CUMHURİYET "Köşebaşı+Gündem" -27 Ocak 2025-

Amerika’da faşizm ve ‘Kuzuların Sessizliği’-Ergin Yıldızoğlu-

Demokrat Parti, önce Cumhuriyetçi Parti’nin başkanlık seçimlerini çalmaya hazırlandığını, Project 2025 ve Trump ilişkisi üzerinden faşizmin kapıda olduğunu iddia etti. Sonra, cinsel istismarcı, beyaz milliyetçilerin önünü açmış bir demagog, kendi yardımcıları tarafından “özüne kadar faşist” olarak tanımlanan Trump, ABD Yüksek Mahkemesi sayesinde geniş bir dokunulmazlıkla Beyaz Saray’a geri döndü.

BUNLARI KİM HAZIRLADI?

Trump yemin ettikten sonra, devleti şekillendirmeye yönelik 26 kararname imzaladı, yenilerini imzalamaya devam ediyor. Bu kararnamelerin arkasında, Trump’ın kendisi hazırlamadığına göre, belirli bir siyasi program, bu programı hayata geçirmek üzere hazırlanmış personel olmalı. Akla hemen Heritage Foundation ve 900 sayfalık, devleti yeniden yapılandırma planı “Project 2025” geliyor. Tüm bunlara isim iliştirmek istersek projenin lideri olmakla övünen J.D. Vance’ı (Trump’ın yardımcısı), Trump’ın, “İdare ve Bütçe Ofisi”nin başına atadığı Russell Vought’u (Project 2025 yazarlarından) ve Financial Times’ın geçen hafta Trump’ın “baş uygulayıcısı” olarak tanımladığı Stephen Miller’i düşünebiliriz. FT, Miller’i “Donald Trump’ın ikinci dönem politika gündeminin mimarı, göçmen karşıtı ideolog” olarak tanımlıyor. Yemin töreninde Miller, sekiz dakikalık ateşli konuşmasını bitirirken “Bu hareketi ezeceklerinden o kadar emindiler ki ... ama bugün buradayız, MAGA her zamankinden daha güçlü, daha birleşik, daha kararlı” vurgusuyla herkesten daha çok alkış almış.

Miller 2002’de, 17 yaşındayken Santa Monica Lookout’ta yayımlanan bir yazısında iki dilli duyurulara, doğum kontrolüne, eşcinselliğin teşvik edilmesine, ABD andının okunmamasına, ABD tarihinin olumsuz tasvirine dikkat çekiyor, “Hitler’i durduran, komünizmi dize getiren ve dünya çapında diğer tüm ülkelerden daha fazla aç insanı doyuran ulus olmayı unutun. Ya kötü bir ulus olduğumuzu kabul ederiz ya da bayraklarımızı, silahlarımızı yükseltebilir ve Amerikalı olduğumuzu haykırabiliriz” diyormuş.

Stephen Miller 2001 yılında, “America First Legal” (AFG ) adlı sağcı bir hukuk bürosu kurmuş. Project 2025 danışmanlarından olan AFG, Heritage Foundation’ın “Başkanlık personeli yetiştirme akademisinde” Miller’ın konuşmacı olarak katıldığı dersler düzenlemiş. Nisan 2023’te 140’tan fazla eski Trump yönetimi personeli, Project 2025’in hazırlık sürecinde çalışıyormuş. İlk gün imzalanan 26 kararnamede 16’sı Project 2025’ten geliyor (The Nation).

CEPHEDEN SALDIRI

Trump’ın imzaladığı kararnameler, liberal demokrasiye cepheden bir faşist saldırı olarak görülebilir. Bu kararnameler, yürütme yetkisini merkezileştirerek güçler ayrılığı ilkesini aşındırıyor. Önceki yönetimlerin iklim değişikliği, halk sağlığı ve kimlik politikalarını yürürlükten kaldıran kararları, etnik azınlıkların, LGBTQ bireylerin hakların, özgürlüklerini sınırlarken eğitimde dinci, ırkçı, cinsiyetçi ideolojilerin önünü açarken başkanın politikayı tek taraflı olarak şekillendirme kapasitesini güçlendiriyor. Federal kurumları etkileyecek düzenlemeler, tarafsız bürokrasiyi zayıflatıp liyakati değil sadakatı öne çıkarıp başkanın siyasi etkisini artırıyor. Federal kurumların düzenlemelerini sınırlayan veya gözden geçiren emirler, yasama sürecini devre dışı bırakmayı amaçlıyor.

Bazı kararnameler, yürütme yetkisini sınır ötesi genişleterek dış politikada başkanın tek başına karar almasına yol açıyor. Uluslararası anlaşmalardan, kararnameyle çekilme gibi adımlar, Kongre’nin anayasal rolünü etkisiz hale getiriyor. Bu tür kararlar, federal yapıyı zayıflatıp başkanın gücünü artırarak demokrasinin denetim ve denge mekanizmalarını aşındırıyor; devlet yapısını tek adam yönetimi altında “bir”leştirmeye başlıyor. Trump adalet bakanlığına, FBI’ın başına yaptığı atamalarla rakipleri susturmaya hazırlanıyor.

Faşizm kapıdan içeri girdi ama Demokrat Parti, “Kuzuların Sessizliği” misali suspus. “Dört yıl sonra seçimlerde ...” hayaliyle avunuyorlar. Dört yıl sonra karşılarında, medyayı (sosyal, geleneksel) susturmuş, bürokraside, güvenlik kurumlarında kadrolaşmış, yargıyı eline geçirmiş bir rejim ve devlet olanaklarıyla beslenmiş çok daha güçlü bir faşist hareket (MAGA) olacak.

