soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -4 Ocak 2025-

Bocchi’nin Türkiye'deki firması Sanikey Seramik işçilere maaş vermiyor

Sanikey Seramik çalışanları iki aydır hiç maaş alamıyor. Daha önce aldıkları maaşlar da düzensiz. İşçiler molasız çalışıp çaylarını dahi makina başında içtiklerini anlatıyor.

İtalyan markası olan Bocchi’nin Türkiye’deki firması Sanikey Seramik işçilerin ücretlerini ödemiyor, insanca çalışma koşulu sağlamıyor ve ücretsiz izne çıkarıyor.

Peki Sanikey Seramik'te ne oluyor? Yakından bakalım.

Şirketin yönetim kurulunda üç isim var: Ahmet Şadi Burat, İbrahim Kemalettin Fırat, Nihat Yıldırım. Yönetim Kurulu Başkanı Burat, Yıldırım ise Yönetim Kurulu Başkan Vekili.

Ticaret Sicil Gazetesi'ne göre şirketin sermayesi 50 milyon Türk lirası. 

Kocaeli’nin Dilovası ilçesinde yer alan firma banyo ve mutfak armatürleri, banyo mobilyaları, banyo aksesuarları, küvet ve duş kabini, gömme rezervuar sistemleri ve mutfak eviyeleri üretiyor. Şirketin satışlarının yüzde 87’si yurtdışına.

Bocchi Yönetim Ekibi: Şadi Burat (Yönetim Kurulu Başkanı & Ortak), Nihat Yıldırım (Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı & Ortak), Serkan Ak (Bocchi CEO & Ortak), Akgün Seçkiner (Bocchi ABD Genel Müdürü & Ortak) ve Andrea Grünewald (Bocchi Almanya Genel Müdürü).28.06.2023

Eczacıbaşı'ndan bugüne Şadi Burat

Şirketi kurarken gazetelere demeçler veren bu patronlar eski patronlarının karşılarına rakip olarak çıkmalarıyla ünlü. Eczacıbaşı Holding’te üst düzey yöneticilik yapan üç isim banyo ürünleri sektöründe faaliyet gösteren 68 yıllık İtalyan markası Bocchi’yi satın alıp Türkiye’de üretime başlıyor.

Bugün işçilerin ücretini ödemeyen, ücretsiz izne çıkaran Ahmet Şadi Burat, 2018’de firmanın başarılarını sıraladığında gelirlerinin yüzde 87’sinin döviz cinsinden olduğunu söylüyor. Burat’ın cümleleri aynen şöyle:

“Türkiye’de 660 kişiye istihdam sağlıyoruz. Gebze’deki fabrikamızda 1 milyon adet üretim kapasitesine sahibiz.”

4 kıtada 57 ülkeye 30 milyon dolarlık ihracat yapan firma, Gebze ve Tuzla organize sanayi bölgelerinde kiralanan fabrikalarda üretime başlamış. Daha önce yöneticisi olduğu Vitra’nın Kartal fabrikasının o dönemde kapanması yetişmiş işçi bulmalarını kolaylaştırmış.

Gazetelerde girişimcilik dersleri vermekten pek keyif alan Burat bir başka yerde konuşurken şirketlerin başarılı olması için gerek 9 kriteri açıklamış. En önemlisi “liderlik”miş. Listenin devamı şöyle: “İkincisi politika ve strateji. Üçüncü önemli kriter çalışanların yönetimi”.

Key Teknik ismiyle rezervuar üreticisi de olan şirket, bu işini Amerika’nın alanındaki en büyük şirketi Fluidmaster’a 60 milyon TL’ye sattı.

Burat 2017'de Sözcü'ye verdiği söyleşide “Sattığımız şirketin cirosuyla beraber 2017’de 190 milyon TL hedefliyoruz” diyor.

Aynı söyleşide yine kendisiyle övünürken şunları söylüyor, “Sacmi ile dünyanın her yerine kalıp yapıyoruz şu anda, İsrail’den tutun Hindistan’a... 2-3 milyon Euro’luk bir iş”

Burat, Milliyet’e 31 Ocak 1999’da verdiği röportajda o dönem genel müdürü olduğu Vitra için “Vitra devrimci bir kuruluştur” demişliği var.

Maaş vermedi, işten çıkardı: İşçi mahkemede kazandı

2019 yılında Gebze’deki 480 işçiye bir yıl boyunca maaşların düzenli verilmemesiyle gündeme gelmişti şirket. O dönem Patronların Ensesindeyiz Mücadele ve Dayanışma Ağı’na ulaşan işçiler, Burat’ın işçilere düzenli maaş ödemediğini, mavi yakalı işçilerin iki-üç maaş, beyaz yakalı işçilerin ise üç-dört maaş geriden geldiklerini söylemişti.

Durumun düzelmesi için Çalışma Bakanlığı’na defalarca dilekçe yazılmış, noterden ihtar çekilmiş ancak kısmi düzelmeler sorunu çözmemişti.

İş bırakma eylemleri yapan sendikalı 40 işçi işten çıkarılmıştı. 

2022 yılında işçiler mahkeme tarafından haklı bulundu. Mahkeme işçilerin işten atılmalarının haksız olduğu ve işçilerin işe iadesi yönünde karar verdi. Yaşanan olayların ardından işe dönme kararı alan işçileri ayrıca Türkiye Çimento Seramik Toprak ve Cam Sanayii İşçileri Sendikası’ndan da istifa ederek başka bir sendikaya üye oldu.

Uzun süredir düzensiz olan maaşlar 2 aydır hiç yok

2024 yılının son aylarında benzer bir süreç yeniden başladı. Sanikey Seramik, bir süredir işçilerin ücretini ödemiyor hem de hammadde yoksunluğu bahane edilerek işçileri ücretsiz izne çıkarıyor. 

İşçiler maaşlarının zamanında yatırılmasını ve koşulların iyileştirilmesini talep ediyor. 

Patronların Ensesindeyiz Ağı’na konuşan işçiler Kocaeli ilinin Dilovası ilçesindeki fabrikada çalışıyor.

Lavabo ve klozet üretimi yapılıyor hali hazırda.

İşçiler en temel ihtiyaçtan yoksun bırakılıyor patron tarafından: mola. Ne öğle molaları ne  çay ne de ihtiyaç molaları var. Peki bunu nasıl çözüyorlar? “İşlerini daha hızlandırarak kendimiz yaratıyoruz” diyor çalışanlar.

Böyle mola mı olur? Çay molası makina başında

Örneğin dökümde çalışıyorsa işçi, çay molası makina başında oluyor. Şöyle anlatıyorlar durumu: “Makina hiç durmadığı için çayı da orada içiyoruz. Yani çay içerken bir yandan da çalışıyoruz. Mola alanımız mevcut değil.”

Çay molası olmayan, çay alabilmek için daha da sıkı çalışılmasını mecbur kılan bir sistem kurmuş gazetelerde pek övülen Burat.

İşçilerin temel bir diğer sorunu tabii ki maaş. Şu an iki aydır maaşsız çalışıyorlar:

“Ücretler 2024 Mart ayından bu yana her ay demesek de çoğunluk ile zamanında yatmıyor. Son iki ay ise hiç ücret alamadık. Bu konuda muhatap bulmak istediğimizde ise bulamıyoruz. Normalde iş zamanı karşımıza çıkan patron ve müdürleri konu maaşımızı sormaya gelince ortadan yok oluyorlar.”

İşçiler ara ara iş durdurarak maaşlarının yatmamasını protesto ediyor, öyle olunca da fabrikayı 3-5 iş günü için kapatıyor patronlar. 

Sendika ortada yok

İşçiler devam ediyor anlatmaya:

“Kapanan süreç boyunca maaşımızdan kesiyorlar ve bizi ücretsiz olarak izne çıkarıyorlar. Sendikada bu süreçte sessiz kalıyor.”

Sendika da sessiz sedasız, tepkisiz. Daha önceki süreçte de hareketsiz kaldıkları için işçiler tepkiliydi. 

Talepleri çok net, her çalışan gibi maaşlarımız zamanında ödensin, çalışma koşullarımız insanca olsun diyorlar.

Çağrıları da talepleri gibi net: “Biz buradan tüm arkadaşlarımıza da çağrı yapıyoruz. Bize kendimizden başka kimse yardım etmeyecek, yan yana gelmek zorundayız. Türkiye’nin bu koşullarında maaşımızın ödenmemesi kabul edilebilecek durum değil. Herkesi Patronların Ensesindeyiz Ağı ile başlattığımız mücadeleye katılmaya davet ediyoruz.”

Spor kanalı iflas etti

Burat aynı zamanda Nut Yapım’ın da sahibi. Yönetim Kurulu Başkanlığını yürüten Şadi Burat, bu görevi oğlu Mehmet Bora Burat’a bıraktı.

Nut Yapım’a bağlı Nut Spor’un akıbeti de belirsiz, kanal 2 aydır yayın yapmıyor. Kurulduğu dönem televizyonda futbol yorumculuğu yapan pek çok büyük ismi kadrosuna taşıyan kanalla bir bir herkes yollarını ayırdığını açıkladı.

Spor muhabiri Mustafa Çevik’in iddiasına göre Burat, Nut Spor’un iflas ettiğini açıkladı, çoğu yorumcununsa parası ödenmedi. 

Yorumcular mahkeme yoluna başvurdu.

Kanalın kadrosu ilk açıldığında şöyleydi: Bizim Çocuklar: Evren Göz, Berkay Tokgöz / Futbol Lab: Erman Özgür, Evren Göz, Berkay Tokgöz / Gol Makinası: Nihat Kahveci, Serkan Korkmaz / Güzel Bir Kamp Dönemi: Boğaç Soydemir (Educatedear), Ufuk Kaan Karacan, Nihato (Nihat Güven) / Ateş Arabaları: Ercan Taner, Mert Aydın / Maç Maç Bakıyoruz: Evren Göz, Berkay Tokgöz / 5'te 5: Ercan Taner

                                                                              ***
ABD emperyalist bir devlet olmaya ne kadar devam edecek?-Erhan Nalçacı-
Bu koşullarda ABD emperyalizmi geriye çekilecek mi? Hiç öyle gözükmüyor, aksine tükenene kadar daha da hırçınlaşma eğilimi Trump’ın açıklamaları ile dışa vuruldu.

Trump’ın yeniden seçilmesi ABD için bir yön değişikliği anlamına geliyor.

Ana hatlarıyla şöyle özetlenebilir:

Ukrayna’da Rusya’ya karşı sürdürülen vekâlet savaşı bir anlaşmayla sonlandırılacak.

ABD’nin tekrar ekonomik gücünü kazanması için iç piyasa yabancı sanayi ürünlerine karşı yüksek vergi duvarları ile korunacak.

ABD’nin yeniden sanayi üretimine yönelmesi ile üretim gücü artırılacak.

Bu politikalar nasıl ve ne kadar uygulanabilir, tam olarak kestirmek mümkün değil. Ancak bu yönelimle birlikte ABD’nin emperyalist hiyerarşi içindeki yerini kısaca tartışalım.

ABD emperyalist piramidin tepesinde olmasına karşılık uzun bir süredir dış ticaret açığı veriyor. 2023 yılında ABD’nin ihracatıyla ithalatı arasındaki fark 773 milyar dolar civarındaydı.

Aşağıdaki grafik sadece Çin ile ticaretteki açığın nasıl seyrettiğini bize gösteriyor:

Grafik 1: Grafik 1985 ve 2023 yılları arasında ABD’nin Çin ile ticaretinde verdiği açığın yıllara bağlı olarak nasıl değiştiğini gösteriyor. Özellikle Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne katıldığı 2001 yılından bu yana açığın hızla arttığı görülüyor. 2024’te söz konusu açık biraz azalarak 245 milyar dolar civarında gerçekleşti.

ABD açığı çok önemsemiyordu, çünkü doların dünyadaki egemenliği sayesinde tasarruf eden uluslar ABD’ye çoğu borç olmak üzere yatırım yapıyorlar ve açığı finanse ediyorlardı. Böylece ABD giderek az üretirken ABD halkı yüksek tüketim standartlarını koruyordu.

Ancak dünya üretimine yapılan katkı tek değilse de emperyalist hegemonyanın başlıca unsurudur. ABD’nin üretim kapasitesindeki azalış hegemonyasını tehdit edecek düzeye ulaştı.

Bunun birçok nedeni var. ABD sermayesi ucuz emek gücünün sunulduğu coğrafyalara doğru kaydı zaman içinde ve ABD sanayi gücünde bir gerileme yaşandı. Ayrıca kapitalizmin yapısal krizi nedeniyle de üretken emekten kaçış rol oynadı. Aşağıdaki grafik ABD emek gücünün sanayide çalışan kesiminin nasıl azaldığını bize gösteriyor. 

Grafik 2: ABD’de 1940’larda emek gücünün %40 kadarı sanayide çalışırken bu oranın %8’lere gerilediği görülüyor. Tarımdaki emeğin oranı da azalırken emek gücü hizmet sektörüne yığılıyor.

Emek gücünün üretimden çıkıp hizmet sektöründe yoğunlaşması kapitalizmin yapısal bir sorunu olarak alınabilir. Emek gücü tüketime dayalı veya üretimle dolaylı olarak ilişkili sektörlerde toplanıyor. Sermaye kâr oranlarını yüksek tutabilmek adına üretken sektörlerden kaçma eğilimi taşıyor. Bir dünya fabrikası olarak tanımlanan Çin’de bile benzer bir eğilim görülüyor.

Kapitalizmin bütün yapısal sorunlarının sosyalizmle aşılabileceğini daha önce belirtmiştik. Sosyalizm bunu hizmet ve üretim sektörünü bütünleştirerek ve piyasa dışına taşıyarak gerçekleştirecek. Ancak konuyu dağıtmadan tekrar ABD’ye dönelim.

Sonuçta ABD’deki hegemonya erozyonunun temel unsuru olan üretimde gerilemeyi aşağıdaki grafikten izleyebiliriz. 

Grafik 3: 2000’li yıllarda ABD’nin dünya üretimine yaptığı katkının nasıl azaldığı izleniyor. Günümüzde ABD’nin katkısı %16’nın altına inerken, Çin’in katkısı neredeyse dünya üretiminin üçte birine yaklaşıyor.

Sorun sadece ABD iç pazarının yabancı sanayi ürünleri ile istilası değil, ABD dünya pazarlarından da çekilmek zorunda kalıyor. 

Ayrıca ABD’deki işçi sınıfının son dönemde kazandığı hareketlilik emek gücünün ucuzlatılmasını engelliyor. Bu da ABD mallarının dünya pazarlarına girişinde rekabet gücünü azaltıyor.

Dolar egemenliği ise aşağı doğru gidişe rağmen halen sürüyor. ABD mali hegemonyasını dünya halklarına karşı aşağılık bir şekilde kullanabiliyor. Örneğin, Suriye’de Cumhuriyetin çöküşünde ABD’nin 10 yıldır uyguladığı ambargonun etkisi büyük oldu.

Öte yandan dolar hegemonyasındaki gerileme gözle görülür hale geldi. 2000’lerin başında dünya ticaretinin %70 kadarı dolar kullanılarak yapılırken, bu oran %40’lara düştü. Rusya ve Çin, Brezilya ve Çin, İran ve Rusya, Suudi Arabistan ve Çin gibi ikili ticari ilişkiler yerel paralarla yapılmaya başlandı. 

Alternatif uluslararası para ve dolaşım sistemleri oluşturmak için ciddi bir arayış var. Bu ABD’nin ticaret açığının bir süre sonra finanse edilemeyeceği anlamına da geliyor. 

Trump bu nedenle dolardan kaçmaya çalışan BRICS ülkelerini çok yüksek gümrük duvarları oluşturarak ABD’ye ihracatlarını engellemekle tehdit etti.

Ancak burada başka bir yapısal sorun doğuyor. Tedarik zincirleri artık dünyayı bütünleştiriyor. Sosyalist bir dünya tedarik zincirlerinin planlanmasına dayanarak en akılcı şekilde tasarlanmasını sağlayacak, yoksa her ülkenin her şeyi üretmesine odaklanmayacak.

ABD’nin yüksek gümrük duvarları ile iç pazarını koruması bu koşullarda hemen hemen imkânsız gözüküyor. Bu durum ABD’ye diğer ülke pazarlarında rekabet şansı vermediği gibi geçen hafta konu ettiğimiz Almanya gibi ihracata dayalı ekonomilerin krizini de derinleştirecek gibi duruyor.

Bu koşullarda ABD emperyalizmi geriye çekilecek mi? Hiç öyle gözükmüyor, aksine tükenene kadar daha da hırçınlaşma eğilimi Trump’ın açıklamaları ile dışa vuruldu. Trump hem 1999’da devrettiği Panama Kanalı’nı geri istedi ve bir halkın egemenlik hakkını doğrudan tehdit etti. Hem de buzulların erimesi nedeniyle ekonomik değeri çok artan Grönland’a sahip olmak istediğini açıkça söyledi. Ne de olsa halen dünyanın en büyük askeri gücü olarak gözüküyor.

Ocak sonunda başlayacak Trump döneminde dünya halklarının giderek gerileyen ABD emperyalizminin hırçın, ırkçı, haksız ve saldırgan eylemlerine maruz kalacağını gözleyeceğiz.

Öte yandan ABD’yi daha kırılgan hale getiren kendi sermaye sınıfı içinde de bir yarılma olduğu görülüyor. Geçtiğimiz hafta içinde ABD’de gerçekleşen terör saldırılarına bir kez bakın. 

Bu saldırıların uyanan IŞİD hücreleri tarafından yapıldığına inanmamızı istiyorlar. Bu saldırıların neye hizmet ettiğini anlamak için belki beklememiz gerekecek. Ancak muhtemelen Trump’a suikast girişimi, Ukrayna’ya Rusya içlerini vuracak menzilde füze kullanmasına izin verilmesi, Trump dönemine iki hafta kala Ukrayna’ya 1,5 milyar dolar tutarında yardım edilmesi ve terörist saldırılar birbirinden ayrı olaylar değildi, sermaye sınıfı içindeki çıkar kavgasının ürünleriydi.

Dünyada böylesine bir altüst oluş dönemini hem üzerimize yıkılmasını engellemek hem bu dönemi kazanmak için örgütlü karşılamaya ne dersiniz?

                                                               /././

Giresun'da Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü'ne ait olimpik havuzda 60 kişi zehirlendi

Giresun’da Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü’ne ait olimpik yüzme havuzunda meydana gelen zehirlenme nedeniyle 54'ü çocuk 60 kişi rahatsızlanarak hastaneye kaldırıldı.

Giresun'un merkez Seldeğirmeni Mahallesi'ndeki Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü’ne ait Olimpik Yüzme Havuzu'na giden bazı vatandaşlar, bulantı ve kusma gibi şikayetlerle rahatsızlanmaya başladı. 

Sabah saatlerinde yapılan ihbar üzerine olay yerine, 112 Acil Sağlık ve polis ekipleri sevk edildi.

Ekipler, baygınlık geçiren ve çeşitli şikayetleri bulunan 17'si çocuk 21 kişiyi kentteki hastanelere nakletti.

Olay yerine giden Vali Mehmet Fatih Serdengeçti, rahatsızlananlar için "Durumları son derece iyi, bilinci kapalı olan evladımız ya da insanımız yok" dedi.

Havuzda oluşan sıkıntının kaynağıyla ilgili doğalgaz firması ve AFAD'ın gerekli incelemeleri yaptığını söyleyen Serdengeçti, "Henüz o manada belirsiz bir durum var, sadece karbonmonoksit biraz yüksek çıktı, onunla ilgili tetkikler yapılıyor" diye konuştu.

Serdengeçti, havuzun kapatıldığını, incelemeler sonrası gerekli açıklamanın yapılacağını sözlerine ekledi.

Ancak açıklamaların ardından kendi imkanlarıyla sağlık kuruluşlarına giden vatandaşlarla birlikte zehirlenen sayısı 60'a yükseldi. Valiliğin açıklamasına göre 60 kişinin 54'ü çocuk.

                                                             ***

Bakanın eşi ve MHP'li vekilin oğlu istifa etmişti: Yunus Emre Enstitüsü'ndeki yolsuzlukla ilgili 8 tutuklama

Yunus Emre Vakfı’ndaki “naylon fatura” soruşturması kapsamında gözaltına alınan 11 vakıf çalışanından 8'i gece yarısı biten sorgularının ardından tutuklandı. Hem iktidar hem muhalefetten isimler var.

Türkçe'yi yaygınlaştırmak amacıyla faaliyet gösterdiğini söyleyen Yunus Emre Enstitüsü yolsuzluk iddialarıyla gündemde. Görevden alınan Enstitü Başkanı Şeref Ateş yurtdışına kaçarken, gözaltına alınan 11 şüpheliden 8'i tutuklandı.

Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı Vakıflar Genel Müdürlüğü, dünyanın farklı ülkelerinde faaliyet gösteren Yunus Emre Enstitüsü'nde beş ay boyunca sürdürdüğü incelemede tespit ettiği usulsüzlükleri savcılığa taşıdı. 

Yunus Emre Enstitüsü'nden yapılan konuyla ilgili açıklamada, 2024 yılı Haziran ayında başta eski Enstitü Başkanı Şeref Ateş olmak üzere ilgili vakıf personelinin görevden alındığı ve ardından Temmuz 2024 itibarıyla teftiş süreci başlatıldığı belirtildi.

Enstitü, elde edilen bulgular doğrultusunda da 23 Aralık 2024 tarihinde Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulunulduğunu kaydetti. 

Savcılık, yolsuzluk iddialarını soruşturmaya devam ederken suçlamaların baş sorumlusu Başkan Ateş'in ise nerede olduğu bilinmiyor. Ateş'in yurtdışına kaçtığı tahmin ediliyor.

Soruşturma nasıl başladı?

Kamu kaynakları ile finanse edilen Yunus Emre Vakfı'na bağlı Yunus Emre Enstitüsü'nün görevden alınan başkanı Prof. Dr. Şeref Ateş'in geçen Haziran ayında neden görevden alındığına ilişkin ayrıntılı bir açıklama yapılmamıştı. Ancak kurumun sahte faturalar ile dolandırıldığı iddiaları konuşuluyordu. 

Bakanlık talimatı ile Vakıflar Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu, Temmuz ayında iddialarla ilgili inceleme başlattı. İnceleme sonrası şüpheli çok sayıda işlem nedeniyle de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunuldu. 

DW Türkçe'den Kıvanç El'in edindiği bilgiye göre, suç duyurusu sonrası savcılık bazı personelin mal varlığına tedbir koydu ve Mali Suçları Araştırma Kurulu'ndan (MASAK) da detaylı bir rapor istedi.

Savcılık 1 Ocak'ta da zanlılara yönelik operasyon başlattı. Operasyon kapsamında 11 kişi gözaltına alındı. Firari durumdaki eski başkan Şeref Ateş ile birlikte M.D, M.Ç, S.Y, İ.K, F.G.E, S.İ ve F.Y "zimmet, hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma, edimin ifasına fesat karıştırma, sahtecilik, nitelikli dolandırıcılık ve suçtan kaynaklanan mal varlığı değerlerini aklama" suçlarıyla itham ediliyor. 

Bu suçlara katıldıkları düşünülen şirket yetkilileri A.F, E.E, E.T.E, F.K, H.K, M.K ve Y.E şüpheli olarak soruşturma kapsamına alındı.

Eski başkan Şeref Ateş nerede?

Pazartesi günü eski Başkan Şeref Ateş'in görevden alındıktan üç gün sonra Almanya'ya gittiğini ve bir daha dönmediğini duyuran DW Türkçe, savcılık operasyonu sonrası evine giden emniyet yetkililerinin Şeref Ateş'i bulamadığını yazdı. Ateş'in yurtdışına çıkış yaptığı tespit edildi. Şeref Ateş'in yakın çevresine "Tedavi için yurtdışına gidiyorum" dediği öğrenildi.

Almanya, Şeref Ateş için yabancı bir ülke değil. Malatya doğumlu olan Ateş, gençlik yıllarını Almanya'da geçirdi. Lisans ve yüksek lisans eğitimini Türkiye'de tamamlayan Şeref Ateş, doktorasını ise Almanya'da yaptı.

Suçlamalar neler?

Enstitünün 2016 yılından bu yana başkanlığını yapan Ateş'in 2020 ve 2023 arasını kapsayan dönemdeki işlemleri şüpheli olarak değerlendiriliyor.

Yurtdışında çok sayıda alım yapan Enstitünün sahte faturalar ile bazı malları almış gibi gösterdiği ancak gerçekte bu malların alınmadığı öne sürülüyor. Ayrıca yapılan yardımların da kağıt üzerinde olduğu ve sahte faturalar ile milyonlarca liranın kaybolduğu tahmin ediliyor.

İlk belirlemelere göre sahte faturaların toplamda 16-17 milyon dolar civarında. Ancak soruşturma ve MASAK raporu kapsamında bu rakamın artabileceği kaydediliyor.

Şeref Ateş'in ihaleleri yaparken yasal mevzuatı delmek için çeşitli formüller kullandığı da belirlendi. Örneğin 10 milyon TL'lik bir ihale yapılacağında bu ihalenin yasal mevzuata göre duyurusu yapılması gerekirken Başkan imzası ile 500, 550 bin TL'lik 20 farklı "doğrudan alım" yapılmış gibi gösterildi.

Yasal mevzuata göre 2024 yılı için 622 bin TL'nin altında doğrudan alım yapma yetkisi kurumun yönetiminde bulunuyor. Doğrudan alım kararlarında ihale açılmasına gerek duyulmuyor. Yardım ya da farklı işlere dair bu alımlar yapılsa da incelemelerde birçok alımın kağıt üzerinde olduğu tespit edildi.

Aile Bakanı’nın eşi niye istifa etti?

Aile Bakanı Mahinur Göktaş'ın eşi Rahmi Göktaş ile MHP'li Semih Yalçın'ın oğlu Abdullah Yalçın da enstitüde başkan yardımcısı olarak görev yapıyordu. Ancak hem Göktaş hem de Yalçın soruşturma sürecinde kurumdan istifa etti. Kurum kaynakları her iki ismin de kendi isteği ile istifa ettiğini ve "yolsuzluk iddiaları ile ilgilerinin olmadığını" öne sürdü.

Aile Bakanı Göktaş da kadın milletvekilleri ile olan WhatsApp grubuna "Eşim YEE'de başkan yardımcısı olarak Ekim 2023'de göreve başladı. Bahse konu olay eşimin göreve gelmesinden önce gelişen dönemi kapsıyor. Eşim teklif edilen farklı bir görev nedeniyle kurumdan ayrıldı" paylaşımını yaptı. Göktaş'ın AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı da bilgilendirdiği kaydedildi.

Her iki ismin soruşturmaya şu aşamada dahil edilmedikleri öğrenildi.

Yunus Emre Enstitüsü'nden yapılan yazılı açıklamada da "Vakıf Mütevelli Heyeti tarafından 2024 yılının Haziran ayında başta eski Enstitü Başkanı Şeref Ateş olmak üzere ilgili vakıf personelleri görevden alınmış ardından da 2024 yılı Temmuz ayı içerisinde teftiş süreci başlatılmıştır. Teftiş aşamalarının ardından sürecin şeffaf ve sağlıklı yürütülebilmesine katkı sağlanması adına başkan yardımcıları kendi istekleri ile kurumumuz bünyesindeki görevinden ayrılmıştır" denildi.

Enstitü ne yapıyor?

Faaliyetlerine 2009 yılında başlayan Yunus Emre Enstitüsü, 66 ülkede 92 ofisle hizmet veriyor. Türkçe öğrenmek isteyenlere kurslar düzenlediğini belirten Enstitü, Türkiye'nin tarihini, dilini, kültürünü de bu ülkelerde tanıttığını söylüyor. Türkiye ve Türkçe dili üzerine yapılan çalışmaları da desteklediğini öne süren Enstitü, "Çok sayıda konser, etkinlik, yapım ve yardımı örgütlüyoruz" diyor.

Kurumun 2023 Faaliyet Raporu'na göre Enstitü'nün 2023 yılı bütçesi 1,3 milyar TL idi. 

Bakan Ersoy, CHP'li Özgündüz ve bürokratlar mütevelli heyetinde

BirGün'de yer alan habere göre, Yunus Emre Vakfı’nın Mütevelli Heyeti Başkanlığını  Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy yapıyor.

Heyetin üyeleri arasında Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Serdar Çam, Dışişleri Bakan Yardımcısı Nuh Yılmaz, Millî Eğitim Bakan Yardımcısı Ömer Faruk Yelkenci, Hazine ve Maliye Bakan Yardımcısı İsmail İlhan Hatipoğlu, Türkiye Maarif Vakfı Başkanı Birol Akgün ile birçok rektör ve bürokrat yer alıyor.

İsmail Arı imzalı habere göre Yunus Emre Vakfı’nın Denetim Kurulu’nda da muhalefetin temsilcisi yer alıyor. 5653 Sayılı Yunus Emre Vakfı Kanunu’nda Denetleme Kurulu’na dair “Bakanlık, Dışişleri Bakanlığı ve Maliye Bakanlığı tarafından görevlendirilecek birer üye ile iktidar ve ana muhalefet partisi tarafından üç yıl süreyle seçilecek birer üyeden oluşur. Maliye Bakanlığı temsilcisi Denetleme Kurulunun başkanıdır” ifadeleri yer alıyor.

Muhalefet partisi CHP’nin vakıftaki temsilcisi 24. Dönem İstanbul Milletvekili Ali Özgündüz. Vakfın sosyal medya hesaplarında yer alan bilgilere göre de CHP’li Özgündüz, firari olduğu belirtilen eski Başkan Şeref Ateş ile Yunus Emre Vakfı’nı temsilen birçok ülkeye gitti.

Kimler tutuklandı?

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanlığının Yunus Emre Vakfı'nın tabela şirketlerinden alınan naylon faturalar ile zarara uğratıldığı yönündeki suç duyurusu üzerine başlayan soruşturma kapsamında gözaltına alınan şüphelilerin emniyetteki işlemleri tamamlandı.

"Zimmet", "hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma", "edimin ifasına fesat karıştırma", "sahtecilik", "nitelikli dolandırıcılık" ve "suçtan kaynaklanan mal varlığı değerlerini aklama" suçlarından soruşturma başlatan savcılık, aralarında eski kurum çalışanlarının da olduğu 15 kişi hakkında gözaltı kararı vermiş, 11'i yakalanmıştı.

Sağlık kontrolünün ardından Ankara Adliyesi'ne getirilen şüpheliler, soruşturmayı yürüten savcıya ifade verdikten sonra tutuklama talebiyle nöbetçi sulh ceza hakimliğine sevk edildi.

Zanlılardan M.D, M.Ç, S.Y, E.E, E.T.E, F.K, H.K ve M.K "hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma" ve "suçtan kaynaklanan mal varlığı değerlerini aklama" suçlarından tutuklandı, İ.K, F.G.E ve S.İ. adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı.

                                                              ***

İsrail saldırıları Lübnan’ın kültürel mirasını yok ediyor

İsrail saldırıları Baalbek ve Sur’daki antik Roma kalıntılarına büyük zarar verdi. Kültürel miras onarılamaz şekilde tehdit altında.

İsrail’in Lübnan’a yönelik son saldırıları, ülkenin zengin kültürel mirasına ağır hasar verdi.

Biladi adlı Lübnanlı kültürel koruma örgütünün yayımladığı rapora göre, Eylül-Kasım 2024 arasında gerçekleşen yoğun saldırılarda 9 miras alanı tamamen yok olurken, 15 alan ciddi ya da kısmi hasar gördü.

