Çevre talanı tam gaz -Serdar Kızık-
"İktidar, halkı umursamadığı gibi doğaya da salt rant gözüyle bakıyor. (...) 2024’ün çevre ve doğa yıkımının da üstü örtülüyor."
Her alanda sicili bozuk, sermayeci, piyasacı, küresel güçlerin işbirlikçisi iktidar, 2024 yılında da çevre ve doğaya karşı da büyük suçlar işledi.
Geldiği günden bu yana Cumhuriyet tarihinde görülmedik çevre talanı ve yağmasına yol açan iktidar, halkı umursamadığı gibi doğaya da salt rant gözüyle bakıyor.
Onları için gelecek kuşakların temiz ve bozulmamış bir doğada yaşama hakkının hiç bir anlamı yok.
Varsa yoksa rant devşirme, küresel güçlere ve yandaşlarına alan açma…
Yerli ve yabancı sermayeye topraklarımızı peşkeş çeken, bunun içen gerekli yasal düzenlemeleri sağlayan iktidarın adeta gözü dönmüş.
Kendi çıkarlarından başka hiçbir konu umurlarında değil.
Afrika’da bile görülmeyen vahşi madencilik uygulamalarının ardı arkası kesilmiyor.
Çok hassas, evrensel anlamda korunması ve gözetilmesi gereken değerli bölgeler bile, anlamsız onlar için…
Acımasız bir eko yıkımla karşı karşıyayız. İnsanlarımız ve toprağımız zehirleniyor.
2024’ün en olumsuz çevre felaketlerine gelince…
Siyanür barajı patladı
Erzincan'ın İliç ilçesindeki Çöpler köyündeki altın madeni sahasında 13 Şubat'ta atık barajının patlaması sonucu büyük bir çevre felaketi yaşandı. Siyanürlü toprağın kayması sonucunda 9 işçi göçük altında kalarak yaşamını yitirdi.
İşletmeye karşı yıllarca mücadele eden Sedat Cezayirlioğlu’nun "felaket geliyor" çığlıklarına ve birkaç yayın organının çabalarına karşın iktidar oralı olmadı…
Ardından yargı süreci başladıve İliç Cumhuriyet Başsavcılığı'nca sürdürülen soruşturma tamamlandı.
9 işçinin ölümüne, 2 işçinin de yaralanmasına sebep olan katliamla ilgili 5'i tutuklu 43 şüpheli hakkında "taksirle ölüme ve yaralanmaya neden olmak" ve "çevreyi taksirle kirletmek" suçlarından iddianame hazırlanarak mahkemeye sunuldu.
Yaşanan felaketle ilgili pek çok soru cevaplanmadı, sorumlular hesap vermedi, şirketin ve idari kuruluşların ihmalleri ortaya çıktı. Maden sahasında faaliyetler dururken, şirketten "madenin yeniden açılması için çalışmalar yapıldığı" duyuruldu.
Anagold'un vergi borcunun silindiği, şirketin yüzde 80 ortağı olan altın madeni şirketi SSR Mining'in bilançosunda ortaya çıkmıştı. SSR'nin 2023'te Türkiye'de silinen vergi borcunun 7,2 milyon dolar olduğu belirlenmişti. 9 işçiyi öldüren şirket ihmalleri kabul etmemiş, kendini "İşsizliği bitirdik, cami yaptık" diyerek savunmuştu.
TBMM İliç Maden Kazasını Araştırma Komisyonu üyesi CHP'li Deniz Yavuzyılmaz yığın liçte yaklaşık 3 ay önce yer değiştirme hareketlerinde artış olduğunu söylemişti.
262 sayfalık bilirkişi raporunda, kazanın teknik boyutları değerlendirilmiş, altın madeni ocağını işleten şirketin izin belgeleri, olay yönetimi ve kusurluları da incelenmişti. Maden ve Çevre Kanunu kapsamındaki yükümlüklerin yerine getirilmediği ortaya çıkmıştı.
Bilirkişi raporuna göre "ÇED Olumlu" kararı veren yetkililer de asli kusurlu olarak değerlendirildi. İkinci kapasite artışı iznini dönemin Çevre Bakanı Murat Kurum vermişti.
Altın madeni ocağını işleten şirkette mühendis, yönetici ile idareci pozisyonunda çalışanlardan 13 kişinin asli kusurlu olduğu kanaatine varıldı. Asli kusurlular arasında şirketin Global Projeler Başkan Yardımcısı J.H. ve Kanadalı yöneticisi I.R.G de bulunuyordu.
Ancak daha sonra bu bilirkişi görüşlerine katılmayan ikinci bir bilirkişi raporu alındı. Yeni raporda facianın ÇED raporları ile ilişkilendirilmeyeceği belirtildi. Bu, ÇED raporuna onay veren Bakan Murat Kurum‘un sorumluluğunun bulunmadığı öne sürüldü. Daha sonra da ÇED raporlarında onay ve imzası bulunan kamu yetkilileri hakkında "kovuşturmaya yer olmadığına dair" karar verildi…
Akbelen'de orman katliamı
2024’ün en büyük felaketlerinden birisi de Akbelen ormanlarında yaşandı.
Linyit madeni işletmesi açmak isteyen YK Enerji’ye karşı 2019 yılından bu yana hukuki mücadele veren İkizköylüler dava süreci devam ederken hukuksuzca orman kesimiyle karşılaştı.
Maden işletmesi, kapasitesini artırmak için 24 Temmuz 2023 günü orman kesim ekibi ve kolluk kuvvetleriyle birlikte ormana girdi. İkizköylüler ve yaşam savunucuları bu yıkımı durdurmak için direndi.
Nihat Özdemir ve İbrahim Çeçen. Akbelen’deki orman katliamının arkasında bu isimler var. Kamudan aldıkları ihalelerle ihya olan holdingler, doğa düşmanı projeleriyle ülkeyi adeta kuşatmış durumda.
Başta iktidara yakın şirketler için formaliteye dönüşen çevresel etki değerlendirme (ÇED) süreci, Limak için de bir engel oluşturmadı. Limak Holding ve bağlı şirketler, Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın ÇED verilerine göre 2014’ten bu yana 13 ilde 52 projeye ÇED onayı aldı. Holdingin ÇED onaylarının 5'i enerji, 39'u maden, 8'i sanayi sektöründe bulunuyor.
Çevre Bakanlığı tarafından 52 projesi onaylanan Limak’ın tek projesi dahi reddedilmedi. Limak’ın her projesine "ÇED gerekli değildir" veya "ÇED olumlu" kararı veren Bakanlığın "ÇED olumsuz" kararı verdiği proje sayısı sıfır.
ÇED verileri tüm doğal yaşam alanlarını nasıl kuşattığını gözler önüne serse de Limak’ın faaliyetleri bunlarla sınırlı değil. Kamu kurumları tarafından yaptırıldığı için ÇED sisteminde şirketin adı geçmeyen birçok proje de Limak’a ait. Başta Yusufeli Barajı olmak üzere bölge halkını göçe zorlayan, orman ve tarım arazilerini yok eden Limak, birçok "mega projeye" imza attı. 1915 Çanakkale Köprüsü, Malkara-Çanakkale Otoyolu, Kuzey Marmara Otoyolu ve İskenderun Limanı’nı yapan Limak, kamudan milyarlarca lira değerinde ihale aldı.
İktidarın gözdesi Limak, kamudan aldığı ihalelerde zirvede yer alıyor. Son 12 yılda kamudan 12 buçuk milyar lira değerinde 29 ihale alan Limak Holding’in sahibi ise Nihat Özdemir.
Akbelen Ormanı kesildi, şimdi sıra orman toprağında. Eğer orman toprağına maden ocağı açılırsa bölgenin tarım alanları ve özellikle Bodrum’un suyu tehlike altına girecek.
Öte yandan 1996 yılında Aydın İdare Mahkemesi; Yeniköy, Kemerköy ve Yatağan santrallerinin çevreye verdikleri zararlar nedeniyle kapatılması gerektiğini bildirdi, ancak bu karar uygulanmadı. Bütün yargı yolları tüketildikten sonra santrallerin kapatılması için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvuruda bulunuldu. 2005 yılında AİHM söz konusu santralin kapatılması için karar verdi. Karar 18 yıldır uygulanmıyor…
Kazdağları'nda büyük kıyım
Kazdağları bitki örtüsünün taşıdığı biyolojik çeşitlilikle olağanüstü bir ekosisteme sahip...
Çanakkale ve Balıkesir illeri arasında yer alan Kazdağları'nın en önemli özelliği Alpler'den sonra oksijenin en fazla olduğu yerler arasında bulunmasıdır.
Kazdağları da büyük bir felaket yaşıyor. Baş sorumlu AKP iktidarı ve onun gözde şirketi Cengiz Holding.
Projeye göre bir milyon ağaç kesilecek.
Cengiz Holding, Kazdağları’nda altın bakır madeni için bir milyon ağacı kesmeye devam ediyor. Madene ilişkin dava süreci tamamlanmadan şantiye alanını ve yolunu yapan Cengiz Holding’in maden ruhsat alanı içerisinde SİT alanı bulunduğu ortaya çıktı.
Cengiz Holding’in Truva Bakır Maden İşletmesi, Kaz Dağları’nda ruhsat alanı olan yaklaşık 51 bin 660 dönüm, yaklaşık 7 bin 380 futbol sahası büyüklüğünde araziyi maden sahasına çevirmeyi planlıyor. Ancak, geçmişte olduğu gibi bu maden sahalarının önündeki en büyük engel, doğayı korumak için direnen yöre halkı.
Madenin, 66 yerleşim yerinin içme suyunun kaynağı olan, 1. ve 3. derece sit alanlarını da içine alan bölgede "patlamalı açık ocak" yöntemiyle çalışacağına dikkat çekiliyor.
Her şey gizli kapaklı. İhale nasıl oldu, ederi ne, belirsiz.
Halkın hukuk mücadelesi sürerken mahkemeye sunulan bilirkişi raporunda "kamu yararı yok" görüşü ortada.
Buna kaşın 2024’ün çevre ve doğa yıkımının da üstü örtülüyor. Yandaş medyanın zaten çevre korumayla ilgili bir derdi yok. Küresel medyaya gelince, Google arama motoruna bir sorun bakalım 2024’te Türkiye’de hangi çevre katliamları olmuş diye. Sonuca şaşıracaksınız; ilk sıralarda bakanlığın faaliyetleri, ıvır zıvır…
Güllük gülistanlık bir ülkede yaşıyoruz ya!
/././
Narin davasında karar: Anne, amca ve ağabeye ağırlaştırılmış müebbet, cesedi taşıyan Bahtiyar'a 4,5 yıl
Güran ailesinden 3 kişiye ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi. İtirafçı Nevzat Bahtiyar'a 4,5 yıl hapisle cezalandırıldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/narin-davasinda-karar-anne-amca-ve-agabeye-agirlastirilmis-muebbet-cesedi-tasiyan-bahtiyara)***
Ölü Girişimciler Derneği -Eren Korkmaz-
"İnsanlar işçi olmak istemiyorsa, işçi olan işçiliğinden utanıyorsa, bunu geçici olarak görüyorsa, bu sorunları aşamadığı için bireyselleşiyor, bireyselleştikçe psikolojik sağlığını yitiriyor."
Sol Portal’da son dönemde işçi olmanın değeri üzerine değerli yazılar yayınlanıyor. Bu tartışma birkaç sene öncesinde İngiltere’de işçi sınıfı kimliği ve kültürü üzerine yapılan tartışmaları hatırlatıyor. İngiltere bilhassa (kendiliğinden) sınıfsal kültürün ve kimliğin belirgin olduğu, insanların tavır, davranış, kıyafet ve aksanlarından sınıflarının tahmin edilebildiği, sanat ve kültür alanında her sınıfın temsilcilerinin belirgin olduğu bir ülke ve sınıfsal anlamda yüzlerce yıllık bir birikim ve konumlanış var.
Bunun sosyalist bir harekete yönelme ve destekleme konusu ayrı bir yazı olmakla beraber nesiller boyu işçi olan, en önemlisi bununla gurur duyan, yaşamını bu kültür ve bilinç içinde sürdüren bir sosyal olgunun son yıllarda ciddi bir darbe aldığı da görülüyor. Bunda 80’lerden bu yana ülkenin ciddi şekilde sanayisizleşmesi, önemli sanayi ve maden şehirlerindeki fabrika ve kurumların kapatılması, yaygın işsizlik, sendikaların gücünü ve tabanını yitirmesi, ülkenin ekonomisinin ve gelişmişlik seviyesinin Londra ve birkaç merkez şehirle sınırlı kalması ve finans başta olmak üzere beyaz yakalı işlerin ve hizmet sektörünün öne geçmesi gibi konuların etkisi yadsınamaz.
Yoksulluğun çaresi girişimcilik mi?
Bu durum dünya genelindeki genel eğilime de uygun ve Türkiye ile belirli benzerlikleri görmek mümkün. İngiltere’de bahsettiğim tartışmayla aynı dönemde ülkemizde beyaz yakalıların, plaza çalışanlarının aslında işçi olduğuna dair tespitler gündeme geliyordu. Burada da bu kesimin orta sınıf olarak kendisini tanımlasa da bunun doğru olmadığı, özel okul, yaz tatili, ev sahibi olma ve tüketim harcamalarının ancak borçla çevrildiği belirtiliyordu. Son birkaç yıldaki ekonomik krizle bu kesimin beklentilerinin ciddi bir darbe aldığını ve artık maaşlı haliyle ev sahibi olmanın, çocukları özel okula göndermenin, gündelik tüketim alışkanlıklarını sürdürmenin, yazın tatil yapmanın mümkün olmadığını geniş kesimler yaşayarak görüyor. Bunun borç ve kredi ile dönmesi de artık mümkün değil. Bu açıdan İngiltere’de bir süredir normal kabul edilen durum ülkemizde de kendisini gösteriyor.
Peki, ekonomik hayattaki bir durum işçi olma halini ve bilincini pekiştiriyor mu? Bu noktada bir kolektif tepki ortaya çıkıyor mu? İngiltere üzerinden baktığımızda buna olumsuz cevap vermede iki temel yaklaşıma değinebilirim.
İlki, nesiller boyu işçi olmanın ve sendikal mücadele vermenin övüldüğü dönemler geride kalıyor. Bunun yerine önceki nesilleri suçlayan, küçümseyen, onları cahil, yetersiz veya en olumlusundan naif bulan bir yaklaşım öne çıkıyor. İkincisi maaşlı çalışma, işçi olma ve bunun getirdiği yoksulluk, kurtulunması gereken bir çaresizlik, eziklik olarak tanımlanıyor ve bundan çıkış yolu da girişimcilik oluyor. Girişimcilik övgüsünün ülkemizde ve dünya genelinde de gelişen bir yaklaşım olduğunu görmek mümkün.
Yoksulluğu aşmaya dair 2 temel yaklaşım
Burada iki temel bilgi kaynağı öne çıkıyor. Bunların ilki kişisel gelişim trendi üzerinden, genelde işin içine spiritüel içerik de katarak, “sen istersen olur, doğru istersen olur, bu programa katılırsan 3-5 ayda zenginliğe kavuşursun, evrenden iste versin” gibi vaatlerle bireyselliği pekiştirmesidir. Bunun seküler ve dini türevlerine rastlamak mümkün. Dolayısıyla yoksulluk utanılacak bir sorunsa ve kişisel bir suçsa ve çözüm kişisel gelişimde ve paraya nasıl ulaşacağını bilmekte ise o zaman elbette sendikalı olmak, politik mücadele vermek, kolektif hareket etmek gibi konular gündeme gelmiyor. “Neden diğer ezik, yenik, yoksul, kayıp insanlarla hareket edesin ki, onlardan ayrıl, sürüden çık ve zengin ol, bunun için etik ve ahlaki kural ve sınırları takma, bunlar o ezikler için geçerli, sen yap, çocuğun Ferrarisine binerken umrunda olmaz” deniyor.
