Türkçeye kıymayın efendiler!
Günümüzde “sunucu” diye ekranlarda boy gösteren insanları gördükçe, bir dönem beyazcamda dinlemeye doyamadığımız büyük ustalara özlemimiz artıyor! Ne etsek, Zafer Cilasun’lara, Jülide Gülizar’lara, Başak Doğru’lara, Aytaç Kardüz’lere, Tuna Huş’lara, Erkan Oyal’lara Türkçe adına gönül borcumuzu ödeyemeyiz! (Erkan Oyal hayattadır. Kendisine
sağlıklı nice yıllar diliyorum.)
“Bir zamanlar ülkemizde tek TV kanalı vardı, vah vah!” diye hayıflananlara sormak isterim: Şimdi çok kanalımız oldu da başımız göğe mi erdi? Bu kanalların çoğu iktidar güdümünde, yani tek sesli! Bir başka deyişle, aynı telden çalan, birbirinin benzeri borazanlar! Nasıl ki sermaye düzeninin egemen olduğu kapitalist bir ülkede aynı dünya görüşünü savunan çok sayıda parti kurulunca “çok sesli” olunmuyorsa, o ülkede holding patronlarının onlarca kanal açması da medya ortamını tek seslilikten kurtarmıyor. Zaten Türkiye’deki siyaset ve basın yayın kurumlarının verili durumu bu yargımızın somut göstergesi değil mi?
TRT’nin tek kanal olarak kamu yayıncılığı yaptığı 60’lı-70’li yıllarda hiç değilse habercilik ilkelerine ve Türkçeye saygı vardı. Şimdiyse çok kanallı televizyon dünyamızda nitelik yerlerde sürünüyor!
Bir örnekle durumu özetleyelim:
CNN Türk canlı yayını…
Tayyip Erdoğan, Mısır’ın başkenti Kahire’de, “D8” ülkelerinin başkanlarıyla bir araya gelmiş…
Sunucu Kaan Temeltaş, canlı yayında konuşuyor:
“Şimdi salona, liderlerin de diğer liderlerin de olduğu salona Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan canlı bir şekilde giriş yapıyor. Artık zirve başlamak üzere…”
Anlatım, kelimesi kelimesine böyle. Sunucunun Türkçeye nasıl kıydığını görüyor musunuz?
Biz “giriş yaptı” diyenlerin diline biber sürerken bu arkadaş, “canlı şekilde giriş yapmak”tan söz ederek üstüne tüy dikti!
Türkçe, Türkçe olalı böyle zulüm görmemiştir!
Haberin videosunu izlerseniz, salona nasıl “canlı giriş
yapıldığını” anlarsınız belki!
https://www.youtube.com/watch?v=TiufDZ-gi_g&t=528s
Evet, holdinglerin yandaş TV kanallarında yayıncılık böyle yapılıyor artık! Mutlu musunuz?
OKURDAN
Kamusal alanda dil özensizliği
“Sayın Aşut,
Ben emekli sınıf öğretmeniyim. Yazılarınızı kaçırmamaya çalışıyorum. Güzel dilimizi birazcık doğru kullanabiliyorsam bunda sizin de payınız var.
Antalya’da, tramvayda yapılan bir anonsu aktarmak istiyorum: ‘Tramvay müze yönüne gider. Gidiş istikametine göre inişler sol taraftan yapılacaktır.’ Birinci tümce doğru. İkinci tümcede niçin ‘yönüne’ yerine ‘istikametine’ denir, anlayamadım. Yine ‘...inişler sol taraftan yapılır’ ne demek? ‘Gidiş yönüne doğru sol taraftan inilir’ demek çok mu zor?
Sayın Aşut,
Bu anonsları her gün
yüzlerce insan dinliyor ve doğru diye algılıyor. Kafamıza böyle yerleşen yanlışları
daha sonra silmek zor oluyor. O nedenle özellikle kamusal alanlarda dilimizin
doğru kullanılması çok önem taşıyor. Hoşça kalınız.”
