ATTİLA AŞUT (Dosya) -28 Aralık 2024-

 Türkçeye kıymayın efendiler!

Günümüzde “sunucu” diye ekranlarda boy gösteren insanları gördükçe, bir dönem beyazcamda dinlemeye doyamadığımız büyük ustalara özlemimiz artıyor! Ne etsek, Zafer Cilasun’lara, Jülide Gülizar’lara, Başak Doğru’lara, Aytaç Kardüz’lere, Tuna Huş’lara, Erkan Oyal’lara Türkçe adına gönül borcumuzu ödeyemeyiz! (Erkan Oyal hayattadır. Kendisine
sağlıklı nice yıllar diliyorum.)

“Bir zamanlar ülkemizde tek TV kanalı vardı, vah vah!” diye hayıflananlara sormak isterim: Şimdi çok kanalımız oldu da başımız göğe mi erdi? Bu kanalların çoğu iktidar güdümünde, yani tek sesli! Bir başka deyişle, aynı telden çalan, birbirinin benzeri borazanlar! Nasıl ki sermaye düzeninin egemen olduğu kapitalist bir ülkede aynı dünya görüşünü savunan çok sayıda parti kurulunca “çok sesli” olunmuyorsa, o ülkede holding patronlarının onlarca kanal açması da medya ortamını tek seslilikten kurtarmıyor. Zaten Türkiye’deki siyaset ve basın yayın kurumlarının verili durumu bu yargımızın somut göstergesi değil mi?

TRT’nin tek kanal olarak kamu yayıncılığı yaptığı 60’lı-70’li yıllarda hiç değilse habercilik ilkelerine ve Türkçeye saygı vardı. Şimdiyse çok kanallı televizyon dünyamızda nitelik yerlerde sürünüyor!

Bir örnekle durumu özetleyelim:

CNN Türk canlı yayını…

Tayyip Erdoğan, Mısır’ın başkenti Kahire’de, “D8” ülkelerinin başkanlarıyla bir araya gelmiş…

Sunucu Kaan Temeltaş, canlı yayında konuşuyor:

“Şimdi salona, liderlerin de diğer liderlerin de olduğu salona Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan canlı bir şekilde giriş yapıyor. Artık zirve başlamak üzere…”

Anlatım, kelimesi kelimesine böyle. Sunucunun Türkçeye nasıl kıydığını görüyor musunuz?

Biz “giriş yaptı” diyenlerin diline biber sürerken bu arkadaş, “canlı şekilde giriş yapmak”tan söz ederek üstüne tüy dikti!

Türkçe, Türkçe olalı böyle zulüm görmemiştir!

Haberin videosunu izlerseniz, salona nasıl “canlı giriş
yapıldığını”
 anlarsınız belki!

https://www.youtube.com/watch?v=TiufDZ-gi_g&t=528s

Evet, holdinglerin yandaş TV kanallarında yayıncılık böyle yapılıyor artık! Mutlu musunuz?


OKURDAN

Kamusal alanda dil özensizliği

Sayın Aşut,

Ben emekli sınıf öğretmeniyim. Yazılarınızı kaçırmamaya çalışıyorum. Güzel dilimizi birazcık doğru kullanabiliyorsam bunda sizin de payınız var.

Antalya’da, tramvayda yapılan bir anonsu aktarmak istiyorum: ‘Tramvay müze yönüne gider. Gidiş istikametine göre inişler sol taraftan yapılacaktır.’ Birinci tümce doğru. İkinci tümcede niçin ‘yönüne’ yerine ‘istikametine’ denir, anlayamadım. Yine  ‘...inişler sol taraftan yapılır’ ne demek? ‘Gidiş yönüne doğru sol taraftan inilir’ demek çok mu zor?

Sayın Aşut,

Bu anonsları her gün
yüzlerce insan dinliyor ve doğru diye algılıyor.     Kafamıza böyle yerleşen yanlışları
daha sonra silmek zor oluyor. O nedenle özellikle kamusal alanlarda dilimizin
doğru kullanılması çok önem taşıyor. Hoşça kalınız.”

Kenan ÇAĞLAR/Antalya


HAFTANIN NOTU

Sabri Koz’a halkbilim ödülü

Payda Yayınları’nın her yıl ayrı bir dalda verdiği “Nedret Gürcan Edebiyat Ödülü”nün bu yılki sahibi; araştırmacı, yazar ve editör Sabri Koz oldu. Halkbilim alanındaki çalışmalarından dolayı bu ödüle değer görülen Sabri Koz, geçen hafta Ankara’da Mülkiye Kültür Merkezi’nde düzenlenen törenle ödülünü aldı.

Ozan ve yazar Ahmet Özer’in yönettiği etkinliğin konuşmacıları Prof. Dr. Hayrettin İvgin ile Âşık Veysel’in torunu Nazender Süzer Gökçe idi. Sabri Koz, ödül konuşmasında, “Veysel, halk şiirinin filozofudur. Bir gün ben de  kendi  Veysel’imi yazacağım” dedi. Halk edebiyatını dipsiz bir kuyuya benzeten Prof. İvgin, halkbilim teriminin ortaya çıkış sürecine değindikten sonra yarım yüzyıllık arkadaşı Sabri Koz’un bu alandaki araştırmalarını değerlendirdi.  Nazender Gökçe ise dedesi ile Nedret Gürcan’ın yollarının Dinar’da nasıl kesiştiğini anlattı. Nedret Gürcan’ın oğlu Ali Niyazi de babasının 1956 yılında Âşık Veysel’le Dinar’da beş saatlik bir röportaj yaptığını, konuşma kaydını gazeteci Uğur Dündar’a gönderdiğini, fakat kopyası olmayan bu tarihsel kaydın geri verilmeyerek kaybedildiğini söyledi. “Âşık Veysel benim de manevi dedemdir” diyen halk ozanı Aysel Çiçek, sazı ve sözüyle etkinliğe renk katarken TRT’nin unutulmaz sunucularından Elçin Temel de Nedret Gürcan’ın şiirlerini seslendirdi…

Hak edilmiş bu ödülden dolayı Sabri Koç dostumuzu kutluyorum.

                           Sabri Koz’a ödülünü Nedret Gürcan’ın oğlu Ali Niyazi verdi.

                                                                              /././

Başlıklardaki yanlışlar

Dil yanlışları artık öylesine arttı ki haber başlıklarından yazı başlıklarına sıçramaya başladı!

Tuğçe Madayanti Şen’in 31 Ağustos 2024 tarihli BirGün’deki köşeyazısının başlığı buna bir örnek:

“Kadının hayatta kalan olması”

İngilizceden çeviri bir tümce gibi duruyor! Çünkü Türkçede böyle bir yapı kalıbı yok. Oysa “Kadının hayatta kalması” dense sorun olmayacak…

∗∗

Gürsel Köksal’ın 13 Ekim 2024 tarihli BirGün’deki yazısının başlığı da benzer bir yanlışı içeriyor:

“Almanlar en çok neyden korkuyor?”

İnsan ilk bakışta, Almanların bizim kaval biçimindeki üfleme çalgımız “ney”den korktuklarını sanıyor! Oysa korkulan o değil, yaşam pahalılığı, artan vergiler, sığınmacı sorunu, politikacıların yetersizliği vb. imiş…

Yani hepimizi korkutan dünya sorunları…

Öyleyse bu yazının başlığı, “Almanlar en çok nelerden korkuyor?” olmalıydı bence…

∗∗

Son örneği de Haydar Ergülen’in 1 Aralık 2024 tarihli BirGün Pazar’daki yazısından verelim: “Hoşgeldin şair!”

Otuz yılı aşkın bir mahpusluğun ardından özgürlüğüne kavuşan ozan İlhan Sami Çomak’a hoş geldin demiş Haydar Ergülen. Çok da iyi etmiş. Ama metinde doğru olarak ayrı yazdığı “hoş geldin” esenlemesini başlıkta neden bitişik yazmış, onu anlamadım. Editör müdahalesi olduğunu sanmıyorum. Zaten bizim yazı işlerindeki arkadaşlar, yazarların yazım biçimine pek karışmıyorlar. Hem başlığı onlar değiştirmiş olsalar, metin içinde de öyle yazarlardı. Belli ki Haydar Ergülen’in kendi seçimi bu. Öyleyse bu ikili yazım biçiminin gerekçesini açıklamak da ona düşüyor.

∗∗

ENFLASYON SÖZLÜĞÜ

Türkiye’de yıllardır en çok dillendirilen sözcük, “enflasyon” ve onunla ilintili ekonomik kavramlardır. Hemen hepsi Fransızca kökenli olan bu kavramların Türkçe karşılıkları -ülkemizde onca ekonomi bilimcisi ve yorumcusu olmasına karşın- henüz türetilemedi. Bari okurlarımız için bu kavramların anlamlarını açıklayan tadımlık bir sözlükçe hazırlayalım dedik. Böylece aşağıdaki dizelge ortaya çıktı. Konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgiyi ekonomi yazarlarımız versin artık!

Enflasyon: Mal ve hizmetlerin fiyatlarındaki genel artışla birlikte para değerinin düşmesi biçiminde kendini gösteren ekonomik süreç; parasal şişkinlik.

Deflasyon: Para şişkinliğine karşı önlem olarak piyasadaki paranın azaltılmasıyla satın alma gücünün artırılması temeline dayanan iktisat politikası tekniği, para darlığı.

Dezenflasyon: Enflasyonun yükseliş hızının yavaşlaması. Yani enflasyon oranının süreç içinde azalması.

Resesyon: Ekonomik durgunluk. Ekonomik etkinliklerdeki azalma sırasında ortaya çıkan iş döngüsü daralması.

Stagnasyon: Bir ülkenin yurttaşlarınca ülke sınırları içinde ve dışında elde edilen gelir (Gayri Safi Milli Hasıla) hızının ortalamadan daha düşük bir hızda büyümesi anlamını taşır. Ekonomide  durgunluk belirtisidir.

Stagflasyon: Ekonomik durgunluk ortamında hem enflasyonun hem işsizliğin artmasıdır. Bu koşullarda işsizlik oranı artarken fiyatlar da hızla yükselir.

∗∗

“KAPANAN HASTALAR”!

                                          (Cumhuriyet.com.tr, 23 Kasım 2024)

İnsan bu başlığı görünce, “Hastalar tesettüre girmiş herhalde!” diye düşünmeden edemiyor. Oysa haberi okuyunca anlıyoruz ki kapananlar hastalar değil, “Yenidoğan Çetesi”nin işlettiği hastanelermiş!

Cumhuriyet gazetesinin bilgisunar sitesi ne yazık ki bu tür özensizliklerle dolu…

HAFTANIN NOTU

AKP kapitalizmi!

• Araç garantili köprü,

• Yolcu garantili havaalanı,

• Hasta garantili hastane,

• Takı garantili düğün,

• Yanmayan kefen,

• Şehit kokulu kolonya…

• Yakında “davul tozu” ve “minare gölgesi” de satmaya kalkarlarsa şaşırmayacağız!

                                                          /././

Dil tembelliği

Hep söylüyorum: BirGün okurlarının Türkçe duyarlığı övgüye değer. Sürekli ilgileri, uyarıları, önerileri ve sorularıyla bu köşenin zenginleşmesine katkıda bulunuyorlar.

Berlin’deki Vivantes Hastanesi’nde çalışan Dr. Galip Karaali, bu bağlamda birkaç soru yöneltmiş bize. Ama soruların çoğu, yanıtlarını da içinde barındırıyor:

“Sayın Aşut,

Türkçeye olan özen ve sevginizi tekrar selamlayarak bazı konulara kısaca değinip düşüncelerinizi öğrenmek isterim.

-Beni dehşete düşüren, birçok yazarın ‘de’ ekini yanlış kullanmaları. Buna siz de değinmiştiniz. Artık bunu dile getirmekten sıkılıyorum.

-Bir başka konu: Örneğin kaybolan bir kişi günler sonra ölmüş olarak bulunuyor. Gazeteler, ‘cenazesi bulundu’ gibi saçma bir terim kullanıyorlar. Oysa ‘cesedi bulundu’ demek gerekmiyor mu? ‘Cenaze merasimi’ denebilir ama ölü bulunan artık cesettir, değil mi?

-Halkımız, yazarlarımız dil tembeli olmuşlar. Örneğin konuşurken ‘tamam mı?’ yerine sadece ‘tamam?’ diyorlar. Sanki ‘tamam mı?’ derlerse yorulacaklar!

-EnverEvrenHikmet gibi adlar hem erkek hem kadın adı olarak kullanılıyor. O yüzden de bu adlardan birini taşıyan bir yazardan söz edilirken cinsiyetini anlamak zor oluyor. Çözüm?

Halkımız ev alırken gösterdiği özeni diline neden göstermiyor, şaşarım! Oysa bence dil bir ağaç gibidir; su ister, toprak ister vs.

Saygıdeğer Aşut! Çok şey sıraladım, bağışlayın! Esen kalınız!”

Görüldüğü gibi, değerli okurumuzun sıraladığı konular, yanıtlarını da içinde taşıyor.  Ayrıca “dil tembelliği” tanımlamasını da çok sevdim!

Çift cinsiyetli adlara gelince, bu konuda yapılabilecek fazla bir şey olduğunu sanmıyorum. Erkek yazarların kullandığı başka adlar da vardır. Örneğin. Berin (Taşan), Nedret (Gürcan), Şükran (Kurdakul)… Yaşadıkları yıllarda bu arkadaşlarımızı kadın sanan okur sayısı az değildi. Hatta bu yüzden erkeklerden aşk mektubu alanlar bile olmuştu! Türkçede sözcükler eril ve dişil diye ayrılmaz. Bu adların başına “bay” ve “bayan”dan başka bir belirti koyamayacağımıza göre, yazarları tanımanın en doğru yolu, özgeçmişlerine bakmak olmalıdır.

∗∗

(BirGün, 19 Aralık 2024)

MANŞETTEKİ DİL YANLIŞI

Aynı başlığı daha önce de atmıştı BirGün’deki arkadaşlar ve biz bu köşede uyarmıştık. Demek ki alışkanlıklardan kolay vazgeçilemiyor. Üstelik bu kez anasayfanın manşetine taşınmış yanlış! “Hepsini alsa da halk ikna olmuş değil” olmalıydı doğrusu. Belli ki satıra sığmamış ve bir sözcüğü makaslamışlar. O zaman da böyle bozuk bir Türkçe çıkmış ortaya.

HAFTANIN NOTU

Hukuk bunun neresinde?

Gezi tutuklusu Osman Kavala, cezaevinde yedinci yılını geride bıraktı. Yalanlar ve kurgularla oluşturulmuş düzmece bir dava yüzünden masum bir insanın en verimli yıllarını “ağırlaştırılmış müebbet hükümlüsü” olarak zindanda geçirmesine vicdanım isyan ediyor! Osman Kavala’nın yaşamından hoyratça koparılan uzun yılları düşündükçe hüznüm ve öfkem daha da artıyor. Birilerinin bitmez tükenmez kini yüzünden bu ülkenin iyi yetişmiş, hümanist ve yurtsever bir aydınına böyle zulüm yapılamaz!

Gezi Davası’nda hukuk ayaklar altına alınarak AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararları uygulanmadı. Temel hak ve özgürlüklere ilişkin uyuşmazlıklarda uluslararası antlaşma hükümlerinin uygulanacağını buyuran T.C. Anayasası’nın 90. Maddesi yok sayıldı. Milyonların katıldığı Gezi Direnişi’nden birkaç arkadaşımız kurban seçilerek 18 yıl hapis cezasına çarptırıldılar. Milletvekili olmasına karşın Can Atalay kardeşimiz inatla içeride tutuluyor…

Gezi Davası, AB’nin ikiyüzlülüğünü de tüm çıplaklığı ile gözler önüne serdi. Avrupa kurumları, AİHM kararlarına uymayan Saray rejimine defalarca süre tanıdı ama hiçbir yaptırım uygulamadı; sürekli oyalama ve “bekle gör” tavrı içinde oldu. Çünkü onların tek derdi, Türkiye’deki sığınmacıların Avrupa’ya gönderilmemesiydi.  AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen  de  Suriye’de Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra bir milyar avroluk rüşvet çekiyle bunun için apar topar Ankara’ya geldi. İnsan hakları ihlalleri onun umrunda değildi. Ama Türkiye ile imzaladıkları “Geri Kabul Anlaşması”nın sürdürülmesini sağlamak için kesenin ağzını açmaya istekli görünüyordu!

Osman Kavala, bütün bu haksızlıklar ve ihanetler karşısında bile ülkesinin aydınlık geleceğine inancını koruyor. Bilge duruşunu hiç bozmadan, "Bana asıl teselli verecek olan, ülkemde hukuk devleti yönünde gelişmeleri görmek olacak. Bunun olacağına ve gerçekten özgürlüğü teneffüs edebileceğime inanıyorum” diyor. En büyük avuntusu ise -faturası kendisine kesilse bile- bu mücadele sonunda Gezi Parkı’nın kurtarılmış olması…

Osman Kavala, Türkiye’nin Dreyfus’udur!

Öyleyse nerede bu ülkenin Emile Zola gibi “J’accuse!” (Suçluyorum) diye haykıracak vicdanlı aydınları?

                                                                  /././

Yanlışta direnmek!

Üzgünüm ama bunu söylemek zorundayım: Haklı eleştiri ve uyarılar karşısında CHP de iktidar partisinden farklı bir tutum sergilemiyor! CHP’yi ve bağlı kurumları yönetenler, yazılıp çizilenleri görmezden geldikleri gibi eleştirilen konuları düzeltmeye de çalışmıyorlar. En aldırışsız kurumların başında ise Çankaya Belediyesi geliyor. Ankara Anakent Belediyesi de eleştiriler karşısında genellikle suskun kalmayı yeğliyor…

Demokratik kitle örgütlerinin ve bağımsız sanatçıların Ankara’da kültür-sanat etkinlikleri için kullanabilecekleri salon sayısı çok azdır. Olanlar da etkinliklere parasız verilmiyor. CHP’li belediyelerin bu tutumu “toplumcu belediyecilik” anlayışıyla bağdaşmaz. Avrupa’da belediyeler bu tür etkinliklerden para almak şöyle dursun, düzenleyici kurumları desteklemek için üstüne para veriyor!

Gelelim bir başka konuya. Ankara Anakent Belediyesi’nin kullandığı elektronik sistemlerde çok sık sinyalizasyon arızası oluyor. Otobüs ve metrolarda ne ses düzeni ne ışıklı levhalar çalıştığından, özellikle akşam saatlerinde insanlar durakları kaçırıyor. Bu taşıtları engelli yurttaşlarımız da kullanıyor. Böyle durumlarda onların yaşadıkları güçlükleri düşünebiliyor musunuz?

Ya metrolardaki yürüyen (daha doğrusu “yürümeyen”!) merdivenlerin hali? Hemen her gün birkaç tanesi mutlaka bozuktur! Nasıl bir işletim sistemidir ki bu, sürekli arızaya geçiyor? Geçince de uzun süre düzeltilemeden öylece kalıyor!

Karanfil Sokağı’nın başındaki engelli asansörü ile Sakarya Caddesi’ndeki Ç’engel Kafe’nin işe yaramaz durumunu Çankaya Belediyesi’nden sormuştuk. Engelli asansörü neredeyse bir yıldır çalışmıyor! Engelli yurttaşlarımızın rehabilitasyonu ve istihdamı için tasarlanan Ç’engel Kafe ise aylardır “tadilat” bahanesiyle kapalı tutuluyor. Ama görünürde hiçbir onarım belirtisi yok! Sakarya Caddesi’nde özellikle yaşlı insanların çay içerek soluklandığı bu mütevazı mekânın neden kapalı tutulduğunu bir tülü öğrenemedik. Gerçek neden neyse söyleyin! Çok mu zor bunu açıklamak? Hani saydam ve hesap verebilir bir yönetim anlayışını savunuyordunuz!

∗∗

Geçenlerde bir okurumuz, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in konuşma biçimini eleştirmişti. Biz de bu eleştiriyi yerinde bularak köşemizde paylaşmıştık. Ama Sayın Özel her gün birkaç yerde konuşmaktan belli ki gazete okumaya vakit bulamıyor! Danışmanları da olumsuz eleştirileri kendisine aktarmayınca yanlışlar süreğenleşiyor…

Hafta sonunda yine çok konuştu Özgür Özel! Gelin görün ki okurumuzun eleştirdiği ne varsa hepsini bu konuşmalarda yineledi. Yine “Yapcaz, etcez” dedi. “Kâğıt”ı “kağıt” diye kalın seslendirdi, “cirim” yerine ise “cürüm” demeyi sürdürdü. Oysa daha önce uyarmıştık:  “Cürüm”, suç demekti. Onun kullandığı deyimdeki doğru sözcük “cürüm” değil, “oylum / hacim” anlamındaki “cirim”di. O sözün doğrusu ise “Ateş olsa cirmi kadar yer yakar”dı...

Böyle giderse, her hafta Sayın Özel’in dil yanlışlarını düzeltmek zorunda kalacağız!

∗∗

Halk TV’deki izlencenin ekran görüntüsü.

“KIRMIZI KMERLER”!

Gazeteci arkadaşımız Saim Tokaçoğlu’ndan gülümseten bir not geldi:

“Uzmanlık alanım değil ama Kızıl Kmerler’e ‘Kırmızı Kmerler’ de deniyor mu? Gözde Şeker ve Işın Eliçin, Halk TV’nin ‘Kırmızı Çizgi’  programında  Netanyahu üzerine konuşuyorlar. Gözde Şeker“Sonra Kırmızı Kmerler var, Kamboçya Komünist Partisi’nin silahlı kolu...” diyor. Hadi Gözde böyle söyledi diyelim. Ama Işın Eliçin, Halk TV’nin Dış Haberler Müdürü. Onun bu yanlışı düzeltmesi gerekmez miydi?” Ben de ilk kez duyuyorum “Kırmızı Kmerler”  sözünü. Biraz dublaj Türkçesine benzemiş bu çeviri! İyi ki “Kırmızı Fenerler”  dememişler! Bu örgütün adındaki “Kızıl” sözcüğü,  “kırmızı” rengi değil,  “komünizm”i imliyor. Biraz da Çin etkisinden ötürü bu adı taşıdıklarını sanıyorum. Bilindiği gibi Kamboçya’da gerilla savaşı veren Kızıl Kmerler (Khmer Rouge)1975 yılında iktidarı ele geçirdikten sonra ülkede katliama girişerek çok sayıda insan öldürdüler. Kanlı Pol Pot rejimi, 1979 yılında Vietnam’ın ülkeyi işgali ile sona erdi. Artık ne “Kızıl Çin” var ne “Kızıl Kmerler”

∗∗

                                                       ‘Emek gasbı’ (Cumhuriyet, 25 Kasım 2024)

AYNI YANLIŞ CUMHURİYET’TE!

2 Kasım 2024 tarihli BirGün’ün birinci sayfasında benzer bir başlık yer almıştı ve biz bu haber üzerine konuşurken, Arapça “gasp” sözcüğünün ünlü ile başlayan bir ek aldığında neden sert ünsüz yumuşamasına uğramayıp “gasba” değil  “gaspa”  diye yazılması gerektiğini uzun uzun anlatmıştık. Ama Cumhuriyet gazetesinin yeni kuşak çalışanları Türkçeyle pek ilgili olmadıklarından, 25 Kasım’daki bilgisunar yayınlarında  “emek gasbı” diye yazarak aynı yanlışı yinelediler. Genç arkadaşlarımız yanlışta ayak direseler de biz uyarmaktan ve düzeltmekten vazgeçmeyeceğiz!

                                                          /././

Abeceye harf eklemek…

Türk Dil Kurumu (TDK), 9-11 Eylül 2024 tarihleri arasında Azerbaycan’ın başkenti Bakû’de toplanan “Türk Dünyası Ortak Alfabe Komisyonu”nda, 34 harften oluşan “Ortak Türk Alfabesi” konusunda uzlaşmaya varıldığı duyuruldu.

Cumhurbaşkanlığı’na bağlı yeni TDK’nin konuya ilişkin açıklamasında, bu kararın “Türk halkları arasında karşılıklı anlayış ve işbirliğini teşvik ederken, onların dilsel mirasını koruyacağı” belirtildi ve ilgili tüm kurumlar, önerilen Ortak Alfabe’nin uygulanmasını desteklemeye çağrıldı.

TDK’nin bu kısa açıklaması, konuyla ilgili doyurucu bilgi içermiyor. Neden bu yola gidildiği, “Ortak Alfabe” ile neyin amaçlandığı, bu kararın nasıl ve ne zaman uygulanacağı bilinmiyor. Tek bildiğimiz, 29 harften oluşan ölçünlü Türk Abecesi’ne beş yeni harf (Ä, Ň, Ŭ, Q, X) ekleneceğidir.

Böylesine yaşamsal önem taşıyan bir konu, nedense birkaç satırlık protokol açıklamasıyla geçiştirilmiş. Bağımsız dilbilimcilerin abece değişikliğine ilişkin yaklaşımı da bilinmiyor. O yüzden de Türkçeye duyarlı okurlar, kaygılarını bizim aracılığımızla duyurmaya çalışıyor. Örneğin İzzet Levent Tanık adlı okurumuz şöyle yazmış:

“Sn. Attila Aşut,

Köşeyazılarınızı okuyarak çok yararlandığımı belirtmeliyim. Son günlerde konu edilen alfabeye beş harf eklenerek otuz dört harfli yeni bir alfabe oluşturulması ile ilgili düşüncelerinizi paylaşırsanız sevinirim. Gerek yazma ve gerek konuşma dili üzerinde ne gibi etkileri olur, çok merak ediyorum. Saygılarımla.”
Ali Haydar Ceylan’ın iletisi de şöyle:
“Hocam, Türki Cumhuriyetlerin üzerinde anlaştığı yeni harflerle ilgili görüşünüzü okumak isteriz. Örneğin ‘w’ sesinin ne işimize yarayacağını bizler, öğretmen arkadaşlar anlayamadık.”

***

Türk Abecesi’ne eklenecek yeni harfler, geniş bir coğrafyaya yayılan Türk dillerindeki farklı fonemleri (sesbirimlerini) temsil ediyormuş. Bunlar eklenince, Türk kökenli topluluklar arasında ortak abece oluşacakmış…

Türkçenin kendini ifade sorunu yoktur. 1928 yılında Harf Devrimi’yle kabul edilen Latin tabanlı 29 harf, gereksinim duyduğumuz her sesi karşılamaktadır. Bize göre Türk Abecesi’ne yeni harfler ekleme çabası, kimi çevrelerin ideolojik zorlamalarıyla ilgilidir. Kaldı ki TDK’nin 1983 sonrasındaki yöneticileri arasında da bu konuda görüş birliği olmadığı anlaşılıyor. Bugünkü Türk Dil Kurumu’nun Başkanı Prof. Dr. Osman Mert, Türk Abecesi’ne yeni harfler eklenmesini desteklerken, 2003 yılında aynı kurumun başında bulunan Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın bakın ne diyordu:

“Arap kökenli alfabe 1928’e kadar kullanıldı ve bu alfabe Türkçeyi tatmin etmedi. Türkiye’nin bir harf devrimine ihtiyacı vardı. Günümüzde, Türk alfabesine yeni harflerin eklenmesi gayreti ile işyeri tabelalarındaki yabancı isim özentisi çok tehlikeli boyutlara geldi.’’

Prof. Dr. Akalın, TDK Başkanı iken, “Yanlış uygulamaların 1353 Sayılı Harf Devrimi Kanunu’na aykırı olduğunu” belirterek, tüm halkı ve sivil toplum kuruluşlarını Türk alfabesine ve Türkçeye sahip çıkmaya çağırmıştı.

Türk Dil Kurumu Üyesi Prof. Dr. Recep Toparlı da bu girişimlere karşı çıkanlar arasındaydı. O da şöyle diyordu:

‘’Arap alfabesi, dile uyum açısından Türkçe ile hiçbir zaman uyuşmamıştır. Yapılan harf inkılabı ile Türkçe gerçek kimliğine kavuşmuştur. Ama üzülerek ifade etmeliyim ki şu an, Türkçemizi büyük kayıplara uğratacak bazı yanlışlıklar yapılmaktadır. Alfabemize kişilerin duygu ve düşünceleri paralelinde sokulmak istenen yanlışlar ihanet ile eşdeğerdir. Türkçe alfabemize bazı yabancı harfler sokma gayreti üzücüdür.’’ (Kaynak: Milliyet, 24 Ağustos 2003)

***

Bilindiği gibi, TDK artık bağımsız bir yapı değil, Saray’ın buyruğuna göre tutum alan bir devlet dairesidir. Kurum yöneticileri, siyasal iktidar ne derse ona uymak zorundalar. O yüzden yeni TDK’nin Türkçeye yaklaşımı bilim çevrelerinde sürekli tartışılıyor.
Türkçeyle ilgili konular gündeme geldiğinde, doğal olarak yüzümüzü bir başka kuruma çeviriyoruz: Dil Derneği… Bu dernek, 1987 yılında, aralarında eski TDK yönetici ve uzmanlarının da bulunduğu ilerici aydınlar tarafından kuruldu. Derneğin temel amacı, “Türkçenin özleşmesini, bütün bilim, teknik, sanat kavramlarını karşılayacak yolda gelişmesini devrimci bir anlayışla ve bilimsel yöntemleri uygulayarak sağlamaya çalışmak"tır.

TDK’ye karşı devrimci bir seçenek olarak kurulan bu dernekten, abeceye beş yeni harf eklenmesi ve “ortak alfabe” konusunda aydınlatıcı bir açıklama bekledi yazın dünyası. Ama Dil Derneği, gündemde böyle bir konu yokmuş gibi sessiz kalmayı yeğledi. Oysa bu derneğin varlık nedeni, Dil Devrimi’ne aykırı uygulamalar karşısında halkı uyarmak ve doğru yolu göstermek olmalıdır.

Şunu da belirtmeden geçmeyelim: Harf ve Dil devrimlerini gerçekleştirmiş CHP’den de “ortak alfabe” konusunda bir görüş açıklanmadı. CHP zaten kültür-sanat konularına hayli uzak bir parti görünümünde. Ana muhalefet partisinin kültür siyasası ülke gündeminde ağırlıklı biçimde yer almıyor. CHP’nin “Gölge Kültür Bakanı” var mı, kamuoyu onu da bilmiyor! Merak edip araştırdım. Partinin görevlendirdiği böyle biri varmış ve adı da Koza Yardımcı imiş. İnanın, ne adını ne kültür-sanat alanındaki bir çalışmasını duydum bugüne değin!

“Tek adam rejimi”nin ülkenin boğazını iyice sıkmaya başladığı bugünlerde, tüm ilerici kurum ve kuruluşlarımızın üzerlerindeki ölü toprağını atarak hızla silkinmeleri gerekiyor!

                                                         /././

Attila Aşut - BİRGÜN



Limak da Gerenkuyu Koyu’na gözünü dikti + Alman otomotiv devi Türkiye'den çekildi +Para halkınsa savur gitsin! -SÖZCÜ

 Limak da Gerenkuyu Koyu’na gözünü dikti -Yaşar Anter-

Şu anda sadece belediyenin bir tesisi olan halka açık koy, 214 odalı otel yapıldıktan sonra vatandaşların kullanımına tamamen kapatılacak.

Muğla’nın Bodrum İlçesi Gölköy Mahallesi’ndeki doğal SİT ve 3. derece arkeolojik SİT alanında yer alan Cennet Koyu’ndaki tesislerin ardından Limak da harekete geçti. Limak İnşaat, Kızılağaç Mahallesi Gerenkuyu mevkiinde 155 dönümlük orman ve 2. derece doğal SİT alanında yapmayı planladığı 214 odalı, 5 yıldızlı otel için başvuruda bulundu. Projeye ilişkin Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporu 4 Aralık 2023 tarihinde Muğla Valiliği’ne sunuldu. 8 Aralık’ta başlayan süreç, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü’nün 24 Nisan 2024’te ‘ÇED gerekli değildir’ kararıyla hızlandı.

49 YILLIĞINA KİRALADI

Kızılağaç Koruma ve Güzelleştirme Derneği ve bölge halkı, denize ücretsiz girebildikleri cennet ormanlarla örtülü halka açık Gerenkuyu sahiline yapılacak projeye karşı çıkmış ve ÇED raporu olumlu çıkınca iptali için dava açmışlardı. Ancak, verilen karar ile Limak, projeyi gerçekleştirmek için 49 yıllığına tahsis hakkı kazandı.

Bodrum’da yurttaşların rahatça denize girebileceği işgal edilmemiş tek koy olan Gerenkuyu Koyu halk plajında Nihat Özdemir’in sahibi olduğu Limak Holding tarafından yapılması planlanan turistik tesisin koyu kapatacağını ve halkın denize girecek yeri kalmayacağını belirten Kızılağaç ve Çiftlik köylüleri otel projesine verilen ÇED olumlu raporunun iptali için Muğla İdare Mahkemesi’nde dava açmıştı. Açılan davanın bilirkişi keşfi dün yapıldı.

KÖYLÜLERDEN SERT TEPKİ

Bilirkişi incelemesine derneğin avukatı Remzi Kazmaz, Kızılağaç Köyü Muhtarı Mehmet Karaca, Çiftlik Köyü Muhtarı Mehmet Kocaman, çevre örgütleri ve köylüler katıldı.

Kazmaz: Adrese teslim proje

Kızılağaç Muhtarı Mehmet Karaci “Gerenkuyu tüm Bodrum halkınındır ve halkın kalacaktır” dedi. Dernek avukatı Remzi Kazmaz ise şunları söyledi:

“Limak tarafından Gerenkuyu’da yapılmak istenen turistik amaçlı tesis adrese teslim proje olup yasa ve hukuka aykırıdır. Sözü geçen alanlar kamuya ait olup önemli orman alanıdır. Danıştay’ın iptal ettiği imar planlarına göre hazırlanan bu projenin hayata geçirilmesi mümkün değildir. Bodrum’da mevcut adrese teslim projelerden biri olan bu projenin  idarece derhal durdurulması mahkeme tarafından verilen ÇED raporunun iptali gerekir.” 

Karayı bitirdi sıra denizde

Bodrum Cennet Koyu’ndaki arkeolojik SİT alanında turizm ve lüks villa inşaatına başlayan ve sadece 16 ayda 678 bin metrekarelik alanı çöle çeviren Cengiz Holding, belediye ve STK’ların tüm hukuksal mücadelesine rağmen durdurulamadı.

Kazılmadık yer bırakmayan Cengiz Holding Akdeniz foklarının barınma alanı ve mağaraların bulunduğu deniz bölgesindeki marina için denizin içine mendirek yapma hazırlığına başladı.

                                                      ***
Alman otomotiv devi Türkiye'den çekildi: Togg, Ford Otosan, TOFAŞ hepsinde izi vardı

Otomotiv sektöründe yaşanan ekonomik sıkıntılar yeni sonuçlar doğurmaya devam ediyor. Şirketler çareyi çalışanlarını işten çıkarmada ve küçülmeye gitmekte buluyor. Bu sefer 2010 yılından beri Türk ortaklarıyla üretim yapan Alman otomotiv devi Türkiye'den çekilme kararı aldı. Dev firma, çok sayıda şirkete tedarik sağladığı gibi, Togg'da da önemli bir rolü vardı.

Dünya otomotiv sektörü zor bir dönemden geçiyor. Öyle ki, dünyanın en güçlü otomotiv endüstrisine sahip olan Almanya'da dahi firmalar krizden çıkabilmek için sert önlemler alıyor.

BMW başta olmak üzere birçok küresel marka, tesislerini kapatma ve binlerce çalışanını işten çıkarma kararı aldı. Bu küçülme kararları, yalnızca küresel otomotiv sektörünü değil, aynı zamanda Alman otomotiv yan sanayisini de olumsuz etkiledi.

ALMAN OTOMOTİV DEVİ TÜRKİYE'DEN ÇEKİLDİ

Dünya'dan Kerim Ülker'in haberine göre; Almanya'nın en büyük otomotiv yan sanayi şirketlerinden Linde + Wiemann, Türkiye’deki üretim tesisindeki ortaklığını sonlandırma kararı aldı. Linde + Wiemann, ortak olduğu Linde Opsan Otomotiv şirketindeki hisselerini Ersu Ailesi’ne devretme kararı alarak Türkiye pazarından çekildi.

Opsan, Türkiye’nin en önemli otomotiv yan sanayi firmalarından biri olup, otomotiv ana sanayisine orijinal sac ve kaynak montajlı parçalar üretiyor. 1963 yılında İstanbul’da basınçlı kaplar ve sac şekillendirme alanında sanayi hayatına başlayan Opsan, 1976’da Oyak-Renault için kromajlı tampon üretmeye başladı ve böylece otomotiv sektörüne adım attı. 

2010 yılında Ersu Ailesi ile Linde + Wiemann ortaklık kurarak Linde Opsan'ı oluşturdu. Linde Opsan’ın, toplam 25 bin metrekare kapalı alana sahip iki ayrı tesisinde yılda 130 milyon punta ve 55 milyon bağlantı elemanı kaynağı yapılıyor.

TOGG'DA DA İMZASI VARDI

Toplamda 475 çalışanın görev yaptığı tesis, seri üretime 2012’de Ford Tourneo ve Ford Transit projeleri ile başlamıştı. Şirketin çalıştığı markalar arasında yerli araç Togg, Ford Otosan, TOFAŞ, Stellantis ve Magna gibi büyük markalar da bulunuyor.

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NDAN ÖNCE KURULDU 

Türkiye’deki ortaklığını sonlandıran Alman Linde + Wiemann, 1939’da İkinci Dünya Savaşı’ndan önce kuruldu. Almanya’nın Dillenburg şehrinde kurulan şirket, Almanya ve Türkiye dışında İspanya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Çin ve Güney Afrika gibi ülkelerde de üretim yapıyor.

                                                        ***

Para halkınsa savur gitsin!-Deniz Ayhan-

Bakanlık tarafından 2017 yılında zemin etüdü yapılmadan inşa edilen Eskipazar Devlet Hastanesi 2020 yılında çökünce kapatıldı. Halkın parasıyla yapılan hastane çürümeye terk edildi.
AKP iktidarının halkın parasını savurduğu projelerden birisi de Eskipazar Devlet Hastanesi. Sağlık Bakanlığı’nın 2017 yılında yapımına 3.5 milyon dolara (dönemin parasıyla 12 milyon TL’ye) yapılan, ve 2018 yılında hizmete açılan Eskipazar Devlet Hastanesi 2020 yılında meydana gelen çökme nedeniyle kapatıldı.

"HALKIN PARASI ÇÖPE ATILDI"

Bakanlık, kamu zararını tanzim etmedi, sorumlular hakkında ise herhangi bir yasal işlem başlatmadı. Bakanlıktaki skandalı ortaya çıkaran CHP Karabük Milletvekili Cevdet Akay, halkın parasının çöpe atıldığını vurgulayarak şöyle konuştu:

“Sağlık Bakanı’nın verdiği cevaba göre, düzgün yürütülmeyen inşaat süreci ve inşaat sırasında alınmayan önlemler yüzünden 3.5 milyon dolarlık kamu zararı meydana geldiği anlaşılmaktadır. Bu zararı meydana getirenler hakkında ise bakanlık 4 yıldır herhangi bir adli veya idari işlem yürütülmediğini itiraf etmiş.”

Bakanın haberi bile yok

CHP’li Akay’ın soru önergesine Bakan Memişoğlu skandal bir yanıt verdi. Hastanenin durumundan haberi olmayan Bakan, “Eskipazar ilçesinde ikinci basamak 25 yataklı Devlet Hastanesi hizmet vermektedir” dedi.

                                                     ***

(Sözcü) 



T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -28 Aralık 2024-

Yüksek enflasyonda madem faizi indirebiliyorsunuz, neden asgari ücreti baskılıyorsunuz?-Mustafa Durmuş-

Sanayicisinden, inşaatçısına, büyük tüccarından bankacısına kadar sermaye sınıfının kârlarını daha da artırarak onları mutlu ederken, asgari ücreti açlık ücretine dönüştürerek işçi sınıfını, emekçileri perişan ettiğinizin farkında değil misiniz?

Malum, perşembe günü TCMB’nin faiz konusunda ne yapacağı merak ediliyordu.

TCMB yayınladığı duyuru ile politika faizini 2,5 puan indirerek yüzde 47,5’e düşürdü. Böylece Cumhurbaşkanının “yıl sonundan itibaren faizlerin indirilebileceğine ilişkin” öngörüsü de gerçekleşmiş oldu.

Duyuruda bu faiz indiriminin gerekçesi özetle,” toplam talep ve enflasyondaki iyileşme” olarak şöyle ifade ediliyor:

“Enflasyonun ana eğilimi kasım ayında yataya yakın seyretmiştir. Öncü veriler aralık ayında ana eğilimde düşüşe işaret etmektedir.  Son çeyreğe ilişkin göstergeler yurt içi talebin yavaşlamayı sürdürerek enflasyondaki düşüşü destekleyici seviyelerde bulunduğunu göstermektedir. Temel mal enflasyonu düşük seyretmeye devam ederken, hizmet enflasyonundaki iyileşme belirginleşmektedir. İşlenmemiş gıda enflasyonu önceki iki aydaki yüksek seyrin ardından aralık ayında ılımlı görünmektedir… Para politikasındaki kararlı duruş; yurt içi talepte dengelenme, Türk lirasında reel değerlenme ve enflasyon beklentilerinde düzelme vasıtası ile aylık enflasyonun ana eğilimini düşürmekte ve dezenflasyon sürecini güçlendirmektedir. Maliye politikasının artan eşgüdümü de bu sürece önemli katkı sağlayacaktır”.

Nitekim birçok ana akım iktisatçı ve TOBB gibi sermaye örgütü faiz indirimini yerinde bulurken, basın açıklamasında yer alan toplam talep ve enflasyondaki düşüş eğilimine vurgu yaptılar.

Para-maliye-gelir politikası üçlüsü

Biraz iktisat kitaplarına dönüş yapalım. Kitaplar piyasa ekonomilerinde iktidarların enflasyonu düşürme konusunda kullanabileceği para, maliye ve gelir politikası gibi üç önemli politika aracı olduğunu yazarlar. Ayrıca bu kitaplarda bu üç aracın birbiriyle uyumlu kullanılması gerektiği de ileri sürülür.

Örnek olarak, eğer enflasyonla mücadele söz konusuysa ve enflasyonun nedeni olarak da toplam talebin toplam arzdan çok yüksek olma hali gösteriliyorsa (ki Türkiye’de ağırlıklı resmi görüş bu yönde), bu üç politika aracının da sıkı olması gerekir. Yani sıkı para, sıkı maliye ve sıkı gelir politikası üçlüsünün uyumlu olması, biri “beyaz” derken diğerlerinin “siyah” dememesi gerekir.

İktidar bu kurala ne kadar uyuyor?

Maliye politikası bir süredir sıkılaştırılıyor. 2025 yılında çok daha sıkı bir maliye politikası uygulanacağı Orta Vadeli Program ile daha önce açıklanmıştı.

Örnek olarak, mevcut yüzde17,4’lük toplam vergi yükünün (vergi/GSYH) seneye yaklaşık 1 puan yükseltilerek yüzde18,3’ün üzerine çıkarılması maliye politikasında sıkılaşmayı gösteriyor. Yani seneye daha fazla vergi salınacak.

Siyasal iktidar genelde sermayeden vergi almayı tercih etmediği için bu vergileri ağırlıklı olarak emekçilerden, halktan toplayacak. Son zamanlarda gerek elektrik ve doğal gaz fiyatlarına, gerekse de benzin, motorin, LPG ve alkollü içkiden alınan vergilere yapılan zamlar bunun bir kanıtı. Bu yüzden de bir maliye politikası aracı olarak 2025 yılı Merkezi Yönetim Bütçesi gelecekte halktan yana değil, halka daha fazla kemer sıktıran bir bütçe olarak anılacaktır.

Harcamalar tarafında da özellikle de personele dönük harcamalarda ve halka dönük sosyal harcamalarda ve yatırım harcamalarında ciddi bir kesinti yani kemer sıkmaya gidileceği Bütçede açıklandı.

Kısaca, Bütçe önümüzdeki yıl kamu emekçilerinin ücret ve maaşlarına bu kesimleri rahatlatacak bir zam yapılmasının mümkün olmayacağını ifade ediyor. Zira personel harcamaları 2023’ten 2024’e yaklaşık yüzde102 oranında artırılmışken, 2025’te bu artışın sadece yüzde 30 olması hedefleniyor. Hali hazırda 11 aylık sermaye transferlerinin sadece yüzde 10 oranında gerçekleşmesi ise (eğer aralık ayında bu açık kapatılmazsa), izlenen maliye politikasının yeni yatırımların yapılmasını amaçlamadığını gösteriyor.

Yüzde 44 yeniden değerleme oranı

İlave olarak, yüzde 43,93 olarak belirlenen yeniden değerleme oranını düşürme yetkisi varken Cumhurbaşkanı bu yetkisini kullanmadı.

Böylece devlet, gelir vergisi dilimleri, motorlu taşıtlar vergisi tutarları, çevre temizlik vergisi tutarları, usulsüzlük, özel usulsüzlük cezaları gibi çeşitli had ve miktarlar, maktu damga vergileri ve damga vergisine ilişkin üst sınır, yurt dışı çıkış harcı, pasaport harçları ve trafik cezaları da dahil olmak üzere, alacakları konusunda hedeflenen enflasyon oranının (yüzde 21) en az iki katı bir oran uygulayacak.

Son üç yılın en düşük asgari ücret zammı

Gelirler politikası alanında son yılların en düşük asgari ücret zammının yapılması (yüzde 30) iktidarın sıkı gelir politikası uygulamaya kararlı olduğunu gösteriyor.

Çünkü 2023 yılında asgari ücrete yüzde 34’ü; 2024 Ocak ayında yüzde 49’u aşan oranda zam yapılmıştı. Bu yıl bunun yüzde 30’a düşürülmesi enflasyonla mücadelenin faturasının asıl olarak toplumun en yoksullarına, en korumasızlarına, en örgütsüzlerine ödettirileceğinin bir kanıtı.

Son olarak, para politikası kapsamında politika faizinin düşürülmesi ve bu düşüşün muhtemelen sürecek olması bundan böyle sıkı para politikasından adım adım vaz geçileceği yani bu politikanın gevşetileceği anlamına geliyor.

Bu, artık “bir erken seçim hamlesi midir yoksa sermayenin özellikle de durgunluk ve ağır borç yükü içindeki kesimlerinin rahatlatılarak gazlarının alınma operasyonu mudur”, ilerde anlaşılacak.

2 sıkı 1 gevşek

O halde biz emekçiler adına şu soruları soralım iktidara:

Eğer politika faizini “enflasyonda durum iyiye gidiyor” diye düşürdüyseniz, aynı gerekçeyle asgari ücretliye daha fazla zam yapabilirdiniz, neden yapmadınız?

Toplam talebi düşürmek için asgari ücret zammını daha yüksek tutamadığınızı söylüyorsunuz. Peki faiz indirimleri toplam talebi (para kullanma ve kredi maliyetlerinin düşmesinden dolayı) artırmayacak mı?

Neden patronlar söz konusu olduğunda vidayı gevşetiyor, işçiler söz konusu olduğunda vidayı daha da sıkıyorsunuz?

Sanayicisinden, inşaatçısına, büyük tüccarından bankacısına kadar sermaye sınıfının kârlarını daha da artırarak onları mutlu ederken, asgari ücreti açlık ücretine dönüştürerek işçi sınıfını, emekçileri perişan ettiğinizin farkında değil misiniz?

                                                                 /././

İçişleri Bakanlığı müfettişleri, İBB’yi nasıl denetliyor, hangi konu başlıklarına mercek tutuyor?-Tolga Şardan-

İçişleri Bakanlığı Mülkiye Teftiş Kurulu, İETT için 111 sayfalık, İSKİ’ye yönelik ise; 150 sayfalık denetim rehberi hazırladı. Uzun sözün kısası; İBB, iğneden ipliğe denetleniyor.

İçişleri Bakanlığı, geçtiğimiz günlerde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde (İBB) detaylı denetim başlattı, bilindiği üzere.

Siyasette tartışmalara neden olan ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önceki gün TBMM’de AKP Grup Toplantısı’nda dile getirdiği İBB ve Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin konser ve festival harcamalarının incelendiği özel teftiş, devam eden genel denetimin dışında. 

Aslında bu doğrudan İBB’ye yönelik bir denetim değil. Bakanlık, 2024 yılı kış teftişi programı çerçevesinde, İstanbul Valiliği ve bağlı birimlerini Mülkiye teftişine tabi tuttu.

Kalabalık müfettiş grubu İstanbul’un tüm ilçelerini mercek altına aldı. Bu denetim, iki başlı inceleme sürecini beraberinde getirdi. Bir ayakta valilik ve 39 ilçeyi yöneten kaymakamlıklara bağlı kamu kurumları var.

Diğer ayakta ise, çoğunluğu muhalefetin elindeki yerel yönetimler yani İBB ve tüm ilçe belediyeleri yer alıyor.

Bu çerçevede valilik çatısı altındaki teftiş programı uygulanınca, İBB’de de görev alan Mülkiye Teftiş Kurulu’na bağlı müfettişler son derece detaylı denetim yürütüyor.

Peki bu teftiş/denetim nasıl gerçekleşiyor? Müfettişler, hangi konuları mercek altına alıyor?

İBB başta olmak üzere, ülke genelindeki büyükşehir belediyelerinin denetimi için İçişleri Bakanlığı’nca özel denetim rehberi hazırlandı, geçen şubatta.

Her yıl güncellenen ve 2024 yılındaki İçişleri Bakanlığı’nın yerel yönetimlere yönelik yaz ve kış teftişleri hakkındaki rehber, 260 sayfadan oluştu.

Elbette, teftiş rehberini buraya birebir sığdırmak mümkün değil. Okura fikir vermesi açısından önemli bölümlerinin aktarılması daha doğru, kanımca.

Rehberin asıl iskeletini, yerel yönetimlerin faaliyetlerini düzenleyen 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu oluşturuyor. Ayrıca 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun hükümlerini kapsayan faaliyetler, rehber eşliğinde müfettişlerce tek tek inceleniyor.

İmamoğlu’nun görev ve yetkileri incelenecek

Belediyenin incelemeye alınan birimlerine geçmeden önce; bizzat İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun da görev ve yetkileri nedeniyle incelemeye alındığını belirteyim. Müfettişler, teftiş rehberi içeriğinde yer alan ve İBB Başkanı’nın yasalar ile diğer mevzuattan gelen belli başlı şu görevlerini / yetkilerini inceleyecek:

* Belediye teşkilatının en üst amiri olarak belediye teşkilâtını sevk ve idare etmek, beldenin ve belediyenin hak ve menfaatlerini korumak.

* Belediyeyi stratejik plana uygun olarak yönetmek, belediye idaresinin kurumsal stratejilerini oluşturmak, bu stratejilere uygun olarak bütçeyi hazırlamak ve uygulamak, belediye faaliyetlerinin ve personelinin performans ölçütlerini belirlemek, izlemek ve değerlendirmek, bunlarla ilgili raporları belediye meclisine sunmak.

* Büyükşehir belediye meclisi ve encümenine başkanlık etmek, bu organların kararlarını uygulamak.

* Yasayla büyükşehir belediyesine verilen görev ve hizmetlerin etkin ve verimli bir şekilde uygulanabilmesi için gerekli önlemleri almak.

* Büyükşehir belediyesinin ve bağlı kuruluşları ile işletmelerinin etkin ve verimli yönetilmesini sağlamak, büyükşehir belediyesi ve bağlı kuruluşları ile işletmelerinin bütçe tasarılarını, bütçe üzerindeki değişiklik önerilerini ve bütçe kesin hesap cetvellerini hazırlamak.

* Büyükşehir belediyesinin hak ve menfaatlerini izlemek, alacak ve gelirlerinin tahsilini sağlamak.

* Yetkili organların kararını almak şartıyla, büyükşehir belediyesi adına sözleşme yapmak, karşılıksız bağışları kabul etmek ve gerekli tasarruflarda bulunmak.

* Mahkemelerde davacı veya davalı sıfatıyla ve resmî mercilerde büyükşehir belediyesini temsil etmek, belediye ve bağlı kuruluş avukatlarına veya özel avukatlara temsil ettirmek.

* Belediye personelini atamak, belediye ve bağlı kuruluşlarını denetlemek.

* Gerektiğinde bizzat nikâh kıyıp kıymak.

* Diğer kanunların belediye başkanlarına verdiği görev ve yetkilerden büyükşehir belediyesi görevlerine ilişkin olan hizmetleri yerine getirmek ve yetkileri kullanmak.

* Bütçede yoksul ve muhtaçlar için ayrılan ödeneği kullanmak, engellilerle ilgili faaliyetlere destek olmak üzere engelli merkezleri oluşturulması.

* Kamu kaynağında önemli ölçüde tasarruf sağlanmasında, kamu zararının oluşmasının önlenmesinde, gelirlerin artırılmasında ve sunulan hizmetlerin etkinlik ve kalitesinin yükseltilmesinde etkiye sahip olan ödül sisteminin personele uygulanması.

Hangi birimler var?

Müfettişlerin inceleyip rapor hazırlayacakları İBB birimlerinin bazıları şöyle:

İnsan Kaynakları ve Eğitim Dairesi, Zabıta Dairesi, İtfaiye Dairesi, Teftiş Kurulu Başkanlığı, Mali Hizmetler Dairesi, Destek Hizmetleri Dairesi, Çevre Koruma Ve Kontrol Dairesi, Fen İşleri Dairesi, Bilgi İşlem Dairesi, İmar ve Şehircilik Dairesi, Afet İşleri Dairesi, İklim Değişikliği ve Sıfır Atık Dairesi, İşletme ve İştirakler Dairesi, Kırsal Hizmetler ve Mezarlıklar Dairesi, Kent Estetiği Daire, Sağlık İşleri Dairesi, Yazı İşleri ve Kararlar Dairesi, Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Dairesi, Dış İlişkiler Dairesi, Ulaşım Dairesi, Emlak ve İstimlak Dairesi, Makine İkmal Bakım ve Onarım Dairesi, Özel Projeler ve Dönüşüm Dairesi, Yapı Kontrol Dairesi, Kültür ve Sosyal İşler Dairesi, Sosyal Hizmetler Dairesi, Kültür ve Tabiat Varlıkları Dairesi, Muhtarlık İşleri Dairesi, Hukuk Müşavirliği.

Taşınır ve taşınmaz mal işlemleri

İçişleri Bakanlığı müfettişleri, incelemeleri sırasında İBB’nin taşınır ve taşınmaz mal işlemlerini de inceleyecek.

Özellikle halen yürürlükteki Taşınır Mal Yönetmeliği çerçevesinde İBB’nin envanterinde bulunan taşınır tüm malların ve eşyaların, kayıtlarının tutulmadığına bakılacak.

Bu başlık altında; harcama yetkililerinin taşınırların etkili, ekonomik, verimli ve hukuka uygun olarak edinilmesinden, kullanılmasından, kontrolünden, kayıtlarının yönetmelikte yer alan esas ve usullere göre saydam ve erişilebilir şekilde tutulup tutulmadığı tespit edilecek.

Ayrıca, belediye personelinin, kendilerine teslim edilen devlet malını korumak ve her an hizmete hazır halde bulundurmak için gerekli tedbirleri alıp almadıkları; kasıt, kusur, ihmal veya tedbirsizlik belediyenin zarara uğrayıp uğramadığı ve zararın personelden tespit edilip edilmediği, müfettişlerce araştırılan diğer konu başlığı.

Ve ihaleler…

Bilindiği üzere, yerel yönetimlerle ilgili kamuoyuna yansıyan en önemli konu başlıkları arasında Devlet İhale Yasası ve Kamu İhale Yasası çerçevesinde gerçekleştirilen ihaleler geliyor.

Söz konusu iki ihale yasası kapsamında alım, satım ve kiralama işlemleri sırasında yerel yönetimlerin başı epeyce ağrıyor.

Gerek muhalefet gerekse iktidardaki belediye yönetimleri ihaleler hakkında sürekli kamuoyunda tartışılıyor.

İçişleri Bakanlığı müfettişlerinin İBB’de detaylı incelemeye aldığı iki farklı yöntemdeki ihaleler için bakanlık yönetimi tam 210 sayfadan oluşan özel teftiş rehberi hazırladı.

Müfettişler incelemelerinde, Devlet İhale Yasası’ndan daha çok Kamu İhale Yasası’na yoğunlaşıyor.

İBB’nin gerçekleştirdiği Kamu İhale Yasası kapsamındaki ihalelerde, müfettişlerin mercek altına aldığı konu başlıkları ise şöyle:

İhalelerde uyulması zorunlu hususlar, yaklaşık maliyet, ihale dokümanının hazırlanması ve şartnameler, ihale onayı, ihale komisyonu ve ihale işlem dosyası, ilanla ilgili iş ve işlemler, ihaleye katılım kuralları, ihale usulleri, doğrudan temin, tasarım yarışmaları, tekliflerin ve başvuruların sunulması, tekliflerin değerlendirilmesi, danışmanlık hizmet ihaleleri ile ilgili özel hükümler, ihalelere yönelik başvurular ve inceleme, yasaklar ve ceza sorumluluğu, bildirim ve tebligat esasları, 4735 sayılı Kamu İhale Sözleşmeleri Kanunu’na göre yapılan iş ve işlemler, muayene ve kabul işlemleri, yapım işlerine ilişkin muayene ve kabul işlemleri, hizmet alımı ve danışmanlık hizmet alımına ilişkin muayene ve kabul işlemleri, mal alımlarına ilişkin muayene ve kabul işlemleri.

İSKİ ve İETT incelemesi

Mülkiye müfettişlerinin çalışmaları bu kadarla sınırlı değil elbette. Tıpkı İBB’nin genel iş ve işlemleri kadar iki önemli belediye kurumunun tüm kayıtları incelenecek.

İETT ve İSKİ’nin denetlemesi için tıpkı diğer birimler ve ihalelerin incelenmesinde kullanıldığı gibi iki ayrı teftiş rehberi hazırlandı.

İçişleri Bakanlığı Mülkiye Teftiş Kurulu, İETT için 111 sayfalık, İSKİ’ye yönelik ise; 150 sayfalık denetim rehberi hazırladı.

Uzun sözün kısası; İBB, iğneden ipliğe denetleniyor.

Sonuç raporlarının önemi

Müfettişler yaklaşık üç hafta daha İBB’de çalışacaklar ve şubat başı itibarıyla raporlarını bakanlığa teslim etmeye başlayacaklar.

Soru işareti bulunan konularda gerekirse bilirkişiler aracılığıyla hazırlanan raporlar dikkate alınacak.

Sorunlu konular için muhataplarına adli veya idari yargı yolunu açacak raporlar kaleme alınacak. Bu raporlar İçişleri Bakanlığı ile İstanbul Adliyesi’ne gönderilecek.

İç siyasette gelinen son noktada; gelecek yıl erken seçim yapılması yönünde siyasi değerlendirmeler var. Takvim ve ortamın oluşmasıyla beraber TBMM’nin erken seçim kararı alma olasılığı, İBB’deki teftiş ile sonuçlarını daha önemli hale getirdi, kuşkusuz. 

Hele ki, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun siyasetteki rolünü düşündüğümüzde…

                                                              /././

KKTC'de 5 kişinin toplu tecavüzüne uğradı; "ifadeni değiştir kafana sıkarız" diye tehditler alıyor

21 yaşındaki İrem'e tecavüz edenler o anları cep telefonlarına kaydetmiş.  KKTC’de nisan ayında 5 kişinin toplu tecavüzüne uğrayan 21 yaşındaki İrem G. tutuklu yargılanan sanık yakınlarından tehditler aldığını belirterek sosyal medyadan "Ne olur, yardım edin, ölmek istemiyorum" çağrısında bulundu.(https://t24.com.tr/haber/kktc-de-5-kisinin-toplu-tecavuzune-ugradi-ifadeni-degistir-kafana-sikariz-diye-tehditler-aliyor,1205958)

                                                          ***

Çam ağaçları ve yılbaşı bilmeyen mahpus çocuklar -Gökçer Tahincioğlu-

Eğitimevlerinin yapısı çocuklara daha uygun ama eğitimevine gidebilmek, davanın sonlanması, cezanın kesinleşmesi ile mümkün. Davalar öylesine uzuyor ki çocuklar 18 yaşını aşıyor ve eğitimevi görmeden, cezaevinde büyümüş oluyor. Koşullar ağır. Son 10 yılda cezaevlerinde 11 çocuk intihara sürüklenmiş…

Yaşı 40’ı aşmış olan ve dünyaya biraz olsun makul bakabilen insanlar için Türkiye’deki tartışmalar çoktan can sıkıcı bir ezbere dönüşmüştür.

Işıltılı, renkli çam ağaçları misal.

Her inanç sisteminin kendine ait güzellikleri var…

Noel tatilinin ne zaman olduğunu normalde bilmeyen ve hatta umursamayan ancak Noel’i kutlayan komşularına saygı gösteren, onlarla kutlamaya gayret eden bir mahallede, bir kentte büyüyen insanlar için tartışmalar daha da can sıkıcı…

Zira bir başka inancın adetlerine saygı göstermenin, onlarla kutlamanın, bazen onlar için kutlamanın, bu ülkenin farklı inançlara mensup, zaten ötelenmiş insanları için çaba göstermenin güzelliği yerine, bitmeyen bir döngüde devam eden tartışmalara teslim olmanın iyi bir tarafı yok…

Çam ağacı süslemek de her zaman bununla ilgili değil zaten. Can sıkıcı ezber bundan değil…

Zira henüz çocukken, nadir de olsa bulunarak süslenen küçük plastik çam ağaçlarına öfkeyle, “Bunlar Hıristiyan adetleri, bu ülkeyi haçlı yapamayacaksınız” diye bağıran adamlarla tanışıp, 30-40 yıl sonra aynı ses tonunu, aynı cümleyi görmek, iki adım yol gidilemediği gibi, gidilecek yolların da giderek zemini bozuk bir yokuşa dönüştüğünü anlamayı sağlıyor.

* * *

Yıllar içinde çam ağaçlarını süsleyenlerin sayısı arttı.

Süslü çam ağaçları güzel göründüğünden, yeni bir yıla girme duygusunun insana iyi gelmesinden.

Bağıranların sayısı da arttı.

Türkiye, “Haçlı” ülkesi olmadı bu geçen yıllarda. Birileri çaba gösterdiği, bağırdığı için değil, zaten böyle olamayacağı için, ağaçların böyle bir kudreti bulunmadığı için, insanların kendilerine ait inançları, o inancı yaşama biçimleri olduğu için…

* * *

Mesele bu da değil… Zaten mesele olmaması gerekir.

Ama bunu tartıştırmak daha kolay ve zahmetsiz…

Zira gerçeği ıskalamak konusunda, yüzleşmekten kaçmak konusunda mahir bir memleket burası.

Memleketin bir yerinde bir çam ağacının süslenmesi konusunda hassasiyet gösteren “vatanperver” insanların bu ülkenin çocukları için de iki söz söylemesi beklenir misal…

İnsan hakları savunucusu, edebiyatçı Sevinç Koçak’ın özenle hazırladığı çalışmaya bakarken, cezaevlerindeki çocuklar yeni bir yılı nasıl kutlar diye geçiyor insanın aklından. Bütün bunları anımsamak bundan…

TÜİK ve Ceza İnfaz Kurumu istatistiklerine göre hazırlanan bir çalışma bu.

Rakamlar ürkütücü.

Cezaevlerindeki çocuk sayıları…

Bu yılın Nisan ayında 2 bin 912, Mayıs ayında 2 bin 983, Haziran ayında 3135, Temmuz ayında 3214, Ağustos ayında 3252, Eylül ayında 3432, Ekim ayında 3532, Kasım ayında 3690 ve Aralık ayında 3835 çocuğun tutuklu ya da hükümlü statüsü ile cezaevlerinde bulunduğunu gösteriyor. Her ay yükselen rakamlar. 12-18 yaş arası çocuklar bunlar.

* * *

2023 verileri aslında bu noktaya gelineceğini de gösteriyordu çalışmaya göre.

2023’te 178 bin 834 çocuk kanunlarda suç olarak tanımlanan bir fiili işlediği iddiasıyla, 11 bin 179 çocuk kabahat işlediği iddiasıyla, 4 bin 228 çocuk bu nedenlerin dışında kalan diğer nedenlerden dolayı güvenlik birimlerine geldi veya getirildi.

* * *

2024’te, nisan ile aralık ayları arasında çocuklara verilen hapis cezalarında bine yakın artış görünüyor. Çocukların güvenlik birimlerine getirilme nedenlerine bakalım:

- Yüzde 39,8’i yaralama,

- Yüzde 20,8’i hırsızlık,

- Yüzde 7,7’si pasaport kanununa muhalefet,

- Yüzde 4,9’u uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanmak, satmak veya satın almak,

- Yüzde 4’ü tehdit,

- Yüzde 22,7’si diğer suçlar.

2024 Aralık ayı itibarıyla 2 bin 743 tutuklu, bin 92 hükümlü olmak üzere özgürlüğünden yoksun bırakılan toplam 3 bin 835 çocuk mevcut ve Koçak’ın çalışmasına göre bu son 10 yılın en yüksek oranı.

* * *

Türkiye’de tutuklu çocuklar toplam 8 ceza infaz kurumunda tutuluyor. Hükümlü çocuklar ise 4 ayrı çocuk eğitimevinde.

Tutuklu kız çocukları kadın hapishanelerinin çocuklara ayrılan koğuşlarında kalıyor. Hükümlü kız çocukları ise eğitimevlerinden yalnızca Urla Eğitimevi’nde kalabiliyor.

Çocuklar da yetişkinler gibi ayda 3 kapalı, bir açık görüş hakkına sahip. Ancak uzak hapishaneler, yoksulluk, aileleriyle görüşmelerine engel.

Eğitimevlerinin yapısı çocuklara daha uygun ama eğitimevine gidebilmek, davanın sonlanması, cezanın kesinleşmesi ile mümkün. Davalar öylesine uzuyor ki çocuklar 18 yaşını aşıyor ve eğitimevi görmeden, cezaevinde büyümüş oluyor.

Yoksulluktan suç örgütlerinin ağına düşerek, ezilerek, başkalarının işlerini görerek… Eğitimevine giden çocuk sayısı tutuklananların sadece 10’da 1’i kadar.

* * *

Koşullar ağır. Son 10 yılda cezaevlerinde 11 çocuk intihara sürüklenmiş…

Bu intiharlarla ilgili dosyalar asla bir sonuca varmamış.

Neden bu noktaya gelindi, gerçekten intihar mı ettiler, bilinmiyor.

0-6 yaş arası 759 çocuk da anneleriyle birlikte cezaevlerinde. Çocuk 6 yaşına geldikten sonra anneden alınıyor, eğer dışarıda bakabilecek bir aile üyesi yoksa sosyal hizmetlere veriliyor.

Peki ne yapmalı?

Şöyle diyor Sevinç Koçak:

“Öncelikle Türkiye’nin imzacı olduğu Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına dair Sözleşme ve iç hukuktaki 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu uygulanarak çocuk tutukluluğuna derhal son verilmeli. Bir çocuğun tutuklanmasına yalnızca adli kontrol tedbirinden sonuç alınamaması, sonuç alınamayacağının anlaşılması veya bu tedbirlere uyulmaması durumunda karar verilebilir. Ama uygulama bunun çok uzağında. Cezaevlerinin çocuklara uygun olmaması, tutuklamanın önleyici bir tedbir olarak değil ceza olarak kullanılması, tutukluluk süresinin çocuğa zarar verecek ve adil olmayacak uzunlukta olması, çocukları çıktıktan sonra suç mekanizmalarının içine sürüklüyor. Çocuklarla ilgili bütün süreçlerde kurumların değil, çocukların yüksek yararı gözetilmeli. Çocuklar için hak temelli, uzmanlar ve çocuk katılımıyla hazırlanacak bütüncül bir çocuk politikası oluşturulmalı. Çocuk cezaevleri kapatılmalı. Çocuklar için hapishane dışında onarıcı, geliştirici, gelişimsel özelliklerine uygun fiziksel koşullar oluşturulmalı.”

* * *

Suç örgütlerinin, aldıkları cezalar düşük olduğu için yaralamadan hırsızlığa birçok suç türünde artık çocukları kullandıkları biliniyor.

Döngü devam ediyor.

Çocuklar, cezaevlerinde suça daha da yakınlaşıyor ve çıktıklarında başka yol bulamadıkları için yeniden suç örgütünün parçası haline geliyor.

Bir çam ağacının süslenmesi kadar önemli sayılmıyor elbette.

Cezaevlerinde de yapraksız, dalsız, gösterişsiz küçük plastik çam ağaçları süslenebilir mi yeni bir yıla girerken?

Paraları yoktur buna…

Hevesleri de…

Küçük bir azınlık dışında kimin neye hevesi var ve ne kadar kaldı ki zaten…

Unutalım çocukları!

Unutanlar belli… Slogan atmak daha kolay, güzel ve garantili.

Sırtını sisteme dayayıp, geride kalanları görmemenin konforu da öyle…

Belli ki en çok güçlenen yine çeteler, mafya, ihale avcıları olacak 2025’te de…

Onlar her yılın böyle geçeceğini düşünsün istedikleri kadar, şimdilik haklılar…

Ama çocukları ve o çocukların dönüştürülmek istendikleri yetişkini unutmasın geride kalanlar…

                                                                  /././

Öne Çıkan Yayın

Çok şey söyleyip bir şey anlatmama sanatı! -Mehmet Y. Yılmaz /T24-

Cumhurbaşkanı “altı doldurulmamış sözlerle sürece sahip çıkıyormuş gibi görünme” konuşmalarını hep yapıyor. Ama esasen hiçbir şey söylemiyor...