Yok olan ve zarar gören alanlar

Saldırılarda zarar gören yapılar arasında üç cami, bir türbe, tarihi üç ev, bir pazar yeri ve bir Roma duvarı bulunuyor. Özellikle UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki Baalbek’teki Roma kalıntıları ile Sur’daki geniş Roma kompleksi, saldırılardan doğrudan etkilendi. Arkeologlar, patlamaların antik taş yapıların bozulmasını hızlandırarak temellerini zayıflatabileceği konusunda uyarılarda bulunuyor.

                                                 Baalbek antik kentinden bir görünüm.

Görünmez hasar tehlikesi ve savaş suçu

Lübnan'daki İsrail saldırıları neticesinde zarar gören arkeolojik alanlar hakkında açıklamalar yapan, Bristol’daki Batı İngiltere Üniversitesi’nden Prof. Lisa Mol, patlama basıncının taş aşınmasını hızlandırarak “görünmez hasara” yol açabileceğini belirtiyor. Prof. Mol, benzer durumların Libya ve Yemen’de gözlemlendiğini belirterek, “Yakın isabetlerden sonraki on yıl içinde daha fazla yapısal çöküş görüyoruz” diyor.

UNESCO Beyrut Bölge Ofisi, Sur’daki Dünya Mirası Alanı’nda yer alan modern bir binanın İsrail hava saldırıları sonucu tamamen yok edildiğini açıkladı. Lübnan Kültür Bakanı Visam el-Murteza, Sur’daki arkeolojik alanlara yönelik saldırıları “savaş suçu” olarak nitelendiriyor. UNESCO yetkilisi Krista Pikkat, Baalbek gibi bölgelerdeki kültürel varlıkların kasıtlı hedef alınmasının savaş suçu teşkil edebileceğini belirtiyor.

Antik kent şehrin merkezinde yer alıyor. Özellikle Sur bölgesinin saldırılarda zarar gördüğü ifade ediliyor.

Kültürel miras tehlikede

İsrail saldırıları, Lübnan’ın tarihi zenginliklerini ciddi bir tehdit altına sokuyor. Bu durum, Ortadoğu’daki kültürel mirasın karşı karşıya olduğu tahribatın bir parçası. Uzmanlar, uluslararası toplumun Lübnan’ın kültürel mirasının korunması için acil önlemler alması gerektiğini ve saldırıların durdurulması için kamuoyu baskına ihtiyaç olduğunu belirtiyor.

İsrail saldırılarından dolayı şehirde meydana gelen patlamalarda tarihi surların görünmeyen zararlar gördüğü ve böylesi örneklerde kısa bir süre sonra yapıların kendiliğinden yıkıldığı ifade ediliyor.

Baalbek ve Sur: Tarihi Roma kalıntıları neden önemli

Lübnan'daki Baalbek ve Surlar, arkeoloji tarihinde önemli bir yer tutuyor. 

Baalbek, Roma döneminde Heliopolis adıyla biliniyordu ve MÖ 1. yüzyıldan MS 3. yüzyıla kadar inşa edilen devasa tapınak kompleksiyle bilinen bir yer. Bu alan, Roma İmparatorluğu’nun en büyük ve en iyi korunmuş tapınaklarından bazılarına ev sahipliği yapıyor. En dikkat çekici yapılar arasında Jüpiter TapınağıBacchus Tapınağı ve Venüs Tapınağı yer alıyor.

Roma döneminde önemli bir dini ve ticari merkezi olan Baalbek ve buradaki tapınaklar, imparatorluğun gücünü ve zenginliğini sergilemek amacıyla inşa edilen bir yer. Bu tapınak kompleksi, Roma mimarisinin büyüklüğünü ve mühendislik becerilerini sergileyen eşsiz bir örnek olarak kabul ediliyor. Yapı, UNESCO tarafından 1984 yılında Dünya Mirası Listesi’ne alınmıştır.

Baalbek'teki Jüpiter Tapınağı'nın kalan sütunları. Şehrin merkezinde özellikle sanatsal etkinliklerde önemli bir mekan olarak kullanılan antik kentte konserler ve etkinlikler düzenleniyor. Lübnan'ın efsanevi sanatçısı Feyruz'un Jüpiter Tapınağı önünde verdiği konserden dolayı kendisine "Jüpiter'in yedinci sütunu" adı verildiği ifade ediliyor.

Baalbek kadar önemli sayılan bir diğer yapı ise Sur.

Sur (Tyre), Fenike uygarlığının en önemli liman kentlerinden biri olarak biliniyor. Roma döneminde şehir genişletilmiş ve MS 1. yüzyıldan itibaren tiyatrolar, hipodromlar ve yollar gibi önemli yapılar inşa edilmiştir. Sur’daki Roma hipodromu, dünyadaki en büyük ve en iyi korunmuş antik hipodromlardan biri olarak kabul ediliyor. 

Sur, Akdeniz ticaretinin merkezi olması nedeniyle hem Roma İmparatorluğu’nun hem de daha önceki Fenike uygarlığının ekonomik ve kültürel hayatında kilit bir rol oynar. Sur, Roma dönemine ait kent planlamasının ve mimarinin eşsiz örneklerini barındırıyor. UNESCO, 1984 yılında Sur’u Dünya Mirası Listesi’ne dahil etti.

Hem Baalbek hem de Sur, Roma İmparatorluğu’nun mühendislik ve mimarlıkta ulaştığı zirveyi temsil ediyor. Bu alanlar, Roma dönemine ek olarak Fenike, Yunan ve Bizans gibi farklı kültürlerin izlerini taşıyor. Her iki yer de Akdeniz’in doğusundaki kültürler arasında bir köprü görevi gördüğü için önemli sayılıyor. 

İnsanlık tarihine ve medeniyetin gelişimine ışık tutan bu yapılar, sadece bir bölgenin değil, tüm insanlığın ortak mirası olarak kabul ediliyor.

                                                                    ***

Siyasal Alevilik mi, Aleviliğin siyasallaşma eksiği mi?-Aydemir Güler-

Varsın Suriye’nin “fethinden” gaza gelenler halkı korkutup sindirebileceklerini sansınlar. Dedik ya, her şey politik mücadelenin konusudur ve o mücadelede biz de varız. Niye umutsuz olacakmışız! 

2024’te onlarca yoldaşımızı yitirdik. Yeni yıldaki bu ilk köşe yazımda sizlerle paylaşacağım dileğimi, bütün kayıplarımızı temsilen aralarından üçünü anarak iletmek istiyorum. 2025’te dostum, yoldaşım Mehmet Altan’ın örgütçülüğüne, komünizme inancın ve parti inadının simgesi Yalçın Cerit’in enerjisine, hasta geçirdiği günlerde en fazla artık üretemeyişine yanan Kadir Sev’in çalışkanlığına layık olabilmeyi diliyorum…

Siyasal Alevilik veya Alevicilik “Ak-Troller” aracılığıyla 2024’ün son haftası açılan bir tartışma. İçerik yok, Baas’ın Alevi zulmü anlamına geldiği uydurması var. Hakaret var, aşağılama var, tehdit var. İddiaya göre Aleviler, militan sol siyasetin güdümündeler, Türkiye’ye düşmanlar ve dolayısıyla “katli vacip” oluyorlar. 

Keşke bu gerici saldırganlığı Alevilerin ve solun mücadelesi aktive ediyor olsaydı.  

Bugün sayısız dernekleri olan, cem evlerinde buluşan, deyişlerini yaşatan Aleviler, bir toplumsal hareket oluşturmuyorlar. Alevi toplumu, Türkiye laisizminin organik toplumsal karşılığıdır ve bugün ülkemiz laik değildir. Alevi kültürü yüzlerce yılın derinliğinden eşitliği ve adaleti seslendirir ve bugün ülkemiz benzersiz bir yağmanın, kuralsızlığın, liyakatsizliğin sahnesidir.

Gericilerin Alevilik düşmanlığı ne yeni ne şaşırtıcı. Ama 2024 sonu itibariyle güncellenmesinin açıklanması gerekiyor. Bu açıklamaya laik ve eşitlikçi bir devinimin iktidar tarafından risk olarak dikkate alınmasını yazabilecek durumda değiliz.

“Siyasal Alevilik” deniyor ya; aslında Alevilerimizin zaafı siyasallaşma eksiği. 

*    *    *

Gündemi açanlarsa cüretlerini Suriye’de yaşananlardan aldıklarını gizlemiyorlar. Biz de adını koyalım; yanı başımızda, Suriye’de bir karşıdevrim yaşandı. Baas rejiminin parçalanarak HTŞ karşısında yenilgiye uğramasının başka adı yoktur. Karşıdevrimcilerin, ne yapıp etseler “devrim” kavramının itibarını yok edememiş olmaları ve son icraatlarını aklamak için yine bu kavrama başvurmaları başka konu... 

Bir de, utangaçlar var dünyanın her tarafında. Olayın karşıdevrim olduğunu ilan etmek yerine, devrim’in uyup uymadığını konuşuyorlar! Geçelim…

Önemli olan şu: Herhalde bütün okurlar, devrim yapanın nasıl bir enerjiyle buluşacağını, kendi dünyasında itibar, evrensel olarak da güç kazanacağını gözlerinin önüne getirebilirler. Ne yazık ki, bunun benzeri, karşıdevrim için de geçerli. 

Ancak HTŞ için yapılması gereken ek, Şam’a el koyan bu hareketin, nazik bir tabirle “vekil” bir aktör olmasıdır. HTŞ, Türkiye-İsrail-ABD üçgeni olmadan bir hiçtir. Bu durumda ortaya çıkan enerjiyi, itibarı ve gücü bu üçlüye paylaştırmak kaçınılmaz olmuştur. HTŞ lideriyse değişimi göstermek için kravat takmış bulunuyor. Sakalını keserse şaşırmayın…

Hızla üçlüye göz atalım o halde. 

ABD için bu süreç egemen güçler arasındaki rekabete de oturuyor. Bu ay iktidarı devralacak olan Trump, henüz “seçilmiş-başkan”ken önüne konan tabloyu stratejisinde anlamlandıracaktır. Trump kanadının Rusya ile yumuşamaya dönme, Rus-Çin-İran yakınlığını torpilleme ve Çin-Amerikan rekabetine odaklanma yönelimi ile Suriye karşıdevrimi bağdaşmaz şeyler değil. Bu stratejik hesaplar Atlantik ötesinin verdiği resmi karışık hale getirmektedir. Her durumda, zaten İsrail’in ileri harekâtı ABD’nin kâr hanesine çoktan yazılmış bulunuyor.

Hatırlayalım, İsrail’in Gazze’yi imhası ve Filistin soykırımı, önce karşıt bir dinamiği açığa çıkarttı. Siyonizm, destekçi ve müttefikleri tarafından kolay kolay savunulamayacak ölçüde meşruiyet yitiriyordu. Batı dünyasında devletler ve halklar arasındaki bölünme görünür hale gelmişti. Öyle ki, bir dizi hükümet, toplumsal hareketlenmeyi gözeterek İsrail liderliğine karşı yaptırım kararları almak durumunda kaldı. Devam eden soykırım ise Filistin Davası’nı tüketmeye yetmeyecek gibi görünüyordu; tersine Filistin siyasetinin farklı kollarının yeni birleşimler yaratmaları mümkün olabilirdi… Pervasız saldırganlığını sürdürdüğünde, İsrail’in askeri kazanımlarıyla çelişen bir politik sonuçla karşılaşması ve bir devlet olarak varoluşunun sorgulanır olması, yani çözülme olasılığı masaya geliyordu…

İsrail’in bu karmaşık soruna yanıtı kavgayı Filistin’den bölgeye taşımak oldu. Ancak kesin sonuç Suriye’de alınmıştır. 
Suriye’de yaşanan basit bir rejim değişikliği değildir. “Dejenere bir burjuva iktidarı çökmüş, yerine dinci bir başkası almıştır” demek olayı açıklamaya yetmez. Türkiye yaşananların boyutunu kavramak için en elverişli ülke olduğu gibi, kavramayanların çok ağır bir faturayla karşılaşacakları yerdir de. Az yukarıda devrim ve karşıdevrimin yaratacağı enerjiden söz etmiştik. Süreçten en büyük yararı Ankara’daki gerici iktidar sağlamıştır.

*    *    *

Ak-Trol kampanyası bu değişimin aynasıdır. 1970’lerde sermaye düzeninin, kurtuluşu bir faşist darbede aramaya başladığında Aleviliğe yüklenmesi rastlantı değildi. Dinci gerici hareketin 1990’lardaki iktidar yürüyüşünün Sivas katliamı dönemecinden geçmesi de öyle. Şimdi ise bizim egemen güçlerin buluştuğu yüksek politik enerji, yeni bir gerici atılımın yakıtı kılınmak istenecektir. 

Nasıl bir atılım, peki? Bu soru yanıtlanmak zorunda. Öyle ya, 1970’ler faşist 12 Eylül darbesine, 1990’lar da AKP iktidarına varmıştı. Ya şimdi gündemde ne olabilir?

Bu sorunun önceden hazır bir yanıtının olduğu ve tasarlanmış bir komplonun adım adım hayata geçirileceğini düşünmeyelim. Böyle bir yaklaşım yalnızca korkuyu büyütmeye hizmet eder. Oysa her şey politik mücadelelerin konusudur. O mücadelede biz de varız. Madem öyle umutsuzluğa yer yoktur.

İlk önce düzen cephesinde bir “proje yarıştırma masası” kurulduğu görülüyor. Örneğin bir DEM Parti sözcüsünün İran Kürtlerinin molla rejiminin karşısına dikileceği öngörüsüne birkaç hafta önce tanık olduk. AKP medyası çoktan Lübnan ve Suriye’de işgalci ilan ettiği İran’ın bölgeden tasfiyesini kutluyor. “Sırada İran var” sözü İsrail için söyleniyordu. Bizimkiler rol kapmaya kararlı görünüyorlar.

Bu savaş planının ön koşullarından biri kesinlikle içeridedir. Türkiye’de sol, emekçiler, cumhuriyetçiler ve Alevilik sindirilmek durumundadır. Gericiler, Alevilerle Şiilik arasında bir gri alan tarif etmeyi severler. İşe oradan başladılar. 

Sindirmek için uygulanacak şiddetin dozajı yolda kararlaştırılacaktır; bunun ilkesi olmaz. Ama bilelim ki, bu yola giren bir Türkiye’de kimseye İncirlik’e bağımsızlık yürüyüşü yaptırılmamalıdır. Atatürk’ün “yurtta sulh cihanda sulh” sözüyle serbestçe dalga geçilmeli ve buna ses çıkartan kovuşturulmalıdır. Savaşın her zaman emekçi çocuklarının ölüme yollanması ve emeğin daha da baskılanması anlamına geldiği dile getirilememelidir… 

Haliyle tersi de doğrudur. Halkın büyük çoğunluğu ABD emperyalizmine karşıtken, kendini bu tür senaryoların mağduru olarak hissederken, Mustafa Kemal’in dokunulmazlığı sürerken ve emekçiler maruz kaldıkları yoksullaştırma saldırısına karşı ayağa kalkma işareti verirken savaş planının, yazarlarının elinde patlaması beklenir. 

Ve Türkiye’de İran’a karşı bir duygunun mezhepçi kaynaklara oturtulmaması düşünülemez. Siyasal Alevicilik zırvalığı bu bağlamda anlam kazanmaktadır. Ancak Alevi toplumumuz bugün 1970’ler ve 1990’larla bir benzerlik göstermemektedir. 

*    *    *

Sanayileşme 1950’lerde iç göçü körüklemiş, Anadolu’nun “dağ köylüsü” toplumuna kentlileşme yolunu açılmıştı. Eşitlikçi Alevi-Bektaşi kültürü zaten toplumun her noktasında tarihsel derinliğiyle etki sahibiydi. 1960’larda Türkiye sola açıldığında, solculuğun toplumla yaygın bir temas alanı bulmasında bunun payı büyüktür. Faşist trollerin söylediği doğrudur. Bu toprakların eşitlik, özgürlük, adalet arayışının dayanaklarından biri söz konusu kadim kültürdür. Yüzlerce yıl öncesinin deyişlerinin bugünkü egemen sınıfı, iktidar sahiplerini betimleme gücü göz kamaştırıcı değil midir? 

Gericiler tümden haksız değiller; doğrudur, bu bağlantı bir kültürel esin olarak kalmamış, ilerici hareketlerin kadro kaynaklarında Alevilik önem kazanmış, sosyalizm mücadelesiyle geçmiş bir gelenek arasında bütünlük kurulmuştur. Alevi mahallerini devrimciler korumuş, Alevilerin uğradığı katliamlar solu yaralamıştır. 1970’lerde faşizm tam da bu bütünlüğe saldırdı.

12 Eylül 1980 darbesi Aleviliğin birlikte devindiği, modernize olduğu “sol-emekçi” bağlamını yıkıma uğrattı. Ama devrimci örgütlenmenin dağıtılıp geriletilmesi doğrudan Alevi kimliğinin çöküşüne neden olamazdı. Çünkü kentlileşme sürüyordu. Modern sınıfsal doku Aleviliğin içinde de şekilleniyordu. Kültürün önde gelen unsuru müzikte bağlamanın yanına orkestralar ekleniyordu. Kendi ayakları üstüne basan Alevilik kaçınılmaz ve kendiliğinden biçimde yine parçası olacağı bir sol bütünlük aradı. 1990’larda dinci gericiliğin iktidar yürüyüşüne kritik istasyon olarak bir Alevi katliamının yerleştirilmesinin nedeni budur. 

2025’e girerken karşıdevrimin yeni hamle yapacak enerjisi var. Ancak Aleviliğin, bu enerjiyi üstüne çekmek için anlamlı bir “tehdit” oluşturduğunu söyleyemeyiz. Bugün Alevilikte eksik olan “mücadele bağlamı”dır. 

Bu bağlam eski dönemlerde “Türkiye ilericiliği” tarafından, yani devrimci hareket, cumhuriyet aydınlanması, emek mücadelesi ve sosyalizm tarafından şekillendiriliyordu. Şimdi elde kanıksanmış bir kimlik var, ama toplumsal hareket yok. Alevi örgütlenmeleri aktif değil kurumsal. Olası bir mücadele bağlamının önü ise çeşitli düzen partilerince kesiliyor. AKP’nin çitle çevirdiği alanda bir dinsel kimlik olarak Alevi mezhepçiliği türedi. CHP Alevi sermayesiyle organik ilişkiler kurdu. Kürt siyasi hareketi açık biçimde Alevi kimliğini ve kurumlarını kendi düzen içi konumlanışına dayanak haline getirdi… 2013 Haziran Direnişi bu sürece karşı bir işaret fişeği atsa da, sonrasında bir sindirilmiş durumu yaşandı. AKP’liler unutmuyor; hep Alevi çocukların öldürülmesi rastlantı değildir.

Bugün Türkiye’de bir Alevi hareketi veya mücadelesinin bulunmadığını saptamak durumundayız. Kadim Alevi kültürünün dinci, kimlikçi bağlamlardan kurtarılması, eşitlikçi ütopyasının yeniden özgürleşmesi gerekiyor. Bu yalnızca solun güç kazanmasının yan ürünü olabilecektir. Tartışmasız, Alevi inancıyla en kolay rezonansa girebilecek olan modern ideoloji, sınıfsız toplum ütopyasıyla sosyalizmdir. 

*    *    *

Bu tabloda sağ, Alevilerin “korkutulması” kartını masaya sürerek, kendi payına yerinde bir adım atmış oluyor. Ancak bunun yanlarına kâr kalacağını ancak bir trol kafası düşünebilir. Kültür hafife alınmamalıdır. Emekçilerin yoksulluğa karşı örgütlenmeleri, savaşla açlık arasındaki bağı kurmaları mümkündür. Siyasal İslam’a bir türlü boyun eğmeyen laik direnç yükselişe geçebilir. Halkımız iktidarın yayılmacılığına kanmak yerine mazlumluğunu ve barışseverliğini öne çıkarabilir. Bütün bu direnç dinamikleri örgütlenebilir ve oyun bozulabilir. 

Varsın Suriye’nin “fethinden” gaza gelenler halkı korkutup sindirebileceklerini sansınlar. Dedik ya, her şey politik mücadelenin konusudur ve o mücadelede biz de varız. Niye umutsuz olacakmışız! 

                                                           /././ 

Sanat eleştirisi de yasak: RTÜK'ten Musa Özuğurlu'nun Ferdi Tayfur yorumuna inceleme

RTÜK, TELE1 sunucusu Musa Özuğurlu'nun Ferdi Tayfur'un müziğine dair eleştirileri hakkında inceleme başlattı. Genel Yayın Yönetmeni Yanardağ, programda düzenlemeye gidileceğini açıkladı.

TELE1'de sabah programı yapan gazeteci Musa Özuğurlu'nun dün akşam hayatını kaybeden Ferdi Tayfur'un müzik tarzı hakkındaki eleştirilerine RTÜK inceleme başlattı.

RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada, şu ifadeleri kullandı:

"Müzik dünyamızın acı kaybı Ferdi Tayfur sanatçımız hakkında Tele 1 ekranlarında yapılan ahlaki olmayan yorumlar dikkatimizdedir. Yayında topluma mâl olmuş, kitlelerin gönlünü kazanmış merhum sanatçımıza yapılan terbiye dışı davranış Üst Kurul Uzmanlarımız tarafından incelenmektedir. Acı kaybıyla hayranlarını üzüntüye gark eden Ferdi Tayfur, aziz milletimizin gönlündeki yerini her daim koruyacaktır. Manevi şahsına, ailesine ve sevenlerine yapılan saygısızlığı kabul etmemiz mümkün değildir. Gerek Yasadaki gerekse medya tarafından kabul gören yayıncılık etik kuralları gereği başlatılan inceleme sonrasında hazırlanacak uzman raporu kısa sürede RTÜK gündemine gelecektir."

Yanardağ'dan 'programla ilgili yeni düzenleme' açıklaması

Özuğurlu'nun programdaki sözlerinin ardından kanalın genel yayın yönetmeni Merdan Yanardağ'dan açıklama geldi.

Yanardağ, Özuğurlu'nun eleştirileri için "maksadını aşan sözler" dedi ve "kurum adına Ferdi Tayfur'un sevenlerinden" özür diledi.

Yanardağ, programla ilgili yeni bir düzenlemeye gidileceğini de söyledi.

Özuğurlu: Kendisine değil, müziğine yönelik eleştiriydi

Musa Özuğurlu da sözlerine ilişkin açıklama yaptı. Özuğurlu, sözlerinin çarpıtılarak linç kampanyası haline getirildiğini, eleştirilerinin Ferdi Tayfur'un kendisine değil müziğine yönelik olduğunu vurgulayarak özür diledi.

Musa Özuğurlu, sosyal medyada sıkça paylaşılan videoda Ferdi Tayfur'un müziği hakkında şunları söylemişti:

"Ferdi Tayfur'u herkes övüyor, Devlet Bahçeli de video klipler çekiyordu bi ara o da çok üzüldüğünü açıklamış. İnsani açıdan nasıl biriydi bizi ilgilendirmez ama sanatsal açıdan baktığımızda berbattı. Ağır, ağlak bir arabesk yapıyordu. Müzikal açıdan bakıldığında berbattı."

Ferdi Tayfur: Ülkede baskı var da biz mi görmüyoruz... 

https://haber.sol.org.tr/toplum/ferdi-tayfur-ulkede-baski-var-da-biz-mi-gormuyoruz-234990

                                                                   ***

Ukrayna'da ordudan kaçanların sayısı zirve yaptı: Toplu firar bir tugayı dağıttı -Can Kuyumcuoğlu-

Fransa'da eğitilen Ukraynalı tugaydan yaklaşık 1700 asker firar etti. Cephede bozguna uğrayan tugay dağıtılmak zorunda kaldı. Ülkedeki askeri firar sayısı geçtiğimiz yıl zirve yaptı.

İki yılı aşkın süredir Rusya'yla savaşan Ukrayna, bir yandan da orduda gittikçe artan firar vakalarıyla boğuşuyor.

Ukraynalı birliklerden firar eden asker sayısı, 2024 yılında zirve yaptı. Bu, Ukrayna ordusu içerisinde savaş yorgunluğuna ve moral eksikliğine işaret ediyor.

Bir yandan da, artan firarlardan Zelenskiy'in savaş yönetimini sorumlu tutanların sayısı, küçümsenmeyecek seviyede.

Son kapsamlı firar vakası: Fransa'da eğitilen 1700 asker kaçtı 

Batı tarafından donatılan ve Fransa'da eğitilen Ukrayna birliğinden yaklaşık 1700 asker, cepheye dahil olmadan firar etti.

İngiliz The Telegraph gazetesi, Leopard 2 savaş tankını kullanan az sayıdaki birliklerden biri olan yeni 155. mekanize tugayının en az 50 üyesinin, birliğin bazı unsurları Fransa'da talim yaparken ortadan kaybolduğunu yazdı.

Birlik ilk kez savaşa girdiğinde, en az 1700 mensubu birçok noktada izinsiz olarak kayıplara karıştı. Yaklaşık 500 askerin hala kayıp olduğu, en son Kasım ayında bildirilmişti.

Firar, tugayın Donetsk bölgesinin doğusundaki Rus ilerlemelerine karşı Ukrayna savunmasını destekleyen kilit lojistik merkezi olan Pokrovsk'a konuşlandırılmasından önce gerçekleşti.

Tugay ağır kayıplar verdi

Son günlerde savaşa giren tugay, bildirildiğine göre bazı tankları ve zırhlı araçları da dahil olmak üzere ağır kayıplar verdi.

Yaşananlar, Ukrayna Devlet Soruşturma Bürosu'nu 155. tugay hakkında inceleme başlatmaya yöneltti.

"Kievli Anne" olarak da bilinen tugayın 5 bin 800'den fazla askeri olması ve Leopard tankları ve Fransız Caesar 155mm obüsleri de dahil olmak üzere mevcut en iyi ekipmanlardan bazılarıyla donatılması gerekiyordu.

                         "Kievli Anne" tugayı, Batı Ukrayna, Polonya ve Fransa'da dokuz ay eğitim aldı.

Zelenskiy'le Macron coşkuyla duyurdu, fiyaskoyla sonuçlandı

Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, geçtiğimiz yılın Haziran ayında Normandiya Çıkarması'nın 80. yıl dönümünü anmak için düzenlenen bir etkinlikte yaptıkları gösterişli bir buluşmayla 900 milyar dolarlık projeyi duyurmuşlardı.

Volodimir Zelenskiy ve Emmanuel Macron, geçen haziran ayında 900 milyar dolarlık ortak askeri projeyi duyurdular

Tugay, Zelenskiy'in Batı tarafından donatılan ve hazırlanan 14 yeni tugay kurma çalışmaları kapsamında Batı Ukrayna, Polonya ve Fransa'da dokuz ay eğitim almıştı.

Ukraynalı savaş muhabiri Yuriy Butusov, firarlarla ilgili şu değerlendirmeleri yaptı: "Bu gerçekten bir suç, ancak askerlerin ve subayların suçu değil. Başkomutan, Savunma Bakanlığı ve genelkurmay başkanlarının suçu. Deneyimli ve savaşa hazır tugayları güçlendirmek yerine hayatlarını ve kamu fonlarını yeni projelere harcamaya devam ediyorlar."

155. Tugay'ın kuruluşuyla ilgili bir rapor da sunan Butusov, tugayın başından itibaren sorunlarla dolu olduğunu belirtti. 

'Acemi tugaylar neden kuruluyor' diye sorgulanıyor

Bununla birlikte, Kiev'in ülkenin mevcut, savaştan zarar görmüş güçlerini yenilemek yerine yeni asker alımları ve ekipman bağışlarını acemi tugayları kurmak için kullanma stratejisi de sorgulanıyor.

Tugay için asker alımı geçtiğimiz yılın Haziran ayında başlamıştı. Ancak eğitim başlamadan önce diğer birlikleri yenilemek için tugaya yaklaşık 2 bin 500 asker alımı engellenmişti. Geriye kalan 1924 gönüllü Fransa'ya gönderilmiş, ancak bunlardan sadece 51'inin bir yıldan fazla askeri deneyimi olduğu ortaya çıkmıştı.

Tugayın çoğunluğu (1414 kişi) Ukrayna ordusuna sadece yurtdışı eğitimleri için gönderilmelerinden önceki iki ayda kaydolmuştu. Tugay, Fransa'da eğitim alırken asker alımına devam etti. Bu askerlerin 700'den fazlası Ekim ve Kasım ayları arasında firar etti.

Gerekli ekipmanlar karşılanmadı

155. Tugay sonunda Pokrovsk'a konuşlandırıldığında, savaş alanı keşiflerinin ana yöntemi olan insansız hava araçları ve elektronik harp sinyal bozucuları devlet tarafından karşılanmadı. 

Ukraynalı bir sosyal medya fenomeni ve askeri bağış toplayıcı olan Serhii Sternenko, hükümet malzemelerinin olmaması nedeniyle tugaya yakın zamanda ekipman gönderdiğini kaydetti. Tugay, savaşa girdikten 10 gün sonra Kiev'den insansız hava araçları için sadece nakit para aldı.

Butusov, "Sonuç olarak, yepyeni Leopard 2A4 tankları ve VAB zırhlı araçları, düşman insansız hava araçlarının cephede ilk kullanım girişimleri sırasında kayıplara uğradı" diye yazdı. Butusov şunları ekledi: "Tugayın askerleri, yetkililerin yetkin bir şekilde uygulamak için hiçbir çaba göstermediği Zelensky'nin halkla ilişkiler projesinin rehineleri haline geldi."

Albay Dmitro Riyumşin, cepheye gönderilmesinden birkaç gün sonra tugayın komutanı olarak görevden alındı.

Ukrayna'nın Neo-Nazi Azov Tugayı'nın kurmay başkanı Bogdan Kroteviç, "Mevcut olanlar eksikken yeni tugaylar kurmak ve onları bu tür ekipmanlarla donatmak aptallık olabilir mi?" yorumu yaptı.

Tugay o zamandan beri etkili bir şekilde dağıtılırken, unsurları Pokrovsk muharebelerinde daha deneyimli olan tugaylara atandı.

Firarlar 2024'te zirve yaptı

Savaşın 2022'de başlamasından bu yana, 2024 yılında her zamankinden daha fazla Ukraynalı asker ordudan firar etti.

Ukrayna ordusundan firar için açılan davaların 2024'te en az 30 bine ulaştığı düşünülüyor. Bazı kaynaklara göre, bu sayı muhtemelen çok daha fazla. Ortalama tahminlere göre, mevcut firar sayısı, savaşın başladığı 2022 yılındakinin birkaç katı seviyesinde.

Kyiv Post'a göre, savaş başladığından beri görev yerlerinden kaçtıkları için yaklaşık 60 bin kişinin cezai suçlamalarla karşı karşıya olduğuna inanılıyor. Başsavcılığın belgelerine atıfta bulunan Ukraynalı gazete, bu davaların neredeyse yarısının bu yıl başlatıldığını belirtiyor.

Ancak, İngiliz gazetesi The Times da başsavcılığın rakamlarına atıfta bulundu ve bu rakamların bu yılın Ocak ve Eylül ayları arasında firar ve askeri birliğin terk edilmesi nedeniyle yaklaşık 51 bin ceza davası açıldığını gösterdiğini ifade etti. İspanyol El Pais gazetesi ise, bu yılın Ocak ve Ağustos ayları arasında 45 bin 543 firar olduğunu ve bunun Ukrayna basınına sızdırılan Başsavcılık Ofisi'nden gelen veriler olduğunu kaydetti.

Tüm bu rakamlar, 2023'te aynı suç için açılan 22 bin ceza davasından ve 2022'de açılan sadece 9 bin davadan çok daha fazla.

Ukrayna'da askeri firardan suçlu bulunanlara 5 ila 12 yıl arasında hapis cezası veriliyor. Bazı firarilerse, hapis cezasının "savaş alanında bitmeyen, belirsiz bir dönemle yüzleşmekten daha iyi bir seçenek" olduğunu düşünüyor.

Ülkede firar o kadar yaygınlaştı ki, Ukrayna Parlamentosu Verhovna Rada, 20 Ağustos 2024'te yakalananlar "göreve dönmeyi kabul ettikleri sürece" ordudan ilk firar girişimlerini suç olmaktan çıkarma gibi benzeri görülmemiş bir adım attı.

                                 
Ukrayna ordusunda bugün büyük bir firar krizi yaşanıyor.

Neden bu kadar çok asker firar ediyor?

Firarların başlıca nedeninin, askerler arasında bitkinlikten kaynaklanan düşük moral olduğu görülüyor.

Askerler, kendilerini rahatlatacak kimse olmadığı için günlerce yoğun ateş altında durmadan çalışmak zorunda kaldıklarından şikayet ediyorlar. Ön saflardakiler, medyaya Rusya'nın 2022'deki işgalinden bu yana çok az dinlenerek savaştan savaşa gittiklerini söylüyor.

Ukrayna'da askerlere yılda iki kez 10 gün izin hakkı veriliyor, ancak personel eksikliği bazen bu izinleri bile geciktiriyor. Askerler ve aileleri, bir aylık izin ile üç yıllık rotasyon arasında değişen izinlerden şikayetçi.

Firar nedeniyle soruşturma altına alınan bir asker, aynı zamanda bir gazeteci olan Serhi Hnezdilov, İngiliz The Times gazetesine şunları söyledi: "En azından hapiste ne zaman ayrılabileceğinizi biliyorsunuz." Hnezdilov, ordudaki koşullara karşı protesto amacıyla Facebook'ta ordudan ayrılma kararını yazdıktan sonra tutuklanmıştı.

Ukrayna ordusu ne durumda?

Ukrayna'nın savaşta kaç adam kaybettiği belli değil. Uzmanlar, kayıpların on binlerce olabileceğini düşünüyor. Batılı kaynaklar, 80 bin Ukraynalı askerin hayatını kaybettiğini tahmin ediyor. 

Uzmanlar, firar vakalarındaki artışın Ukrayna'nın savaş alanında asker sıkıntısı çekmesiyle birlikte geldiğini söylüyor. Ukrayna ordusu, bu sorunu, savaşçıları zorla seferber ederek çözmeye çalışıyor.

Birçok askerin cephede uzun süreler boyunca yaşadığı zihinsel ve fiziksel yorgunluğun yanı sıra, Ukrayna ordusu yetersiz silah ve mühimmatla da uğraşmak zorunda.

Ağustos ayında Rusya'nın Kursk bölgesine yapılan büyük bir saldırı da dahil olmak üzere bazı zaferlere rağmen, Ukrayna birlikleri kendilerini Rusya ile yaklaşık 32 aydır süren savaşta sık sık geri planda buldular.

CNN'in aktardığına göre, Ukraynalı askerler yetersiz silahlandıklarını ve düşmanın görüş alanında olduğunu, ilerlemelerini izlediğini ve mühimmatları olmadığı için ateş edemediklerini söylüyorlar. Askerlerin birçoğu piyade birliklerine yeterli koruma sağlayamadıkları için suçluluk duyduklarını ifade ediyor. Komutanlar ayrıca gazetecilere silah kıtlığı nedeniyle savaşta tüm birliklerden adamların ölmesini izlemek zorunda kaldıklarını belirtiyor.

Askerlik kanunları firarları mı körüklüyor?

Savaşın başında yürürlüğe giren Ukrayna'nın sıkıyönetimi, genç erkeklerin orduya katılmasını zorunlu kılıyor.

Zelenskiy'in hükümeti, ordunun hizmete uygun olan yaklaşık 3,7 milyon savaş çağındaki erkekten 500 binini askere alması gerektiğini belirtiyor.

Devlet Başkanı'nın Nisan 2024'te imzaladığı yeni seferberlik yasasına göre, 25 ila 60 yaş arasındaki erkekler artık askerliğe uygun olarak görülecek. Daha önce bu yaş aralığı 27 ila 60'tı.

Güncellenen yasa, savaşma çağındaki erkeklerin bilgilerini yetkililerle güncellemelerini zorunlu kılıyor. Yenilenmiş yasa, askerlikten kaçma cezalarını sıkılaştırıyor, para cezaları yaklaşık 13 dolardan 215 dolara çıkarılıyor ve ihlal edenler birkaç gün gözaltında tutuluyor.

Ukrayna'da askerlikten muaf olmanın bir yolu var mı?

Ukrayna'da askerlikten muafiyet resmi olarak yok. Sıkıyönetim kanunları, askerlik çağı grupları ve kategorilerindeki kişilerin ülkeyi terk etmesine izin vermiyor. Ancak, yüzlerce Ukraynalı genç, askerlikten korkarak komşu ülkelere kaçtı. Ukrayna sınır devriyesine göre, bazıları kaçmak için Romanya sınırındaki Tysa Nehri'nin dondurucu sularını göze aldı, hatta boğuldu. 

Ülkeyi terk etmeye çalışırken yakalananlar genellikle para cezasına çarptırılıyor ve ardından serbest bırakılıyor.

                                                             /././

(soL)

EVRENSEL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -4 Ocak 2025-

 Karadeniz’de talan afeti -Özlem Songül ABAYOĞLU-

Topraklarının yüzde 71’inin maden ruhsat alanı ilan edildiği ve genelinde toplam 41 tane maden işletmesi bulunan Artvin'de afet sayısı artıyor. Geçtiğimiz günlerde Artvin Valisi Turan Ergün, “Artvin’de sürekli afet yaşanıyor. Artvin, afetselliği gerçekten yüksek bir il. Son 5 yıl içinde 500 fazla sel, çığ düşmesi, toprak kayması ve benzeri şekilde doğal afetler yaşamışız” ifadelerini kullandı. Vali Turan Ergün’ün açıklamasını, Karadeniz genelinde ve Artvin’de bu afetlerin neden bu kadar sık yaşandığını Metalürji Yüksek Mühendisi Cemalettin Küçük ile konuştuk.

"BU AFETLER DOĞAL DEĞİL"
Öncelikle doğal afetin tanımını yaparak sözlerine başlayan Cemalettin Küçük “Doğanın kendisinde normal yaşanan olaylar neticesinde farkına varılmadan karşılaşılacak olaylardır. Bu yaşanan olaylar ise sistem kaynaklı doğaya müdahale edildiği için ortaya çıkan olaylardır. Afete dönüşme sebebi ise bilimsel verilerin göz ardı edilmesi, bu konudaki uyarıların dikkate alınmamasından dolayıdır” diyerek doğu Karadeniz başta olmak üzere yaşanan doğa felaketlerine doğal afet demenin doğru olmayacağını vurguladı.

"ARTVİN’DEKİ HEYELAN İLK DEĞİL SON DA OLMAYACAK"
Doğu Karadeniz’de art arda yaşanan afetlerin nedenine ilişkin konuşan Küçük, “Bu yüzyılın ilk çeyreğini ya da 20 yılı gündeme aldığımızda, Karadeniz Sahil Yolu ve HES projeleri başta olmak üzere Karadeniz’de neredeyse müdahale edilmedik vadi, kıyı kenar ya da dağ kalmadı” dedi. Kıyı kenara ilişkin bilgi veren Küçük, “Deniz sahilleri dolduruldu. Rize ve Trabzon’un sahilini düşünün, sahil kıvrımlı. Bu kıvrımlar düzlendiğinde ve bir yol yapıldığında denizin yüzeye vurduğunda vereceği etkiyi katlamasına neden oluyor. Sahilde yıkımlara, yapıların ve sahil şeridindeki balıkçı barınaklarının yerle bir olmasına neden oluyor” şeklinde konuştu. Yıkımın bir ayağının da dağlara müdahale edilmesi olduğunu söyleyen Küçük, “Bunu daha çok ‘tarımsal faaliyete’ yüklemeye çalışıyorlar. Etkisi vardır elbette ama esas olarak her yere yapılan yollar, geniş yolların bakımsızlığı, su yollarının doğru alınmaması, dağlardaki tabanın kesilmesi başta gelen nedenlerdir. Bir kayma başladığında birbirini destekleyecek olan ağaçlar, kayalar kaymış oluyor ve yoğun heyelanlar görüyoruz. Aralık ayında Artvin Arhavi ve Rize Fındıklı arasında yaşadığımız heyelan ilk değil ve son da olmayacak. Çünkü tabanı kesilmiş. Yani yukarıdan gelen kayaçların aşağıda dayandığı kayaçları ortadan kaldırdığımızda yukarıdan gelen hafif su, arazinin kirli bölgesine girip kaymaya sebebiyet veriyor. Ayrıca her yer maden sahası alanına dönüştürüldü. Artvin’den bir örnek vermek gerekirse, köy yasağı diye bir şey var. Geçmiş dönemlerde köylüler bir araya gelip bir dağ ve bir bölgeye dokunulmaması kararı aldı. Çünkü orada ağaç kesilirse, kum alınırsa heyelan basacağı söylendi. Bu karar devam ediyor aslında. Ancak kimse bilmiyor. Bu köy yasağı olan ormanların tamamı madencilik faaliyetlerine açıldı. Ağaçlar kesiliyor, toprak kazılıyor ve bunların tümü afetlere neden oluyor. Ayrıca dere yatakları tahrip edildi, suların yönleri değiştirildi. Derelere dere dolguları yapıldı. Dere yatakları daraltıldı, HES’ler yapıldı ve bunlar da yoğun yıkımlara sebebiyet verdi. Geçmiş dönemde de dereler taşardı ama derelerin taşkın alanları vardı. Şimdi yok, bu alanlar dolduruldu. Eskiden su olarak basardı şimdi ise çamurlu su ya da erozyon su olarak bastığını görüyoruz” diye anlattı.

"MADENCİLİK VE DENİZ DOLGUSU DURDURULMALI"
Tüm bunların önlenmesi için neler yapılması gerektiğine ilişkin de konuşan Küçük, “Karadeniz’de madencilik faaliyetlerinin durdurulması lazım. Şu an halk için bir kârlılığı yok ancak olsa bile durdurulması lazım. Çünkü daha büyük yıkımlara neden oluyor. Bir diğer önlem de deniz dolgusunun durdurulması lazım ve dere yataklarının acilen boşaltılması lazım. Radikal önlemler alınması gerekiyor. Ancak gelin görün ki Sürmene ilçesinde TOKİ yapmış olduğu konutları Küçükdere Havzası’nın dereden kazanılmış taşkın bölgesine yaptı. Taşkın bölgesinde yapılacak konut kamu idaresi eliyle yapıldığı zaman AVM’de otobüs ulaşımı da eklenecek ve sonucunda yeni binalar yapılacak, felaketler devam edecek. Örneğin Giresun’da neredeyse her derenin başında bir maden faaliyeti var. Karadeniz’de yapılan her bir madencilik faaliyeti büyük bir afet çünkü yer altı sularını, dereleri kirletiyor” uyarılarında bulundu.
                                                         ***
Üretici köylünün çıkmazı gıda güvenliğini nasıl etkiliyor?-Sedat Başkavak-

Türkiye’nin tarım ürünleri, pestisit ve aflatoksin kalıntıları nedeniyle geri gönderiliyor. Denetim eksiklikleri, üretici köylüleri ve halk sağlığını tehdit ediyor.
Birkaç haftadır yurt dışına ihraç edilen tarım ürünlerinde pestisit yani tarım ilacı kalıntısı, aflatoksin (zararlı küf) var diye tarım ürünlerinin geri gönderilmesine ilişkin haberler yapılıyor. Avrupa Komisyonuna bağlı gıda ve yem için hızlı alarm sistemi (RASFF) bildirimlerinde geri gönderme sebepleri arasında pestisit kalıntısı, yasaklı etken maddeler, beyan dışı içerik, mikrobiyolojik bulaş, yabancı madde, ambalaj ve etiketleme sorunları yer alıyor. Türkiye, Avrupa’ya tarım ürünleri ihracatında 489 geri bildirimle ilk sırada yer alan ülke. Tarım Bakanı İbrahim Yumaklı, son üç yılda kalıntı oranını yüzde 30 azalttıklarını aktarıyor ancak nereden nereye düştüğünü belirtmiyor.

Tarım Bakanlığının hasat öncesi tarlalardan numune alıp yasaklı etken madde kontrolü yapması, ruhsatlıysa ancak kalıntı oranı yüksekse ürün hasadının geciktirilerek kalıntının azalmasının ya da yok olmasının beklenilmesini sağlaması gerekir. Bakanlık personeli, “Eskiden ürün ve bayilerin kontrolünü bitki koruma şube müdürlüğü yaparken, bitki sağlığı ve üretim şubesi olunca görev kapsamı genişledi, ihraca giden kerestenin bile denetimi üzerimizde kaldı” diyor. Artan iş yükünün bu alanda denetimleri zayıflattığından şikayetçiler. Türkiye Ziraatçılar Derneği Başkanı Hüseyin Demirtaş, 700 bin gıda üreticisi firmayı 7 bin 245 teknik elemanın denetleyemeyeceğini belirterek yetersiz teknik personel nedeniyle durumun daha da kötüleştiğini belirtmektedir.

Pestisit kalıntısının önemli nedenlerinden biri olarak artan ilaç kullanımı ve sonrasında ilaç etkisinin azalmasını beklemeden yapılan erken hasat olduğu söylenerek üretici köylüler suçlanıyor. “Köyde yaşıyor diye herkes çiftçi olmamalı”dan tutalımda “Belli yaşın üzerindeki köylülerin tarım üretimini bilmediği”ne kadar pek çok şey konuşuldu. Zaten tarımsal üretim herkesin yapabileceği bir iş değildir. Olmadığını zamanında işi bilen yerine parası olana verilen hayvancılık destek ve kredileri batırıldığında gördük. Tarım üretimi nesiller boyu deney tecrübe aktarımıyla, bilgi ve birikimin nesiller boyu büyükten küçüğe aktarılarak devamlılığını sağlamıştır.

Bir yandan verimli tarım alanları tarım dışı kullanıma açılırken diğer yandan da kalan tarım alanlarında toprak sürekli ilaç ve gübreye maruz bırakıldığından yoruluyor. Toprakta azalan bitki besin elementleri yine ilaç ve gübre kullanımı ile sağlanıyor. Bu; tarım ve gıda tekellerinin verim baskısını ve azalan üretici köylü gelirlerini daha çok üretimle artırma çabasını beraberinde getirmektedir.

Üretici köylüler üretim, dağıtım ve pazarlamada köylüler lehine rol oynayan kurumlardan, piyasayı regüle edecek devlet desteğinden yoksun durumdadır. Tüccar ve ihracatçının pazarında, onların istediği zaman ve fiyattan ürün vermeye mecbur bırakılmaktadır. “Türkiye tarımsal görünümü” saha araştırmasına göre üretici köylülerin dörtte üçü ürününü tüccara vermektedir. Aynı zamanda üretim için ihtiyaç olan girdiler için tüccara borçlanan üretici köylüler geçinmek ve yaşamak için tüccarların dayatmalarını kabul etmek zorunda kalmaktadır. O nedenle de başta meyve olmak üzere pek çok tarım ürününün hasadı ya tüccar istediği zaman ya da tüccar eliyle yapılmaktadır. Endüstriyel üretimin gereği olarak daha çok verim ve uzun raf ömrü baskısıyla ilaç ve gübre kullanımına bağlı olarak artan kimyasal kullanımı, kalıntıyı da beraberinde getirmektedir.

Avrupa ülkeleri hatta büyük şirketler kalıntıyı kaçınılmaz görüyor ancak kalıntının kendi belirledikleri referans değerlerde olmasını istemektedir. Bu durumda -her zaman olmasa da- Türkiye tarafında kabul edilebilir değerde olan ürünün Avrupa tarafında referans değerin üzerinde olduğu belirtiliyor. İhracatçı giden ürünlerin yüzde 10’unun geri döneceğini kabul ederek ihracat yapıyor. Geri dönenlerin bir kısmı olduğu gibi ülke içinde satıldığı, bir kısmının ayıklandığı, bir kısmının ise mamule dönüştürülerek iç ve dış pazara sunulduğu bilinen bir gerçek. Hatta Avrupa’dan geri dönen kayısının referans değerinin daha yüksek olduğu Amerika ya da Kanada’ya gönderildiği de. Bu süreçte ihracatçılar fireyi de hesaplıyor. Köylüden alış fiyatını ve ihracat fiyatını belirlerken gümrükten geri dönüşler ürün fiyatlarını baskılamanın aracına dönüştürülmektedir. Olan yine üretici köylüye olmakta ve “Piyasa durgun”, “Mal gümrükten geri dönüyor” sözleriyle üretici köylüye düşük ürün fiyatı dayatılmaktadır.

Başta üzüm, incir olmak üzere tarım ürünlerindeki aflatoksinin nedeni de ekolojik yıkım pahasına yapılan enerji üretimidir. Barajlar, jeotermal santraller gibi enerji santralleri nedeniyle artan nem oranı, hasat edilen tarım ürünlerinin tam olarak kurumasını engellerlerken aflatoksine de neden olmaktadır. İncir ve üzümün yetiştirilip kurutulduğu İç Ege’de jeotermal santraller kaynaklı artan nem nedeniyle uzayan kurutma süreci aflatoksinin sebebidir.

İhraç edilen tarım ve gıda ürünlerinde pestisit, aflatoksin, Akdeniz meyve sineği vb. var da ülke içindekilerde yok mu? Başta enerji olmak üzere maden ve sanayi şirketlerinin daha çok kâr için yarattıkları ekolojik yıkımın faturası tarıma ve tarım üretimine, yine üretici köylüye çıkmaktadır. Tekellerin hakimiyetine giren gıda ve tarımda, artan girdi maliyetleri karşısında desteklemelerden yoksun bırakılan, borçlanarak üretim yapan, düşük fiyat dayatmasıyla ürününü satan üretici köylüler kaybetmektedir. Tüccarı, ihracatçısı ise kârından bile zarar etmeden ticaretini devam ettirmektedir. İade edilen de ülke içinde satılan da kimyasal kalıntılı, zehirli, aflatoksinli olan tarım ve gıda ürünleri halka yedirilirken “gıda güvenliği” hoş bir seda olarak kalmaktadır.
                                                          /././
Denetim eksik, gıdaya erişim zor -Özlem Songül ABAYOĞLU-
Türkiye'de derinleşen yoksulluk, yetersiz denetimlerle güvensiz gıdaların yaygınlaşmasına yol açıyor. Kansere ve gen değişimlerine neden olan mikotoksin ve pestisitler halk sağlığını tehdit ediyor.

Türkiye’de derinleşen yoksulluk ucuz gıdaya dair talebi artırıyor. Denetimlerin yetersiz ve niteliksiz olmasıyla bu talebin karşısında güvensiz ve zararlı gıdalar yaygınlaşıyor, gittikçe daha büyük bir sorun haline geliyor. Ülke içinde üretilen ve tüketilen besinlerin yanı sıra ihraç edilmek istenen besinlerin bir kısmı da Türkiye’de tüketiliyor. Örneğin Antep fıstığında mikrotoksin bulunması sorununun yaşanması ile pek çok yaygın markete sık sık çeşitli Antep fıstıklı ürünler geliyor. Böylece zaten artan yoksulluk dengeli ve düzenli beslenmeyi zorlaştırırken erişilebilen besinler de zararlı, sağlıksız hatta zehirli oluyor. Gıda Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Üyesi Uğur Toprak, Türkiye’de gıda güvenliği ve Tarım ve Orman Bakanlığının sorumluluklarına dair gazetemize konuştu.

KANSER VE GEN DEĞİŞİMİNE DAHİ NEDEN OLABİLİYOR
Pestisitlerin hem çevre kirliliğini hem de kromozom anormalliklerini arttırdığını, kardiyovasküler sistem ve üreme sistemi dahil birçok sistemi etkilediğini ifade eden Toprak, mikotoksinlerin ise bazı küfler tarafından üretilen toksik metabolizma ürünleri olduğunu aktardı. Bunların en bilinenlerinin aflatoksin ve okratoksin olduğunu söyleyen Toprak, mikotoksin türlerinin fazla tüketilmesinin kansere neden olduğunun kanıtlandığını hatırlattı. Bağışıklık sistemini güçsüzleştirme, hafıza kaybı, kas krampları ve gen değişimi gibi etkileri de olabileceğini söyleyen Toprak, ihraç edilen gıdaların bir kısmının iade edilmesine ilişkin ise, şöyle konuştu: “Gümrüğe geri dönen gıda ürünleri Tarım ve Orman Bakanlığı il müdürlükleri tarafından kontrol ediliyor. Fakat, ürünleri iade eden ülkeden resmi bir evrak talep edilmiyor. İade eden ülke sebebini söylerse bilebiliyoruz. Aksi durumda ihraç eden firmanın beyanı esas alınıyor. Bu da bir güvenlik zafiyetine ve kafalardaki o makul şüpheye neden oluyor.”

"İŞLETMELER YILDA 2 KEZ BİLE DENETLENMİYOR"
Hemen her gün bir gıda zehirlenmesi yaşandığı, yapılan denetimlerin yetersizliği göz önünde bulundurulduğunda Türkiye’de gıda güvenliğinden bahsetmenin mümkün olmadığının altını çizen Toprak, denetimlere ilişkin çeşitli bilgiler aktardı: “Tarım ve Orman Bakanlığı 2023 faaliyet raporunu incelediğimizde bakanlıkta görevli gıda kontrolörü sayısının 7 bin 522 olduğunu, mevcut kadro ile ülke genelinde 1 milyon 302 bin 38 denetim yapıldığını ve sadece 255’i için savcılığa suç duyusunda bulunulduğunu görebiliriz.” 2023 sonu itibarıyla 719 bin 875 gıda işletmesinin 13 bin 175’inin adedinin onay, 706 bin 700’ünün kayıt kapsamında olduğunu aktaran Toprak, “Her işletmenin ortalama 2 kez bile denetlenmediği görülüyor. Şüphesiz ki, halk sağlığı ve gıda güvenliği, işletme başı yılda ortalama bir kez yapılan denetimle sağlanamaz. Aslında sorun sadece denetim sayısının yetersizliği de değil. Denetimlerin etkinliği de önemli. Denetimlerin daha sık ve güvenilir yapılabilmesi için daha çok gıda mühendisinin kamuda istihdam edilmesi gerekiyor. Gıda güvenliğinden tasarruf olmaz” diye konuştu.


YOKSULLUK BÜYÜYOR, TABAK KÜÇÜLÜYOR
Şubat ayında asgari ücretin açlık sınırının altında kalacağını, yoksulluk sınırının 68 bin 675 TL olduğunu ifade eden Toprak, TÜİK yoksulluk ve yaşam koşulları istatistikleri 2024 raporundan şu verileri paylaştı: Yoksulluk oranı bir önceki yıla göre 0.7 puan artarak yüzde 13.7 oldu, fertlerin yüzde 29.3’ü yoksulluk veya sosyal dışlanma riski altında, yüzde 39.3'ü iki günde bir et, tavuk ya da balık içeren yemek masrafını, yüzde 15.1'i evin ısınma ihtiyacını karşılayamıyor. Türkiye'de yoksulluk sayısı 17 milyon 821 bin kişi, yoksulluk oranı yüzde 21.2. Bu oran İstanbul'da yüzde 17.6, Ankara'da yüzde 19.7, İzmir’de yüzde 17.3.

Gıda enflasyonunun yüksek olmasının gıda harcamalarının toplam harcamasının büyük bir bölümünü oluşturan dar gelirli kesimleri çok daha fazla etkilediğinin altını çizen Toprak, küresel gıda güvenliği endeksi 2020 raporunda Türkiye’nin 113 ülke arasında 47'nci sırada olduğunu hatırlattı.

YURTTAŞ BESLENEMİYOR
Yaşamanın bir insan hakkı olduğu gibi sağlıklı, güvenli ve yeterli gıda ile temiz suya ulaşabilmenin de bir insan hakkı olduğunu vurgulayan Toprak, sözlerini şöyle bitirdi: “Bunu sağlamak kamunun en önemli görevlerinden biridir. Yinelemek gerekir ki, dar gelirli ailelerin elde ettiği gelir yeterli ve dengeli beslenme için gerekli harcamaları bile karşılayabilecek düzeyde değil. Bu durumda olan aileler, büyük bir olasılıkla beslenme dışı harcamalarının bir kısmını da beslenme harcamalarından kısarak elde edebilmekte. Gelir düzeyinin düşük ve yetersiz olması, dar gelirli kişi ve ailelerin sağlıksız, yetersiz ve dengesiz beslenmesine neden olmakta. Hicap duyarak söylüyoruz yurttaş ne yazık ki beslenemiyor. Sadece karın doyuruyor. Dengeli bir beslenme yerine tek tip ve özellikle karbonhidrat ağırlıklı beslenme ilerleyen yıllarda başta obezite olmak üzere diyabet ve diğer hastalıklara neden olacak.”
                                                       ***
Yoksulluk, güvensiz gıda ve sağlık sorunlarını getiriyor -Dilan Temiz-
Yükselen gıda enflasyonu ve sağlıksız gıda tüketimi halk sağlığını tehdit ediyor. Bitkisel yağlar, et ve süt ürünlerindeki tehlikeli katkı maddeleri alarm veriyor!
Güvenli gıdaya ulaşımın zorlaşması, yaygın tüketilen gıdaların ciddi anlamda sağlık sorunlarına neden olması halk sağlığını da tehdit ediyor. Uzmanlar sorunun giderek daha yakıcı hale gelmesinin nedenleri arasında yükselen gıda enflasyonunu işaret ediyor. Gıda güvenliğinin halk sağlığı ile ilişkisine ilişkin Evrensel’e konuşan Halk Sağlığı Uzmanı Doç. Dr. Cavit Işık Yavuz “Yükselen gıda enflasyonu yeterli ve dengeli beslenme olanaklarının yoksul kesimlerde daha da kısıtlanmasına yol açtı. Bu bizim önümüzdeki yıllarda çeşitli beslenme bozuklukları ile kendini gösterecek bir toplum sağlığı sorunu olarak karşımızda duruyor. Özellikle ucuz gıdalara yönelimin artmasıyla birlikte gıdalarda fiziksel, kimyasal ve mikrobiyolojik yönden çeşitli sorunlar ortaya çıkartan ürünlerle karşılaşmaya başladık” dedi.

İLK SIRADA YAĞ, İKİNCİ SIRADA ET VAR
Tarım ve Orman Bakanlığının uzun bir aradan sonra gıdalarda taklit tağşiş ve sağlığa zararlı firma listelerini açıklamaya başladığını ifade eden Yavuz, “2 Ekim’den itibaren yayımlanmaya başlayan listelerde 849 taklit tağşiş ürününün ifşa edildiğini gördük. Bunların yüzde 48’i bitkisel yağlar. Özellikle zeytinyağı vs. gibi ürünlere farklı tohum yağlarının katılması ilk sırada karşımıza çıktı. İkinci sırada yüzde 22.23 ile et ve et ürünleri geliyor. Buralarda da etin içerisine olmaması gereken farklı hayvan türlerinin etlerinin katıldığını, bazen boya eklendiğini görüyoruz. Üçüncü sırada da yüzde 14.5 ile süt ve süt ürünleri geliyor. Buralarda da farklı maddelerin katıldığını görüyoruz” dedi.

Yavuz, eklenen bazı maddelerin farklı sağlık etkilerine yol açtığına da değindi: “Bazı maddeler daha toksik etkiler doğurabiliyor. Farklı alerjenler katılabiliyor. Örneğin zeytinyağına sindirimi zor ya da sindirilemeyen bir kolza yağının katılması toksik yağ sendromu dediğimiz bir tabloya yol açmış literatürde. Sütün protein içeriğinin arttırılması için melaminin katılması üç yüz bin kişiye varan bir grubu etkilemiş. Özellikle bebek mamalarına melamin katılmasıyla çok daha kötü sonuçlar söz konusu olmuş. Bazı boya cinslerinin kullanılması yine vücutta bazı ciddi zehirlenme bulgularına yol açarak ölümlere bile yol açmış. Gıdada kullanılmasına izin verilmeyen bazı boyalar vs. de kullanılıyor ve bunların bazıları farklı alerjik sorunlara yol açabiliyor. Veya bazı peynirlerde küf ve mantar önleme amacıyla kullanılan Natamisin yüksek miktarlarda bulantıya kusmaya, alerjik belirtilere, karaciğer hasarına neden olabiliyor.”

AVRUPA’DA EN SIK İFŞA EDİLEN GIDA ÜRETİCİSİ TÜRKİYE
Türkiye’den ihraç edilen bazı gıdaların Avrupa’da referans değerlerinin üstünde kimyasal içerdiği için geri gönderildiğini hatırlatan Yavuz, “İhraç edilen ürünlerin bir kısmının Avrupa Gıda Güvenliği Ajansına bağlı kuruluşlar tarafından ifşa edildiğini görüyoruz. 2024’te aralık ayının ortalarına kadar uyarı yayımlanan gıdalar içerisinde Türkiye ilk sıradaydı. Uyarı yayımlanan gıdaların yüzde 9’u Türkiye’den gitmişti. Pestisit ve aflatoksinin ön sırada olduğunu görüyoruz” dedi.

Aflatoksinin karaciğer için çok zararlı olduğunu ifade eden Yavuz, “Gıdanın saklama koşulları ile özellikle ilişkili olarak ortaya çıkabiliyor. Sıcak ve nemli ortamlarda saklandığında daha fazla ortaya çıkan bir toksin türü ve ciddi sağlık etkilerine yol açıyor. Pestisit kalıntıları da yine aynı şekilde farklı olumsuz sağlık etkilerine yol açabilme potansiyeline sahip.”

"GIDA ANALİZİ SONUÇLARI AÇIKLANMALI"
Tüm bu nedenlerle Türkiye’de gıda güvenliği sorununun her geçen gün büyüdüğünü söyleyen Yavuz, Bakanlığın iç pazardaki gıdalara ilişkin de bilgilendirme yapması gerektiğini söyledi: “Tarım ve Orman Bakanlığının ifşa ettiği sağlığa zararlı ve taklit-tağşiş ürünler dışında biz diğer gıda analizlerinin sonuçlarını bilmiyoruz. Türkiye’de iç pazarda satılan, analizi yapılan gıdalarda durum nedir? Bunu da bilmiyoruz. Avrupa’dan dönen gıdalar dolaylı da olsa bir gösterge oluşturuyor ama iç pazardaki durumu da bakanlığın şeffaf biçimde açıklama açıklaması lazım. Bizim iç pazarda tüketilen ürünlerdeki pestisit oranını, aflatoksin oranını ya da diğer kimyasalların ne kadarının uygun çıkıp çıkmadığını bilmemiz gerekir. Aksi halde ifşa listesi sadece hangi firmanın hangi kategoride sıkıntılı ürün sattığını gösteren bir liste haline geliyor.”

BAKANLIĞIN LİSTESİNDE 1025 ÜRÜN VAR
Bakanlığın internet sitesinde yayımlanan güncel listede 2 Ekim’den bu yana yayımlanan 849 taklit ve tağşiş ürün, 176 tane sağlığa zararlı olduğu tespit edilen ürün bulunuyor. Sağlığa zararlı gıdalar arasına giren bazı ürünler şu şekilde:
Arifoğlu Baharat’ın bazı ürünlerinde gıdada kullanımına izin verilmeyen boya, Pekmez Dünyası’nın bazı ürünlerinde ilaç etken maddesi, Destan Baharat’ın bazı ürünlerinde gıdada kullanımına izin verilmeyen boya, Çeşitli markaların süt ve süt ürünlerinde Natamisin tespiti

Taklit ve tağşiş ürünler listesinde yer alan ürünlerin bir kısmı ise şu şekilde:
Arifoğlu Baharat’ın bazı ürünlerinde gıdada kullanımına izin verilmeyen boya,
Pekmez Dünyası’nın bazı ürünlerinde ilaç etken maddesi,
Destan Baharat’ın bazı ürünlerinde gıdada kullanımına izin verilmeyen boya,
Çeşitli markaların süt ve süt ürünlerinde Natamisin tespiti

Taklit ve tağşiş ürünler listesinde yer alan ürünlerin bir kısmı ise şu şekilde:
Bahçem Egeden zeytinyağında çeşitli tohum yağları,
Anzer Balcısı süzme çiçek balında tağşiş,
Birlik Vakıf zeytinyağında çeşitli tohum yağları,
Balpetek süzme çiçek balında tağşiş,
Danacıoğlu marka ısıl işlem görmüş sucuklar,
Aydeniz Et sucuğunda sakatat (dil),
Natural marka sızma zeytinyağında çeşitli tohum yağları,
Kovancıoğlu süzme çiçek balında tağşiş.
                                                   ***
Trump’ın ilk yenilgisi -Cihan Tuğal-

Neredeyse her senenin sonunda, bir tiyatro sahneye konur Amerika Birleşik Devletleri’nde. Bütçe müzakerelerinin tıkanması sonucu, federal hükümetin “kapanması” gündeme gelir. Halk korkutulur. Bazı pazarlıklar yapılır. Noel’den birkaç gün önce kapanma olmayacağı duyurulur.Tiyatro bazen hayatı aksatır. Hükümet gerçekten kapanır. Bazı devlet hizmetleri askıya alınır. Yine de Demokratlarla Cumhuriyetçiler bazen birkaç gün, bazen bir iki hafta sonra anlaşır. Hayat normale döner. Fakat 2024 sonundaki tiyatronun, daha derin bir anlamı vardı ve bu çoğunlukla gözden kaçtı. Mesele Demokratlarla Cumhuriyetçiler arası dengelerden ziyade, Trump’ın Cumhuriyetçi Partiyi kökten dönüştürüp dönüştüremeyeceğiyle ilgili. Dramanın rutin kısmı, iş “kapanma”ya varmadan halledildi. Bu görüntünün gölgesinde kalan, Trump’ın ilk yenilgisini almış olmasıydı.

Gelişmelerin özeti: Demokratlardan gelen ilk bütçe önerisi, Cumhuriyetçiler tarafından hemen reddedildi. Trump ve Musk, devlet harcamalarını ciddi şekilde kısan alternatif bir bütçe önerisini Kongreye dayattılar. Demokratlar itiraz etti. Bu işin rutin, beklenen kısmı. Daha ilginç olan, birçok Cumhuriyetçinin Demokratlara katılıp bu öneriye karşı oy kullanması oldu. İkinci bütçe önerisi de reddedildi böylece. Hemen sonrasında, aşağı yukarı aynı öneri, mühim bir farkla, Kongreden geçti. O mühim fark: Trump’ın, “borç tavanı”nın askıya alınmasına dair son anda eklettiği madde. Bu madde, üçüncü ve başarıyla sonuçlanan öneriden çıkarıldı.

Bu ne anlama geliyor? Trump, Musk-Trump alternatif bütçe önerisine neden böyle bir madde ekletti? Cumhuriyetçiler bu maddeye neden direndi?

Biliyorsunuz Trump, yedi ila on beş milyon arasında insanı ülkeden atma vaadiyle başa geldi. Ama milyonlarca insanı ülkeden atmak nutuk atmaya benzemez. Zor ve şiddet, pahalı işler. Trump’ın Amerikan toplumunda yaratmayı istediği depremi başlatabilmek için bile milyarlarca dolara ihtiyacı olacak. Bunun için de ya zenginlere yönelik daha yüksek vergiler ya da yeni gelir kaynakları gerekiyor.

Trump zenginleri vergilendirmeye karşı olduğuna göre, yeni kaynaklar yaratmaya yönelmesi beklenebilir. Bu kaynakları yaratacak, devletin aktif olarak üretimi yönlendirdiği bir “milli ekonomi” programı bazı düşünce kuruluşlarınca pişiriliyordu bir süredir. Bu kuruluşlar, kendilerini Trump’ın ideolojik erleri olarak görüyor. Ancak Trump onları önemsemiyor. Sadece gümrük vergilerini arttırarak, Amerikan zenginlerinden vergi almayarak üretimi arttıracağını savunuyor. Oysa bu imkansız. Devletin endüstriye müdahalesi, teknolojik atılım konusunda yönlendiriciliği olmadığı sürece, gümrük vergileri ne üretimin yapısını değiştirir ne de doğru düzgün kaynak yaratır.

O halde, milyonları sınır dışı etmek için gerekecek olan zor ve şiddet nasıl finanse edilecek? Geriye sadece borçlanma opsiyonu kalıyor. Bu da “bütçe açığı şahini” Cumhuriyetçilerin yerleşik ideolojisine aykırı. Dolayısıyla, Trump’ın “borç tavanı”nı askıya alan maddesini ihtiva eden ikinci bütçe önerisinin aleyhinde oy kullandılar (Hatta bütçe açığı konusunda parti ortalamasına nazaran daha “şahin” olan otuzu aşkın Cumhuriyetçi, üçüncü önerinin dahi karşısında durdu).

Kısacası, olup biten gayet teknik gözükse de Trump’ın büyük “temizlik” planları ilk darbesini aldı aslında.

Trump ve Musk, devletin harcamalarının olabildiğince kısılmasını istiyor. Ama Trump, güvenlik ve sınıra dair dayatacağı harcamaların önünde hiçbir engel olmamasını istiyor aynı zamanda. Üstelik, Musk ile devletin küçülmesi konusunda hemfikir görünse de “Sağlık harcamalarına dokundurtmam” diyor aklına estikçe. Çalışan kesimlerden aldığı desteği sürdürmek için böyle çıkışlara ihtiyaç duyduğu belli. Bu çelişkili duruş, önümüzdeki dört seneye damgasını vuracak tuhaflıklardan sadece bir tanesi.

Benzer dinamikler, Trump’ın ilk döneminin fiyaskoyla sonuçlanmasına yol açmıştı. Trump söz verdiği duvarı bitirememişti çünkü bizzat Cumhuriyetçiler gerekli harcamaların önünü tıkamıştı. “Kapanma” tiyatrosunun 2018’de beş hafta gibi bir süreye yayılması da bu fiyaskolardan biriydi. Amerikan tarihinin en uzun kapanması bile, Trump’ı amacına ulaştıramamıştı.

Demokratlar çürümüş bir ekonomik modeli sürdürmenin binbir yolunu arıyor. Trump ise yarattığı tüm umut ve korkuya rağmen, devleti parsellemenin ve (Bir sınıf olarak burjuvazinin değil) bir avuç zenginin hizmetine sokmanın gayretinde. 1980’lerde ve 1990’larda Demokratlarla Cumhuriyetçilerin el ele kurduğu işçi düşmanı “neoliberal” ekonomik modele düşman gözüküyor ama sermaye dostu bu modelle bir iki başlık dışında ciddi bir alıp veremediği yok aslında. Amerikan kapitalizmini, içinde bulunduğu yapısal krizden kurtarma şansı işte bu yüzden sıfır.

Trump’ın yerleşik kurumlara karşı yürütüyor gözüktüğü savaştan yıkım ve kaos çıkar. Ama Amerika’nın burjuvazisini kurtaracak ya da geniş yığınlara refah sağlayacak bir reçete asla.
                                                          /././
Kent hakkının sınıfsallığı -T.Gül Köksal-

Yeni yılın bu ilk yazısında, radikal kent hakkının sınıfsallığına değinmek istiyorum.

Son iki haftadır, imarın ve kültürel değerlerin sınıfsallığına yer vermiştim. Kentleşmeye ait bu iki olgunun vuku bulduğu kentin kendisinin de bir meta olduğu kapitalist sistemde, kentin kullanım ve değişim değerini tartışmaya açmak elzem. Aynı şekilde kapitalist sistemin kurucu dinamiklerinden olup sistemi besleyen patriyarka, türcülük, ırkçılık vd. söylemleri de kent hakkı bağlamında konuşmak gerekiyor.

D. Harvey’in ifadesiyle;Kentleşme her zaman sınıfsaldır. Kapitalizmde kentleşme bir artı-ürünün harekete geçirilmesine dayalı olduğundan kapitalizmin gelişimi ile kentleşme arasında yakın bir bağlantı ortaya çıkar. Sürekli yeniden yatırımın sonucu kapitalizmde kentleşmenin büyüme çizgisiyle paralel olarak artı-üretimin bileşik oranda genişlemesidir.”

Kentleşme, sermaye birikiminin üst sınıflar için inşa edilen kentlere akıtılmasını sağlar. Kentlerde kimlerin yaşayabileceği veya yaşayamayacağı sermayenin yönlendirmesine tabii kılınır. Özellikle sanayinin çözüldüğü yerlerde, işçi sınıfının kentle kurduğu yaşam ilişkileri de dağılır. Yeniden bir çitleme başlar. Ve sınıf mücadelesi artan bir biçimde kentlerde vücut bulmaya başlar.

Yapılı çevreyi iyileştirme ve onarma ihtimallerinden önce yıkıp yeniden inşaya dayanan Türkiye gibi kentleşme pratiği olan ülkelerde, inşaat sektörünün kendisi de türlü biçimlerde can alır. 

Bugün kent hakkını, sistem içinde hak talebine indirgeyen yaygın bir yaklaşım mevcuttur. İşçiler, emekçiler, kadınlar, LGBTİ+ bireyler, çocuklar, gençler, yaşlılar, hayvanlar vb. türlü toplumsal dilimler için kent hakkı talep ederek kentte bir yaşam dengesi kurulmaya çalışılmaktadır. Oysaki sistemin kendisi, krizleri yaratan, sorunun yerini değiştiren ve kök sorunu çözmek yerine, soruna tabii kılan bir yol izlemektedir. Bu bağlamda talep siyaseti de kapitalizmin kurucu dinamiğidir. Tıpkı sistemin ürettiği ayrımcılıklar gibi.

Henri Lefebvre, Sel Yayıncılık’tan çevirisi “Şehir Hakkı” olarak yayımlanan kitabının giriş kısmında bir “uyarı”da bulunur ve şöyle der; Bu yazının saldırgan bir biçimi olacaktır (kimileri belki aşağılayıcı bulacaktır). Neden? Çünkü muhtemelen her okurun kafasında zaten sistematikleşmiş ya da sistematikleşme yolunda bir dizi fikir vardır. Muhtemelen her okur bir “sistem” arar ya da kendi “sistem”ini bulmuştur. Terminoloji ve dilde olduğu kadar düşüncede de bir sistem rüzgârı esmektedir. Oysa her sistem düşünümü sonlandırma, ufku kapatma eğilimindedir. Bu yazı sistemleri parçalamak istemektedir; onların yerine başka bir sistem koymak için değil, ufku ve yolu gösterip düşünceyi ve eylemi olasılıklara açmak için. Biçimciliğe yönelen bir düşünüm biçimine karşı, açıklığa yönelen bir düşünce bu mücadelede başı çekecektir. Şehircilik de neredeyse sistem kadar modadır. Şehircilikle ilgili soru ve düşünümler, avangard olma iddiasındaki teknisyen, uzman ve entelektüel çevrelerden çıkıyor…”. 

Lefebvre’in işaret ettiği gibi, kentleşme adına da düşünce ve eylemi olasılıklara açmak için, sistemin sunduklarını iyileştirmek ya da bazı adil kırıntılar bahşedilmesini talep etmek aynı çukurun içinde debelenmeye neden olacaktır. Başka bir kentleşme tahayyülü için, önce bu çukura düşmemek gerekir.  

Bu nedenle gündelik hayat praksisi içinden, yurttaşlık/tür/patriyarkal vd. yapısal sorunları ortadan kaldıracak şekilde güç ilişkilerini değiştirmeyi hedefleyerek, kenti ve kendimizi, başka bir dünya yolunda, yeniden kurmayı tahayyül etmek, radikal bir kentleşme politikasını zorunlu kılar. Ve hakkı bir yaratım olarak ele alıp mevcut paradigmadan çıkmak gerekir.

Geçen haftaların söylemini yenileyeceğim;
Kent hakkını inşa etmeye çalışan kentsel-toplumsal hareketler, aynı zamanda bir sınıf hareketidir. Kadın, LGBTİ+, hayvan, etnik, sistemin gücüne karşı çıkan biyopolitik düzlemdeki her türlü mücadele de sınıfsal karakter içerir. Zira kenti başka şekilde tahayyül etmek, halihazırdaki kapitalist kentleşmeye güç veren patriyarkayı, ırkçılığı, türcülüğü ve bunun gibi canlı sistemi parçalayan ayrışmaları da ortadan kaldırmayı mesele eder.

Yazının görselindeki eylem afişinde geçen; “gücümüz birliğimizden gelir” sözleri, kentsel mekândaki türlü mücadelelerin biricikliğini, çoğulluğunu ve ortaklığını gördükçe anlam kazanacaktır.

Öte yandan kentsel-toplumsal hareketler halihazırda ağırlıkla sermaye birikimine tepkiye dayalı ilerliyor. Ancak bunun ötesine geçerek, kentin tüm bileşenlerinin yarattığı öznelliklere odaklanarak, birliği kuracak güç ilişkilerini hedef aldığında; sınıfsız toplum yolunda, hareketin mekânı da özgürleşecektir…
                                                          /././
Akademisyen Dilşa Deniz : Cihatçılarla Alevileri eşitleyip katliamları görünmez kılmak istiyorlar -Elif Ekin SALTIK-

Akademisyen, Antropolog Dilşa Deniz, Suriye’de yaşanan gelişmelerle birlikte Alevi yurttaşlara yönelik ortaya atılan “Siyasal Alevilik” kavramını gazetemize değerlendirdi.

Gerici çevrelerin ve iktidara yakın medyanın Suriye’de yaşanan gelişmelerle birlikte Alevi yurttaşlara yönelik “siyasal Alevilik” kavramını ortaya atması bir süredir tartışma konusu. Alevi yurttaşları hedef gösterme haline gelen kavram şiddete kapı araladığı için kaygıya yol açıyor. Siyasal Alevilik kavramı üzerine Evrensel’e değerlendirmelerde bulunan Antropolog, Akademisyen Dilşa Deniz, siyasal İslam’ın bir iktidar anlayışı olduğunu söylerken Alevilerin bir iktidar iddiası olmadığını belirtti. Deniz, “Kavram, siyasal İslamcı zeka seviyesine göre kurgulanmış, kalemli cihatçıların, silahlı cihatçıların suçlarını örtme ve Alevileri tehdit etme biçimidir. Alevilerle cihatçıları eşitleyerek kendilerini aklamaya, Alevi katliamlarını görünmez kılmaya çalışmaktadırlar” dedi.

Siyasal İslam kavramının İslam’ın üzerine monte edilmiş bir ideoloji ve dolayısıyla bir iktidar arayışı olduğunu dile getiren Dilşa Deniz, “Bu ideolojinin temel amacı, yalnızca Müslümanların egemenliğini sağlamaktır. Bunu da ideal yönetim şekli şeriat olarak tanımlanır. Tanımlanan şeriat ise esasen iktidarı elinde bulunduran kişi veya grubun keyfiyetine dayanan, belli bir şekli olmayan, yoruma açık bir hukuksal ve/ya yönetsel çerçevedir. Bu çerçeve, genellikle 1400 yıl önceki yaşam şartlarına göre şekillendirilmiş ve bugünün modern dünyasıyla hiçbir şekilde uyumlu olmayan, çoğunlukla eğitim seviyesi düşük, orta yaş ve üzerindeki erkeklerin yorumlarına dayanan bir çerçevedir. Afganistan, İran, Arabistan ve Pakistan’daki şeriat uygulamaları buna dayanan örneklerdir” dedi.

“SİYASAL İSLAM BİR İKTİDAR ANLAYIŞI” 
Kimi ülkelerdeki şeriat uygulamalarının görünürde farklı olsalar da karakteristik ortaklıkları olduğunu dile getiren Deniz, sözlerinin devamında “Örneğin kadınların değersizliği, kadın düşmanlığı (misogyny), keza Müslüman olmayanlara düşmanlık, sosyal hayata dair her şeyin -müzik, sanat, spor gibi- yaşamın temel unsurlarına düşmanlık, keyfiyete dayalı katı bir hiyerarşinin, insan hayatının kolayca sonlandırılabilmesi ve din adına katliam yapma hakkının iktidar sahiplerine tanınmış olarak idealize edildiği iktidar anlayışıdır” değerlendirmelerinde bulundu.

“KAVRAM, ALEVİLERİ TEHDİT ETME BİÇİMİDİR” 
Deniz sözlerini şöyle sürdürdü: “Bu ideolojik iktidar anlayışını, Alevilik gibi şefkat, sevgi, başkalarının rızasına saygı, kolektif ve şeffaf karar alma ilkeleri üzerine kurulu, hiyerarşiyi ve din adına öldürmeyi reddeden, cinayet işleyenleri dini ritüeline dahi almayan, hiçbir devletin resmi dini olmamış, iktidar talebinde bulunmamış, hatta din adamlarına devletten maaş verilmesini bile reddetmiş, dünyanın en insancıl inancına mensup kitlenin hayatta kalma ve eşit muamele görme mücadelesini ‘siyasal Alevicilik’ kavramıyla eşitleme bir zeka geriliği sorunu değildir. Tam tersine, siyasal İslamcı zeka seviyesine göre kurgulanmış, kalemli cihatçıların, silahlı cihatçıların suçlarını örtme ve Alevileri tehdit etme biçimidir. Bu yolla Suriye’de olduğu gibi sistematik pogromlara, soykırımlara tabi tutulmuş ve hakları gasbedilmiş bir kitlenin hak mücadelesi ile iktidarı ele geçirip kendisine benzemeyenlerin canlarına, mallarına, kadınlarına, çocuklarına çökmeyi hak gören cihatçılarla eşitleyerek kendilerini aklamaya, Alevileri susturmaya, orada planlanan Alevi katliamlarını görünmez kılmaya çalışmaktadırlar.”
                                                         /././
Benim adamımdan hoca -Arif Nacaroğlu-

Siz bakmayın meydanlara toplanıp hoplaya zıplaya yeni yıla girerken mutluymuşuz numarası yaptığımıza. 2024’e girerken de öyle yapmış, sonra 17 bin 2 lirayla 364 gün ağlamıştık. Önümüzde 364, elimizde 22 bin 104 lira. Değişen bir şey yok.
Yıl bitti, bitecek derken üniversiteler son bir hamle ile kadro ilanlarını açtılar. İnsanlar havai fişek seyrederken kadrolarını seçme hocalarla zenginleştirecekler. Bazı ilanlara bakıyorum, başvuru şartlarında doktora tez konusu yazıyor. Doktora bu, dünyada bu konuyu çalışan sadece bir kişi olmalı. Yoksa özgün olmaz ve jüriyi geçemez(?). Yani ilana ha adayın ismini yazmışsın ha doktora konusunu. Sanki adam ya da kadın ama çoğunlukla adam, üniversiteye hoca olunca öğrencisine sadece kendi doktora konusunu anlatacak. Diyelim Aziz Sancar “Ben de bu konuda uzmanım. Gelip 65 bin lira maaşla çalışmak istiyorum” dedi. Nafile. Şartları sağlamıyor diye dosyasını bile almazlar. Zaten o da en iyisi dünya sıralamasında üçüncü ligde olan, “tensip” ile atanan tek adam kayyım rektörlerle yönetilen hangi üniversitemize gelmek istesin ki?

Milletvekillerimiz Mecliste bakanlara, daha yukarılara soruyor, cevap yok. Atanan rektörlerin ilk demeci “tensip” edenlere teşekkür, artık cacık olmuş “üniversite sanayi iş birliği” sloganıyla, ismini yukarıya fısıldamış sermayeye, siyasete selam.

Bir tek üniversitelerde mi çivi çıktı?

Değil.

 Ama en önemli çivi idi üniversitelerimiz.

İkinci dünya savaşı sonrası Almanya yerle bir olmuştur. Amerikalı general Alman generale “Artık siz bir daha sırtınızı doğrultamazsınız” deyince Alman general “Taş taş üstünde kalmadı, doğru ama üniversitelerimiz ayakta” der.

İşte bundandır iş birlikçilerin üniversiteye saldırısı, ilanda, alınacak adamın doktora konusunu ön şart koyması.
                                                            /././
Almanya ABD’nin arka bahçesi mi?-Yücel Özdemir-

Güney Afrika, Kanada ve ABD vatandaşı, 421 milyar dolar servetiyle dünyanın en zengin insanı Elon Musk’ın ırkçı, milliyetçi ve içinde faşistlerin de olduğu bilinen Almanya için Alternatif (AfD) partisine açıktan destek vermesinin Almanya’da yarattığı tartışma kolay dinmeyecek görünüyor.

Bunun birkaç nedeni var.

Bunların başında, AfD’nin bu durumu, Alman sermayesinin değişik kesimlerinden destek almak için kullanmak istemesi geliyor. Dünyanın en zengin insanının verdiği desteğin arkasındaki maddi çıkarların bir bölümü Alman sermayesinin bir kesimi için de geçerli. Sermayeye daha fazla sömürü için sonuna kadar özgürlüklerin tanınması, işletmelerden alınan vergilerin düşürülmesi, Rusya ile ilişkilerin normalleştirilerek ucuz enerji sağlanması sadece Musk’ın gündeminde değil...

X üzerinden yaptığı paylaşımlar ve Welt am Sonntag gazetesinde yayımlanan yazıyla AfD’ye verdiği tam destek nedeniyle Almanya’nın en önemli gündemi haline gelen Musk, şubat ayında yapılacak erken seçimler öncesinde kamuoyunun dikkatini daha fazla AfD’ye çekmek için yılbaşı gecesi Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier’i “antidemokratik zorba” ilan etti. Steinmeier’in yeni yıl konuşmasında Musk’ı dış müdahale örneği olarak göstermesine aldığı yanıt bu oldu. Musk daha önce Başbakan Olaf Scholz’u da “aptal” olarak nitelendirmişti.

Bu aşağılamaların amacının kutuplaştırmayı artırarak AfD’yi güçlendirmek olduğu artık daha net olarak görülebiliyor. Musk’ın bu tarz çıkışları önümüzdeki günlerde daha da artacak gibi. Zira, burada söz konusu olan sadece Musk değil. Aşırı sağa, milliyetçiliğe, göçmen ve mülteci düşmanlığına yatırım yapan ABD burjuvazisinin bir bölümü, aynı eğilimin Avrupa’da güç olup iktidara gelmesini istiyor. Avrupa’nın en büyük ekonomik gücü olan Almanya’da aynı zihniyetin güç kazanmasının, Trump yönetimindeki ABD’nin de çıkarına olduğundan hareket ediliyor. Böylece, ABD ile Almanya arasında politik düzlemde ortaya çıkabilecek çelişkilerin de önü alınmak isteniyor.

Dolayısıyla, Trump’ın danışmanı olarak Musk’ın yaptığı çıkışın arkasında aşırı sağcılara karşı tutumları nedeniyle sosyal demokrat SPD ve Yeşiller’in hükümet ortağı olmadığı bir koalisyon hükümeti isteği var. Trump-Musk ikilisinin temsil ettiği ABD burjuvazi bu çıkışla AfD ile federal ve eyaletler düzeyinde koalisyon ortaklığına karşı çıkan muhafazakar Hristiyan Demokratlara (CDU/CSU) da mesaj veriyor. Musk’ın AfD’ye destek yazısının yayımlandığı Welt am Sonntag gazetesi, Axel Springer SE tekeline bağlı birçok yayın organından birisi. Ülkenin en çok satan gazetesi Bild de bu yayınevi bünyesinde.
Musk’ın, bildiri niteliğindeki AfD’ye destek çağrısının bu sermaye grubu tarafından yayımlanması ne tesadüf ne de gazetenin yayın yönetmeninin kendi başına verdiği bir karar. Maksat, geleceğe dair siyasi hesaplar. Alman burjuvazisi içinde Hitler’e verilen desteğin tarihsel utancının etkisiyle ırkçılara yönelik mesafeli yaklaşım, Musk gibi aktörler üzerinden aşılmak isteniyor. Bu bakımdan Musk aynı zamanda aşırı sağa açıktan destek veremeyen kesimler tarafından tercüman olarak kullanılıyor.

Nitekim Musk’ın sözlerinden sonra yapılan anketlere göre, AfD ülke genelinde oylarını ilk kez yüzde 20’ye çıkardı. Sosyal medya ve basında yer alan haberlere bakılırsa AfD’nin Başbakan Adayı Alice Weidel, 10 Ocak’ta ABD’de olacak ve X-Space üzerinden Musk ile bir canlı yayına katılacak. Weidel’in sözcüsü ziyareti doğruladı. Musk benzer bir yayını X üzerinden seçimler öncesinde Trump ile de yapmıştı.

Şimdi merakla beklenen Trump’ın 20 Ocak’ta yapılacak devir teslim törenine Weidel’in katılıp katılmayacağı. Scholz ve Steinmeier’in davet edilmediği törene, Weidel’in Musk aracılığıyla katılması durumunda yeni bir tartışma alevlenecek: “Almanya’yı Trump nezdinde Weidel mi temsil ediyor?​” Böylece Musk ve AfD’nin gündemde kalmasının süresi uzayacak. Özellikle Die Welt ve Bild de buna kendi cephesinden katkı sunmaya devam edecek.

Alman sermayesinin açıktan destek vermekten imtina ettiği aşırı sağcı partinin Musk üzerinden normalleştirilmeye çalıştırılmasının değişik sonuçlara yol açacağı şimdiden söylenebilir. Bugüne kadar yapılan değerlendirmelerin çoğunda, aşırı sağcı partinin dışarıdan gelecek bir destekle daha da güçlenebileceği pek hesaba katılmamıştı. Şimdi dış destek de hesaba katılarak bir mücadele ekseni yaratılması gerekiyor.

Dışarıdan müdahaleye tutarlı şekilde karşı çıkan partiler hızla güç toplayabilir. Bu desteğin arkasında genel olarak ABD sermayesinin bir bölümünün, özel olarak da Musk’ın Tesla’nın Berlin yakınlarındaki Grünheide’de bulunan fabrikası nedeniyle ekonomik çıkarları olduğu anlatılabilir. Bu durum yine ABD’nin 2026’da Almanya’ya konuşlandırmayı planladığı uzun menzili füzeler ve ABD’nin Almanya’daki askeri üslerine karşı mücadeleyle birleştirilebilir. AfD’yi güçlendirmek için dışarıdan yapılan bu müdahale aynı zamanda bir fırsata da dönüşebilir.

Bu nedenle ülke tarihi açısından 23 Şubat’taki erken seçimlerin önemi çok daha artmıştır.
                                                             /././
Bize verilecek 6 bin 630 TL neye yetecek?-Deniz Kemeç-

MESEM’de çalışan çırakların payına yeni asgari ücretten 6 bin 630 TL, kalfalara 11 bin 50 TL düşecek. MESEM’liler cep harçlığı gibi olan yetersiz ücretlere tepkili.

Yeni asgari ücret geniş emekçi kesimlerinde olduğu gibi mesleki eğitim merkezi (MESEM) kapsamında çalıştırılan çocuk (öğrenci) işçiler için de hayal kırıklığı oldu. OSTİM’de çeşitli atölyelerde çalışan MESEM’li çocuk işçiler, 2025 yılı için 22 bin 104 TL olarak belirlenen asgari ücretin yetersiz olduğunu söylüyor. Yeni asgari ücretle birlikte çırak olan MESEM’liler 6 bin 630 TL, kalfa olan son sınıf öğrencilerinin ise aylık ellerine 11 bin 50 TL geçecek. MESEM’liler, yeni zamma tepki göstererek açlık ücretine çalışmalarının istenmesine tepki gösteriyorlar. Önceden aileleriyle birlikte yaşadıkları için aldıkları ücreti ‘Hiç yoktan iyidir’ diye niteleyen MESEM’liler artan pahalılık ve düşük zam nedeniyle artık bir işe yaramadığını söylüyor. 

"CEP HARÇLIĞI BİLE DEĞİL"
OSTİM Mesleki Eğitim Merkezine kayıtlı çocuk ve genç işçilerle ücretlerini konuşuyoruz. Haftanın 1 günü geldiği okuldan çıkan MESEM’liye yeni asgari ücreti sorduğumuzda şu cevabı veriyor: “Kaşıkla verdiklerini kepçeyle geri alıyor abi. 22 bin 104 TL olan asgari ücret 22 bin 104 TL açlık sınırının bir tık üstünde yoksulluk sınırının ise yanına bile yaklaşmıyor. Bizim alacağımız ücret ise cep harçlığı bile değil.”  Elektrik-elektronik bölümü 10. sınıf öğrencisi olan Muhammet, iş öğrendiği için paranın çok önemli olmadığını söylese de “Yeni zamla birlikte 7 bin TL alacağız. Bu neyimize yetecek?​” diyerek aldığı ücretin düşüklüğüne işaret ediyor. Muhammet’i arkadaşı araya girerek düzeltiyor: “Ne 7 bini ay sonunda alacağımız para yeni zamla 6 bin 630 TL olacak.” Metal bölümü öğrencisi olan kaynak işinde çalışan Berat “Hadi biz neyse de ev geçindiren işçi çoluğuna çocuğuna nasıl baksın? Kölelikten farkı yok bunun”

"TAHAMMÜLÜM SIFIR ARTIK"
Makine bölümü 11. sınıf öğrencisi Samet, artık işe gitmek bile istemediğini bu yüzden bazen geç gittiğini söylüyor. Geçenlerde patronun ‘Niye geç geliyorsun?​’ diye sorduğunda “Sebebi belli değil mi diyerek düşük ücrete işaret ettim. Bunu üzerine konuyu kapattı” dedi. Bu ay 17 bin TL ücret isteyeceğini verilmezse işten çıkacağını anlatan Samet “Tahammülüm sıfır artık. Babamla da tartışıyorum o da işten çıkmak istememe karşı çünkü” diye konuştu. 

Muhammet ise Samet’in tersine çok kolay bir şekilde işten çıkarılabilmelerine tepkili: “Bir çırak gider, bir çırak gelir mantığı var. Bizi çok rahat gözden çıkarabiliyorlar.”

"İŞ YOĞUN ÜCRET DÜŞÜK"
Oto elektrik bölümünde okuyan 11. sınıf öğrencisi Ahmet, bundan önceki iş yerinde yoğun çalışmasına rağmen yeterli ücret alamadığını belirterek “Babamla da ustamla da bu durumu konuştum. İkisi de ‘Sen çalış, para ikinci planda olsun’ dedi. Babam karşı çıkmasına rağmen o iş yerini emeğimin hakkını alamadığım için bıraktım. Babam da bırakmama karşı çıktı. Aileden gelen bu baskıyı onlarla tartışarak kendim aştım. Genç işçiler olarak da bu baskıları aşıp birbirimize güvenip patronun karşısına kendi haklarımız için çıkabilmeliyiz.”
                                                      ***
(Evrensel)




Öne Çıkan Yayın

Portekiz'de "Demokrasi Ödülü" verilen İmamoğlu: Bu ödül özgürlük talep eden gençlere, kadınlara ve sessiz milyonlara ait -T24-

Portekiz'in Braga kentinde yapılan Eurocities (Avrupa Kentler Birliği) 2025 Genel Kurulu’na katılan Muğla Belediye Başkanı   Ahmet Aras ...