                                                   /././

Ön sıradakiler -Ergin Yıldızoğlu-

“Bir resim bin sözcüğe bedelmiş.” Donald Trump’ın yemin töreninde arkasında, ön sırada, yeni yönetimin bakanları değil, seçim kampanyasına ve yemin törenine bağışta bulunmuş teknoloji milyarderleri duruyordu. Üçünün serveti, nüfus piramidinin alt dilimlerindeki yüzde 50’sinin servetine eşit. Bu resim bize egemen sermayenin bileşimine, Trump döneminde ülke içinde ve dünyada yaşanması olası gelişmelere ilişkin önemli ipuçları veriyor.

KARMAŞIK BİR ‘KOMPLEKS’

Başkan Eisenhower 1961’de ulusa veda konuşmasında askeri sınai kompleks kavramıyla, ordu ile sanayi arasındaki yakın ilişkinin dış politika, kamu politikaları, öncelikleri üzerindeki zararlı etkilerine işaret etmişti. Biden, veda konuşmasında teknoloji sınai-kompleksin gücü ve olası etkilerine karşı uyardı. Aslında finansı da eklemesi gerekirdi. 

Sivil teknoloji sektörü olarak gelişen “Silikon Vadisi” şirketleri, savaş yöntemlerinin değişen gereksinimlerine paralel, silah sanayisi, uzay-havacılık- füze üretim şirketlerinin, Pentagon’un (devletin) sunduğu kârlı kontratlara yönelmeye başladılar. Örneğin Elon Musk’ın SpaceX’i; uydu fırlatmaları, uzay tabanlı savunma sistemleri için devletten büyük kontratlar alıyor, çalışmalarının odağını askeri alana kaydırıyor. Başlangıçta ticari uygulamalar için veri analitiği sağlayan Palantir, şimdi füze izleme, savunma için yapay zekâ sistemleri geliştiren teknolojilere odaklanıyor. Google da yapay zekâyı, İHA görüntü analizine entegre etmeyi amaçlayan Pentagon girişimi Project Maven’e katıldığında çalışanları arasında önemli tartışmalara, istifalara yol açmıştı.

Bu kompleksin finans boyutunu, girişim sermayesinin, özel sermaye yatırımlarına, halka arzlar ve Wall Street’in rolüne, en çarpıcısı, bu şirketlerin teknoloji sektörü indeksi Nasdaq içindeki ağırlığına (yüzde olarak, yaklaşık) bakarak görebiliriz: Nvidia 14, Apple 12, Microsoft 11, Amazon 9, Alphabet 7, Meta 4: Altı şirketin toplamı yaklaşık yüzde 57.

‘BÜYÜK OYUN’- HAYDUT DEVLET

“Tarih bize büyük oyunun, büyük savaşlara yol açtığını, faşizmle-haydut devletin aynı madalyonun iki yüzü olduğunu gösteriyor.” Trump’ın imzaladığı ilk kararnameler ve dış politikada sırada bekleyenler bu savı destekler yönde.

ABD’de egemen sermayenin yeni bileşeni, teknoloji sektörünün üretim yapabilmek için nadir toprak elementlerine (Rare Earth Elments-NTE-tantalum, paladyum, lityum, boron, kobalt, tungsten, hafniyum...) ve kurşun, krom, kadmiyum, cıva gibi ağır metallere gereksinimi var. Egemen sermayenin “veri merkezlerinin” enerji gereksinimleri de bir başka sorun alanı. Uluslararası Enerji Ajansı’na göre, 2022 ve 2026 yılları arasında elektrik tüketimleri iki katına çıkarak yaklaşık 1000 terrawat saate ulaşacak, bu artış yaklaşık olarak Almanya’nın tüm elektrik kullanımıyla eşdeğer. Toplu olarak ele alındığında veri merkezlerinin elektrik talebi Çin, ABD ve Hindistan dışındaki tüm ülkelerden daha yüksek olduğu görülüyor. Soğutma bağlamında su gereksinimleri de hızla artıyor. Google’ın veri merkezleri, 2023’te tesis başına günde ortalama 450 bin galon olmak üzere yaklaşık 4.3 milyar galon su tüketmiş.

Bu gereksinimler Trump politikalarına yansıyor. İlk imzaladığı kararnameler, bu bağlamda çıkartmaya ve üretime, özellikle petrol ve gaz (enerji) alanında, büyük serbestlik getirdi, iklim anlaşmalarından ve Dünya Sağlık Örgütü’nden çıktı. Çin, 2023 itibarıyla dünya çapında NTE üretiminin yaklaşık yüzde 70’ini, işlem ve rafinasyonun yaklaşık yüzde 90’ını gerçekleştirmiş. Bu alanda bir yeniden paylaşım arayışı var. Örneğin Musk, Tesla otomobillerinin pilleri için gerekli lityum yataklarına sahip Bolivya’da düzenlenen askeri darbe için “Nerede istersek orada darbe yaparız, canınız isterse” gibi bir mesaj yayımlamıştı, yemin töreninde de kendini tutamayıp Nazi selamı verdi. Trump, Grönland’a, Panama Kanalı’na, Kanada’ya göz dikmiş. Özetle bu gelişmeler ve dış ticarette güçlü korumacılık eğilimi, uluslararası anlaşmaların artık önemini kaybettiğini, dış politikada dayatmacı, yayılmacı hatta darbeci reflekslerin artacağını düşündürüyor. 

Trump’ın devletin yargı, güvenlik ve istihbarat kurumlarını kendine bağlama niyeti de bu emperyalizm-haydut devlet-faşizm resmini tamamlıyor.