Kenan ÇAĞLAR/Antalya
HAFTANIN NOTU
Sabri Koz’a halkbilim ödülü
Payda Yayınları’nın her yıl ayrı bir dalda verdiği “Nedret Gürcan Edebiyat Ödülü”nün bu yılki sahibi; araştırmacı, yazar ve editör Sabri Koz oldu. Halkbilim alanındaki çalışmalarından dolayı bu ödüle değer görülen Sabri Koz, geçen hafta Ankara’da Mülkiye Kültür Merkezi’nde düzenlenen törenle ödülünü aldı.
Ozan ve yazar Ahmet Özer’in yönettiği etkinliğin konuşmacıları Prof. Dr. Hayrettin İvgin ile Âşık Veysel’in torunu Nazender Süzer Gökçe idi. Sabri Koz, ödül konuşmasında, “Veysel, halk şiirinin filozofudur. Bir gün ben de kendi Veysel’imi yazacağım” dedi. Halk edebiyatını dipsiz bir kuyuya benzeten Prof. İvgin, halkbilim teriminin ortaya çıkış sürecine değindikten sonra yarım yüzyıllık arkadaşı Sabri Koz’un bu alandaki araştırmalarını değerlendirdi. Nazender Gökçe ise dedesi ile Nedret Gürcan’ın yollarının Dinar’da nasıl kesiştiğini anlattı. Nedret Gürcan’ın oğlu Ali Niyazi de babasının 1956 yılında Âşık Veysel’le Dinar’da beş saatlik bir röportaj yaptığını, konuşma kaydını gazeteci Uğur Dündar’a gönderdiğini, fakat kopyası olmayan bu tarihsel kaydın geri verilmeyerek kaybedildiğini söyledi. “Âşık Veysel benim de manevi dedemdir” diyen halk ozanı Aysel Çiçek, sazı ve sözüyle etkinliğe renk katarken TRT’nin unutulmaz sunucularından Elçin Temel de Nedret Gürcan’ın şiirlerini seslendirdi…
Hak edilmiş bu ödülden dolayı Sabri Koç dostumuzu kutluyorum.
Sabri Koz’a ödülünü Nedret Gürcan’ın oğlu Ali Niyazi verdi./././
Başlıklardaki yanlışlar
Dil yanlışları artık öylesine arttı ki haber başlıklarından yazı başlıklarına sıçramaya başladı!
Tuğçe Madayanti Şen’in 31 Ağustos 2024 tarihli BirGün’deki köşeyazısının başlığı buna bir örnek:
“Kadının hayatta kalan olması”…
İngilizceden çeviri bir tümce gibi duruyor! Çünkü Türkçede böyle bir yapı kalıbı yok. Oysa “Kadının hayatta kalması” dense sorun olmayacak…
∗∗∗
Gürsel Köksal’ın 13 Ekim 2024 tarihli BirGün’deki yazısının başlığı da benzer bir yanlışı içeriyor:
“Almanlar en çok neyden korkuyor?”
İnsan ilk bakışta, Almanların bizim kaval biçimindeki üfleme çalgımız “ney”den korktuklarını sanıyor! Oysa korkulan o değil, yaşam pahalılığı, artan vergiler, sığınmacı sorunu, politikacıların yetersizliği vb. imiş…
Yani hepimizi korkutan dünya sorunları…
Öyleyse bu yazının başlığı, “Almanlar en çok nelerden korkuyor?” olmalıydı bence…
∗∗∗
Son örneği de Haydar Ergülen’in 1 Aralık 2024 tarihli BirGün Pazar’daki yazısından verelim: “Hoşgeldin şair!”
