Karanlık tünele giriş -Kayhan Ayhan-
Siyasal İslamcıların önünü açarak Türkiye’nin bugünkü karanlığa sürüklenmesinin en önemli kilometre taşları 90’lı yılların başlarında işlenen aydın cinayetleriydi. Mumcu, Kışlalı, Aksoy ve Üçok cinayetleri önemli tarihsel kırılmaya yol açacaktı.
Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Ahmet Taner KışlalıSiyasal İslamcılar bugün artık iktidarda, tuğlaları örenlerle birlikte kurulan ittifak cinayetlerin aydınlatılmaması, gerçek sorumluların hesap vermemesi için her yolu deniyor. O günlerde katledilen Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy ve Ahmet Taner Kışlalı gibi aydın cinayetlerini kapsayan Umut Davası “örülen duvar”ın derinliğini gösteriyor.
32 YILDIR SÜREN DAVA
Umut Davası 32 yıldır sürüyor. Ülkeyi karanlığa sürükleyen cinayetlerin ardından açılan ve 32 yıldır süren davada cinayeti azmettirenler halen sır, kamu görevlileri hakkında ise bir işlem yapılmadı.
Umut Davası, firari sanık Oğuz Demir yönünden Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam ediyor. Bugün Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek duruşmada dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın tanık olarak dinlenilmesi talep edilecek. Duruşmada İçişleri Bakanlığı ile Emniyet Genel Müdürlüğü’ne yeniden müzekkere yazılarak sanık Oğuz Demir ve ailesinin yasa dışı yollardan yurt dışına çıkıp çıkmadığına ilişkin araştırma yapılmasının istenmesi talepleri karara bağlanacak ve Mumcu ailesinin avukatları savunma yapacak.
Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993 tarihinde Ankara’nın Çankaya ilçesinde o zamanki adıyla Karlı Sokak’taki evinin önündeki arabasına konan bombanın infilak etmesi sonucu katledildi. Mumcu cinayeti, 1990’lı yıllarda işlenen siyasi cinayetler ve katliamlar zincirinin bir halkası oldu. Cinayetle birlikte ülkede karanlık bir sürece girildi.
NAMUS SÖZÜ LAFTA KALDI
Cinayetin ardından dönemin devlet yöneticileri, Uğur Mumcu’nun evini ziyaret ederek eşi Güldal Mumcu’ya olayı çözme konusunda "namus sözü" verdi. Bunların başında yer alan dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, Güldal Mumcu’ya "Cinayeti çözmek namus borcumuzdur" dedi. Ancak cinayet, uzun yıllar faili meçhul kaldı.Mumcu’nun katledilmesinin ardından olay yerine gelen dönemin başbakanı Demirel, olayın çözüleceğine dair söz vermişti. (Fotoğraf: Depo Photos)
Dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar, evinde ziyaret ettiği Güldal Mumcu’nun soruşturmaya yönelik eleştirileri üzerine "Bir tuğla çekersem duvar yıkılır" dedi. Mehmet Ağar, daha sonraki yıllarda Susurluk suç örgütünün yöneticisi olarak yargılanacak, ceza alacak ve adı birçok faili meçhul cinayetle gündeme gelecekti.
TARTIŞILAN SAVCI
Soruşturmadaki ihmalleriyle gündeme gelen dönemin Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Savcısı Ülkü Coşkun ise dosyanın ilerlememesini eleştiren Güldal Mumcu’ya "Güldal Hanım üstüme gelmeyin. Namus borcumuz dediler, bugüne kadar hükümetin hiçbir üyesi dosyanın ne olduğunu bana sormadı. Bu işi devlet yapmıştır. Siyasi iktidar isterse çözer" yanıtını verdi. Kamuoyunun büyük beklentisine rağmen soruşturma çok ağır ilerliyordu. Uğur Mumcu’nun evini arayanların listesi bile PTT’den istenmiyordu. Ekspertiz raporları televizyon programlarında açıklanıyor, savcılık buna karşı bile işlem yapmıyordu. Bu gelişmelerin ardından Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu, Savcı Ülkü Coşkun’un soruşturmayı savsakladığı gerekçesiyle Adalet Bakanlığı’na başvurdu. Müfettişler, soruşturmadaki ihmalleri ortaya çıkardı. Ancak Coşkun, asker olduğundan Milli Savunma Bakanlığı’nın işlem yapması gerekiyordu. O işlem hiç yapılmadı.
Cinayetin tetikçilerinin bulunmasına yönelik ilk gelişme ancak 2000 yılında yaşandı. İstanbul’un Beykoz ilçesinde köktendinci terör örgütü Hizbullah’a 17 Ocak 2000 tarihinde yapılan ve örgüt lideri Hüseyin Velioğlu’nun öldürüldüğü operasyonda ele geçirilen CD ve disketler, polisleri Tevhid adlı bir oluşuma götürdü. Bu dijital materyallerde Yusuf Karakuş adlı kişi, Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu’na verdiği özgeçmişte, Tevhid Selam örgütünden ayrıldığını ve Hizbullah’a katılmak istediğini belirtirken, referans olarak Uğur Mumcu cinayetini yazdı. Bu operasyonda Yusuf Karakuş ve Abdülhamit Çelik yakalandı. Alınan ifadeler üzerinden Hasan Kılıç, Şeref Dursun, Mehmet Dağdeviren, Talip Özçelik, Fatih Aydın ve Mehmet Şahin gözaltına alındı. Gözaltına alınan bu şüphelilerin ifadeleriyle soruşturmayı derinleştiren savcılık, cinayetin çekirdek kadrosuna ulaştı. Önce Tekin kod adlı Ferhan Özmen, onun ifadesinden Necdet Yüksel yakalandı. Adı tespit edilen Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Kimya Mühendisliği mezunu Cihan kod adlı Oğuz Demir ise son anda polisin ‘elinden kaçtı’.
İRAN’DA EĞİTİM ALDILAR
Necdet Yüksel ve Ferhan Özmen’in sorgularının ardından Ankara’nın Sincan ilçesine bağlı Çimşit köyünde 18 adet makinalı tabanca, bunlara ait fişekler, 39 el bombası ve çok miktarda patlayıcı madde ele geçirildi. Şüpheliler ifadelerinde, 1991 yılında İran’a giderek burada askeri ve dini eğitim aldıklarını anlattı.
Ankara DGM Cumhuriyet Başsavcılığı, soruşturma sonunda 15 sanık hakkında iddianame düzenledi. İddianamede Uğur Mumcu cinayetinin yanı sıra akademisyen Bahriye Üçok, gazeteci-yazar Ahmet Taner Kışlalı, hukukçu Muammer Aksoy, Suudi Arabistan Büyükelçiliği görevlisi Abdulgani Bedevi, Amerikalı bilgisayar uzmanı, çavuş Victor Dean Marwick, İsrail’in Ankara Büyükelçiliği görevlisi Ehud Sadan ve Kaya Kaman’ın öldürülmesi dahil 18 olaydan bu örgüt sorumlu tutuldu. İddianamede, İran gizli servisi Sawama’nın Selam Tevhid ve Kudüs Ordusu üyelerine silah ve mühimmat desteği verdiği anlatıldı.
Yargılama sonucunda Ferhan Özmen ve Necdet Yüksel önce idam cezasına, daha sonra ise ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Yargıtay’ın onama kararında, Ferhan Özmen’in mensubu bulunduğu silahlı çete niteliğindeki örgütün Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nı zorla değiştirip, yerine dini esaslara dayalı bir sistem getirmek olduğu ve cinayetleri bu amaçla işlediği ifade edildi. Gerekçeli kararda, sanıkların Mumcu’yu katletmesinin nedeni "irtica bahanesiyle dini değerlere saldırdığı" iddiası oldu.
BOMBAYI KOYAN FİRARDA
Sanıkların aldığı talimat kapsamında Necdet Yüksel’in 7-8 ay araştırma ve istihbarat çalışması yaptığı belirtilen kararda, Ferhan Özmen’in bombayı hazırladığı anlatıldı. Kararda, cinayetten bir gün önce akşam bir araçla Ferhan Özmen, Necdet Yüksel ve Oğuz Demir’in Mumcu’nun evinin yakınlarına geldikleri, Necdet Yüksel’in gözcülüğünde Oğuz Demir’in bombayı koyduğu anlatıldı. Mumcu’nun 24 Ocak saat 13:25 sıralarında otomobiline bindiği sırada bombanın patladığı ifade edildi.
Ancak geride yargılanmayan bir tek Oğuz Demir kaldı. 32 yıldır Demir’in izine ulaşılamadı. İçişleri Bakanlığı, Demir’in adını "aranan teröristler" listesine koydu.
UMUT davası firari sanık Oğuz Demir yönünden Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam ediyor. Mahkemeye yazı gönderen Emniyet Genel Müdürlüğü, Demir’in en son 1999 tarihinde Türkiye’ye giriş yaptığı ve Avustralya’da ikamet ettiğini bildirdiğini kaydetti. Yine bir ihbarda Demir’in kaçak yollarla Türkiye’ye giriş yaptığı öne sürüldü. Ancak ihbar asılsız çıktı. Son duruşmada mahkeme, Demir’in kaçak olarak aranmasına karar verdi. Böylece Demir hakkında yargılama sonunda bir karar verilmesinin önü açıldı. Ayrıca mahkeme, Emniyet Genel Müdürlüğü, Jandarma Genel Komutanlığı ve MİT’e müzekkere yazılarak, Oğuz Demir ile ilgili yeni bir bilgi olup olmadığının sorulmasına da karar verdi.
Uğur Mumcu cinayetinde, Oğuz Demir’in yakalanmamasının yanı sıra hâlen üzerinde sır perdesi aralanmayan diğer yön ise cinayeti kimlerin azmettirdiği sorusu oldu. Soruşturmacılar, tetikçilerin arkasında hangi yapıların veya kişilerin olduğunu somut olarak çözemedi ve mahkeme önüne çıkaramadı. Şüphelilerin eğitim aldığı İran’daki bağlantılarının da üzerine gidilmemesi soru işareti yarattı.
