Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -16 Ocak 2025-

Karanlık tünele giriş -Kayhan Ayhan-

Siyasal İslamcıların önünü açarak Türkiye’nin bugünkü karanlığa sürüklenmesinin en önemli kilometre taşları 90’lı yılların başlarında işlenen aydın cinayetleriydi. Mumcu, Kışlalı, Aksoy ve Üçok cinayetleri önemli tarihsel kırılmaya yol açacaktı.

                           Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı

Siyasal İslamcılar bugün artık iktidarda, tuğlaları örenlerle birlikte kurulan ittifak cinayetlerin aydınlatılmaması, gerçek sorumluların hesap vermemesi için her yolu deniyor. O günlerde katledilen Uğur MumcuBahriye ÜçokMuammer Aksoy ve Ahmet Taner Kışlalı gibi aydın cinayetlerini kapsayan Umut Davası “örülen duvar”ın derinliğini gösteriyor.

32 YILDIR SÜREN DAVA

Umut Davası 32 yıldır sürüyor. Ülkeyi karanlığa sürükleyen cinayetlerin ardından açılan ve 32 yıldır süren davada cinayeti azmettirenler halen sır, kamu görevlileri hakkında ise bir işlem yapılmadı.

Umut Davası, firari sanık Oğuz Demir yönünden Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam ediyor. Bugün Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek duruşmada dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın tanık olarak dinlenilmesi talep edilecek. Duruşmada İçişleri Bakanlığı ile Emniyet Genel Müdürlüğü’ne yeniden müzekkere yazılarak sanık Oğuz Demir ve ailesinin yasa dışı yollardan yurt dışına çıkıp çıkmadığına ilişkin araştırma yapılmasının istenmesi talepleri karara bağlanacak ve Mumcu ailesinin avukatları savunma yapacak.

Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993 tarihinde Ankara’nın Çankaya ilçesinde o zamanki adıyla Karlı Sokak’taki evinin önündeki arabasına konan bombanın infilak etmesi sonucu katledildi. Mumcu cinayeti, 1990’lı yıllarda işlenen siyasi cinayetler ve katliamlar zincirinin bir halkası oldu. Cinayetle birlikte ülkede karanlık bir sürece girildi.

NAMUS SÖZÜ LAFTA KALDI

Cinayetin ardından dönemin devlet yöneticileri, Uğur Mumcu’nun evini ziyaret ederek eşi Güldal Mumcu’ya olayı çözme konusunda "namus sözü" verdi. Bunların başında yer alan dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, Güldal Mumcu’ya "Cinayeti çözmek namus borcumuzdur" dedi. Ancak cinayet, uzun yıllar faili meçhul kaldı.Karanlık tünele girişMumcu’nun katledilmesinin ardından olay yerine gelen dönemin başbakanı Demirel, olayın çözüleceğine dair söz vermişti. (Fotoğraf: Depo Photos)

Dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar, evinde ziyaret ettiği Güldal Mumcu’nun soruşturmaya yönelik eleştirileri üzerine "Bir tuğla çekersem duvar yıkılır" dedi. Mehmet Ağar, daha sonraki yıllarda Susurluk suç örgütünün yöneticisi olarak yargılanacak, ceza alacak ve adı birçok faili meçhul cinayetle gündeme gelecekti.

TARTIŞILAN SAVCI

Soruşturmadaki ihmalleriyle gündeme gelen dönemin Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Savcısı Ülkü Coşkun ise dosyanın ilerlememesini eleştiren Güldal Mumcu’ya "Güldal Hanım üstüme gelmeyin. Namus borcumuz dediler, bugüne kadar hükümetin hiçbir üyesi dosyanın ne olduğunu bana sormadı. Bu işi devlet yapmıştır. Siyasi iktidar isterse çözer" yanıtını verdi. Kamuoyunun büyük beklentisine rağmen soruşturma çok ağır ilerliyordu. Uğur Mumcu’nun evini arayanların listesi bile PTT’den istenmiyordu. Ekspertiz raporları televizyon programlarında açıklanıyor, savcılık buna karşı bile işlem yapmıyordu. Bu gelişmelerin ardından Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu, Savcı Ülkü Coşkun’un soruşturmayı savsakladığı gerekçesiyle Adalet Bakanlığı’na başvurdu. Müfettişler, soruşturmadaki ihmalleri ortaya çıkardı. Ancak Coşkun, asker olduğundan Milli Savunma Bakanlığı’nın işlem yapması gerekiyordu. O işlem hiç yapılmadı.

Cinayetin tetikçilerinin bulunmasına yönelik ilk gelişme ancak 2000 yılında yaşandı. İstanbul’un Beykoz ilçesinde köktendinci terör örgütü Hizbullah’a 17 Ocak 2000 tarihinde yapılan ve örgüt lideri Hüseyin Velioğlu’nun öldürüldüğü operasyonda ele geçirilen CD ve disketler, polisleri Tevhid adlı bir oluşuma götürdü. Bu dijital materyallerde Yusuf Karakuş adlı kişi, Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu’na verdiği özgeçmişte, Tevhid Selam örgütünden ayrıldığını ve Hizbullah’a katılmak istediğini belirtirken, referans olarak Uğur Mumcu cinayetini yazdı. Bu operasyonda Yusuf Karakuş ve Abdülhamit Çelik yakalandı. Alınan ifadeler üzerinden Hasan Kılıç, Şeref Dursun, Mehmet Dağdeviren, Talip Özçelik, Fatih Aydın ve Mehmet Şahin gözaltına alındı. Gözaltına alınan bu şüphelilerin ifadeleriyle soruşturmayı derinleştiren savcılık, cinayetin çekirdek kadrosuna ulaştı. Önce Tekin kod adlı Ferhan Özmen, onun ifadesinden Necdet Yüksel yakalandı. Adı tespit edilen Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Kimya Mühendisliği mezunu Cihan kod adlı Oğuz Demir ise son anda polisin ‘elinden kaçtı’.

İRAN’DA EĞİTİM ALDILAR

Necdet Yüksel ve Ferhan Özmen’in sorgularının ardından Ankara’nın Sincan ilçesine bağlı Çimşit köyünde 18 adet makinalı tabanca, bunlara ait fişekler, 39 el bombası ve çok miktarda patlayıcı madde ele geçirildi. Şüpheliler ifadelerinde, 1991 yılında İran’a giderek burada askeri ve dini eğitim aldıklarını anlattı.

Ankara DGM Cumhuriyet Başsavcılığı, soruşturma sonunda 15 sanık hakkında iddianame düzenledi. İddianamede Uğur Mumcu cinayetinin yanı sıra akademisyen Bahriye Üçok, gazeteci-yazar Ahmet Taner Kışlalı, hukukçu Muammer Aksoy, Suudi Arabistan Büyükelçiliği görevlisi Abdulgani Bedevi, Amerikalı bilgisayar uzmanı, çavuş Victor Dean Marwick, İsrail’in Ankara Büyükelçiliği görevlisi Ehud Sadan ve Kaya Kaman’ın öldürülmesi dahil 18 olaydan bu örgüt sorumlu tutuldu. İddianamede, İran gizli servisi Sawama’nın Selam Tevhid ve Kudüs Ordusu üyelerine silah ve mühimmat desteği verdiği anlatıldı.

Yargılama sonucunda Ferhan Özmen ve Necdet Yüksel önce idam cezasına, daha sonra ise ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Yargıtay’ın onama kararında, Ferhan Özmen’in mensubu bulunduğu silahlı çete niteliğindeki örgütün Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nı zorla değiştirip, yerine dini esaslara dayalı bir sistem getirmek olduğu ve cinayetleri bu amaçla işlediği ifade edildi. Gerekçeli kararda, sanıkların Mumcu’yu katletmesinin nedeni "irtica bahanesiyle dini değerlere saldırdığı" iddiası oldu.

BOMBAYI KOYAN FİRARDA

Sanıkların aldığı talimat kapsamında Necdet Yüksel’in 7-8 ay araştırma ve istihbarat çalışması yaptığı belirtilen kararda, Ferhan Özmen’in bombayı hazırladığı anlatıldı. Kararda, cinayetten bir gün önce akşam bir araçla Ferhan Özmen, Necdet Yüksel ve Oğuz Demir’in Mumcu’nun evinin yakınlarına geldikleri, Necdet Yüksel’in gözcülüğünde Oğuz Demir’in bombayı koyduğu anlatıldı. Mumcu’nun 24 Ocak saat 13:25 sıralarında otomobiline bindiği sırada bombanın patladığı ifade edildi.

Ancak geride yargılanmayan bir tek Oğuz Demir kaldı. 32 yıldır Demir’in izine ulaşılamadı. İçişleri Bakanlığı, Demir’in adını "aranan teröristler" listesine koydu.

UMUT davası firari sanık Oğuz Demir yönünden Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam ediyor. Mahkemeye yazı gönderen Emniyet Genel Müdürlüğü, Demir’in en son 1999 tarihinde Türkiye’ye giriş yaptığı ve Avustralya’da ikamet ettiğini bildirdiğini kaydetti. Yine bir ihbarda Demir’in kaçak yollarla Türkiye’ye giriş yaptığı öne sürüldü. Ancak ihbar asılsız çıktı. Son duruşmada mahkeme, Demir’in kaçak olarak aranmasına karar verdi. Böylece Demir hakkında yargılama sonunda bir karar verilmesinin önü açıldı. Ayrıca mahkeme, Emniyet Genel Müdürlüğü, Jandarma Genel Komutanlığı ve MİT’e müzekkere yazılarak, Oğuz Demir ile ilgili yeni bir bilgi olup olmadığının sorulmasına da karar verdi.

Uğur Mumcu cinayetinde, Oğuz Demir’in yakalanmamasının yanı sıra hâlen üzerinde sır perdesi aralanmayan diğer yön ise cinayeti kimlerin azmettirdiği sorusu oldu. Soruşturmacılar, tetikçilerin arkasında hangi yapıların veya kişilerin olduğunu somut olarak çözemedi ve mahkeme önüne çıkaramadı. Şüphelilerin eğitim aldığı İran’daki bağlantılarının da üzerine gidilmemesi soru işareti yarattı.

∗∗

AİLESİNİ YURTDIŞINA KAÇIRDI

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) İzmir Milletvekili Sevda Erdan Kılıç, 1991-1999 tarihleri arası Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı cinayeti dahil 11 olaya doğrudan katılan, 2000 yılı Mayıs ayında Sincan’da kolluk güçlerinin arasından sıyrılıp kaçan ve izini kaybettiren, hala İçişleri Bakanlığının ‘arananlar’ listesinde ‘Tevhid Selam Kudüs Ordusu Terör Örgütü’ üyesi olarak aranan Oğuz Demir hakkındaki iddiaları TBMM gündemine taşıdı. Uğur Mumcu cinayetinde arabaya bomba koyduğu iddia edilen ve İran’a kaçtığı öne sürülen Oğuz Demir’in, ailesini yurt dışına kaçırdığı iddia edilmişti. Sevda Erdan Kılıç, Uğur Mumcu ailesinin bu iddiasını İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’ya sordu. Kılıç, "Bu kişi bulunamamakla kalmıyor, bir de ailesini de yurt dışına kaçırıyor! Bu iddia Uğur Mumcu ailesinin avukatlarına ait. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’ya soruyorum: Bu iddialar doğru mu? Bakanı göreve çağırıyorum. Derhal, Oğuz Demir’in ailesinin Türkiye’de olup olmadığı araştırılmalıdır. Oğuz Demir’in aile fertleri okula gidiyor mu, oy kullanıyor mı, çalışıyor mu? Yoksa firari sanık, ailesini de yurt dışına kaçırdı mı? Derhal araştırılmalıdır" dedi. Kılıç, davanın bir an önce aydınlatılmasını istedi. Mehmet Ağar’ın devam eden dava kapsamında tanık olarak dinlenmesini de isteyen Kılıç, “32 yıl oldu bombacı hala bulunamadı. Susanlar konuşmadı. Artık yeter. Tuğla çekilsin, duvar yıkılsın” diye konuştu.

                                                               /././

Vahşi kapitalist kemer sıkma yılı -Aziz Çelik-

2025 yılında işçilere, memurlara, emeklilere zırnık koklatmayacaklar. 2025 yılında çalışan ve emeklilerin işi çok zor. Bir yanda vahşi kemer sıkma programı öte yanda buna gönüllü kulluk eden güdümlü sendikalar var.

2025 asgari ücretinin belli olmasından sonra diğer emek gelirlerinde Ocak 2025’te yapılacak artışlar, emekli aylıkları ve memur maaşları da belli oldu. 3 Ocak’ta enflasyon oranlarının açıklanmasının ardından 6 Ocak’ta Hazine ve Maliye Bakanlığı memur maaşlarına yapılacak artışları ilan etti. Ardından Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı en düşük emekli aylığının yüzde 15,75 artarak 14 bin 469 lira olacağını açıkladı. 10 Ocak 2025’te de AKP grubu bu artışa ilişkin kanun teklifini TBMM’ye sundu. Böylece her şey öngörüldüğü gibi oldu! 2025 yılının vahşi bir kemer sıkma yılı olacağı netleşmiş oldu. Şimdi ne olduğuna yakından bakalım.

2025 yılı asgari ücretindeki yüzde 30’luk artış aslında bir işaretti. Resmi enflasyonun çok altındaki bu artış 2025 yılının vahşi bir kemer sıkma yılı olacağını gösteriyordu. Asgari ücrette bunu yapanlar memur maaşları ve emekli aylıklarında da benzer bir yol izleyeceklerdi. Nitekim öyle oldu. Özel sektördeki ücret artışlarının da büyük ölçüde asgari ücret artışının altında kalacağı sır değil. Böylece 2025 yılı emek gelirlerinin resmi enflasyon karşısında ciddi biçimde eriyeceği bir yıl olacak.

EMEKLİYE REVA GÖRÜLEN

2025 kemer sıkmanın pervasızca uygulanacağı ve ekonomi programından taviz verilmeyeceği bir yıl olacak. Bunun en tipik göstergesi emekli aylıklarındaki artış oldu. İşçi ve Bağ-Kur emekli aylıkları sadece yüzde 15,75 artırıldı. Yasa gereği olan bu artışın üstüne bir iyileştirme beklentileri boşa çıktı. Hükümet işçi ve Bağ-Kur emeklikleri için zırnık iyileştirme yapmadı. Böylece halen 15 bin TL civarında olan ortalama emekli aylığı 17 bin 500 liranın civarında olacak. Ortalama emekli aylığı artışı sadece 2 bin-2 bin 500 TL arasında olacak.

En düşük emekli aylığı artışı da tam bir fiyasko oldu. Artış kuruşu kuruşuna resmi enflasyona bağlandı. Halen 12 bin 500 TL’ye tamamlanan en düşük emekli aylığı 14 bin 469 lira olacak. Kanun teklifi bu şekilde verildi. Üzerinde önemle durulması gereken husus şudur. En düşük emekli aylığını 15 bin TL yapamadılar. Dahası 14 bin 500, hatta 14 bin 670 TL bile yapamadılar. 14 bin 679 TL dediler. Oysa bugüne kadar en düşük emekli aylığı hep yuvarlak olarak belirlendi. Önce bin liraydı, sonra bin 500, ardından 2 bin 500, 3 bin 500, 5 bin 500, 7 bin 500, 10 bin ve 12 bin 500 gibi. Bugüne hiç böyle tuhaf bir tamamlanan aylık miktarı olmadı. Şimdi emeklilerle dalga geçercesine 14 bin 469 lira diyorlar. Utanma kalmamış!

Aslında bu son derece önemli bir simge! Uygulanan ekonomi programından asla taviz vermeyeceklerini ve emeklilere ve emekçilere zırnık koklatılmayacağını gösteriyor. Dahası emekli aylıklarında dibe doğru yarışın devem edeceği görülüyor. Tıpkı ortalama ücretlerin asgari ücrete yaklaşmasında olduğu gibi emekli aylıkları da en düşük aylığa doğru yaklaşıyor.

MEMURA RESMİ ENFLASYON BİLE YOK

Ocak 2025’te memur maaş artışları ve memur emeklilerinin aylıklarındaki artış ise daha da dramatik oldu. Daha önce defalarca yazdığım gibi memurlar ve memur emeklileri toplu sözleşmedeki tuhaf düzenleme yüzünden Temmuz 2024’te olduğu gibi Ocak 2025’te de enflasyonun altında zam aldılar. Hem de öyle böyle değil. Yıllık resmi enflasyon yüzde 44,4 olurken, memurların son bir yıllık maaş artışı yüzde 33’te kaldı. Temmuz 2024’te yüzde 24,7 enflasyon karşısında yüzde 19,6 zam alan memurlar Ocak 2025’te de yüzde 15,8’lik enflasyon karşısında yüzde 11,5 zam aldılar. 7. Dönem toplu sözleşmedeki hüküm nedeniyle yaşanan bu kayıp karşısında yetkili sendika Memur-Sen hiçbir ciddi eylem ve iş bırakma yapmadı. Son derece kısık sesle yaptıkları “refah payı” yalvarmaları da sonuç vermedi. Böylece ortalama memur maaşında aylık kayıp 4 bin 100 lira civarına yükseldi. Memurların yıllık kümülatif kaybı 37 bin lira civarında oldu. Bu uygulama Temmuz 2025’te de devam edecek. Böylece üç yarı yıl boyunca memurlar ve emeklileri enflasyonun altında ezilecek.

İşin ilginç yönü bu bariz haksızlığa ve kayba rağmen yetkili memur konfederasyonu Memur-Sen’in sade suya tirit bir basın açıklaması dışında bir eylem yapmaması adeta bu uygulamanın ortağı olmasıdır. Yetkili memur sendikasından ciddi bir itiraz ve tepki gelmeyince hükümet de bildiğini okudu. Adını açıkça koymak lazım: Memurların yaşadığı bu büyük kaybın sorumlularından biri de Memur-Sen yöneticilerdir.

Ortalama memur maaşında aylık kayıp 4 bin 100 lira civarına yükseldi. Memurların yıllık kümülatif kaybı 37 bin lira civarında oldu.

MEMUR EMEKLİSİNE UNUTULMAZ KAZIK

Memur emeklileri çifte kayıp yaşıyor. Bir yandan resmi enflasyon olan yüzde 15,75 değil memur maaşlarında olduğu gibi yüzde 11,5 zam alacaklar öte yandan emekli aylık bağlama oranları düşecek. Ocak 2025’te emekli memurlar en az 16 bin lira eksik emekli aylığı alacaklar. Evet yanlış okumadınız! Memurların her ay emekli aylığı kaybı 16 bin lirayı aştı.

Bu nasıl oldu? Bilindiği gibi Temmuz 2023’te memurlara 8 bin 77 lira seyyanen bir ilave ödeme yapıldı. Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde Kemal Kılıçdaroğlu’nun memur maaşlarını 22 bin liraya yükselteceğini vaat etmesinin ardından Erdoğan da benzer bir söz vermişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan 11 Mayıs 2023’te yaptığı açıklamada “En düşük memur maaşını 22.000 TL seviyesine yükseltiyoruz. Maaşlardaki bu artışları otomatik olarak memur emeklilerimize de yansıtıyoruz” sözünü vermişti. İlave ödeme her 6 ayda bir memur maaş katsayısı oranında arttığı için Ocak 2025’te 16 bin lira civarına yükseldi.

Ancak konuya ilişkin yasal düzenleme yapılırken seyyanen ilave ödemenin memur emekli ikramiyesine ve memur emekli maaşlarına yansımasını engelleyecek özel bir düzenleme 375 sayılı KHK’nin ek 40. Maddesine sokuşturuldu. Böylece Cumhurbaşkanı tarafından verilen sözün gereği yapılmamış oldu. Cumhurbaşkanının vermiş olduğu açık söze rağmen bu işin nasıl yapıldığı muamma! Cumhurbaşkanını tersine mi ikna ettiler yoksa oldu bitti mi yaptılar bunu bilmek imkansız. Ancak CB’nin bu yöndeki sosyal medya paylaşımın hâlâ yerinde durduğunun altını çizelim. Sonuçta olan memur emeklilerine oldu. Bir yandan enflasyon düşük aylık artışı alan memur emeklileri öte yandan en az 16 bin lira kayıpla karşı karşıya kaldılar.

İŞÇİYE KIDEM TAZMİNATI KAZIĞI

Memur maaşlarında ve emekli aylıklarında yaşanan kayıplar kıdem tazminatını da vurdu. Kıdem tazminatı tavanı da giderek eridi. AKP iktidara geldiğinde asgari ücretin 4,8 katı olan kıdem tazminatı tavanı Ocak 2025’te asgari ücretin 1,8 katına geriledi. Kıdem tazminatlarının yıllık miktarı en yüksek devlet memuruna bir hizmet yılı için ödenecek azami emeklilik ikramiyesini geçememektedir. Bir yandan memurlara enflasyondan düşük zam yapılması öte yandan ilave ödemenin emekli ikramiyesinde dikkate alınmaması nedeniyle kıdem tazminatı tavanı da eridi. Ucube “ilave ödeme” uygulaması yüzünden sadece memurlar değil işçiler de kaybetti.

Kıdem tazminatı tavanı Ocak 2025 yılı için 46 bin 655 TL olarak belirlendi. Oysa kıdem tazminatı tavanı enflasyon oranı kadar artsaydı 48 bin 700 TL civarında, eğer ilave ödeme de dikkate alınsaydı 65 bin lira civarında olacaktı.

İşçilerin kıdem tazminatı tavanında kaybı yıllık 18 bin lira civarında. Bu kayıp 25 yıllık bir işçi için yaklaşık 450 bin lira anlamına geliyor. Hükümet bu paranın işverenin kasasında kalmasını sağladı.

Kıdemde tavan enflasyon kadar artsaydı 49 bin civarında, ilave ödeme dikkate alınsaydı 65 bin liralarda olacaktı.

VAHŞİ KAPİTALİZMİN PROGRAMI

2025 ocak ayı ücret, maaş ve aylık artışları izlenen ekonomi politikasının vahşi bir kemer sıkmaya dayandığını gösterdi. Ücret, maaş ve aylıklarda sembolik iyileştirmeler bile yapmadılar. Bütün işaretler ana akım (ortodoks liberal) kemer sıkma programının acımasız biçimde uygulanacağını gösteriyor.

“Biraz daha fedakarlık, “biraz daha sabır” demeleri bu yüzden. Bu program sıradan bir kemer sıkma, talebi daraltma programı değil, vahşi bir kemer sıkma programı. Pervasız bir kemer sıkma programı, bir vahşi kapitalist program! Bir vahşi kapitalist program diyorum çünkü bir yandan acımasız bir kemer sıkma programı uyguluyorlar öte yandan hak arama yollarını sert biçimde kapatıyorlar grev yasakları ve işçi direnişlerine karşı takınılan acımasız tutum bunun göstergesi. Ancak vahşi kapitalist kemer sıkma programı sadece zor yoluyla uygulanmıyor. Bunun için ideolojik aygıtlar da devrede. Ana akım sendikacılık iyice uysal hale getirildi ve programın ideolojik destekçisi yapıldı. Kamu çalışanlarının ve emeklilerinin yaşadığı büyük kayıplar karşısında öğlen tatilinde göstermelik bir basın açıklamasından ötesine gidemeyen bir yetkisi sendika söz konusu. Bugün 5 kamu çalışanını örgütünün bugün (13 Ocak 2025) yapacağı iş bırakmaya katılmaya cesaret edemeyen bir yetkili konfederasyon söz konusu.

Emekçilerin önemli bir bölümü ise “Yeter ki enflasyon düşsün zam almasak da olur” yalanına ikna edilmiş durumda. O yüzden vahşi kemer sıkma programını uygularken bu kadar pervasız olabiliyorlar. “Nasılsa seçim yok” diye düşünüyorlar, “nasılsa sendikaların büyük bölümü kontrol altında” diye düşünüyorlar!

2025 yılında çalışanların ve emeklilerin işi çok zor.  Bir yanda vahşi kapitalist bir kemer sıkma programı öte yanda bu programa gönüllü kulluk eden güdümlü sendikalar var! Ancak hükümet tavsiyem bu kadar emin olmasınlar! Güneş çarığı, çarık ayağı sıkar!

                                                               /././

‘İki devletli’ çözümsüzlük yeniden masada -Gözde Bedeloğlu-

TC Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, resmi ziyaretlerde bulunmak üzere geçen hafta Kuzey Kıbrıs’a gitti. KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar ile görüşen Fidan, Kıbrıs sorununa ilişkin olarak federasyonun denendiğini, yeni bir formül gerektiğini ve bunun da ‘iki ayrı devlet’ olduğunu söyledi. Bu formül yeni olmadığı gibi, çözümün önünü tıkayan bir tez. Türkiye’nin dünya üzerinde, Kıbrıs adasında iki eşit ve egemen devletin var olduğuna ikna edebildiği herhangi bir ülke yok.

BÖLÜNME GARANTİ ANTLAŞMASINA AYKIRI

Geçen ay Türkiye’ye gelen KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ı, Külliye’de ağırlayan TC Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz da Kıbrıs adasının gerçeğinin ‘iki devlet ve iki toplum’ olduğunu belirtmiş ve federasyon defterinin kapandığını söylemişti. AKP destekli Tatar ve KKTC hükümeti Fidan ve Yılmaz’ın sözlerini onaylarken, halkın yüzde kaçının bu ‘iki devletli iki toplumlu’ çözümden yana olduğunu bilmiyoruz. Herhalde kimsenin aklına, bu ‘eşit-egemen ülkenin’ yurttaşları ne ister diye sormak gelmiyor. Ama TC Dışişleri Bakanı Fidan, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Yılmaz ve hatta AKP Milletvekili Hulusi Akar, ‘özgür’ olduğunu söyledikleri bir ülkenin geleceğiyle ilgili en doğrusunu bildikleri konusunda ısrarcı. Çözümün formülü iki ayrı devlet! Nokta! İlaveten Akar, konuyu bir adım öteye taşıdı ve ülkenin adını Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olarak değiştirdi. “Bu konuda biz Kıbrıslı kardeşlerimizi destekliyoruz” dedi. Hangi Kıbrıslı kardeşler onlar? Nüfusun kaçta kaçı sorunun iki ayrı devlet teziyle sonuca bağlanabileceğini düşünüyor? Bilemiyoruz, çünkü KKTC hükümeti ülkenin nüfusunu açıklamıyor. Ama bildiğimiz bir şey var, ki Akar da onun altını çiziyor: “Oradaki davamız hiçbir şekilde bitmez.” Ve devam ediyor: “Garantörlük görevlerimizi, sorumluluklarımızı bugüne kadar yerine getirdik. Getirmeye devam edeceğiz.” Tekrara düşeceğimi bilerek düzenli okuyucularımdan özür diliyorum ancak bu konudaki yanlışın altını çizmek zorundayım. Türkiye’nin de altında imzası bulunan Garantörlük Antlaşması’na göre taraflar, (Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunanistan, İngiltere ve Türkiye) Kıbrıs’ın bağımsızlığını, ülke bütünlüğünü, güvenliğini tanır ve garanti ederler. Dolayısıyla bölünme, antlaşmaya aykırıdır. Özetle mesele, Hulusi Akar’ın “ister anlayın ister anlamayın artık bitti, KKTC yok Kıbrıs Türk Cumhuriyeti var” diyerek kestirip atabileceği kadar basit değil ama her zamanki gibi hamasete açık.

ÜNİTER YAPI NEYE GÖRE TEHDİT NEYE GÖRE GÜVENCE

Konunun yeniden gündeme taşınmasının nedeni, Mart ayı ortalarında İsviçre’de ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres’in ev sahipliğinde düzenlenmesi planlanan gayrı resmi bir Kıbrıs zirvesinin yapılacak olması. Zirveye Türkiye ve Yunanistan’ın Dışişleri Bakanı düzeyinde, İngiltere’nin bir temsilciyle ve Kıbrıslı liderler Ersin Tatar ve Nikos Hristodulidis’in katılacağı duyuruldu. Görüşmeye dair detayların önümüzdeki günlerde netleşeceği belirtildi. Açıklamalardan anlıyoruz ki, Türkiye mart ayında kurulacak masaya yine ‘iki devletli’ çözüm teziyle oturacak. Hakan Fidan, uluslararası toplumu bu konuda pozisyon almaya ve bu teze destek vermeye çağırdı. Fidan’a göre diğer alternatif çözüm modelleri Kıbrıslı Türklerin azınlık muamelesi görmesine engel olmayacak. Üniter yapıya sahip Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bakanı olarak ve ‘tek bayrak, tek vatan, tek devlet’ inancıyla hareket eden Fidan’ın, konu Kıbrıs’a gelince, üniter devlet modelinin Kıbrıslı Türkler için tehdit oluşturacağını söylemesi dikkat çekici. Nasıl ki Türkiye için toprak bütünlüğü uluslararası toplumda tartışmaya açılabilecek bir konu değil, peki Kıbrıs Cumhuriyeti için neden olsun? Onları buna teşvik edecek ne gibi bir gerekçe sunulacak? Masaya ‘iki ayrı devlet’ formülünü getiren Türk tarafı, toprak bütünlüğüne aykırı bu fikri Rum tarafına nasıl kabul ettirebileceğini düşünüyor? KKTC’yi açık ve firesiz şekilde tanımayı reddetmiş uluslararası toplum nasıl ikna edilecek? Yarım asırdır konu burada kilitlenmiyor mu zaten?

BİRİ AB ÜYESİ, DİĞERİ HALA DÜNYADAN İZOLE

Fidan’ın son ziyaretinde, ılımlı bir yaklaşım içinde olduğunu düşünenler de yok değil. 1974’ten bu yana, iki kesimli hayata geçilmesinin kan dökülmesini engellediğini söyleyen Fidan, Türk ve Rum tarafının savaş tehdidi olmadan, kalkınarak, barış içinde kendi yoluna devam ettiğini söyledi. ‘İki devletli’ çözümün hiçbir zaman kabul görmediği onlarca yıl içinde Kıbrıs Cumhuriyeti Avrupa Birliği üyesi oldu. Buna karşın KKTC’nin dünyadan izolasyonu devam etti. Bugün ekonomisi Türkiye’ye bağımlı. Mafya, kumarhane, sanal bahis, sahte diploma, insan ticareti, kara para, silah kaçakçılığı ve uyuşturucunun cirit attığı bir yer olarak anılıyor. Kıbrıslı Türklerin pek çoğu, özellikle iyi bir gelecek için dünyaya açılmak isteyen gençler, AB vatanadaşı olmayı seçti, Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportu taşıyor. Sormak gerekir, Kıbrıslı Türklerin kaçı, TC ve KKTC hükümetlerinin ‘iki ayrı devlet’ tezinin hayata geçmesiyle bu haklarından vazgeçmeye hazır? Müzakere masalarından defalarca geri dönen ‘iki ayrı devlet’ tezi çözümsüzlüğün sloganına dönüştü.

KKTC’YE STATÜ KAZANDIRACAK TEKLİFE RET

Süreç içinde Rum tarafından ciddi ve oyunu değiştirebilecek öneriler de geldi ama Türk yönetimi tarafından müzakere bile edilmeden reddedildi. Onlardan biri Mağusa Limanı ve Ercan Havalimanı’nın uluslararası ticarete ve uçuşa açılmasıydı. 2006 yılında Papadopulos ve 2021 yılında Anastasiadis, Kapalı Maraş’ın mal sahiplerine iade edilmesi karşılığında, Mağusa Limanı’nın AB kontrolünde, Ercan Havalimanı’nın da BM kontrolünde açılmasını teklif etti. Böylece doğrudan uçuşlarla turizm ve ticaret canlanacaktı. Konuyla ilgili görüşünü aldığım Avrupa Gazetesi yazarı Kıbrıslı gazeteci Aziz Şah, KKTC ve TC hükümetleri tarafından reddedilen bu teklifin KKTC’ye statü kazandıran, kısa vadede adı ‘tanınma’ olmayan ama ‘iki devletli’ çözüme giden bir ilk adım olabileceğinin altını çizdi. Sonuç olarak liman ve havalimanı AB ve BM kontrolünde uluslararası hukukun denetimine dahil edilemedi. Bugün başkent Lefkoşa’da, Türkiye şirketi Taş Yapı’ya ait T&T tarafından uluslararası standartlara uygun olarak yapıldığı söylenen kocaman ve yeni bir Ercan Havalimanı var. Uluslararası uçuşlara kapalı. Mağusa Limanı ise ardı kesilmeyen kaçakçılık haberleriyle anılıyor. Ay başında, Kıbrıslı bir Türk iş insanını öldürmek amacıyla Türkiye’den Kıbrıs’a geldiği iddiasıyla tutuklanan bir kişinin tır içine gizlenerek Mağusa Limanı’ndan giriş yaptığı ortaya çıktı. Ciddi güvenlik zaafiyetinin yaşandığı belirtilen limanda kasım ayında da 2,5 milyon Sterlin kara para bulunduğu basına yansımıştı. KKTC Maliye Bakanlığı, Mağusa Limanı’ndaki Mobil X-ray cihazının, ülke genelinde gelen tır, konteyner ve diğer araçların sadece yüzde 10’unu kontrol edebilecek kapasitede olduğunu açıkladı. Silah, uyuşturucu, kara para, tetikçi derken gözden kaçan diğer girişleri varın siz düşünün artık.

Mart ayında İsviçre’de yeni bir masa kurulacak ama sofrada eski takımlar olacak. Yıllardır denenen ‘iki devletli’ çözümsüzlükle zaman harcanmaya devam edilecek.

                                                               /././

1’inci sınıfta 1 milyon TL isteniyor -Berkay Sağol-

Eğitimde yaşanan dönüşümle geliri iyi olan veliler özele mecbur kaldı. Bunu fırsat bilen özel okullar da erken kayıt döneminde yine fahiş zamlar yaptı.

Kamusal bir hak olan eğitim yıllardır özel sektördeki patronların insafına terk edilmiş durumda. Devlet okullarındaki laik ve bilimsel olmayan eğitimin yanı sıra bu yıl okul binalarındaki temizlik sorunları da eklendi. Devlet okullarında uygulanan gerici eğitim de gelir düzeyi uygun olan velileri özel okullara mecbur bıraktı.

Çocuklarına daha iyi bir eğitim aldırmak istediği için özel okula mecbur kalan öğrenci velileri de her yıl fahiş fiyatlarla karşılaşıyor. Milli Eğitim Bakanlığı tavan zammı yüzde 54,8 olarak belirlemesine rağmen erken kayıt döneminde öğrenci velilerine söylenen ücretler bu oranın üzerine çıkıyor.

Bilfen Çamlıca İlkokulu’nda 1’inci sınıfa başlayacak bir öğrenci için 1 yıllık eğitim ve yemek ücreti olarak peşin ödendiği takdirde 939 bin TL isteniyor. Geçen yıla göre eğitim ücretine yüzde 75, yemek ücretine ise yüzde 47’lik bir zam yapıldı. Bilfen Ataşehir İlkokulu’nda da 2’nci sınıfa başlayacak bir öğrencinin velisinden erken kayıtta eğitim ücreti olarak 743 bin TL istendi. Ödenecek toplam rakam yemek ücretiyle beraber 900 bin TL’yi buldu. İstanbul’da faaliyet gösteren Özel Sezin Okulları da kendi internet sitesi üzerinden 2025-2026 yılı için erken kayıt ücretlerini duyurdu. Ana sınıfı ile birinci sınıf için eğitim ve yemek ücretinin 1 milyon 210 bin TL olduğu açıklandı.

TED Atakent Koleji de önümüzdeki yıl 5’nci sınıfa başlayacak bir öğrencinin eğitimi için 615 bin TL, yemeği için 132 bin TL ücret talep ederken, bir de etkinlik adı altında da 44 bin TL daha ücret istiyor. 1 yıllık eğitim için KDV’yle birlikte toplam 800 bin TL rakam isteniyor. Aynı okul 3’üncü sınıfa başlayacak bir öğrenci için de 611 bin TL talep ediyor.

Ankara’da da eğitim ücretleri yıllık 800 bini geçti. Bilfen Çayyolu İlkokulu 31 Ocak’a kadar kayıt yaptırıldığında 807 bin TL ücret ödenmesi istenirken, 31 Mart’a kadar olan erken kayıt ücreti ise 872 bin TL ücret istendi.

DEVLET OKUL YAPMIYOR, MECBUR KALIYORUZ

Çocuğunu özel okula gönderen bir öğrenci velisi, “Koskoca mahallede bir tane ilköğretim okulu var. Sınıflar 45 kişilik. 30 kişilik kreşi var ama o da yarım gün ve ücretsiz değil. 40 kişilik bir sınıfta altı yaşındaki çocuk nasıl okuma yazma öğrenebilir? Bu mevcutla sağlıklı eğitim öğretim nasıl olabilir. Biz de devlet okuluna gittik ama bu kadar kalabalık değildi. Harika bir eğitim aldık. İngilizce, Almanca öğrendik. Birde okul yarım gün olduğu için evde çocuğumuzla ilgilenecek birini bulmamız gerekiyor. Bu da başka bir sorun. Çocuklarımızı özel okula göndermeye mecbur bırakılıyoruz. Çünkü devlet okul yapmıyor” dedi.

Öğrenci Veli Derneği (Veli-Der) Başkanı Ömer Yılmaz, “Asıl olan kamusal eğitim ancak eğitimin niteliksizleştirilmesi, gericileştirilmesi gibi sorunlar yaşanıyor. Kamusal eğitimdeki bu sorunların yanına birde mekânsal sorunlar eklendi. Okullar temizlenmiyor, öğrenciler tuvalete giremiyor, sınıfların durumu ortada. Veliler niteliksizliği ve mekânların durumunu görüyor ve kredi çekiyor, arabasını satıyor özel okula para veriyor. Aslında birçok özel okulda da nitelikli eğitim yok ancak mekân ve şartlardan dolayı da bunu tercih eden veliler var. Bunların tamamı eğitimdeki eşitsizliği derinleştiriyor. Özel okullar inanılmaz fahiş fiyatlarla eğitimi meta haline getirdi. Milli Eğitim Bakanlığı burada denetleyici göreviyle bu ücretlerde tavan zam uygulanıp uygulanmadığını denetlemeli. Bu alan tamamen özel okul sahiplerinin inisiyatifine bırakılmış durumda ve patronlar sürekli zenginleşirken burada çalışan öğretmenler hayatta kalmaya çalışıyor. Kamusal eğitimin niteliği artırılmalı, laik, bilimsel bir eğitim hayata geçirilmeli” diye konuştu.

MEB’İN POLİTİKALARI BURAYA GETİRDİ

Millî Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) verilerine göre, okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve lise sayılarının toplamına bakıldığında toplamda devlet okulu sayıları 2000 yılından bu yana yüzde 33, öğrenci sayısı da yüzde 21 seviyesinde artış göstermiş durumda. Özel okul sayıları ise 24 yılda yüzde 1094, öğrenci sayıları da yüzde 571 oranında artmış.

Şu anda Türkiye’de toplam 75 bin 467 okul bulunurken bu okulların 14 bin 352'si özel okul olarak eğitime devam ediyor. 2000 yılında toplam okullar içinde özel okul oranı yüzde 2,11 olurken, 2024 yılında bu oran yüzde 19’a çıkıyor. 2000 yılında 100 okuldan 2’si özel olurken, 2024 yılında bu 5 okuldan 2’nin özel olmasına çıkıyor.

Türkiye genelinde örgün eğitimde toplam 18 milyon 710 bin öğrenci bulunurken, bu öğrencilerin 1 milyon 631 bini özel okulda eğitimlerini sürdürüyor.

DİSK/Genel İş Emek Araştırma Dairesi kamuda ve genel işler işkolunda istihdam konulu raporu yayımladı. Raporda son 10 yıl karşılaştırmasının yanı sıra OECD ve Türkiye karşılaştırmalarına yer verildi. Kamu hizmetleri içerisinde eğitim, sağlık ve sosyal korumaya ayrılan payları incelendiğinde GSYH'den kamusal hizmetlere ayrılan payın en az ‘eğitim’ alanında olduğu görüldü. İstanbul Planlama Ajansı’nın (İPA) yaptığı “Eğitim Kurumlarında Özelleşme ve Dönüşümün Eğitim Hakkı Üzerinden Değerlendirilmesi” çalışmasına göre, düz liselerin ve dershanelerin kapanması ile özel okullara olan talebin arttığı vurgulandı. İPA’nın raporuna göre, “İstanbul’daki 39 ilçenin 31’inde okulöncesinde özeller daha fazla. Türkiye’deki 376 bin 426 özel okul öğrencisinin 108 bin 450’si İstanbul’da. Türkiye’deki okul öncesi kurumlar arasında özel okul oranı yüzde 19,76 iken, bu oran İstanbul’da yüzde 43,43.”

                                                            ***

‘Hayvanlara verilen madde çocuklarda kullanıldı’ + İfadesi alınamayan başkan -Timur Soykan / Birgün

‘Hayvanlara verilen madde çocuklarda kullanıldı’

Sağlık Bakanlığı müfettişlerinin, Prof. Dr. Salih Zoroğlu hakkında hazırladığı raporda çarpıcı tespitler yer aldı. 515 hastaya muayene kaydı olmadan ilaç yazmış. Raporda Zoroğlu’nun sığır, at gibi hayvanların ameliyatında kullanılan ketamini çocuklara verdiğinin altı çizildi.