İkinci konu ise daha “teorik ve tarihsel” temelli bir yaklaşım olarak girişimciliğin övgüsünü yaparak bir yol çiziyor. Buna göre “eskiden zengin olmak aileden gelen parasal birikimle, fabrikayla veya tarlayla mümkündü. O dönemde parası olmayanların birleşip grevler yapması, mücadele etmesi mantıklıydı çünkü istese de zengin olamazdı, o nedenle yaşam koşullarını düzeltmesi gerekirdi. Ancak artık, yani son 15 yıldır, devir değişti. Artık dijital bir dünyadayız. Evimizde, mutfağımızda dahi iş kurup ürün ve hizmet satmak mümkün. O zaman bunu kullanmalı ve zengin olmalıyız. Bakın bir sürü de örnek var. X böyle yapmış, milyoner olmuş, Y başka bir iş yapmış, milyarder olmuş. Youtube’da içerik üret, onlyfans’te hesabın olsun, kripto oyna, evden çalış, kendi işinin sahibi ol, Çin’den Ali Baba’dan al, ürünü hiç görmeden Amazon’da sat, akıllı kişi al-sat ile kazanır, ne uğraşacaksın üretimle, işçiyle, bu devirde zengin olmak da yoksul kalmak da kişisel bir tercih, sen akıllı ol, uyanık ol, kurnaz ol, işine bak” deniliyor.
Bu bahsettiğim tespitler sosyal medyada bolca boca ediliyor. İnsanlar eskiden sertifika peşinde koşarken şimdi de üstüne kişisel gelişim ve girişimcilik paketleri buna ekleniyor. Yarı-doğru bilgilerle, biraz Jung biraz Freud okuyan spiritüel liderlerin ve sözde psikologların online paketlerini alıp aile köklerini sorgulayan, kendisini yeniden yaratan, mutlu olmak için kendini zorlayan, huzuru meditasyonda arayan veya iyice dini tarikatlara gömülen milyonlar var.
Üniversitelerin inovasyon merkezlerinin rolü
Ama bunun daha derinlikli bir politika olduğunu görmekte fayda var. Örneğin İngiltere’de üniversitelerde kurulan inovasyon merkezleri ve öğrenci grupları üzerinden lisans ve lisansüstü programlarıyla eşgüdümlü şekilde girişimci olma, startup kurma, yatırımcıya “pitching” yapma, yani fikrini etkili şekilde tanıtıp yatırım alma dayatılıyor. Bir yerde maaşlı çalışma küçümseniyor veya çalışacaksanız dahi “buralarda gerekirse para almadan, herhangi bir yüksek para talebinde bulunmadan geçici şekilde çalışın, biraz işi öğrenin, biraz network yapın ve ilk fırsatta startup’ınızı kurun, fikrinizi ticarileştirin, bir yatırımcıyı ikna edin ve ürününüzü satıp hemen zengin olun” deniliyor.
Bu da geçici olması gereken ama hayatın gerçekliği karşısında, az bir maaş karşılığı uzun saatler ve stres altına çalışırken bir iş kuracak ön hazırlığı yapmanın mümkün olmadığını görenleri yeni bunalımlara sürüklüyor. İşine geçici bakan, işyerinden nefret eden, ama daha önemlisi iş arkadaşlarından da nefret eden, bu nedenle ortak mücadeleye zaman ve emek ayırmaya gerek duymayan ve iş dışındaki zamanını verimli kullanamayıp gelecekteki esas işini kuramamanın stresi içinde yaşayan bir kitle ortaya çıkıyor.
Bu durumda dahi “zaten uzun saatler çok yoruluyorum, böyle iş kurulmaz” denilmiyor da iş dışı yaşamda verimliliği artırma ve iş kurmaya odaklanma eğitimlerine katılma veya bu yönde Youtube videoları izleme öne çıkıyor. “Gelecekte yaşamak istediğin yaşamı şimdi bir aktör gibi oyna, evreni/Tanrıyı bu sayede kandır, işyerinde mutlu görün, her şey bir oyunmuş gibi hayal et, sürekli network yap, stratejik düşün (yani bencil ol), bu arada gelecekteki güzel günlerin hazırlığını yap”! Elbette bu güzel günler milyoner veya milyarder olma, yatlara binme, özel jet ile uçma ile temsil ediliyor. Karşı çıkana ise verilecek çok sayıda başarı hikayesi var. “Herkes çalışırken o bitcoin aldı, bir anda zengin oldu. Diğeri pandemide aklını kullandı, Çin’den maske getirdi sattı, milyoner oldu” vb. Burada ortaya çıkan psikolojik sorunlara bu yazıda değinmiyorum.
Baş-Kıç Hareketi ile yatırım almak
Burada kendi çalışmalarımdan gözlemlerimi paylaşmak istiyorum. İngiltere’nin ve dünyanın önde gelen üniversitelerinde okuyan ve akademisyen olarak çalışan yüzlerce girişimci adayı ile görüşme ve “pitching”lerini izleme imkanı buldum. (Türkçede bunun ismi nedir bilmiyorum ama teknik sözlükte “baş-kıç hareketi” deniyor ve gayet uygun)
Bu pitching etkinlikleri festival ortamında oluyor, girişimciler tek tek sahneye çıkıyor, 5-10 dakika içinde birbirinin benzeri sunumlarda fikirlerini, gelir modellerini anlatıyorlar, istedikleri parayı söylüyorlar. Karşılarında izleyicilerin dışında bir grup yatırımcı hakem var. Bu yatırımcılar genellikle risk sermayesi (venture capital) denilen başka zengin ailelerin paralarını işleten şirketler. Veya aile ofisleri denilen zengin ailelerin kendi paralarını kendilerinin işlettiği şirketlerdeki yeni nesil üyeler oluyor. Onlar sorular sorup girişimciyi “kızartıyor” (grilling), eğer girişimci bunlara etkili cevaplar verirse, o da işin elbette kâr ve yatırımın geri dönüş süreci ile ilgili kısmı oluyor, belki yatırımcı ile görüşme sürecine başlayabilir. Şirketinin ciddi bir yüzdelik hissesi karşılığı o parayı alırsa kendisini başarılı hissedebilir. Bu durumda hayaller gerçek olmuş oluyor!
Gerçekten oluyor mu? Öncelikle startup girişimlerinin yüzde 80’i başarısız oluyor, yani yatırım bulamıyor. Bunu anlayıp yatırım alamayacağını fark etmek bazen birkaç yıl sürebiliyor, kişi tüm gelirini ve birikimini harcamış olabiliyor. Yatırım çeken yüzde 20’lik “şanslı” kesimin en az yüzde 80’i kârlı bir iş yaratamıyor. Dolayısıyla yatırımcıya beklediği kârı ve parayı getiremiyor. Yatırım alırken coşkuyla imzaladığı belgelerle kendini iyice bağladığını ve bu 3-5 yıllık sürecin (yatırım alma, ardından iş planı doğrultusunda ekip kurup çalışma, ürünü piyasaya çıkarma ve satış için bekleme) sonunda borçlu oluyor. Yüzde 20’nin kâr eden yüzde 20’sinin önemli bir kısmı ciddi kâr edemiyor ve bir aşamada parasını geri çekmek isteyen yatırımcının baskısıyla “exit” ediyor, yani şirketini başka bir şirkete satıyor. Başarılı örneklerde “girişimci” ekibini alıp büyük bir şirketin bir biriminde işbaşı yapıyor ve yeniden ücretli yaşama, daha “senior”, yönetici düzeyde katılıyor. Herkesin dilinde olan, belki de yüzde 1-2 denilebilecek bir kesim ise ciddi kâr ediyor ve unicorn oluyor, yani milyar avro düzeyinde değerleniyor.
Unicorn arayan risk sermayesi
Risk sermayesinin (VC) riski de burada. Klasik hesaplamaya göre risk sermayesi 10 şirkete yatırım yapar, 7’si batar, 2’si “ok” derecede kâr elde edip exit yapar, 1’i unicorn olursa süper olur. İdeal VC budur. Unicorn olan şirkette “girişimci” genelde şirketin çoğunluk hissesine sahip değildir. Ayrıca bunların büyük çoğunluğu aileden zengin, bu tür networkleri ve desteği olan insanlar ama bunun bir değeri yoktur.
Bu öyle ilginç bir durum ki, Oxford Üniversitesi'nde post-doc yapan çok sayıda bilim insanı tüm bu süreci ve başarı oranını bildiği halde araştırmasını bırakıp buna kendini adayabiliyor ve 3-5 sene koşturabiliyor. Bunda da en önemli sorun akademisyenlerin oldukça güvendiği üniversitenin inovasyon merkezinin yönlendirmesi. Bir de patenti üniversiteye aldırdıysa şirket kurmama gibi bir hakkı zaten olmuyor. Dolayısıyla “bu kadar iyi bir üniversitede başarılı bir akademisyen yatırımcıyı ikna eder, bu üniversiteye girmek de küçük bir ihtimaldi, bunu yapan onu da yapar” diye düşünüp bu hedefleri benimsiyor.
Mucitlerin girişimcilik ile imtihanı
Ben “iklim teknolojileri” denilen bir alana yoğunlaşıyorum. Burada enerji, tarım, havacılık, kimya gibi sektörlerde karbon emisyonunu azaltma ve iklimsel bir sorunu çözme amaçlı çözümlerden bahsediyoruz. Bunları geliştiren akademisyenler ve mühendisler aslında birer mucit. İcatları ile dünyadaki bir soruna çözüm buluyorlar. Bunu da onlarca yıllık eğitimlerine ve araştırmalarına borçlular.
Genelde fikir aşamasından MVP denilen ilk ürünün üretilip test edilmesi ve çalıştığını kanıtlaması sürecine kadar kamu hibeleri ile ilerliyorlar. Bu ülkemizde de, dünya genelinde de benzer. Bu aşamaya geldiğinde kamu kendisini geri çekiyor. Mucit akademisyen bir anda “girişimci” olmaya “terfi ediyor”. Artık yanında ona “destek verecek” inovasyon merkezi yetkilileri var. Onlar bu ürünün çok değerli olduğunu ve sadece sosyal ve çevresel bir soruna çözüm olmayacağını, aynı zamanda kendisini milyarder dahi yapabileceğini söyleyip gözleri kamaştırıyorlar. Peki ne yapması lazım? 6 aylık programa girecek, pitching sunumu hazırlayacak, bunu nasıl sunacağını öğrenecek, eğitimin sonunda yatırımcılar ile buluşacak, yatırımcıyı ikna edecek, parayı alacak, ürünü üretecek ve satacak. Oldukça basit. Üniversite zaten her an yanında olacak, onu destekleyecek, zaten şirketin yüzde 20’si de üniversitenin.
Akademisyenlerin büyük çoğunluğu alanında çok iyi olabilir, ürününü saatlerce anlatabilir. Ama yatırımcı ve para dünyası tamamen farklı. Burada kimse senin bilgini umursamaz. Çok isterse senin gibi yüzlercesini istihdam eder. “Sen onu bunu bırak, bunun kârını söyle” der, “bu yatırımın geri dönüşü ne kadar alır?” diye sorar. İşte bu aşamada, ne kadar birçok rakamı ezberlese de sahnede akademisyenin yaşadığı stresi hissetmemek, görmemek mümkün olmaz. Hayatında hiç böyle bir deneyimi yok. İcat ettiği ürüne insanlığın ve dünyanın ihtiyacı var ama karşısında, o ürün hakkında hiçbir bilgisi olmayan ve kendisini “etki yatırımcısı”, “sosyal yatırımcı” şekilde tanımlayan kişilerin sorularına tatmin edici cevap vermesi gerekiyor. Dolayısıyla çoğu kaybediyor. Şanslı ise lab’ına geri dönüyor. Birçok fikir ölüp gidiyor. Kimse de üniversiteyi, inovasyon merkezini, yatırımcıyı sorgulamıyor. Kimse farklı mülkiyet biçimlerini, işbirliğini, kamunun rolünü gündeme getirmiyor.
Sosyal belediyecilik örneği olarak Risk Sermayesi kurmak
Dolayısıyla insanlar işçi olmak istemiyorsa, işçi olan işçiliğinden utanıyorsa, bunu hayatının geçici bir dönemi olarak görüyorsa, bu sorunları aşamadığı için bireyselleşiyor, bireyselleştikçe psikolojik sağlığını yitiriyor. Bugün İngiltere’de en yaygın sağlık sorunlarının psikolojik sorunlar olması şaşırtıcı değil.
Bu yöntemin işe yaramadığı net şekilde görülse de mesela VC tarzı şirketler ülkemizde de pıtrak gibi yayılıyor, zengin ailelerin genç nesilleri yurtdışında okurken gördükleri VC modelini ülkemize getiriyor. İTÜ, Boğaziçi, ODTÜ gibi üniversitelerde inovasyon merkezleri açıyor, aynı pitching sessions, hackathon yarışmaları ülkemizde de yaygınlaşıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi yeni bir risk sermayesi fonu kurarak genç girişimcilere destek vereceğini, bunun sosyal belediyeciliğin bir parçası olduğunu ilan ediyor.
Bu gözlemlerin tartışmaya katkı sunmasını umuyorum.
/././
Altüst oluş çağı: Almanya’da ekonomik gerileme -Erhan Nalçacı-
Dünya çapında üretimin ve ara ürün dağılımının planlı ve toplum yararına yapılmadığı her durumda uluslararası rekabete bağlı kriz çıkması beklenir.
Bir altüst oluş dönemine girdiğimize ilişkin çok emare birikti.
İsrail’in tüm dünya izlerken bir toplama kampına benzeyen Gazze’de on binlerce insanı katletmesi örneğin. Veya İsrail’in düşman gördüğü ülkelerin siyasi liderlerine düzenlediği suikastlar…
Dünyada eğer faşizmin tepe yaptığı bir dönem varsa genellikle bu bir altüst oluş döneminin işaretidir.
Yine 78 yıllık Suriye Arap Cumhuriyeti’nin 10 gün içinde cihatçı çetelere teslim olacak hale gelmesi…
Almanya’nın içinde bulunduğu ekonomik gerileme belirtileri de bir altüst çağının içinde olduğumuza işaret edebilir.
1871’de Almanya birliğini sağladıktan sonra hızla sanayileşti ve şiddetli bir emperyalist rekabet içinde buldu kendini. Emperyalist bir paylaşım savaşı olan Birinci Dünya Savaşı’nda aldığı yenilgiyi biliyoruz.
Sonra emperyalist kolektif akıl Nazilerin iktidarını ve Sovyetler Birliği’ne yapılan korkunç saldırıyı şu veya bu şekilde örgütledi. Kızıl Ordu tarafından ağır bir yenilgiye uğratılan Almanya teslim oldu. ABD-İngiltere ve Sovyetler Birliği arasında yapılan anlaşma Nazileri destekleyen Alman tekellerinin kamulaştırılmasını öngörüyordu. Ancak ABD-İngiltere’nin hegemonyasında kalan Batı Almanya’da bu anlaşmaya uyulmadı, halen o zamanki tekellerin devam ettiğini izliyoruz.
Sosyalist dünya ile komşu hale gelen Almanya ABD tarafından büyük bir sermaye transferi ile desteklendi. Almanya 1970’lere geldiğinde hacimli bir endüstriyel kapasiteye ulaşmıştı. Alman işçi sınıfı sosyal devlet, orta sınıf yaratıcı önlemler, sarı sendikalar ve elbette polis zoru ile düzene teslim alındı.
Avrupa Birliği’nin kurulmasında Almanya’nın üretim kapasitesi büyük rol oynadı, Fransız ve Alman tekellerinin yönettiği bir emperyalist birlik doğmuştu.
1990 sonrası Batı Almanya Demokratik Alman Cumhuriyeti’ni yutarak büyümekle kalmadı, Yugoslavya, Çekoslovakya, Bulgaristan gibi Avrupa’daki eski sosyalist cumhuriyetlerin yıkılmasında ve kapitalizmin hâkim hale gelmesinde belirleyici bir rol oynadı.
İhracata dayanan ekonomisi ile Almanya büyük bir ticaret fazlası veriyordu ve Avrupa’da hem AB’nin hem emperyalist düzenin başlıca güvencesiydi. Bu nedenle Alman ekonomisindeki gerilemeyi herhangi bir ülkenin ekonomik durumundaki değişiklikten farklı değerlendirmek zorundayız.
2000’lere doğru temel emperyalist rekabet acaba ABD ve AB arasında mı gerçekleşecek diye bile düşünülüyordu. Oysa Asya’daki kapitalist ekonominin yükselişi bütün paradigmayı değiştirdi.
Almanya Türkiye de dâhil birçok ülkeden ucuz emek gücü ile üretilen ara ürünleri ithal edip son halini Alman teknolojisinin harikası diye satan bir uluslararası sömürü mekanizmasını temsil ediyordu.
Muhtemelen doğu Avrupa’ya doğru açılma hevesi ile ABD’nin peşinden gidip Rusya’ya açılan vekâlet savaşının parçası oldular. Rusya’dan Almanya’ya doğalgaz taşıyan boru hattına yapılan sabotajı bile içlerine sindirdiler.
Son iki yıldır Almanya ekonomisindeki durgunlaşma Rusya’dan ucuz doğal gaz girdisinin kesilmesi ile açıklanıyordu. Ancak içine girilen darboğazın konjonktürel olmadığı ve yapısal özelikler gösterdiği daha fazla ortaya çıktı.
Aşağıdaki grafik Almanya’nın içinde bulunduğu durumu anlamamızı kolaylaştıracak:
Grafik 2019 ve 2024 yılları arasında Almanya ve dünyanın ortalama ulusal gelir büyüme oranlarını karşılaştırıyor. Pandemiye bağlı çöküş sonrası özellikle Asya ülkelerinin ortalamaya yaptığı katkı nedeniyle dünya toparlanırken Almanya’nın 2023 ve 2024’de büyümediği ve durgunluğa girdiği izleniyor.Grafik bize Almanya’nın pandemiden sonra toparlanamadığını, dünya ulusal gelir büyüme hızı ortalaması 3 civarında seyrederken son iki yıldır Almanya’nın hafifçe küçüldüğü veya büyümediğini gösteriyor.
Şunu hatırlatalım, dünya ortalaması olan %3 de büyük bir rakam değil ve dünya kapitalizminin yapısal krizine işaret ediyor. Ancak Almanya gibi bir sanayi devinin ve düzenin direklerinden birinin bu hale gelmesi önemli bir gelişme olarak ele alınmalı.
2024’te iflas eden şirket sayısının 2023’e göre %40 civarında arttığı söyleniyor. Sadece 2024’ün ilk altı ayında cirosu 10 milyon Avronun üzerinde olan 162 şirket iflas başvurusunda bulunmuş.
Volkswagen ise kazanılmış iş güvencesini ortadan kaldırarak 6 yıl içinde 35 bin işçiyi çıkaracağını ve bazı fabrikalarını kapatacağını açıkladı.
Şu anda %6 civarına varan işsizlik oranı kapitalist ülkeler için yapısal kriz nedeniyle çok yüksek sayılmaz ancak Almanya için hayli yüksek bir rakam olarak gözüküyor.
Almanya’nın yapısal kriz nedenlerinden biri nüfusun yaşlanması, iş gücü kaybı ve maliyetlerin artması olarak tartışılıyor. Bu demografik değişiklikle ancak sosyalist bir düzen barışık olabilir. Kâr odaklı ve insanları maliyet başlığı olarak gören kapitalizmin başa çıkması mümkün değil.
Ama Alman kapitalizminin karşılaştığı asıl yapısal sorunun, eskiden ucuz ara ürün aldığı ve pazar olarak kullandığı ülkelerdeki teknolojik gelişmelerin sonucu olarak başa çıkamadığı bir kapitalist rekabetle karşılaşması. Türkiye de bu ülkelerden biri, ama asıl sorun Çin’deki teknolojiye dayalı büyümeden kaynaklanıyor. Almanya’nın büyümesinin önemli nedenlerinden biri on yıllarca Çin pazarını kullanmasıydı. Şimdi sadece Çin iç pazarı rekabet edilmez bir noktaya gelmiyor, diğer ülkelerde de Çin kökenli teknoloji ürünü malların rekabeti ile karşılaşıyor.
Ayrıca Almanya’daki şirketlerin hemen hemen yarısının Çin’de üretilen hammadde veya ara ürüne bağımlı olduğu söyleniyor.
Alman sermayesi ülkeyi terk etme eğilimi gösteriyor veya sermaye el değiştiriyor.
Bir de buna emperyalizme öncülük misyonundan uzaklaşmış ve “önce ABD” diyen Trump’ın seçimleri kazanması eklendi. Zaten Trump’ın seçildiğinin belli olduğu günlerde Almanya bir siyasi krize sürüklendi. Muhtemelen 2025 Şubat’ında erken seçime gidecekler. Trump daha öncesinde Avrupa’dan gelecek ürünlere %10 gümrük vergisi uygulayacağını açıklamıştı.
Kapitalizmin yapısal sorunundan bahsediyorsak eğer, bu sosyalizme geçilmediği için yaşanan sorun demektir. Dünya çapında üretimin ve ara ürün dağılımının planlı ve toplum yararına yapılmadığı her durumda uluslararası rekabete bağlı kriz çıkması beklenir.
Almanya’daki işçi sınıfı hareketliliğinin bu süreçte canlanabileceğini ve namuslu olmayan uysallığının bozulabileceğini ön görmeliyiz.
2025’te hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
Ama kimin lehine olacağını sınıf mücadelelerindeki yeteneğimiz belirleyecek.
/././
Yeni yılın dağlarında ateş olmak -Asaf Güven Aksel-
"Nerede olsak, içinde ne olsa, bir kadeh çınlatıp hesaba duracaksak bir yeni tarih için ve bu ülke bu dünya değişecekse elbet bir tarihte, gelin, bir şiir kadar umutlu olalım. Umudu örgütleyelim."
Aaa, çok rica ederim, neden böyle bir şey yapayım ki, olanağı olan olmayan herkesin eğlenme, kutlama çemberine hapsedildiği gün ve olaylardan oldum olası hoşlanmadım diye. Lütfen yani, belki binlerce yılın fazla kuru mantıklı sorularıyla, Noel Baba’yı neden palavralığa yuvarlama boş işiyle uğraşayım? Şöyle düşünün, uçan geyiklerin çektiği arabayla, dünyanın bütün bacalarından aynı anda girip, çocuklara oyuncak bırakan bir tombalak adama inanmak, o adamı “dinimizce münasip” bulmayıp şişme bebeklerini şehir meydanlarında yıllarca bıçaklayan, hatta öncesinde sünnet eden muhafazakâr militanların inanç sistemlerinden daha mı saçma, daha mı fantastik? O, elbisesinin renginden geyiklerinin desenine markalarca biçimlendirilmiş de, kuyruk olup bebek patlatanların ibadeti ticaret değil mi?
Noel mi mekruh, yılbaşı mı zamansız, aradaki birkaç gün neyle doluyor, biri olmadan öbürü olur mu filan, ebedî ve ezelî sakız yutmak orucu bozar mı muhabbetinden daha mı boş ki, şimdi yeni yıl münasebetiyle gündeme gelecek diye konu edineyim? Yok efendim, Dünya ve Güneş arasındaki pervanelik ilişkisinde, bir tur daha tamamlandı diye insan yaşamına bir tarih yenileme kaydı dışında hiçbir etkisi olmayacağı yeterince görülmüş bir doğa olayını, zerre katkısı olmayan insan niye kutlar boş bilmişliğine mi düşeyim, rica ederim. Bir insanlık atılımını, ileriye bir adımı, bir aydınlık zaferi imlemeyen yıldönümleri, günler sevimsiz işte. Ama her birinin arkasına bir “aziz”meseli kaktırılmış nice gün gibi, dinsel meşrulaştırmalarla, kapitalizmin tüketimi kamçılama üçkâğıtlarının işbirliğini ifşa edip, boyumu arşa mı vardırayım?
Boşverin. Bir villanın “roof”unda da, yıkıntı bir bina saçağı altındaki koli kutularında da, zamanın mekanik geçişi aynı olacak ve bütün uluslardan bütün sınıflardan, cinslerden, inançlardan insanlar, topluca yeni bir yıla girecek. Hep olduğu gibi. Bileceğiz tabii, hep birlikte aynı anda girilen saat dilimi henüz ilk saniyelerinde ilerlerken, uçurumlar derinleşecek, ayrışmalar görülecek. Havyar mı, tuzlu çekirdek mi kadar basitleştirmemi beklemeyin, lütfen.
Madem ki, kocamış eski yıl görevi bebek yeni yıla devreder bütün karikatürlerde, madem ki, her yeni yılda umutlar tazelenir diye bir tahammül mekanizması icat etmiştir insan, huysuz çemkirmesinin kârı ne? Hiçbir şey değişmeyecek! Aman iyi ki söyledin. En azından, ekmeğin, gazın, elektriğin, suyun fiyatı değişecek, hangi yılı gördün ki, zamla girilmemiş, n’aaber!
Cidden boşverin, ben hoşlanmam, üstelik, yaşlanma kekreliği de var dilimde epeydir, ama, doğaya müdahale edilemiyor ve yeni yıla giriliyor. Ve madem yeni olan, gerçeklik payına bakılmaksızın umut tazeleme vesilesidir, öyle yapın ve kutlayın. Umudun kendiliğinden yeşermeyeceğini, hayatı değiştirmeyeceğini, bunu insan iradesinin, iki örgütlü gücün, 10’dan geriye sayımı “roof”larla ıslak koliler arasında yapanların hâkimiyet mücadelesinin belirleyeceğini söyleyecek kadar da hadsiz değilim artık yani, rica ederim…
Benim aklıma yeni yıl, yılbaşı deyince, “şiirin ‘ev’hali”, “orta sınıfın şairi” gibi sıfatlarla tanımlanmış Behçet Necatigil gelir. Hani bu sıfatlar, bizim o geniş zamanlar uman sevmelerimizi, herkesin yanlış anlayacağını bilsek de dar vakitleri çirkin bulmalarımızı, yılların telaşlı geçişini hesap edemeden, vermeye az bulduklarımızı böylesine ifade edebilen bir şaire uyar mı diye düşünmüşümdür hep. Bir de çocukluğundan evine taşıyıp getirdiği donarcasına üşüme imgesiyle örülmüş yeni yılını…
yeni yıl mı, karakış. / duvarlara ipleri / gerdin mi / kurusun çamaşırlarımız. / yaşlanmak, bırak yaşlanmayı. / soğuk demişler buna / rüzgâr gelen camlara / kâğıt sıvadın mı?
Kararmasın içiniz kararmasın. Bakın, ne diyor sonra.
aldırma, yaz aylarını düşün / bir kaderi yaşayıp bizim gibi / çocuğumuz büyüsün
Siz çocuk yerine istediğiniz kavramı getirin. Çocuk demişken, her yeni yıla bir emperyalist kötülük, bir sermaye düzeni can alıcılığı eşlik etmiş ne zamandır. Mesela şimdi 2011’dekini aklıma getiren, Irak bombalanırken, Van’da yaşanan depremin çıplak ayakla kara basan çocuklarına oyuncaklar götüren bir partiydi. O zaman da bir şair girmişti kolumuza.
gülemiyorsun ya, / gülmek bir halk gülebiliyorsa gülmektir
deyip düşmüştük yola….
Bugün de Suriye yağmalanıyor, tarih bir sonranın yaprağını yırtarken. Ve bize düşen yine umudu dürtmek, umutsuzluğu yatıştırmak. Değil mi Ahmet Abi?
Tamam, bir küfür gibi duracak elimizde belki yeni yıla kaldıracağımız ama şu ama bu kadehi, isterse de su veya çay bardağı. Caz müziği hüznü kadar benziyor olacağız yine Türkiye’ye. Ama olsun, var olacağız ya. Ne kaldırsak kabulüdür tarihin.
Türkiye. “Üzgün yurdum, güzel yurdum” demişti Ataol. Değişecek. Hepsi yalan bu gerçek. Değişecek.
Yeni yıl arifesinde bu üzgün ve güzel yurda bakınca, biliyorum, mendilde kan izlerinin, açlığın, soğuğun, emek sömürüsünün, patron göbeğinin, gerici üfürüğünün, mayfa vurgununun, düzen siyaseti çıkışsızlığının hükmü, her açıdan giderek ağdalı bir karanlığa gömülüşün izleri görülüyor. Biliyorum, herkes gibi. Değişecek, biliyorum. Bilin.
Yılbaşlarını sevimsiz bulduğumda, beni, Rosa Lüksemburg sarsar. Cezaevinde yeni eteğini bluzunu üstünde dans adımlı deneyişiyle, “sevgili”ye çam ağacı süsleyişini heyecanla anlatışıyla, dipçik darbelerinin hemen öncesindeki yaşam sevinciyle, o kartal sarsar.
Saman sarısı saçlar, mavi gözler de asılı, telli pullu, Estonya türkülü, fabrika bacalarıyla çevrili olmasından gurur duyduğu bir yılbaşı ağacına, devrimler tarihine bakarcasına bakan, üstelik hayata veda eder gibi bakan, Nâzım sarsar.
Hiç Nâzım’ın akarsuları kadar iyimser olmadım, kabul. Ama, “her sabah, göğün kasvetli örtüsünün altında uyandığımda, bunun benim için yılbaşı günü olduğunu anlarım” da demedim Gramsci gibi. O, tarihin belkemiği olan kronolojilerden birkaçının istilacı ve taşlaştırıcı yıldönümlerine dönüşmesinden dertliydi. “Kendinizi bu yıl ile sonraki arasında bir mola olduğunu veya yeni bir tarihin başladığını düşünürken buluyorsunuz, falan filan. Her sabahın benim için yılbaşı olmasını istiyorum. Ben her gün kendimle hesaplaşmak ve her gün kendimi yenilemek istiyorum. Hiçbir gün dinlenmeye ayrılmaz” diye gerekçelendiriyordu “nefret”ini. Eskiler yapmış diye, kutlama yanıp tutuşmalarını, hiç tanımadıklarıyla ortak ritüel paylaşmayı anlamsız buluyordu.
Ama burulmayın canım, hem ben öyle değilim, hem o tatlıya bağlıyor.
“Sosyalizmi bu nedenle bekliyorum. Çünkü ruhumuzda hiçbir karşılığı olmayan tüm bu yıldönümlerini çöpe atacak, başkalarını uyduracaksa da, hiç değilse ahmak atalarımızdan kayıtsız şartsız aldığımız günlerin aksine bize ait günler olacak.”
Yani Gramsci tatlıya bağlaması da bu kadar, ne yaparsınız. Ben, Rosa ve Nâzım’a daha yakınım son tahlilde, lütfen!
