soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -12 Ocak 2025-

Mütareke İstanbul’undan Manzaralar: 'İşgal' geçmişin hatırası değil sadece -Çağrı Kınıkoğlu/soL-Söyleşi

Kaya Tokmakçıoğlu ile hem İstanbul tutkusu hem de son kitabı üzerine söyleştik.
Kaya Tokmakçıoğlu’nun 2020 yılında “Köle Kul Amele - İstanbul'un Toplumsal Mücadeleler Tarihi” başlıklı ilk kitabı Yazılama Yayınevi’nden yayınlanmıştı. 

5 Ocak’ta İstanbul Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde dört yılın ardından Kaya Tokmakçıoğlu’nun ikinci kitabını konuşmak için bir araya geldik. Pek çok katılımcıyla gerçekleştirdiğimiz söyleşiyi soL için de kaleme aldık.

2024 yılının Kasım ayında “Mütareke İstanbul’undan Manzaralar”, “İşgal, Menfaat, İrade” alt başlığıyla yayınlanmış oldu.

Kitap 1918-1923 yılları arasında başta Britanya, Fransa ve İtalya olmak üzere, basbayağı yabancı askerlerin çizmeleriyle çiğnenen, Boğaz’da yabancı donanmaların zırhlılarının demirlediği beş yıla ve insan manzaralarına odaklanıyor.

-Ç.K.:Kaya seçtiğin üç alt başlık arasında işgal konusu ilginç bir mesele. Bir taraftan hem kendi ülkemizle hem kendi içinde yaşadığımız çağ ile çok bağdaştıramıyoruz, diğer taraftan da öyle bir dünyadayız ki, etrafımızda aslında yıkıma ve işgale uğramayan ülke, coğrafya neredeyse kalmadı.

Yanlış hatırlamıyorsam Yalçın Küçük’ün bir ifadesiydi, “Savaş siyasetin başka araçlarda sürdürülmesidir” diyordu. 1918’de Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Mondros Mütarekesi’ni imzalandı. İstanbul'un işgali Kasım 1918'de başlıyor.

Bir taraftan sosyal ve mekânsal olarak sürekli sarsılan bir şehirden bahsediyoruz. Sürekli bir yıkım ve yeniden inşa hali. Etrafındaki ya da kendi coğrafyasındaki savaşlardan kaçan insanların hücum ettikleri bir şehir. Sürekli canlanan, yeniden canlanan bir eğlence hayatı: bir dekadans kültürü. Konutlarından, yaşam alanlarından kovulan insanlar, o konutlara ve yaşam alanlarına başkalarının el koyması. İşsizlik oranındaki korkunç yükseliş. Halkın yaşadığı büyük bir sefalet. Emperyalistlerin bu halkı maruz bıraktığı korkunç küstahlık, arsızlık manzaraları. 

Bu görüntüler ve imgeler üzerinden düşününce, işgal İstanbul’una dair bu göstergeler neredeyse bugünün İstanbul'unu ifade ediyormuş gibi geliyor. Seni bu çalışmaya iten ya da çeken bu paralellikler mi oldu? 

K.T.: Şimdi paralellikler şuradan çıkıyor sanırım. Ben hep şehirde yürürken ya da şehrin üzerine düşünürken, okurken, dinlerken, izlerken, görece içine doğmadığımız ama belki kısmen yakın bir çağ diyebileceğimiz bir çağı soyutlamayı sağlayacak şeyler arıyorum. 

Bu biraz şey gibi, bazen İstiklal Caddesi'nde yürürken kafanızı kaldırdığınız zaman başka bir şey görürsünüz ama dümdüz yürüdüğünüz zaman yoğun bir kalabalık size geliyordur. Soyutlamayı ancak yukarı baktığımız zaman yapabiliriz.

Bu soyutlama açısından Mütareke İstanbulu aslında ilk kitabımdaki kısa bir bölümü oluşturuyor. Kitabı yazdığım, süreçte bunun yoğun olarak içinde bulunduğumuz dönemi yansıtan bir dönem olduğunu hissediyordum.

 Senin verdiğin örnekler açısından düşünecek olursam, bugün ne oranda çocuk işçi varsa, işgal İstanbulu’nda o oranda çocuk işçi var. Veya organize ya da organize olmayan fuhuş açısından söyleyelim. İşgalin tabii ki askeri boyutu bunun önünü başka şekillerde açıyor ama bugün biz bu yok desek de çok paralel bir biçimde, mekânsal olarak neredeyse aynı mekânlarda bu organize fuhuş devam ediyor.

Ya da konut sorunu. Boyutu değişmiş vaziyette, niteliği biraz değişmiş vaziyette. 

Ya da göç. Bugün biz yoğun olarak yakın coğrafyamızdaki göçten bahsediyoruz ama İstanbul o ölçüde 100 yıldır kozmopolit bir kent. Göç de bunun bir parçası aslında.

 O yüzden 100 yıl geriye baktığım zaman biraz mesafelenme ve onun üzerinden bunu kurgulama elimi kolaylaştırıyor, diyebilirim. 

İçinde yaşadığımız bu hercümerç ve koşturmada, herkesin sabahın köründe işine gücüne bir makine gibi başlayıp, bitkin bir halde eve geldiği bir yaşamda elbette çok kolay değil bu paralelliği görmek.

Yani neredeyse sadece sokakta Fransız, İngiliz ve İtalyan askeri görmüyorsunuzdur. Ama onun dışında çubuğu bükerek biraz daha abartarak söyleyeyim; belli bir süreklilik var. 100 yıl öncesinin İstanbul'unun bugüne yansıyarak devam ettiğini söylememiz mümkün. 

Ç:K.: 1918-1923 arası... Hepimizin belleğinde izlediklerimizden, okuduklarımızdan oluşan birtakım görüntüler canlanıyor olsa da, biraz o dönemin İstanbul'undan bahsedebilir misin; işgal edilen şehir işgal öncesinde ne haldeydi? Kaç kişinin yaşadığı bir şehirden bahsediyoruz? Nasıl fonksiyonlar var bu şehirde, kimler yaşıyor, kimler üretiyor, kimler nasıl eğleniyor? 

K.T.: Yani pek çok imparatorluk başkenti gibi ama bir de belki su kıyısında olmasının verdiği görece avantajı kullanan bir kent. Mütareke döneminde zirvesine ulaşan, geçmişi yüzyıllara dayanan kozmopolit bir yapı var. Aynı zamanda emek-yoğun ama bir taraftan da imparatorluğun geri kalan coğrafyasını yoğun olarak sömüren bir kentten bahsediyoruz.

Nüfus açısından bakacak olursak: Balkan Savaşları ile birlikte yoğun olarak Trakya göçü alır İstanbul. Kısmen yükselen nüfus Paylaşım Savaşı ile birlikte askere gidenler ve ölenlerle düşer. Ama şaşırtıcı bir biçimde savaş sonrası ve Mütareke Dönemi’yle birlikte nüfusun çok oynamadığı bir İstanbul'dan bahsediyoruz. Bu da rakamsal olarak bir milyonun biraz üzerinde bir kent demek. Tabii ki şu anki uzamsal genişliğini düşünmeyelim ama belki dört parçaya bölerek düşünmek mümkün. Biri Suriçi, günümüzde Fatih ilçesinin sınırları içinde kalan bölge, hâlâ sur duvarlarıyla çevrili olan eski şehir. Burası yoğun olarak yerleşimin, ahşap mimarinin olduğu bir coğrafya.

Geri kalan üç parça Osmanlı döneminde Bilâd-ı selâse (üç belediye) olarak adlandırılır: Üsküdar (içine Kadıköy’ü de alacak şekilde), Eyüp ve Galata-Pera.

Eyüp, kadim bir Müslüman bölgesi, şehrin fethiyle birlikte de dönüştürülmüş, yoğun yerleşim alan bir bölge. Üsküdar da keza öyle. Bu, aslında kısmen bu bir milyonun biraz üzerindeki nüfusun, Galata ve Pera ile birlikte yaşadığı bir kentsel mekân.

Öte yandan Bakırköy tarafına doğru uzandığımız zaman da kısmen bir yerleşim mekânı görürüz ama daha çok askerî amaçlardan ötürü. Tarihsel olarak da bugün baruthane, fişekhane olarak soylulaştırmayla dönüştürülmüş mekânlar da yerleşime açık bölgeler. 

Bugünküyle belki tezatlık arz eden şöyle bir durum var. Tabii ki memur-yoğun bir başkent İstanbul. Cumhuriyet'le birlikte kurumların neredeyse çok büyük bir bölümünü Ankara'ya taşıdığımız için, o dönemin memur kenti Dersaadet. Ama bir açıdan da savaş dönemi kapitalizmin çarklarını da hızlıca döndürmeye başladığı için proletaryanın kitleler halinde özellikle Haliç Havzası'nda yoğunlaşmaya başladığı bir kent yapılanması var. Cumhuriyet de o mirası devralacak zaten. 

Mülkiyet ilişkilerinin tepetaklak olması aslında Cumhuriyet'le birlikte daha yoğun olarak başlayacak. Onun dışında dediğim gibi bir yoğun olarak memur kenti görünümünde ama görünmeyen emek açısından da işte Dersaadet'te çalışan işçilerinden tutun hamallarına, tersanedeki işçilerden deri tabaklamasına kadar pek çok sanayi kolunu barındıran bir iş bölümü söz konusu.  Mütareke’yle birlikte artık sermayenin de, kapitalistin de yavaş yavaş sisteme dahil olmaya başladığını biliyoruz. Dolayısıyla şirketleşmenin özel mülkiyetle birlikte yükselişe geçtiği bir dönemde sermayenin de yavaş yavaş bireylerde de toplanmaya başladığı bir aralığa denk geliyor bu konuştuğumuz dönem.

Bu 1 milyonluk nüfusun etnik kompozisyonu açısından da Rum nüfusun, Ermeni nüfusun, kısmen Yahudi nüfusun da yaşadığı yaklaşık yüzde belki 65'inin Müslüman olduğu bir İstanbul'dan bahsediyoruz. 

Bunun mekânlara yansıması da var. Pera ve Galata'nın tarihsel olarak zaten Müslüman olmayan bir bölge olduğunu biliyoruz hepimiz. Bu kısmen Cumhuriyet'in belli dönemlerine kadar da benzer görünüm arz edecek.

Zannedilenin aksine, emeğin üzerinde yükselen bir kent görüntüsü veriyor İstanbul. Savaş bu görüntüyü zaten katmerlendirecek. Yani en basitinden şaşırtıcı oranlardaki çocuk işçiliğin ya da kadınların iş gücüne katılmasının bunda payı var ki ondan önce kadının ismi zaten Osmanlı’da neredeyse yok. Bırakın çalışmayı sokağa çıkması yasak. Ama erkekler cephedeyken üretimin durmaması açısından fabrikalarda çalışmaya başlayacak kadınlar örneğin, bu savaşın ve işgalin birlikte getirdiği bir olgu bir taraftan. O yüzden İstanbul için bir yenilik barındırıyor. 

Mübadelenin kendisi nüfus kompozisyonunu çok büyük oranda İstanbul açısından değiştirmemekle birlikte en azından Varlık Vergisi, 6-7 Eylül gibi ya da daha sonra 1964'teki yasal düzenlemeye kadarki süreçlerde İstanbul'un kompozisyonunda da çok büyük değişiklikler, en azından etnik kompozisyonunda olmadığını söylememiz mümkün. Dünya görüşü bizim gibi olmayan büyük bir toplam açısından da İstanbul’un kozmopolitliği bir cıvıl cıvıllık, çok renklilik vs. barındırıyor. Ama altını çizmemiz gereken şey sanıyorum, 1912-1922 arasında yaşanan sınıfsal ayrışmanın yoğun olarak görüldüğü “Uzun On Yıl” denen bir dönemde oluşumuz. O yüzden bu bakiye Cumhuriyet’e de bir miras bırakmış, diye düşünüyorum.

Ç.K.: Peki bu işgal, şehrin işgali denilen o süreci çok ana hatlarıyla resmedebilir misin? 

K.T.: Ekim sonunda Mütareke imzalanıyor. Kelime kökeni silahların terk edilmesine işaret eder ama tabii ki iki taraflı bir silah bırakma söz konusu değil nihayetinde. Sonuçta savaşta kimlerin yenilip kimlerin yendiğinin belgesi bir taraftan. Hemen ertesi günü yanlış hatırlamıyorsam İttihat ve Terakki Cemiyeti son kongresini toplar. Bir karara varır, örgütü lağvediyoruz, diye.

Bir taraftan da fiili olarak zırhlıların ülkeye gelme süreci Kasım ortasını bulur. Askerî bir işgal söz konusu olan. Bilge Criss'ti zannediyorum, fiili işgal ya da de facto işgal olarak aldandırır bu durumu. Hukuki olarak bunun resmiyete dönüşeceği aşama 1920'nin Mart'ındaki meşhur Şehzadebaşı Baskını’yla gerçekleşecek. Ve aslında o güne kadar görece cılız bir askerî işgal var.

Görece cılız demenin sebebi sayıların bize yavaş yavaş artan bir askerî işgalden bahsediyor oluşu. İngilizler daha yoğun bir biçimde geliyorlar. Fransızlar sayı olarak takip eder İngilizler’i. En düşük sayıda ise İtalyanlar, toplamda 4-5 bini başkente yerleşecek. Bunlar kilit noktaları tabii ki tutmaya başlıyorlar. Kasım 1918'den Mart 1920'ye kadar geçen sürede.

Meclis Mebusan’ın İstanbul'da yani artık çökmekte olan başkentteki ortaya koymaya çalıştığı irade, Mustafa Kemal henüz Anadolu'ya geçmeden önce gözünü ulusal kurtuluşa dikmiş kadroların iradesi vb. ilk 5-6 ay açısından yani işgalin henüz böyle kendini çok diri hissettirmediği zaman açısından ilginç bir döneme denk düşüyor bence. Çünkü kafalarda henüz İstanbul'dan hareketle bir şeyler yapılabileceğini hem ulusal kurtuluşçular hem sosyalist ve komünist kadrolar ve bunların temas ettiği emekçi halkın bir bölümü de düşünüyor. Yani İstanbul bu süreçte gerçekten o kurtuluşa önderlik edebilecek mi sorusu sıklıkla soruluyor.

Mustafa Kemal'in Pera Palas’taki görüşmeleri de bunun dışavurumudur ama arka planda Karakol gibi bir noktadan sonra artık gözünü Ankara'ya diken, dikmek zorunda kalan yeraltı örgütleri söz konusu. Kemalist hareket merkezileştikçe bütün kadrolarını, eski İttihatçılar’ı kendine çekiyor zaten. Ama bunun için sanıyorum 1919'un sonlarını beklememiz gerekiyor.

Yani resmî olarak zaten işgal artık Mart'ın 20'sinde gerçekleştikten sonra “İstanbul'dan bir şey çıkmaz artık” düşüncesi yerleşiklik kazanıyor. Biz artık Anadolu'ya geçiyoruz deniyor. Şehri belki işte bir taktik olarak kuşatma politikasıyla kurtuluşa götüreceğiz kararı; en azından bir, bir buçuk yıl çok net değil. Bu açıdan ilginç geliyordu bana bunu düşünmek hep.

Çünkü edebiyatta da biliyorsunuz Mütareke Dönemi’ni yazan pek çok yazarımız var. Edebî kanonumuzu oluşturmaları açısından çok değerli metinler var. Ama “Sodom ve Gomore”yi ya da işte “Sahnenin Dışındakiler”i, “Biz İnsanlar”ı okuduğumuz zaman çok siyah beyaz bir İstanbul görürüz gerçekten. Yani tamamıyla teslim olmuş, homojen bir biçimde işgal taraftarı, ondan menfaati olanların kaldığı, istifade ettiği bir şehir görüntüsü verir bu metinler. Sadece istifade edenler varsa “bu şehir nasıl yaşıyor, var oluyor?” sorusuna neredeyse hiçbirinde yanıt yok, Kemal Tahir gibi örnekleri tenzih ederek söylüyorum.

Ç.K.: Peki arada şunu sorabilir miyim: Kitaptaki ilginç ve hoş noktalardan bir tanesi, işgal manzaralarına o işgale direnen insan tipleri de ekleniyor. Mesela meşhur Sultanahmet mitingi, Halide Edip'in oradaki konuşması gibi.

Kimdi bu direnenler, nasıl direndiler? O süreç yani “bu işgalden bizim kurtulmamız lazım” fikri nasıl oluşmaya başlıyor, nerelerde oluşmaya başlıyor?

K.T.: Kırılma noktası sanıyorum İzmir'in işgal edilmesi. Yani aslında mitingleri de Sultanahmet mitinglerini de tetikleyen nokta İzmir'in fiilî olarak işgal edilmeye başlanması. Çünkü yüzyıllardır bir arada yaşayan, tırnak içinde kardeşçe yaşayan Rum ve Müslüman ahali birden düşman haline geliyorlar.

Ç.K: Osmanlı coğrafyasını şöyle bir gözünüzün önüne getirebilirseniz eğer; Kuzey Afrika'dan, Yemen Çölü’nden, Balkanlar’dan giderek Anadolu'ya doğru daralmaya başlıyor.Dolayısıyla da biz artık işgal ve savaşlar derken ağırlıklı olarak Anadolu coğrafyasından bahsediyoruz galiba.

K.T.: Anadolu’ya doğru daralmakla birlikte zihinlerdeki soru, “imparatorluk nasıl kurtulacak?” hâlâ. Yani aslında küçülüyor tabii ki ama küçülen bir coğrafyada o görkemli, adı üstünde “Şanlı Osmanlı”nın bekası nasıl sağlanacak sorusuna herkes yanıt aramaya başlıyor. Bu açıdan İzmir'in işgali o işgal karşıtı hareketi tetikleyen kritik noktalardan biri ki işte on binler, yer yer yüz bin üzerindeki sayılar o dönemin bir milyonluk nüfusunu düşünecek olursak önemli. Ve kentsel mekânın en önemli noktalarından biri Sultanahmet dediğimiz mekân. Bugün bize biraz turistik bir mekân gibi geliyor olabilir ama Suriçi'nin en kilit noktalarından biri. Yani bugün örneğin 1 Mayıs'ı Sultanahmet Meydanı’nda kutlayacağız, dersek bu bir anlama gelir ya yüzyıl önce de böyleydi kısmen. Orada bir işgal karşıtı gösteri yapmak ve bunun daha sonra belki işte Üsküdar-Doğancılar tarafında, Kadıköy'de daha yerel mitinglere dönüşmesi kitlelerdeki öfkenin bir dışavurumu. Bunda tabii ki aydınlar, yazarlar, öğretmenler başı çekiyorlar ama genelde 100 yıl öncesine baktığımız zaman gerçekten halk açısından etnik köken ile dinin çok iç içe geçtiği bir dönemde, işgal “dinimiz elden gidiyor” vurgusuna tekabül ediyordu, zannediyorum.

Yani sıradan halk açısından o onur kırıcı olan şey, onca yıldır payitaht olan bir kent nasıl “gavur çizmesi”nin altında ezilir. Evet tam da bu aslında. O yüzden gündelik hayatın pek çok noktasında insanların, hakikaten sıradan halkın, sokakta işte Senegalli asker görmesi ya da işte Sih asker görmesi ya da işte hiç duymadığı dilleri duyması onur kırıcı onlar açısından. Yani Fransızca büyük olasılıkla eğer yolu Pera'ya düşmüşse duymuştur ama o yoğunlukta şehirde duymamıştır. Bunlarla karşı karşıya gelmek o dönemin İstanbul halkı açısından değişik bir manzara gerçekten. Bugün biz de sokaklarda tank paletleriyle başka ülkenin askerlerini görüyor olsak herhalde benzer duygulanımlar içine girebiliriz.

Mitinglerden sonra Anadolu'ya geçişin kitleselleşmeye başladığı ama ulusal kurtuluşçu kadroların bir bölümünün şehirde kaldığı bir dönem yaşayacak İstanbul. Şehirde en azından silah tedarikinden sorumlu olacaklar, kitlelerin Anadolu'ya geçiş sürecini kolaylaştıracak işte Karakol Cemiyeti gibi örgütler yıkılmakta olan başkentle Anadolu arasında bir köprü vazifesi görecek.