Otuz yılı aşkın bir mahpusluğun ardından özgürlüğüne kavuşan ozan İlhan Sami Çomak’a hoş geldin demiş Haydar Ergülen. Çok da iyi etmiş. Ama metinde doğru olarak ayrı yazdığı “hoş geldin” esenlemesini başlıkta neden bitişik yazmış, onu anlamadım. Editör müdahalesi olduğunu sanmıyorum. Zaten bizim yazı işlerindeki arkadaşlar, yazarların yazım biçimine pek karışmıyorlar. Hem başlığı onlar değiştirmiş olsalar, metin içinde de öyle yazarlardı. Belli ki Haydar Ergülen’in kendi seçimi bu. Öyleyse bu ikili yazım biçiminin gerekçesini açıklamak da ona düşüyor.
∗∗∗
ENFLASYON SÖZLÜĞÜ
Türkiye’de yıllardır en çok dillendirilen sözcük, “enflasyon” ve onunla ilintili ekonomik kavramlardır. Hemen hepsi Fransızca kökenli olan bu kavramların Türkçe karşılıkları -ülkemizde onca ekonomi bilimcisi ve yorumcusu olmasına karşın- henüz türetilemedi. Bari okurlarımız için bu kavramların anlamlarını açıklayan tadımlık bir sözlükçe hazırlayalım dedik. Böylece aşağıdaki dizelge ortaya çıktı. Konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgiyi ekonomi yazarlarımız versin artık!
Enflasyon: Mal ve hizmetlerin fiyatlarındaki genel artışla birlikte para değerinin düşmesi biçiminde kendini gösteren ekonomik süreç; parasal şişkinlik.
Deflasyon: Para şişkinliğine karşı önlem olarak piyasadaki paranın azaltılmasıyla satın alma gücünün artırılması temeline dayanan iktisat politikası tekniği, para darlığı.
Dezenflasyon: Enflasyonun yükseliş hızının yavaşlaması. Yani enflasyon oranının süreç içinde azalması.
Resesyon: Ekonomik durgunluk. Ekonomik etkinliklerdeki azalma sırasında ortaya çıkan iş döngüsü daralması.
Stagnasyon: Bir ülkenin yurttaşlarınca ülke sınırları içinde ve dışında elde edilen gelir (Gayri Safi Milli Hasıla) hızının ortalamadan daha düşük bir hızda büyümesi anlamını taşır. Ekonomide durgunluk belirtisidir.
Stagflasyon: Ekonomik durgunluk ortamında hem enflasyonun hem işsizliğin artmasıdır. Bu koşullarda işsizlik oranı artarken fiyatlar da hızla yükselir.
∗∗∗
“KAPANAN HASTALAR”!
(Cumhuriyet.com.tr, 23 Kasım 2024)
İnsan bu başlığı görünce, “Hastalar tesettüre girmiş herhalde!” diye düşünmeden edemiyor. Oysa haberi okuyunca anlıyoruz ki kapananlar hastalar değil, “Yenidoğan Çetesi”nin işlettiği hastanelermiş!
Cumhuriyet gazetesinin bilgisunar sitesi ne yazık ki bu tür özensizliklerle dolu…
HAFTANIN NOTU
AKP kapitalizmi!
• Araç garantili köprü,
• Yolcu garantili havaalanı,
• Hasta garantili hastane,
• Takı garantili düğün,
• Yanmayan kefen,
• Şehit kokulu kolonya…
• Yakında “davul tozu” ve “minare gölgesi” de satmaya kalkarlarsa şaşırmayacağız!
/././
Dil tembelliği
Hep söylüyorum: BirGün okurlarının Türkçe duyarlığı övgüye değer. Sürekli ilgileri, uyarıları, önerileri ve sorularıyla bu köşenin zenginleşmesine katkıda bulunuyorlar.
Berlin’deki Vivantes Hastanesi’nde çalışan Dr. Galip Karaali, bu bağlamda birkaç soru yöneltmiş bize. Ama soruların çoğu, yanıtlarını da içinde barındırıyor:
“Sayın Aşut,
Türkçeye olan özen ve sevginizi tekrar selamlayarak bazı konulara kısaca değinip düşüncelerinizi öğrenmek isterim.
-Beni dehşete düşüren, birçok yazarın ‘de’ ekini yanlış kullanmaları. Buna siz de değinmiştiniz. Artık bunu dile getirmekten sıkılıyorum.