                                                   /././

Bugün bir ‘taç giyme’ töreni var -Ergin Yıldızoğlu-

Bugün (20/01/2025) Trump, Roma imparatorlarının taç giyme törenlerine rahmet okutacak bir biçimde Beyaz Saray’a çıkıyor. Böylece ABD’de müstehcen düzeyde servet eşitsizliği üzerinde yükselen bir oligarşinin (yeni egemen sermaye) siyasi etkisi, hatta devleti ele geçirme olasılığı hızla artıyor; Trump muhalefeti susturmak için yargıyı kullanacağını açıklamaktan kaçınmıyor, ABD’de basın özgürlüğünün geleceği tartışılıyor; klasik faşizmin kültürünü anımsatan bir “performatif erkeklik” anlayışı yükseliyor. ABD’de “süreç olarak faşizm” yeni bir aşamaya giriyor.

BIDEN UYARDI

Biden’in veda konuşması, ABD’nin, çok kritik bir tarihsel eşikte durduğunu gösteriyordu. Biden, tarihte eşine rastlanmamış bir servet eşitsizliğine, yükselen bir oligarşinin tehlikelerine işaret etti. Bu durumun sadece ekonomik adaletsizlik yaratmakla kalmadığına, aynı zamanda demokratik sistemleri de zayıflattığına işaret etti. Biden’a göre teknoloji devlerinin, milyarder seçkinlerin etkisiyle giderek yozlaşan bir sistem demokrasiyi aşındırıyor. Biden X, Meta, Amazon, Apple ve Google gibi şirketlere göndermeyle “teknolojik-endüstriyel kompleks”in yükselişini, Dwight D. Eisenhower’ın “askeri-endüstriyel kompleks” uyarısındaki duruma benzetti. Biden’a göre kendi çıkarlarını halkın çıkarlarının önüne koyan bu oligarşi, ekonomik eşitsizlikleri büyütmekle kalmıyor, demokratik değerleri de aşındırıyor.

FAŞİZMİN ERKEKLİK KÜLTÜRÜ CANLANDI

Trump’ın, MAGA (Make America great again) hareketinin yükselmesiyle birlikte, erkeklik anlayışında, gözlenen ABD’de, İtalyan, Alman, İspanyol faşizmlerinin kültürlerini anımsatan bir dönüşüm Biden’ın uyarılarını destekliyor. Bu anlayışın, tükenmiş bir kapitalizmin kültürel dejenerasyonunun etkisiyle MAGA erkekliği, fiziksel gücü, gösteri ve egemen sembollerle harmanlanarak sunan vülger bir performansa dönüşüyor.

Örneğin, savunma bakanı adayı Pete Hegseth’in Kongre komisyonunda gerçekleşen mülakatında yaşanan, gülünç olduğu kadar da çarpıcıydı. Kongre üyelerinden biri “Kaç tane şınav çekiyorsunuz” (savunma bakanı olmakla ne alakası varsa) diye soruyor. Hegseth de Trump’ın 47. başkan olmasına gönderme yaparak, “Her sabah kırk yedişerden 5 set, şınav çekiyorum” diyor. Meta’nın sahibi Zuckerberg de geçenlerde “savaş sanatlarıyla ilgilenmeye başladıktan sonra, agressive bir erkeklik anlayışının değerli bir yanı olduğunu” anladım, “işletmelerde biraz daha fazla erkeklik kültürü yararlı olur” diyor. Amazon’un sahibi Bezos vücut yapmaya meraklı. Musk bir bilgisayar oyununda dünya altıncısı olduğunu iddia ediyor.

Ancak bu “erkekliğin” bir de öbür yüzü var: Erkekliğine derin bir güvensizlik, sürekli kadınların kazanımlarından obsesif yakınmalar ve tabii daha önce, hakarete varan ifadelerle eleştirdikleri Trump seçimleri kazanınca sırnaşıklığa varan bir  omurgasızlık. Musk’ın da oyunda hile yaptığı iddia ediliyor. Trump da sürekli olarak “mağduriyet” vurgusu yaparak adeta ağlaşıyor. Google CEO’su Trump’a yönelik daha önce yaptığı eleştirilerin “günahını”  kadın  müdürünün üstüne yıkarak sıyrılmaya çalışıyor. Bu sürekli ağlaşmanın, suçu başkalarına yıkmanın, erkek bedenin görüntüsüyle bu kadar ilgilenmenin, klasik ataerkil (hatta Cowboy-vahşi Batı) değerlerinden çok uzak, içi boş, adeta bir “fake masculinity” sergilediği görülüyor.

Bu performatife erkeklik, “teknolojik-endüstriyel-kompleks”in kıymetli mineraller ve veri bankası hangarlarının su ya da soğuk ortam gereksinimleri, ABD yönetici seçkinlerinin, yükselen güçler karşısında giderek artan anksiyetesiyle birleşince dış politikada Kanada ve Grönland’ı ilhak etmek, Meksika Körfezi’nin adını Amerika Körfezi olarak değiştirmek ve Panama Kanalı üzerinde Amerikan egemenliğini yeniden tesis etme gibi tehlikeli fantezilere yol açıyor. Steve Bannon’un (MAGA ideologlarından) deyimiyle, “Büyük oyunun modern bir yinelemesini temsil eden jeostratejik bir vizyon şekilleniyor”. Financial Times’tan Gideon Rachman da geçen hafta “Trump’ın ABD’yi bir haydut devlete dönüştürme tehlikesine” işaret ediyordu. Tarih de bize “büyük oyunun”, “büyük savaşlara” yol açtığını, faşizmle-haydut devletin aynı madalyonun iki yüzü olduğunu gösteriyor.

                                                     /././

Trump’ın Gazze planı -Mehmet Ali Güller-

Başlığı elbette “ABD’nin Gazze planı” diye de okuyabilirsiniz. Birincisi ABD başkanları Donald Trump ile Joe Biden’ın İsrail’e destek politikaları zaten birbirini tamamladığı için, ikincisi de ABD’yi kim yönetirse yönetsin, İsrail’e desteği sürdüreceği için...

Çünkü İsrail ABD’nin Ortadoğu’daki ileri karakoludur ve bu karakolun tahkimatı, ABD başkanlarının en temel görevlerinin başında gelmektedir.

Öte yandan Biden yönetiminin Gazze’de soykırım yapması için İsrail’e tam destek veren politikası, pratikte Trump’ın ilk dönemindeki Abraham Anlaşmaları ve “Kudüs’ü başkent ilan etme” hamlesini tamamlamış oldu.

GAZZE’Yİ FİLİSTİNSİZLEŞTİRME AMACI

Şimdi de Trump ikinci döneminde Biden’ın “soykırım sponsorluğunu” tamamlayacak hamlelerin peşinde: Koltuğa oturur oturmaz, “Gazze’yi Filistinlisizleştirilme planı”nın düğmesine bastı.

Trump, “Gazze’nin temizlenmesi için Ürdün, Mısır ve diğer Arap ülkelerinden daha fazla Filistinli mülteci almasını” istedi (AA, 26.1.2025).

Yaklaşık 1.5 milyon kişiden söz ediyoruz ve orayı (Gazze) tamamen temizleyip ‘bitti’ demeliyiz” ifadelerini kullanan Trump, “Bazı Arap ülkeleriyle bir araya gelip, Filistinlilerin barış içinde yaşabilecekleri başka bir yerde konutlar inşa etmeyi tercih ederim” dedi.

Sürgün ve vatansızlaştırma planı açıklayan Trump, açık açık insanlık suçu işlemektedir!

MISIR VE ÜRDÜN KARŞI ÇIKMIŞTI

Gazze’yi Filistinsizleştirme, Washington’un bölge stratejisi içinde bir politik hedeftir. Açalım: Donald Trump hafta başında yaptığı bir konuşmada Gazze’nin “deniz ve hava açısından olağanüstü konuma sahip olduğunu” belirtmişti. İlk dönemindeki İsrail politikalarının uygulayıcılarından damadı Jared Kushner de geçen sene yaptığı bir konuşmada Gazze’nin sahil mülkünün değerine dikkat çekmiş ve İsrail’e “Filistinlileri Gazze’den çıkarıp burayı temizlemesini” önermişti!

Nitekim İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu da “Gazze’nin Filistin’den arındırılması” niyetini ortaya koymuş, Kahire buna karşın “İsrail-Mısır ilişkilerini bozar” uyarısını yaparken Ürdün Kralı Abdullah da “bunu kırmızı çizgi” ilan etmişti.

ABD’NİN KIBRIS-İSRAİL HATTI

Gazze, ABD’nin Kıbrıs-İsrail hattına dayanan bölge stratejisi nedeniyle önemli.  Washington Doğu Akdeniz’de “Kıbrıs-İsrail hattı” inşa etmeye çalışıyor. Bu hattı, Girit ve Yunan anakarası üzerinden Avrupa’ya, Körfez üzerinden Hindistan’a bağlamaya çalışıyor.

Bu plan, ABD sponsorlu “Hindistan-Ortadoğu- Avrupa Ekonomi Koridoru” olarak 7 ülke tarafından mutabakat zaptı imzalanarak hayata geçirilmeye çalışılmış ama Hamas’ın Aksa Tufanı ile rafa kalkmıştı.

Hindistan- Birleşik Arap Emirlikleri (BAE)- Suudi Arabistan- Ürdün- İsrail-Kıbrıs- Yunanistan yolu, ABD’nin hem Çin’in Kuşak ve Yolu’na karşı düşündüğü, hem Hindistan’ı Çin’e karşı yanına çekmeyi amaçladığı, hem de İsrail’i Ortadoğu-Doğu Akdeniz’de bir merkez yaparak güvenliğini garantiye almaya çalıştığı bir projeydi.

İKİ DEVLETLİ ÇÖZÜM

Sonuç olarak Biden ya da Trump, Demokratlar ya da Cumhuriyetçiler, hangisi emperyalist ABD’yi yönetirse yönetsin, Beyaz Saray’a oturduğu anda İsrail’in güvenliğini esas alan politikalar izleyecektir.

Farkları şudur: ABD başkanıyken İsrail’in Filistin soykırımına her türlü desteği veren Biden, görevi bitince “iki devletli çözüm” demeye başladı. Dün “İsrail’i Gazze’de ileriye gitmemekle” uyaran Trump ve ekibi, göreve başlayınca “İki devletli çözüm diye bir çözüm yok” demeye başladı.

Dolayısıyla Arapların, bölge ülkelerinin ve Küresel Güney ülkelerinin Filistin konusundaki temel politikası, bu yıl “iki devletli çözüm” konferanslarını sonuca götürecek şekilde düzenlemek olmalıdır.

                                                                /././
Trump aslında kime meydan okuyor?-Mehmet Ali Güller-

Türkiye, siyasal iklimindeki kutuplaşma nedeniyle, Trump konusunda bile bölünmüş durumda. Trump’a demokrat olmadığı gerekçesiyle karşı çıkanlar olduğu gibi Trump’ı “küresel efendilere meydan okuyan” kişi diye destekleyenler bile var. 

Oysa Biden ya da Trump, fark etmez, hangisi yönetirse yönetsin, ABD emperyalisttir ve başkanların aralarındaki renk tonu farkı bu gerçeği değiştirmez.

Trump’ın “küresel efendilere meydan okuduğu” tezi, üzerinde durulmayı gerektiriyor. Dünyanın sayılı zenginlerinden biri olan Trump, gerçekten de kendi sınıfı olan küresel efendilere mi yoksa aslında Küresel Güney’e mi meydan okuyor, bakalım.

TRUMP ÇİN-GÜNEY AMERİKA İŞBİRLİĞİNİ HEDEF ALIYOR
Trump’ın 20 Ocak’taki yemin töreninde yaptığı konuşmada verdiği mesajlara ve 24 saat içerisindeki ilk uygulamalarına bakarak başlıktaki sorumuzu önemli ölçüde yanıtlayabiliriz:
 
1) Trump “Panama Kanalı’nı Çin’e vermedik, o nedenle geri alacağız” diyor. Burada hedef Panama’dan çok Çin’dir. Çünkü emperyalist ABD, arka bahçesi gördüğü Güney Amerika’da, Çin’in kazan-kazan temelinde geliştirdiği işbirliği modeline karşı. Ve Trump“Meksika Körfezi’ni Amerikan Körfezi” yapacağını söylerken de Küba’yı “teröre destek veren ülkeler” listesine alırken de esas olarak Çin-Güney Amerika ilişkilerini hedef alıyor. Nitekim Trump’ın Grönland’ı satın alma hamlesi de Arktik bölgesinde Çin-Rusya işbirliğine karşı alan kazanma mücadelesidir.
2) Trump’ın konuşmasında Amerikan otomotiv endüstrisini kurtarmak için ek tarife uygulayacağını açıklaması da öncelikle Çin’i hedef alan bir açıklamadır.

TRUMP ÇİN’LE PAZARLIK MASASI KURUYOR
3) Trump’ın TikTok kararı tamamen işadamlarına özgü bir pazarlık masası kurma hamlesidir. Çinli ByteDance şirketinin sahibi olduğu TikTok’un, bir ABD şirketine satılmaması halinde ABD’de yasaklanmasını öngören yasa 19 Ocak’ta yürürlüğe girdi. Trump yemin töreninin ardından bu yasayı 75 günlüğüne askıya aldı ve TikTok’un yüzde 50’sinin bir ABD şirketine satılmaması halinde 75 gün sonra yasayı uygulayacağını söyledi.Yani Trump TikTok’un tamamı olmayınca, yarısını Çin’den almak üzerine bir pazarlık masası kurmuş durumda!
4) Yine seçildikten sonra Çin’e uygulayacağını açıkladığı yüzde 10 ek tarifeyi 1 Şubat’a ertelemesi de Trump’ın Çin’le pazarlığı içindir.

Trump ilk uygulama olarak hem Paris İklim Anlaşması’ndan hem de Dünya Sağlık Örgütü’nden (DSÖ) çekildi. Çin, Trump’ın bu iki kararına da tepki gösterdi. 
Trump“Covid-19 virüsü Çin imalatıdır” suçlamasını kabul etmeyen DSÖ’yü zaten hedef alıyordu. Ayrıca Trump, Çin’i bu konuda suçlamayan ABD Alerji ve Bulaşıcı Hastalıklar Enstitüsü Başkanı Dr. Fauci’yi de suçluyordu. Çünkü Dr. Fauci virüsün laboratuvardan çıkmadığını ortaya koymuştu. 

Trump’ın şimdi Dr. Fauci’yi hedef alabileceği olasılığıyla Biden, başkanlığı bırakmasına saatler kala “soruşturma olmayan kişiler hakkında önleyici af yetkisini” kullandı. Biden’ın bu yetkisini kullandığı bir diğer isim de eski ABD Genelkurmay Başkanı Mark Milley’di. Trump, Çin Genelkurmay başkanıyla görüştüğü için Milley’i “arkasından iş çevirmekle” ve “Çin’i ABD başkanının düşünceleri hakkında bilgilendirmekle” suçlamış ve “eskiden bunun cezasının ölüm olduğunu” söylemişti.

HEDEF KÜRESEL LİDERLİĞİ SÜRDÜREBILMEK
Görüldüğü gibi Trump’ın ilk uygulamaları da açıkladığı politik amaçlar da öncelikle Çin’i hedef alıyor; küresel efendileri değil.

Özetle Trump’ın “önce Amerika” stratejisini küreselleşme karşıtı ve içe kapanmacı diye değerlendirmek hatadır. Çünkü Trump küreselleşme karşıtı değildir, bu zaten sınıfsal olarak da mümkün değildir. Trump, ABD’nin ağırlıkla mali sermaye sınıfının çıkarları gereği küresel hegemonya mücadelesi veren bir kapitalisttir ve emperyalist ABD’nin küresel liderliğini sürdürebilmek için Çin’le mücadele etmeye çalışmaktadır.
                                                  /././
Yeni anayasa saflaşması -Mehmet Ali Güller-

CHP’li Esenyurt ve Beşiktaş belediye başkanlarının tutuklanmasının ardından CHP Gençlik Kolları Genel Başkanı Cem Aydın da gözaltına alındı, yurtdışına çıkış yasağı ve adli kontrol koşuluyla bırakıldı. Bu operasyonu eleştiren İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında bir saatte soruşturma açıldı. Sonra Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’a “cumhurbaşkanına hakaret”ten soruşturma açıldı, yemek yediği lokantadan gözaltına alındı. Özdağ yolda soruşturmaya eklenen “halkı kin ve düşmanlığa tahrik”ten tutuklandı.  Bunlar iktidarın “silkeleme” kodlu operasyonlarıdır. Amaç “açılım zeminli yeni anayasa” süreci için muhalefeti etkisizleştirmek.