Çocuk ve ergen psikiyatristi Prof. Dr. Salih Zoroğlu, hastası olan çocukları uyuşturucu ilaç (ketamin) ve telkinlerle manipüle ederek ailelerini cinsel istismarla suçlattığı iddiasıyla tutuklanmıştı. İddianameye göre; Salih Zoroğlu, depresyon, dikkat dağınıklığı, sınav stresi, uyku problemi gibi şikayetlerle kliniğine getirilen çocuklara, kısa bir test uygulayıp birkaç dakika içinde Çoklu Kişilik Bozukluğu teşhisi koyuyordu. Bu hastalığın aile içi cinsel istismardan kaynaklandığını iddia ediyordu. Çocukların kendilerine cinsel istismarda bulunulmadığını söylemesine karşın Salih Zoroğlu, onlara çok sayıda kişiliklerinin olduğunu ve bu kişilikleri nedeniyle hatırlamadıklarını anlatıyordu. Yasa dışı şekilde ketamin ilacı verdiği seanslarda ucu kapalı sorular, cinsel istismara dair küfürlü, argo anlatımlar, anne-babalara yönelik nefret sözleriyle çocukları, ailelerinin cinsel istismarına uğradıklarına ikna ediyordu. Hatta seansların ses kayıtlarında bir ölüm listesi olduğunu söylüyor ve çocuklara ailelerini delil bırakmadan öldürmek için yöntemler anlatıyordu. Ailesinden nefret etmeye başlayan çocukları, kendisine ait evlere götürüyor, burada da ketamin veriyordu. Ailelere gönderdiği mesajlarda ise dini terminolojiyi yoğun olarak kullanıyordu. Allah’ın kendisine verdiği bir yetenekle cinsel istismar vakalarını hemen anladığını iddia ediyordu. Bu mesajlarda, ailelere yönelik küfürler, hakaretler ve tehditler de vardı. Çocukların ondan uzaklaştırılması halinde intihar edeceğini anlatıyordu. Ailelerden bütün mal varlıklarını çocuklarının üzerine geçirmelerini istiyor, aksi halde dava açmakla tehdit ediyordu.

Salih Zoroğlu’nun yargılanması sürerken Sağlık Bakanlığı Teftiş Kurulu da bir rapor hazırladı. Zoroğlu’nun yazdığı reçeteleri, hasta kayıtlarını, Sağlık Bilgi Sistemleri Genel Müdürlüğü verilerini ve dava dosyasını inceleyen müfettişler çarpıcı tespitlerde bulundu.

Salih Zoroğlu

KAYITSIZ 515 HASTASI VAR

Mahkemeye de gönderilen rapora göre; Salih Zoroğlu, 2020-2023 yılları arasında kırmızı ve yeşil reçeteli 16 bin 149 ilaç yazdı. 681 ilaç reçete, düzenlendiği günlerde İstanbul ili dışından temin edildi. Yani hastalar muayene edilmeden kırmızı-yeşil reçeteli ilaç yazıldı. 18 yaş altı 978 hastaya reçete düzenledi. Reçete yazılan toplam 515 hasta, muayenehane kayıtlarında yoktu. Bu kayıtsız hastaların kaçının çocuk olduğu raporda belirtilmedi. Müfettişler raporlarında bu kayıtsız hastalarla ilgili şöyle yazdı:

“515 hastanın muayene kaydı olmadan reçete düzenlenmesi hususlarının tüm yönleriyle daha detaylı şekilde incelenmesi amacıyla Teftiş Kurulu Başkanlığımızca ayrı bir iş emri verilmesinin daha uygun olacağı düşünülmektedir.”

Sağlık Bakanlığı müfettişleri, çocuk hastalara yazılması tıbbi olarak uygun olmayan çok sayıda reçete tespit ettiklerini raporda anlattı ve “Adı geçen hekimin 18 yaş altındaki çocuk hastalara yazılması tıbbi olarak uygun olmayan çok sayıda reçete düzenlediği görülmüştür” denildi.

7 YAŞINDAKİ ÇOCUKLAR

Ketamin, anestezi ilacı olarak geliştirildi ve 2000 yılından itibaren intihar eğilimi yüksek depresyon hastası yetişkinlerde hastane koşullarında kısa süreli kullanılabiliyor. Ancak çocuk-ergen hastalarda kesinlikle kullanılmaması gerekiyor. İddianamedeki tespitlere göre; Salih Zoroğlu, 7 yaşındaki çocuk hastalara bile ketamin vermiş ve ketamin etkisindeki çocukları seanslarda yönlendirmişti. Seansların ses ve görüntü kayıtlarında çocukların ilaç verilince kendinden geçtiği, gülme ya da ağlama krizlerine girdikleri, anlamsız konuştukları, kustukları görülmüştü. Hatta bir çocuk hasta uzun süre kendine gelmemiş ve ambulans ile hastaneye kaldırılmıştı. Bazı mağdur çocuklar terapi için değil sadece ketamin iğnesi için kliniğe gidiyordu. Maddenin bulunduğu şişeyi gizlice alarak kontrolsüz şekilde ketamin kullandıkları tespit edildi. Bazıları bu anların videolarını da çekmişti.

Mahkemenin talep ettiği bilirkişi raporlarında ketaminin uzun süreli kullanımında bağımlılık yaptığı, kötü amaçlı olarak uyuşturucu olarak kullanıldığı ve yeşil-kırmızı reçete ile satıldığı anlatılmıştı.

KETAMİNİ VETERİNERDEN ALDI

Sağlık Bakanlığı müfettişlerinin raporunda; Salih Zoroğlu’nun veterinerlerden aldığı ve hayvanların ameliyatında kullanılan ketamin ilacını çocuklara verdiği belirtildi. İnsanlar için üretilen ilaçta yüzde 5 oranında ketamin bulunurken at, sığır, koyun, kedi, köpek gibi hayvanların ameliyatında kullanılan ilaçta yüzde 10 oranında ketamin var. Müfettişler raporlarında şöyle yazdı:

“Salih Zoroğlu’nun kullandığı tanı, teşhis ve tedavi yöntemleri etik olmayan, tıp literatürüne ve hukuka aykırı unsurlar içermektedir. Hayvanlarda kullanılması için üretilen, insanlarda kullanılması yasak olan bir ilacın hangi güdü, motivasyon ve düşünceyle çocuk-ergen hastalarda kullanıldığı müfettişliğimizce anlaşılmamıştır… Salih Zoroğlu’nun hastanelerden ve veterinerlerden illegal yollarla temin etmeye çalıştığı ketamin etkin maddeli ilaçlar uyguladığı, bu şekilde dissosiyatif (Kişilik bölünmesi, çözülmesi) etki oluşturup çocuk-ergen hastaların zihnine anne, baba veya kardeşleri tarafından cinsel istismara uğradıkları şeklinde gerçek olmayan anılar yerleştirmeye yönelik çalışmalarda bulunduğu kuşkusu müfettişliğimizde uyanmıştır.”

Savcılık ise bu konuda şu tespiti yapıyordu:

“Ketamini hastanelerden illegal şekilde getirtme yoluna gitmiş, bazı durumlarda ise veteriner kliniklerinden madde temin etmiştir. (Veteriner kliniklerinden alınan) Keta-control ve Ketosol at, sığır, kedi, köpek gibi hayvanlara yönelik cerrahi işlemlerde de kullanılan bir anesteziktir. Şüphelinin bu yolla temin ettiği maddeyi belli ölçüde sulandırarak gizlemek amacıyla bir gözlük suyu şişesine doldurduğu tahkikatla sabittir.”

‘İNSANLARDA KULLANILAMAZ’

Mahkeme ayrıca üç profesörden oluşan bir bilirkişi heyetine ketaminin etkileri konusunda sorular yöneltmişti. Salih Zoroğlu’nun evinde ve klinikte bulunan keta-kontrol, ketasol gibi hayvanların ameliyatında kullanılan ilaçların insanlara verilmesi hakkındaki soruya bilirkişi şöyle yanıt verdi:

“Adı geçen iki ilaç yüzde 10 oranında ketamin etken maddesi içeren ve kendi ürün bilgisinde yer aldığı gibi sadece hayvan sağlığı için (at, sığır, koyun, köpek ve kedilerde) kullanılması gereken ilaçlardır. İnsanlarda kullanılan ve ülkemizde ruhsatlı olan ketamin formu yüzde 5 ketamin maddesi içermektedir. İnsanlarda kullanımı deneme amaçlı olsa bile uygun değildir.”

‘CİNSEL HALÜSİNASYONLAR’

Mahkeme “Ketaminin suistimali halinde çocuklara birtakım fikirlerin (aile bireylerinin kendisine cinsel istismarda bulunduğu gibi) benimsetilmesi tıbben mümkün müdür?” diye sordu. Bilirkişi şöyle yanıt verdi:

“Ketaminin telkine yatkın hale getirdiği yapılan bilimsel çalışmalarla gösterilmiştir. Ketaminin yetişkinlerde yapılan çalışmalarda yüksek oranlarda dissosiyasyona yol açtığı, ketamin ve benzeri yatıştırıcı ilaçların cinsel saldırı halüsinasyonlarına ve cinsel fantezi halüsinasyonlarına neden olduğu bilinmektedir. Madde etkisiyle bunun gibi halüsinasyonları ortaya çıkan çocukların bu olayı yaşadıklarına dair telkin edilmesi kolaylaşmaktadır.”

Bilirkişi raporunda çoklu kişilik bozukluğunda ketamin kullanılamayacağı anlatılarak şöyle denildi:

“Çoklu kişilik bozukluğunda ketamin isimli maddenin kullanımının olmadığı gibi, bilakis dissosiyasyon (kişilik bölünmesi) yapma özelliği olduğu için ÇKB belirtilerine yol açma potansiyeli bulunmaktadır. Dolayısıyla böyle bir kullanım alanı bulunmamaktadır.”

Savcılık, bir yazısında bu durum hakkında şöyle benzetme yapıyordu:

“Adeta çocuklara önce hastalık yapan bir mikrop verilmekte sonra da bu mikrobun teşhis ve tedavisinin yapıldığı iddia edilmektedir.”

‘HATALI HAFIZA OLUŞTURUR’

Mahkeme, Adli Tıp Kurumu’na ise “Ketamin maddesi ile fikir yerleştirme ve alt kişilik oluşturma etkisi var mı?” diye sordu. 8 Ocak 2025 tarihli 5. Adli Tıp İhtisas Kurulu ketaminin etkilerini şöyle sıraladı:

“Ketamin uygulanan bireylerde düşük dozlarda hafif sarhoşluk, geçirmiş ya da azalmış tepki verme, öfori (yoğun mutluluk duygusu) doğurabilir. Daha yüksek dozlarda ise disosiyatif durum denilen çevreden kopma durumuna yol açabilir. Uygulanan doza göre görsel, işitsel ve dokunsal halüsinasyonlar meydana getirebilir. Zaman algısının bozulması, kişinin kendinden ve bedeninden kopma hissi, kontrol dışı olma duygusu, ses, renk ve benlik algısının bozulması, gerçek dışı bilgiler uydurma ve hatalı hafıza oluşumuna sebep olabilir. Fikir yerleştirme ve alt kişilik oluşturmaya sebep olacağı yönünde mevcut literatürde herhangi bir bilgi bulunmadığı oy birliğiyle mütalaa olunur.”

Rapordaki son cümle Salih Zoroğlu ve yakınları tarafından lehine bir kararmış gibi algı yaratılmaya çalışılıyor. Oysa Adli Tıp Kurumu burada daha önce ketaminin fikir yerleştirme ve alt kişilik oluşturmak için kullanılmadığını, bunun literatürde bir örneğinin olmadığını anlatıyor. Üstelik raporda ketaminin gerçek dışı bilgi uydurma ve hatalı hafıza oluşumuna neden olduğu vurgulanıyor.

∗∗

ÇOCUKLARI YÖNLENDİRME SEANSLARI DÜZENLEMİŞ

Salih Zoroğlu, tıbbi ve uzmanlık gerektiren bir vakada suçlanıyor. Bu nedenle hem savcılık hem mahkeme çok sayıda bilirkişi raporu talep etti. Bilirkişiler, Salih Zoroğlu’nun kayıt altına aldığı seansların kayıtlarını izledi ve dinledi. Savcılık ve bilirkişi raporlarına göre; Salih Zoroğlu, ketamin etkisi ve madde sarhoşluğundaki çocuklara terapi sırasında yönlendirici, kapalı uçlu sorular soruyordu. Çocuklara defalarca, ısrarlı ve cevabı içerisinde yer alan sorular yöneltiyordu. ‘Evet-hayır’ biçiminde yanıt istiyordu. Seanslarda mağdurlara hastalıklarının cinsel tacizden kaynaklandığını anlatan uzun dijital bir ses kaydı dinletiyordu. Fiziksel ve ruhsal açıdan ızdırap çeken çocuklara “İçindekini kusmazsan iyileşemezsin, bir hayatın olmaz, intihar edersin, gelecekte sen de istismarcı olursun” gibi zorlayıcı ifadeler kullanıyordu. Bazı çocuklar yılgınlıkla “Evet öyle oldu” şeklinde yanıtlar veriyordu. Ayrıca Zoroğlu, çocuklara çok detaylı, kaba, küfür içeren cinsel anlatımlarda bulunuyor, bunları onaylamalarını istiyordu. Ailelerine yönelik nefret dolu söylemler kullnıyordu. Cinsel istismara uğradığını söyleyen çocukları ise övüyor, diğer çocuk hastalara örnek gösteriyordu. Oysa çocukların bedensel muayenelerinde cinsel istismara dair hiçbir iz bulunmadı. Savcılık, Salih Zoroğlu’nun iddia ettiği biçimde cinsel istismara uğrayan 4-5 yaşındaki çocuklarda bir bulguya rastlanmaması mümkün olmadığını ifade etti. Bilirkişi raporlarında Salih Zoroğlu’nun yönteminin olumsuz sonuçları vurgulanarak şöyle denildi:

“…açık-uçlu soru sorma şeklinde isimlendirilebilecek, cevabı soru içerisinde yer almayan, cevabı evet veya hayır gibi tek kelimelik ifadeler olmayan ve daha çok kişileri içsel dünyasını açıklamaya ve sözlü hale getirmeye motive eden bir yöntem kullanılmalıdır.

∗∗

ÖLÜM LİSTESİ, ADLİ TIP RAPORUNDA YER ALDI

Salih Zoroğlu, eşi ve kliniğin çalışanı psikologların yargılandığı dava 1 Mart 2023’te Bakırköy 21. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başlamıştı. Salih Zoroğlu’nun 1.5 yıldır tutuklu yargılandığı davada sona yaklaşıldı. Mahkeme savcıdan sanıklar hakkında talep edeceği karara dair mütalaasını hazırlamasını istedi. Bu sırada Adli Tıp Kurumu’ndan istenen son raporda dosyaya girdi. Adli Tıp Kurumu tarafından hazırlanan son raporun mütalaasındaki olay özetinde korkunç tablo bir kez daha gözler önüne serildi. Mesela; Salih Zoroğlu, bir erkek çocuğun seansının ses kaydında anneyi cinsel istismarla suçluyor ve şöyle konuşuyor:

“Eğer buraya yalnız gelse ben öldürecektim… En azından itiraf ettirecektim… Bir yaratık, yani anladım ki insan değil bir şeytan… Ben bu meselenin asıl çözümünün öldürülmesi olduğunu düşünüyorum. Birisi de bunlar, 10 kişilik bir listem var, o kadın da listeye girdi, sana yemin ediyordum öldürecekler eğer ceza almazlarsa mahkemeden, yemin ediyorum sana öldürecekler. Benim ekibim var kesinlikle anlamayacak bile, hiç kimse duymayacak.”

Aynı belgede Salih Zoroğlu’nun çocukları ailelerini öldürmeye teşvik ettiğine dair bilgilerde yer aldı. Raporda şöyle yazıyordu:

“Örneğin; mağdur çocukların bir bölümüne çeşitli (radyoaktif/zehirleyici) maddeler kullanarak ebeveynlerini öldürme tavsiyesinde bulunduğu (M.Ö., E.C., D.B., T.Ü., T.B.) isimli çocuklara bu maddeleri kullanması halinde otopside tespit yapılamayacağını söylediği belirlenmiştir. Çocuklara kendisinin ölüm listesi olduğunu sık sık tekrarlamıştır… Çocukların intihar girişimleri hakkında da sürekli olarak geri bildirimde bulunmak suretiyle, intihar davranışının idealize edilmesine yol açmaktadır.”

                                                                 /././

İfadesi alınamayan başkan

6 Şubat depreminde Hatay Kırıkhan’da yıkılan ve 55 kişinin hayatını kaybettiği Kupik Apartmanı ile ilgili dava 2 yıl sonra nihayet açıldı. Kupik Apartmanı’nın zemininde marketi olan Kırıkhan Belediye Başkanı Ömer Erdal Çelik’in kolon kestiği iddiaları iddianamede yer almadı. Başkanın ifadesinin bile alınmadığı ortaya çıktı.

                                  Depremde yıkılan binada 55 kişi hayatını kaybetmişti. (Fotoğraf: BirGün)


6 Şubat depremlerinde Hatay’ın Kırıkhan ilçesi Kurtuluş Mahallesi’nde bulunan 8 katlı Kupik Apartmanı yıkılmış ve 55 kişi hayatını kaybetmişti. Depremin üzerinden yaklaşık 2 yıl geçtikten sonra nihayet iddianame tamamlandı. Binayı 1996-1998 yılları arasında inşa eden müteahhit Ziyadin Kupik ve inşaat mühendisi Nezir Günay’ın ‘taksirle ölüme ve yaralamaya neden olmak’ suçundan 15’er yıl hapsi istendi. İddianamede binanın beton ve demir kalitesinin yapıldığı dönemdeki yönetmeliklere göre bile düşük olduğu, zemin etüdünün yapılmadığı, kaçak kat çıkıldığı belirtildi.

Ancak soruşturma dosyası incelendiğinde vahim bir iddia dikkat çekiyor. Depremde yakınlarını kaybedenler ve enkazdan yaralı çıkarılanlar, şikayetçi olarak verdikleri ifadede 8 katlı apartmanın altındaki iki marketin kolon kestiğine dair duyum aldıklarını söyledi. Bu marketlerden biri BİM diğeri ise yerel marka KİMPAŞ’tı. KİMPAŞ’ın sahibi AKP Kırıkhan İlçe Başkanı Ömer Erdal Çelik’ti.

ÇOK SAYIDA ŞİKAYET

Depremden hemen sonra binada ölenlerin yakınları ve yaralananların ifadeleri şöyleydi:

Binada eşi ölen Bekir Mutluer: Binamızın zemin katında iki market vardı. Birisi KİMPAŞ diğeri ise BİM’di. Duyduğum kadarıyla marketler kolon kesmiş. Kolon keserek binamızı depreme dayanıksız hale getiren market yönetiminden, binamızın müteahhidinden davacı ve şikayetçiyim.

Kupik Apartmanı’da annesi ve babası hayatını kaybeden Mevlüt Kafadenk: Duyduğum kadarıyla iki markette kolon kesilmiş.

Binada iki kardeşi, yengesi ve yeğeni ölen Mert Bugay: İki marketin kolon kestiğine yönelik iddialar vardır.

Annesi Kupik Apartmanı’nda ölen Talip Genç: Binanın zemin katındaki iki markette kolon kesildiğini duydum.

Annesi ve babası hayatını kaybeden Büşra Yüksel: Binamızın zemin katında iki adet market vardı. Bu marketlerde kolon kesildiği yönünde etrafta konuşmalar vardı.

Kupik Apartmanında kızını kaybeden eşinin kolu, kendisinin ise bir bacağı kesilen Yusuf Eroğlu: Depremden sonra çevreden birçok kişiden KİMPAŞ Market sahibi Ömer Çelik’in dükkanını genişletmek maksadıyla kolon kestiğini duydum. Bu hususta binanın enkazının örnekler alınarak incelenmesini ve kimin kusuru varsa gerekli cezayı almasını istiyorum.

Apartmanda kızı hayatını kaybeden Mahmut Buğa: Depremden sonra çevreden birçok kişiden KİMPAŞ market sahibi Ömer Çelik’in dükkanını genişletmek için kolon kestiğini duydum.

Kızı ölen Feride Buğa: Binamızın zemin katında bulunan marketin kolon kestiği yönünde bilgiler duydum. Makamınızın bu bilgiyi araştırmasını talep ediyorum.

Kupik Apartmanı’nda eşi ve kızını kaybeden Selvi Deli: Binamızın altında bulunan marketlerin kolon kestiği ile ilgili duyumlarımız var. Eğer bu iddialar doğruysa marketlerin yetkililerinden ve binamızın yıkılmasından sorumlu tüm kişi ve kurumlardan davacı ve şikayetçiyim.

Bu ifadelerin çoğunun duyuma dayalı olduğu aşikar, ancak araştırılmak zorundaydı.

BELEDİYE BAŞKANI SEÇİLDİ

Soruşturma sürerken AKP İlçe Başkanı Ömer Erdal Çelik, 31 Mart 2024’teki yerel seçimlerde AKP’nin Kırıkhan Belediye Başkan Adayı oldu ve Kırıkhan Belediye Başkanı seçildi.

8 Eylül 2024’te tamamlanan Kupik Apartmanı ile ilgili iddianamede Ömer Erdal Çelik’in adı bile geçmedi, şüpheliler arasında yer almadığı gibi hakkında kovuşturmaya yer olmadığına dair karar bile yoktu. Yani hiç araştırılmamıştı.

İDDİANAME İADE EDİLDİ

Bu iddianameyi iade eden Kırıkhan Ağır Ceza Mahkemesi’nin gerekçelerinden biri kolon kesildiği iddialarının araştırılmamasıydı. İddianamenin iadesi kararında marketlerin kolon kestiği iddialarının araştırılması için Kırıkhan İlçe Emniyet Müdürlüğü’ne müzekkere yazılmasına karşın yanıt beklenmeden iddianame düzenlendiği anlatıldı. Arama kurtarma ekibinde bulunan ve binadaki kolonların kesildiğine dair sosyal medyada paylaşım yapan kişinin tanık olarak ifadesinin alınmaması da iddianamenin iade gerekçelerinden biriydi.

İddianamenin iade edilmesine itiraz eden savcı ise “Her ne kadar ‘kolon kesilmesine yönelik’ iddialar olsa da bu husus birçok deprem dosyasında karşımıza çıkmaktadır” diye yanıt verdi. Beyana dayalı dava açılamayacağını anlatan savcı, bu konuda kollukla şifai ve yazılı görüşmeler yapıldığını ifade etti. Ağır hasar ve çökme nedeniyle binanın taşıyıcı unsurlarının incelenemediğini savundu. Emniyetten yanıt gelince yeni suç duyurusu yapılabileceğini anlattı.

BİLİRKİŞİ BİLEMEDİ

Bilirkişi raporunda da “Apartmanın ağır hasar alarak yıkılmış durumda olduğu belirlenmiştir. Zemin katta bulunan taşıyıcı sistem incelemesi yapılamamıştır. Zemin kat kolonlarının uygulama projesine uygunluğu incelenememiştir. Heyetimizce somut delil bulunmadığından beyana dayalı kolon kesilme iddiaları hususunda değerlendirme yapılamamıştır” deniliyordu.

Savcının iddianamenin iadesine itirazı üst mahkeme kabul etti ve dava bu iddianameyle açıldı. Sonuçta Belediye Başkanı Ömer Erdal Çelik’in adı iddianamede geçmedi, ifadesi bile alınmadan yargılama başlayacak. Kırıkhan Emniyet Müdürlüğü’ne yazılan müzekkereye ise halen yanıt gelmedi.

‘SİYASİ OLDUĞUMU İÇİN’

Telefon ile ulaştığım Kırıkhan Belediye Başkanı Ömer Erdal Çelik’e “Kolon kestiniz mi?” diye sordum. Kesinlikle kolon kesilmediğini, iddiaların dedikodudan ibaret olduğunu söyledi. İddialarla ilgili şöyle konuştu:

“Beni siyasi olarak zor duruma sokmaya çalıştılar. Siyaseten bir darbe vurmaya çalıştılar. Vatandaşların tam acılı anında dedikoduyu ortaya koydular. Tabii orada oturan insanlarda böyle bir algı oluştu. ‘Acaba… acaba…’ demeye başladılar. Ama bilirkişi raporlarıyla beton ve demir kalitesinin bozuk olduğu, kaçak kat çıkıldığı ortaya çıktı. Siz hala kolon diyorsunuz.”

Elbette binanın yakılmasında birden fazla etken olabilir ve bilirkişi raporunda zeminde kolon kesilip kesilmediğinin tespit edilemediği anlatılıyor. İfadelerde görgüye dayalı değil, duyuma dayalı tanıklıklar olduğu aşikar. Ancak bu iddiaların yine de araştırılması gerekiyordu. Belediye Başkanı Ömer Erdal Çelik’e “Sizin ifadenizin bile alınmaması anormal değil mi” diye sordum.

Ömer Erdal Çelik “Bu tür şeylerde her tür iftira atılır. Birileri bir şey karıştırma derdindeydi. Benim ne bir müdahalem ne de olumsuzluğum var. Mahkeme gerek duysa bizi çağırırdı, savcılık gerek duysa ifademizi alırdı” diye yanıt verdi.

Akılda şu soru kaldı:

“Ömer Erdal Çelik, siyasi kimliği olmasa ifadesi bile alınmadan davanın dışında tutulur muydu?”

 Timur Soykan / Birgün 

duvaR "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -14 Ocak 2025-

Öndeş: Taş üstüne taş koyan herkese borcumuz var -Kavel Alpaslan-

Tarihin Belleği, bize eski bir takvimden rastgele kopartılmış takvim yaprakları gibi rastgele bir anlatım sunmuyor. Son derece derinlikli kişi ve olay hikayeleri ile karşılaşıyoruz. Üstelik tüm bunlar edebi olarak da etkileyici bir üslupla karşımıza çıkıyor. Eh, ne de olsa daha önce yayınladığı kitaplarda romandan şiire çok yönlü bir birikimi bizimle paylaşan bir isimden söz ediyoruz.

Tarih çoğumuz için sahnede ışığın altında parlayan figürlerden ibarettir. Özellikle tarihin parçası olmuş nice devrimciye tutulan bu ışığın ‘haksız yere’ onları önplana çıkarttığını söylemek mümkün değil. Peki ama gölgede kalmış kahramanları ne kadar tanıyoruz? Ya da ne kadar merak ediyoruz?

Yeni Yaşam gazetesinde Arif Mostarlı ismiyle uzun süredir yayınlanan yazılarda spot ışıkları işte bu hayatların üzerine çevriliyor. Şimdi ise bu yazılar derlendi ve Tarihin Belleği ismi ile kısa bir süre önce Luvi Yayınları tarafından yayınlandı. Tabii Arif Mostarlı, Yeni Yaşam’daki köşe yazılarından bildiğimiz M. Ender Öndeş’ten başkası değil. Biz de kendisi ile matbaadan sıcak sıcak çıkan bu dikkat çekici kitap üzerine konuştuk.

Tarihin Belleği, bize eski bir takvimden rastgele kopartılmış takvim yaprakları gibi rastgele bir anlatım sunmuyor. Son derece derinlikli kişi ve olay hikayeleri ile karşılaşıyoruz. Üstelik tüm bunlar edebi olarak da etkileyici bir üslupla karşımıza çıkıyor. Eh, ne de olsa daha önce yayınladığı kitaplarda romandan şiire çok yönlü bir birikimi bizimle paylaşan bir isimden söz ediyoruz.

Lafı fazla uzatmadan sözü kendisine bırakalım.

                                                    M. Ender Öndeş

'TARİHİN AKIŞINDA HERKESİN KENDİ HİKAYESİ VAR’

Başlarken dilerseniz kitabın hikayesinden söz edelim. Nasıl karşımıza çıktı Tarihin Belleği?

                                          Tarihin Belleği, M.Ender Öndeş, Luvi Yayınları, 2024

Yazıların kitap haline gelmesi benim rüyamdı. Rasgeldi böyle, Luvi’den çocuklar da “Olur” dediler. Çünkü ben köşe yazılarının kitap haline getirilmesini saçma bulurum aslında. Köşe yazısı nedir ki? Ertesi gün biter, çok da manası yoktur. Bu öyle değil ama. Bu, başka bir şey. Derli toplu olması iyi oldu, hep rüyasını görüyordum bunun. 

Gerçekten de bir güne ya da bir zamana ait olmayan yazılar yer alıyor kitapta.

Değil tabii, beş yıl sonra da eline geçse, yine okuyabilirsin, sıkıntı olmaz.

Gelelim kitabın kendisine. Sizin de girişte vurguladığınız üzere anlattığınız hikâyeler kaba özetlerden, tarihte detaylarını bilmediğimiz, ‘ana karakterden’ ziyade ‘yan karaktere’ hatta ‘karşı karaktere’ odaklanan yazıları kapsıyor. Kahramanlar kadar hainlerin de karşımıza çıktığı örnekleri görüyoruz. Bununla birlikte söz konusu yazıların tarihe rastgele salvolar olduğunu söylemek de mümkün değil, en nihayetinde bütünlük içerisinde bir kompozisyon var önümüzde. Toplumsal mücadeleler tarihinden çeşitli açılardan ufkumuzu açan hayatlar gibi bir izlenim ediniyoruz, bu yüzde size de sormak istedim; bu hikayeleri birbirlerine bağlayan şey nedir? Bu profillerin buluştukları yer nedir?

Belki hepsi değil ama -önsöz gibi olan yazıda da var- ortak yanı daha az bilinen karakterler olması, en azından Türkiye’de az bilinen karakterler olması. Türkiye’yi vurguluyorum özellikle, örneğin Bruno Neri hem futbolcu hem partizan, İtalya’da özellikle kendi bölgesinde büyük kahramanlardan biri hâlâ ama biz az biliyoruz. Benzeri mesela, kitap dışında henüz yayınlanacak bir Arif Mostarlı yazısında; Ljubo Cupic var, Karadağlı. Belki hatırlarsınız o fotoğrafı, infazından önce gülerken. Karadağ’ın milli kahramanı ve Arjantin doğumlu... Yani aile önce Arjantin’e gitmiş, oradan geriye dönmüş, idama mahkûm edilmiş, kurşuna dizilmiş. Evet, orada, Karadağ’da çok önemli ama biz bilmiyoruz.

                                                               Ljubo Cupic

Kitabın bir motivasyonu bu. İkinci motivasyonu ise şu; biz her meselede iyi ve kötü şeylerin sadece bizimle ilgili olduğunu zannediyoruz -örneğin şimdiki göçmen dalgaları gibi; oysa dünyanın her yerinde öyle. Trajik olaylar ve karakterler için de bakışımız çok dar kalıyor. Hem devrimci kişilikler hem karşı devrimci pozisyondaki insanlar bakımından da daha uzakta olanlar ve özellikle çok bilinenlerin dışındakiler aklımıza gelmiyor. Örneğin Bolivya’da Che Guevara kadar önemli olan bir adam vardır: İnti Peredo, Che’nin hemen ardından örgütü devralan kişidir, az bilinir bizde. Oysa ilginç bir detaydır, Denizlerin grubunda -hangisi olduğunu tam bilmiyorum, belki de yanlış hatırlıyorum şu anda ama o gruptan birisinin- kod adı İnti! Yani onlar biliyorlarmış İnti Peredo’yu. Ya da çok tipik örnek: Lucía Topolanski… Eski Uruguay Devlet Başkanı Jose Mujica’yı biliyoruz, şahane bir adam, eski gerilla falan ama ‘eşi’ diye anılan kadın da aslında muhteşem bir kişilik!

Sizin de kitapta söylediğiniz üzere, önce bıyıklılara bakma hatasına sıkça düşülüyor ve Topolanski genelde medyada kendine daha çok ‘Mujica’nın eşi’ olarak yer buluyor.

Evet öyle adı geçiyor. Asıl soruya gelirsek, bütün anlatıları bir araya getiren şey, en azından bizim için gölgede kalmış olanlar. Elbette bunlar hiç yoktan keşfettiğim şeyler değil. Neticede bunlar çok bilinmeyen insanlar olmayabilir ama daha tarihsel anlatımın arka planında kalan, kenarında kalan insanlar diyebilirim. Hatta bazı olaylar da böyle. ‘Tarihin Belleği’ derlemesini asıl bir araya getiren şey bu. Bence bu hepimiz için çok büyük bir eksiklik. Çünkü tarih öyle bir şey değil; yani tarihteki insanlar hepimizin ilk bakışta bildiği insanlardan ibaret değil.

Az önce bakıyordum, Karadeniz’de 15’lerin katli olayı… Orada biz Ethem Nejat ve Mustafa Suphi’yi görüyoruz; oysa 13 insan daha var arkada. Maria’yı yeni keşfetmişiz zaten! Onun çektiği eziyetleri öğreneli daha şurada kaç yıl oldu? Ama diğerleri de var. Kazım Bin Ali diye bir adam var; onlardan biri Manisalı, hemşerim. Ercişli Ahmet Oğlu Hayrettin var mesela. Uşak’tan, Balıkesir’den insanlar var, ta oralara gitmişler. Tam bunu anlatmaya çalışıyorum; çok merak ediyorum ben mesela, Manisalı genç bir insan Bakü-Gürcistan-Sovyetler filan, nerelere gitmiş öyle…

Sahiden hangi rüzgârlarla ilerleyen bir yolculuk acaba diye insan merak ediyor.

Muhtemelen esirler bunlar. Savaş esirlerinin bir bölümü komünist oluyor orada ve TKP’ye katılıyorlar. Ama nasıl bir şeydir bu! Manisa’dan gidip Bakü’de parti üyesi olup sonra Erzurum’a Trabzon’a gelip öldürülmesi…

Daha güzel bir şey söyleyeyim, övmek istiyorum çünkü özellikle; Bianet’ten Tuğçe Yılmaz hakkı teslim edilmeyen çok iyi bir iş yaptı geçen yıllarda. Hatırlarsın 1 Mayıs 1977 üzerine. Ya bir sürü insan ölmüş orada, hepsinin birer hikâyesi var, değil mi? Ailelerine ulaştı, çocuklarına… Çok zor bir çabaydı herhalde.

Kesinlikle çok güzel bir işti, seriyi hazırlarken Tuğçe Yılmaz ile kısa bir konuşma fırsatımız olmuştu, sonrasında ben de mesela sadece Jale Yeşilnil’in hikayesini bildiğimi fark ettim.

Çünkü arayacaksın bulacaksın, çok zor, hatta kimilerine hiç ulaşamamış herhalde ama başlı başına iyi bir iş. Tam bunu anlatmaya çalışıyorum işte. Mostarlı da bunu yapmak istiyor. Bunun negatif cephesi de aynı şekilde. Ben İvan Rios denilen adama çok hayrandım, FARC’ın en genç liderlerinden, ama okurken böyle oluyor işte, bir konuya bakıyorsun ediyorsun, başka bir şey yakalıyorsun orada. Ve oradan yürümeye başlayınca Rojas diye bir adama rasgeliyorsun, korkunç bir adam, bir ihanetçi ve ödül uğruna İvan’ı katledip sağ elini kesiyor, Kolombiya ordusuna götürüyor…

Kitapta yer almayan bir şey mesela. Rosa Luxemburg’u hepimiz biliyoruz. Ama daha ötesi de önemli. Onu öldüren bir ekip var, başlarında da Yüzbaşı Valdemar Pabst diye bir herif bildiğim kadarıyla. Bunlar SA’ların önceli denebilecek Freikorps diye askerlerden/emekli askerlerden oluşan kontrgerilla gibi bir örgüt ve başında işte bu Pabst var. Adam bildiğin Mehmet Ağar! Her şeyi başından itibaren o planlıyor. Oturdum onun hikâyesini anlattım mesela, aradım buldum, ne yapmış, Alman Ordusundan nasıl oraya gelmiş, olaydan sonra nasıl yargılanmışlar -daha doğrusu yargılanmamışlar...

‘Hafıza iki yanlı bir kavram’ diyerek belki bunu kastediyorsunuz herhalde?

Evet, hafıza her zaman iki yanlı. Bak yine kitapta yer yoktu mesela Türkiye’den baktığımızda 7 Haziran Seçimlerinden hepimiz bahsederiz. Bingöl Karlıova’da 7 Haziran Seçimlerinden üç gün önce altı çocuk babası bir adamı vurdular: Hamdullah Öge. Gülbahar (13), Yeter (12), Narin (11), Pervin (9), Havva (6),ve Muhammed Resul’ü (4) yetim kaldı o gün. Otuz üç kurşun sıktılar adama! HDP seçim aracının şoförüydü. 7 Haziran’ı anlatırken o adamı anlatmazsan olmaz. Yani böyle insanlar var. Bir tarafından baktığında ‘küçük’ bir insan, ‘Selahattin Demirtaş’ falan değil bu adam, ama tam da işte anlatmak istediğim insanlar. Yani tarihin akışın içerisinde herkesin bir rolü var, herkesin bir kendi hikâyesi var. Dediğim gibi Karadeniz’de 15 kişi ölmüş ama orada 2 kişi ölmemiş ki sadece; 13 kişi daha var arkada.

                                                            Hamdullah Öge

Asıl derdim başlangıçta bu değildi belki ama daha sonradan öyle yürümeye başladı iş ve zaman zaman negatif karakterler, zaman zaman bana mesela en heyecan verici olan şeyler geldi. Hiç bilmiyordum ve herhalde hiç kimse bilmiyordu doğru dürüst: İki Tünel Buluşması! Uruguay’ın Punta Carretas cezaevi hikâyesi… İnsanın ağlayası geliyor, yani hayatın nasıl bir zincir olduğunu anlamış oluyorsun orada.

‘ASTIĞIMIZ RESİMLERİN ARKASINDA BAŞKA TÜRLÜ KAHRAMANLIKLAR VAR’

Tam da bilinemeyen ve bilinen figürlerden söz ederken ‘kahramanlık’ kavramı üzerinde de belki biraz durmak gerekebilir. Kitapta da ‘kahramanlık kavramının tanımını yapmanın zorluğundan’ söz ediyorsunuz. Kendi kendimize şöyle bir düşündüğümüzde ilk bakışta kusursuzluk gibi tanımlıyoruz kahramanlığı. Bu noktada kahramanlık ile insana dair özelliklerin ayrıştırılması gibi bir yanılsama da ortaya çıkabiliyor. Özetle kahramanlık kavramına dair neler söyleyebiliriz? Okuduklarımız insanların, devrimcilerin yaşamlarında onları kahraman kılan nelerdir?

Elbette devrimci süreçlerde bir kusursuzlaştırma yapıyoruzdur, hepimiz yapıyoruzdur. Oysa hiç kimse kusursuz değil. Evet, tarihsel anlamda çok önemli figürler var, bunu biliyoruz. Ama onlarda bile bazen biz bir sürü şeyi atlıyoruz. Örneğin Che Guevara bana göre sadece kahraman bir gerilla değil, iktisadi görüşleri olan, sosyalizm üzerine çok ciddi referans alınabilecek biri. Ki kocaman bir kitap var oradaki ekonomi tartışmaları üzerine, devletin yayınında bir dergide yapılıyor bu tartışmalar. Bettelheim’ler, Ernst Mandel’ler yazıyor vs… Ya da mesela Che’nin kıtasal devrim, dünya devrimi üzerine çok ciddi yaklaşımları var, bir sürü insan çok az biliyor, Küba’nın askeri tesislerinden bazılarını Beka Vadisi’ne çeviriyorlar o dönemde.

Latin Amerika’daki diğer örgütler de eğitim alıyorlar burada değil mi?

Evet evet, Kübalı deneyimli gerillalardan oluşan enternasyonal komite kuruyorlar, başında Che Guevara var. Bunlar Kongo’dan Cezayir’e koşturuyor… Artık nerede bir şey varsa… Bana göre mesela –bu uzun bir tartışma ama- rüşeym halinde bir enternasyonal var aslında. O dönem ‘Üç Kıta Konferansı’ dedikleri, Tricontinental dedikleri organizasyonlar... Keşke kesintiye uğramamış olsaydı. Yeni bir devrimci enternasyonale ulaşabilirdi çünkü. Burada Mahir’i düşün, Bijan Cezani’yi düşün, Venezuela’yı düşün… Ne geliyorsa aklına. Bir dalgada birbirine çok benzeyen insanlar bunlar. Mesela İran böyle miydi? Muhteşem devrimciler vardı! Aşağı-yukarı Mahir ile aynı dönemde, aşağı yukarı Mahir ile, Che Guevara ile aynı düşünceleri olan insanlar.

Yani biz kahraman olarak gördüğümüz insanların resimlerini asıyoruz ama o resimlerin arkasındaki başka türlü hayatlarını, başka kahramanlıklarını pek görmüyoruz aslında. Onlar da kahramanlık değil mi? Habire bir şeyler yapıyorsun, Bolivya’yı organize ediyorsun, Kongo’yu organize ediyorsun, Nikaragua devrimcileri zaten komşu kapısı yapmışlar, orada eğitiliyorlar falan… Bu büyük arka planı görmemiş oluyoruz, bu bir.

İkincisi, öne çıkan ve öne çıkmayı da hak etmiş olan tarihsel karakterlerin ötesinde bana göre başka kahramanlıklar da var. Kitapta var mı emin değilim, bir rahibin hikâyesi var mesela. Toplama kampı gibi bir yerde bir misilleme için 15 kişiyi öldürecek Almanlar; bir tutuklu ağlıyor, bir sürü çocuğu varmış adamın, ölmek istemiyor. Rahip Maximilian Kolbe çıkıp gayet sakince “Beni alın” diyor mesela. Bu bir kahramanlık. Michel Nash var, Şilili asker. Pinochet darbesinin sabahında “Ben halka ateş etmeyeceğim” diyen ve öldürülen bir asker. Ya da Raşid Meklufi benim en hayran olduklarımdan biri: Bir kariyerin var senin ya, düşünsene, Fransa liginin en iyi futbolcularındansın…

Ki bir de futbol dünyasından söz ediyoruz, şan şöhret paranın daha önde olduğu bir dünya.

Bir de Fransa milli takımındasın, De Gaulle seni övgülere boğuyor ve bir telefon geliyor Cezayir Kurtuluş Cephesi’nden, gidiyorsun. Libya’da çalışıyorlar o zaman antrenmanlar için, asgari ücrete yani! Türkçesi bu… Halkın desteği ile ayakta duruyorlar. Yirmi tane genç insan, şöhret olabilecek isimler hepsi, ki bazıları şöhret zaten ve hayatlarını bir tarafa bırakıp devletsiz bir milli takım kuruyorlar. Saçma görünüyor ama ilk kez oluyor tarihte.

Mesela Doğu Timor hadisesinde üç tane kadın gidiyor ve Endonezya’ya gönderilecek bir savaş uçağını tahrip ediyor. Sıradan insanlar bunlar. Ya da napalm bombalarının olduğu bir gemiyi bir tane tabanca ile ele geçiriyorlar. Saçma geliyor belki ama ele geçiriyorlar ve ulaşmasını engelliyorlar.

‘SIRA BİZSE GELSEYDİ, BU DENLİ YÜREKLİ OLABİLİR MİYDİK?’

Bana da bir örnek daha çok etkileyici gelmişti kitapta, Mahir’leri hayatı pahasına evinde saklamayı kabul eden Hatice Alankuş’un hikayesi. Yazıda son olarak çok çarpıcı bir soru ile bizi baş başa bırakıyorsunuz “Sıra bize gelseydi bu denli yürekli olabilir miydik?” diye. Bazen bir biyografiyi okurken bir hayatı ister istemez bir çerçevenin içerisine sığdırmış oluyoruz. Öyle olunca da siyah beyaz bir film karesi izliyormuşuz gibi oluyor. Ve sonunda da tıpkı bir filmden sonra yaptığımız gibi uzun uzun, büyük laflar ederek bir şeyler söylüyoruz. Ama asıl hikâye sizin vurguladığınız bu sorunun gerçekliği herhalde. Sizce kahramanlık kavramı sorduğunuz bu soruyla nasıl bağlanabilir?

Şöyle; bir dönem RAF’ın Almanya’da iyi zamanlarında böyle bir tartışma oluyor, Heinrich Böll ile başlıyor sanırım biraz da, yanlış hatırlıyor olabilirim. Almanca bir deyim de oluşuyor: “Gelseler ne yaparım?” diye aydınlar, gazeteciler, Almanya’nın iyi insanları arasında. Yani RAF’tan birileri kapımı çalsa saklar mıyım gibi… Böyle bir tartışma da oluşuyor. Hakikaten öyledir ama. Zor işlerdir zor zamanlarda bunlar. Çok sıradan insanlar 12 Eylül’de de 12 Mart’ta da kapıları çalındığında aranan insanlara “Abi çok ıslanmışsın gel içeri” dediler. Bunlar başkalarından daha az kahraman değiller.

Şunu söylemiyorum, Mahir çok büyük bir kişilik, tartışmasız ve benim hayatımın eksenini oluşturur Mahir Çayan, o ayrı bir konu. Ama Hatice Alankuş ve benzeri birtakım insanlar da önemli. Bunlar iyi eğitim görmüşler, yani hayatlarında öyle muazzam bir sıkıntı falan yok ama riske giriyorlar. Ya da yine Mahir’in çevresinden genç bir adam, bir sendikacı: Necmettin Giritlioğlu. O kadar önemli ki…

Gerçekten nice böyle insanın hayatını bilmiyoruz.

Evet, bilmiyoruz, bak şimdi yeni yayınlanacak romanımda iki gerçek karakter var: Abim ve yengem. Hakikaten romanda anlatılan şey, insanları evinde saklayıp geceleri sandalla denizde tutup eve getirme gibi… Abim benim, Demiryolcu Ömer. Çok sıradan, solcu bir insan. Ama yengem hâlâ anlatır, bir kadınla bir erkek aylarca kalıyor bunların evinde. Ya da Anne Frank’ın hatıra defteri hikâyesi. Yani o deftere sahip çıkıyorsun, o da bir kahramanlık, onun ele geçmemesi için her şeyi yapıyorsun. Mesela Kürtlerle ilgili düşündüğünde dağdaki adamın elinde silah var, kendini koruyabiliyor değil mi? Ama köyde? Canlı dinlemişliğim var bunu: Bir tane Binbaşı geliyor köyün birine. Üstelik ‘o’ yıllarda, HADEP zamanları! Diyor ki “Bir tane oy çıksın buradan, ananızı avradınızı yedi sülalenizi bilmem ne yapacağım.” Peki, sonra ne oluyor? Sandıkta ful HADEP! Bu kahramanlıktır. Kar altında Allah’ın bile unuttuğu bir köyde, beş tane çocuğun var, on tane torunun var ve sen bu riske giriyorsun. Bu kahramanlıktır işte. Hakikaten Binbaşı dediğini yapmıştır, en az 3-5 kişi gitmiştir o köyden.

Şimdi bütün bunların hepsi tarihin parçaları. Tarih böyle bir şey. Bu, çok öne çıkan kişilerin bunu hak etmedikleri ya da tarihsel kişilikler olmadıkları anlamına gelmiyor ama bir sürü başka insan var. O bakımdan 1 Mayıs 1977 hakkında Tuğçe Yılmaz’ın yaptığı çok kıymetli bir şey. Orada Ermeni ulusundan insanlar da var, iki üç kişi var. Onlara ulaşabildiler mi hiç bilmiyorum mesela. Ya da keşke ulaşabilsem, Profilo Direnişi var 70’lerde, orada Kirkor diye bir arkadaş öldürüldü yanlış hatırlamıyorsam. Ve bunun gibi…

Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz, tarihin kenarı demeyeyim ama gölgede kalan bölümlerini öne çıkarmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Tarihçi değilim ben, öykücü olurum herhalde; çünkü öykü yazıyorum, daha dramatize ediyorum. Zaten öyle ama onu okunabilir bir öykü haline getiriyorum. Ama bunu yapmak gerektiğini düşünüyorum, umarım devam ettirebilirim.

Bir de mesela üzünç verici insanlar var. Bu anne-babalık işi orijinal bir şey; hatırlar mısın, bu Kenan Evren’in kızı “Çok iyi bir babaydı” demişti. Öyle olabiliyor gerçekten. Lumumba’yı öldüren ve onu asit kuyusunda eriten adam Soete’nin kızını görmüşsündür belki. Adam psikopatın teki ama kız hâlâ başka bir şey anlatıyor. Soete olayında düşün, bir sürü katil gece Lumumba’yı öldürmüşler, eritmişler, sülfürik asidin kokusu geçsin diye evde habire viski içiyorlar, rezil bir topluluk ve o çocuk evde. Ve hâlâ diyor ki “Babama yazık oldu aslında kimse onu anlamadı” falan.

Kendi anan baban olunca sahiden zor oluyor bazı şeyleri görmek herhalde.

Ve hâlâ diyor ki “Kongo’da siyahların durumu iyiydi aslında neden ayaklandılar ki?” Yani trajik! Ama öbür tarafta mesela Adolfo Kaminski var mesela. Ben sahtekârları çok seviyorum. Düşün kızı bile bilmiyor ne olduğunu ama adam yedi iklim dört bucakta herkese hizmet ediyor, orijinal karakterler bunlar. İhtiyacı olan tanıyor, daha fazlası değil, ihtiyaca binaen çalışıyor adamlar.

                                                      Adolfo Kaminsky ve kızı

Dediğim gibi kitabı seçmek de çok zor oldu, şimdi aklıma gelmiyor hepsi ama kitapta olmayan ilginç hikâyeler de vardı aslında. Mesela ben hiç bilmiyordum mesela Zoohuman diye bir şey varmış, ben hiç Avrupa’nın merkezlerinde zamanında çok fazla bulunan ‘insanat bahçeleri’.

Evet, ben de yakın dönemde okumuştum. Oradaki buradaki insanları getiriyorlar sonra hayvanlarmış gibi yemek atıp seyrediyorlar.

Evet evet… Ya da bu hikâyeler sırf karakterler üzerinden gitmeyebiliyor. Mesela futboldan hoşlanırız, Real Sociedad diye bir takım var güzel top oynuyorlar gibi… Ama 5 Aralık 1976’da yaptıkları! O efsane bayrak kulübün müzesinde duruyormuş, biliyor musun? Yani nasıl bir kendini riske atmaktır o. Sonra tutuklanıyor bazıları ama yine de yapıyorlar. Düşünsene Diyarbakır’da stadın ortasında şey açıyorsun… Öyle bir şey düşün.

SIĞLAŞAN TARİHİ DERİNLEŞTİRMEYE KATKI

Son olarak toparlamak adına belki kitabın ismiyle bağlayabiliriz. Gerçi ilk başta bahsedeceğimizi en sonda söylemiş gibi oluyoruz ama gölgede kalan kısımların ‘tarihin belleğine’ nasıl bir katkı sunmasını arzularsınız?

Hepimizin şahit olduğu bir sığlaşma var. Hani o 140 karakter dediğimiz şey. Her şey dün başladı zannediyor insanlar, en son Gazze meselesinde de öyle oldu, her şey 7 Ekim’de başlamış gibi… Bir sürü genç insan böyle gördü, genç olmayanlar bile öyle. 1948’de Nakba ile başlayan süreç, binlerce insanın katledilmiş olması, soykırım… Bu tarih yaklaşımı çok sığlaştı. Hani sosyal medyada çok meşhurdur ya, şairlerden uydurma dizeler, etkileşim denilen şey, vs… Bir onu kırmakta, daha da derinleştirmekte yararı olsun isterim.

İki, tarihçi değilim sonuçta ama tarihin parçası olan insanlardan, devrimcilerden bahsediyorum. Böyle hayatların da, böyle olayların da olduğunu ve bunların da çok önemli olduğunu algılamaları açısından, böyle bir tarih anlayışının gelişmesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Bitmez tükenmez bir süreç bu. Yani bu kitap, bu yazılar bitmez. Sen de almışsın, ben de yazmıştım bir ara, Kavazoğlu-Mişaulis hadisesi mesela. Zannediyor ki insanlar Kıbrıs olayı dün başladı. Yahu Kıbrıs’ta ne TMT’nin Rum öldürdüğü, ne EOKA-B Türk öldürdüğü var. Her ikisi de kendi tarafındaki sendikacıları, gazetecileri solcuları avlıyor. İlk orayı temizliyorlar.

Üçüncüsü, böyle şeylere ‘bakma’ motivasyonu da yaratsın istiyorum. Öndeki motifler her şekilde ilgiyi hak ediyor ama arkaya da bakma motivasyonu oluşsun istiyorum insanlarda. Rus Devriminden Vietnam’a, neresi gelirse aklına, her yerde milyonlarca insanın küçük küçük katkılarıyla, hatta zaman zaman boylarından büyük katkılarıyla yürüyen bir tarih var. Vietnam dediğinde Ho Şi Minh ya da Vietnam İşçi Partisi değil sadece; binlerce köylü var. Her biri bir şeyler yapıyor, her biri bir ucundan tutuyor işin.

Bu Türkiye için de böyle, benim kendi hayatım için de böyle. İsimleri benimle beraber mezara gidecek çok iyi insanlar tanıdım ben. Adamın beş tane çocuğu var, inanılmaz risklere girdi benim için. O insanları unutmamalıyız. Bu aynı zamanda bir vefa borcudur. Hamdullah Öge’yi ve çocuklarını da o yüzden hiç unutmamalıyız. Hepsi yetim kalmış. Şoförlük yaptığı için vurdular adamı, hiçbir sebep yok. Ben bu insanların hepsine borcumuz olduğunu düşünüyorum. Tarihte taş üzerine taş koyan herkese borcumuz var. Laf yapanlara borcumuz yok. Onlar laf yapmaya devam edebilirler, ama gerçek insanlara, kanlı canlı insanlara bizim borcumuz var.

                                                             /././

Sanallaşma, mutasyon ve çaresizlik -Haluk Yurtsever-

Cattelan'ın "duvara bantlanmış muz" çalışması, 2019 yılında 120 bin dolara alıcı buldu. Öte yandan ABD örneğinde Trump-Musk ikilisi eliyle ABD’de sermaye-devlet ilişkileri yeniden yapılandırılıyor. ABD’nin en büyük sağlık sigorta şirketlerinden birinin CEO’su Brian Thompson 4 Aralık 2024’te New York’ta öldürüldü. Bu üç olay, sınırda kapitalizmin değerde sanallık, siyasette şarlatanlık, halkta çaresizlikten kaynaklanan şiddet ürettiğini gösteriyor.

Bu yazı, 2024 sonunda ABD’de yaşanan üç örnek olay ve düşündürdükleri üzerine.

DUVARA BANTLANMIŞ MUZ

İtalyan sanatçı Maurizio Cattelan'ın “Komedyen” adını verdiği "duvara bantlanmış muz" çalışması, 2019 yılında 120 bin dolara alıcı bulmuştu. New York’taki Sotheby's müzayede evi üç sanal kopyadan birini yeniden satışa çıkardı. “Eser”, 21 Kasım 2024’te yapılan müzayedede 6,2 milyon dolara “kripto girişimcisi” Justin Sun tarafından satın alındı. Basın toplantısında duvardaki muzu çıkarıp yiyen Çinli Sun, ayrıca Trump’ın desteklediği bir kripto para birimi projesi olan World Liberty Financial’a 30 milyon dolar yatırım yaptığını söylemiş.

Cattelan, hicvi bir eleştiri yöntemi olarak kullanan bir sanatçı olarak tanınıyor. Burada konuyu sanat yönünden değerlendirmeye kalkışacak değilim. Catellan’ın, duvara bantlanmış muzla piyasa-sanat ilişkilerini aşağılamak, eleştirmek istediği anlaşılıyor. Olayın ironisi, piyasayı eleştirmek için yaratılan bir sanal yapıtın piyasa tarafından nesneleştirilip böyle akıl almaz bir parayla ödüllendirilmesinde saklı.

Bu olayın kıssadan hissesi şu: Güncel kapitalizmde değer sanallaşıyor. Blokzincir teknolojisiyle yaratılan NFT (Non-Fungible Token) Türkçeye İngilizce baş harflere uygun olarak Nitelikli Fikri Tapu (NFT) olarak çevriliyor. Benzersiz, birbirinin yerine geçmeyen dijital ya da sanal varlık belgesi anlamına geliyor. 2020’lerin başlarında sanal evren (meta verse) söylemiyle parlatılmış ama ekonomik bir araç olarak beklenen ilgiyi yaratamamıştı. Bu son olay, sınırda kapitalizmin yeni normalinde, değerin nesneden ve içindeki toplumsal emek zamanından kopuşunu simgeleyen bir öncü örnek olduğu, geleceğin suretini bugünden gösterdiği için büyük önem taşıyor.

MUTASYON

ABD seçimlerinden sonra Donald Trump ile Elon Musk ikilisinin fiili iktidarları başlamadan önceki söylem ve eylemleri, en ileri modeli üzerinden kapitalizmin geçirmekte olduğu mutasyonu anlatıyor.

Trump milyarder bir iş adamı. Forbes’in aktardığına göre 6.2 milyar dolar (212,3 milyar TL) serveti var. ABD’yi, devasa askeri gücünü de arkasına alarak oligopollerin öncelikleri doğrultusunda büyük bir şirket gibi yönetmeye eğilimli olduğu biliniyor. Panama Kanalı'nı, özerk bir Danimarka toprağı olan Grönland'ı ele geçirmek için gerekirse askeri güç kullanabileceğini, ABD-Kanada sınırının kaldırılması için ekonomik baskı yapacağını açıkladı. Kanada’nın ABD’nin 51. eyaleti olması gerektiğini söyledi. Bunlar, Trump tarzını yansıtan onlarca örnekten yalnızca birkaçı.

Trump’ın kabinesi milyarderler geçidi gibi. Seçim sırasında ve sonrasında Trump'ı açık ve hiperaktif biçimde destekleyen Elon Musk 442 milyar dolara ulaşan servetiyle dünyanın en zengin kişisi. Bilişim oligopollerinin başını çekiyor.

Elon Musk, Hükümet Verimliliği Bakanlığı’na getirileceğinin duyurulmasından bu yana ABD başkanı gibi davranıyor. Washington Post, Musk’ın "gölge başkan" olduğunu yazdı. “Başkan Musk, yardımcısı Trump!”, “Elon Musk eş başkanmış gibi davranıyor”, “Musk gölge başkan mı?” cümle ve soruları gazetelerin manşetlerine çıktı. Musk’ın, Kongre’deki cumhuriyetçileri etkileyerek Trump’tan habersiz hükümet bütçesini kapatma girişimi son anda önlenebildi. Trump, kendine özgü tuhaf uslubuyla Musk’ın ABD’de doğmadığı için başkan olamayacağını açıkladı! Bütün bunlar olurken, seçilmiş başkan yardımcısı J.D Vance’ın adı bile geçmiyor.

Musk dünya siyasetinin her başlığı üzerine söz alıyor; kendinde başka ülkelerin iç işlerine karışma, dünyaya ayar verme gücü görüyor. 23 Şubat’ta Almanya’da yapılacak seçimler için "Almanya'yı sadece AfD kurtarabilir" diyerek açıkça bu aşırı sağ/neofaşist partiyi destekledi. İngiltere’de İşçi Partisi hükümetini, sosyalist olduğu için eleştirdi. Ortalıkta Reform” adıyla bilinen faşist eğilimli partiye 100 milyon dolar yardım yapacağı söylentisi dolaşıyor. İngiltere, Almanya ve Kanada başbakanlarını aşağılayan demeçler veriyor.

Musk, birçok devlet ve hükümet başkanıyla doğrudan görüşüyor. The Wall Street Journal'ın haberine göre, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile de düzenli olarak iletişim halinde. 2023'te de Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Çin teknoloji CEO'larıyla San Francisco'da akşam yemeği yediği güncellenen haberler arasında yer alıyor.

Musk’ın Çin’le ilişkisi önümüzdeki dönem ABD siyasetinin en önemli ve kritik başlıklarından biri olacak gibi görünüyor. Sermaye çevrelerinden büyük destek alırken, ilişkilerinin ABD devleti için bir güvenlik sorunu yarattığını savunanlar da çıkıyor.

Musk’ın Çin’de çok büyük yatırımları ve bir “Çin dostu” olarak bilinen annesiyle birlikte büyük simgesel etkisi var. Tesla’nın Şanghay’daki birinci elektrikli otomobil fabrikasında 3 milyondan fazla otomobil üretildi. Şirketin dünya çapındaki satış miktarı 2011’den bu yana ilk kez düşerken Çin’deki satışları yüzde 8,8 oranında artarak, küresel satışlarının yüzde 36,7’sine ulaştı. Tesla'nın ABD dışındaki ilk enerji depolama fabrikası "Megafactory Shanghai" 2024’ün son gününde deneme üretimine başladı.

Tesla tek değil. Yıllık ciroları 600 milyar doları bulan 70 binden fazla ABD’li şirket Çin’de faaliyet gösteriyor. Bu, yıllardır bıkmadan yinelediğimiz dünya pazarının herhangi bir öznenin özerk/otarşik varlığını olanaksız kılan organik bütünleşme sürecini gösteren ampirik verilerden biri olduğu için önemli. 

The New York Times yazarı Thomas L. Friedman’ın, “Çin’de Marksist’ten çok Musksist var. Gençler Musk gibi olmak istiyor… Trump’ın yerinde olsam bir ‘Nixon Çin yolcusu’ hamlesi yapardım” diye yazması ve daha pek çok bilgi Trump dönemiyle birlikte ABD-ÇHC ilişkilerinin sürpriz gelişmelere açık olduğunu gösteriyor. 

Şarlatanlar da, büyük önderler gibi tarihin dönüşüm/geçiş kesitlerinde ortaya çıkıyor. Toplumlar böyle zamanlarda, şimdi ABD’de ve Trump-Musk ikilisi örneğinde gözlemlediğimiz gibi, gerçek seçeneklerin yokluğunda mistik bir dille değişim çağrısı yapan şarlatanların peşine takılabiliyor. Trump ve Musk egosu şişkin kişilikler. Kendilerini tanrı gibi görüyorlar. Öte yandan, şarlatan, narsist olmaları aptal oldukları anlamına gelmiyor. Bilgi ve donanımlarıyla değil ama iş adamı sezgileriyle sitemdeki tıkanıklığa tanı koymakta kurulu düzen ideologlarından daha esnek ve zeki oldukları bile söylenebilir.

Öte yandan, ABD’de yaşanmakta olan mutasyon bu iki adamın kişisel özellik ve “performansları”yla anlaşılıp açıklanacak yalınlıkta değil.

Bu tablo, “sermayenin hareketi devletleri aşıyor” önermesinin iki anlamıyla da doğrulanmakta olduğunu gösteriyor.

Birincisi, sermayenin hareketine engel ulus devletler parçalanıp etkisizleştirilirken, küresel ısınmayla birlikte eriyip yumuşayarak meta/rant değeri artan Sibirya, Kuzey Kutbu ve Grönland geleneksel paylaşım mantığıyla sonuna dek sömürülecek egemenlik ve paylaşım alanları olarak öne çıkıyor. Paylaşım kavgası, kimi zaman çatışmayla, kimi zaman uzlaşmayla sürdürülüyor. İklim krizi hiçbirinin umurunda değil. Trump’ın Grönland açıklamaları buraya oturuyor.

İkincisikapitalizmin anayurtlarında sermaye, geleneksel devleti içerik ve işlevler açısından da aşıyor. ABD örneğinde Trump-Musk ikilisi eliyle ABD’de sermaye-devlet ilişkileri yeniden yapılandırılıyor.

Çok büyük ve güçlü bilişim oligopolleri, devletsi bir güç ve inisiyatif kapasitesine ulaştılar. Devletin geleneksel işlevlerinin giderek daha çoğu bu şirketlerin ellerindeki yapay zekâ uygulamalarına geçiyor. Bu eğilim, her toplumun özgüllüğünü yansıtan bir içerik ve faz farkıyla dünyanın her yerinde güç kazanıyor. Bu nedenle, sermaye-devlet ilişkisindeki yeni yapılanmayı (konfigürasyon) kavramak dünyayı değiştirmek isteyenler için teorik bir ilginin ötesinde siyasal bir önem taşıyor.

LUİGİ MANGİONE OLAYI

ABD’nin en büyük sağlık sigorta şirketlerinden biri olan United Healthcare’in CEO’su Brian Thompson 4 Aralık 2024’te New York’ta öldürüldü. Thompson’u öldürdüğü iddia edilen Luigi Mangione, cinayetten birkaç gün sonra bir ihbar üzerine McDonalds'ta yemek yerken yakalandı. Çıkarıldığı mahkemede savunma yapmayı reddetti; yalnızca “ben suçlu değilim” demekle yetindi.

Luigi Mangione 26 yaşında, beyaz, iyi okullardan parlak derecelerle mezun olmuş, sportmen, yakışıklı bir veri mühendisi. Zengin bir aileden geliyor. ABD ortamına egemen siyah, Latin, Müslüman, göçmen vb. “suçlu adayı” tipinden farklı bir profili var. Solcu ya da sağcı değil. Aşağıda özetleyeceğim yaygın sempatiyi kazanmasında bu profilin de etkili olduğu anlaşılıyor.

Mangione, 2023’te genetik olduğu bilinen bir hastalık nedeniyle belinden ameliyat oluyor. İyileşeceğine kötüleşiyor. Ameliyattan sonra spor yapamaz, idrarını tutamaz hale geliyor. Aktif cinsel yaşamının sona erdiği söyleniyor. Mangione bu sonuçlardan paraya tapan, acımasız/zalim ve adaletsiz ABD sağlık ve sigorta sistemini, onun önde gelen figürlerini sorumlu tutuyor.

Luigi’yi ibret olsun diye Ortaçağ ritüellerine andırır biçimde kent merkezinde uzun bir yürüyüşe çıkardılar. Beklediklerinin tam tersi oldu. Turuncu mahpus elbisesiyle dimdik yürüyen genç adam görüntüsü kısa zamanda Robin Hood tipi bir halk kahramanı ikonuna dönüştü.

Gösterinin (show), ABD kültürünün bir parçası olduğunu biliyoruz. Bu olayın ortaya çıkardığı tepkinin yalnızca bu etmenle açıklanması ise mümkün değil.

ABD yurttaşlarının yüzde 80’inin Luigi’yi desteklediği belirtiliyor. Onu ihbar eden kişi lanetleniyor. Hapishanede de büyük bir saygı ve sempatiyle karşılanıyor.

Bir kadın, soruşturma sırasında “ben suçlu değilim” den başka bir şey söylemeyen Luigi’yi “savunmayı reddet” diyerek destekleyen bir sosyal medya paylaşımından sonra gözaltına alındı. Serbest bırakılması için bu tür suçlamalarda görülmeyen yükseklikteki (100 bin dolar) kefalet parası kendiliğinden bir dayanışmayla kısa zamanda toplandı.

Luigi, “bombacı” olarak tanınan Amerikalı matematikçi, eski akademisyen Theodore Kaczynski’nin Türkçeye Sanayi Toplumu ve Geleceği: Unabomber - Manifesto (Kaos Yayınları, 2013) adıyla çevrilen kitabını 4 yıldızla beğenmiş ve yorumlamış. Yorumunda, başka iletişim biçimlerinin tükendiği koşullarda, “şiddetin hayatta kalmak için gerekli” olduğunu belirtiyor; yazısını şöyle bitiriyor: “ ‘Şiddet hiçbir şeyi çözmez’ cümlesini sadece korkaklar ve zalimler söyler.”

Brian Thompson cinayetinden sonra, ABD sağlık sigorta şirketi uygulamalarının yüzlerce ibretlik, dehşet verici hikâyesi ortalığa döküldü. ABD yurttaşlarının bir bölümünün bu silahlı saldırıyı bir tür haklı intikam olarak algılamalarında, insan sağlığına değil kâra odaklı paragöz sigorta şirket skandallarının çok önemli payı var.

Sistemin, en zayıf noktalarından birinden bu ölçekte sorgulanması üzerinde düşünmek gerekiyor.

*

Bu üç olay, sınırda kapitalizmin değerde sanallık, siyasette şarlatanlık, halkta çaresizlikten kaynaklanan şiddet ürettiğini gösteriyor.

Biriken toplumsal öfke, siyasal seçenek yokluğunda, ilginç kanal ve biçimlerde dışa vuruyor; öfke ve enerji birikiyor. Bu muazzam gizilgücün yalnızca yıkıcı değil, aynı zamanda kurucu bir enerjiye yükseltilebilmesi ise teorik eleştirinin, toplumsal proletaryanın eylemli eleştirisiyle maddileşmesine bağlı görünüyor.

                                                            /././

Öne Çıkan Yayın

BİRGÜN "Köşebaşı+Gündem" -22 Haziran 2025-

Lokomotifler kıskaçta -Havva Gümüşkaya- Lokomotif sektörlerde üretim çarkları yavaşladı, istihdam azaldı, siparişler düştü ve konkordato baş...