-Bir başka konu: Örneğin kaybolan bir kişi günler sonra ölmüş olarak bulunuyor. Gazeteler, ‘cenazesi bulundu’ gibi saçma bir terim kullanıyorlar. Oysa ‘cesedi bulundu’ demek gerekmiyor mu? ‘Cenaze merasimi’ denebilir ama ölü bulunan artık cesettir, değil mi?
-Halkımız, yazarlarımız dil tembeli olmuşlar. Örneğin konuşurken ‘tamam mı?’ yerine sadece ‘tamam?’ diyorlar. Sanki ‘tamam mı?’ derlerse yorulacaklar!
-Enver, Evren, Hikmet gibi adlar hem erkek hem kadın adı olarak kullanılıyor. O yüzden de bu adlardan birini taşıyan bir yazardan söz edilirken cinsiyetini anlamak zor oluyor. Çözüm?
Halkımız ev alırken gösterdiği özeni diline neden göstermiyor, şaşarım! Oysa bence dil bir ağaç gibidir; su ister, toprak ister vs.
Saygıdeğer Aşut! Çok şey sıraladım, bağışlayın! Esen kalınız!”
Görüldüğü gibi, değerli okurumuzun sıraladığı konular, yanıtlarını da içinde taşıyor. Ayrıca “dil tembelliği” tanımlamasını da çok sevdim!
Çift cinsiyetli adlara gelince, bu konuda yapılabilecek fazla bir şey olduğunu sanmıyorum. Erkek yazarların kullandığı başka adlar da vardır. Örneğin. Berin (Taşan), Nedret (Gürcan), Şükran (Kurdakul)… Yaşadıkları yıllarda bu arkadaşlarımızı kadın sanan okur sayısı az değildi. Hatta bu yüzden erkeklerden aşk mektubu alanlar bile olmuştu! Türkçede sözcükler eril ve dişil diye ayrılmaz. Bu adların başına “bay” ve “bayan”dan başka bir belirti koyamayacağımıza göre, yazarları tanımanın en doğru yolu, özgeçmişlerine bakmak olmalıdır.
∗∗∗
(BirGün, 19 Aralık 2024)MANŞETTEKİ DİL YANLIŞI
Aynı başlığı daha önce de atmıştı BirGün’deki arkadaşlar ve biz bu köşede uyarmıştık. Demek ki alışkanlıklardan kolay vazgeçilemiyor. Üstelik bu kez anasayfanın manşetine taşınmış yanlış! “Hepsini alsa da halk ikna olmuş değil” olmalıydı doğrusu. Belli ki satıra sığmamış ve bir sözcüğü makaslamışlar. O zaman da böyle bozuk bir Türkçe çıkmış ortaya.
HAFTANIN NOTU
Hukuk bunun neresinde?
Gezi tutuklusu Osman Kavala, cezaevinde yedinci yılını geride bıraktı. Yalanlar ve kurgularla oluşturulmuş düzmece bir dava yüzünden masum bir insanın en verimli yıllarını “ağırlaştırılmış müebbet hükümlüsü” olarak zindanda geçirmesine vicdanım isyan ediyor! Osman Kavala’nın yaşamından hoyratça koparılan uzun yılları düşündükçe hüznüm ve öfkem daha da artıyor. Birilerinin bitmez tükenmez kini yüzünden bu ülkenin iyi yetişmiş, hümanist ve yurtsever bir aydınına böyle zulüm yapılamaz!