Bu noktalarda ilginç etkileşimler var bir taraftan. Emekçi halk da bunun bir parçası. Yani biz yoğun olarak işte Laz takacılar, Kürt hamallar gibi tipolojiler üzerinden açıklamaya çalışıyoruz bunu ama o dönem gerçekten İttihat ve Terakki'den bakiye kadroların bir bölümünün Kemalistleşmesi, bir bölümünün Bolşevik kadrolarla yüzleşerek solculaşmaları ve halka temas etmeye çalışıyor olmaları önemli İstanbul'da. Dolayısıyla Haliç'teki cephane kaçakçılığından tutun, sur dışı bölgede de yani Bakırköy'ün ötesindeki işte Ayamama Deresi'nden Anadolu'ya silah kaçıran bütün sıradan halkın özverisi tabii ki var. 

Pera ve Galata başka bir manzara dışavuruyor. Pera organize fuhuşun merkezi. Yani mesela bir Osmanlı tebaası Direklerarası denen, 19. yüzyılda Ramazan eğlencelerinin yapıldığı yerde organize fuhuşun bu derece yükseldiğini görmüştür ve kahrolmuştur zaten. Onur kırıcı bir durum. Sadece Pera açısından bunu düşünmeyelim.  Bugünkü Yeldeğirmeni tarafı, Moda'nın bir bölümü.

Ama Pera gerçekten dışavuran yüz açısından en azından bütün işgal kuvvetlerinin kendini çok rahat hissettiği bir bölge. Kadim kozmopolitliği açısından kapıların sonuna kadar açıldığı bir kentsel mekân. Bir taraftan da ama içinde o kurtuluşu arayanların örgütlenme potansiyellerini de daha özgürlükçü bir ortamda bulduğu bir kentsel mekâna tekabül ediyor. Yani Suriçi’ndeki halkın örgütlenmesiyle öncü kadroların Galata ve Pera bölgesinde örgütlenmesi arasında bir paralellik var. Nitel olarak hiç de azımsanamayacak bir örgütlenme Galata ve Pera örgütlenmesi. Bunu da akılda tutmak lazım, diye düşünüyorum.

Ç.K.: Galata ve Pera demişken biraz daha somutlayalım. Özellikle 19. yüzyılın ortalarından itibaren pek çok bankanın şubelerinin açıldığı, uluslararası finans oluşumlarının artık el attığı bir şehre de dönüşmüş durumda İstanbul. Galata ve Pera da bunun odaklarından bir tanesi. Yani uluslararası sermayenin şehirdeki iş birlikçileriyle birlikte buranın kaynaklarına el koyduğu, yağmaladığı bir mekanizma var.

K.T.: Öncelikle, Galata bir liman bölgesi. Yani sadece finansal sermayenin değil, Haliç'le birlikte pek çok metaın da ticaretinin yapıldığı, imparatorluk coğrafyasını hem besleyen hem de ondan beslenen bir bölge. Sosyal bilimciler “yarı-sömürgeleştirilmiş imparatorluk” gibi bir kavramsallaştırma kullanır genellikle. 19. yüzyılın ikinci yarısından sonraki Osmanlı ve şehirdeki işbirlikçiler açısından İstanbul, merkezî olarak Galata ve Pera'da mütegallibe diyebileceğimiz bir toplamın çöreklendiği bir coğrafya.Sonuçta “kapılar açıldı, hoş geldiniz” diyebilmek için mekânsal olarak zaten orayı tutuyor olmaları lazım ki konsolosluklar bu işlevi görüyor. Zaten o topraklar 19. yüzyılla birlikte satılmış durumda Batı’ya. 

 Biz İstanbul Rumları’nın büyük bir bölümünün Suriçi’nde yoğun olarak örneğin Fener’de yaşadıklarını düşünürüz. Halbuki, 19. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte İstanbul Rumları’nın bir bölümü emekçi halk dediğimiz toplamdan kopup ticaret burjuvazisini oluşturmak üzere Galata ve Pera'ya yerleşmeye başlıyorlar. Bu bir olgusal gerçeklik.

1870 Pera Yangını sonrası şehrin o bölümünün tekrardan reorganize olduğu, yapı stoğunun yenilendiği bir evrede yoğun bir orta sınıf Rum toplamın ve hatta işte daha sonra işgalcilerle iş birliği yürütecek bir sermaye sınıfının nüveleri oluşmaya başlıyor. Dolayısıyla o özerk yapı, yani Osmanlı’nın “sur dışı”, padişahın neredeyse “istediğiniz gibi at koşturun” diyeceği bir coğrafya. Bunun avantajını kullanıyor tabii ki işgalciler oraya yerleştiği zaman.

O yüzden işgalle birlikte dışa yansıyan fotoğraf Pera ve Galata açısından Yunan bayraklarının, onun dışında diğer işgalci ülkelerinin bayraklarının bina cephelerinden sarkıtıldığı ve bir noktada artık oradaki yerel gayrimüslim unsurların da “İstanbul böyle de olabiliyormuş” diye zihinlerinde bir şeylerin çaktığı bir âna denk düşüyor. Meseleyi ele alışı sınıfsal perspektiften başka bir yere çeviren, örneğin liberal bir tarih okuması bu duruma şöyle bakıyor:

“Osmanlı bu unsurları çok güzel bir arada tutuyordu.” Buraya bir şerh düşme ihtiyacı hissediyorum hep. Sanıyorum sürekliliğe bakmamız gerekiyor. Yani orada gerçekten etnik kompozisyonun dışında şehri var eden, yani bu mütegalibe dediğimiz katman nüfusa göre çok büyük bir oranda değil. Sadece rengini çalıyor buraya. Onun dışında bütün o finansal işler nasıl dönüyor? Orada bankacılıkta çalışan yüzlerce emekçi var. Grev yapıyorlar işgalle birlikte. Bankalarda da grev yapılıyor. Osmanlı Bankası’nda da. Bunları da hep akılda tutmak lazım. O yüzden şehrin farklı noktaları biraz böyle sanki farklı görünüşler arz ediyor.

Ve bu, tarihsel olarak şehrin bu şekilde bölünmüş olmasıyla da alakalı. İşgal bunu körüklemiş, diyebilirim. Ama her görünüşün içinde karşıtını da düşünmek iyi olur gibi geliyor bana.

Ç.K.: Peki sosyalistlerin, komünistlerin yeri ne? İşgal sürecinde nasıl bir tutum alıyorlar? Kitapta özellikle vurguladığın dört-beş tip hatırlıyorum ben. Bir şekilde yeniden ulusal egemenliği, bağımsızlığı kazanmak doğrultusunda işgale karşı mücadele etmeye çalışan profiller de öne çıkıyor senin anlatında. Bu öne çıkışın temeli, zemini nedir? 

K.T.: Şimdi, genelden özele doğru gideyim buna yanıt verirken. İçinde İttihatçı kadroların olduğu tüm ulusal kurtuluşçuların ve tabii ki komünistlerin, sosyalistlerin de olduğu bir toplamı ayrıştırmaya çalıştım. Aslında bütün metin bunun üzerinde akıyor, diyebilirim. Bunun şunu kolaylaştırmasını arzu etmiştim:

İkili düşünmek bence bazen (eğer materyali zenginleştirebiliyorsak) bir sadeleşmeyi de beraberinde getiriyor. Tarihsel olarak o dönemin bütün komünistlerinin, sosyalistlerinin işgal karşıtlığı özelinde doğru safta durduklarını söyleyebilirim.

Bugünden de baktığımız zaman bir ülke işgal edildiğinde, nasıl olursa olsun o ülkenin komünistleri ya da tarihsel olarak o coğrafyayla bir şekilde yolu kesişmiş beynelmilel kadrolar o işgale öyle ya da böyle karşı çıkmak zorundalar. Kimle yan yana düştüğünüz işin teferruatı bir noktadan sonra. Bu öncelikle yurtseverlik dediğimiz şeyin en kritik halkalarından biri. Çünkü tersinden kozmopolitlik, yani “dünya vatandaşıyım” gibi bir kendini tanımlama ister istemez sermayenin tarafında olmanızı zorunlu kılar. Çünkü eşitsizliği körükler kozmopolitizm doğası gereği.

Evet, görev gereği buraya yollanmış kadrolar da var. Kurgusal olarak metne yerleştirmeye çalıştım ama şehirde bulundukları andan itibaren sanki kendi ülkelerindeymiş gibi bu işgal karşıtlığı için ne yapmaları gerekiyorsa onu yapıyorlar. Bunlar yer yer rezonansa giriyor memleketin komünist kadrolarıyla ve emekçi halkı örgütlemeye çalışıyorlar.

Çünkü kurtuluşun yani öncelikli olarak askerî işgalin defedilmesinin yerel unsurlarla gerçekleşebileceğini biliyorlar. Bu şehri memleketliler tanıyor, onların sırtında yükseliyor şehir. Onları örgütlememiz lazım. 

O dönem yanı başımızda Ekim Devrimi gerçekleşmiş. İstanbul'un nasıl bir yere evrileceği sorusu Rusya’daki merkezî kadrolar açısından da çok kritik. Daha sonra Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte ya da işte Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasına doğru geçen süreçte tercihler başka bir yere doğru evriliyor. Ama gene daha önce söylediğim, yaklaşık bir buçuk yılın İstanbul açısından barındırdığı muğlaklık buradaki kadroların nasıl davranacağını belirlemiş vaziyette.

Ve Ekim Devrimi’nin büyük bir etkisinin olduğunu İstanbul'u yüz küsur yıl önce yaşayanlar gözlemlemiş. Örneğin, şehre yolu düşmüş denizciler. Bunların büyük bir bölümü hiçbir siyasi görüşe sahip değil, basbayağı depolitize insanlar. Hızlı bir biçimde solculaşıyorlar. Açık bir propagandaya maruz kalıyorlar. Hem işgal karşıtı hem de kurtuluşun toplumsal eşitlikten geçtiği bir propagandaya maruz kalıyorlar.

Diğer taraftan İttihatçı kadroların bir bölümü, spesifik örnek vermek gerekirse Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nın bir bölüm kadrosu aslında İttihatçı kökenli daha sonra sosyalist eğilimlere kapılarak partiye katılıyorlar. Bunların bir bölümünün yolu İstanbul'da kesişiyor ve genel olarak bakacak olursak küresel bir komünist ağın o dönem açısından kritik merkezlerinden biri İstanbul. Fotoğrafa memleketin içinden değil de dışarıdan bakacak olursak bu böyle.

Özel olarak şehre yollanan Bolşevik kadrolar siyasal propagandalarını İttihatçılar’a, İstanbul'un yerel halkına, o güne kadar hiç politize olmamış farklı coğrafyalardan gelen beynelmilel denizcilere, sömürge coğrafyalarının askerlerine yapıyorlar. Bu olgu, en azından edebiyatta çok fazla dile getirilmemiş olduğu için bana ilgi çekici geliyordu. Bir taraftan da İstanbul'da potansiyel olarak devrim olabilirdi, diye düşünen insanları hayal etmeye çalıştım. O yüzden de dikkat çekici açıkçası. Ama Anadolu'daki mücadelede mevzi kazanıldıkça buradaki dinamikler de çok fazla değişiyor. En basitinden resmî olarak Sovyetler ve Türkiye Cumhuriyeti diyeceğimiz yapının ilişkileri değişmeye başlıyor. Bunun da İstanbul'a ciddi bir etkisi olacak.

Bir şey daha söyleyeyim. İstanbul'daki bu çok parçalı yapının birlik olamaması bir dezavantaj barındırıyor. Birlik olsaydı ne olurdu, bilemiyorum ama bu çok-etnikli yapı benzer şekilde işçi örgütlenmesine ve komünist harekete de güç kaybettiriyor.

Örneğin, Beynelmilel İşçiler İttihadı merkezinde Rumlar’ın durduğu bir örgüt. Kısmen az sayıda Türk-Müslüman üyeye sahip. Onun dışında Umum Amele Birliği adında bir sendikal yapıdan bahsedeyim. Epey milliyetçi söylemlere sahip. Dolayısıyla işçilerin birliği diyeceğimiz, ulus farkı gözetmeden bakabileceğimiz bir coğrafyadan söz etmek pek mümkün değil. Rumlar’ın ağırlıklı olduğu örgüt kardeşlik için epey çaba sarf ediyor ama sonuç itibariyle Yunan askerleri Anadolu'da işgale giriştiğinde Yunan bayrakları sallanıyor şehirde. Şovenist bir histeri ortaya çıkıyor. Bu açıdan kardeşliği sağlamak o kadar kolay değil. Bu bağlamda, çok parçalı bir işçi sınıfı hareketini de İstanbul açısından söylememiz gerekiyor.

Ç.K.: 1923'e geldiğimizde, artık işgalin son bulduğu evreyle ilgili neler söylemek istersin? Anadolu’da süren, Kuvayi Milliye süreçleriyle belli bir noktaya gelmiş olan bir Kurtuluş Savaşı var. Fransa, İtalya, Ege'ye Yunanistan’ın dahil olmasıyla Britanya aracılığıyla Güneydoğu’dan Batı’ya kadar Anadolu'daki pek çok yer işgal altına girmiş oluyor. Kurtuluş Savaşı belli bir yol kat ediyor ve o işgalcileri kovmaya başlıyor kendi yurdundan. İstanbul’a bunun yansıması nasıl cereyan ediyor?

K.T.: Toplam işgalci kompozisyonuna baktığımız zaman Britanya’nın başı çektiğini görürüz. Fransa epey azdır ona kıyasla. Sayıları çok net hatırlamıyorum ama yaklaşık 60 bin civarı işgal askeri artı bunun sivil, yönetsel kademeleri ve aileleri, diyelim. Kabaca böyle bir sayı vermek mümkün zannediyorum. Bunun yarısından fazlası Britanya’ya ait. 5-6 bin kadarı İtalyan. Dolayısıyla bu, şehrin hangi noktalarının tutulacağına, emperyalistler arasındaki rekabete ve şehrin işgal edilmiş yerlerine de yansıyor. Daha stratejik noktalarda Britanyalılar var örneğin. İtalyanlar işgale bu kadar cılız tutunmuşken, Mustafa Kemal’in hareketiyle en hızlı iş birliği yapmaya eğilim gösteren taraf oluyor. Bunu biliyoruz. Daha sonra Fransızlar tabii ki. Ve senin de söylediğin gibi Britanya Yunanlar’ı bir maşa olarak kullandığı için aslında bir garantör gibi şehre girer. Asıl işgalci Yunanlar dedirtmeye getirecek pervasızlıkta hareket eder. Anadolu'dan gelen haberlerle Suriçi'ndeki, Galata ve Pera bölgesindeki yapılanmanın İtalyanlar ve Fransızlar açısından iyice cılızlaşarak kopmaya başladığını söyleyebiliriz. Bu ne zamana tekabül eder? 1921'in sonu ile 1922 yoğun olarak bu şekilde geçer.

Aslında biliyorsunuz 1923’te gelgitli Lozan görüşmeleri başladığında aslında Saltanat kaldırılmış ve sadece halifeden ibaret bir payitaht var neredeyse. Resmi adı konmamış de facto bir durum var yani. Dolayısıyla bu noktada artık kâğıt üzerinde bir işgalden bahsetmemiz mümkün İstanbul açısından.

Resmî olarak Ekim ayında İstanbul'un kurtuluşu ile birlikte bir anahtar teslimi olacak ama bundan önce masadaki pazarlık gelgitli bir hal alıyor. En azından yönetsel düzlemde bu böyle. ‘20 ve ‘21 1 Mayıs'larında yasaklamalar yer yer söz konusu ama işçi sınıfının kendi hedefleri açısından çok daha politize geçen 1 Mayıs’lardan bahsediyoruz. 1923’ün 1 Mayıs'ından önceki gün pek çok komünist kadro gözaltına alınır. Kutlamalarda dışa yansıyan ulusal kurtuluşu nihayete erdirmiş Kemalist harekete övgüdür.

Öte yandan, ekonomik olarak konut sorunu örneğin ya da işte yangınlarla tarumar edilmiş bir kent var. ’19 ve ‘20’de bu çok şiddetli hissediliyor. ‘22 ve ‘23’te hissedilmediğini söylemek mümkün değil. Kentin zaten kendini toparlaması epey bir süre alacak. Göç vermiyor ama savaştan ötürü yoğun bir erkek nüfus kaybı var.

Bir açıdan da sermayenin İstanbul’a gözlerini dikmesi simgesel olarak Mustafa Kemal'in savaştan bu yana ilk defa 1927'de şehre gelmesiyle de kısmen alakalı. Bu şehri ayağa kaldırmak lazım kararı önemli ve epey bir süre unutulmuş yüzyılların başkentinden bahsediyoruz aslında. Bu, sadece ihanet etmiş eski başkenti “tukaka” ilan etmekten ibaret olamaz.

22'de beynelmilel kadrolar artık şehirde herhangi bir siyasi propaganda yapamayacak haldedir. Uluslararası düzlemde bu karar altına alınır. Bolşevik kadrolar da bu coğrafyadan yavaş yavaş çıkarlar. Bununla birlikte, etnik olarak Türk-Müslüman olmayan toplam sosyalizan bir propaganda yapamayacak şekilde pasifleştirilir. Onlara da başka bir çıkar yolu kalmaz. Bir bölüm gider, bir bölüm kalır. Böyle bir çözülüş süreci yaşıyor İstanbul. Aslında kangren olmuş bir durum.

Ç.K.: Peki, son soru olarak da şunu sorayım. Zengin bir materyalle çalışmış olmalısın. Hem üslubuna nasıl karar verdin hem de içeriği nasıl oluşturdun? Nasıl bir araştırma süreci geçirdin?

K.T.: Mütareke Dönemi’ne dair bir bölümü yıllar önce okuduğum edebî metinler, bir bölümü de kurmaca-dışı eserler vardı. Bunları tekrardan okudum haliyle. Onun dışında ilk defa okuduğum epey belge, tez, yabancı arşiv kaydı oldu. Metnin form olarak bu haline evrilmesini başta niyet etmemiştim açıkçası. Şunu hissettim ama: Yarı-kurmacalaştırarak belli şeyleri daha kolay anlatabileceğimi hissettim. Biraz edebiyatın belki gücü diyebiliriz. Bir şeyi muğlaklaştırdığınız zaman belki şiirde bir imge yoluyla olabilir bu, ya da sinemada görüntünün ne şekilde akacağına karar verdiğinizde, bunların zihinde yarattığı çağrışımlar okuru, izleyiciyi dönüştürebiliyor. Bu formun manzaralar eşliğinde verilebileceğini düşündüm. Tabii ki Nâzım gene öncü oldu bu konuda. İstanbul açısından da böyle bence. Hem Memleketimden İnsan Manzaraları hem Kuvayi Milliye. Ama ilk olarak taslağı yazmaya başladığım zaman aklımda bu şekilde bir anlatım yoktu. Zaten böyle bir yazı deneyimim de yok. Buraya kısmen evrildi. Metni ne şekilde zengin kılabilirim, diye düşündüm.

Farklı toplumsal katmanlardan tipleri koyarsam daha zengin bir resim ortaya çıkar. Bunu da bu şekilde pasajlarla/manzaralarla halledebileceğimi düşündüm. Biraz “kervan yolda dizilir” gibi oldu aslında ki ben çoğunlukla mühendis gibi planlarım. Otururum, yazarım. Bu sefer pek öyle olmadı. O açıdan farklı bir deneyim oldu. Benim açımdan eğlenceli oldu, diyebilirim.

Ç.K: Ne kadar sürdü yazman, yazma sürecin, hazırlığı, okumaların?

K.T.: Zihnimde üç yıldır var bu metin. Bir noktadan sonra okumayı kesmek gerekiyor. Çünkü sürekli yeni bir şey çıkıp sinirleri bozuyor. Sanırım 4-5 ayda taslağı yazdım. Önsözde söylemeye çalıştım. Edebiyatı seviyorum tabii ki ama edebî bir şey üretme derdim yok. Okurları koşullamak istemem ama okuduğunuzdan edebî bir tat alırsanız bu tamamıyla şans eseri olmuş, diyeyim en azından. Bu kitapta böyle bir şeye niyet etmedim. Edebiyat okumalarımın tabii ki etkisi vardır, şehri çokça sevmemin etkisi vardır. Dümdüz yazacak olsaydım eğer, rahatlıkla kurmaca-dışı derdim ama başta söylediğim muğlaklaştırmanın avantajlarını kullandım, sanırım. Nâzım’ın, Mustafa Kemal’in olduğu manzaralarda onların adını koymamak ama okuyan herkesin bunu biliyor olması vb. Dediğin gibi, ne bir tarih kitabı ne de edebî bir metin, “sırat köprüsünde yürümek” gibi “korunaklı” bir alanda konumlandığımı düşünüyorum.

                                                                /././

Bir işgalden tablolar -Mehmet Barış-

Kaya Tokmakçıoğlu’nun “Mütareke İstanbulu’ndan Manzaralar’ adlı yeni yayımlanan kitabına dair kimi notlarımı sizlerle paylaşmak istedim.

Kaya Tokmakçıoğlu’nun “Mütareke İstanbulu’ndan Manzaralar’ adlı kitabı Yazılama Yayınları’ndan geçtiğimiz Kasım ayında çıktı.

5 Ocak’ta İstanbul Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde Çağrı Kınıkoğlu ile Kaya Tokmakçıoğlu’nun kitap üzerine yaptığı söyleşiye katılma fırsatı buldum.

Yaklaşık iki saat süren bu etkinlikte sevgili Kaya, önce sevgili Çağrı’nın daha sonra da izleyicilerin sorularını yanıtladı. Beslendim, gönendim, göğüs kafesim genişledi. Buradan hareketle yeni yayımlanan kitaba dair kimi notlarımı sizlerle paylaşmak istedim.

Kaya Tokmakçıoğlu’nun “Köle Kul Amele” adlı ilk kitabı “Toplumsal Mücadeleler Tarihi” alt başlığıyla 2020 yılında yine Yazılama Yayınevi’nden çıkmıştı.

Üşenmeden saymıştım, kaynakçada 341 kitap adı vardı (Yazarımız bu kitabında seçilmiş bir kaynakçayı tercih etmiş ve 63 kaynak kitabın adını vermiş). 

İlk kitabının arka kapak yazısı, İstanbul için “Roma’yı, Osmanlı’yı, Cumhuriyet’i görmüş kavgamızın şehri. Dolayısıyla yalnızca güzellemelerin değil, uğruna mücadeleler verdiğimiz emeğin de şehri” diyordu. 

“Mütareke İstanbulu’ndan Manzaralar”; “İşgal, Menfaat, İrade” alt başlığını taşıyor. Kaya “tarihsel bağlama yerleştirilmiş, yarı belgesel yarı kurmaca özellikler taşıyan bir anlatıyı” tercih etmiş. Çok yerinde bir tercih olmuş bu. 

Her öz kendisine uygun olan biçimi çağırır. Uygun seçilen biçim de öze küçük katkılarda bulunur. Öz ve biçim diyalektiğidir bu. Onlar birbirini bütünler. Kirazın rengiyle tadı gibidir bu bütünlük. Kaya, öz-biçim birlikteliğini başarıyla gerçekleştirmiş.

Kitapta önsöz ve öndeyişten sonra 23 metin var.

Bu pasajlarda, “1918-1923 yılları arasında her açıdan altüst olmuş bir şehrin farklı mahallelerindeki manzaralar” çıkıyor karşımıza.

“Kimi manzaralara ikinci, kimilerine üçüncü tekil anlatıcı eşlik ediyor.”

Her manzaranın girişinde “Memleketimden İnsan Manzaraları”ndan ve “Kuvâyi Milliye”den alıntılar var.

Hemen her yazıdan sonra altyazılarla beslenmiş Safiye Sönmez’in çektiği 26 fotoğraf manzarayı besliyor. Bu fotoğraflar ile altyazıları, yüz yıl öncesiyle günümüz İstanbul’u arasındaki paralelliği fark etmemize yardımcı oluyor.

Okur bu paralelliği her yazıda zaten kendiliğinden kuruyor. İşsizlik, yoğun emek sömürüsü, açlık, çocuk işçiler, fuhuş, işkence… 

Yazarımız önsözde “Şehrin son yüzyılda deneyimlediği siyasal, iktisadi ve toplumsal değişimi süreklilik ve kopuş diyalektiğini gözeterek anlamlandırmaya çalışmanın, nostaljiye kapılmanın önüne geçip geleceğe de umutla bakmamızı sağlayacağı düşüncesindeyim” diyor. Bu düşüncesini başarıyla gerçekleştiriyor.

“Şehre Veda” başlıklı yazı beni en çok besleyen ve heyecanlandıran yazı oldu. Uzunca bir alıntı olacak, ama bunu yapmazsam kurdeşen dökerim: “Komintern’in Batum, Marsilya, Tunus gibi limanlardan yolladığı kadrolar yanlarında getirdikleri bağlantılarla şehrin küresel komünist ağlara dahil edilmesine katkıda bulunuyor. Şehrin çokkültürlü ve tarihi yapısı Komintern’in kurduğu bağın verimliliğini artırıyor.”

Bu kadrolar Anadolu’da başlayan Ulusal Kurtuluş Savaşı ile etkileşim içindedir.

“Kuzeyden Gelen Heyula” başlıklı yazı da “Şehre Veda” yazısı kadar etkileyici olmuş. “Koğuştaki İrade” başlıklı yazı ve hemen ardından gelen fotoğraf ve altyazısını okuyunca “aşk olsun” diyorum. Aşk olsun sana Kaya Tokmakçıoğlu.

                                                               /././

Osmanlı’nın son resimleri bize ne anlatıyor -Fide Lale Durak-

"Cumhuriyet’le kadınların yolu, görevleri sadece bir arzu nesnesinden fazlası olabilmeleri amacıyla açıldı. Kapitalizm o yolu her fırsatta kapamaya çalışıyor."

Dünya son birkaç aydır sanki olduğundan daha hızlı dönüyor. Türkiye'nin de içinde bulunduğu bölgede yaşananlar, gidişatın hayra alâmet olmadığını ve insanlığın giderek daha derin bir bataklığın içinden geçmeye başladığını hissettiriyor. İnsanlık burayı da geçecek diyerek güvenelim elbette ama bu güvenin boş bir umuda değil gerçekçiliğe yaslanabilmesi için, tam da şu sıralar unutturulmaya çalışılan Cumhuriyeti, onun nasıl kurulduğunu ve halka neler kazandırdığını hatırlamamız gerekiyor. Bunu hatırlamalıyız ki keyiflerine göre ya da daha doğru ifadeyle ülkedeki zengin azınlığın çıkarlarına göre yeniden yazılan tarihe ikna olmayalım.

Konumuz sanat olduğu için projektörü buraya çevirip, son Osmanlı Halifesi olarak tarihe geçen ressam Abdülmecid’in resimlerinden yola çıkarak, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş okuması yapabiliriz. Abdülmecid son veliaht olarak, 1922’de saltanat kaldırılıncaya kadar tahta çıkmak için sırasını beklemişti. Önce elinden taht alındı. Ardından, 1924 yılında halifelik de resmen sonlandırılınca bu unvanı da kaybetti. Ama her şeye rağmen halife gibi davranmaya devam edince, yeni Cumhuriyet Abdülmecid ve ailesini İsviçre’ye sürdü. Bir süre sonra Fransa’ya geçerek yaşamının kalanını burada geçirdi. Resimleri, Osmanlı’nın son yıllarında saraydaki yaşama tanıklık etmenin ötesinde ilk elden kaynak oluşturur.

Abdülmecid Efendi’nin başyapıtlarından sayılan Haremde Goethe ve Haremde Beethoven, 1917’de Viyana’da sergilenir. Bir eseriyle de Paris’te Büyük Yıllık sergiye katıldığı bilinir. Abdülmecid’in resimlerinin çoğunda Batı etkisi hissedilir ve amaç da zaten budur. Batı’daki aydınlanma dönemini ıskalayan Osmanlı, modernleşme hamlesinde de geride kaldığının farkındadır. Osmanlı’nın son döneminde Batıcılık, sanatta, kılık kıyafette, kurulan yemek sofralarında etkindir. Özellikle Paris’e eğitime gönderilen sanatçıların, sanatın başkentinden görüp getirdikleri Türkiye resim tarihi için kayda değerdir. Ancak Osmanlı, Batıcılık ile kaçırdığı trene yeniden binmeye çalışırken bir ülke olarak değil bir hanedan olarak hareket etmiştir. Bu sayılan yeniliklerin ya da modernleşme revizyonlarının hiçbiri saray duvarlarının dışına taşmamıştır.

Haremde Beethoven resmi, adından da anlaşıldığı üzere, Beethoven bestesinin harem içinde çalındığı, dinlendiği bir etkinliği gösterir. Kemanı çalan kadın Abdülmecid Efendi’nin ilk eşi olarak bilinen Şehsuvar Kadınefendidir. Kadınlardan önde ayakta duranın ise diğer eşi Mehisti olduğu düşünülür. Sonuçta piyano çalanından dinleyenine tüm kadınlar, haremdeki kadınlardır. Paşa üniforması içinde, bacak bacak üstüne atmış müziği dinleyen kişi Abdülmecid’in kendisidir. Duvarda asılı olan resim, dönemin ünlü Rus ressamı Ayvazovski’ye aittir ve resmin hemen önünde Beethoven’ın büstü, bestenin sahibi olarak durur. Arkada karaltı halinde görünen at üstündeki heykel ise babası Abdülaziz’in gerçek boyutlu heykelidir (Bu heykel şu an Beylerbeyi Sarayı Müzesindedir). 

Bütün resim bize şöyle der: “Harem düşündüğünüz gibi bir yer değil. Bizler modern insanlar gibi giyiniyor, müzik yapıyor ve modern resimden keyif alıyoruz.”

                             Abdülmecid Efendi, 1915, Haremde Beethoven, İstanbul Resim Heykel Müzesi

                             Abdülmecid Efendi, 1918, Haremde Goethe, Ankara Resim Heykel Müzesi

Haremde Goethe resmindeki kadın, ilk resimde keman çalanla aynı kişi, yani Şehsuvar Kadınefendidir. Haremde bir kadın olarak bize, elinde kitabı, sehpada mektupları, ayağındaki alafranga ayakkabıları ve dekolteli kıyafetiyle bir Batılı imajı verir. Abdülmecid, Paris’te ve Viyana’da gezdiği müzelerde gördüğü bazı tablolara bakıp, babası Abdülaziz’in Paris pavyonunda heykellerini sergileyen diğer hükümdarları görüp, ülkeye döndüğünde kendinin at üstünde heykelini yaptırmak istemesi gibi, eşlerinin resmini yapmak istemiş olabilir. Örneğin Madame de Pompadour ve Sarah Bernhardt’ın resimleri ile olan benzerlik gözden kaçmayacak kadar yakındır. Her iki resim de Haremde Goethe’den yaklaşık 150 yıl önce yapıldığı için müzelerde karşısına çıkma ihtimali de oldukça yüksektir.

                                François Boucher, 1756, Madame de Pompadour, Alte Pinakothek-Münih

Boucher’in resminde gördüğümüz Madam Pompadour, Fransız Kralı XV. Louis’in çok sayıdaki metreslerinden en ünlü olanıdır ve saray yönetiminde de ağırlığı oldukça fazladır. Aristokrasiden olmadığı bilinen Madam Pompadour, bu ve benzeri resimleriyle, fiziksel güzelliği ve sosyal becerileriyle elde ettiği konumuna bir saygınlık kazandırmaya çalışmıştır. Şimdinin popüler anlatımıyla söyleyecek olursak; resimlerle amaçlanan bir nevi imaj çalışmasıdır. Boucher, Pompadour’un çok sayıda resmini yapmış ve her birinde ona ideal güzelliği giydirerek, kâh elinde tuttuğu kitapla kâh etrafını saran notalarla (ele almadığımız başka resimlerde görünen), eğlence ve zevk düşkünlüğü ile bilinen Pompadour’u, entelektüel bir zarafetle donatmıştır.

                                                Georges Clairin, 1876, Sarah Bernhardt, Petit Palais-Paris

Ressam Clairin’in, Sarah Bernhardt portresinde ise kadın imgesi baştan çıkarıcı bir “femme fatale”dir. Aktris Bernhardt, elindeki tüylü yelpazesi, dekoltesiz ama incecik vücudunu sarıp ortaya çıkaran zengin elbisesi, muzip gülüşü ve direk seyirciye diktiği gözleriyle arzu nesnesidir. 

                                               Henry Caro-Delvaille, 1902, Güzel Kız

Ele aldığımız resimlere kıyasla daha yakın zamanda yapılan Güzel Kız resmiyle Haremde Goethe arasındaki benzerlik de dikkat çekicidir. Abdülmecid’in bu görselleri, hocası Bareilles’in abonesi olduğu Figaro İllustréFigaro-Salon gibi dergilerde görmüş olabileceği düşünülür.1

Caro-Delvaille’in resminde yine gözlerini bize dikmiş bir kadın, davetkârlığını artıracak bir biçimde kollarını kaldırmış ve bu hareketini nedenselleştirmek ister gibi boynundaki inci kolyesine elini geçirmiş, oynamaktadır. Kolye ile oynamak, flörtöz bir hareket olarak işlenir ve güzel kadın imajını pekiştirir. Bu defa kadının entelektüelliğinden ziyade güzelliğine odaklanma amaçlandığı için okunan kitap da bir köşeye atılmıştır. 

Şehsuvar’ın portresi bu resimlerin ortalamasıdır. Bir yandan elinde orijinal dilinde Faust’u tutarken bir yandan da haremde olduğunu hatırlatırcasına oynadığı incileriyle gözünü bize diken, Almanca okuyabilen, Batının enstrümanlarını çalan ama görevi sadece arzu yaratmak olan bir Osmanlı kadın imgesi oluşturulur. Abdülmecid’in amacı ideolojiktir.

Sonuçta Haremde Goethe, Osmanlı’nın imaj çalışmasının bir parçasıdır. Sarayda yaratılan Batı taklidi modernleşmenin halkın yaşadığı sokağa uğramadığı, resimlerin, heykellerin saray duvarlarının dışına çıkmadığı, ne zenginlik varsa Osmanlı hanedanının sahip olduğu bir düzenden Cumhuriyetle kurtulduk. Cumhuriyetle birlikte sarayın içindeki resimler dışarı çıkartıldı ve İstanbul Resim Heykel Müzesi kuruldu. Bu halkın bir kazanımıydı. 

Kadınlar da Cumhuriyetle kazanmıştı. Abdülmecid’in İsviçre’ye sürgün gönderilirken treninin sınır kapısında durduruldu ve çok eşlilik kabul edilmediği için İsviçre’ye alınmak istenmediği unutulmamalıdır.2 Cumhuriyet’le kadınların yolu, görevleri sadece bir arzu nesnesinden fazlası olabilmeleri amacıyla açıldı. Kapitalizm o yolu her fırsatta kapamaya çalışıyor. 

Panzehir Osmanlının yenisinde ya da eskisinde değil, eşit bir Cumhuriyeti yeniden hep birlikte kurmakta.

                                                                           /././

T-24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -12 Ocak 2025-

Yapay Zekâ Aldatmacası: Bir kitap incelemesi -Ozancan Özdemir-

Unutmayın, yapay zekâ mucizeler yaratmaz; doğru kullanıldığında hayatımızı kolaylaştırabilir, ancak yanlış kullanıldığında ciddi zararlar doğurabilir.

Yapay zekâ ifadesi oldukça süslü bir ifade, özellikle bugünlerde. Sosyal medyada karşımıza çıkan videolardaki gibi bir yemeğin üstüne atılan bir parça maydanozun o yemeğin fiyatını üçe katlaması misali yapay zekâ da kendisinden sonra gelen kavramın değerini o kadar belki de daha çok arttırıyor. Hele hele bulutlarla arasında 20 santimetre kalmış, halıflex döşemeli ofis ve gökdelenlerdeki şirketlerde, ülke fark etmeksizin, yapay zekâ furyası aldı başını gidiyor. Tabii sosyal medya da furyayı iyice körüklüyor. Bol takipçili bir finans profesörü geçenlerde 4 sene sonra insanlığın çoğuna gerek kalmayacak, yapay zekâ bir üst aşamaya çıkacak gibi “absürt” bir iddiasını paylaştı.

AMA, buraya büyük bir ama koyalım. (Az önce bahsettiğim hocamızın gönderileri gibi, sanırım böyle yaparsam daha çok dikkat çekebilir.)  Gerçekten öyle mi? Yapay zekâ tüm problemlerde başarılı sonuç veren, tüm işleri kısa bir gelecekte otomatize eden ürünlerin üretilmesini sağlayacak mı?

Türkiye’de araştırdığım kadarıyla henüz çevirisi olmayan, dolayısıyla pek popüler olmayan, bir kitap yayınlandı geçtiğimiz senenin Eylül ayında. Princeton Üniversitesi bilgisayar mühendisliği bölümünden Profesör Arvind Narayanan’ın yine aynı üniversite ve bölümde doktora öğrencisi olan Sayash Kapoor ile beraber yazdığı AI Snake Oil: What Artificial Intelligence Can Do, What It Can’t, and How to Tell the Difference. (Yapay Zekâ Aldatmacası: Yapay zekâ ne yapabilir, ne yapamaz ve fark nasıl anlatılır) isimli kitap, ilk paragrafta bahsettiğim yapay zekânın olduğundan fazla abartıldığı durumlara dair güçlü bir argümanlar sunuyor ve reklamı yapılan kadar etkili olmayan ve hatta zararlı olabilecek yapay zekâ ürünlerine dikkat çekiyor. Bu argümanları ortaya koyanlar direkt olarak bu konuda yıllar harcamış araştırmacılar olunca elbette, “kimi popüler” figürlere göre daha fazla kulak kabartarak dinlemek gerekiyor, bence.

Bu yazıda, kısaca bu kitaptan bahsedeceğim ve (araştırdığım kadarıyla) AI Snake Oil kitabıyla ilgili yazılan ilk Türkçe içerik bu yazı olacak. (Kitabı mutlaka bir şekilde okumanızı öneririm, yayın evlerinin de çevirmesini elbette. Teknik çevirmen arayan yayın evlerine de gönüllü destek sağlayabilirim.)

Narayanan ve Kapoor, AI Snake Oil (Yapay zekâ aldatmacası) ifadesini vaat ettiği gibi çalışmayan ve çalışamayacak olan yapay zekâ olarak tanımlıyor ve gerçek hayattan örneklerle de günümüzde birçok yapay zekâ uygulamasının, özellikle tahminleyici yapay alanında, gerçekte olduğundan daha yetenekli olarak pazarlandığını savunuyor.

Kitap yapay zekâyı üç başlıkta inceliyor. Üretken yapay zekâ (Generative AI), Otomatikleştirilmiş karar verici yapay zekâ (automated decision-making AI) ve tahminleyici yapay zekâ (predictive AI).

Yazarlar ilk kategori içine giren üretken yapay zekâ uygulamalarının (Yüz tanıma modelleri, büyük dil modelleri ve konuşmayı sese çeviren modeller gibi) en başarılı yapay zekâ uygulamaları olduğunu ve bunların kimilerinin insan performansıyla yarışabilecek durumda olduğunu ifade ediyor. Ancak bu modeller elbette kusursuz değil ve altında büyük tehlike ve sorgulamalar içeriyor. Bu modellerin eğitildiği verilerin çoğunlukla internetten toplanan veriler olması kullanıcıların sorgulaması gereken bir şeffaflık ve aynı zamanda telif hakkı problemini de beraberinde getiriyor. Yine bu modellerin deepfake, sahte haberler ve ayrımcı içerik gibi neden olabileceği potansiyel tehlikelere de dikkat çekiliyor.

Bu modellerin eğitildiği verilerdeki önyargı ya da taraflılığı (bias) yansıtması da bir başka sorun olarak karşımıza çıkıyor. Örneğin, bir iş sitesi için profil resmi oluşturmak amacıyla yüklediğiniz resimde cildinizin normalden daha fazla parlak olmasının nedeni, o modelin eğitimi sırasında kullanılan fotoğrafların çoğunun parlak ciltli kişilerin fotoğraflarından oluşması gibi. Bu en basit örneği siz istediğiniz yere uyarlayabilirsiniz tabii, dolayısıyla bu taraflılığın daha geniş bir bağlamda toplumsal eşitsizliği ve ayrımcılığı artırabilecek bir tehlike oluşturduğundan bahsediyor Narayanan ve Kapoor.

İkinci grup olan otomatikleştirilmiş yapay zekâ modelleri (sohbet modelleri, öneri sistemleri) yazarlara göre üretken yapay zekâ kadar harika değil, ama umut verici. Ancak bu modeller kolay görevler için faydalı bir şekilde çalışsa da, zor durumlarda oldukça başarısız sonuçlar üretebiliyor ve senaryolara bağlı olarak bu sonuçların etkisi de büyük olabiliyor. Kitaptaki örneklerden biri olan UnitedHealth isimli bir sigorta şirketi, hasta bakımıyla ilgili kararları otomatikleştirmek için bir yapay zekâ kullanmış, ancak bu modelin %90'dan fazla hata oranına sahip olduğu tespit edilmiş. Buna rağmen, UnitedHealth çalışanlarını, işten çıkarılma tehdidi altında, yapay zekânın kararlarıyla aynı fikirde olmaya zorlamış, doğru olmadığı bilindiği halde. Yine Amerika’da Ulusal Yeme Bozuklukları Derneği (NEDA), yardım hattı çalışanlarını işten çıkardıktan sonra yerlerine bir sohbet botu (chatbot) yerleştirmiş, ancak bu bot belli bir süre sonra kullanıcılara tehlikeli tavsiyelerde bulunmaya başlamış.

Buraya kadar “başarılı” olarak görülen yapay zekâ modellerinin başarısızlığından bahsettik. Şimdi ise, benim de araştırma alanım olan, ancak içten içe bu kitabın söylediği argümanlara da inanan ve bunları da deneyimleyen, fakat buna rağmen araştırmaktan keyif aldığım alana geldik ki bu alan yazarlarımız Narayanan ve Kapoor’un en acımasızca eleştirdiği alan; tahminleyici yapay zekâ (predictive AI).

Tahminleyici yapay zekâ kısaca, belirli girdiler üzerinden, hedef bir değişkeni tahmin etmeye çalışan algoritmaların genel bir adı. Bu algoritmalar geçmişteki verileri ve örüntüleri kullanarak geleceği tahmin etmeye çalışırlar. Örneğin, CHP’nin bir sonraki seçim sonucunu, geçmiş seçim sonuçları, enflasyon, yıllık gelir gibi değişkenler yardımıyla tahmin etmek bir tahminleyici yapay zekâ uygulamasının örneğidir. Okuyucuların kolay anlayabilmesi için popüler bir örnek kullanmak istedim, ama bu tür yapay zekâ uygulamaları daha geniş bir uygulama alanına sahip ve aldatmacanın da en fazla olduğu yapay zekâ türü aslında.

Kitap, Amerika’daki şirketlerin yüzde 75’inin işe alımlar öncesi, adayları değerlendiren yapay zekâ kullandığını ancak bu modellerin çoğunun başarısız olduğunu, aslında “random number generation” (rastgele sayı üreten) modeller olduğunu söylüyor. Üstelik bu modeller adaylar tarafından çeşitli yollarla kandırılmaya da müsaitler. Örneğin CV’lerine beyaz renkli fontlarla bazı kilit kelimeler eklemek, ya da video mülakatında görüntülerde belirli efektler kullanmak gibi. Bu tarz modellerin başarısız olduğu ve kitapta yer alan başka bir örnek ise Cezai Suçlu Yönetimi Profil Oluşturma ifadesinin kısaltması olan COMPAS isimli model. Bu modelin, Amerika’da sınıflar ve ırklar arası ayrım yaptığı ve bu kriterlere göre yanıltıcı suç skorları ürettiği görülmüş.

Kitapta elbette çok daha fazla örnek var, ancak bahsedeceğim son örnek benim de çok eleştirdiğim bir durumun tezahürü. Princeton Üniveristesi tarafından yine organize edilen Fragile Families and Child Wellbeing Study (Kırılgan aile ve çocuk iyi olma çalışması) isimli bir modelleme yarışmasında, katılımcılardan ABD'deki 20 büyük şehirde doğan yaklaşık 5.000 çocuğun gelişimini takip eden bir veri kullanarak, aile yapısı, sosyoekonomik faktörler ve çocukların refahı arasındaki ilişkiyi incelemeyi amaçlayan bir yapay zekâ modeli geliştirmeleri istenmiş. 160 farklı takımın sonuçlarını yüklediği bu yarışmanın sonunda içinde 13000 değişken barındıran veri setinden hiçbirinin modelleri kıyaslamak için geliştirilen ve sadece 4 değişkenden oluşan basit bir regresyon modeline karşı baskın bir sonuç geliştirmediği görülmüş. Hatta öyle ki en iyi modelin başarısı rastgele tahminden (yüzde 50 başarı) biraz daha iyi olarak değerlendirilmiş.

Tüm bu örneklerin ortak noktası ve dolayısıyla da kitabın temel mesajı, yapay zekâ teknolojisinin sıklıkla abartıldığı ve gerçekte yapabileceklerinden çok daha fazlasını vaat ederek sunulduğu.

Yapay zekâ sistemleri, her ne kadar tarafsız olarak iddia edilse de her zaman tarafsız değildir, çünkü eğitildikleri verilerdeki ön yargıları yansıtırlar ki bu da ayrımcılık ve adaletsizliğe giden taşları döşeyebilir. Keza bu modeller her zaman doğru sonuç vermez çünkü insan davranışı karmaşık ve tahmin edilemezdir. Sistemlerin otomasyonu her zaman iyi bir çözüm değildir. İş kaybı, etik kaygılar ve hesap verebilirlik eksikliği gibi önemli dezavantajları da beraberinde getirebilir.

Narayanan ve Kapoor, okuyucularını yapay zekâ sistemlerinin sunduğu vaatlere karşı eleştirel düşünmeye ve bu sistemlerin potansiyel zararlarının farkında olmaya çağırıyor, insan önyargılarını ve toplumsal eşitsizlikleri güçlendirebileceği konusunda uyarıda bulunuyor, tıpkı benim bu köşeden elimden geldiğince yaptığım gibi.

Yapay zekâ hakkında daha bilinçli bir anlayış geliştirmek ve bunu yaymak zorundayız.  Bu fenomenin toplumsal etkilerine dair daha bilinçli bir kamuoyu ve bu teknolojinin etik ve sorumlu bir şekilde geliştirilmesini ve kullanılmasını sağlayacak daha güçlü düzenlemeler için çağrıda bulunmalıyız.

Bu konuda da görev en başta Narayanan ve Kapoor gibi bu alanda çalışan biz araştırmacılara düşüyor. Kamuoyunu bilgilendirecek profillerin uzman araştırmacılar olması gerekiyor, alan tecrübesi olmayan yüksek takipçili profesörler ya da sentetik profil fotoğraflı sosyal medya hesapları değil, çünkü teknoloji dünyasında "yapay zekâ aldatmacası"nın farkına varmak, hem bireysel hem de toplumsal olarak daha bilinçli kararlar almamıza yardımcı olabilir. Unutmayın, yapay zekâ mucizeler yaratmaz; doğru kullanıldığında hayatımızı kolaylaştırabilir, ancak yanlış kullanıldığında ciddi zararlar doğurabilir.

                                                             /././

Yapay zekâya hazırlıkta, işgücü dönüşümünün hangi noktasındayız?(IV) -Füsun Sarp Nebil-

Eylem planının kâğıt üzerinde kalmasının cezasını, ülkemizin bundan sonraki yıllarını yaşayacak olan vatandaşlar çekecekler. Bu arada, kâğıt üzerinden kalan eksik yapay zekâ stratejisini yazan çalışanlar grubu da, herhalde şimdi gidip, sadece kağıt üzerinde kalacak olan bir Siber Güvenlik Stratejisi yayımlayacak.

Dünya Ekonomik Forumu'nun (WEF) yakın zamanda yaptığı bir araştırma, yapay zekâ (AI) alanındaki gelişmeler nedeniyle şirketlerin, küresel olarak yüzde 41'inin 2030 yılına kadar iş gücünü azaltmayı planladığını ortaya koyuyor.

22 sektörde ve 55 ekonomide 14 milyon çalışanı bulunan binden fazla küresel şirketin verilerine dayanan bulgular, küresel işgücü piyasasında beklenen derin dönüşüme ışık tutuyor. Teknoloji, ekonomi, demografi ve yeşil dönüşümdeki küresel eğilimlerin değişmesinin 2030 yılına kadar 170 milyon yeni iş yaratacağı, 92 milyon kişinin ise işini kaybedeceği tahmin ediliyor.

2030 yılına kadar, bilişsel beceriler ve iş birliği gibi insan becerilerinin yanı sıra teknolojik becerileri de içeren bir tabloda gidiyor. Büyüyen beceri boşluklarını ele almak için kamu, özel ve eğitim sektörlerinde kolektif eyleme acilen ihtiyaç duyuluyor.

Analitik düşünme ve dayanıklılık da en çok aranan beceriler arasında yer alıyor. Raporda şöyle açıklanıyor:

"Analitik düşünme, işverenler arasında en çok aranan temel beceri olmaya devam ediyor. 10 şirketten yedisi bunu 2025'te olmazsa olmaz olarak görüyor. Bunu, liderlik ve sosyal etkiyle birlikte dayanıklılık, esneklik ve çeviklik takip ediyor.

Bunun tersine, beceri listesinde, el becerisi, dayanıklılık ve hassasiyet gibi alanlarda belirgin net düşüşler öne çıkıyor; katılımcıların yüzde 24'ü bu becerilerin öneminde azalma öngörüyor."

Rapora göre 2030 yılına kadar en hızlı büyüyecek olan 10 iş şöyle:

- Büyük veri uzmanları

- FinTech mühendisleri

- Yapay zekâ ve makine öğrenimi uzmanları

- Yazılım ve uygulama geliştiricileri

- Güvenlik yönetimi uzmanları

- Veri ambarı uzmanları

- Otonom ve elektrikli araç uzmanları

- UI/UX tasarımcıları

- Hafif kamyon veya teslimat hizmeti sürücüleri

- Nesnelerin İnterneti uzmanları

Yapay zekânın entegrasyonu, iş yapılarını önemli ölçüde değiştirecek ve iş gücü uyumluluğu gerektirecek. Şirketler, rekabet gücünü korumak için otomasyon avantajlarını çalışan gelişimine yapılan yatırımlarla dengeliyor. Yapay zeka destekli operasyonlara doğru kayma, küresel olarak ekonomik politikaları ve işgücü piyasası düzenlemelerini etkileyecek.

Bu eğilim, yapay zekâ ilerlemelerinin şekillendirdiği gelişen istihdam ortamında, proaktif bir şekilde işgücü planlaması gerekliliğini ortaya koyuyor. Aşağıda aynı rapordan alınmış olarak hangi alanlarda iş gücünün artacağı ya da azalacağı gözüküyor.

Ülkemizde, (2019 Yapay Zekâ Stratejisi'ne göre) işgücünün dönüşümü çalışmaları ne noktada?

İşte bu noktada şunu soralım. Ülkemizde 2019 yılında bir yapay zeka stratejisi yayınlandı. Duyumlarımıza göre, şimdi çalışanların yeni kurulan Siber Güvenlik Başkanlığına nakledildiği kaydedilen T.C. Cumhurbaşkanlığı Dijital Dönüşüm Kurumu'nun yayınladığı bu stratejiye göre acaba eğitim sistemimiz ve kurumlarımız bu dönüşüme aradan geçen 5 yılda ne kadar hazırlandı? 2019 Stratejisi'nin 9. sayfasında şöyle yazıyor;

Burada yazılanlar ne kadar yapıldı? Mesela "YZ Olgunluk Modeli" ve "YZ Proje Yönetim Rehberi" diyorlar. Bunlar var mı"Güvenilir YZ Damgasıtest edildi mi? Mevcut iş gücüne yönelik eğitim ve sertifikasyon programlarından ne haber?

Eylem planını bile, stratejinin süresinin bitmesi az kala, alelacele geçen yıl ağustosta yani 5 ay önce yayınladıklarını gördüğümüz ve (eğitim / matematik gibi) eksikliklerini daha önce raporladığımız yapay zekâ stratejisi, görüldüğü üzere kendi yazdığı şeyleri bile yapamamış ve kağıt üzerinde kalmış.

Bunun cezasını, ülkemizin bundan sonraki yıllarını yaşayacak olan vatandaşlar çekecekler. Bu arada, kağıt üzerinden kalan eksik yapay zeka stratejisini yazan çalışanlar grubu da, herhalde şimdi gidip, sadece kağıt üzerinde kalacak olan başka bir stratejiyi yani Siber Güvenlik Stratejisini  yayınlayacak.

Biz de toplum olarak, heyecanlı bir şekilde “yapay zeka şöyle, yapay zeka bunu da mı yapmış, vay canına” vs. vs. diyerek yapay zekâyı överek zamanımızı geçireceğiz. Oysa hepimizin yapay zekânın neler yaptığına dair abartılı övgüleri, heyecanlı ifadeleri bırakıp, gelen çağa hazırlık yapmamız ve hükümeti de bu konuda tedbir alması için zorlamamız, hatırlatmamız, eğitim sistemimizi düzelttirmemiz lazım. Bu da bir başka uyarı yazısı.

                                                       /././

Galibiyet sevinci yaşayan Şanlıurfa Güneşin Çocukları Bayan Hentbol Takımı'nı karşı takımın erkek taraftarları darbetti!

Bingöl'de oynanan Türkiye Kadınlar Hentbol 2'nci Ligi G Grubu'nda Bingöl Spor Lisesi Hentbol Takımı ile Şanlıurfa Güneşin Çocukları Hentbol Takımı arasında oynanan maçın ardından erkek taraftarlar, kadın hentbolcuları galibiyet sevinci yaşadıkları için darbetti. Bingöl Spor Lisesi Hentbol Takımı ile Şanlıurfa Güneşin Çocukları Hentbol Takımı arasında oynanan kadın hentbol maçı sonrası sevinen takımı, karşı takımın 100 kişilik erkek taraftar grubu sahaya inerek darbetti. Saldırıya maruz kalan kadın hentbolculardan bazılarının aldıkları darbelerle boyun ve yüzlerinde yaralar oluştu. Şiddete uğrayan sporcular şikayetçi olacaklarını söyledi.(https://t24.com.tr/haber/galibiyet-sevinci-yasayan-sanliurfa-gunesin-cocuklari-hentbol-takimi-na-karsi-tarafindan-erkek-taraftarlarindan-darp,1209510)

                                                              ***

Emeklilerin gözünden Türkiye'nin güncel durumu: Eğilimler ve gerçekler -Binhan Elif Yılmaz-

Emekli maaşları enflasyon karşısında eridiği ve emeklilik sisteminin adaletsizliklerine maruz kalarak geliri hızla düştüğü için emeklinin talebi ve tüketimi kısıtlanınca enflasyon düşecek mi gerçekten?

Emekli ve emekçi için birbirinden sarsıcı ücret/maaş artış oranları arka arkaya geldi. 2024’ün son günlerinde asgari ücretli yıllık yüzde 30 zam alırken, yılın ilk günlerinde gelen enflasyon verisi ardından da memur/memur emeklisine yüzde 11,54 ve SGK ile Bağ-Kur emeklisine yüzde 15,75 oranında altı aylık zam yapıldı. Emekliler için “refah payı” ise bu hafta toplanan kabine toplantısı sonrası, “gerçekleşmemiş bir beklenti”den ibaretti.

2024 yılında ekonomi iki çeyrek üst üste daraldı. Enflasyon oranı aylık olarak artışını sürdürdü. Yıllık enflasyon gerilese de gıda, kira gibi harcama gruplarında manşet enflasyonun üzerinde ciddi yükseliş söz konusu. Ayrıca bir yandan emekli maaşlarında aylık bağlama oranlarındaki düşüş adaletsizlikleri büyüttü, diğer yandan kök maaş sorunu çözülemedi. O nedenle milyonlarca emekli açlık sınırının altında bir gelir ile geçinmeye çalışıyor.  

Tüm bu sürecin nasıl ızdıraplı olduğu İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinden değerli meslektaşım Prof. Dr. Süphan Nasır’ın başkanlığında gerçekleştirilen araştırmanın bulgularında yer alıyor. İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa’dan Dr. Öğr. Üyesi Yonca Nilay Baş ve Medipol Üniversitesi’nden Dr. Öğr. Üyesi Fatma Betül Ortaköy de araştırma ekibindeler.

Bir ay kadar önce bu araştırmanın beyaz yakalılarla ilgili sonuçlarını şu yazımda (https://t24.com.tr/yazarlar/binhan-elif-yilmaz/beyaz-yakadan-emekliye-2024-un-ekonomik-zorluklarinin-etkileri,47540) ele almıştım. Geçen hafta emekliler ile ilgili sonuçlar da ortaya çıktı. Araştırmaya katılan 1968 kişinin 415’i emekliydi. Emeklilerin sorulara verdiği yanıtlara hep birlikte bakalım; ekonomik zorluklar emeklilerin günlük tercihlerine ve yaşam tarzlarına nasıl yansımış?

Emeklilerin gözünden Türkiye'nin güncel durumu

Araştırmaya katılan emeklilerin yüzde 70’i genel olarak hayatından memnun değil. Hemen hepsinin ortak memnuniyetsizliklerinin kaynakları belli: Ekonomik koşullar başta olmak üzere, sağlık sistemi ve demokrasinin işleyişinden de memnun değiller. Bu tablo, demokratik sistemin iyileştirilmesi ve emeklilerin beklentilerine daha iyi yanıt verilmesi gerektiğini gösteriyor.

Emekliler indirim avcılığında ön safta yer alıyor

Araştırmaya katılanların büyük çoğunluğu market alışverişi yapmadan önce farklı marketlerin fiyatlarını karşılaştırıyor, etiket fiyatından almak yerine indirime girmesini bekliyor, ürünlerin en ucuzunu bulmak için çaba harcıyor. Hatta fiyat indirimi var ise düzenli olarak satın aldığı marka yerine indirimdeki markayı satın almayı tercih ediyor. Demek ki hem marka tercihlerinin bir anlamı kalmıyor hem de sürekli olarak market dolaşılması gerekiyor.

Emeklileri gıda, ulaşım ve sosyal yaşam harcamaları zorlamakta

Geride bıraktığımız aylarda enflasyon emeklileri en çok gıda, ulaşım-akaryakıt ve ev dışı yeme-içmede zorluyor ki emekliler geçmiş yıla kıyasla bu yıl en çok ev dışı yeme-içme, tatil ve seyahat ve giyim harcamalarında kesinti yapıyorlar.

Emekliler sosyalleşmeyi ve tatili unuttu

Ekonomik faktörlerin etkisiyle emeklilerin sosyal aktivitelerin önemli ölçüde sınırlanmış durumda. Sinema, tiyatro, konser gibi biletli etkinliklere hiç katılamıyor ya da birkaç ayda bir katılabiliyorlar. Ayrıca ankete katılan emeklilerin yaklaşık yarısı son üç sene içinde tatile gidemediğini belirtiyor.

Emeklinin önceliğinde kişisel bakıma ayrılan bütçe yok!

Araştırmaya katılanların yaklaşık yarısı kişisel bakım hizmetlerine hiç bütçe ayıramadığını belirtiyor, bu da büyük bir kesimin bu tür harcamaları ekonomik zorluklar nedeniyle tamamen bıraktığını gösteriyor.

Emeklilerin yatırım tercihi ise döviz ve altın

Araştırmaya katılanların yaklaşık yarısı tasarruf etmediklerini belirtiyor, doğal olarak. Tasarruf edenlerin ise yatırım tercihleri arasında birinci sırayı döviz alırken, ikinci sırada altın, üçüncü sırada ise ev yer alıyor.

Ekonomik koşulların emeklilerin tüketim tercihlerini, bütçe planlamalarını ve harcama önceliklerini nasıl şekillendirdiğine dair önemli ipuçları sunan araştırmaları için değerli meslektaşlarıma teşekkür ederim.

Emekli maaşları enflasyon karşısında eridiği ve emeklilik sisteminin adaletsizliklerine maruz kalarak geliri hızla düştüğü için emeklinin talebi ve tüketimi kısıtlanınca enflasyon düşecek mi gerçekten?

                                                                  /././

Diyanet, Avustralya’da müzayededen 15 milyon lira değerinde villa almış

AKP'lilerin tepki göstermesi üzerine Meclis'te villa gerginliği yaşandı

İyi Parti Grup Başkanvekili Turhan Çömez, TBMM’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Avustralya’da da 702 bin 500 dolar (yaklaşık 15 milyon TL) değerinde bir villayı müzayededen aldığını gündeme getirdi. Sözcü’nün aktardığına göre, İyi Partili Çömez, “İnsanlar buz gibi soğukta deprem bölgesinde konteynerlerde yaşıyor. Diyanet ise Avustralya’da villa satın alıyor’’ diyerek sitem etti. AKP İstanbul Milletvekili Nurettin Alan, “Suç mu, alsa ne olur?” derken, AKP Grup Başkanvekili Emin Akbaşoğlu da “Hukuka aykırı bir şey varsa mahkemelere müracaat edin” yanıtını verdi. Çömez “Ahlaka aykırı bir durum var” ifadesini kullandı. Çömez, “Diyaneti Atatürk kurdu, baş tacıdır ama onu da çökerttiniz, Diyanet Vakfı Washington’da 4 milyar liralık gayrimenkul aldı, hanlar, hamamlar, restoran, villalar, havuzlar, oteller yaptı. Bir yılda 2.5 milyon dolar zarar etti” diye konuştu.

                                                                  ***

Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...