∗∗∗
AİLESİNİ YURTDIŞINA KAÇIRDI
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) İzmir Milletvekili Sevda Erdan Kılıç, 1991-1999 tarihleri arası Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı cinayeti dahil 11 olaya doğrudan katılan, 2000 yılı Mayıs ayında Sincan’da kolluk güçlerinin arasından sıyrılıp kaçan ve izini kaybettiren, hala İçişleri Bakanlığının ‘arananlar’ listesinde ‘Tevhid Selam Kudüs Ordusu Terör Örgütü’ üyesi olarak aranan Oğuz Demir hakkındaki iddiaları TBMM gündemine taşıdı. Uğur Mumcu cinayetinde arabaya bomba koyduğu iddia edilen ve İran’a kaçtığı öne sürülen Oğuz Demir’in, ailesini yurt dışına kaçırdığı iddia edilmişti. Sevda Erdan Kılıç, Uğur Mumcu ailesinin bu iddiasını İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’ya sordu. Kılıç, "Bu kişi bulunamamakla kalmıyor, bir de ailesini de yurt dışına kaçırıyor! Bu iddia Uğur Mumcu ailesinin avukatlarına ait. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’ya soruyorum: Bu iddialar doğru mu? Bakanı göreve çağırıyorum. Derhal, Oğuz Demir’in ailesinin Türkiye’de olup olmadığı araştırılmalıdır. Oğuz Demir’in aile fertleri okula gidiyor mu, oy kullanıyor mı, çalışıyor mu? Yoksa firari sanık, ailesini de yurt dışına kaçırdı mı? Derhal araştırılmalıdır" dedi. Kılıç, davanın bir an önce aydınlatılmasını istedi. Mehmet Ağar’ın devam eden dava kapsamında tanık olarak dinlenmesini de isteyen Kılıç, “32 yıl oldu bombacı hala bulunamadı. Susanlar konuşmadı. Artık yeter. Tuğla çekilsin, duvar yıkılsın” diye konuştu.
/././
Vahşi kapitalist kemer sıkma yılı -Aziz Çelik-
2025 yılında işçilere, memurlara, emeklilere zırnık koklatmayacaklar. 2025 yılında çalışan ve emeklilerin işi çok zor. Bir yanda vahşi kemer sıkma programı öte yanda buna gönüllü kulluk eden güdümlü sendikalar var.
2025 asgari ücretinin belli olmasından sonra diğer emek gelirlerinde Ocak 2025’te yapılacak artışlar, emekli aylıkları ve memur maaşları da belli oldu. 3 Ocak’ta enflasyon oranlarının açıklanmasının ardından 6 Ocak’ta Hazine ve Maliye Bakanlığı memur maaşlarına yapılacak artışları ilan etti. Ardından Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı en düşük emekli aylığının yüzde 15,75 artarak 14 bin 469 lira olacağını açıkladı. 10 Ocak 2025’te de AKP grubu bu artışa ilişkin kanun teklifini TBMM’ye sundu. Böylece her şey öngörüldüğü gibi oldu! 2025 yılının vahşi bir kemer sıkma yılı olacağı netleşmiş oldu. Şimdi ne olduğuna yakından bakalım.
2025 yılı asgari ücretindeki yüzde 30’luk artış aslında bir işaretti. Resmi enflasyonun çok altındaki bu artış 2025 yılının vahşi bir kemer sıkma yılı olacağını gösteriyordu. Asgari ücrette bunu yapanlar memur maaşları ve emekli aylıklarında da benzer bir yol izleyeceklerdi. Nitekim öyle oldu. Özel sektördeki ücret artışlarının da büyük ölçüde asgari ücret artışının altında kalacağı sır değil. Böylece 2025 yılı emek gelirlerinin resmi enflasyon karşısında ciddi biçimde eriyeceği bir yıl olacak.
EMEKLİYE REVA GÖRÜLEN
2025 kemer sıkmanın pervasızca uygulanacağı ve ekonomi programından taviz verilmeyeceği bir yıl olacak. Bunun en tipik göstergesi emekli aylıklarındaki artış oldu. İşçi ve Bağ-Kur emekli aylıkları sadece yüzde 15,75 artırıldı. Yasa gereği olan bu artışın üstüne bir iyileştirme beklentileri boşa çıktı. Hükümet işçi ve Bağ-Kur emeklikleri için zırnık iyileştirme yapmadı. Böylece halen 15 bin TL civarında olan ortalama emekli aylığı 17 bin 500 liranın civarında olacak. Ortalama emekli aylığı artışı sadece 2 bin-2 bin 500 TL arasında olacak.
En düşük emekli aylığı artışı da tam bir fiyasko oldu. Artış kuruşu kuruşuna resmi enflasyona bağlandı. Halen 12 bin 500 TL’ye tamamlanan en düşük emekli aylığı 14 bin 469 lira olacak. Kanun teklifi bu şekilde verildi. Üzerinde önemle durulması gereken husus şudur. En düşük emekli aylığını 15 bin TL yapamadılar. Dahası 14 bin 500, hatta 14 bin 670 TL bile yapamadılar. 14 bin 679 TL dediler. Oysa bugüne kadar en düşük emekli aylığı hep yuvarlak olarak belirlendi. Önce bin liraydı, sonra bin 500, ardından 2 bin 500, 3 bin 500, 5 bin 500, 7 bin 500, 10 bin ve 12 bin 500 gibi. Bugüne hiç böyle tuhaf bir tamamlanan aylık miktarı olmadı. Şimdi emeklilerle dalga geçercesine 14 bin 469 lira diyorlar. Utanma kalmamış!
Aslında bu son derece önemli bir simge! Uygulanan ekonomi programından asla taviz vermeyeceklerini ve emeklilere ve emekçilere zırnık koklatılmayacağını gösteriyor. Dahası emekli aylıklarında dibe doğru yarışın devem edeceği görülüyor. Tıpkı ortalama ücretlerin asgari ücrete yaklaşmasında olduğu gibi emekli aylıkları da en düşük aylığa doğru yaklaşıyor.
MEMURA RESMİ ENFLASYON BİLE YOK
Ocak 2025’te memur maaş artışları ve memur emeklilerinin aylıklarındaki artış ise daha da dramatik oldu. Daha önce defalarca yazdığım gibi memurlar ve memur emeklileri toplu sözleşmedeki tuhaf düzenleme yüzünden Temmuz 2024’te olduğu gibi Ocak 2025’te de enflasyonun altında zam aldılar. Hem de öyle böyle değil. Yıllık resmi enflasyon yüzde 44,4 olurken, memurların son bir yıllık maaş artışı yüzde 33’te kaldı. Temmuz 2024’te yüzde 24,7 enflasyon karşısında yüzde 19,6 zam alan memurlar Ocak 2025’te de yüzde 15,8’lik enflasyon karşısında yüzde 11,5 zam aldılar. 7. Dönem toplu sözleşmedeki hüküm nedeniyle yaşanan bu kayıp karşısında yetkili sendika Memur-Sen hiçbir ciddi eylem ve iş bırakma yapmadı. Son derece kısık sesle yaptıkları “refah payı” yalvarmaları da sonuç vermedi. Böylece ortalama memur maaşında aylık kayıp 4 bin 100 lira civarına yükseldi. Memurların yıllık kümülatif kaybı 37 bin lira civarında oldu. Bu uygulama Temmuz 2025’te de devam edecek. Böylece üç yarı yıl boyunca memurlar ve emeklileri enflasyonun altında ezilecek.
İşin ilginç yönü bu bariz haksızlığa ve kayba rağmen yetkili memur konfederasyonu Memur-Sen’in sade suya tirit bir basın açıklaması dışında bir eylem yapmaması adeta bu uygulamanın ortağı olmasıdır. Yetkili memur sendikasından ciddi bir itiraz ve tepki gelmeyince hükümet de bildiğini okudu. Adını açıkça koymak lazım: Memurların yaşadığı bu büyük kaybın sorumlularından biri de Memur-Sen yöneticilerdir.

MEMUR EMEKLİSİNE UNUTULMAZ KAZIK
Memur emeklileri çifte kayıp yaşıyor. Bir yandan resmi enflasyon olan yüzde 15,75 değil memur maaşlarında olduğu gibi yüzde 11,5 zam alacaklar öte yandan emekli aylık bağlama oranları düşecek. Ocak 2025’te emekli memurlar en az 16 bin lira eksik emekli aylığı alacaklar. Evet yanlış okumadınız! Memurların her ay emekli aylığı kaybı 16 bin lirayı aştı.
Bu nasıl oldu? Bilindiği gibi Temmuz 2023’te memurlara 8 bin 77 lira seyyanen bir ilave ödeme yapıldı. Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde Kemal Kılıçdaroğlu’nun memur maaşlarını 22 bin liraya yükselteceğini vaat etmesinin ardından Erdoğan da benzer bir söz vermişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan 11 Mayıs 2023’te yaptığı açıklamada “En düşük memur maaşını 22.000 TL seviyesine yükseltiyoruz. Maaşlardaki bu artışları otomatik olarak memur emeklilerimize de yansıtıyoruz” sözünü vermişti. İlave ödeme her 6 ayda bir memur maaş katsayısı oranında arttığı için Ocak 2025’te 16 bin lira civarına yükseldi.
Ancak konuya ilişkin yasal düzenleme yapılırken seyyanen ilave ödemenin memur emekli ikramiyesine ve memur emekli maaşlarına yansımasını engelleyecek özel bir düzenleme 375 sayılı KHK’nin ek 40. Maddesine sokuşturuldu. Böylece Cumhurbaşkanı tarafından verilen sözün gereği yapılmamış oldu. Cumhurbaşkanının vermiş olduğu açık söze rağmen bu işin nasıl yapıldığı muamma! Cumhurbaşkanını tersine mi ikna ettiler yoksa oldu bitti mi yaptılar bunu bilmek imkansız. Ancak CB’nin bu yöndeki sosyal medya paylaşımın hâlâ yerinde durduğunun altını çizelim. Sonuçta olan memur emeklilerine oldu. Bir yandan enflasyon düşük aylık artışı alan memur emeklileri öte yandan en az 16 bin lira kayıpla karşı karşıya kaldılar.
İŞÇİYE KIDEM TAZMİNATI KAZIĞI
Memur maaşlarında ve emekli aylıklarında yaşanan kayıplar kıdem tazminatını da vurdu. Kıdem tazminatı tavanı da giderek eridi. AKP iktidara geldiğinde asgari ücretin 4,8 katı olan kıdem tazminatı tavanı Ocak 2025’te asgari ücretin 1,8 katına geriledi. Kıdem tazminatlarının yıllık miktarı en yüksek devlet memuruna bir hizmet yılı için ödenecek azami emeklilik ikramiyesini geçememektedir. Bir yandan memurlara enflasyondan düşük zam yapılması öte yandan ilave ödemenin emekli ikramiyesinde dikkate alınmaması nedeniyle kıdem tazminatı tavanı da eridi. Ucube “ilave ödeme” uygulaması yüzünden sadece memurlar değil işçiler de kaybetti.
Kıdem tazminatı tavanı Ocak 2025 yılı için 46 bin 655 TL olarak belirlendi. Oysa kıdem tazminatı tavanı enflasyon oranı kadar artsaydı 48 bin 700 TL civarında, eğer ilave ödeme de dikkate alınsaydı 65 bin lira civarında olacaktı.
İşçilerin kıdem tazminatı tavanında kaybı yıllık 18 bin lira civarında. Bu kayıp 25 yıllık bir işçi için yaklaşık 450 bin lira anlamına geliyor. Hükümet bu paranın işverenin kasasında kalmasını sağladı.

VAHŞİ KAPİTALİZMİN PROGRAMI
2025 ocak ayı ücret, maaş ve aylık artışları izlenen ekonomi politikasının vahşi bir kemer sıkmaya dayandığını gösterdi. Ücret, maaş ve aylıklarda sembolik iyileştirmeler bile yapmadılar. Bütün işaretler ana akım (ortodoks liberal) kemer sıkma programının acımasız biçimde uygulanacağını gösteriyor.
“Biraz daha fedakarlık, “biraz daha sabır” demeleri bu yüzden. Bu program sıradan bir kemer sıkma, talebi daraltma programı değil, vahşi bir kemer sıkma programı. Pervasız bir kemer sıkma programı, bir vahşi kapitalist program! Bir vahşi kapitalist program diyorum çünkü bir yandan acımasız bir kemer sıkma programı uyguluyorlar öte yandan hak arama yollarını sert biçimde kapatıyorlar grev yasakları ve işçi direnişlerine karşı takınılan acımasız tutum bunun göstergesi. Ancak vahşi kapitalist kemer sıkma programı sadece zor yoluyla uygulanmıyor. Bunun için ideolojik aygıtlar da devrede. Ana akım sendikacılık iyice uysal hale getirildi ve programın ideolojik destekçisi yapıldı. Kamu çalışanlarının ve emeklilerinin yaşadığı büyük kayıplar karşısında öğlen tatilinde göstermelik bir basın açıklamasından ötesine gidemeyen bir yetkisi sendika söz konusu. Bugün 5 kamu çalışanını örgütünün bugün (13 Ocak 2025) yapacağı iş bırakmaya katılmaya cesaret edemeyen bir yetkili konfederasyon söz konusu.
Emekçilerin önemli bir bölümü ise “Yeter ki enflasyon düşsün zam almasak da olur” yalanına ikna edilmiş durumda. O yüzden vahşi kemer sıkma programını uygularken bu kadar pervasız olabiliyorlar. “Nasılsa seçim yok” diye düşünüyorlar, “nasılsa sendikaların büyük bölümü kontrol altında” diye düşünüyorlar!
2025 yılında çalışanların ve emeklilerin işi çok zor. Bir yanda vahşi kapitalist bir kemer sıkma programı öte yanda bu programa gönüllü kulluk eden güdümlü sendikalar var! Ancak hükümet tavsiyem bu kadar emin olmasınlar! Güneş çarığı, çarık ayağı sıkar!
/././
‘İki devletli’ çözümsüzlük yeniden masada -Gözde Bedeloğlu-
TC Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, resmi ziyaretlerde bulunmak üzere geçen hafta Kuzey Kıbrıs’a gitti. KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar ile görüşen Fidan, Kıbrıs sorununa ilişkin olarak federasyonun denendiğini, yeni bir formül gerektiğini ve bunun da ‘iki ayrı devlet’ olduğunu söyledi. Bu formül yeni olmadığı gibi, çözümün önünü tıkayan bir tez. Türkiye’nin dünya üzerinde, Kıbrıs adasında iki eşit ve egemen devletin var olduğuna ikna edebildiği herhangi bir ülke yok.
BÖLÜNME GARANTİ ANTLAŞMASINA AYKIRI
Geçen ay Türkiye’ye gelen KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ı, Külliye’de ağırlayan TC Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz da Kıbrıs adasının gerçeğinin ‘iki devlet ve iki toplum’ olduğunu belirtmiş ve federasyon defterinin kapandığını söylemişti. AKP destekli Tatar ve KKTC hükümeti Fidan ve Yılmaz’ın sözlerini onaylarken, halkın yüzde kaçının bu ‘iki devletli iki toplumlu’ çözümden yana olduğunu bilmiyoruz. Herhalde kimsenin aklına, bu ‘eşit-egemen ülkenin’ yurttaşları ne ister diye sormak gelmiyor. Ama TC Dışişleri Bakanı Fidan, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Yılmaz ve hatta AKP Milletvekili Hulusi Akar, ‘özgür’ olduğunu söyledikleri bir ülkenin geleceğiyle ilgili en doğrusunu bildikleri konusunda ısrarcı. Çözümün formülü iki ayrı devlet! Nokta! İlaveten Akar, konuyu bir adım öteye taşıdı ve ülkenin adını Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olarak değiştirdi. “Bu konuda biz Kıbrıslı kardeşlerimizi destekliyoruz” dedi. Hangi Kıbrıslı kardeşler onlar? Nüfusun kaçta kaçı sorunun iki ayrı devlet teziyle sonuca bağlanabileceğini düşünüyor? Bilemiyoruz, çünkü KKTC hükümeti ülkenin nüfusunu açıklamıyor. Ama bildiğimiz bir şey var, ki Akar da onun altını çiziyor: “Oradaki davamız hiçbir şekilde bitmez.” Ve devam ediyor: “Garantörlük görevlerimizi, sorumluluklarımızı bugüne kadar yerine getirdik. Getirmeye devam edeceğiz.” Tekrara düşeceğimi bilerek düzenli okuyucularımdan özür diliyorum ancak bu konudaki yanlışın altını çizmek zorundayım. Türkiye’nin de altında imzası bulunan Garantörlük Antlaşması’na göre taraflar, (Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunanistan, İngiltere ve Türkiye) Kıbrıs’ın bağımsızlığını, ülke bütünlüğünü, güvenliğini tanır ve garanti ederler. Dolayısıyla bölünme, antlaşmaya aykırıdır. Özetle mesele, Hulusi Akar’ın “ister anlayın ister anlamayın artık bitti, KKTC yok Kıbrıs Türk Cumhuriyeti var” diyerek kestirip atabileceği kadar basit değil ama her zamanki gibi hamasete açık.
ÜNİTER YAPI NEYE GÖRE TEHDİT NEYE GÖRE GÜVENCE
Konunun yeniden gündeme taşınmasının nedeni, Mart ayı ortalarında İsviçre’de ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres’in ev sahipliğinde düzenlenmesi planlanan gayrı resmi bir Kıbrıs zirvesinin yapılacak olması. Zirveye Türkiye ve Yunanistan’ın Dışişleri Bakanı düzeyinde, İngiltere’nin bir temsilciyle ve Kıbrıslı liderler Ersin Tatar ve Nikos Hristodulidis’in katılacağı duyuruldu. Görüşmeye dair detayların önümüzdeki günlerde netleşeceği belirtildi. Açıklamalardan anlıyoruz ki, Türkiye mart ayında kurulacak masaya yine ‘iki devletli’ çözüm teziyle oturacak. Hakan Fidan, uluslararası toplumu bu konuda pozisyon almaya ve bu teze destek vermeye çağırdı. Fidan’a göre diğer alternatif çözüm modelleri Kıbrıslı Türklerin azınlık muamelesi görmesine engel olmayacak. Üniter yapıya sahip Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bakanı olarak ve ‘tek bayrak, tek vatan, tek devlet’ inancıyla hareket eden Fidan’ın, konu Kıbrıs’a gelince, üniter devlet modelinin Kıbrıslı Türkler için tehdit oluşturacağını söylemesi dikkat çekici. Nasıl ki Türkiye için toprak bütünlüğü uluslararası toplumda tartışmaya açılabilecek bir konu değil, peki Kıbrıs Cumhuriyeti için neden olsun? Onları buna teşvik edecek ne gibi bir gerekçe sunulacak? Masaya ‘iki ayrı devlet’ formülünü getiren Türk tarafı, toprak bütünlüğüne aykırı bu fikri Rum tarafına nasıl kabul ettirebileceğini düşünüyor? KKTC’yi açık ve firesiz şekilde tanımayı reddetmiş uluslararası toplum nasıl ikna edilecek? Yarım asırdır konu burada kilitlenmiyor mu zaten?
BİRİ AB ÜYESİ, DİĞERİ HALA DÜNYADAN İZOLE
Fidan’ın son ziyaretinde, ılımlı bir yaklaşım içinde olduğunu düşünenler de yok değil. 1974’ten bu yana, iki kesimli hayata geçilmesinin kan dökülmesini engellediğini söyleyen Fidan, Türk ve Rum tarafının savaş tehdidi olmadan, kalkınarak, barış içinde kendi yoluna devam ettiğini söyledi. ‘İki devletli’ çözümün hiçbir zaman kabul görmediği onlarca yıl içinde Kıbrıs Cumhuriyeti Avrupa Birliği üyesi oldu. Buna karşın KKTC’nin dünyadan izolasyonu devam etti. Bugün ekonomisi Türkiye’ye bağımlı. Mafya, kumarhane, sanal bahis, sahte diploma, insan ticareti, kara para, silah kaçakçılığı ve uyuşturucunun cirit attığı bir yer olarak anılıyor. Kıbrıslı Türklerin pek çoğu, özellikle iyi bir gelecek için dünyaya açılmak isteyen gençler, AB vatanadaşı olmayı seçti, Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportu taşıyor. Sormak gerekir, Kıbrıslı Türklerin kaçı, TC ve KKTC hükümetlerinin ‘iki ayrı devlet’ tezinin hayata geçmesiyle bu haklarından vazgeçmeye hazır? Müzakere masalarından defalarca geri dönen ‘iki ayrı devlet’ tezi çözümsüzlüğün sloganına dönüştü.
KKTC’YE STATÜ KAZANDIRACAK TEKLİFE RET
Süreç içinde Rum tarafından ciddi ve oyunu değiştirebilecek öneriler de geldi ama Türk yönetimi tarafından müzakere bile edilmeden reddedildi. Onlardan biri Mağusa Limanı ve Ercan Havalimanı’nın uluslararası ticarete ve uçuşa açılmasıydı. 2006 yılında Papadopulos ve 2021 yılında Anastasiadis, Kapalı Maraş’ın mal sahiplerine iade edilmesi karşılığında, Mağusa Limanı’nın AB kontrolünde, Ercan Havalimanı’nın da BM kontrolünde açılmasını teklif etti. Böylece doğrudan uçuşlarla turizm ve ticaret canlanacaktı. Konuyla ilgili görüşünü aldığım Avrupa Gazetesi yazarı Kıbrıslı gazeteci Aziz Şah, KKTC ve TC hükümetleri tarafından reddedilen bu teklifin KKTC’ye statü kazandıran, kısa vadede adı ‘tanınma’ olmayan ama ‘iki devletli’ çözüme giden bir ilk adım olabileceğinin altını çizdi. Sonuç olarak liman ve havalimanı AB ve BM kontrolünde uluslararası hukukun denetimine dahil edilemedi. Bugün başkent Lefkoşa’da, Türkiye şirketi Taş Yapı’ya ait T&T tarafından uluslararası standartlara uygun olarak yapıldığı söylenen kocaman ve yeni bir Ercan Havalimanı var. Uluslararası uçuşlara kapalı. Mağusa Limanı ise ardı kesilmeyen kaçakçılık haberleriyle anılıyor. Ay başında, Kıbrıslı bir Türk iş insanını öldürmek amacıyla Türkiye’den Kıbrıs’a geldiği iddiasıyla tutuklanan bir kişinin tır içine gizlenerek Mağusa Limanı’ndan giriş yaptığı ortaya çıktı. Ciddi güvenlik zaafiyetinin yaşandığı belirtilen limanda kasım ayında da 2,5 milyon Sterlin kara para bulunduğu basına yansımıştı. KKTC Maliye Bakanlığı, Mağusa Limanı’ndaki Mobil X-ray cihazının, ülke genelinde gelen tır, konteyner ve diğer araçların sadece yüzde 10’unu kontrol edebilecek kapasitede olduğunu açıkladı. Silah, uyuşturucu, kara para, tetikçi derken gözden kaçan diğer girişleri varın siz düşünün artık.
Mart ayında İsviçre’de yeni bir masa kurulacak ama sofrada eski takımlar olacak. Yıllardır denenen ‘iki devletli’ çözümsüzlükle zaman harcanmaya devam edilecek.
/././
1’inci sınıfta 1 milyon TL isteniyor -Berkay Sağol-
Eğitimde yaşanan dönüşümle geliri iyi olan veliler özele mecbur kaldı. Bunu fırsat bilen özel okullar da erken kayıt döneminde yine fahiş zamlar yaptı.
Kamusal bir hak olan eğitim yıllardır özel sektördeki patronların insafına terk edilmiş durumda. Devlet okullarındaki laik ve bilimsel olmayan eğitimin yanı sıra bu yıl okul binalarındaki temizlik sorunları da eklendi. Devlet okullarında uygulanan gerici eğitim de gelir düzeyi uygun olan velileri özel okullara mecbur bıraktı.
Çocuklarına daha iyi bir eğitim aldırmak istediği için özel okula mecbur kalan öğrenci velileri de her yıl fahiş fiyatlarla karşılaşıyor. Milli Eğitim Bakanlığı tavan zammı yüzde 54,8 olarak belirlemesine rağmen erken kayıt döneminde öğrenci velilerine söylenen ücretler bu oranın üzerine çıkıyor.
Bilfen Çamlıca İlkokulu’nda 1’inci sınıfa başlayacak bir öğrenci için 1 yıllık eğitim ve yemek ücreti olarak peşin ödendiği takdirde 939 bin TL isteniyor. Geçen yıla göre eğitim ücretine yüzde 75, yemek ücretine ise yüzde 47’lik bir zam yapıldı. Bilfen Ataşehir İlkokulu’nda da 2’nci sınıfa başlayacak bir öğrencinin velisinden erken kayıtta eğitim ücreti olarak 743 bin TL istendi. Ödenecek toplam rakam yemek ücretiyle beraber 900 bin TL’yi buldu. İstanbul’da faaliyet gösteren Özel Sezin Okulları da kendi internet sitesi üzerinden 2025-2026 yılı için erken kayıt ücretlerini duyurdu. Ana sınıfı ile birinci sınıf için eğitim ve yemek ücretinin 1 milyon 210 bin TL olduğu açıklandı.
TED Atakent Koleji de önümüzdeki yıl 5’nci sınıfa başlayacak bir öğrencinin eğitimi için 615 bin TL, yemeği için 132 bin TL ücret talep ederken, bir de etkinlik adı altında da 44 bin TL daha ücret istiyor. 1 yıllık eğitim için KDV’yle birlikte toplam 800 bin TL rakam isteniyor. Aynı okul 3’üncü sınıfa başlayacak bir öğrenci için de 611 bin TL talep ediyor.
Ankara’da da eğitim ücretleri yıllık 800 bini geçti. Bilfen Çayyolu İlkokulu 31 Ocak’a kadar kayıt yaptırıldığında 807 bin TL ücret ödenmesi istenirken, 31 Mart’a kadar olan erken kayıt ücreti ise 872 bin TL ücret istendi.
DEVLET OKUL YAPMIYOR, MECBUR KALIYORUZ
Çocuğunu özel okula gönderen bir öğrenci velisi, “Koskoca mahallede bir tane ilköğretim okulu var. Sınıflar 45 kişilik. 30 kişilik kreşi var ama o da yarım gün ve ücretsiz değil. 40 kişilik bir sınıfta altı yaşındaki çocuk nasıl okuma yazma öğrenebilir? Bu mevcutla sağlıklı eğitim öğretim nasıl olabilir. Biz de devlet okuluna gittik ama bu kadar kalabalık değildi. Harika bir eğitim aldık. İngilizce, Almanca öğrendik. Birde okul yarım gün olduğu için evde çocuğumuzla ilgilenecek birini bulmamız gerekiyor. Bu da başka bir sorun. Çocuklarımızı özel okula göndermeye mecbur bırakılıyoruz. Çünkü devlet okul yapmıyor” dedi.
Öğrenci Veli Derneği (Veli-Der) Başkanı Ömer Yılmaz, “Asıl olan kamusal eğitim ancak eğitimin niteliksizleştirilmesi, gericileştirilmesi gibi sorunlar yaşanıyor. Kamusal eğitimdeki bu sorunların yanına birde mekânsal sorunlar eklendi. Okullar temizlenmiyor, öğrenciler tuvalete giremiyor, sınıfların durumu ortada. Veliler niteliksizliği ve mekânların durumunu görüyor ve kredi çekiyor, arabasını satıyor özel okula para veriyor. Aslında birçok özel okulda da nitelikli eğitim yok ancak mekân ve şartlardan dolayı da bunu tercih eden veliler var. Bunların tamamı eğitimdeki eşitsizliği derinleştiriyor. Özel okullar inanılmaz fahiş fiyatlarla eğitimi meta haline getirdi. Milli Eğitim Bakanlığı burada denetleyici göreviyle bu ücretlerde tavan zam uygulanıp uygulanmadığını denetlemeli. Bu alan tamamen özel okul sahiplerinin inisiyatifine bırakılmış durumda ve patronlar sürekli zenginleşirken burada çalışan öğretmenler hayatta kalmaya çalışıyor. Kamusal eğitimin niteliği artırılmalı, laik, bilimsel bir eğitim hayata geçirilmeli” diye konuştu.
MEB’İN POLİTİKALARI BURAYA GETİRDİ
Millî Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) verilerine göre, okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve lise sayılarının toplamına bakıldığında toplamda devlet okulu sayıları 2000 yılından bu yana yüzde 33, öğrenci sayısı da yüzde 21 seviyesinde artış göstermiş durumda. Özel okul sayıları ise 24 yılda yüzde 1094, öğrenci sayıları da yüzde 571 oranında artmış.
Şu anda Türkiye’de toplam 75 bin 467 okul bulunurken bu okulların 14 bin 352'si özel okul olarak eğitime devam ediyor. 2000 yılında toplam okullar içinde özel okul oranı yüzde 2,11 olurken, 2024 yılında bu oran yüzde 19’a çıkıyor. 2000 yılında 100 okuldan 2’si özel olurken, 2024 yılında bu 5 okuldan 2’nin özel olmasına çıkıyor.
Türkiye genelinde örgün eğitimde toplam 18 milyon 710 bin öğrenci bulunurken, bu öğrencilerin 1 milyon 631 bini özel okulda eğitimlerini sürdürüyor.
DİSK/Genel İş Emek Araştırma Dairesi kamuda ve genel işler işkolunda istihdam konulu raporu yayımladı. Raporda son 10 yıl karşılaştırmasının yanı sıra OECD ve Türkiye karşılaştırmalarına yer verildi. Kamu hizmetleri içerisinde eğitim, sağlık ve sosyal korumaya ayrılan payları incelendiğinde GSYH'den kamusal hizmetlere ayrılan payın en az ‘eğitim’ alanında olduğu görüldü. İstanbul Planlama Ajansı’nın (İPA) yaptığı “Eğitim Kurumlarında Özelleşme ve Dönüşümün Eğitim Hakkı Üzerinden Değerlendirilmesi” çalışmasına göre, düz liselerin ve dershanelerin kapanması ile özel okullara olan talebin arttığı vurgulandı. İPA’nın raporuna göre, “İstanbul’daki 39 ilçenin 31’inde okulöncesinde özeller daha fazla. Türkiye’deki 376 bin 426 özel okul öğrencisinin 108 bin 450’si İstanbul’da. Türkiye’deki okul öncesi kurumlar arasında özel okul oranı yüzde 19,76 iken, bu oran İstanbul’da yüzde 43,43.”
***