Gezi Davası’nda hukuk ayaklar altına alınarak AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararları uygulanmadı. Temel hak ve özgürlüklere ilişkin uyuşmazlıklarda uluslararası antlaşma hükümlerinin uygulanacağını buyuran T.C. Anayasası’nın 90. Maddesi yok sayıldı. Milyonların katıldığı Gezi Direnişi’nden birkaç arkadaşımız kurban seçilerek 18 yıl hapis cezasına çarptırıldılar. Milletvekili olmasına karşın Can Atalay kardeşimiz inatla içeride tutuluyor…
Gezi Davası, AB’nin ikiyüzlülüğünü de tüm çıplaklığı ile gözler önüne serdi. Avrupa kurumları, AİHM kararlarına uymayan Saray rejimine defalarca süre tanıdı ama hiçbir yaptırım uygulamadı; sürekli oyalama ve “bekle gör” tavrı içinde oldu. Çünkü onların tek derdi, Türkiye’deki sığınmacıların Avrupa’ya gönderilmemesiydi. AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen de Suriye’de Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra bir milyar avroluk rüşvet çekiyle bunun için apar topar Ankara’ya geldi. İnsan hakları ihlalleri onun umrunda değildi. Ama Türkiye ile imzaladıkları “Geri Kabul Anlaşması”nın sürdürülmesini sağlamak için kesenin ağzını açmaya istekli görünüyordu!
Osman Kavala, bütün bu haksızlıklar ve ihanetler karşısında bile ülkesinin aydınlık geleceğine inancını koruyor. Bilge duruşunu hiç bozmadan, "Bana asıl teselli verecek olan, ülkemde hukuk devleti yönünde gelişmeleri görmek olacak. Bunun olacağına ve gerçekten özgürlüğü teneffüs edebileceğime inanıyorum” diyor. En büyük avuntusu ise -faturası kendisine kesilse bile- bu mücadele sonunda Gezi Parkı’nın kurtarılmış olması…
Osman Kavala, Türkiye’nin Dreyfus’udur!
Öyleyse nerede bu ülkenin Emile Zola gibi “J’accuse!” (Suçluyorum) diye haykıracak vicdanlı aydınları?
/././
Yanlışta direnmek!
Üzgünüm ama bunu söylemek zorundayım: Haklı eleştiri ve uyarılar karşısında CHP de iktidar partisinden farklı bir tutum sergilemiyor! CHP’yi ve bağlı kurumları yönetenler, yazılıp çizilenleri görmezden geldikleri gibi eleştirilen konuları düzeltmeye de çalışmıyorlar. En aldırışsız kurumların başında ise Çankaya Belediyesi geliyor. Ankara Anakent Belediyesi de eleştiriler karşısında genellikle suskun kalmayı yeğliyor…
Demokratik kitle örgütlerinin ve bağımsız sanatçıların Ankara’da kültür-sanat etkinlikleri için kullanabilecekleri salon sayısı çok azdır. Olanlar da etkinliklere parasız verilmiyor. CHP’li belediyelerin bu tutumu “toplumcu belediyecilik” anlayışıyla bağdaşmaz. Avrupa’da belediyeler bu tür etkinliklerden para almak şöyle dursun, düzenleyici kurumları desteklemek için üstüne para veriyor!
Gelelim bir başka konuya. Ankara Anakent Belediyesi’nin kullandığı elektronik sistemlerde çok sık sinyalizasyon arızası oluyor. Otobüs ve metrolarda ne ses düzeni ne ışıklı levhalar çalıştığından, özellikle akşam saatlerinde insanlar durakları kaçırıyor. Bu taşıtları engelli yurttaşlarımız da kullanıyor. Böyle durumlarda onların yaşadıkları güçlükleri düşünebiliyor musunuz?
Ya metrolardaki yürüyen (daha doğrusu “yürümeyen”!) merdivenlerin hali? Hemen her gün birkaç tanesi mutlaka bozuktur! Nasıl bir işletim sistemidir ki bu, sürekli arızaya geçiyor? Geçince de uzun süre düzeltilemeden öylece kalıyor!
Karanfil Sokağı’nın başındaki engelli asansörü ile Sakarya Caddesi’ndeki Ç’engel Kafe’nin işe yaramaz durumunu Çankaya Belediyesi’nden sormuştuk. Engelli asansörü neredeyse bir yıldır çalışmıyor! Engelli yurttaşlarımızın rehabilitasyonu ve istihdamı için tasarlanan Ç’engel Kafe ise aylardır “tadilat” bahanesiyle kapalı tutuluyor. Ama görünürde hiçbir onarım belirtisi yok! Sakarya Caddesi’nde özellikle yaşlı insanların çay içerek soluklandığı bu mütevazı mekânın neden kapalı tutulduğunu bir tülü öğrenemedik. Gerçek neden neyse söyleyin! Çok mu zor bunu açıklamak? Hani saydam ve hesap verebilir bir yönetim anlayışını savunuyordunuz!
∗∗∗
Geçenlerde bir okurumuz, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in konuşma biçimini eleştirmişti. Biz de bu eleştiriyi yerinde bularak köşemizde paylaşmıştık. Ama Sayın Özel her gün birkaç yerde konuşmaktan belli ki gazete okumaya vakit bulamıyor! Danışmanları da olumsuz eleştirileri kendisine aktarmayınca yanlışlar süreğenleşiyor…
Hafta sonunda yine çok konuştu Özgür Özel! Gelin görün ki okurumuzun eleştirdiği ne varsa hepsini bu konuşmalarda yineledi. Yine “Yapcaz, etcez” dedi. “Kâğıt”ı “kağıt” diye kalın seslendirdi, “cirim” yerine ise “cürüm” demeyi sürdürdü. Oysa daha önce uyarmıştık: “Cürüm”, suç demekti. Onun kullandığı deyimdeki doğru sözcük “cürüm” değil, “oylum / hacim” anlamındaki “cirim”di. O sözün doğrusu ise “Ateş olsa cirmi kadar yer yakar”dı...
Böyle giderse, her hafta Sayın Özel’in dil yanlışlarını düzeltmek zorunda kalacağız!
∗∗∗
Halk TV’deki izlencenin ekran görüntüsü.“KIRMIZI KMERLER”!
Gazeteci arkadaşımız Saim Tokaçoğlu’ndan gülümseten bir not geldi:
“Uzmanlık alanım değil ama Kızıl Kmerler’e ‘Kırmızı Kmerler’ de deniyor mu? Gözde Şeker ve Işın Eliçin, Halk TV’nin ‘Kırmızı Çizgi’ programında Netanyahu üzerine konuşuyorlar. Gözde Şeker, “Sonra Kırmızı Kmerler var, Kamboçya Komünist Partisi’nin silahlı kolu...” diyor. Hadi Gözde böyle söyledi diyelim. Ama Işın Eliçin, Halk TV’nin Dış Haberler Müdürü. Onun bu yanlışı düzeltmesi gerekmez miydi?” Ben de ilk kez duyuyorum “Kırmızı Kmerler” sözünü. Biraz dublaj Türkçesine benzemiş bu çeviri! İyi ki “Kırmızı Fenerler” dememişler! Bu örgütün adındaki “Kızıl” sözcüğü, “kırmızı” rengi değil, “komünizm”i imliyor. Biraz da Çin etkisinden ötürü bu adı taşıdıklarını sanıyorum. Bilindiği gibi Kamboçya’da gerilla savaşı veren Kızıl Kmerler (Khmer Rouge), 1975 yılında iktidarı ele geçirdikten sonra ülkede katliama girişerek çok sayıda insan öldürdüler. Kanlı Pol Pot rejimi, 1979 yılında Vietnam’ın ülkeyi işgali ile sona erdi. Artık ne “Kızıl Çin” var ne “Kızıl Kmerler”…
∗∗∗
‘Emek gasbı’ (Cumhuriyet, 25 Kasım 2024)
AYNI YANLIŞ CUMHURİYET’TE!
2 Kasım 2024 tarihli BirGün’ün birinci sayfasında benzer bir başlık yer almıştı ve biz bu haber üzerine konuşurken, Arapça “gasp” sözcüğünün ünlü ile başlayan bir ek aldığında neden sert ünsüz yumuşamasına uğramayıp “gasba” değil “gaspa” diye yazılması gerektiğini uzun uzun anlatmıştık. Ama Cumhuriyet gazetesinin yeni kuşak çalışanları Türkçeyle pek ilgili olmadıklarından, 25 Kasım’daki bilgisunar yayınlarında “emek gasbı” diye yazarak aynı yanlışı yinelediler. Genç arkadaşlarımız yanlışta ayak direseler de biz uyarmaktan ve düzeltmekten vazgeçmeyeceğiz!