Neyse ne! Boşverin.
Nerede olsak, içinde ne olsa, bir kadeh çınlatıp hesaba duracaksak bir yeni tarih için ve bu ülke bu dünya değişecekse elbet bir başka tarihte, gelin, bir şiir kadar umutlu olalım. Umudu örgütleyelim. Ben yılbaşlarını sevmem, aldırmayın mızmızlığıma. Necatigil de varsın üşüsün iki dize. Ona da aldırmayın. Daha 50’lerde şunları yazan da o “orta sınıf ev şairi” ne de olsa…
oda karanlık / odadan dışarı çık / şehir karanlık / şehirden dışarı çık / korkma / yürü bir hayli yürü / gördün mü / dağlar başladı artık
korkun dağılır rüzgârda / bekle biraz / dağlarda ateşler yandıkça / karanlıktan korkulmaz
dağlar karanlık / dağlara yukarı çık / korkma / yürü bir hayli yürü / az daha yukarı çık / birbirinden uzakta / gördün mü / ateşler parladı artık
şimdi dağlar kaldı yine ardında / odan yendi karanlığı, ölümü / dağlarda ateşler yandıkça / karanlıktan korkulmazmış, gördün mü?
Gördünüz mü?
Karanlığı, ölümü yeneriz, korkmayın… Hey, aldırmayın be kupkuru hakikat tellallarına, sırası mı!
Varsayın, avcunuzda bir çocuğun sarışın eli, bir yılbaşı ağacı önündesiniz. Bir büyük çağrıyı duyun, bir büyük safa girin. Seçeceğiniz taraf belirleyecek yeni yılın ne getireceğini. Hatta yeni olup olmayacağını.
Haydi, ıslak koli kutularındakiler için de! Çın çın!
Yeni yılınız umutlu olsun!
/././
Türk patronlar Suriye'de gecikmedi: İlk fuar Türk şirketten, inşaat ve enerji malzemeleri sergilenecek
Suriye'de cihatçıların yönetimi altında ilk uluslararası fuar Türk şirketten olacak. Meridyen Fuarcılık, Şam’da "Yapı-İnşaat Malzemeleri ve Enerji Fuarı" düzenleyecek.(https://haber.sol.org.tr/haber/turk-patronlar-suriyede-gecikmedi-ilk-fuar-turk-sirketten-insaat-ve-enerji-malzemeleri)***
RTÜK ve YouTube anlaştı: Cumhuriyet Gazetesi lisans satın almazsa yayını kesilecek
RTÜK'ün Cumhuriyet Gazetesi'nin YouTube kanalına getirdiği lisans dayatması bir ilk. RTÜK artık yayıncılara lisans satacak, gelirlerinden pay alacak, istediğinde yayınlarını durdurabilecek.(https://haber.sol.org.tr/haber/rtuk-ve-youtube-anlasti-cumhuriyet-gazetesi-lisans-satin-almazsa-yayini-kesilecek-397051)
***
Bunu da gördük: Kamu idaresine bağlı vakıf yasadışı tütün ürünü reklamı yapıyor -Meryem Vitni-
Bilecik'te Osmaneli Kaymakamlığı’na bağlı vakfın resmi internet sitesinde yasadışı "ısıtılan tütün ürünü" markasının reklamı yapıldı, ürünün yasak olduğuysa "söylenti" diye nitelendi.
Osmaneli Kaymakamlığı’nın Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı’na ait internet sitesinden 27 Aralık 2024 tarihinde alınan ekran görüntüsü...Yeni nesil tütün ürünlerinin Türkiye piyasasına girişi, yasallaştırılması ve yaygın tüketimi için dörtlü çete diye adlandırdığımız küresel tütün oligopolünün verdiği mücadelenin ilginç bir yansıması Bilecik’e bağlı Osmaneli Kaymakamlığı’nın Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı’nın web sitesinde 24 Aralık 2024 tarihinde yayınlanan bir haberde kendini gösterdi.
Kamu idaresine bağlı vakfın verdiği bu habere göre, belli bir ısıtılan tütün ürünü markasının Türkiye’de yasak olduğu yönündeki söylentiler yanlış.
Haberde ayrıca, söz konusu marka ürünün nereden satın alınabileceği ve teknik özellikleri hakkında aleni pazarlama içeriği de yer alıyor.
Osmaneli Kaymakamlığı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı bununla da kalmamış, daha önce yaptığı “Tütün ısıtma teknolojisinde yeni bir dönem” başlıklı bir başka haber paylaşımında ilgili markanın kapsamlı reklam ve tanıtımına da yer vermiş.
Akla ziyan bu gelişmenin önünü kesmek amacıyla, bu yazıda marka belirtmeden, ilgili ürünün Türkiye’deki yasadışılığı ile sağlık etkileri hakkında bilgi paylaşacak ve kamu idaresine bağlı bir vakfın yasadışı ve sağlığa zararlı bir ürünün yasadışı reklam ve tanıtımını yapmaya kalkışmasının altında yatanları tartışmaya açacağız.
Isıtılan tütün ürünleri sağlığa zararlıdır
Dörtlü çetenin dünya piyasasında yanıltıcı ve aldatıcı “zarar azaltım” iddiasıyla pazarladığı ısıtılan tütün ürünlerinde tüketim, elektrikli bir cihaz içine yerleştirilen özel tütün çubuklarının ısıtılmasıyla elde edilen aerosollerin solunmasıyla gerçekleşmektedir. E-sigaralar gibi, bu ürünler de dünya genelinde sigara kullanma sıklığının düşüşe geçtiği ortamda dörtlü çetenin kârlarını korumak üzere geliştirilmiş ve ticarileştirilmiştir. Ürünler yeni olmakla birlikte, birey ve toplum üzerindeki sağlık etkileri hakkında gitgide artan bilimsel çalışma külliyatının ortaya koyduğu kanıtlar ve bunlara dayalı olarak DSÖ ve ileri gelen diğer uluslararası sağlık otoriteleri ile meslek kurumlarının uyarı ve yasaklama çağrısı yaptıkları açıklamalar mevcuttur.
Özetleyecek olursak, ürünlerin yol açtığı nikotin ve toksik madde maruziyeti riske neden olmakta, genç bireyler arasında tütüne başlama ve bağımlılığa katkıda bulunmaktadır. Araştırmalar iddia edildiği gibi daha düşük maruziyet düzeylerinin mutlaka daha düşük hastalık riski anlamına gelmediğini ortaya koymuştur. Bunun nedeni, maruziyet süresi ve düzeyinin önemli rol oynadığı maruziyet ve etkiler arasındaki ilişkinin doğrusal olmamasıdır.
Örneğin, geleneksel sigaraya kıyasla azaltılmış emisyona rağmen, ısıtılan tütün ürünleri yüksek kalp atış hızı, artan kan basıncı, arteriyel sertlik, vasküler endotel disfonksiyonu ve akciğer disfonksiyonu ile ilişkilendirilmiştir (burada ve burada); bunlar, ürünün kardiyovasküler ve akciğer sağlığını bozduğuna işaret etmektedir. Ayrıca, nispeten yeni bir ürün olduğundan, uzun vadeli sağlık etkileri ve riskleri belirsizliğini korumaktadır.
Isıtılan tütün ürünleri yasadışıdır
Isıtılan tütün ürünleri dahil, tüm yeni nesil tütün ve nikotin ürünlerinin Türkiye’de ithalatı, üretimi, piyasaya arzı ve satışı yasadışıdır. 24 Şubat 2020 tarihli, 2149 sayılı Karar ile bu ürünlerin ithalatı geniş kapsamlı bir tanım yapılarak yasaklanmıştır. Tüm tütün ürünlerinin üretim ve ticaretini ruhsata tabi kılan 4733 sayılı Kanun çerçevesinde ise, Tarım ve Orman Bakanlığı günümüze kadar hiçbir yeni nesil tütün ve nikotin ürününe herhangi bir üretim, piyasaya arz veya satış ruhsatı vermemiş olduğu için, bu ürünler ruhsatsız ve vergisiz, dolayısıyla yasadışıdırlar. Ayrıca, 4207 sayılı Kanun taklit eden ürünleri tütün ürünü olarak kabul ettiği için, bu ürünlerin kapalı kamusal alanda tüketilmesi de yasaktır.
Isıtılan tütün ürünlerinin reklam ve tanıtımı da yasadışıdır
4207 sayılı Kanun, “tütün ürünlerinin ve üretici firmaların isim, marka veya alâmetleri kullanılarak her ne suretle olursa olsun reklam ve tanıtımı” ile bunların “kullanılmasını özendiren veya teşvik eden kampanyaları” yasaklamıştır. Bu yasakların ihlaline ilişkin ceza kararı vermeye Tarım ve Orman Bakanlığı yetkilidir. Bu Kanunla kendilerine yüklenen görevleri yerine getirmeyen memurlar ve diğer kamu görevlileri hakkında, ceza hukuku sorumluluğu saklı kalmak kaydıyla, tâbi oldukları mevzuatta yer alan disiplin hükümleri uygulanmaktadır.
Osmaneli örneği ne anlama geliyor?
Türkiye’de yasadışı olan bir ürün hakkında yanıltıcı ve aldatıcı bilgi veren ve Kanun’a aykırı reklam ve tanıtım yapan Osmaneli Kaymakamlığı’nın Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı’na yönelik derhal idari ve yasal işlem yapılması gerektiği çok açık.
Bu yönde, İçişleri Bakanı tarafından yanıtlaması için Bursa Milletvekili Prof. Dr. Kayıhan Pala’nın verdiği soru önergesinde de, üretici şirkete çıkar sağlanmasına dikkat çekilmekte, bu ve benzeri yasadışı yayının önlenmesi için ne gibi idari ve hukuki tedbirin alınacağı sorulmaktadır.
Çok bariz bir hukuka aykırılık söz konusu olduğu için umarız kısa sürede sonuç alınır.
Ancak, asıl sorun, ısıtılan tütün ürünleri dahil yeni nesil tütün ürünlerinin yasadışı piyasadaki yaygın varlığının, denetimsizliğin ve cezasızlığın, bu ürünlerin alenen bir kamu kuruluşunun web sitesine sızmasına kadar varmış olmasıdır. Osmaneli örneğinde olduğu gibi, internet üzerinden yanlış sağlık ve yasallık iddialarıyla yaygın olarak pazarlanan bu ürünlere ilişkin piyasa büyüklüğü, dinamikleri, kimlerin ne boyutta kazanç sağladığı, başta gençler olmak üzere toplum içinde kullanım sıklığı ve kalıpları hakkında, ülke genelini temsil eden araştırmaların eksikliğinde, bilgilerimiz çok sınırlı olmakla birlikte, kullanım sıklığına dair küçük ölçekli çalışmalar büyük alarm vermektedir.
Türkiye’de “kişileri ve gelecek nesilleri tütün ürünlerinin zararlarından, bunların alışkanlıklarını özendirici reklam, tanıtım ve teşvik kampanyalarından korumak” üzere yürürlüğe sokulan DSÖ Tütün Kontrolü Çerçeve Sözleşmesi ile 4207 sayılı Kanun’un kadük hale getirildiğini iddia etmek yanlış olmayacaktır. Koruyucu önlemler bile isteye uygulanmamaktadır. Bunların yerine, dörtlü çetenin sahte kanun ve nizam kampanyası ile Yeşilay’ın yeşil okul kampanyası konmuştur. Bu bağlamda, bugün yasadışı yollardan yaygınlaşan yeni nesil tütün ve nikotin ürünleri Truva atı vazifesi görmektedir.
Ne yapmalı?
Truva atı durdurulabilir, önlenebilir mi?
Aslında yapılması gereken düzenleme çok basit: Halen ruhsatlı olan tütün ürünleri ve tıbbi ürünler dışında kalan tüm tütün ve nikotin ürünlerinin tüm aksamlarıyla birlikte üretimi ile iç ve dış ticareti spesifik olarak yasaklanmalı, caydırıcı cezai yaptırımlar belirlenmeli, yasağın kamuoyu iletişimi yapılmalı ve bunlar gerektiği gibi uygulanmalıdır.
Peki, bu mümkün mü?
4733 sayılı Kanun’un piyasa düzenleme rejiminde neredeyse olanaksız. Neoliberalizmin nişanesi bu Kanun’a göre, hem piyasa etkinliği sağlanmalı, yani tıkır tıkır işleyen bir piyasa düzeni kurulmalı, bol üretim, bol tüketim olmalı, hem de tüketici bilgilendirilmeli, seçenekler sunulmalı, memnun edilmeli. Bu senaryoda yeni nesil tütün ve nikotin ürünlerinin önünü kesecek hiçbir şey yok.
Bugüne kadar Türkiye’de tütün tüketimi bu rejim altında kışkırtılarak büyütüldü. Şimdi, aynı senaryoyla, zarardan başka getirisi olmayan yeni ürünleri piyasaya pompalamak büyük akıl dışılık.
Akıllıca olan, tütün tüketiminde koruyucu ve önleyici bir düzenleme rejimine geçiş. Bunun için de 4733’ün yırtılıp atılıp, dörtlü çetenin sepetlenmesi, bunların yerine halk sağlığı perspektifli yepyeni bir tütün rejiminin geçmesi gerekiyor. İşte bu olanaklı!
Akıllıca olanın olanaklı olduğunu 2025 yılından itibaren çok kapsamlı bir e-sigara yasağına yürürlük kazandıran Vietnam Ulusal Meclisi ile bunun doğru ve eksiksiz uygulanması için gerekli hazırlıkları yapan, önlemleri alan Vietnam Sağlık Bakanlığı gösteriyor.
/././
Bir yeni yıl yazısı -Mesut Odman-
Günümüzde bir emekçinin yirmi dört saati nasıl geçer?
Günümüzde bir emekçinin yirmi dört saati nasıl geçer? Soruyu daha kısa bir yanıta imkân vermek için biraz daha sınırlandırabiliriz: Türkiye’de kentsel bir alanda yaşayan emekçinin bir işgünü nasıl geçer? Bu insanın erkek cinsinden olduğunu ve pek şanslı bir yurttaş sayılabileceğini, çünkü işsiz olmadığını da ekleyelim. Belki, biraz daha daraltıp savaştan pek etkilenmeyen bir kentte yaşadığını da düşünebiliriz.
Sabahın kör karanlığında yatağından kalkar işçi sınıfına mensup bu insan. Kentin büyüklüğüne göre değişmekle birlikte, aşağı yukarı 1 saat harcayarak ve genellikle sığırların taşınmasına elverişli koşullarda yolculuk ederek işyerine ulaşır. Bu sürenin, İstanbul da hesaba katılırsa, 2 saati bulması, hatta geçmesi mümkündür.
Yaptığı işin, ürettiği ürünün neye yaradığını, ne için yapıldığını, nasıl ortaya çıktığını anlamadan ya da öyle bir görevi olmadan; bunları düşünmeden; düşünmenin gerekli ve mümkün olup olmadığını hiç aklına getirmeden sekiz saat boyunca çalışır. Kendisinin akıl erdiremediği, akıl erdirmesinin beklenmediği ve hiç karışamadığı bir işbölümü yapılmıştır; o çerçevede üzerine düşen bir görev vardır, onu yerine getirir. Kendi konumundaki öteki emekçilerle ve onları gözetim altında tutan bir ya da birkaç yönetici ile hem süresi hem içeriği pek sınırlı, ancak birincilerle biraz daha uzun ve zengin içerikli sayılabilecek ilişkileri olur. Yine yaptığı işe ve çalıştığı işkoluna göre değişen şiddette iş kazasına uğrama ve meslek hastalığına yakalanma olasılıkları ile karşı karşıyadır. Yemek molasında arkadaşlarının konuştuğu birkaç aya kadar yeni makinelerin montajının bitmesiyle yahut bir süredir dedikodu edilen patronun işlerinin bozulması nedeniyle işten çıkarmaların başlayacağı yahut falanca partinin adamı olan genel müdürün koltuğuna oturmasıyla kendi adamlarını yerleştirmek için birçok kişinin ayağını kaydıracağı türünden haberlere kafasını takmıştır. Kafasını bunlara takmışken o berbat kazaya uğramaktan kılpayı kurtuluşunu da “verilmiş sadakamız varmış yahu” diye karşıladığını, ama bunu kimseye duyurmadan yaptığını eklemek yanlış olmaz.
Dokuz saatlik bir süreyi ya da biraz daha fazlasını işyerinde geçirdikten sonra, sabahki kadar bir sürede ve benzer koşullarda evine döner. Büyük bir bölümünü çalışarak, kalanını soğukla, yağmurla, bıktırıcı kalabalıkla, amiriyle boğuşup küfürler yağdırarak geçirdiği 13-14 saatten sonra evindedir. Bedensel ve zihinsel olarak tam bir tükenmişlik, hadi her zaman o kadar olmayabilir diyelim, yorgunluk durumu içindedir. Evinde hasta çocuğu ya da anası babası falan yoksa, şanslı bir emekçi seçmişiz demektir gözlemlemek için. Şansı eşinin de az çok kendisininkine benzeyen bir işte çalışıyor olmasına kadar gidiyor mudur acaba? Öyleyse, çoluk çocuk biraz daha az sürünüyor olabilirler; gariban emekçi kadının katmerli sömürülüşü hesaba katılmazsa eğer…
Gazete herhalde alınmıyordur da, erkek emekçilerimizin çoğu için, hele yaşı uygun bir de erkek çocuk varsa, futbol düşkünlüğü neredeyse kaçınılmazdır ve ara sıra uyduruk bir “spor gazetesi” eve giriyor olabilir. Ona bir göz atılır; belki televizyona bakılır biraz; ev halkı ile iki çift laf edilir o arada. Yemek sıkıştırılır araya; hâlâ çok kullanılan bir sözdür: “Allah ne verdiyse işte!” Bu söz “pek bir şey de vermiyor” anlamına gelmektedir.
Derken, yatma vakti gelir. Ertesi sabah da kör karanlıkta kalkılıp yola revan olunacaktır çünkü.
Burada art arda eklenen resimler aşırı derecede iyimser bir gözden yansıtılmış izlenimi vermiş olabilir. Kurguyu sürdürerek şöyle de söyleyebiliriz: İzlemek üzere seçtiğimiz emekçinin hayatında hiçbir aksiliğin ortaya çıkmadığı, pek talihli bir güne rastladığımız anlaşılmaktadır. Oysa, her emekçi gibi onun hayatı da çok sık karşılaşılan, dolayısıyla olağanlaşmış, aksiliklerle doludur. Denebilirse, bir emekçi için hayat aksiliklerin sıradan olaylara dönüşmesidir. Trafik kazası da iş kazası da hasta olup sürünmek de bir iş bulup yıllarca boğaz tokluğuna çalışmak da çalışıp dururken kapı dışarı edilmek de ara sıra yüz yüze gelinen, sıradışı durumlar değildir; hayat bunlarsız geçmemektedir. Üstelik, bunlar, çaresiz katlanılacak doğal, hatta doğaüstü güçlükler olarak yaşanıp gitmektedir. Sanki bunlar birer canavardır ve biraz tevekkül, biraz iman kuvveti gerekmektedir. Diyelim, “trafik canavarı”na kurban gitmemek için her sabah üç kulhuvallahü bir elham okunup evden çıkılmalı ve çok fazla da kafaya takılmamalıdır; çünkü, ne de olsa, canavardır, gücümüz yetmez ve ne zaman nereden çıkıp geleceği belli olmaz. Yalçın Küçük bir zamanlar saptamış ve yazmıştı:
“Bugün artık enflasyon türünden, bu tekeller düzeninin halkımızın iliğini kemiğini emmesinin sonucu olan bir olguyu, ülkemizde, akıl yoluyla kavramak ve tartışmak mümkün değildir; çünkü artık sadece ‘enflasyon canavarı’ var. Bugün, yollarımızın mezbahaya çevrilmesinde, demiryolculuğu körelten Amerikancı politikaların, her televizyon sahibine bir küçük otomobil fabrikası açma izni veren parsellenmiş devletin, zenginlerden vergi alarak yol yapma politikasını terk etmenin, rüşvetçi polisin, bu düzenin hiç rolü yoktur; çünkü artık sadece ‘trafik canavarı’ var. İşin daha acı yanı, artık insanlarımızın çok büyük bir çoğunluğu bir hamamböceği haliyle, buradaki pisliği görmüyor ve belki de benimsiyor; sosyal olgular hem canavar-hayvan haline getiriliyorlar ve hem de, tıpkı titçi insanlar türünden bazı haklarla donatılıyorlar. Örnek olsun, trafik canavarının tatil ve bayram hakkı vardır; bunun için pek çok zaman, ülkemizde kan gölü yükselince, ‘trafik canavarı tatil yapmadı’ türünden haberler veriliyor. Halkımız, tatil hakkı elinden alınan canavara acımaya hazırlanıyor.”
İşçi, emeğine ve emeğinin ürünlerine yabancılaştığı bir çalışma sürecinde, önemli düzeylerde iş cinayetleri ve meslek hastalıkları ile karşı karşıya, çeşitli kabul edilemez gerekçelerle işini kaybetme kaygısı içinde, birçok özveriye katlanmadıkça düzenli ve sürekli mesleki gelişme imkânlarından yoksun, üstelik işgücünü yeniden üretmesi için genellikle çok yetersiz kalan ücret düzeyine ve benzeri koşullara mahkûm bulunmaktadır. O kadar ki, Engels’in ilk özgün Almanca baskısı 1845’te yapılan gençlik eseri İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu başlıklı kitabında yer verdiği saptamaların birçoğu, kilise yerine cami, İncil yerine Kuran yazılarak ve belki bazı güncelleştirmeler yapılarak, bugün için de geçerli kabul edilebilir:
“Kısacası, o günlerin İngiliz sanayi işçisi, bugünün Almanya’sında hâlâ birçok yerde görüldüğü gibi, çoğu zaman yalıtılmış ve hayattan elini eteğini çekmiş bir durumda, herhangi bir manevi eylemi ve hayat karşısındaki konumunda sert dalgalanmalar olmadan yaşayıp gidiyordu. Entelektüel ve ruhsal sorunlarla pek ilgili değillerdi ve hayatlarının her günkü akışı pek az değişirdi. Çoğu okuyamazdı; yazabilenler de çok azdı. Düzenli olarak kiliseye giderlerdi. Siyasetle hiç ilgileri yoktu; hiç gizli dernekler kurmaz; kendilerini günün sorunlarıyla hiç ilgili görmez; ama sağlıklı açık hava sporlarından mutlu olurlar ve onlara İncil okunduğunda huşu içinde dinlerlerdi. (…) Hiçbir entelektüel hayatları yoktu ve sadece kendi dokuma tezgâhları ve bahçeleri gibi küçük özel işleriyle ilgilenirlerdi. Dış dünyada olup biten büyük olaylar hakkında hiçbir şey bilmezlerdi. (…) Yine de bazı açılardan tarlalardaki dört ayaklılardan biraz daha iyi durumdaydılar. Hiç de insani varlıklar değillerdi; o zamana kadar ülkenin hayatına egemen olmuş küçük bir aristokrat sınıfın hizmetindeki insan makinelerden ancak biraz farklıydılar. Sanayi Devrimi bu gelişmeyi mantıksal sonuçlarına ulaştırdı: İşçileri büsbütün makinelere dönüştürdü ve onları bağımsız faaliyetin son kalıntılarından da yoksun bıraktı.”
***
Buraya kadar yazdıklarım, yaklaşık 27 yıl önce yayımlanmış bir yazımın bir tür özeti. Bugünkü duruma bakıldığında görünen, o zamankinden çok farklı değil. Hatta bazı açılardan daha da kötüleşmeden, geriye gidişten söz edilebilir. O yazıdan bir paragrafı hiç değiştirmeden alıyorum:
Emekçi insanlarımız böyle bir hayata mahkûm değillerdir. Şu artık bütün direnişine ve dayanıklılık gösterilerine rağmen köhnemişliği her yanından sarkan kapitalizmin onlara bu mahkûmiyeti biçmiş olması hiç önemli değildir; hükmü verenin ve hükmün, her ikisinin de sonu gelmektedir. Emekçiler arasında biz yok muyuz? Varız elbette; biz, kendimiz, ana babalarımız, çocuklarımız, yakınlarımız, konu komşumuz… Biz böyle bir hayata mahkûm değiliz. Reddediyoruz.
Bugün yinelerken, ekliyoruz: Kesin bir reddedişle başlar, ama o kadarı yetmez.
Savaş alanında öldüğü 1849 yılında sadece 26 yaşında olan devrimci Macar şairi Sandor Petöfi’nin “Halk” başlığını taşıyan şiirini Tahsin Saraç’ın Türkçesiyle aktararak bitirelim:
Bir eliyle sarılmış sabana
Öbür eliyle kılıç tutmakta.
Böyle görünür uysal halk karşıdan
Durmadan alınteri dökmesi bundan
Ve bulanması al kanlara.
Gereksinimleri o denli az ki!
Bunca alınteri doğrusu boşuna!
Yiyeceği ve giyeceğini
Çalışmasa da verir belki
Kendisine Toprak Ana.
Düşman geldiğinde can veren hep o
Kılıç sallayan hep o, bakın.
Niçin? Hep yurdu savunmak için mi?
Hakkı olduğu yeri yurt bilir ancak kişi
Hiçbir hakkı yok oysa bu halkın!
/././
2024 biterken -Rıfat Okçabol-
Son üç yıldaki gericileşmeleri anımsayıp 2024 yılında gerçekleşen gericileşme adımlarını düşününce, 2024’te gericiliğin çok daha yoğunlaştığını söylemek gerekiyor.
Geçmiş üç yılın son günlerinde yazdığım yazılarda, "2021’e veda ederken!" ( 31 Aralık), "2022’den akılda kalanlar" (30 Aralık) ve "Gericiliğin yoğunlaştığı yıl: 2023!" (29 Aralık) başlıklarını kullanmışım. Bu yazılarda o yıl içinde gerçekleşen piyasacı ve gerici eylemlerle söylemler özetlenmiş. Bu yazıları yeniden okuyunca, Tanzimat dönemi şairlerinden Muallim Naci’ye ait olan “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” (unutkanlık insanlık halidir) özdeyişinin en azından benim için ne denli geçerli olduğunu gördüm. Son üç yılda her yıl gerici eylem ve söylemlerin daha da yoğunlaştığını unutmuşum.
Son üç yıldaki gericileşmeleri anımsayıp 2024 yılında gerçekleşen gericileşme adımlarını düşününce, 2024’te gericiliğin çok daha yoğunlaştığını söylemek gerekiyor. Üstelik insanların akıllarını ve vicdanlarını/sağduyularını kullanmaması halinde, bu yıl hem iktidardan hem de küresel sömürgenlerden kaynaklanan gericileşmelerin 2024 ile sınırlı olmadığı ve gelecek yıllarda da artarak devam edeceği görülüyor.
Anımsarsınız 2024 yılına, eğitim bakanı Yusuf Tekin’in pek de tekin olmayan, “Tarikat ve cemaatler sivil toplum kuruluşudur” söylemiyle girmiştik! Y. Tekin 2024’de bu söylemini bir adım daha ileri götürerek, toplumun geneline değil de tarikatların yararına olacak gelişmelere imza atıyor. Önce 2024’ün ilk aylarında, toplumu kandırıcı söylemlerle dolu olsa da özünde AKP’nin propagandası niteliğinde olan şu raporları yayımlamakla başlıyor. Cumhuriyetin 100. Yılı: Eğitimde Geleceğe Bakış Raporu; Cumhuriyetin İkinci Yüzyılı Olan Türkiye Yüzyılında: Eğitim ve Öğretimde Öğretmenin Rolü ve Gelişimi; Maarifin yüz akı; Türkiye Yüzyılı’nın Yüz Akı 100 Eseri. Bu raporlar o denli kandırıcı ki, okuyanlar, yandaş ise ya da okuduklarını sorgulamıyorlarsa, “Vay be!” diyebiliyor. Okuduklarını sorgulayanlar ise, bakanlığın bu tür raporları yayımlayabilecek kişilerin elinde olmasından en azından üzüntü duyuyor.
Bakanlık bu raporlarla da yetinmiyor, peş peşe okuyucuyu kandırıcı ifadelerle dolu olsa da özünde eğitim sistemini daha da piyasalaştırıp gericileştirmek için neler yapacaklarını açıklayan şu belgeleri yayımlıyor:
- Eğitimi gericileştirecek adımları içeren "Milli Eğitim Bakanlığı 2024-2028 Stratejik Planı",
- Eğitimi piyasalaştıracak ve mesleki eğitim öğrencilerini sömürecek "Mesleki ve Teknik Eğitim Politika Belgesi",
- AKP anlayışında öğrenci yetiştirecek "Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli" ile
- AKP anlayışında öğretmen yetiştirecek "Öğretmenlik Meslek Kanunu Tasarısı".
Yeri geldiğinde “Halkın istediği olur” diyen iktidar, toplumun yarıdan fazlası karşı çıksa da, tüm eleştirilere aldırmayıp önce maarif modelini uygulamaya koyuyor, sonra da Öğretmenlik Meslek Kanununu çıkarıyor.
Bu arada Diyanet de, gericileşme bensiz olmaz dercesine, eğitimi dinselleştirecek ve toplumu din toplumuna dönüştürecek "Stratejik Plan: 2024-2028"i açıklıyor.
2024 yılı ağırlıklı olarak bu belgelerle ilgili eleştirilerle geçerken, Ocak ayında şeriat istekleri dile getiriliyor. Okulların/öğretmenlerin çocukları namaza yönlendirdikleri görülüyor. Diyanet, lise ve üniversite öğrencileri için "Umre" ödüllü yarışma düzenliyor.
R. T. Erdoğan, şeriat sloganları atanları eleştirenlere 1 Şubat’ta yanıt veriyor: “Farklı maskeler altında şeriat düşmanlığı var. İslamın hayata dair kurallarının bütününü temsil eden şeriata düşmanlık esasında dinin bizatihi kendisine husumettir” diyor. Hakkari’de, bir Kuran kursu öğreticisi, KYK yurdunda, "yaratılışın amacı" hakkında konferans veriyor.
Mart’ta cihatçı örgütlere gönderdiği yardımlarla bilinen bir vakıf Anadolu Üniversitesi’nde "gençlik iftarı" düzenliyor. Cemaate ait bazı anaokullarında çocuklara takke ve cübbe giydiriliyor, namaz kıldırılıyor ve öğlene kadar tekne orucu tutturuluyor. İstanbul’da bir kaymakam, ilkokulda Kuran kursu açılması için yazı gönderiyor. Mayıs’ta LGS öncesinde ÇEDES kapsamında ve sınava hazırlık bağlamında ilköğretimi bitiren öğrenciler camiye çağrılıyor.
2024 boyunca gazetelerde benzeri gericileşme haberleri yer alıyor. AKP’li Menemen belediye başkanının, geçen günlerde Asteğmen Kubilay’ı şehit eden katilin mezarına gidip dua etmesi ise gericileşmenin ne boyutlara geldiğini gösteriyor. İnsan söyleyecek söz bulamıyor.
Yine 2024 boyunca, İsrail’in Gazze’de uyguladığı soykırım devam ediyor ve iktidar “İsrail ile ticareti durdurduk dese de muhalif gazetelerde ticaretin devam ettiği haberleri yer alıyor.
Gericileşme açısından 2024 yılının en önemli olayı ülke içinde maarif modeliyle öğretmenlik meslek kanununun uygulanması oluyor. Uluslararası düzlemde ise laik ve Amerikancı olmayan Esat rejiminin şeriatçı oldukları tescillenmiş HTŞ tarafından yıkılması oluyor. Bu arada;
- HTŞ’nin 8-10 bin toplama insanla, 10 gün içinde neredeyse bir kurşun atmadan ve Esat’ın 30 bin kişilik düzenli ordusu yokmuşçasına, elini kolunu sallayarak Şam’a girmesi,
- Esat’ın, pılını pırtısını toplayıp ülkesinden kaçması,
- HTŞ lideri Culani’nin, Şam’da bir süre İsrail’in askeri formasıyla dolaşması,
- Şam’a girildikten sonra İsrail’in hava saldırılarıyla Suriye’nin askeri gücünün yüzde 80’nini yok etmesi ve Golan tepelerindeki toprak işgalini genişletmesine karşı pek tepki gösterilmemesi,
- MİT müsteşarının Şam’a gitmesi, Şam’da Culani’nin arabasıyla dolaşması ve Emevi Camii'nde namaz kılmasının büyük bir gösteriye dönüştürülmesi,
- Türkiye dışişleri bakanı ile Culani’nin Şam’da birbirlerine sarılmalarının görüntüsü,
- Şam’ı ele geçiren şeriatçı güçlerin iktidar tarafından “devrimci” sayılması,
- Şeriatçı güçlerin ele geçirdiği Suriye’ye demokrasinin geleceğinin söylenmesi,
- ABD’nin, dün terörist olarak ilan ettiği ve 10 milyon dolar ödül koyduğu HTŞ’nin lideri Culani ile bugün Şam’da resmi görüşmeler yapması,
- R. T. Erdoğan’ın Şam’a gidip Emevi camiinde namaz kılacağı söylentileri
herkesi şaşkına çevirmiş bulunuyor.
Şaşkınlık işe yarıyor: Şaşıranlar, İran cumhurbaşkanının doğruyu söylediğini, ABD-İsrail-Türkiye-Culani’nin uzun bir süredir birlikte hareket ettiklerini ve kandırıldıklarını düşünüyor.
2024’te başlanan uygulamalarla ve şeriatçı güçlerin Suriye’yi ele geçirmesinden sonra gericileşmenin 2025’te daha da hızlanacağı belli oluyor. Belki de bu nedenle yazının başlığını, "2024 yılı bitmeyecek" şeklinde değiştirmek gerekiyor.
Çalışma Bakanı Vedat Işıkhan, asgari ücretin İstanbul’da ortalama bir ev kirasını bile karşılayamayacak düzeyde 22.104 lira olacağını açıklarken “Peygamber Efendimizin ‘işçinin alın teri kurumadan hakkını verin’ öğüdü, medeniyetimizin de özünü yansıtan güçlü bir erdem ve adalet çağrısıdır” demiş. Asgari ücret miktarı ile ilgili konuşmada bir hadisten söz etmek ve bu hadisle bağdaşmayan bir ücret açıklamak, iktidarın şeriat anlayışının bir göstergesi mi, ne dersiniz?
/././
Antalya’daki imar skandalında mahalleli belediyenin kapısına dayandı!-Yusuf Yavuz-
Antalya’da özel şirketin talebiyle 32 bin m2’lik imar hakkını 53 bin m2’ye çıkaran imar planı değişikliğine karşı mahalle halkı ayağa kalktı.Antalya’nın Kepez ilçesi Fabrikalar Mahallesi’nde bulunan 2 katlı KİPA AVM’nin arazisinde 15 katlı rezidans yapılmasına yönelik özel bir şirket tarafından hazırlanan imar değişikliği talebi Antalya Büyükşehir Belediye Meclisi’nde CHP ve AKP’li meclis üyelerinin oylarıyla geçtiğimiz ay kabul edilmişti.
Kepez Belediye Meclisi’nin de Aralık ayı başında onaylamasıyla, 32 bin m2’lik KİPA AVM’nin arsasında yoğun bir yapılaşmanı önü açıldı. Dokuma Kent Hakkı Platformu üyeleri, düzenlemeye yönelik itiraz ve talepleri içeren dilekçeleri bugün Antalya Büyükşehir Belediyesi’ne teslim etti.
Trafik ve altyapı sorunlarına yol açması beklenen düzenlemenin iptalini talep eden Platform üyeleri, belediye önünde basın açıklaması yaparak itiraz ve taleplerini kamuoyuyla paylaştı.
Antalya’da CHP ve AKP’nin imar rantı kardeşliği
Antalya Büyükşehir Belediye Meclisi, 11 Kasım 2024 tarihinde, iki katlı Kipa AVM’nin arsasındaki 32 bin 274 metrekarelik imar hakkını 53 bin metrekareye çıkaran bir karar aldı. İmar hakkını yükselten 1/5 binlik ve 1/ 25 binlik plan tadilatları, CHP ve AKP’li meclis üyelerinin ittifakıyla kabul edilmişti.
İlçe belediyesi de aralık başında onayladı
Kepez Belediyesi Meclisi de, 5 Aralık 2024 tarihinde, KİPA AVM arsası için hazırlanan 1/1000’lik plan değişikliğini onayladı. İlçe Belediye Meclisi’nde alınan kararda, CHP’li üyeler grup kararı ile evet derken, MHP ve AKP temsilcileri grup kararıyla karşı oy kullandılar.
Arazi satışı gerçekleşmeden ve imar planı henüz onaylanmadan aylar önce proje üzerinden daire satışına başlandığının ortaya çıkması, ‘skandal’ olarak yorumlanmıştı.
Rezidans projesinden bir görselDokuma Kent Hakkı Platformu’ndan plan değişikliğine itiraz
Fabrikalar Mahallesi’nde yaşayan vatandaşların ağırlıklı olduğu Dokuma Kent Hakkı Platformu üyeleri, düzenlemeyle ilgili itiraz ve taleplerini bugün Antalya Büyükşehir Belediyesi’ne iletti. Düzenlemenin iptalini talep eden platform üyeleri, belediye önünde bir basın açıklaması yaptı.
‘İmar hakkında üç kat artış yapıldı’
Büyükşehir Belediye Meclisi’nce alınan 1/5 binlik ve 1/25 binlik plan değişikliği kararının askı süresinin 30 Aralık 2024 tarihinde dolacağı belirtilen açıklamada, “İşte biz de bugün, Büyükşehir Belediye Meclisi’nin söz konusu plan değişikliği kararına itiraz edip düzeltilmesini talep etmek üzere buradayız. Antalya Kent Konseyi, web sitesinden duyurduğu bir rapor ile KİPA AVM arsasındaki plan değişikliğinin imar hakkını artırmaktan başka bir amacı olmadığını açıkladı. Rapor, plan notları ile bu alandaki imar hakkının üç kattan fazla artırılmasına imkân verildiğini ortaya koyuyor.
Antalya Kent Konseyi’nin raporunda ayrıca, imar mevzuatına aykırı olduğu vurgulanan KİPA AVM imar planı değişikliğinin, ulaşım yoğunluğu, altyapı ve donatı alanlarının yetersizliği yönünden Fabrikalar Mahallesi’ni olumsuz etkileyeceği ifade ediliyor.
Antalya Şehir Plancıları Odası da Antalya’daki imar planı tadilatlarının sakıncalarını dile getirdiği bir açıklama yaptı ve KİPA AVM imar planı değişikliğini de bunun bir örneği olarak gösterdi. Antalya Şehir Plancıları Odası, plan değişikliği yapılırken KİPA AVM arsası ile çevresindeki alanlar arasında planlama ilişkisi kurulmadığına dikkat çekti. Yani dedi ki, yapılmak istenen değişiklik KİPA AVM ve içinde bulunduğu Fabrikalar Mahallesi’nin enerji, iletişim, ulaşım ve su altyapısını dikkate almıyor.
Tüm bunlardan da anlaşılacağı üzere, Kipa AVM arazisindeki imar planı değişikliği önerisi onaylanıp uygulanırsa, önü alınamaz yüksek maliyetli sorunları da beraberinde getirecek. Yani, tek bir şirkete rant sağlamak üzere yapılacak böylesi bir imar planı değişikliği, maliyeti bu şirket tarafından değil de Belediye bütçesi üzerinden tüm Antalyalıların cebinden karşılanacak ciddi bir altyapı yatırımları yapılması ihtiyacını doğuracak” ifadelerine yer verildi.
Plan değişikliği yapılan parselMahalledeki mevcut AVM’ler 150 bin m2’den fazla
Kişiye özel plan değişikliği iddialarıyla gündeme gelen Fabrikalar Mahallesi’nde bütüncül planlama yapılması çağrısında bulunulan açıklamada, şöyle denildi:
“Bizler, sükûneti nedeniyle yaşam alanı olarak seçtiğimiz Fabrikalar Mahallesi’nin, sağlık ocağı, spor sahası, kaldırım ve pazar yeri gibi eksikliklerine karşın, altyapısından, camisi ve okulundan memnunuz. Fabrikalar Mahallesi’nde mevcut olan ve toplamı 150 bin m2’yi aşan AVM’ler sebebiyle zaten yetersiz kalan yollarımızı ve diğer donatı alanlarımızı plan tadilatı ile gelecek ilave nüfus ile paylaşmak istemiyoruz. Tamamıyla rant elde etmek için hazırlanan ve onaylanan plan değişikliğinin Fabrikalar Mahallesi’nin yanı sıra Ulus, Özgürlük ve Yeşiltepe gibi komşu mahallelerdeki kentsel yaşam standartlarını da düşüreceğini görüyoruz.
‘Rant planı iptal edilsin, bütüncül planlama yapılsın’
KİPA AVM plan değişikliğinin iptalini talep eden itiraz dilekçelerimizi, şimdi Antalya Büyükşehir Belediyesi’ne teslim edeceğiz. Önümüzdeki hafta aynı itirazı Kepez Belediyesi’ne yapacağız. Basın açıklamamıza katılımınız için teşekkür ederiz. Basın açıklamamızı, itiraz dilekçelerimizdeki talebimizi tekrar ederek bitiriyoruz: KİPA AVM rantsal dönüşüm planı iptal edilsin. Kamu yararı için Fabrikalar Mahallesi’nde bütüncül planlama yapılsın.”
/././
Sömürücülere ve yanılsamalara karşı işçi sınıfı -Ali Rıza Aydın-
"Artık holdinglerin ve tarikatların, emperyalist devlet ve örgütlerin yönetimine hayır deme zamanı. Suskunluk değil, eylem zamanı."
Anayasa sözünde ve özünde, kapitalizmin ekonomi politiğini güvence altına alıyor. Sermaye sınıfı için öyle yollar açılıyor ki emekçilere ilişkin “sosyal devlet”, “çalışma hakkı ve ödevi”, “çalışma şartları ve dinlenme hakkı”, “ücrette adalet sağlanması” gibi hükümler savrulup boşa düşüyor.
Bu ekonomi politik “laik hukuk devleti”, “hak ve özgürlükler”, “devletleştirme”, “kamulaştırma”, “siyasi faaliyet, “seçme ve seçilme” “dernek, vakıf, sendika, kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşu”, “toplumsal denetim düzenekleri”, “devletin gözetim ve denetimi”, “hak arama” özgürlüğü” gibi maddelerle perdeleniyor. Ancak Anayasa sermaye sınıfının ve siyasi iktidarının güvence altında yaşamasına, emekçi halkın denetim altında tutulmasına, işçi sınıfının uyumlaştırılmasına hizmet ediyor. Çalışma alanına ilişkin yasalar bu anayasal düzeni yansıtıyor.
Özü: Herkesin sermaye sınıfının, onun siyasi iktidarının, gerici ve emperyalist işbirliğinin sınırsız baskısı altında yaşaması…
Türkiye Komünist Partisi’nin emekçilere yaptığı “İşçi olduğunu unutma, gücünün farkına var!” çağrısında belirtilen “tarih boyunca olmadık ayrımlar soktular işçilerin arasına”, “Onların düzeni, düzen siyaseti var. Onların çıkarlarını savunan temsilcileri, partiler var. Onların düzeni daha çok savaş, ölüm, yoksulluk ve çürüme demek” saptamasına dayanak olan, destek veren araçların arasında yer alıyor Anayasa ve hukuk.
Demokrasi ve hukuk yanılsaması hem hukuk belgeleriyle hem de uygulama ve denetimle birlikte yaratılıyor. Emeği, emek gücünü unutturmak için kullanılan araçlar sadık emekçilik, sadık sendikacılık istiyor; ucuz, esnek, güvencesiz emek ve yedek işgücü olarak işsizlik istiyor.
“Çalışma herkesin hakkı ve ödevidir”, “Devlet, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli ekonomik ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri alır” diyen Anayasa, herkesin “dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerine” sahip olduğunu söyleyerek sömürünün kapısını açıyor. “Özel teşebbüsler kurmak serbesttir”, “herkes, mülkiyet ve miras hakkına sahiptir” diyerek kapının arkasında egemen sermaye sınıfına sınırsız hak ve özgürlük alanı açıyor. Yetmiyor, “özel teşebbüslerin milli ekonominin gereklerine ve sosyal amaçlara uygun yürütülmesini, güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak tedbirleri” devletin almasını buyuruyor. Yetmiyor, kamusal işletme ve varlıkların, kamusal yatırım ve hizmetlerin özel kesime yaptırılabileceğini veya devredilebileceğini öngörüyor.
Sendikasızlaştırmanın, sadık ve uzlaşmacı sendikacılığın, sendikacılıkta liberalleşmenin yolunu açan; asgari ücretin saptanmasında çalışanların geçim şartlarını gözetmesinin karşısına “ülkenin ekonomik durumunu”, “sermaye sınıfının ekonomik çıkarını” koyan da Anayasa. Toplumsal denetim yollarının, toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin, toplu iş sözleşmelerinin sınırlandırılmasını sağlayan da Anayasa. Grev hakkının yasaklanmasının veya ertelenmesinin dayanağı olan ve bu durumlarda grev hakkını ortadan kaldıran da Anayasa.
Hiç olmazsa yargı yolu var diyenler arabulucudan geçmek zorunda. Ekonomi politiği sömürü olan Anayasayı yorumlayan Anayasa Mahkemesi, Anayasaya ve aynı Anayasaya dayanılarak çıkarılan yasalara dayanan yargı zaten “aldatıcı bir güven duygusu” yaratıyor. Sömürü düzeni, dinselliği yanına alarak, sınıfsal olan hukuku ve yargıyı sermaye sınıfı yararına daha fazla işletiyor.
Sömürücü sınıf tüm denetim ve karar düzeneklerini, yasama düzeneğini elinde tutuyor. Halkın olana hukuku kullanarak veya keyfice el koyuyor. Üretim ilişkilerinin, toplumsal ilişkilerin ürünü olan hukuk sömürünün güvencesi yapılıyor, uzlaşmaz çelişkilerin uzlaştırılmasında sömürülenler sömürenlerin kalıbına sokuluyor.
Sınıfsal savaşım verecek emekçileri gerçek çözüm yollarını düşünmekten uzaklaştıran düzende haklarını aynı düzenin kurum ve kurallarında arayan bireysellik, sınıfını unutan işçiler, emekçi olduklarını unutan kamu/özel çalışanları, derinleşen sömürü yaygınlaşarak sökülüp atılmayacak derecede yerleştiriliyor. Dinsellik ile milliyetçilik hem düzenin destekçisi hem de sömürücüsü.
Emekçiler oylarının düzen içi siyasi partilerce çalındığını bile bile bir yandan yoksulluk ve tinsellik içinde, diğer yandan burjuva demokrasisinin ve liberalleşme maskaralığının içinde boğuluyor.
Emek sömürenler için bir meta, “başka seçenek yok” diyorlar. Özgürlük sevdaları sermayenin önündeki engellerin temizlenmesi, emeğin denetim altında tutulması anlamına geliyor. “Yaşasın Cumhuriyet” diye alkışlarla getirileni bitirdiler.
Sömürü düzeninden umut beklenmesi, ölümüne sömürünün kabulünden başka bir şey değil. İşçi sınıfının, sınıfa destek verenlerin düzenin eleştirisiyle sınırlı uyuşukluktan kurtulması, örgütlenerek düzenin çözümlenmesi ve dönüştürülmesine katılması gerekiyor.
Artık holdinglerin ve tarikatların, emperyalist devlet ve örgütlerin yönetimine hayır deme zamanı. Suskunluk değil, eylem zamanı. “Yaşasın Emekçilerin Cumhuriyeti” zamanına yol almak için baskıyı, korkuyu, uzlaşmacılığı aşarak işçi olduğunu unutmama zamanı. İlkeli ve kararlı olarak ayağa kalkma, ileriye adım atma zamanı.
Anayasa mı? Sınıfsal anlam ve içeriği görülüp anlaşılmadan aldatıcı kalmaya devam eder. Yeni anayasa toplumcu olacak ve kurucu unsuru emek gücü olduğunda gelecek.
/././
Sisi'ye karşı eylem çağrıları, yayılan eski videolar: Mısır'da neler oluyor, Türkiye işin içinde mi?-Can Kuyumcuoğlu-
Mısır'da Sisi'nin devrilmesi için Müslüman Kardeşler hesapları protesto çağrıları yapıyor, eski eylem videolarını yeniymiş gibi yayıyor. Peki ortada bir operasyon var mı, Türkiye dahil mi?Suriye'nin ardından Mısır da ayaklanmanın eşiğinde mi?
Bu iddia, Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah el Sisi'nin pankartlarını yırtan ve sokaklarda protesto eden insanları gösteren bir dizi videonun yayılmasıyla dile getirilmeye başlandı.
Ülkede son 5 gün içerisinde, Cumhurbaşkanı Abdülfettah el Sisi'nin politikalarına karşı gösteri çağrıları ve devrilmesine yönelik talepler Mısırlı sosyal medya hesapları üzerinden yayıldı.
Kendini "aktivist" olarak tanımlayan bazı Mısırlı sosyal medya hesapları, çağrıların ardından başkent Kahire'de Sisi karşıtı büyük gösterilerin başladığına dair birtakım görüntüler yayınlamaya başladı. Videoları paylaşanlar, Sisi'ye karşı Kahire'de protestoların patlak verdiğini öne sürerek, "Mısırlılar, ezici yoksulluk ve enflasyon ortasında Sisi'nin 45 milyar dolarlık sermaye projesi nedeniyle sokaklara döküldü. Eleştirmenler, vatandaşların hayatta kalmak için mücadele ettiği bu hareketi savurganlık olarak niteliyor. Mısır bir sonraki ayaklanmasının eşiğinde mi?" iddiasında bulundu.
Videoyu yayınlayan hesapların Müslüman Kardeşler, Suriyeli cihatçı yönetim yanlıları ve diğer "Mısırlı muhaliflere" ait olduğu anlaşılıyor. Türkiye'nin de bu işin içinde olduğuna, Müslüman Kardeşler'i harekete geçirerek bir algı operasyonu başlatmaya çalıştığına dair iddialar da yer almaya başladı.
Mısır'da Sisi'nin 2013 yılında Musi'yi darbeyle devirerek iktidara gelmesinin ardından Ankara ve Kahire arasındaki ilişkiler maslahatgüzar seviyesine inmiş, Erdoğan geçen yıllar içinde Sisi için “katil”, “darbeci”, “zalim” gibi ifadeler kullanmıştı. Şimdi Türkiye Mısır'la normalleşme sürecinde. Erdoğan, geçtiğimiz hafta Kahire'de Sisi'yi ziyaret etti.Görüntülerin eski olduğu ortaya çıktı
Videolarda, kalabalıkların Sisi'nin resimlerini yırtıp, "Halk rejimi devirmek istiyor, defol git Sisi" diye slogan attıkları görülüyor.
Ancak bu görüntülerin 2019 ve 2020'de ülke genelinde yapılan protestolara ait olduğu ortaya çıktı. Teyit siteleri, söz konusu görüntülerin eski olduğunu ve Kahire'de olmadığını doğruladı. Görüntülerin birçoğu, Facebook'ta 2019 tarihli paylaşımlarda tespit edildi. Bugün, Mısır'da hükümet karşıtı protestoların patlak verdiğini bildiren kaynaklarsa güvenilir değil.
O dönem, Mısırlı sürgün müteahhit ve aktör Muhammed Ali'nin Cumhurbaşkanı Sisi'yi yolsuzlukla suçlaması ve insanları sokağa çıkmaya çağırması üzerine protestocular sokaklara çıkmıştı.
Sisi'den uyarı: 'Suriye'dekinin aynısını Mısır'da yapmaya çalışıyorlar'
Bu arada, Mısır istihbaratına ait bir televizyon kanalı, geçtiğimiz Pazar günü, Cumhurbaşkanı Abdülfettah el Sisi'nin Suriye'nin yok edildiği ve ismi açıklanmayan güçlerin Mısır'da aynı şeyi yapmaya çalıştığı konusunda uyardığı bir propaganda videosu yayınladı.
Mısır istihbarat servislerine ait bir şirket olan Birleşik Medya Hizmetleri'nin işlettiği bir kanal olan ON tarafından yayınlanan videoda Sisi, Suriye'deki yönetim değişikliği için, "Dikkat edin, Suriye'deki görevleri tamamlandı. Suriye'yi çoktan yok ettiler. Amaçları Mısır devletini devirmek" ifadelerini kullandı.
"Mısır düşerse kaosun tüm dünyaya yayılacağını biliyorlar. Bu yüzden Mısır ekonomisini ve toplumsal barışı baltalamak için her türlü çaba gösteriliyor" diyen Sisi, Mısır'ı bu tür çabalardan koruma taahhüdünü dile getirdi.
Sisi şöyle devam etti: "Tekrar söylüyorum ve umarım herkes bu mesajı anlar, milletimizi ve halkını kötülükten korumaktan çekinmeyeceğiz. Halkımızı ve Mısır'ın ulusal güvenliğini koruyoruz. Güvenliğimizi tehdit eden kim olursa olsun, uygun araçları kullanarak onlarla yüzleşeceğiz."
Sisi, Esad'ın devrilmesinden sonra, medya ve kamu figürleriyle ayrıca düzenlediği bir brifingde de, Suriye'deki gelişmelere değinerek Mısır'ın aynı şeye tanık olmasının pek olası olmadığını belirtmişti.
Sisi, geçtiğimiz hafta yaptığı açıklamada, "Yapmadığım iki şey var: Elim kimsenin kanına bulaşmadı ve kimsenin parasını da almadım. Mısırlılar orduları ve polis güçleriyle birlik olduğu sürece, kimse hiçbir şey yapamayacak" diye konuşmuştu.
Sisi, önceki gün Polis Akademisi'ni ziyaretinde de, ülkesinin ve bölge ülkelerinin "çok miktarda yalan ve söylenti" ile karşı karşıya olduğuna dikkat çekerek, "her şeyi sarsmayı amaçlayan sosyal medya siteleri üzerinden yapılan planlara" değindi.
Sisi, burada yaptığı açıklamalarda şunları söyledi:
"Çok büyük ve muazzam miktarda söylenti ve yalan var. Bunlar bitmeyecek planlar ve çalışmalardır."
Erdoğan'ın danışmanı Yasin Aktay'ın geçtiğimiz hafta Suriye'de HTŞ lideri Culani'yle yaptığı söyleşide yanında olan kişi hiç konuşulmadı: Mısır'da başsavcıya suikasttan idam cezası almış Müslüman Kardeşler üyesi Mahmud Fethi Bedir.Esad'ın devrilmesini kutlayan Suriyelilere müdahale
Bununla birlikte, Esad'ın 8 Aralık'ta düşmesinin ardından, Mısır'daki birçok Suriyeli mülteci kutlamalar yapmak için sokaklara çıktı.
Ancak, Mısır güvenlik güçlerinin kutlamaları hızla dağıttığı ve yaklaşık 30 Suriyeliyi gözaltına aldığı öne sürüldü.
Mısır Kişisel Haklar Girişimi (EIPR), dün gözaltına alınanlardan üçünün şu anda Suriye'ye sınırdışı edilme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu iddia etti.
Bu arada, El Arabiya kanalı, geçtiğimiz hafta Mısır'ın Suriyelilere yeni vize kısıtlamaları getirdiğini bildirdi. Kanalın bildirdiğine göre, Avrupa veya Amerika vizesi olan Suriyelilerin Mısır'a girmek için artık ek bir güvenlik iznine ihtiyacı var.
Sosyal medya operasyonu neyi amaçlıyor?
Sisi'ye devrilmesine yönelik çağrılar ve eski videoların yeniymiş gibi yayılması, ülkedeki Müslüman Kardeşler ve diğer İsliamcı unsurların psikolojik savaş operasyonunun bir parçası oldukları şüphesini uyandırıyor.
Sahte videoların zamanlaması sadece Suriye'de HTŞ lideri Culani'nin yükselişiyle değil, aynı zamanda Mısır'da Hüsnü Mübarek'in devrilmesinden sonraki 13. yıldönümü olan 25 Ocak 2025'le de örtüşüyor.
Ülkedeki İslamcıların, bu operasyonlarla önümüzdeki birkaç hafta içinde "gerçek protestolar" tetiklemeyi umdukları anlaşılıyor.
Ekonomik krize yönelik tepkiden faydalanma amacı
Müslüman Kardeşler ve İslamcı diğer "muhaliflerin" ayrıca Mısır ekonomisinin benzeri görülmemiş düşüşünü ve artan enflasyonu istismar etmeye çalıştığı değerlendiriliyor.
Mısır uzun yıllardır ciddi bir ekonomik krizle boğuşuyor. Dünya Bankası'na göre, 2023 yılı sonu itibarıyla gıda enflasyonundan en çok etkilenen ülkeler arasında Mısır ilk sırada yer alırken, 2016 yılından bu yana Mısır lirasının dolar karşısında art arda değer kaybetmesi ve gıda ithalat faturasının yükselmesi nedeniyle genel enflasyon göstergelerinde, özellikle gıda fiyatlarında art arda artışlar görüldü.
Mısır lirası, ABD doları karşısında rekor değer kaybı yaşıyor. Ülke tarihinde ilk kez, ABD doları, 51 Mısır Lirası'na ulaştı.
Türkiye bu işin içinde mi?
Sosyal medyadaki Sisi karşıtı propagandanın ardından, bazı Mısırlı sosyal medya hesapları, Türkiye'nin Suriye'de Esad'ı devirdikten sonra Mısır'da Sisi'ye aynısını yapmaya hazırlandığına dair fikrini paylaşmaya başladı. Bu hesapların düşüncesine göre, Türk İstihbaratı, Müslüman Kardeşler taraftarlarını isyana kışkırtmak için Sisi'ye karşı sosyal medya platformlarında etki operasyonu ve psikolojik savaş başlattı.
Ancak, Türkiye'nin Mısır'da Müslüman Kardeşler üzerinden başarılı bir operasyon başlatabileceğine dair kanılar oldukça az. Zira, Müslüman Kardeşler, son 10 yılda özellikle Kuzey Afrika'da gücünün büyük bir bölümünü kaybetti. Hareket içerisinde uzun zamandır yönetici kadro sıkıntısı da mevcut.
Bunun yanı sıra, Mısır ordusunun hâlâ güçlü ve birleşik olduğuna, Esad'ın ordusu kadar zayıf ve bitkin düşmediğine dikkat çekiliyor. Mısırlıların ordunun ekonomik yönetimine kızsalar da, Müslüman Kardeşler'den veya patronu Türkiye'den gelebilecek herhangi bir dış tehdide karşı ordunun arkasında toplanmaya devam etmesi muhtemel.
Öte yandan, Sisi iktidarı, 2013'te iktidara geldiğinde birçok kişinin umduğunun aksine laik değil. Sisi, Müslüman Kardeşler'e siyasi grup olarak karşı çıksa da, yönetimi altında İslamcılık Mısır'da oldukça yayıldı. Mısır'da daha önce hiç olmadığı kadar çok kökten dinci gruplar var. Ancak, bu gruplar Müslüman Kardeşler'i mevcut yönetime meşru bir alternatif olarak görmüyorlar.
Bu nedenle Türkiye'nin, psikolojik operasyonlar başlatarak Sisi'yi kızdırabileceği, ancak Esad'a yaptığı gibi yönetimini sona erdirmek için yeterli araca sahip olmadığı düşünülüyor.
Bununla birlikte, Türkiye'nin, özellikle Libya ve Somali'de olmak üzere diğer cephelerde Sisi için birçok zorluğa yol açabileceği konuşuluyor.
/././
‘Roma’nın düşüşü’ ve sağlığı gasp edilenlerin öfkesi -Mustafa Ersözlü-
Mangione'nin eylemi, ABD'de işçi sınıfının sağlık hakkı mücadelesinin radikal bir ifadesine dönüştü.
Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) en büyük özel sağlık sigortası şirketi olan UnitedHealthcare CEO’su Brian Thompson’un Aralık ayı başında öldürülmesi gündeme oturdu. Bu sağlık tüccarının ölümü mafyatik bir hesaplaşma ya da tutku cinayeti değildi.Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla cinayetin baş şüphelisi 26 yaşında, ‘iyi bir aileden’ gelen ve ‘iyi bir üniversiteden’ mezun olan Luigi Mangione isimli kişiydi. Mangione’nin sağlık şirketlerini ve yöneticilerini ‘parazit’ olarak tanımladığı notlarının bulunduğu, cinayette kullandığı mermiler üzerine şirketlerin insanların sağlık harcamalarını ödemeyi reddettiği kelimeler olan “Reddet, Savun, İfade ver” (Deny, Defend, Depose) ifadelerinin yazılı olduğu iddia edildi.1
Amerikan işçi sınıfı Mangione’ye beslediği sempatiyi sosyal medyada paylaşımlara yansıtır, çevrimiçi bağış kampanyaları yapar, duvar yazılarında “daha fazla CEO” talep ederken ve adil yargılanma hakkı için New York’ta mahkeme önünde eylem yaparken ana akım medya da sağlık sistemindeki ‘pürüzleri’ görmeye başlamak zorunda kaldı. 23
Amerikan sağlık sistemindeki pürüzler ise ne Amerikan işçi sınıfı ne de dünya kamuoyu için yeni değil. Michael Moore 2007 tarihli Sicko filminde özel sigorta şirketlerinin ödemekten kaçındığı için karşılanmayan sağlık bakımı ihtiyacını kişisel hikayelere odaklanarak anlatır.4 Film aynı zamanda sağlık ihtiyacı olan sigortalılardan kaçırdıkları fonlara dayalı kazancın sürmesi için devasa kaynakların politikacılara lobicilik sistemiyle rüşvet olarak verilmesini de eleştirir.5
Amerika’da sağlık sisteminin karakterini piyasacılığı oluşturmaktadır. Sağlık hizmetleri büyük oranda bireyler veya işverenler tarafından ödenen primlerle özel sigorta şirketleri üzerinden finanse edilerek yine özel hastaneler ve hizmet sunucular tarafından sağlanmaktadır.6
Sağlık sigortacılığında 65 yaş üzeri yurttaşlar ve yıllık gelir düzeyi belli bir rakamın altında olan kişileri kapsayan Medicare/Medicaid sigortaları çoğu başlıkta kapsayıcı olmadığından ‘tamamlayıcı sağlık sigortası’ bu kesimler için de zorunluluktur.7 Sağlık bakımı harcamalarının yarısından fazlasını (%52) özel üçüncü şahıslar veya bireyler tarafından ödenen primler veya cepten ödemeler oluşturmaktadır.8 2023’te yapılan bir araştırmada yurttaşların %18’i karşılanacağını düşündüğü bir sağlık hizmeti için sigortadan geri ödeme alamamış ve %27’si de beklenenden az geri ödeme alabilmiştir.8 Bu istatistikler Mangione’ye nüfusun dörtte birinin neden sempati duyabildiğini anlamamızı sağlıyor.9
Yurttaşlar için hal bu iken şirketler ne durumdadır? Pazar payının %15’ine sahip UnitedHealthcare sağlık tekeli UnitedHealth gruba bağlı. 2024 yılında 460,3 milyar dolarlık piyasa değeriyle grubun en büyük gelire sahip 500 şirket içinde bazı petrol tekellerini geride bıraktığını söyleyerek gasp edilen sağlık hizmetinden elde edilen zenginlik özetlenebilir.10
Son dönemde ABD’nin emperyalist hegemonyada konumunu kaybetme riskine ve toplumsal eşitsizliklerle belirginleşen çürümeye atıfla ‘Roma’nın düşüşü’ ve ya ‘çöküşü’ benzetmesi yapılageliyor. Trump’ın yeniden iktidara gelmesi de bu benzetmeyi bir kesimde canlandırırken, bütün teknolojik ilerleme ve biriken servete rağmen kendi yurttaşlarının önemli bölümüne sağlık hizmeti sun(a)mayan bir toplum için çöküş benzetmesi pek de haksız gözükmüyor. Yeni başkanın eski politikalarına bakılırsa da işçi sınıfının sağlık hakkı konusunda da neden umutsuz ve öfkeli olduğu anlaşılıyor.11 Muhtemelen bu umutsuzluk zemini de haklı öfkenin bireysel radikal eylemlerle ifadesine yol açıyor.
Thomas Cole tarafından 1833-1836 yıllarında yaratılan "The Course of Empire" isimli beş tablodan oluşan seriden biri.Ülkemizde de sağlık sisteminde özel sektörün payı artarken ABD’den dinlediğimiz hikayeden ne öğrenebiliriz? Kamusal sağlık sigortası olan Genel Sağlık Sigortası (GSS) kasasında işçilerin maaşlarından kesilen primlerle biriktirilen kaynak sağlık harcamalarında ana kaynağı oluşturuyor. GSS bütçesinden özel hastanelere yapılan harcamaların pandemi öncesi ve sonrasında sık sık soruşturmalara konu olduğu ve ‘Yenidoğan çetesi’ olarak kamuoyuna yansıyan olaylarda ne kadar önemli bir yerde durduğu hatırlanırsa konunun önemi daha iyi kavranabilir. Tamamlayıcı Sağlık Sigortası (TSS) ise GSS’nin kapsamadığı hizmetleri karşılamakta ve cepten sağlık harcamalarının üçte birinin cepten ödendiği ülkemizde 2023’te sağlık sigortalı sayısı 4 milyon kişiyi aşmıştır. 2015 yılından 2020 yılına kadar TSS primlerinin 14 kat arttığı düşünülürse ‘anlatılan bizim de hikayemizdir’ demek için çok da erken sayılmaz.12
Bu olayda ortaya çıkan öfkeye ve taraflaşmaya bakılırsa Roma’nın düşüşünün bu sefer ‘içindeki barbarlar’ yani güvencesiz çalışan, sağlık hizmetine ulaşma hakları gasp edilmiş ve evsizlik tehlikesi altında olan Amerikan işçi sınıfı eliyle olacağı günler uzak değildir.13
- 1.1. https://haber.sol.org.tr/haber/abd-bu-cinayeti-konusuyor-parazit-olarak…
- 2.2. https://www.forbes.com/sites/petersuciu/2024/12/16/social-media-sympath…
- 3.3. https://www.economist.com/united-states/2024/12/12/luigi-mangiones-mani…
- 4.4. https://www.voanews.com/a/a-13-2007-06-29-voa53/404255.html
- 5.5. York N. US health professionals demonstrate in support of Sicko. BMJ. 2007 Jun 30;334(7608):1338–9. doi: 10.1136/bmj.39258.421111.DB. PMCID: PMC1906621.
- 6.6. https://haber.sol.org.tr/blog/sinifin-sagligi/akif-akalin/saglik-sistem…
- 7.7. Kılıç, B. Amerika Birleşik Devletleri Sağlık Sistemi. Toplum ve Hekim. Kasım 1994. Cilt 9. Sayı 64-65.
- 8.8. Çağlayan, Ç. COVID-19 Pandemisi ve ABD Sağlık Sistemi, Toplum ve Hekim. Ocak-Şubat 2022. Cilt 37 Sayı 1.
- 9.9. https://www.azfamily.com/2024/12/20/1-4-americans-sympathize-with-luigi…
- 10.10. https://en.m.wikipedia.org/wiki/UnitedHealth_Group
- 11.11. https://haber.sol.org.tr/blog/sinifin-sagligi/akif-akalin/trumpin-sagli…
- 12.12. Başoğlu, B. (2021). Türkiye'de tamamlayıcı sağlık sigortaları prim üretimi ve özel sağlık sigortaları sistemine katkıları açısından değerlendirilmesi. [Complementary Health Insurance Premium Production in Turkey and the Evaluation of Their Contributions to the Private Health Insurance System] Selcuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, (46), 108-123.
- 13.13. https://haber.sol.org.tr/yazar/abdnin-yolcu-ucaklari-teroru-11035
Artık konu işçiler olduğunda sanki toplumu oluşturan birçok farklı kesimden herhangi biri hakkında konuşuluyormuş gibi bir his uyanıyor ve meseleye ancak o kadarlık bir ilgiyle yaklaşıldığına şahit oluyoruz. Bu konuda okumak, konuşmak, dinlemek, tepki vermek yani her tür etkileşim aynı yabancılaşmadan nasibini alıyor. Dış politika, iç politika, ekonomi, bilim, spor, sanat, kültür konuları ve bir de işçiler… Bu haliyle işçiler kamuoyunu meşgul eden gündemler arasında “rating”leri en düşük seyredenler arasında!
Bu işte bir yanlışlık var. Belki de yanlış olan işçilerin gündemlerinin, yani dillere pelesenk olmuş haliyle, “işçi gündemleri”nin diğerleri içinde kendine özgü ayrı bir kategori teşkil ettiği fikridir. Sorgulanmadan kabul edilen, ezberletilen yanlış belki de budur, bir tuzak…
Peki ama nasıl toplumun kahir ekseriyetini oluşturan işçi sınıfı böyle bir tuzağın içine çekilip kendine yabancılaşıyor, uzaklaşıyor? Potansiyel olarak toplumu temsil etme gücüne en fazla sahip olan bu sınıf nasıl alelade bir “kesim” gibi ele alınabiliyor?
Sorunun oldukça geniş ve kapsamlı bir yanıtı olacağı açık ve yanıtın bir boyutuna da yukarıda çok kısa değinmiş oluyoruz. Ancak bu yazıda meselenin işçi sınıfı cephesinden kaynaklanan boyutları üzerinde daha fazla duralım ve “işçi” kategorisinin toplumdan ayrıştırılabilmesinin öznel nedenleri üzerine düşünelim. Bu düşünce de bizi doğal olarak işçi sınıfının bir sınıf olarak toplumsal arenada boy gösterebilmesinin koşullarına ve toplumu temsil etme iddiası kazanmasının yaratacağı farklara götürecektir. İşçilerin yaşayışlarının, beklentilerinin, taleplerinin, bazen direnişlerinin kamuoyunda sanki küçük bir azınlığın dertleriymiş gibi ele alınmasının önüne geçecek olan işte tam da budur. Hayatın geri kalanından ayrıştırılmış bir “işçi” kategorisinin yıkılıp atılması ve her tür gündeme yaklaşımda kendisini hissettiren açık, birleştirici bir sınıf tavrı…
Bu sınıf tavrını nereden kuracağız? İşçileri birleştiren en güçlü zemin neresidir?
Buna yanıt verelim derken çok yaygın ve ölümcül bir hata yapılıyor. Ve tam da bu hata işçi sınıfını yukarıda sözünü ettiğimiz tuzağın içine çekiyor. İşçi sınıfını siyaset alanı içinde tek bir departmana sıkıştıran ve küçülten bir hata. “İşçilerin gündemi” adında farklı bir kategori oluşturan ve işçilerin sesini kesen bir hata: Ekonomizm.
İşçilerin birliğini oluşturan koşullar sömürü mekanizmalarına bağlıdır evet. Temel çatışma işçi sınıfı ve sermayedarlar arasındaki uzlaşmaz çelişkiden doğmuştur ve işçileri en büyük planda birleştiren, onlara tarihsel nitelik kazandıran zemini işte bu çatışma oluşturur. Peki işçiler ve patronların cepheleşmesi yalnızca hayatın geri kalanından yalıtılmış bir ekonomik zeminde mi sahne alır? Hayır elbette… Dış politikada, iç politikada, eğitim, sağlık gündemlerinde, ekonomide, bilim, sanat, sporda, kültür meselelerinde işçiler ve patronlar birbirlerine cephe almış durumdadır. Bunu nasıl yok sayabilir ve ağzımızın tadı kaçmasın diye görmezden gelebiliriz?
Bu temel çatışma zemini bütünseldir. Her alanda, hayatın tümünde objektif olarak işçilerin cephesi kuruludur. Bu bütünselliği görmeyen bir yaklaşımın daraldığı ekonomi alanında bile işçilerin birliğini sağlayabilmesinin imkanı yoktur çünkü;
İşçilerin sektörleri, aldıkları ücretler, dinleri, mezhepleri, milliyetleri, cinsiyetleri hep farklıdır… Yalnızca bu farklılıklar etrafında şekillendiği için verili siyasal atmosferde doğal olarak destekledikleri partiler de farklıdır… Ve bu partilerin arka bahçeleri haline geldikleri sürece işçi sınıfının sendikaları da farklıdır…
Hayata yalnız ekonomik planda işçilerin gözünden bakıp kalan bütün alanlarda düzen siyasetine, kimlik siyasetinin sınıfsal ayrımları perdeleyen gürültüsüne teslim olunduğunda işçilerin birliği bir hayal olmanın ötesine geçmezdi. Çünkü kimlik siyaseti yerin dibine batmadıkça işçiler kendi çok parçalı yapılarını değiştirebilecek kaynaklardan mahrum kalmaya devam ederlerdi.
Oysa işçilerin birliği sermayeyi yenecek… Bu çok yaygın sloganın aynı zamanda dünyayı tersyüz edecek ve karşısında başka hiçbir tezin tutunma şansı bulamadığı bir gerçekliği ifade ettiği çok açık.
Siyasete işte bu birliğin koşullarını oluşturma önceliği ile yaklaşmak zorundayız. Kendinden başka bir hayat ve dünya olmadığını bilen, işçiliğinden güç alan ve sınıf aidiyeti taşıyan işçiler memleket gündeminin merkezindedir. Bu olmadığında ise işçinin sesi cılız ve belli belirsiz bir tonda duyulmaya devam eder. Bu tarihsel iddianın yakınından geçmeyen bir işçi hareketi kendi içinde birbirini suçlamaya, birbiriyle kavga etmeye başlar. Ücret pazarlığına sıkışan bir mücadele alışkanlığının toplumun genelinde nasıl karşılandığını, sınıf mücadelesine belli açılardan nasıl zarar verdiğini defalarca gördük.
İşçiler haftasonlarında aileleri, sevdikleri, arkadaşlarıyla mutlu ve huzurlu vakit geçirebilmeyi, sakin ve öngörülebilir bir çalışma hayatını, her gün uykudan yenilenmiş ve zinde uyanabilmeyi ve bunun mümkün olabileceği kadar mesaiye sahip olabilmeyi ister. Uzaklaşabilmenin, kafa dağıtabilmenin, gezip yeni yerler görebilmenin hayal olmadığı yıllık tatil imkanı olsun ister. İnsanca yaşayabileceği bir evi olsun, çocuklarını rahat okutabilsin, hastasını tedavi ettirebilsin ister. Mutlu bir hayatın koşulları içinde sayabileceğimiz pek çok başka maddi ihtiyaç da olabilir. Ancak bunların her biri için verilecek mücadele de yukarıda sözünü ettiğimiz gibi bütünsel nitelik taşımalıdır. Öyle olmadığında, yani yalnızca maddi zemine sıkışıldığı bir durumda bu talepler kolektif olmaktan uzaklaşır ve kişiselleşir.
Kişiselleştiği tabloyu ise bir düşünün; işçiler ve patronlar arasındaki fark yalnızca bu maddi ihtiyaçların mütevazılığı ve bayağılığı arasındaki farka daralmış olacaktır. İşçiler patronların yaşantısına özenerek ömür geçirecek ve bu durumda toplumun yüzde 99’unu da oluştursalar da hiçbir zaman toplumu temsil etme gücüne erişemeyeceklerdir.
Kısa yoldan köşeyi dönme uğraşına girer, kumar batağına düşer, borsayla meşgul olur, alkolizme saplanır, uyuşturucuya meyleder, mafyaya fedai olabilirler…
Başka bir kültür diyoruz… Bu kültür nereden beslenir? Maddi taleplerin mütevazi düzeyde kalması ayrı bir kültürün yeşermesi için yeterli midir? Hayır, ayrı kültür ayrı siyaset demektir. Bu siyasetin en önemli unsurları eşitlikçilik, kolektivizmin yalnızca sendikalizmden beslenmesi mümkün değildir. Tersi doğrudur. Sendikal alan bu bütüncül ve evrensel iddiadan beslendiği ölçüde bir anlam taşıyacaktır.
Dünyada bizim cephemizi bizden başka kimse açamaz. İşçinin kendi davasında, tarihsel haklılığına zarar verecek her tür yaklaşım bizden uzak olsun. İşçi sınıfının toplum için, ülke için, dünya için taşıdığı iddiayı küçülten, işçiyi ücret pazarlığına hapseden her tür küçültücü tavır da yerin dibine batsın. Geri kalan her alanda cepheyi terk edip, kimlikçilik yapıp, sınıfı bölüp “işçi gündemi” dedikleri alanda işçiyi hatırlayan, onun cephesinde görünenler işçicilikle ellerini yıkamaya çalışmaktan vazgeçsinler.
Kimlikçilik için, kimliklerden bir kimlik olarak yapılan işçicilik için, ekonomizm için deniz bitmiştir.
Her cephede, fabrikada, meydanda, okulda, tarlada olduğu gibi Türkiye’de ve dünyada da yalnız işçi sınıfı diyeceğiz. Onun penceresinden bakacağız. Onun cephesini tutacağız. İşçiler var!
/././
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder