0-lxv40M&list=RDrL-0-lxv40M&start_radio=1

                                                                           /././

duvaR


T-24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -21 Aralık 2024-

 Sayın Serdar Adalı ve Sayın Hüseyin Yücel… Çarşı’nın dediği gibi: Tarih her şeyin şahididir, yapmayın!-Eray Özer-

Zamanın ruhu bizi ne kadar değiştirmiş olursa olsun Beşiktaş taraftarı hâlâ Karadeniz’e kanser araştırma hastanesi talep eden taraftardır. İşte o yüzden memleketin herhangi bir karışında biten çiçeği kopararak gelecek şampiyonluklar yerine, kesile kesile avuç içi kadar kalan Çamlık’ta bir öğle sonrası kümede kalma hayalleri kurmayı yeğler bu taraftar

“Uluslararası Astronomi Birliği, Pluton için ‘o artık gezegen değil’ dediğinde, kandırılmışlık duygusuna kapılmanın ne olduğunu iyi bildiğimiz için ‘bi dakkaaa!’ dedik… ‘hepimiz Pluton’uz!’

Hasankeyf, yunuslar, sokak hayvanları…

Bilemedik, bilemedik, bilemedik.

Daha çok sevmemekmiş asıl suçumuz, bilemedik.

Karadeniz için haykırdık; kimsenin diline, genzine o çaylar dökülmesin diye. Karadeniz’e kanser araştırma hastaneleri yapılsın diye inim inim inledik.

Van’a 8 değil, 18 konteynır alamamaktır vicdani suçumuz.

17 Ağustos’taki acıyı biz neden daha çok hafifletemedik ki?

Henüz biber gazı da icat olmadıydı üstelik.

Biz buna yangınız.

İçimizde yangın çıkardık, suçluyuz…

Kaz Dağları ile akrabalığımız, Ferhat’a olan hayranlığımızdan olmadı.

Peki ya Şirin bilseydi Munzur Çayı’nın gizemini, Ferhat’ın hali nice olurdu?

Biz de geç kalmışız be Schindler, evet. İnsanlık için, halkımız için daha çok güzellikler yapabilirdik.

Düğün nedir bilemedik; ama cenazelerimizi hep kendimiz kaldırdık.

Evvellerimiz ve geleneğimiz olduğu için, dayatılana karşı çıkıp başka bir dünyayı mümkün görebiliyoruz. O yüzdendir ki, ‘her şeyin, herkesin bir fiyatı vardır’ diyen meymenetsiz patronun suratına parayı çarpan güzel abimizi sinema salonunda alkışladığımız anın heyecanını hep içimizde yaşıyoruz.

Tarih, bugüne kadar söylediğimiz her sözün ve yaptığımız her şeyin şahididir. Bizim hakikatimiz, isnat edilenlerle değişmez.

‘Ağaçları sulamanın bir adalet, dikene su vermenin ise bir zulüm olduğunu’ çok ama çok, çok iyi biliyoruz.

Bizim aradığımız şey bambaşka…

Şairin dediği gibi, ‘ne ağaca benzer ne de buluta’

Hukuk ve ahlak kurallarının kesiştiği yerde vicdan arıyoruz biz, vicdan!”

İmza: Beşiktaş Çarşı

Gezi’den yargılanırken böyle demişti Çarşı.

Az Önce Konuştum programında Candaş Tolga Işık’ın moderatörlüğünde Beşiktaş’ın iki başkan adayı Serdar Adalı ve Hüseyin Yücel tartışırken geçti bu açıklama aklımdan…

Serdar Adalı ve Hüseyin Yücel Az Önce Konuştum programında (soldan sağa)

Ülkemiz futbolunu içine düştüğü bu halde daha fazla takip etmeye yüreği elvermeyen doğma büyüme bir Beşiktaşlı olarak yazıyorum bu satırları.

Derdim futbol değil. Derdim şampiyonluklar, kupalar değil.

Derdim bir ruhu zamana karşı korumak… Koruyabilmek. Bunun için bir çift kelam etmemiş olmamak.

Derdim “Ağacı sulamak adalet, dikene su vermek zulümdür” diyen bir vicdanın varlığından Beşiktaş başkan adaylarını -eğer farkında değillerse- haberdar etmek.

Nasıl bir taraftar grubunun gönül verdiği kulübe başkan olacaklarını onlara naçizane bir kez daha hatırlatmak…

O yüzden çok uzatmak istemiyorum yazıyı. Kısaca meramımı dillendirip çekileyim istiyorum:

Dün akşam programda Serdar Adalı, Hüseyin Yücel’in Akatlar Projesi’ni eleştirirken Akatlar’daki arazinin İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait olduğunu belirterek “Hiçbir şekilde o bölgede spora ayrılan bir alanın konut alanına çevrilmesinin imkânı yok” diyor.

Hüseyin Yücel şöyle karşılık veriyor: “Niye? Ayet mi bu?”

Serdar Adalı’nın yanıtı: “Ayet değil ama kanun” şeklinde oluyor.

Yücel “Öyle bir kanun mu var? Olur mu öyle kanun” şeklinde çıkışıyor: “Ben kendi okullarımdan biliyorum…”

Adalı cevap veriyor, bu kez sporun yanına konuta çevrilecek alanın “yeşil” olduğu bilgisi de ekleniyor: “Spor alanını, yeşil alanı konuta çevirebilir misiniz ya?”

“Tabii ki” diyor Hüseyin Yücel. Ve en çarpıcı cümleyi “yanlışlıkla” ağzından kaçırıyor: “Cumhurbaşkanlığı kararıyla bile rezerv alan ilan ediyorlar. Rezerv alan ilan edildikten sonra…”

Serdar Adalı anında “uyanıyor” duruma. Elini ağzına götürüyor, “Sus” işareti yapıyor Hüseyin Yücel’e.

Yücel anlıyor ki, ağzından “yanlış” bir şeyler çıktı, hemen kesiyor cümlesini, konudan uzaklaşma arzusuyla “Bir sürü, bir sürü işler…” diyerek bitiriveriyor lafını.

Sayın Adalı… Sayın Yücel…

Size bir Beşiktaşlı olarak naçizane mesajım şudur:

Biliyorum, 2013’ten bu yana dünya çok değişti.
Türkiye çok değişti.
Biz çok değiştik.

Ahlak kavramı değişti.
Namus kavramı değişti.
Vicdan değişti.

Türkiye’de futbol değişti.
Transfer politikaları değişti.
Taraftarlar değişti.
Çarşı değişti.
Herkes, her şey değişti.

Rakipler bir yerlere stat yaptı, bir yerlerde konut projesi başlattı.

Beşiktaş’tan bir adım öne geçtiler, şampiyon oldular, dünya yıldızlarını getirdiler.

Taraftar üzülüyor, kahroluyor, öfkeleniyor.

Bunların hepsini görüyoruz, okuyoruz, izliyoruz.

Umarız kongre sonucunda biriniz seçilecek, bu sorunlara çareler geliştirecek, taraftarı mutlu edeceksiniz.

Lakin şunu bilin isterim:

Zamanın ruhu bizi ne kadar değiştirmiş olursa olsun Beşiktaş taraftarı hâlâ Karadeniz’e kanser araştırma hastanesi talep eden taraftardır.

Kaz Dağları’yla akraba…

Munzur Çayı’na vurgun…

Plüton’a, sokak hayvanlarına, Hasankeyf’e, yunuslara ve kâinatın herhangi bir yerinde herhangi bir canlıya, maddeye, anıya ve tarihe karşı yapılan haksızlıklara tepkili…

17 Ağustos’ta, Van’da, Hatay’da daha fazlası elinden gelemediği için mahcup bir taraftar grubudur Beşiktaş.

Biz böyle biliyoruz Beşiktaşlılığı.

İşte o yüzden memleketin herhangi bir karışında biten çiçeği kopararak gelecek şampiyonluklar yerine, kesile kesile avuç içi kadar kalan Çamlık’ta bir öğle sonrası kümede kalma hayalleri kurmayı yeğler bu taraftar.

Dolayısıyla Akatlar’da, bilmem nerede, birbirinize kaş göz işareti, sus pus yaparak “gerekli yerlerden” el altından geçireceğiniz projelerden sağlanacak kaynaklarla gelecek şampiyonluk varsın eksik kalsın.

Siz söylememiş olun, biz duymamış olalım.

“Hukuk ve ahlak kurallarının kesiştiği yerde vicdan arayan” bir taraftar grubuna gelin, bunu yapmayın.

Yapmayın, çünkü yine Çarşı’nın diliyle söylersek, “tarih her şeyin şahididir” ve -kimse istemez böyle bir şeyi ama- tarihle yargılanırsınız.

Uzatmayayım, maksat hasıl oldu, siz anladınız.

Kongrede her ikinize de başarılar.

                                                             /././

Patronlara SGK primi indirimi, yerel yönetimlere haciz!-Mustafa Durmuş-

Ülkenin feraha çıkışı ve refaha kavuşması; merkezin aşırı biçimde güçlendirilerek oligarşik yapıların eline geçmesinin karşısında yereli güçlendirmekten geçiyor. Bu güçlendirme hem mali hem de idari olarak yerel yönetimlerin özerliğini de gerekli kılıyor

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan

İktidar 5’i büyükşehir olmak üzere, Muhalefetin yönetiminde olduğu toplam 6 belediyeye ve bunların bünyesindeki şirketlere 20 milyar TL civarındaki gecikmiş Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) prim borçlarından ötürü haciz gönderdi. Üstelik bu borçların, azımsanamayacak bir kısmı (en az üçte biri) eski AKP’li belediye yönetimlerinden kalma borç.

Bu belediyeler Ankara (bağlı şirketler), İstanbul, İzmir, Adana ve Mersin Büyükşehir Belediyeleri ile İstanbul’daki Şişli Belediyesi.

Haciz yetmedi maaşlara bloke kondu!

Sadece haciz gönderilmekle kalınmadı, aynı zamanda Ankara BŞB’nin şirketlerindeki çalışanların maaşlarına da bloke koyduruldu. İşçiler bu ay sonunda maaşlarını alamamak gibi bir riskle karşı karşıya.

Ülkedeki tüm belediyelerin SGK prim borçlarının tutarının 96 milyar TL olduğu daha önce Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan tarafından açıklanmıştı.

Özel hastanelere yapılan ödemelere ne demeli?

Işıkhan keşke, Bakanlığına bağlı bir kurum olan SGK’nın, “yenidoğan çetesi” örneğinde olduğu gibi, “adları bebek cinayetlerine karışanlar da dahil olmak üzere, özel hastanelere sadece geçen yıl 35 milyar TL ve bu yıl şu ana kadar 50 milyar TL ödediğini de söyleseydi.

Bir başka deyişle, kamu hastanelerinin verebileceği hizmetler, yapılan özelleştirmelerle, sağlıkta çete kurmuş bir kesimin kurduğu merdiven altı tabir edilen sözde hastanelerden alınıyor, böylece oralara SGK’dan milyarlarca lira aktarılıyor. Bu durum onların iştahını daha da kabartıyor ve yeni usulsüzlükleri, yolsuzlukları, kötüye kullanımları teşvik ediyor.

Diğer taraftan, halka hizmet götüren ve üstelik de gelirleri mevcut düzenlemelerle budanmış olan, bu yüzden kendi yağlarıyla kavrulmaya çalışan iktidarın kayyumlarla ele geçirmeye çalıştığı belediyelerle ilgili olarak terörle iltisaklı, israfçı, müflis algısı yaratılıyor.

Sermayeye prim desteğine devam!

Dahası, iktidarın bu yıl, sermaye kesiminden “5 puanlık SGK prim indirimi” adı altında verilen teşvik kapsamında 242 milyar 811 milyon TL’lik prim alacağından vaz geçtiği de ortaya çıktı. Halka kemerlerin sıktırıldığı bu dönemde bu destek sadece bazı bazı sektörlerde 1 puan indirilerek yüzde 4 olarak verilmeye devam edilecek.

“Sosyal Güvenlik Kurumu’nun almaktan vazgeçtiği bu primleri kim karşılıyor” dersiniz? Hazine ve Maliye Bakanlığı elbette. Bakanlık bu yıl şu ana kadar bu tutardaki parayı SGK’ya aktardı.

306 milyar liralık “görev zararı”

Ancak en büyük bütçe ödeneğine sahip bulunana Hazine ve Maliye Bakanlığının transferleri SGK ile sınırlı değil.

Kasım ayı bütçe gerçekleşmelerine göre, Hazine ilk 11 ayda Elektrik Üretim AŞ’ye (EÜAŞ) 198 milyar TL, Ziraat Bankası’na 75 milyar TL ve Halk Bankası’na 33 milyar TL olmak üzere toplam 306 milyar TL “görev zararı” adı altında para aktardı.

Neden transfer yapıyorsunuz?

Şimdi, Sosyal Güvenlik Kurulu’na yapılan transferle ilgili olarak ilgili Bakanlara “bu transferin nedeni nedir” diye sorsanız, muhtemelen, “kayıt dışılıkla mücadele etmek” ya da “mükelleflerin vergiye uyumunu sağlamak için” diye yanıt vereceklerdir.  Bankaların görev zararlarını sorsanız “döviz kurunun ve ekonominin istikrarını sağlamak için” diyeceklerdir.

Oysa sırasıyla; kayıt dışılık üzerindeki etkisi konusunda vergi oranları ve SGK primleri, patronların aşırı kâr hırsı gibi hedeflerinden ve ödememe alışkanlıklardan ve denetimsizlikten çok daha küçük bir öneme sahip.

Yani bazı sermaye çevreleri vergi ve prim ödememeyi kârını artırmak için ve devlete ödeme yapmamayı alışkanlık haline getirdiklerinden sürdürüyorlar. Nitekim kurumsallığını tam olarak sağlamış diğer şirketlerin vergilerini ve primlerini düzenli ödemeleri bunun bir kanıtı.

Vergilemede çifte standart!

Mükellef uyumu ise vergi mükellefine bir tür rüşvet vermenin kibarca adlandırılmasından başka bir şey değil. Ücretlinin gelir vergisini kaynağından keserek daha eline geçmeden tahsil eden Maliye, sermaye gelirleri ve sermaye kesimi söz konusu olduğunda bu kesimlerin yıllık beyanname vermelerini yeterli buluyor.

Beyannamelerde eksik matrah beyan etmesinler ya da kayıt dışı işçi çalıştırmasınlar diye de “vergiye mükellef uyumu” adı altında bu kesimlerden alacağı hem verginin hem de sigorta primlerinin bir kısmından vazgeçiyor.

Yani işçisine, memuruna güvenmeyen Maliye, sermayedara, rantçıya, faizciye fazlasıyla güvenebiliyor!

Yandaşa destek “görev zararı” olarak mı sunuluyor?

Bu üç kurumun özellikle de banka niteliğindeki ikisinin neden zarar ettiği ise ortada: Yandaş şirketlere sunulan düşük faizli krediler, düşük kurdan döviz satışları ve tahsil edilemeyen kredi borçları.

Kısaca sorunun kaynağı iktidarın yapmış olduğu sermaye yanlısı, emek karşıtı siyasal tercihler.

Belediyeler kamu hizmeti sunuyor!

Diğer taraftan, başta belediyeler olmak üzere yerel yönetimlerin sunduğu hizmetler kamu hizmetleri niteliğindedir ve bu hizmetler kamu personeli aracılığıyla verilir.

Azami kâr peşinde koşan ve kamusal olmayan mal üreten özel sektörden aldığı primlerin bir kısmından vazgeçerken, sermaye ve iktidarın rahatça at oynattığı bankaların zararlarını görev zararı adı altında kapatırken, kamu hizmeti sunan belediyelerin prim borçlarını tahsil etmek için haciz göndermek nasıl açıklanabilir?

Yıllardır belediyeleri siyasal İslamcı cemaatlere ve yandaş şirketlere kaynak aktarmak için kullananlar, bu belediyeler ellerinden gidince, geri alabilmek için kayyumlar, hukuksuz tutuklamalar ve borçları zorla tahsil etmek gibi etik dışı yollara başvurmaktan, seçmenlerin iradesini yok saymaktan ve halkı cezalandırmaktan çekinmiyorlar.

Sonuç olarak

Ülkenin feraha çıkışı ve refaha kavuşması; merkezin aşırı biçimde güçlendirilerek oligarşik yapıların eline geçmesinin karşısında yereli güçlendirmekten geçiyor. Bu güçlendirme hem mali hem de idari olarak yerel yönetimlerin özerliğini de gerekli kılıyor.

Gelişkin toplumlara bakın oralarda güçlendirilmiş yerel yönetimlerin hem güçlü demokrasinin hem de güçlü ekonominin temel direkleri olduğu görebilirsiniz. Tabi güçlü bir demokrasi ve sürdürülebilir bir ekonomi yaratmak niyetiniz varsa…

                                                              /././

Görevlerin “kusursuz” yapıldığı, “uzman ellerin” yaralılara gaz sıktığı katliam -Gökçer Tahincioğlu-

10. İdari Dava Dairesi’nin verdiği karara göre, 10 Ekim katliamında ölenlerden Seyhan Yaylagül’ün yakınlarına toplam 900 bin manevi tazminata hükmedilmesi yanlıştı. İstinaf, toplam 32 bin lira maddi tazminat ödenmesine hükmetti. Manevi tazminatın da “zenginleşmeye yol açamayacağı” gerekçesiyle toplam 130 bin TL olabileceğini belirtti. Danıştay 10. Daire, İstinaf Mahkemesi'nin kararını virgülüne dokunmadan onadı

Hadi gelin hakikati konuşalım.

Cumhuriyet tarihinin en büyük terör saldırısı olan 10 Ekim Katliamı, bu ülkede yaşayanların büyük bir bölümünün umurunda bile olmamış, aksine ölenlerin kendilerini bilerek öldürdüğüne kadar varan komplo teorileriyle karşılanmıştır.

Ölenlerin, hemen ertesi gün, stadyumda, üstelik milli maçta ıslıklarla protesto edildiklerini zaten biliyoruz.

Ancak dünyanın hiçbir yerinde herhalde, 104 kişinin hayatını kaybettiği bir katliamı anmak için gelenlere her yıl polisin “müdahale etmesi” normal değildir.

Alana sadece belli kişilerin girmesine izin verilmesi normal değildir.

Alana anıt yapılması için yıllarca kampanyalar düzenlenmesi normal değildir.

Tıpkı katliamdan sonra “kokteyl terör” gibi saçmalıklarla top çevrilmesi gibi…

Basın toplantısında bakanların sorulara gülerek karşılık vermesi gibi…

* * *

Ölenlerin barış talebi için bir araya gelmesi elbette bütün bunların sebebi.

Ankara Garı önünde, 10 Ekim 2015’te barış talebi için bir araya gelen binlerce insanın ortasında iki canlı bomba kendini patlattı.

Canlı bombaların belli bir merkezde yetiştirilmeleri, ailelerin ihbarlarına rağmen yakalanmamış olmaları, üzerlerindeki bombalı yeleklerle bin kilometre yol gelip engellenmemeleri, taksiyle toplanma alanına kadar gelebilmeleri…

Öncesinde saldırıyla ilgili hiçbir istihbaratın alınmadığının açıklanması, ardından kısa süre önce IŞİD’in terör saldırısı düzenleyebileceğine yönelik gelen istihbaratın ilgili birimlere dağıtılmadığının anlaşılması…

Yaralıların üzerine gaz sıkılması, ambulansların önünün polis araçlarıyla kapatılması…

Hiçbir kamu görevlisinin yargılanmaması…

Gerçek sorumluların yakalanmaması…

Baştan sona rezaletler manzumesi…

* * *

Uğur Mumcu, bombalı suikast sonucu öldürüldükten sonra, Danıştay 10. Daire, terör saldırıları ile ilgili çok kritik bir karar verdi.

Mumcu, kendisi için koruma tahsis edilmesini istememişti.

Terör saldırısına uğrayacağına yönelik bir ihbar yoktu.

Buna rağmen Danıştay, devletin bu durumda bile sorumluluğu bulunduğunu, “kusursuz sorumluluk”, “sosyal risk ilkesi” gereği, olayda ağır hizmet kusurunun doğduğunu karar altına aldı.

* * *

Yıllar geçiyor, her şey gibi Danıştay da değişiyor!

10 Ekim’de yakınlarını kaybedenler, ardı ardına tazminat davaları açtı.

İdare mahkemelerinin büyük bölümü, bu davalarda başvuruları haklı buldu ve yakınlarını kaybedenlere maddi ve manevi tazminat ödenmesine karar verdi. Bu kararların dayanağı da Mumcu kararındaki gibi içtihatlardı.

Ancak bu davalardan birinde, istinaf mahkemesi, şaşırtan ama aslında şaşırtmayan bir karara imza attı.

10. İdari Dava Dairesi’nin verdiği karara göre, 10 Ekim katliamında ölenlerden Seyhan Yaylagül’ün eşine 15 bin, iki oğluna 10’ar bin, küçük oğluna 270 bin maddi tazminat ödenmesi, toplam 900 bin manevi tazminata hükmedilmesi yanlıştı.

İstinaf, kendisine göre yanlış olan bu kararı da “devletin sorumluluğu” ile açıkladı.

* * *

İstinaf Mahkemesi, özetle şu gerekçeleri bildirdi:

- Terör saldırısı yapılacağına dair istihbarat bulunmaması...

- Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele Daire Başkanlığının saldırıdan kısa süre önce il emniyet müdürlükleri, terörle mücadele şubelerine gönderdiği yazılarda IŞİD’in uluslararası ses getirecek çapta eylem yapma kararı aldığı, seçtiği grubu eğitime tabi tuttuğu, canlı bomba eylemi dahil bir dizi eylem planladığı yönündeki istihbarat yazısının somut bilgiler içermemesi…

- Bu istihbarat yazısının ilgili birimlerce paylaşılmamasının ihmal anlamına gelmediği… Zira somut, açık bilgi içermediği, zaman ve kişi yönünden belge bulunmadığı, belgenin olaya ilişkin istihbarat anlamı taşımadığı…

* * *

İstinaf Mahkemesi, bununla yetinmedi…

Arama noktalarından canlı bombaların nasıl geçebildiği, güvenlik ihmali olup olmadığı yönündeki soruları yanıtlarken, “olay öncesinde ve esnasında davalı idare/idareler tarafından gerekli emniyet tedbirlerinin alındığı, önleyici ve güvenliğe yönelik bomba, alan aramalarının yapıldığı idarenin/idarelerin bu hususlara ilişkin hizmet kusurunun bulunmadığı sonucuna varılmıştır” ifadelerini kullandı.

İki ayrı kontrol noktasından geçilerek girilen alana canlı bombalar ellerini kollarını sallayarak giriyor ancak gerekli emniyet tedbirleri alınmış.

104 kişi saldırıda hayatını kaybediyor ancak gerekli emniyet tedbirleri alınmış.

Bir değil iki canlı bomba eylem yapıyor ama gerekli emniyet tedbirleri alınmış.

* * *

10 Ekim’de alanda bulunan herkes, ambulanslara yol açmak isteyen kalabalığa polisin müdahale ettiğini, bu sırada yerlerdeki yaralıların üzerine gaz sıkıldığını biliyor.

İstinaf’a göre bu da normal.

Şöyle diyor kararında:

“Olay sonrasında emniyet mensuplarınca biber gazı kullanıldığı iddiaları hakkında ise gaz kullanımının bu konuda sertifikalı güvenlik görevlileri tarafından gerekli görüldüğü için yapıldığı…”

Bundan sonra bir bombalı saldırıda yaralanırsanız ve üzerinize gaz sıkılıyorsa korkmayın!

Zira nefes alamıyor olsanız da mühim değil. Nefes alamamanız, sertifikalı güvenlik görevlileri tarafından gerekli görüldüğü içindir!

* * *

Ambulansların önüne polis araçlarının konulduğu ve sıkılan gaza rağmen tepki gösteren kalabalığın gayretiyle yolun açıldığını da herkes gördü alanda.

Ancak İstinaf’a göre bu da normal.

“Davalı idarenin/ idarelerin olay sonrası emniyet tedbirleri ve sağlık hizmetleri yönünden hizmet kusurunun bulunmadığı anlaşılmıştır.”

* * *

Hiç olmazsa devlet olmaktan, önlem almaktan kaynaklı bir ihmal yok mu, kusursuz sorumluluk, diğer ilkeler…

İstinaf’a göre bu da yok…

Şöyle diyor:

“Devletin, yetki alanındaki bireylerin güvenliğini sağlamak hususunda pozitif yükümlülüğü bulunmakla birlikte, bu yükümlülüğün, dava konusu olayda olduğu gibi, idari faaliyetle doğrudan nedensellik bağı bulunmayan ve temelde insan davranışlarının önceden bilinemez veya öngörülemez oluşuyla bağlantılı olarak meydana gelen toplumsal olaylarda, idarelerin oluşan gerçek zararı tazmin etmekle yükümlü kılınmalarını gerektirecek biçimde yorumlanmasına hukuken olanak bulunmamaktadır. Bu itibarla; Ankara Tren Garı’nda meydana gelen terör olayı neticesinde oluşan zararda idarenin/idarelerin hizmet kusuru veya kusursuz sorumluluğunu gerektirecek herhangi bir işlem ya da eyleminin olmadığı sonucuna ulaşılmıştır.”

İstinaf, bu gerekçelerle annelerini kaybeden çocuklara, eşini kaybeden babaya toplam 32 bin lira maddi tazminat ödenmesine hükmetti. Manevi tazminatın da “zenginleşmeye yol açamayacağı” gerekçesiyle toplam 130 bin TL olabileceğini belirtti.

* * *

Danıştay 10. Daire, kısa süre önce İstinaf Mahkemesi'nin bu kararını virgülüne dokunmadan onadı ve kesinleştirdi.

Ankara’nın ortasında bir katliam, ölen 104 insan, yaralanan yüzlerce insan, yakınları, arkadaşları, dostları…

Devletin kusuru yok, kimsenin kusuru yok…

Demek ki terör örgütü üyeleri, canları istediğinde gelip Ankara’nın orta yerinde öldürebiliyorlar insanları.

Mesele sadece canlarının isteyip istememesi…

Mesele sadece kendi kararları…

Böyle not düşelim tarihe…

Canları istedi ve gelip onlarca insanı öldürdüler diye…

                                                            /././

Nerede kaldı Avrupa Birliği’nin ortak dış ve güvenlik politikası?-Hasan Göğüş-

Bugün gelinen noktada AB’nin ortak bir dış politikasından bahsetmek mümkün değil. Kıbrıs ve Yunanistan’la ilişkiler babında Türkiye’yi kınamak haricinde hiçbir konuda ortak politikalar üretilemiyor. İsrail’in Gazze’deki katliamları, Suriye, Ukrayna gibi Avrupa güvenliğini doğrudan ilgilendiren sorunlarda sessiz kalıyorlar. Esasen uzun bir süredir can çekişmekte olan ortak dış ve güvenlik politikasına 1 Temmuz’da AB dönem başkanlığını devralan Orban’ın Macaristan’ı son noktayı koydu.

Hafta içerisinde Suriye’deki son gelişmelerle uluslararası toplumun ilgisinin arttığı Türkiye’nin kapısını çalanlar arasına bu kere Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı  Ursula Von Der Leyen de katıldı. Von Der Leyen beş senedir bu koltukta oturuyor. 1 Aralık’ta AB’nin yönetimini yeni isimler devraldı. Çok başarılı olduğundan mı, yoksa yerine başka birisi üzerinde uzlaşı sağlanamadığından mı, bilmem; Von Der Leyen bir beş yıl daha görevinde kaldı.

Almanlar cimriliği ile meşhurdur ama misafirimiz alicenaplık etmiş, eli boş gelmemiş, beraberinde 1 milyar euroluk bir çekle geldi. Herhalde kapalı kapılar ardındaki görüşmelerinde Trump’tan bir gün sonra o da ev sahibine övgüler yağdırmayı ihmal etmemiştir.

AB üyelerinin ortaklıkları

Avrupa Birliği, bu ismi aldığı Maastrich Anlaşması’ndan önce Türk kamuoyu nezdinde uzun süre “Ortak Pazar” olarak bilinirdi. Hatta AB’ye çekingen yaklaşanlar, gümrük birliği imzalandığında “onlar ortak biz pazar” söylemini geliştirdiler. Zaman içerisinde AB kendi içerisinde bütünleşmeyi derinleştirdikçe ortak para birimine, ortak vize uygulamasına geçildi, ortak merkez bankası kuruldu.

AB’nin ortak dış ve güvenlik politikası

En önemli ortaklık ise, 7 Şubat 1992 tarihinde imzalanan Maastrich Anlaşması’nda AB’nin dayandığı üç sütundan biri olarak kaydedilen ortak dış ve güvenlik politikasının (ODGP) kabulü ile gerçekleşti. AB’nin ortak dış ve güvenlik politikalarından sorumlu yetkilisine “Yüksek Temsilci” deniyor. Halen Estonya’nın eski başbakanı Karya Kallas’ın oturduğu bu koltuğun AB içerisinde ayrı bir statüsü ve ağırlığı var. Yüksek Temsiciler, her ay bir araya gelen üye ülkelerin Dışişleri bakanlarından oluşan Konsey toplantılarına başkanlık ediyor.

AB ortak beyanlarına katılım

ODGP Avrupa’nın siyasi bütünleşmesinin sağlanması için büyük beklentilerle uygulamaya konuldu. Uluslararası kuruluşlarda üye devletlerin tek tek söz almasına son verilerek AB adına dönem başkanı temsilcisince tek bir ortak beyan yapılmaya başlanıldı. Hazırlanmasına katkıda bulunmalarına izin verilmeyen aday ülkeler de AB beyanlarına katılmaya teşvik edildi. Hatta bu beyanlara katılım oranları neredeyse adaylık kriterlerinden biri haline geldi. AB üyeliği iştahımızın kabardığı yıllarda ne kadar çok AB beyanlarına katılırsak o kadar çabuk AB’ye üye olacağımız gibi bir yanılgıya kapıldık. Dışişleri Bakanlığı’nın AB biriminde bir kıdemli bir diplomat sırf bu işle görevlendirildi. AB beyanlarına katılmama kararı yetkisi dairelerden alınarak sadece Bakanlık Müsteşarına verildi. O dönemde AB beyanlarına katılma oranımız biraz da bu zorlamalarla yüzde 90’ların üzerine çıktı. Bu arada ODGP’ye uyum sevdasıyla dış politikamızla uyumlu olmayan bir sürü AB beyanına katıldık. Özbekistan’daki insan hakları ihlalini kınayan bir AB beyanına taraf olmamız, başımıza dert açtı. Bu ülkeyle ilişkilerimiz fena halde bozuldu. Kerimov ölene kadar da Özbekistan’la aramız düzelmedi. Herhalde AB’den ümit kesmiş olmalıyız ki AB beyanlarına katılım oranımız bugünlerde yüzde 5 seviyesine düşmüş.

İflas eden ODGP

Bugün gelinen noktada AB’nin ortak bir dış politikasından bahsetmek mümkün değil. Kıbrıs ve Yunanistan’la ilişkiler babında Türkiye’yi kınamak haricinde hiçbir konuda ortak politikalar üretilemiyor. İsrail’in Gazze’deki katliamları, Suriye, Ukrayna gibi Avrupa güvenliğini doğrudan ilgilendiren sorunlarda sessiz kalıyorlar. Esasen uzun bir süredir can çekişmekte olan ODGP’ye 1 Temmuz’da AB dönem başkalığını devralan Orban’ın Macaristan’ı son noktayı koydu. Roma Statüsüne taraf olmasına ve Yüksek Temsilci Borrel’in aksi yöndeki açıklamalarına rağmen AB Dönem Başkanı Orban, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin 21 Kasım’da aldığı Netanyahu’nun tutuklanması emrine uymayacağını ilan etti. Bir de alay eder gibi Netanyahu’yu Macaristan’a resmi ziyarette bulunmaya davet etti.

AB Orta Doğu’daki sorunlar için de ortak politikalar geliştirmekten çok uzak. Almanya ve Avusturya sırtlarındaki tarihi kambur nedeniyle ne yaparsa yapsın İsrail’e toz kondurmazken, İspanya, İrlanda, Malta ve Slovenya İsrail’in Gazze’deki soykırımına tepki olarak bu yıl başında Filistin’in bağımsızlığını tanıyan ülkeler arasına katıldılar.

AB’nin evlere şenlik bir başka çelişkisi ise 6 Kasım’da Bişkek’te yapılan Türk Devletleri Teşkilatı Zirvesi’ne KKTC’nin gözlemci olarak katılmasını kınanmasında yaşandı. Bu kınama açıklandığında Bişkek’teki toplantıda Dönem Başkanı Orban da gözlemci olarak AB’nin kınadığı KKTC Cumhurbaşkanı Tatar ile aynı masada dirsek dirseğe oturuyordu.

ODGP sütununun çökmesinde diplomaside anlaşmazlık durumlarında her zaman uzlaşı sağlayan yazımlar üretmekte mahir diplomatlara sahip olan İngiltere’nin AB’den ayrılmış olmasının da payı bulunuyor. Öte yandan AB’nin itici güçleri Almanya ve Fransa siyasi istikrarsızlıklarla çalkalanıyor. Her iki ülkede de arka arkaya hükümetler düştü. Merkel ile Sarkozy arasındaki uyum ve iş birliği Macron ile Scholz arasında yok. Gerek Fransa gerek Almanya bırakın ODGP’yi ,ulusal dış politikayı umursayacak durumda değiller.

Çok sıfat, az fiil

AB içerisinde serbest dolaşım da tehlikede. Sınır kontrollerine ufaktan yeniden başlayan ülkeler var. ODGP’nin amaçları arasında sayılan insan hakları, hukukun üstünlüğü, demokrasinin geliştirilmesi deseniz, çoktan rafa kalkmış durumda.

1999-2004 yılları arasında AB’nin dış ilişkilerinden sorumlu komiseri olarak görev yapan İngiliz politikacı Chris Patten, ODGP’yi “birçok sıfat, ama çok az fiil “olarak tanımlamış. Chris Patten bugün ODGP’yi tanımlayacak olsa ortalıkta sıfat da bulamazdı.

                                                             /././

Huysuz Virjin'i yaşatmak neden önemli?-Tuğçe Tatari-

Armağan Çağlayan’ın ‘Seyfi Bey’ adlı tek kişilik biyografik oyununu izlerken hem politik hem magazinel hem de toplumsal meselelerin kısa tarihini izlemiş gibi oldum… ‘Huysuz Virjin’ Seyfi Dursunoğlu’nun Türkiye sanat dünyasına devrim yaparak girişi ve yasaklanarak çıkışı arasında izlediğiniz, hüzünlü yakın geçmişimiz de oluyor aslında

Geride bıraktığımız yıllarda AK Parti’nin icraatından biri de Huysuz Virjin’e ekran yasağı koymak olmuştu.

Ne tuhaf değil mi, iktidar oluyorsunuz ve bir sanatçıya kafayı takıyorsunuz, “bir daha ekranlarda görmek istemiyorum” diyorsunuz.

Bu bile başlı başına ‘hastalığın tanısını koymaya’ yeterli bana göre… Çoğunluğun aksine Seyfi Dursunoğlu’nun canlandırdığı Huysuz Virjin’le, amiyane tabirle, salt kadın kıyafetleri giyen bir erkek olduğu için değil, bu kıyafetleri giyen ve sarayı kendisine biat merkezi olarak konumlandırmayan biri olduğu için yasaklandığını düşünmüşümdür hep.

Yoksa her fırsatta saraya koşan nicelerini biliyoruz ki yasaklanmayı geçiniz ‘devlet sanatçısı’ mertebesinde ailecek karşılanıyor, saygı ve neşe içinde ağırlanıyorlar.

Şimdi nereden çıktı Seyfi Dursunoğlu meselesi, diyeceksiniz, haklısınız. Hemen anlatayım, geride bıraktığımız hafta Armağan Çağlayan’ın Seyfi Bey adlı tek kişilik biyografik oyununun galası vardı.

Oyunu izlerken hem politik hem magazinel hem de toplumsal meselelerin kısa tarihini izlemiş gibi oldum.

Oyun yıllar önce Huysuz Virjin’e metin yazmak üzere bir araya gelen Armağan Çağlayan ve Seyfi Dursunoğlu’nun dostluk hikâyesini de barındırıyordu içinde.

Armağan Çağlayan’ı yıllardır gözlemleyen biri olarak, o gün o salonu dolduran kalabalığa bakarak bir kere daha fark ettim ki, yaşamında birden fazla renk taşıyan insanımız yok denecek kadar azaldı artık.

Çoğunluk ya bir renk ya diğeri.

Armağan Çağlayan’a baktığımda; muhalif bir kişiliğin yanında sabun köpüğü dediğimiz yaşamlara da değen, hukukçu, aynı zamanda iyi bir metin yazarı, sol gelenekten gelen, entelektüel dünyayı takip etmeye ve muhalif isimlere programlarında yer vermeye özen gösteren biri.

Zamanı yakalamış ve dijitalde varlığını ispatlamış, şov insanı, programcı ve daha birçok şey birden…

İşte biraz önce de söylediğim gibi Seyfi Bey de, Armağan da, oyun da insanı benzer farklılıklara götürüp getiriyor defalarca.

Seyfi Bey oyunundan bir kare

O kadar alışmışız ki ya siyah olacaksın ya beyaz dayatmasına. Oysa insan dediğin rengârenk bir dünya.

Seyfi Bey’i izlerken aslında birbirlerine bu yönden benzerlikleriyle de uyumlu olduğunu fark ediyorsunuz bu iki ismin. Üzerinde kibar bir İstanbul beyefendisi ve sokak ağzı ile konuşan yaman bir kadını taşıyan Seyfi Dursunoğlu gibi aslında Armağan Çağlayan’ın da içinde birden çok insan var, görebiliyorsunuz.

Oyunu izlerken insanı ister istemez büyük bir hüzün ele geçiriyor.

Çünkü eski Türkiye’yi, eskiye dair tüm özlemleri hatırlıyor ve iliklerinize kadar hissediyorsunuz.

Seyfi Dursunoğlu’nun Türkiye sanat dünyasına devrim yaparak girişi ve yasaklanarak çıkışı arasında izlediğiniz, hüzünlü yakın geçmişimiz de oluyor aslında.

Sanat ve sanatçının önemli olduğu o günler ve geldiğimiz son noktada durumumuz malum.

Seyfi Dursunoğlu adına sahip çıkmak ve onu anmaya, hatırlamaya devam etmenin önemi de belki burada gizli; baskılarınıza, yasaklarınıza, karanlığınıza inat biz hâlâ içimizdeki Huysuz’u, tüm renkleri yaşatıyoruz demek biraz da!

                                                                 /././

Gazeteci Özlem Gürses, Ankara'da kaldığı otelden gözaltına alındı: Gerekçe halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma!

ODTÜ’nün vereceği bir ödül için Ankara'ya gelen Özlem Gürses, kaldığı otelden gözaltına alındı. Gürses, soruşturmanın merkezi olan İstanbul'a götürülmek üzere yola çıkarılırken, CHP lideri Özel de konunun takibi için kurmaylarına talimat verdi

özlem gürses
                                                                ***

Taşıt satışları ve cep telefonunda taksit süreleri değişti

20 bin lira üzeri olan cihazlarda taksit süresi 3 ay oldu

Taşıt satışları ve cep telefonunda taksit süreleri değişti

Resmi Gazete'de yayımlanan yeni yönetmelik ile cep telefonu ve taşıt satışlarında taksit sürelerini yeniden düzenledi. Ticaret Bakanlığı'nın hazırladığı "Perakende Ticarette Uygulanacak İlke ve Kurallar Hakkında Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik" Resmî Gazete'de yayımlandı. (20 bin lira üzeri olan cihazlarda taksit süresi 3 ay) Yenilenmiş ürün niteliğinde olup fiyatı 25 bin TL’nin üzerinde olan cep telefonlarında ve bu nitelikte olmayıp fiyatı 20 bin TL’nin üzerinde olan cihazlarda taksit süresi 3 ay ile sınırlandırıldı.(Yeni taksit sınırları) Taşıt satışlarında ise fatura değerine göre taksit süreleri şu şekilde düzenlendi: *400 bin TL ve altındaki araçlar: En fazla 48 ay. * 400 bin TL - 800 bin TL arasındaki araçlar: En fazla 36 ay. * 800 bin TL - 1,2 milyon TL arasındaki araçlar: En fazla 24 ay. * 1,2 milyon TL - 2 milyon TL arasındaki araçlar: En fazla 12 ay. * 2 milyon TL’nin üzerindeki araçlar: Taksitlendirme yapılmayacak

                                                           ***

Almanya'da Noel pazarında kalabalığın üzerine araç sürüldü: İki kişi hayatını kaybetti, en az 60 kişi yaralandı, Zanlı Suudi Arabistanlı bir doktor

almanya

Almanya'da Magdeburg kentinde bir otomobil Noel pazarındaki insanların arasına daldı. Ölü ve yaralıların olduğu bildiriliyor.

Almanya'nın doğusundaki Magdeburg kentinde, bir kişi aracını Noel pazarındaki kalabalığın üzerine sürdü, biri yetişkin diğeri çocuk en az 2 kişinin hayatını kaybettiği saldırıda 15'i ağır olmak üzere 70 civarında yaralı var. Bild gazetesi ise olayda 11 kişinin hayatını kaybettiğini yazdı. 

Yerel saat ile 19.04'te düzenlenen saldırının şüphelisi ise gözaltına alındı.

Kamu yayın kuruluşu mdr, güvenlik güçlerine dayandırdığı haberinde gözaltına alınan kişinin 50 yaşında bir Suudi Arabistan vatandaşı olduğunu duyurdu. Haberde zanlı hakkında güvenlik güçlerinde İslamcı olduğuna dair şimdiye kadar kayıt bulunmadığı belirtildi.

Olay anına dair kısa video görüntülerinde aracın, kalabalık olan pazarda insanların bulundugu alana hızla girdiği, insanların panik halinde kaçmaya başladığı görülüyor. Noel pazarı yönetimi, halka kent merkezini terk etmeleri çağrısında bulundu. Noel pazarında patlayıcı araması yapılıyor. 

Yaralılara ilk müdahale olay yerinde yapıldı.

Zanlı Suudi Arabistanlı bir doktor

Saldırının meydana geldiği Magdeburg kentinin bulunduğu Saksonya-Anhalt Eyaleti'nin Başbakanı Reiner Haseloff en az iki kişinin yaşamını yitirdiğini belirtirken, zanlının Suudi Arabistanlı bir doktor olduğunu ve eyalette hekim olarak çalıştığını ifade etti. 

Saksonya-Anhalt İçişleri Bakanı Tamara Zieschang da, gözaltına alınan şüphelinin 2006'dan beri de Almanya'da yaşadığını, Bernburg kentinde hekim olarak çalıştığını, Almanya'da süresiz oturma iznine sahip olduğunu belirtti. 

Scholz'dan mesaj

Almanya Başbakanı Olaf Scholz, olayla ilgili sosyal medya platformu X'ten bir açıklama yaptı. 

Başbakan, "Magdeburg'dan gelen haberler feci olayları anımsatıyor. Düşüncelerimiz mağdurlar ve yakınlarıyladır. Sizlerin yanındayız, Magdeburg halkının yanındayız. Bu endişeli saatlerde özveriyle çalışan kurtarma görevlilerine teşekkürlerimi sunuyorum."

İçişleri Bakanı dikkatli olunması konusunda uyarmıştı

Almanya'da son aylarda, Noel pazarlarına saldırılar düzenlenebileceğine dair uyarıları yapılıyor. İçişleri Bakanı Nancy Faeser, daha önce yaptığı açıklamalarda halkı Noel pazarlarında dikkatli olmaları yönünde uyarmıştı. Noel pazarlarının açılmasından kısa süre önce uyarısını tekrarlayan Bakan Faeser, somut bir saldırı tehdidi bulunmadığını belirterek, "güvenliğimiz için soyut tehlike durumunu karşısında uyanık olma ve kararlı davranmak zorundayız" diye konuşmuştu. 

Geçen hafta da Köln'de şüpheli valizler bulunması üzerine bazı Noel pazarları geçici olarak kapatılmıştı. Valizerin içinden kum çıkmıştı.  

19 Aralık 2016'da başkent Berlin'deki Breitscheidplatz Noel pazarına Anis Amri adlı bir radikal İslamcı, kamyon ile saldırı düzenlemiş, olayda 13 kişi hayatınnı kaybetmiş, 67 kişi de yaralanmıştı.                                       

                                                            ***

(T24)

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -18 Ağustos 2025-

17 Ağustos’un 26. yıl dönümde ne vergi var ne de fon…-Murat Batı- Deprem vergisinden toplanan vergiler ne kadar oldu? Neden deprem için harc...