/././
Abeceye harf eklemek…
Türk Dil Kurumu (TDK), 9-11 Eylül 2024 tarihleri arasında Azerbaycan’ın başkenti Bakû’de toplanan “Türk Dünyası Ortak Alfabe Komisyonu”nda, 34 harften oluşan “Ortak Türk Alfabesi” konusunda uzlaşmaya varıldığı duyuruldu.
Cumhurbaşkanlığı’na bağlı yeni TDK’nin konuya ilişkin açıklamasında, bu kararın “Türk halkları arasında karşılıklı anlayış ve işbirliğini teşvik ederken, onların dilsel mirasını koruyacağı” belirtildi ve ilgili tüm kurumlar, önerilen Ortak Alfabe’nin uygulanmasını desteklemeye çağrıldı.
TDK’nin bu kısa açıklaması, konuyla ilgili doyurucu bilgi içermiyor. Neden bu yola gidildiği, “Ortak Alfabe” ile neyin amaçlandığı, bu kararın nasıl ve ne zaman uygulanacağı bilinmiyor. Tek bildiğimiz, 29 harften oluşan ölçünlü Türk Abecesi’ne beş yeni harf (Ä, Ň, Ŭ, Q, X) ekleneceğidir.
Böylesine yaşamsal önem taşıyan bir konu, nedense birkaç satırlık protokol açıklamasıyla geçiştirilmiş. Bağımsız dilbilimcilerin abece değişikliğine ilişkin yaklaşımı da bilinmiyor. O yüzden de Türkçeye duyarlı okurlar, kaygılarını bizim aracılığımızla duyurmaya çalışıyor. Örneğin İzzet Levent Tanık adlı okurumuz şöyle yazmış:
“Sn. Attila Aşut,
Köşeyazılarınızı okuyarak çok yararlandığımı belirtmeliyim. Son günlerde konu edilen alfabeye beş harf eklenerek otuz dört harfli yeni bir alfabe oluşturulması ile ilgili düşüncelerinizi paylaşırsanız sevinirim. Gerek yazma ve gerek konuşma dili üzerinde ne gibi etkileri olur, çok merak ediyorum. Saygılarımla.”
Ali Haydar Ceylan’ın iletisi de şöyle:
“Hocam, Türki Cumhuriyetlerin üzerinde anlaştığı yeni harflerle ilgili görüşünüzü okumak isteriz. Örneğin ‘w’ sesinin ne işimize yarayacağını bizler, öğretmen arkadaşlar anlayamadık.”
***
Türk Abecesi’ne eklenecek yeni harfler, geniş bir coğrafyaya yayılan Türk dillerindeki farklı fonemleri (sesbirimlerini) temsil ediyormuş. Bunlar eklenince, Türk kökenli topluluklar arasında ortak abece oluşacakmış…
Türkçenin kendini ifade sorunu yoktur. 1928 yılında Harf Devrimi’yle kabul edilen Latin tabanlı 29 harf, gereksinim duyduğumuz her sesi karşılamaktadır. Bize göre Türk Abecesi’ne yeni harfler ekleme çabası, kimi çevrelerin ideolojik zorlamalarıyla ilgilidir. Kaldı ki TDK’nin 1983 sonrasındaki yöneticileri arasında da bu konuda görüş birliği olmadığı anlaşılıyor. Bugünkü Türk Dil Kurumu’nun Başkanı Prof. Dr. Osman Mert, Türk Abecesi’ne yeni harfler eklenmesini desteklerken, 2003 yılında aynı kurumun başında bulunan Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın bakın ne diyordu:
“Arap kökenli alfabe 1928’e kadar kullanıldı ve bu alfabe Türkçeyi tatmin etmedi. Türkiye’nin bir harf devrimine ihtiyacı vardı. Günümüzde, Türk alfabesine yeni harflerin eklenmesi gayreti ile işyeri tabelalarındaki yabancı isim özentisi çok tehlikeli boyutlara geldi.’’
Prof. Dr. Akalın, TDK Başkanı iken, “Yanlış uygulamaların 1353 Sayılı Harf Devrimi Kanunu’na aykırı olduğunu” belirterek, tüm halkı ve sivil toplum kuruluşlarını Türk alfabesine ve Türkçeye sahip çıkmaya çağırmıştı.
Türk Dil Kurumu Üyesi Prof. Dr. Recep Toparlı da bu girişimlere karşı çıkanlar arasındaydı. O da şöyle diyordu:
‘’Arap alfabesi, dile uyum açısından Türkçe ile hiçbir zaman uyuşmamıştır. Yapılan harf inkılabı ile Türkçe gerçek kimliğine kavuşmuştur. Ama üzülerek ifade etmeliyim ki şu an, Türkçemizi büyük kayıplara uğratacak bazı yanlışlıklar yapılmaktadır. Alfabemize kişilerin duygu ve düşünceleri paralelinde sokulmak istenen yanlışlar ihanet ile eşdeğerdir. Türkçe alfabemize bazı yabancı harfler sokma gayreti üzücüdür.’’ (Kaynak: Milliyet, 24 Ağustos 2003)
***
Bilindiği gibi, TDK artık bağımsız bir yapı değil, Saray’ın buyruğuna göre tutum alan bir devlet dairesidir. Kurum yöneticileri, siyasal iktidar ne derse ona uymak zorundalar. O yüzden yeni TDK’nin Türkçeye yaklaşımı bilim çevrelerinde sürekli tartışılıyor.
Türkçeyle ilgili konular gündeme geldiğinde, doğal olarak yüzümüzü bir başka kuruma çeviriyoruz: Dil Derneği… Bu dernek, 1987 yılında, aralarında eski TDK yönetici ve uzmanlarının da bulunduğu ilerici aydınlar tarafından kuruldu. Derneğin temel amacı, “Türkçenin özleşmesini, bütün bilim, teknik, sanat kavramlarını karşılayacak yolda gelişmesini devrimci bir anlayışla ve bilimsel yöntemleri uygulayarak sağlamaya çalışmak"tır.
TDK’ye karşı devrimci bir seçenek olarak kurulan bu dernekten, abeceye beş yeni harf eklenmesi ve “ortak alfabe” konusunda aydınlatıcı bir açıklama bekledi yazın dünyası. Ama Dil Derneği, gündemde böyle bir konu yokmuş gibi sessiz kalmayı yeğledi. Oysa bu derneğin varlık nedeni, Dil Devrimi’ne aykırı uygulamalar karşısında halkı uyarmak ve doğru yolu göstermek olmalıdır.
Şunu da belirtmeden geçmeyelim: Harf ve Dil devrimlerini gerçekleştirmiş CHP’den de “ortak alfabe” konusunda bir görüş açıklanmadı. CHP zaten kültür-sanat konularına hayli uzak bir parti görünümünde. Ana muhalefet partisinin kültür siyasası ülke gündeminde ağırlıklı biçimde yer almıyor. CHP’nin “Gölge Kültür Bakanı” var mı, kamuoyu onu da bilmiyor! Merak edip araştırdım. Partinin görevlendirdiği böyle biri varmış ve adı da Koza Yardımcı imiş. İnanın, ne adını ne kültür-sanat alanındaki bir çalışmasını duydum bugüne değin!
“Tek adam rejimi”nin ülkenin boğazını iyice sıkmaya başladığı bugünlerde, tüm ilerici kurum ve kuruluşlarımızın üzerlerindeki ölü toprağını atarak hızla silkinmeleri gerekiyor!
/././
Attila Aşut - BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder