EVRENSEL "Köşebaşı+Gündem" -26 Ocak 2025-

Suriye ve Doğu Akdeniz niyetleri ve gerçekler…-Mustafa Yalçıner-

Türkiye’nin Suriye’deki “oyun kurucu” rolü ve etkisine ilişkin bilgi önce Avrupa kaynaklarından geldi. Türkiye ve Suriye’nin yeni egemeni HTŞ Müslüman’dı. Birinin İhvan (Müslüman Kardeşler) diğerinin Selefi oluşu pek önemsenmedi. Üstelik Türkiye başından beri Esad’ın devrilmesi çağrısı yapmış, şeriatçı çetelere karargah ve destek sağlamıştı. Esad Rusya’nın desteğiyle HTŞ ve diğer çeteleri Halep’ten sürdüğünde Türkiye kol kanat gererek, İran ve Rusya ile oluşturduğu “Astana süreci” çerçevesinde “gözetleme kuleleri” kurarak koruma sağlamış, İdlib’de yıllarca hüküm sürmelerini mümkün kılmıştı. Bir “diyet borcu” oluşmuştu, ama Suriye’nin yeni egemeni HTŞ, yine de Türkiye’nin dolaysızca finanse edip örgütlediği SMO değildi.

Ardından “Erdoğan adamlarını farklı oluşum ve isimlerle bölgeye gönderdi ve orayı aldı” diyen Trump’ın pohpohlaması geldi. Hesaplıydı ve Türkiye’yi Amerikan çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye yönelikti.

Suriye’ye ilk gidip Colani’nin kullandığı arabayla dolaşarak Emevi Camisi’nde namaz kılanların MİT’ten İbrahim Kalın’la Dışişleri Bakanı H. Fidan olması da eklenince hüküm neredeyse kesinleşti. Suriye’yi Türkiye yönetmese bile yönetiyor gibiydi!

Emperyalist merkezler şüphesiz gerçeği herkesten iyi biliyor, ancak böyle bir görünümün ortada dolaşması da işlerine geliyor. Önde gelen nedeni, bölgeye asker yığma yerine işlerini başkalarına, bu arada büyük bir bölge gücü ve NATO üyesi Türkiye’ye gördürmeyi tercih etmeleri. Özellikle Trump, İran ve Rusya’yla arasını bozma pahasına “Astana süreci”nin tarih olmasını sağlayan Türkiye’nin bunu “Hak ettiği” görüşünde.

Türkiye, biraz da söylentiye inanarak, niyetlerini gerçekleştirmek üzere en başından beri atakta. HTŞ’yi Rojava sorununun çözümü için zorladığını söylemek bile gereksiz. Hiç zaman kaybetmeden “deniz yetki alanı anlaşması”nı gündeme getirdi. Şimdiden kulisi parlatılan Suriye’nin Akdeniz kıyılarında bir deniz üssü kurma talebi de iletildi HTŞ’ye. Her biri önemleri birbirinden büyük olan Türkiye’nin bu niyet ve taleplerinin gerçekleşmesiyse kolay görünmüyor.

Söylentiler bir yana, Türkiye-Suriye ya da HTŞ ilişkilerinde bir abartı olduğu kesin. Tabii ki araları kötü değil ve Türkiye’nin gerek Suriye gerekse HTŞ ve Colani üzerinde belirli bir etkisi var. Ancak “Böbürlenme padişahım senden büyük …” deyişi de deneylerden süzülme atalar sözü. Türkiye’nin HTŞ ve Suriye üzerinde bir etkisi var, ama bölgenin yeniden dizaynını başlatan ABD’nin etkisinin daha çok ve tayin edici olduğu ve bunun en çok Colani tarafından bilindiği gibi, Suudiler ve BAE gibi bölgenin başka güç merkezlerinin de HTŞ üzerindeki etkisi küçümsenir gibi değil.

Örneğin Rojava Kürtleri sorununda Türkiye ve ABD’nin yaklaşım ve tutumları farklı ve bu konuda karar verecek olanın Colani ve HTŞ olmayacağı tartışmasız. Silahlar çekilmiş bölge yeniden paylaşılırken kararlaştırıcı olan, Lenin’in dediği gibi, sadece güç. Kimin gücü kime yeterse onun dediği oldu bugüne kadar, bundan sonra da öyle olacak. Güçsüzün payına, güçlüye uyum sağlama ya da Esad örneğindeki gibi “müzelik” olma düşecek.

HTŞ’nin “geçici hükümeti”nin iki bakanı Türkiye’ye de geldi, ama bakanları önce Riyad’a gitmiş ve mali destek sözü almış, bağlılık bildirmişlerdi. Türk tekelleri Suriye’nin yeniden imarı açısından çoktan tatlı hülyalara daldı, ancak Colani ve HTŞ, Türkiye’nin kendisinin paraya muhtaç olduğunu ve kredi aradığını biliyor. Bildikleri bir diğer şey paranın petrodolarlarıyla Körfez’de ve Avrupa’da olduğu. Suudilere bu amaçla gitmişlerdi, HTŞ Dışişleri Bakanı Şeybani bu amaçla Davos’ta batılılardan yatırım talep etti.

AKP hükümetinin elini çabuk tutarak kısa sürede çıkar sağlamaya yöneldiği ve Ulaştırma Bakanı A. Uraloğlu’nun imzalanacağını açıkladığı “Suriye ile bir deniz yetki alanları anlaşması” da zor konu.

Türkiye, Libya hükümetiyle bir anlaşma imzalamış, ama hemen hiçbir ülke bunu tanınmamıştı. Şimdi Türkiye Suriye’de rejim değişikliğini fırsata dönüştürerek Doğu Akdeniz’in “paylaşılması” konusunda avantaj sağlama niyetinde, ama Colani hükümeti Trablus hükümetinden farklı olarak, sadece Türkiye’nin değil, ama aynı zamanda ABD, İsrail ve Suudilerin kıskacında.

Doğu Akdeniz’in paylaşılması gerçekte bölgenin enerji rezervlerinin paylaşılması demek ve bu enerjinin nakliyesini de kapsıyor. Türkiye, yetki anlaşmasının Suriye’nin Akdeniz’deki payını artıracağını söyleyip Suriye’yi iknaya çalışırken, Mısır-Ürdün-Suriye arasında döşeli Arap boru hattını Suriye’den -Türkiye’yi gaz merkezi haline getirip- Avrupa’ya iletme alternatifini öneriyor. Ancak bölgeden -ilk ikisi Akdeniz’de enerji üretim bölgelerine sahip- Mısır, İsrail Filistin, Ürdün ve Avrupa’dan Yunanistan, Güney Kıbrıs, İtalya ve Fransa EastMed (Doğu Akdeniz) Platformu etrafında birlik ve İsrail ve Mısır gazını Kıbrıs ve Yunanistan üzerinden İtalya’ya ulaştırmada anlaşma halinde. Üstelik Türkiye’nin önerisinin bir diğer rakibi Hindistan’dan Suudi Arabistan ve muhtemelen İsrail üzerinden Avrupa’ya uzanacak ABD ve AB’nin desteğindeki “yeni ekonomik koridor.

                                                            /././

Doğal kaynaklar bağlamında Suriye -Mehmet Torun-

Suriye’deki gelişmelerin uluslararası pek çok boyutu var. Ancak paylaşım savaşlarının temelinde doğal kaynakların ve enerjinin rolü çok büyük.

Sınır komşumuz Suriye’de yeni bir dönem başladı. Baas rejimi bitti ve cihatçı-dinci bir yapı yönetime getirildi. Gelişmelerin uluslararası pek çok boyutu var elbette. Ancak son yüzyılda yaşanan paylaşım savaşlarının temelinde doğal kaynakların ve enerjinin rolü çok büyük.

Kabul gören kaynaklara göre Suriye’de çok önemli bir maden rezervi yok. En önemli madeni fosfat yatakları. Bunun dışında alçı taşı, endüstriyel kum (silika), mermer, tuz ve volkanik tüf bulunmakta. Petrol ve doğal gaz açısından da Irak ya da Arap ülkeleri kadar şanslı değil. Ortadoğu standartlarına göre büyük bir petrol ihracatçısı olmasa da kendi ihtiyaçlarını karşılayan bir ülke. Suriye, küresel üretimin sadece binde 5'ini oluşturan nispeten küçük bir petrol üreticisi.

O zaman emperyalist ülkelerin amacı ne. Suriye halklarına barış mı getirecekler diğer ülkelerde yaptıkları gibi. Esad’ın diktatör olduğu doğru ancak iktidara getirilen yönetimin gerici-şeriatçı yapısı ve geçmişteki insanlık dışı uygulamaları bölge halkları için soru işaretleriyle dolu.

Batılı emperyalist ülkelerin hesapları belli aslında. Suriye topraklarında her ne kadar zengin doğal kaynakları olmasa da kıyısının bulunduğu Doğu Akdeniz’de ciddi doğal gaz ve petrol rezervi olduğu bilinmekte. Doğu Akdeniz, hidrokarbon kaynaklarının zenginliği nedeniyle uzun yıllardır bölgesel ve uluslararası güç mücadelelerinin odağında yer almakta.

Levant Havzası adı verilen bölgeyle ilgili en kapsamlı çalışmayı Amerikan Jeolojik Araştırma Merkezi (USGS) 2010 yılında yayımlamış. Levant, etimolojik olarak doğu anlamına gelmekte olup, İngilizlerin ‘orta doğu’ sözcüğünü türetmesine benzer bir yaklaşımla, Akdeniz’in doğusunu betimlemek amacıyla kullanılmış.

Bu rapora göre; Levant Havzası'nda toplamda 1.7 milyar varillik iki petrol rezervi olduğu tahmin edilmekte. Fakat bölgenin doğal gaz zenginliği, enerji devlerinin iştahını daha fazla kabartmakta. Bölgede büyük oranda deniz yatağında olan çıkarılabilir doğal gaz rezervinin 3.45 trilyon metreküp olduğu tahmin edilmekte. Bu önemli kaynaklar için bölge ülkeleri ve uluslararası şirketler ciddi bir mücadele içinde.

Suriye-İsrail sorunu, petrol ve doğal gaz saha geliştirmesi ve boru hatlarıyla taşınması faaliyetlerine yansıması özellikle batılı ülkelerin dikkatle takip ettiği bir konu. İsrail tarafından son olarak keşfedilen Tamar ve Leviathan gibi doğal gaz yataklarının Suriye ve Lübnan’ın kıta sahanlığına yakın olması İsrail’in bu ülkelere ait gazı çaldığına yönelik suçlamalara yol açmış. Golan Tepeleri, Hamas ve Hizbullah’a destek gibi nedenlerle zaten sorunlu olan İsrail-Suriye ilişkilerinin doğal gaz arama, üretim, taşıma konularında çatışmaya dönüşmesi riski birileri açısından önemli bir tehdit olarak görülmekte. Bu anlamda batılı güçler için Suriye, hizaya çekilmesi gereken bir ülke konumundaydı. Daha önce Mısır’da, Libya’da, Irak’ta yaptıklarını bu kez Suriye’de yaptılar. Bölge, emperyalistler için dikensiz gül bahçesi olmalıydı ki işlerini rahat yürütsünler. Kendilerine hiçbir koşulda itiraz etmeyecek bir yapıyı yönetime getirdiler.

Diğer bir konu, petrol ve doğal gaz boru hattı güzergahları. 1948 öncesinde, Kerkük-Hayfa boru hattı ile Irak'tan İsrail'e petrol aktarılıyordu. Ancak Iraklılar, savaş sırasında bu hattı kapattılar. ABD yönetimi, Irak'tan İsrail'e petrol nakletmek için tekrar düğmeye bastı. Geçmişte Bush yönetimi, İsrail'den "Irak'tan Hayfa Limanına petrol pompalama" olasılığını araştırmasını istedi. İsrail hükümeti ise, Irak işgaline verdiği kayıtsız desteğin karşılığı olarak, Kerkük-Hayfa boru hattının açılmasını istiyordu. Bu hattın Musul petrolleriyle birlikte Suriye üzerinden geçirilmesi için uygun bir yönetim gerekliydi. Bu da başarıldı. Artık Irak’ın doğal kaynakları da Hayfa Limanına sorunsuz akacak gibi. Burada da açıkça görülüyor ki, doğal kaynaklar ve enerjinin önemi oldukça fazla. Madenler ve doğal kaynaklar için gerektiğinde her şeyin yapılabileceği bir kez daha gösterildi.

Üçüncü önemli konu, su; Tüm dünyada gittikçe öne çıkan su konusu Ortadoğu için hayati değerde. Sınır aşan suların kullanımı konusunda uluslararası sorunlar büyürken, Fırat Nehri’nin sularının İsrail tarafından kullanılması gündeme gelebilecek. Suriye’de yaşanan gelişmelerin ABD ve İsrail’in tam istediği gibi şekillendiği göz önüne alındığında bu konunun da göz ardı edilmemesi gerek.

Tarih tekerrür etmekte, emperyalist ülkeler uzun vadeli projelerini tıkır tıkır uygulamaktalar. Dün İran’da Musaddık’a, Şili’de Allende’ye yakın tarihte Kaddafi’ye, Saddam’a yapılanlar bugün değişik bir şekilde Esad’a yapıldı. Bu coğrafyaya bir süre daha gerçek demokrasi gelmeyecek gibi. Birilerinin rahat yaşaması için birileri ölecek, kalanlar ise cehennemi yaşayacak ne yazık ki.

Halkların kardeşliği ve eşitlik temelinde, özgür, laik ve bağımsız bir Suriye’nin inşası bu coğrafyada yaşayan herkesin yararına olacak. Bu doğrultuda mücadele etmek önemli bir görev.

                                                              /././

Körfez ve Türkiye burjuvazisinin yeni baharı -Ela AVA / Cihan Çelik-

Türkiye son yıllarda Körfez ülkeleriyle ekonomik, siyasi ve askeri ilişkilerini artırdı. Bu tablo karşılıklı bağımlılın da artması anlamına geliyor.

Ortadoğu'daki gelişmeler, savaşlar ve emperyalizmin bölgeyi yeniden şekillendirmek amacıyla çizdiği rota, bağımlı kapitalist ülkeler arasındaki ilişkilerin yeniden şekillenmesine yol açtı. Ortadoğu'nun farklı ülkeleri arasında mali ve askeri iş birlikleri yeniden gözden geçirildi. 2024’te Türkiye'nin Arap sermayesiyle kurduğu ilişkilerde önemli dönüşüm seyri izlendi. Özellikle son yıllarda Batı emperyalizmine yaklaşan Suudi Arabistan gibi Arap ülkeleri ile NATO üyesi Türkiye arasında yeni askeri iş birliklerinin kapıları açıldı.

SUUDİ-TÜRKİYE DOSTLUĞU!

IMF verilerine göre ticari reformların ve artan petrol fiyatlarının etkisiyle Suudi Arabistan 2022’de dünyanın en fazla büyüyen ekonomisi olmuştu. Suudi Arabistan 267 milyar varil ile Venezuela’dan sonra dünyanın ikinci en büyük petrol rezervine sahip. Ayrıca Suudilerin 8.4 trilyon metreküp doğal gaz rezervi olduğu tahmin ediliyor. Bu dünyadaki toplam gaz rezervinin yüzde 4.2’sini oluşturuyor.

2016’de ülke ekonomisini sadece petrole dayalı olmaktan çıkarmak istediğini belirten Ancak Suudi Arabistan “Vizyon 2030” adı altında reform planını başlattı. Planın en önemli amaçları arasında imalatta daha fazla doğrudan yabancı yatırımcı çekmek, madencilik, toplu taşıma ve demir yolu ağının gelişimini hızlandırmak yer alıyordu.

Bu açıdan yabancı yatırımcılar bulma ve Türkiyeli şirketlerin Körfez ve Arap ülkelerinde yatırımcı olmasının önünü açma arayışına giren Şimşek Programı ile Suudilerin Vizyon 2030’u uyuşuyordu. 2024 bu nedenle Arap sermayesinin daha fazla Türkiye'ye aktığı bir süreci beraberinde getirdi. Ticaret Bakanı Ömer Bolat, 2024 yılının Türkiye-Suudi Arabistan ekonomik ilişkilerinde “altın bir yıl” olacağını belirtmiş ve orta vadede 10 milyar dolar, uzun vadede ise 30 milyar dolarlık ticaret hacmi hedeflendiğini ifade etmişti. Nitekim öyle de oldu. Bu iki ülke arasındaki ilişkilerde bağımlılığın artmasını da beraberinde getirdi.

2 Kasım 2024’te enerji, savunma sanayisi, inşaat, sağlık, turizm, gıda, tarım, lojistik ve teknoloji gibi çeşitli sektörlerden şirketlerin katıldığı Türkiye-Suudi Arabistan iş forumunda, iki ülke arasındaki ticari ilişkilerin geleceği ele alındı. Vizyon 2030 çerçevesinde Türkiyeli firmaların üstlenebileceği projeler konuşuldu.

Forum kapsamında Suudi Kalkınma Fonu ile Hazine ve Maliye Bakanlığı arasında iş birliği anlaşması ve 6 mutabakat zaptı imzalandı. Mutabakatlardan biri Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası ve Suudi Arabistan Merkez Bankası arasında iş birliğinin geliştirilmesine zemin oluşturma amacını güdüyordu.

Türk ve Suudi şirketler arasında da 21 iş anlaşması yapıldı. Tekfen İnşaat’ın aldığı 212 milyon dolar değerindeki “Package-16 MGSE III: Cidde Kümesi” boru hattı projesi bunlardan biriydi.

İki ülkenin askeri alanda ortaklaştığı zeminler de hazırladı. 4 Temmuz 2024’te Suudi Arabistan devletine ait savunma şirketi SAMI, Türkiyeli savunma şirketleri Baykar ve Aselsan ile iş birliği yapmak üzere mutabakat zabıtları imzaladı. Bu anlaşmalar kapsamında, Suudi Arabistan’da insansız hava aracı üretimi ve savunma teknolojileri geliştirilmesi Baykar ve Aselsan’a bırakıldı.

SERBEST TİCARET İÇİN İŞ BİRLİĞİ ARAYIŞI

Öne çıkan gelişmelerden biri de Türkiye-Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) Serbest Ticaret Anlaşması müzakeresinin başlamasıydı. Türkiye ve KİK üye ülkelerinin (Bahreyn, Katar, Kuveyt, Suudi Arabistan, BAE ve Umman) dünya ile toplam ticaret hacimlerinin 2.4 trilyon dolar seviyelerinde olduğu Ticaret Bakanlığı tarafından açıklanmıştı. Müzakerelerin ikinci turunda netleşmiş bir çerçeve ortaya çıkarsa dünyanın en büyük serbest ticaret alanlarından birinin oluşturulmasına bir adım daha atılmış olacak. Bunun dışında da Türkiye'nin KİK üyeleriyle yaptığı anlaşmalar ve sermaye iş birliği sayısı oldukça fazlaydı.

BAE İLE ANLAŞMALAR YILI

Uzun süre inişler ve çıkışlarla ilerleyen Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ilişkilerinin ardında aynı bölgesel yayılmacı planlar, aynı bölgedeki rantın paylaşımı kavgası var.

Bu çelişki ve çatışmaların yarattığı gerilimin dozu; BAE ve Suudi Arabistan’ın, Türkiye'nin en önemli bölgesel müttefiklerinden Katar’a uyguladığı ambargoyu 2021’de kaldırmasının ardından düşmeye başladı ve ilerleyen süreçte BAE ve Türkiye arasında çeşitli ekonomik iş birliği anlaşmaları imzalanmaya başladı. 2021’de BAE Devlet Başkanı Al Nahyan'ın Türkiye ziyareti sırasında 9 yatırım anlaşması imzalandı. Abu Dabi Kalkınma Holdinginden 10 milyar dolarlık fon tahsis edildi. Erdoğan da 14 Şubat 2022’deki Abu Dabi ziyaretinde 13 anlaşmaya imza atarken “Türkiye-BAE ilişkisinde yeni bir dönemi başlattık” dedi.

Erdoğan, 19 Temmuz 2024’te para arayışı için çıktığı Körfez turunun son durağı olan BAE’de enerji, ulaştırma, altyapı, inşaat başta olmak üzere 50.7 milyar dolarlık 13 anlaşma imzaladı. Öte yandan 22 Nisan 2024’te Erdoğan’ın Irak’a gerçekleştirdiği ziyarette Kalkınma Yolu Projesi kapsamında Türkiye, Irak, Katar ve BAE arasında İş Birliği Mutabakat Zaptı imzalandı.

Ekim 2024 itibarıyla Türk inşaat şirketlerinin BAE'de tamamladığı 145 projenin karşılığı ise 13.2 milyar dolar oldu. Yine aynı yıl Abu Dabi merkezli yatırım şirketi ADQ, Bank Audi liderliğindeki grupla anlaşarak Odeabank’ın yüzde 96’lık hissesini satın aldı. Mapa ve Limak'ın dahil olduğu konsorsiyumun BAE’de aldığı 6 milyar dolarlık metro projesi ise en büyük ihale oldu.

2007’den bu yana özelleştirilme kapsamında bulunan İzmir Alsancak Limanının yüzde 50’sinin BAE’li Abu Dhabi Port’a devri için el sıkışıldığı da dile getirilen iddialar arasında.

SUDAN-BAE ARASINDA ARABULUCULUK

2024’e gelindiğinde siyasi anlaşmaların da yolu açıldı. AKP bölgede NATO'nun arabulucusu rolünü farklı yönleriyle üstlenmeye devam etti. Otuz yıllık diktatör Ömer Beşir’in devrilmesinin ardından başlayan iç savaş nedeniyle binlerce sivilin hayatını kaybettiği Sudan’da ordu ve Hızlı Destek Güçleri (HDK) iç savaşın taraflarını oluşturuyor. Mısır ve Suudi Arabistan bu savaşta Sudan ordusunu; BAE ise HDK’yi destekliyor. Mısır Sudan’dan doğan Nil Nehri’nden gelen suyun paylaşımında Etiyopya ile sorun yaşarken Sudan ordusundan destek görüyor. Sudan’da buğday ekimi yapan Suudi Arabistan ise ülkenin topraklarını ve yer altı sularını sömürüyor. BAE ise Yemen’de Husilere karşı verdiği savaşta en büyük desteği HDK’den alırken karşılığında cephane ve silah sağlıyor.

Bugüne kadarki arabuluculuk çabalarından sonuç çıkmazken en son Erdoğan, Suriye ordusunu temsil eden el-Burhan ile telefon görüşmesi gerçekleştirdi ve Sudan yönetimi ile BAE arasında arabuluculuk yapmayı önerdi. Bu öneri taraflarca kabul edildi ancak henüz somut adım atılmadı.

KATAR İLE İLİŞKİLER SIKILAŞIYOR

Türkiye’nin 2024’te önemli iş birliği yaptığı ülkelerden biri de Katar oldu. Doğrudan Avrupa’ya uzanan boru hatları olmasa da Katar’ın dünyanın en büyük LNG (sıvılaştırılmış gaz) ihracatçılarından biri. Doğal gaz boru hattı projesiyle gündeme gelen Katar-Türkiye ilişkileri; Türkiye’nin finansman ihtiyacı karşılığında verilen tavizlerin izini taşıyor. Katar sermayesine yapılan arazi ve fabrika satışları, başta Türk Telekom olmak üzere kamu elindeki şirketlerin kelepir fiyata Katarlı şirketlere satılması, askeri sanayi ortaklıkları ve banka devirleri… Halka ait kaynaklar yağmalanırken milyarlarca dolar şirketlerin kasasına aktı. Bunlar karşılığında Türk inşaat şirketlerine de Katar pazarı açıldı.

2021'de 140 milyon dolar karşılığında Antalya Limanı’nın işletme hakkı 2047 yılına kadar Katarlı QTerminals şirketine devredildi. Karşılığında Nurol, Gama, Gersan, Samko, Doğuş gibi Türk şirketleri Katar’da inşaat ihaleleri aldı. Türkiyeli şirketlerin aldığı en büyük ihalelerden biri 10 milyar lira ederindeki tuz fabrikası idi. Fabrika için Atlas Yatırım, Katarlı iki şirketle birlikte konsorsiyum oluşturdu.

2024’te ise askeri ve siyasi alanlarda sermaye sahipleri ve sermayedarların elindeki devletler için önemli anlaşmalar imzalandı. 14 Kasım 2024’te yapılan Türkiye-Katar Yüksek Stratejik Komite Onuncu Toplantısı ile 8 anlaşma imzalandı. En çok dikkat çekeni savunma bakanlıkları arasındaki teknik ve askeri iş birliği anlaşmalarıydı.

UMMAN’DAN SIVILAŞTIRILMIŞ GAZ

Umman ve Bahreyn ile ilişkiler açısından da benzer gelişmeler yaşandı. 28 Kasım 2024’te Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Umman Sultanı Heysem bin Tarık huzurunda 10 anlaşma imzalandı.

Ordu Yardımlaşma Kurumu ve Umman Yatırım Otoritesi arasında ortak girişim kurulması ve Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası ile Umman Sultanlığı Merkez Bankası arasında mutabakat zaptı dikkat çekenleriydi. Enerji alanında yapılan anlaşmaya göre ise 2025 yılından itibaren BOTAŞ Umman'dan sıvılaştırılmış gaz tedarik edecek.

28-29 Ocak 2024’te Bahreyn’i ziyaret eden TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş da iki ülke arasında çeşitli alanlarda iş birliğini güçlendirmeye yönelik adımlar attıklarını duyurmuştu. Ayrıca 3 Mart 2024’te gerçekleştirilen Antalya Diplomasi Forumu’nda Bahreyn Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşlerden Sorumlu Müsteşarı Şeyh Abdulla Ahmed bin Hamad al Khalifa, Türkiye ile güvenlik ve askeri ilişkileri geliştirmek için yakın şekilde çalıştıklarını ifade etmişti.

AKP ve Mehmet Şimşek’in önümüzdeki süreçte Arap sermayesine daha fazla yönelmesi şaşırtıcı olmayacak. Yeni anlaşmaların, yeni siyasi iş birliklerinin eşlik edeceği bu süreç güç dengelerini yenilemek ve bölgeyi şekillendirmek isteyen emperyalistlere de “eşsiz fırsatlar” sunacak.

                                                               /././

BİRGÜN "Köşebaşı+Gündem" -26 Ocak 2025-

1980’lerden 2000’lere: Farklı iktidarlar, benzer programlar/Cumhuriyetçiler birleşmeli -Oğuz Oyan-

Bu sürece karşı Cumhuriyetçilerin örgütlenmesi ve toplumsal mücadelenin kitleselleştirilmesinden başka çare bulunmuyor. Elbette bu örgütlenme ve mücadele, siyasi öncülüğü gerektiriyor.

AKP 2001’de birdenbire kurulmadı. 1994’te Erdoğan’ın İstanbul BB Başkanı olmasından itibaren tezgâhta olan bir projeydi. AKP ve Erdoğan’ın 2002’de hızla merkezî iktidara taşınması da o kadar beklenmedik değildi. Çünkü emperyalizmin Türkiye’de ve bölgede yarım kalmış projelerinin hızla tamamlanması gerekiyordu. Birinci yarım kalan proje, 1980’lerde uluslararası sermayenin talepleri doğrultusunda Türkiye’yi yeni bağımlılık ilişkileri içine sokarak büyük bir ekonomik dönüşüme uğratma hamlesiydi. Bu hamle özellikle de özelleştirme programı bakımından yarım kalmıştı. İkinci yarım kalan şey ise, Ortadoğu’ya emperyalizmin çıkarları doğrultusunda yeni bir şekil verme hamlesinin I. Körfez Savaşında tam sonuca ulaşamamasıydı. İkinci bir Irak saldırısıyla bunun tamamlanması gerekiyordu ve bunu kolaylaştırmak için Türkiye’de mutemet bir iktidara ve Türkiye’den açılacak bir cepheye ihtiyaç duyuluyordu.

45. VE 25. YILDÖNÜMLERİNDE IMF PROGRAMLARI

Bugün 24 Ocak 1980 Kararlarının 45. yıldönümünüzdeyiz. 9 Aralık 1999’da IMF’ye sunulan Niyet Mektubu üzerinden de tam 25 yıl geçti. Aralarında 20 yıllık bir zaman farkı bulunan bu iki IMF programı arasında esaslı bir amaç farkı yoktu. İkincisi birincisini tamamlamaktaydı. 1 Ocak 2000’den itibaren yürürlüğe giren program kuşkusuz öncekinden çok daha kapsamlı ve sıkı tanımlanmış, hedeflerinin bitiş vadeleri daha kesin belirlenmişti. IMF ve Dünya Bankası (DB) geçmişten ders almıştı; Türkiye’nin işbirlikçi sınıfının herhangi bir ders aldığına dair bir belirti ise ortada yoktu.

Ancak birincisi, Türkiye’nin rotasını sanayileşme ekseninden dışa bağımlı bir ticari bütünleşmeye çevirmek bakımından daha teslimiyetçi yapıdaydı denilebilir. İkincisi uygulamaya girdiğindeyse sanayileşme vizyonu zaten çoktan geride kalmıştı; varolan sorunlara ise IMF ve DB olmadan da çare bulunabilirdi çünkü bir ödemeler dengesi krizi ortada yoktu. Ama Türkiye siyasetçisinin, bürokrasisinin ve sermayesinin, dış sopa olmadan işleri düzeltme iradesi ve becerisi kaybolmuştu. Uluslararası sermaye ve emperyalizm adına müdahil olan IMF/DB’nin ise, sorunları istikrara kavuşturmaktan öteye giden dönüştürme niyetleri bulunmaktaydı. Yabancı sermayenin nüfuzunu engelleyen KİT’lerin tasfiyesiyle, cari açık oranlarının patlatılarak ekonominin dış mali bağımlılığının yükseltilmesiyle… geri dönüşü olmayan teslimiyet/bağımlılık ilişkileri örülmekteydi.

1980’lerin IMF programı, 1980’lerin Washington Uzlaşısı’nın izini sürüyordu. 2000’lerin IMF programı ise 1999’da imzalanan Post-Washington Uzlaşısı doğrultusundaydı (Daha geniş bir karşılaştırma için Bkz.: Oğuz Oyan, “Neoliberal birikim rejiminin düzenleme aracı olarak özelleştirme”, Ö. F. Çolak (edi.), Yüzyılın Ekonomisi, Cilt III: İktisadi Gelişim ve Sektörler, Ankara: Efil Yayınevi, 2023, s. 388-440).

24 OCAK KARARLARINDAN 2000’LERE

1980’lerde Türkiye sanayileşmede henüz belli bir eşiği aşamamıştı. Komprador nitelikli TÜSİAD, işbirlikçi siyasetçiler ve IMF/DB elbirliğiyle yapılan ilk müdahale, bu eşiği aşmak üzere hazırlanan IV. Beş Yıllık Kalkınma Planını (1979-83) henüz 1980 öncesinde çöpe atmak biçiminde olacaktı.

Post-Washington uzlaşısı doğrultusundaki erken neoliberal dönüşümün uğrak noktalarıysa şunlardı:

■ Ücretlilerin ve çiftçilerin gelirlerinin reel olarak geriletilmesi; böylece gelir bölüşümünün çarpıcı bir hızla sermaye lehine bozulması.

■ İç talebin köklü olarak kısılması üzerinden sanayinin dış talebe yönelmeye zorlanması.

■ Hem faiz hem kurlarla oynanarak (yüksek reel faiz-düşük değerli TL eşleşmesiyle) ithalatı caydırıcı ihracatı teşvik edici politikalar uygulanması.

■ Arz Yönlü İktisat hevesleriyle devletin/bütçenin ekonomi içindeki payının köklü olarak daraltılması; bu bağlamda dolaysız vergilerin geriletilmesi; büyüyen bütçe açıklarının ise dolaylı vergilere, fonlara, iç borçlanmaya kaçışla telafisi.

■ Kamu yatırımlarının bileşiminin değiştirilmesi; 1980’lerin sonundan itibaren kamu yatırım harcamalarının köklü olarak kısılması; kamu başta olmak üzere üretken sektörlerden çıkılması; bütçeden KİT'lere kaynak tahsislerinin 1980 ortasından itibaren kesilmesi.

■ 1986’dan itibaren özelleştirme programının başlatılması (Gerçi özelleştirme koşulları hukuken, iktisaden, siyaseten henüz hazır olmadığından süreç 2002’ye kadar ağır aksaktır).

■ İthalatta efektif koruma oranlarının 1989 sonrasında hızla düşürülmesi ve mal ve sermaye dolaşımında dışa açıklık derecesinin tırmandırılması.

Dünya ile ticaret ekseninde bütünleşmeye zorlandıktan dokuz yıl sonra, 1989'da sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi üzerinden spekülatif sermaye akımlarına kucak açılacak ve Türkiye bu koşullarda 1990’lara adım atacaktır. 1990’lar, siyasetin ekseninin dinci-milliyetçi sağa kayması yanında bir sonraki IMF programına hazırlık dönemi olarak da yaşanacaktır. Siyaset ve bürokrasi ideolojik olarak bir neoliberal dönüşüme hazırlanacaktır.

IMF ile Aralık 1999’da imzalanan stand-by düzenlemesi, istikrar programından ziyade yapısal ve kurumsal dönüştürmeleriyle anılacaktır. Yapısal dönüşümler tarımda ve KİT’lerin tasfiyesinde en radikal biçimlerini alırken, finans sektörü ve kamu maliyesine de uzanacaktır. Özelleştirmeler AKP döneminde görülmemiş bir hızda ve tam bir talan mantığıyla götürülecektir. Çeşitli düzenleyici kurumların kurulması, bunlara ve Merkez Bankasına Hükümete göre özerk bir yapı kazandırma çabaları da (çok uzun soluklu olmasa da) döneme damgasını vuracaktır. AKP’nin 2008 yılında IMF programı son bulduktan sonra bile 2015’e kadar bu programa sadık kalması, kalkınmacı ve kamucu bir anlayışa hiç sahip olmamasındandır. Sonrasında, kaynak girişlerinin aksamasıyla birlikte AKP tarzı bir yalpalama dönemine girilecek ama bölüşümde emek aleyhine bozulma derinleşerek sürecektir.

SONUÇ

24 Ocak 1980 Kararlarının uygulanabilmesi için 12 Eylül askerî faşizmine ihtiyaç duyuldu. 2000 programının uygulanabilmesi için ilk tökezlemede DB başkan yardımcısı gönderildi ama yetmedi, siyasal İslamcı bir partinin kuvvetli bir din istismarı eşliğinde iktidara taşınması gerekti. Dünyada düşük faizli kaynak bolluğunun yardımıyla istikrar programının halk üzerindeki yükü kısmen hanehalkının borçlanma imkânlarının büyütülmesiyle aşıldı.

Şimdi Haziran 2023’ten itibaren yeniden örtük bir IMF programı yürürlükte. Dinci-milliyetçi despotizm, geniş emekçi kitlelere kısa sürede çok ağır yükler bindirilmesini sancısız yapabilmek istiyor, ancak ellerindeki ikna araçları tükeniyor. Paçalardan akan yolsuzluklar ve giderek tırmandırılan yoksulluk artık bu iktidarın toplumla arasındaki köprüleri atıyor. Ne din istismarı ne Suriye avuntusu vs artık kesmiyor. Bu koşullarda üç Y’nin üçüncüsüne yani “yasaklara” daha fazla alan açmak gerekiyor; giderek yerleşen İslamo-faşizmin daha sert önlemlerle alana çıkması şart oluyor. Bir süredir muhalefet üzerinde yoğunlaşan yargı-kolluk baskıları ve kumpasları tam da buna karşılık geliyor. Demek ki bu yolda ısrarlı olunacaktır. Özellikle de Kartalkaya faciası gibi siyasi cürümlerinin sorumluluğundan kurtulmak için. Üstelik bu artık geçici bir durum olmayacak. Yani “demokrasi bir başka bahara” halinde bile değiliz. Siyasi münavebeyi kendisi için sadece siyaseten değil birikmiş cürümleri nedeniyle hukuki olarak da bir ölüm fermanı gibi gören bir siyasetin iktidara tırnaklarını geçirmesi durumuyla karşı karşıyayız.

Bu nedenlerle dozu giderek tırmanan, sadece muhalefete değil gerçekleri dile getiren, eleştirel tutum takınan her çevreye, başta medya ve siyasilere misliyle vuran, hatta vicdanını dinleyen kendi yargı mensuplarına/bilirkişi heyetlerine engelleme getiren… neo-faşist rejim pekişiyor. Uğur Mumcu’ların değeri de tekrar tekrar anlaşılıyor.

Bu sürece karşı Cumhuriyetçilerin örgütlenmesi ve toplumsal mücadelenin kitleselleştirilmesinden başka çare bulunmuyor. Elbette bu örgütlenme ve mücadele, siyasi öncülüğü gerektiriyor.

                                                               /././

‘Turpun büyüğü’ heybeden çıktı: Muayene ücretlerine %500 zam -Osman Öztürk-

Resmi Gazete’de dün yayımlanan Sosyal Güvenlik Kurumu Sağlık Uygulama Tebliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Tebliğ ile hekim ve diş hekimi   muayene   katılım paylarına  %200 ile %542.8 oranlarında zam yapıldı.Tebliğle “İkinci basamak resmi sağlık hizmeti sunucularında” daha önce 6 TL olan muayene katılım payı 20 TL’ye; “Sağlık Bakanlığına bağlı eğitim ve araştırma hastaneleri ile bu hastanelere bağlı semt polikliniklerinde” ve “Sağlık Bakanlığınca üçüncü basamak hastane olarak basamaklandırılan Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerde” daha önce 7 TL olan muayene katılım payı 45 TL’ye; “Diş hekimliği fakülteleri bulunan Devlet/vakıf üniversite hastaneleri”, “Tıp fakülteleri bulunan Devlet üniversiteleri sağlık uygulama ve araştırma merkezleri” ve “Tıp fakülteleri bulunan vakıf üniversiteleri sağlık uygulama ve araştırma merkezlerinde” daha önce 8 TL olan muayene katılım ücreti 45 TL’ye; “İkinci ve üçüncü basamak özel sağlık hizmeti sunucularında” daha önce 15 TL olan muayene katılım payı 50 TL’ye çıkarıldı.

Böylece muayene katılım paylarına genel hizmet veren devlet hastanelerinde %233.3, eğitim ve araştırma hastanelerinde %542.2, üniversite hastanelerinde %462.5, özel hastanelerde ise %200 zam yapılmış oldu.

Tablo: Muayene Katılım Ücretleri 

‘MUAYENE KATILIM PAYLARI’ NEYDİ, NE OLDU?

“Ayaktan tedavide hekim ve diş hekimi muayenesi” için katılım payı alınması ilk olarak 31 Mayıs 2006’da kabul edilen 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 68. maddesinde düzenlenmiş ve 2 TL olarak belirlenmişti. Kanunda daha sonra yapılan değişikliklerle bu miktarı on katına kadar arttırmaya Sosyal Güvenlik Kurumu yetkili kılınmıştı.

MUAYENE KATILIM PAYLARI

son tebliğden önce devlet hastanelerinde 6 TL, eğitim ve araştırma hastanelerinde 7 TL, üniversite hastanelerinde 8 TL, özel hastanelerde 15 TL olarak uygulanıyordu.

Son olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 9 Ocak 2025 günü kabul edilip 15 Ocak 2025 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 7538 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile muayene katılım payı 2 TL’den 20 TL’ye çıkarılmış ve Sosyal Güvenlik Kurumuna gene bu miktarı on katına, yani 200 TL’ye kadar arttırma yetkisi verilmişti. Sosyal Güvenlik Kurumu dün yayınlanan tebliğle bu yetkisini kullanarak muayene katılım paylarına %200 ile %542.8 oranlarında zam yapmış oldu.

ÖZEL GENE KAYIRILDI

Yeni düzenlemeyle muayene katılım paylarına üniversite hastanelerinde %462.5 oranında, eğitim ve araştırma hastanelerine %542.8 oranında zam yapılırken en düşük zam oranı ise %200 ile özel hastanelerde gerçekleşti.

Böylece daha önce özel hastanelerdeki muayene katılım payı eğitim ve araştırma ile üniversite hastanelerinin yaklaşık iki katı iken aradaki fark onda bire düştü.

Sosyal Güvenlik Kurumunun özel hastanelerdeki muayene katılım paylarına da eğitim ve araştırma ile üniversite hastanelerine yaptığına benzer oranda zam yapması halinde 90 TL’nin üzerine çıkması gerekiyordu. Ancak özel hastanelerdeki muayene katılım payları özel hastanelerin kasasına değil Sosyal Güvenlik Kurumuna gidiyor. Özel hastaneler ise hem Sosyal Güvenlik Kurumundan aldıkları tahsilatlar hem de hastalardan “ilave ücret” adı altında aldıkları fahiş bıçak parası ile kâr ediyorlar. Kamu hastaneleri ile özel hastanelerdeki muayene katılım payları arasındaki fark açıldığında özel hastanelere hasta müracaatlarının ve dolayısıyla kazançlarının azalması ihtimali gözetilerek zam oranının sınırlı tutulduğu anlaşılıyor.

AİLE SAĞLIĞI ‘SEVK’ MERKEZİ

Dün yayımlanan tebliğde “Sağlık Bakanlığı tarafından sözleşme imzalanmış, görevlendirilmiş veya yetkilendirilmiş aile hekimlerinden, sağlık hizmeti sunucularına sevk edilerek yapılan hekim ve diş hekimi muayenesi nedeniyle uygulanacak katılım payı %50 oranında azaltılarak tahsil edilir” hükmü de yer aldı.

Böylece aile hekiminden sevk ile devlet hastanesine giden hastalar 20 TL yerine 10 TL, eğitim ve araştırma ile üniversite hastanelerine gidenler 45 TL yerine 22.5 TL, özel hastanelere gidenler ise 50 TL yerine 25 TL muayene katılım payı ödeyecek. Bu durumda hastaneye gidecek hastaların yoğun olarak önce aile hekimlerine müracaat edip sevk almak istemeleri bekleniyor.

Düzenlemenin “Dünyanın en iyi sağlık hizmetini biz veriyoruz” diyen ve sürekli olarak hasta sayılarının artması ile övünen Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu’nun hastanelerde istiap haddini aşan kışkırtılmış sağlık talebini aile hekimliklerine yönlendirme politikasıyla uyumlu olarak gerçekleştirildiği görülüyor.

Aile hekimleri uygulamayla birlikte Aile Sağlığı Merkezlerinin “Sevk Merkezleri”ne dönüşmesi ve aile hekimlerinden alınan bazı raporların paralı hale getirilmesiyle bu kurumlarda şiddetin artacağından endişe duyuyor.

                                                        /././

Seçmeli dersler gerçekten seçmeli mi?-Feray Aytekin Aydoğan-

Öğrencilerin dini içerikli dersleri seçmemesi sonucu MEB eliyle, çocukları din derslerini seçmesi için yönlendirmeye çalıştılar. Ancak bundan da sonuç alamayan MEB, müdahaleyi artırdı. Eylül 2024’te yapılan değişiklikle dersler gruplandırılırken her gruptan en az bir dini içerikli ders seçme zorunluluğu getirildi. Öğrenciler, dini içerikli dersleri “seçmek” zorunda bırakıldı.

Eğitimde temel başlıklardan biri laik ve bilimsel eğitimde yaşanılan tahribat başlığı. Özellikle 2012 4+4+4 eğitim sistemi değişikliği ile laik, bilimsel eğitim tahribatı hız kazandı.

2000’li yılların başından itibaren imam hatip liselerinin sayısı hızla artırıldı, 4+4+4 sistem değişikliği ile imam hatiplerin ortaokul kısımları da açıldı, okul dönüşümleri ile çok sayıda mahallede çocuklara imam hatip ortaokulu dışında seçenek bırakılmadı. Hafızlık eğitimi adı altında zorunlu eğitim süreci fiilen 4 yıla düşürülerek ilkokuldan itibaren mescit okullarda zorunlu tek alan haline getirildi. Genel seçim sonrası yönetmelik değişikliği ile okul öncesinde de mescit zorunlu alan olarak tanımlandı.

Liseye geçişte sınav sistemi değişiklikleri ile akademik liselerin sayısı, kontenjanı azaltıldı, imam hatip liselerinin sayı ve kontenjanı ise hızla artırıldı. Örneğin geçtiğimiz yıl akademik liselerin kontenjanı 5620 azaltılırken imam hatip ve meslek liselerinin kontenjanı 2016 artırıldı. Öğrencilerin yerleşebileceği akademik liseler yetersiz olduğu için merkezi sınavla ve adrese dayalı yerleştirme ile istediği okul türlerine yerleşemeyen öğrencilere imam hatip dışında seçenek bırakılmadı. İmam hatip liselerinin tamamına yakını proje okulu haline getirilerek, Anadolu fen imam hatip, Anadolu sosyal bilimler imam hatip, Anadolu yabancı diller imam hatip gibi okul türleri “icat edilerek” merkezi sınavla öğrenci alan çocuklar için imam hatipler mecburi yerler haline getirildi.

DARBECİLERİN SİYASİ MİRASÇILARI

4+4+4 sistemi ile hız kazandırılan başlıklar arasında seçmeli adı altında din derslerinin zorunlu hale getirilmesi politikası yer aldı. Din dersi zorunluluğu 80 darbesinin ürünüydü. “Darbecilerle hesaplaşacağız” diyen siyasi iktidar seçmeli adıyla din dersi saati sayısını artırarak darbecilerin siyasi mirasçısı olduğunu deklare etti, bu uygulamayı daha da hızlandıracak değişiklikleri son genel seçim sonrası hızlandırdı.

Yönetmelik ile zorunlu dersler azaltıldı. Seçmeli dersler adıyla dini içerikli derslerin haftalık ders dağıtım çizelgelerindeki ağırlıkları artırıldı.

Öğrenciler tüm bu dayatmalara rağmen dini içerikli dersleri seçmeyince Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) eliyle okul idareleri mevzuatla verilen geniş yetkiler doğrultusunda ders seçim süreçlerine müdahale etmeye, öğrencileri dini içerikli dersleri seçmeye yönlendirmeye çalıştılar.

MEB’in, Diyanet’in merkezi ve taşrada bulunan bazı birimleri, vakıf, dernek adıyla tarikat yapılarının da sürece katılmasıyla ders seçme sürecine ilişkin müdahaleler yaygınlaştırıldı.

MÜDAHALE ARAÇLARI ARTIRILDI

Dini içerikli derslerin seçim sürecinde istediği sonucu alamayan MEB Talim ve Terbiye kararlarını kullanarak ders seçimine müdahale araçlarını artırdı. 2024 Eylül’de yapılan değişiklikle dersler gruplandırıldı ve öğrencilere her gruptan en az bir dini içerikli ders seçme zorunluluğu getirildi. Tüm öğrenciler “Din, Ahlak ve Değer” adı verilen dini içerikli dersleri “seçmek” zorunda bırakıldı.

2025-2026 eğitim-öğretim yılı için ders seçimi önümüzdeki günlerde başlayacak. MEB ve MEB’e bağlı birimler, bazı okul idareleri, tarikat yapıları başta olmak üzere öğrenciler ders seçme sürecine ilişkin müdahaleler, baskılarla karşı karşıya kalacak.

‘PARASIZ TEK EĞİTİM, DİN EĞİTİMİ’

İstanbul Kartal’da Yakacık’ta mahalledeki tek ortaokulun imam hatibe dönüştürüldüğü günlerde bu dayatmaya karşı çıkan bir velinin cümleleri yaşatılan durumun özetiydi: “Ülkemizde parasız ulaşılabilen tek eğitim din eğitimi. Kızım doktor olmak istiyor ve sınavlarda başarılı olması için başta Fen, Matematik ve Türkçe dersleri olmak üzere desteğe ihtiyacı olduğunda bu dersleri parayla satın almak zorunda kalıyoruz.”

MEB dini içerikli dersleri zorunlu hale getirerek, çocukların nitelikli, akademik, bilimsel eğitim haklarını engelleyerek velileri özel okullara, özel kurslara mecbur bırakıyor, çocukların eşit, nitelikli, parasız, akademik, bilimsel eğitim hakkını ellerinden alıyor. Yoksulluktan kaynaklı eşit, nitelikli, bilimsel eğitim hakkına erişemeyen, bir hak olmaktan çıkarılan eğitimi parayla satın alamayan öğrencilerin ise okul terkleri artıyor, çocuk işçiliğine, çocuk yaşta evliliklere, tarikat yapılarına, yurtlarına veya istemedikleri okul türlerine mecbur bırakılıyor.Önümüzdeki günlerin temel mücadele başlıklarından biri de seçmeli ders adıyla dini içerikli ders zorunluluğuna karşı çocukların ders seçme özgürlüğüne sahip çıkma mücadelesi olacak.

                                                               /././

Hrant’ı anarken: Sınıf, etnisite ve sosyalistler -Şükrü Aslan-

Sınıf ve etnisite ilişkisi, marksist teorinin ortaya çıkışından başlayarak sosyalistlerin düşünce dünyasının en meşakkatli meselelerinden biri olmuştur. Modern teorinin kuruluşunda ‘etnisite’, özel önemi olan bir konu değildi. Başka bir deyişle ‘geçip gidecek olana’, eskiye ya da geleneksele ait bir durumdu. Yıllar boyu devam eden bu düşünsel-siyasal eğilimin etkisiyle sosyalist gelenekler, çevrelerinde meydana gelen etnik temizleme pratiklerini genelde tartışma konusu yapmamışlardı. Türkiye’de sosyalist/komünist partilerin de, coğrafyalarında vuku bulmuş onlarca kitlesel kıyıma dair uzun yıllar ciddi bir tutum almamış olmaları da bundandı.

Oysa kapitalist modernleşmenin üzerine oturduğu siyasal zemin tam da etnisiteyi esas alan ‘milliyetçi’ düşünceyle ilgiliydi ve bu tutum politik olarak ‘ulus’un çevresindeki etnisiteleri asimile ya da tasfiye etme politikalarını daima canlı tutmuştu. Modernleşme sürecinin aynı zamanda bir ‘soykırımlar çağı’ olmasının nedeni de esas olarak buydu. Dolayısıyla sosyalist hareketlerin tezi, teorik olarak herkesi kurtaracak ‘sınıfsal kurtuluş’ hassasiyetine dayanıyor olsa da pratikte milliyetçi kitlesel kıyımlara karşı ilgili devletlerin memnun kaldıkları bir ‘sınır’ içinde kalıyordu.

∗∗

Ayrıca sosyalist gelenekler fark etmemiş olsalar da, kapitalist iktidarlar ‘sınıf’ı bile milliyetçi bağlamda örgütlemek yani emeği de ‘millileştirmek’ için özel bir mesai harcamışlardı ve Türkiye bunun örneklerinden biriydi. 1922’de Ankara hükümeti tüm alanların milli kimliğe uygun olarak dizayn edilmesi politikasına bağlı olarak emek alanını da ötekilerden temizlemeye başlamıştı. Bunun için başvurulan yol, şirketlerin millileştirilmesi ve istihdam yapısının yeniden kurulmasıydı. Birincisi kadar ikincisi de özel politikanın konusuydu. Bunun bir örneği olarak 1923’de yabancı şirketlerle Türk uyruklu olmayan personel istihdamının önüne geçilmesine dair yeni sözleşmeler yapılmıştı. Bu politikalarla özellikle Rumlar ve Ermeniler hedeflenmiş, Müslüman olmayan çok sayıda işçi, o yıllardan başlayarak hızla işini kaybetmişti. Ulus devlet inşasının daha ilk yıllarında işgücünün etnik-dinî kompozisyonun dönüşümü oldukça hızlıydı. Mesela 1920 yılının ilk aylarında tramvay sektöründe çalışan 1655 kişinin yüzde 68’i Müslüman, yüzde 35’i gayrimüslim ve yüzde 2’si yabancılardan oluşuyordu. 1923 yılı sonlarına gelindiğinde Müslüman personel sayısı yüzde 90,5’e yükselmiş, ötekiler adeta silinmişti.

∗∗

Bir ‘Türk/Müslüman işçi sınıfı yaratma’yı hedefleyen Cumhuriyet, 1923’de dönemin Nafia Vekâleti aracılığıyla, elektrik sektöründe Müslüman memurların istihdam edilmesi şartını, belediyelerle ve ilgili devlet kurumlarıyla sözleşme yapan şirketlere dayatmıştı. Eğer bu şirketler Rum, Yahudi ve Ermeni memur istihdam etmeye devam ederlerse, kendileriyle yapılmış sözleşmelerin feshedileceği de tebliğ edilmişti. Hatta 1924’de Nafia Vekaleti, ‘yabancı sermaye’ ile işletilen ve kamu hizmeti üreten şirketlerden çalıştırdıkları işçilerin isimlerini, uyruklarını, etnik ve dini kimliklerini ve pozisyonlarını ihtiva eden listelerin gönderilmesini de istemişti. Bu politika beklenen neticeleri göstermiş olacak ki 1936’da Silahtarağa Elektrik Santralını gezen İzzettin Muhittin Apak, 150 çalışandan ikisi hariç herkesin halis Türk çocukları olduğunu memnuniyetle yazmıştı. O yıllarda bu politikalar tüm sektörlere yayılmış ve emeğin ‘millileştirilmesi’ çabaları, yeni rejimin arzusuna uygun bir karşılık üretmişti.

Bugün geriye dönüp baktığımızda sosyalist geleneklerin, tıpkı politik sistemler gibi kendi geçmişleriyle köklü bir yüzleşme ihtiyacı bulunmaktadır. Bu yüzleşmenin ilk adımı ise tam da bu geleneklerin ‘sınıf’ ve ‘etnisite’ ilişkisine dair geliştirdikleri, daha doğru ifadeyle geliştiremedikleri siyasal yaklaşımıyla ilgili olmalıdır. Böylece hem geçmişte büyük ölçüde etkisinde kaldıkları bir tür siyasal görememe halini tedavi edebilir, hem de geleceğe yeni ve çoğul perspektiften bakma imkânını üretebilirler. Bu, her şeyden önce emek alanından (ve hayattan) tasfiye edilmiş ötekilere saygının bir gereğidir.

                                                               /././

Ersoy’un eski çalışanı, Ersoy adına Ersoy’a izin vermiş! - Bahadır Özgür / duvaR

78 vatandaşın yaşamını yitirdiği facia ile ilgili hiçbir sorumluluk kabul etmeyen Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un yeni projesinin altındaki imza da eski ETS Tur danışmanı olan, Yatırım ve İşletmeler Genel Müdürü Neşe Çıldık’a ait. Yani otelci Ersoy başvuruyor; Bakan Ersoy adına, otelci Ersoy’un eski çalışanı olan Bakan Ersoy’un yeni müdürü izni veriyor.

Grand Kartal Oteli’ndeki 78 vatandaşın yaşamını yitirdiği yangın sonrası hiçbir sorumluluğu kabul etmeyen Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’la alakalı skandalların ucu bucağı kesilmiyor. Daha önce kendine teşvik vermişti. Şimdi de ormanlık alana kuracağı Maxx Royal Bodrum için izin belgesinin altındaki imza tanıdık çıktı. Daha önce ETS Tur’da yatırım danışmanlığı yapan, şu an Turizm Bakanlığı Yatırım ve İşletmeler Genel Müdürlüğü koltuğunda oturan Neşe Çıldık, Bakan Ersoy adına Bakan Ersoy’a izin vermiş.

Bolu’da artık ‘toplu bir cinayet’ olduğu iyice açığa çıkan facia sonrası Turizm Bakanlığı’nın en önemli makamlarından birisinde, Bakan Ersoy’un eski danışmanının oturduğunu öğrendik. Otel yatırımları için gerekli izinleri onaylayan bu kişi Neşe Çıldık. Cumhurbaşkanlığı Kararı ile 2018 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Yatırım ve İşletmeler Genel Müdür Yardımcı olarak atandı. Daha sonra genel müdür oldu. Çıldık öncesinde Bakanlık bünyesinde çalışmış, emekli olmuş ve ETS Tur’da, Ersoy’a en yakın isim olarak danışmanlık yapmış. Atama yapıldığı gün medyada yer bulan özgeçmişinde şöyle yazıyor: “ETS Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Ersoy’un Maxx Royal Otel zincirlerinin turizm yatırım ve planlama çalışmalarındaki danışmanı” olduğu belirtiliyordu.

Neşe Çıldık

Neşe hanımla ilgili internet arşivinde son görevi dışında hiçbir bilginin bulunmaması da ilginç doğrusu. Böylesine kariyerli, sektöre yıllarını vermiş bir isimle alakalı başka hiçbir bilgi bulunmuyor.

MAXX ROYAL BODRUM PROJESİNİN ALTINDAKİ İMZA

İşte bu ‘gizemli’ bürokratın son önemli imzalarından birisi yine tartışmalı bir proje ile alakalı. Sürpriz değil. Bu proje de Turizm Bakanı Ersoy’un şirketine ait.

Voyag Turizm Otelcilik İşletmesi İnşaat Sanayi AŞ. Bodrum’un yine el değmemiş bir bölgesinde Maxx Royal Bodrum Oteli’ni kurmak istiyor. 2014 yılında başvurular başlıyor. ‘ÇED gerekli değildir’ kararı veriliyor. Ancak mahkeme iptal ediyor. Buna rağmen çalışmalar sürüyor. 2019 yılında ‘halk katılım toplantısı’ yapılıyor. Şubat 2024’te yeni ÇED dosyası sunuluyor. Temmuz 2024’te de nihai ÇED raporu oluşturuluyor ve ardından ‘ÇED gerekli değildir’ kararı alınıyor.

Elbette Bodrumlular oldukça tepkili ve Eylül 2024’te de TMMOB, Bodrum İlçe Koordinasyon Kurulu kararını yargıya taşıyor. 20 yıldır burasının inşaata açılmaması için mücadele veriliyor zaten. Çünkü doğal SİT alanı ve ormanın içinde. Geçen yılın sonunda bütçe görüşmeleri esnasında Meclis’te İYİ Parti Milletvekili Metin Ergun bu projeyi Ersoy’a sordu. Ersoy ise kendisini şöyle savundu: “Burası için Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2005 yılında (Eski Kültür ve Turizm Bakanı Erkan Mumcu döneminde) ihaleye çıkmış. İhaleye, en yüksek teklifi benim firmam verdiği için, bende kalmış, 2006 yılında ihale bittikten sonra bize, ön izin verilmesi talebini yapmışız. Ne yapmışlar? Bize de 2006 tarihinde ön izin vermişler. Ek tahsis başvurusunu da Bakan olmadan 5 ay önce yaptım.”

Yani Ersoy, Bakanlık yetkisini kullanmadığını ileri sürüyor. Ancak ÇED başvuru dosyasına bakıldığında Kültür ve Turizm Bakanlığı adına verilen izinlerin altındaki imza eski çalışanı Neşe Çıldık’a ait. Üstelik de imzayı, Ersoy adına atmış.

Tekerleme gibi skandal yani: Otelci Ersoy başvuruyor; Bakan Ersoy adına, otelci Ersoy’un eski çalışanı olan Bakan Ersoy’un yeni müdürü imzalıyor!

Dünyada şunun bir benzeri var mıdır? Yıllardır gözümüzün önünde cereyan eden bu alışveriş için ‘çıkar çatışması’ demek bile hafif kalıyor.

Bahadır Özgür / duvaR

İktidarda kalmak için tüm tuşlara bastı: Saray topyekûn saldırıya geçti -BİRGÜN

Siyasetçisinden avukatına, belediye başkanından sanatçısına dek her kesime operasyon furyası başlatıldı. Kriminalize etmeye çalıştıkları Gezi Direnişi bir “yargı sopası” haline getirilirken topluma gözdağı verildi.

İktidarda kalmak için tüm tuşlara bastı: Saray topyekûn saldırıya geçti                  İktidar her fırsatta Gezi'yi kriminalize etmeye çalışıyor. (Fotoğraf: Depo Photos

Toplumsal rızayı alma şansı kalmadığını anlayan Saray yönetimi tüm tuşlara bastı. Siyasetçisinden sanatçısına, avukatından belediye başkanına dek önünde engel gördüğü tüm kesimlere yönelik kapsamlı bir hamlenin kapısını açıtı. Yargı sopası bir kez daha ele alınırken son operasyon Gezi Direnişi bahanesiyle kültür sanat  camiasına yapıldı.

Menajer Ayşe Barım hakkında Gezi Parkı eylemlerine iştirak ettiğine dair yazılı ve görsel basında yer alan iddialar sebebiyle re'sen soruşturma başlatıldı. Barım, 'Türkiye Cumhuriyeti'ni ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme' suçlamasıyla gözaltına alındı.

AMAÇLARI TOPLUMU TAMAMEN SİNDİRMEK

Soruşturma kapsamında yapılan araştırmalarda, firari sanık Mehmet Ali Alabora'nın bir başka kişiyle yaptığı tape görüşmesinin içeriğinde, Gezi Parkı odaklı olaylarda sanatçılara Gezi Parkı'nda bildiri yayınlanması konusunda fikir alışverişinin yapıldığı ve hayata geçirildiği iddia edildi. Barım'ın, Gezi Davası'nın sanıklarından Osman Kavala, Çiğdem Utku Mater ve Mehmet Ali Alabora'yla olaylarla ilgili yoğun iletişiminin olduğu, menajerliğini yaptığı sanatçıları Gezi Direnişi'nin başlangıç tarihi olan 2013'te olaylara katılması için yönlendirmeler yaptığı, kendisinin de bu oyuncularla olaylara katıldığı öne sürüldü. Ayrıca soruşturma kapsamında  oyuncu  Rıza Kocaoğlu ve Mehmet Günsür de ifade için İstanbul Adalet Sarayı'na getirilerek burada ifadeleri alındı. Gözaltılara sosyal medyadan tepki yağdı. Demokratik kitle örgütleri, “Tek adamın karanlığına teslim olmayan milyonlarız” denildi. Oyuncu  Levent Üzümcü ise "Bizler hayatı çarçur edilecek insanlar değiliz" dedi.

İktidarın başlattığı operasyonları BirGün’e değerlendiren gazeteci, film eleştirmeni Şenay Aydemir şu ifadeleri kullandı: “Bu sürecin birçok ayağı var.  İktidar, milyar dolarlık dizi sektörüne müdahil olmak ve çizgi çekmek istiyor. Oyuncuların Gezi olayıyla bağlantılı ifadeye çağrılması tamamen siyasi bir durum. Rejim, toplumdan kazanamadığı rızayı zorla inşa etmeye çalışıyor. Nasıl barolara yaptıysa, gazetecilere yaptıysa, meslek odalarına yaptıysa burada da bunu yapmaya çalışıyor.  Kamuoyunda etkili olan ve toplumsal politikalarda davranış alan figürlere sınır çizmek istiyor. Gezi davası aslında hukuki bir süreç değildi; bu, tamamen siyasiydi. Bugün, zayıf halkalar hedef alınıp adım adım ilerleyen bir süreç işletiliyor. Popüler kültür çizgi çekimi için, güçlü ve etkili isimler üzerinden toplumu korkutmak ve sindirmek istiyorlar.”

                                                Gezi'ye katılan sanatçılar iktidarın hedefinde.

                                                              ∗∗∗

İDDİALAR YALANLANMIŞTI

Sektörde tekelleşmeye neden olduğu iddialarıyla gündeme gelen ID İletişim'in kurucu ortağı Ayşe Barım ile ilgili 10 Ocak'ta başlatılan soruşturmadan bugüne kadar çok sayıda gelişme yaşanmıştı. TV100 yazarı Fuat Uğur, Eylül 2024'teki yazısında Rekabet Kurumu'nun bazı yapım şirketleri ve ajanslara "kartelleşme ve piyasadaki hakimiyetlerini kötüye kullanma" gerekçesiyle baskın yapılacağını yazmıştı. Uğur, "TV kanallarında ve dijital platformlarda hep aynı isimlerin oynadığını, bir mafya sistematiği" olduğunu iddia etmişti.

ID İletişim, yaptığı açıklamada bu söylentileri yalanlayarak, iddiaları yargıya taşıdığını duyurmuştu. Ayşe Barım hakkında başlatılan soruşturma kapsamında 13 Ocak'ta yurt dışına çıkış yasağı konuldu. Oyuncu Serenay Sarıkaya, Ayşe Barım hakkında başlatılan soruşturma kapsamında "tanık" sıfatıyla 16 Ocak'ta ifade verdi. Oyuncu Deniz Işın'ın, Ayşe Barım hakkında başlatılan soruşturma kapsamında 21 Ocak'ta "mağdur" sıfatıyla ifadesi alındı. Oyuncu Işın, yer aldığı projeden Ayşe Barım tarafından cebir ve tehdit kullanılarak veya hukuka aykırı şekilde çıkarılmadığını iddia ederek, diğer arkadaşlarının da bu şekilde çıkarıldığına şahit olmadığını kaydetti.

∗∗

HER KESİME YÖNELİK OPERASYON FURYASI

Toplumun tüm kesinlerine yönelik topyekun saldırıya geçen Saray yönetiminin baskıları yalnızca sanat camiasına yönelik değil. Son bir ayda yaşananlar şöyle:

Belediyeler: CHP’li Esenyurt Belediyesi’ne kayyum atanmasının ardından Beşiktaş Belediyesi’ne yönelik de yolsuzluk operasyonu kapsamında Belediye Başkanı Rıza Akpolat tutuklandı. DEM Partili Akdeniz Belediyesi’nin eş başkanları da tutuklanırken belediyeye kayyum atandı.

Siyasi Partiler: Ezilenlerin Sosyalist Partisi üyeleri İstanbul, İzmir, Ankara, Eskişehir, Yalova ve Diyarbakır’da yapılan ev baskınlarında gözaltına alındı. Gözaltına alınanlar dün adliyeye sevk edilirken Ankara ve Bodrum’da gözaltılar protesto edildi. ESP, SKM ve SGDF'ye yönelik gözaltı saldırılarının AKP-MHP faşist iktidarının yeni bir saldırı dalgası olduğu belirtilen açıklamada, "SGDF devrimci demokratik bir örgüt olduğu ve gençlerin geleceğine sahip çıkan, halkların eşitliğini savunan bir örgüttür" denildi. Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ da “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçundan tutuklandı.

Avukatlar: İstanbul Barosu Başkanı İbrahim Kaboğlu ile Yönetim Kurulu üyeleri Rukiye Leyla Süren, Hürrem Sönmez, Ahmet Ergin, Metin İriz, Mehmedali Barış Beşli, Yelda Koçak Urfa, Fırat Epözdemir, Ezgi Şahin Yalvarıcı, Ekrem Bilen Selimoğlu ve Bengisu Kadı Çavdar’ın görevlerine son verilmesi ve seçim yapılması talebiyle İstanbul Asliye Hukuk Mahkemesi’nde dava açıldı. İstanbul Barosu Yönetim Kurulu üyesi avukat Fırat Epözdemir de önceki gün gözaltına alındı. Epözdemir’in 2024'te takipsizlikle kapanan bir soruşturma kapsamında gözaltına alındığı ortaya çıktı. Avukat Fırat Epözdemir’in gözaltına alınmasına tepki gösteren avukatlar dün Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’nde bir araya gelerek basın açıklaması düzenledi. 78 baronun toplu açıklamasında “Biz, imzacı barolar olarak adaletin herkese eşit ve tarafsız şekilde işlemesinin, hukukun üstünlüğünün ve demokrasinin korunması adına vazgeçilmez olduğunu hatırlatıyoruz. Hemen her gün adliyede, baroda görevinin başında olan meslektaşımızın, ifadeye davet edilebilecekken gözaltı işlemine maruz bırakılması, evi ve ofisinin hukuksuz şekilde aranması meselenin daha baştan hukuk dışılığını açıkça ortaya koymaktadır" denildi.


Kitlesel tutuklamalar: Cumhurbaşkanı Erdoğan, önceki gün Saray’da Yargı Reformu Strateji Belgesi'ni açıkladı. Avrupa Birliği'ne (AB) uyum süreci kapsamında yargıda yapmayı düşündüğü değişikliklere ilişkin kriterleri açıkladığı belgelerin dördüncüsü, tutuklama kararlarına yönelik yeni düzenlemeyi de içeriyor. Dördüncü Yargı Reformu Strateji Belgesi'ne göre, 'yeniden suç işleyeceği şüphesi' ve 'kamu düzenini bozma' gerekçesiyle tutuklama yasağı olan suçları işleyenlerin de cezaevine girmesi öngörülüyor.

BİRGÜN



Öne Çıkan Yayın

Kuyruğunu yiyerek… + Erdoğan’ın ‘İslam ittifakı’ neden mümkün değil?+Beyaz Saray’da Pakistanlı komutan -Cumhuriyet-

Kuyruğunu yiyerek…- Ergin Yıldızoğlu- ABD Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard, “ İran nükleer silah yapmıyo r” dedi ama ABD’de bir ira...