REJİMİN KARAKTERİ
Öncelikle tek adam rejimi de denilen bu rejimin bazı karakteristik özelliklerini netleştirelim:
1) AKP genel başkanı, muhalif partilerin genel başkanlarını en ağır şekilde eleştirebilir, hatta eleştirinin dışına çıkan kavramları da kullanabilir ama o genel başkanlar AKP genel başkanını daha hafif sözlerle bile eleştiremez. Çünkü AKP genel başkanı aynı zamanda cumhurbaşkanıdır ve cumhurbaşkanı özel yasalarla ve “yeni yargı” sistemiyle korunmaktadır. Eleştiren, soruşturmaya ve kovuşturmaya uğrar.
2) AKP genel başkanının müttefiki durumundaki partilerin genel başkanları, muhalif partilerin genel başkanlarını en ağır şekilde eleştirebilir, hatta eleştirinin dışına çıkan kavramları da kullanabilir ama cumhurbaşkanının müttefikleri olmaktan kaynaklanan koruma kalkanları sayesinde hiçbir soruşturmaya uğramazlar.
3) İktidarın diğer temsilcileri, muhaliflere istediklerini söyleyebilirler, örneğin “X” diyebilirler ama muhalifler o temsilcilere “sensin X” deyince soruşturmaya uğrarlar.

YENİ AÇILIM İÇİN YENİ ERGENEKON KUMPASI
Rejimin bu karakter özelliklerini yansıtan hukuk dışı uygulamaları, elbette ilk değil. Benzerlerini FETÖ’yle işbirliği yaptığı dönemde de uyguladı. 

İşte meselenin esasını da bu benzerlik oluşturuyor. Açılım ile kumpas paraleldir. İktidar o gün açılımı yürütebilmek için Ergenekon kumpaslarını devreye sokmuştu. Dikkat ediniz; bugün yeni açılım başladı ve ona paralel yürüyen Ergenekon kumpaslarını andıran operasyonları izliyoruz. 

Daha önceki yazılarımda ayrıntılı işledim, bu yeni açılımın iç ve dış boyutu var: Dış boyutu “Türkiye’yi Irak ve Suriye Kürtleriyle genişletmeyi”, iç boyutu “Erdoğan’a sınırsız başkanlık yolu açacak yeni anayasa yapmayı” içeriyor. 

OPERASYONLARIN ÜÇ HEDEFİ
Dolayısıyla muhalefeti hedef alan bu operasyonları “yeni anayasa operasyonları”, hedef alan ve hedef alınan kesimler bakımından da siyasi saflaşmayı, “yeni anayasa saflaşması”  olarak niteleyebiliriz. İktidar bu operasyonlar üzerinden üç amacı gerçekleştirmeye çalışıyor:

1) “Öcalan umut hakkından yararlansın, gelsin TBMM’de konuşsun” denilerek başlatılan yeni açılım sürecini yürütebilmek.
2) Yeni açılım sürecini engelleyebilecek kuvvetleri “yeni Ergenekon kumpasları” ile sindirmek.
3) Yeni anayasa için gerekli sandalye sayısına; a) yeni açılım üzerinden DEM Parti milletvekillerini, b) iç operasyonlar ile İYİ Parti başta Gelecek ve DEVA Partisi milletvekillerini ekleyerek ulaşmak.

YENİ SULTANLIK REJİMİYLE MÜCADELE
Yukarıda karakteristik özelliklerine dikkat çektiğimiz bu rejim, siyaset bilimcilerin ifadesiyle “neopatrimonyal sultanizm”dir; modernite dönemi sultanlığıdır, tek adam saltanatıdır, yeni sultanlıktır.
Yeni sultanlıkla mücadele, normal zeminde yürütülebilecek bir mücadele değildir. Muhalefet rejimin yeni sultanlık rejimi olduğu gerçeğine göre bir “topyekûn savunma stratejisi” belirlemelidir. Bu strateji, dış halkalardan merkeze doğru ilerleyen “silkeleme” operasyonlarına karşı, öncelikle “alan hâkimiyetini” esas alan bir cephe inşasına dayanmalıdır.
                                                    /././
(Cumhuriyet)


soL "Köşebaşı + Gündem" + Bir komünist tango ustası: Osvaldo Pugliese -26 Ocak 2025-

Cumhuriyetçiler…-Aydemir Güler-

Kemalizm ile komünizm arasında gerçek, tarihsel farklar var. Bunların etrafından dolanmaksızın, tersine yüzleşerek Türkiye’yi laik, bağımsız bir emekçi cumhuriyeti olarak ayağa kaldırmak gerekiyor.

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’nin 12 Ocak toplantısından basında ilk sevgili Zülal Kalkandelen söz açtı. Kalkandelen’i soL portalda Berkay K. Önoğlu izledi

Toplantıda başka önemli başlıkların yanı sıra Cumhuriyetçilerin birliği yönünde bir çalışma başlatılması kararlaştırıldı…

THTM ikinci yaşında dinamik bir toplumsal odak haline gelmeye başladı. Özel olarak bu hareket varlık nedenini, ülkemizde Cumhuriyetin yıkılmış olmasında bulmaktadır. 

2002’den beri yani yirmi üç yıla yakın zamandır siyasi iktidarda İslamcı ağırlığı var. Bu süre içinde karar mercii olarak giderek tekleşen Cumhurbaşkanlığı makamı ise 2007’den bu yana, yani on sekiz yıla yakın zamandır Cumhuriyet karşıtlarının elinde! 

Bu yıkım halinin, bir hareketin varlık nedenini oluşturmasının nedeni, Türkiye nüfusunun büyük çoğunluğunun Cumhuriyette ısrarıdır. Sorun, sayıların siyasete yansımamasında düğümleniyor. Cumhuriyetçilik bir toplumsal ve siyasal dinamik olmaya hep devam etmiş olabilir. Ancak bu dinamik, kimi konjonktürlerde kendini yaygın biçimde hissettirse de, siyasal potansiyelinin çok altında kalmıştır. 

Bunun iki temel nedeni bulunuyor. Birincisi, gayet basit, örgütsüzlüktür. Cumhuriyetçiler, en fazla toplumun bütünü için referans sayılan belirli günlerde bir araya gelmekte, ama bu buluşmalar siyasal bir konumlanışa ancak fazlasıyla genel geçer bir düzeyde dokunmaktadır. Hiç yoktan iyidir, denebilir... Ancak 21. yüzyılda 1919-1923 konseptinin üstünde tepiniliyorken, cumhuriyetçilerin ara ara buluşup bayram kutlamaları ve kurucu önderi coşkuyla anmaları ortadaki sorunla sağlıklı bir bağ kurulamadığının da kanıtı değil midir? Milyonlar sokakları dolduracak, sonra “yurtta sulh cihanda sulh” sünepelik, laisizm tepeden inme, Latin alfabesi geçmişin inkârı ilan edilecek, iki sarhoş lafının hesabı sorulamayacak, ama Vahdettin’in itibarı iade edilip Abdülhamit’ten bir numaralı milli kahraman icat edilecek! Karşıdevrim durdurulamıyorken “hiç yoktan iyidir” yetmez…

Türkiye’de on yıllar boyunca devlet erkânına daraltılan bir resmi Atatürkçülük’le Cumhuriyet’in içi boşaltılmışken, artık geniş kitleleri heyecanla saran bir “halk Kemalizmi”nin rüzgârı esmektedir. Güzel! Ama örgütsüz kitlelerin esintisi, bu haliyle siyasete taşınamamaktadır. 

Cumhuriyetçi nicelik siyasete yansımıyorsa, örgütsüzlüğü bütünleyen ikinci neden de akıl karışıklığıdır. Akıl karışıklığı, Cumhuriyetçiliğin temel kıstasının CHP’ye oy vermek olduğu varsayımından başlar. Laikliği, bağımsızlığı, kamuculuğu içselleştirmiş insanlar “dindarların gördüğü zulümden” dem vuran, emperyalizmi yarım ağızla bile dert etmeyen, eski NATO temsilcilerinden danışman devşiren, yağmacı özü halkın büyük yoksulluğuyla çoktan açığa çıkmış piyasacılığı olağan sayan, soygunculara “tencere dibin kara” diye yanıt üreten bir partiden ne bekliyor olabilirler? CHP, en son, yerel seçimde birinci parti olduktan sonra, iktidarı istemeyip pas demişse nedeni açık olmalıdır. Büyük sermaye, kitleler heyecanlansın, halkı soyma programı riske girmesin istemiş ve CHP buna uymuştur…

Örgütsüz cumhuriyetçilik politik programdan yoksundur ve içgüdüseldir. Gericiliğin, işbirlikçiliğin, yağmacı zenginlerin kurduğu azınlık diktası, bunların ne denli yetenekli olduğunu değil, bizim tarafın zaafını kanıtlamaktadır.

Evet, komünistler için cumhuriyet “bizim taraftır.” Komünistleri karakterize eden, işçilerin iktidarı için mücadele etmektir. Cumhuriyet aydınlanması bütün insanların eşit doğduğunu temel alır ve işçilerin hakkını araması da iktidarı istemesi de o noktada meşruiyet kazanır... Cumhuriyet öncesi boş kümedir.

1980’lerde tasfiye edilen sol yeniden ayağa kalkmaya çalışırken, önüne bir elek kondu. On yıllar boyunca, sınıfsallığı inkâr eden liberal kimlikçiler, Cumhuriyete reddiye yazmayı radikallik zannedenler, demokrasiye 12 Eylül destekçisi sermayeyle kol kola varabileceğine inananlar, çoktan emperyalist olmuş Batıyı hâlâ uygarlığın beşiği sayanlar geçebilecekti bu elekten. Solun tasfiyesinden sonra yeniden kurulan komünist hareketimiz tarafını tanımlarken az mücadele etmedi bunlarla. 

Tabii ki, bizim avantajlarımız da az buz değildi. Bir emekçi hareketi olarak emperyalist işgale, saltanatın işbirlikçiliğine doğmuştuk. İşçilerin iktidarı düşünebilmelerinin tarihsel önkoşuludur yurttaşlık. Süreç içinde görüldü ki, komünizm Cumhuriyeti kemiren burjuvaziden bin kat daha cumhuriyetçidir… 

Elbette bir de Cumhuriyeti kuran Kemalist hareket vardır. Kurucu akım, ne kemirgenlerle, ne de açıktan karşıdevrimci yıkıcılarla hesaplaşabilmiştir. Sonuç yenilgidir. 

Yenilgiyi geri çevirmek, Cumhuriyeti yeniden kurmak için bilinmelidir ki, aşiretli cumhuriyet olmaz. Devleti arpalığı gören sermaye sınıfıyla Cumhuriyet olmaz. NATO’yla hiç olmaz. Türkiye’de 12 Eylül faşizmi, hatta Türk-İslam sentezi bile Atatürk’ün arkasına saklanmak istenmiş ve bütün bunlarla hesaplaşılamamıştır. 

Böyle olunca Kemalizm tarafından temsil edilen cumhuriyetçiliğin temel özelliğinin örgütsüzlük haline gelmesine de şaşıramayız. Cumhuriyeti yeniden kazanmak için “bayram kutlayıcılığı” yetmez. Ancak ilkeler örgütlenebilir. 

Cumhuriyetçilerin birliği çağrısı bu zemine yapılmaktadır. Kemalizm ile komünizm arasında gerçek, tarihsel farklar var. Bunların etrafından dolanmaksızın, tersine yüzleşerek Türkiye’yi laik, bağımsız bir emekçi cumhuriyeti olarak ayağa kaldırmak gerekiyor. Cumhuriyeti bir daha yıkılmayacak güçle, ancak böyle donatabiliriz. 

Cumhuriyetçi çoğunluğun varlığı bunun mümkün olduğunu söylüyor. THTM kararı gerçekçidir.

Ancak bu, zamana karşı bir mücadeledir. Suriye’de dünyaya özelleştirme sözü veren şeriatçı iktidara, ABD’de yepyeni bir faşizme yelken açarak yemin eden yeni başkana, yılbaşı mesajında ülkemizin tüm ilericilik tarihini “iki yüz yıllık uyku” diye reddeden Bahçeli’ye, yanan otele, sokakları saran uyuşturucuya, bir kız çocuğunun neden öldürüldüğünü toplumdan özenle saklayan gerekçeli karara, işçi ve kadın katliamına, banka ve holdinglerin kârlarına baktıkça, zamanımızın çok sınırlı olduğunu anlamak zor olmayacaktır. 

Cumhuriyetçilerin birliği acil bir görevdir…

                                                         /././

Made in Germany vs. China: Alman sanayii yeniden makas değiştiriyor -Büşra Çakmak-

Otomotiv Almanya'nın bel kemiği. Burada yaşanan kriz basit bir "sektör krizi" niteliği taşımıyor. Bu nedenle kapitalizmin krizlerine ve bugün otomotiv sektöründe cisimleşen gelişmelerin militarizmle olan bağınına yakından bakmalı.

"Made in Germany" tanımlaması zihinlerimizde kaliteli, değerli ve güvenli olana çağrışım yapar. Bu kavram her ne kadar Alman icadı gibi görünse de aslı hiç öyle değil.

İkinci Endüstri Devrimi 1870'lerle açılır. Elektrik enerjisi kullanımının yaygınlaşması ve seri üretim hatlarına geçilmesi bu dönemin tipik özelliklerindendir. Dolayısıyla kimya ve otomotiv endüstrisinin gelişmesi de bu döneme denk düşer. 

Alman emperyalizminin tohumlarının atıldığı bu dönemde, Almanlar imitasyon stratejisini benimsemiş ve Britanya'da üretilen malları, üretim süreçlerini, makinelerini taklit etmeye başlamıştı. Ortaya daha düşük kalitede ürünler çıkarmış ve daha ucuza satmışlardı. İngilizlerin buna yanıtı "Made in" etiketi oldu. 1887´de çıkarılan Merchandise Marks Act yasası ile ithal ürünlerin menşeinin belirtilmesi zorunlu hale geldi. Böylelikle "haksız rekabetin" önüne geçmeyi hedeflemişlerdi. Dolayısıyla bu kavram çıkış itibariyle kalitesizliği vurgulamak için İngilizler tarafından icat edildi ve aşağılamayı ifade ediyordu. 

Alman sanayisi bu temellerde hızla gelişti. Made in Germany etiketinin olumsuz algısını kısa sürede tersine çevirmeyi hatta literatüre Alman mühendisliği/tekniği kavramlarını sokmayı başardılar. 1800´lerin sonlarına doğru önemli teknik üniversitelerin kurulduğunu veya aktifleştirildiğini görüyoruz. Almanya´nın sanayileşme ve militarizasyon süreciyle uyumlu olarak, üniversiteler kimya ve makine alanına ağırlık vermiş olsa da diğer mühendislik disiplinlerinde de önemli gelişmeler kaydedilmişti. Alman ekonomisinin güçlenmesine militarizm eşlik ediyordu.

Avrupa'nın Hasta Adamı: Almanya yazısında, Almanya'nın üretim yapan büyük şirketlerinin işçi kıyımlarını çeşitli gerekçelerle meşrulaştırdığından bahsetmiştik. Bunların başında da otomobil üreticileri ve buna bağlı firmalar geliyordu.

Otomotiv, mühendislik ve makine üretim pratiklerinden gelen birikimle, özellikle 1950´lerden sonra Almanya´nın bel kemiği haline geldi. Doğrudan ve dolaylı milyonlarca kişi bu sektörde çalışıyor. Haliyle burada yaşanan kriz basit bir "sektör krizi" niteliği taşımıyor.  

Almanya´da yaşanan otomotiv krizinin nedenlerine veya bu krizi tetikleyen faktörlere değil de kapitalizmin krizleri nasıl çıkardığına/aştığına ve bugün otomotiv sektöründe cisimleşen gelişmelerin militarizmle olan bağını kavramak için tarihin belli dönemlerine bakalım.

1929´da ABD´de patlayan kriz küçük üreticileri yutmuştu; üç büyükler ise – General Motors, Chrysler ve Ford- en az etkilenenlerdendi. 

Weimar Cumhuriyeti de krizden etkilendi elbette. 1930´da satılan araç sayısı 100 bin iken 1932´de 40 bine düştü.  Durumdan ilk etkilenenler işçiler oldu. 1928´de 95 bin civarında kişi bu sektörde çalışırken birkaç yıl sonra bunun 65 bini işten çıkarıldı. Kalan "çekirdek kadronun" ise ücretleri düşürüldü ve üretim geçici olarak tamamen durduruldu. 1932 yılında 7 milyona yakın kişi işsizdi. Tarihçi Anita Kugler o dönemden şöyle bahsediyor: "1930 ortalarında üretim kapasitesinin sadece yüzde 40'ı kullanılıyordu ve binlerce işçi işten çıkarıldı. Almanya'nın en verimli otomobil fabrikası olan Opel'de Şubat 1929'da 9 bin 497 kişi çalışırken, Ağustos 1930'da sadece 4 bin 565 kişi çalışıyordu. Bunların yüzde 71'i haftada sadece üç gün çalışıyordu. Opel ekonomik krizi nispeten yara almadan atlattı, General Motors Grubu'ndan gelen mali enjeksiyonlar [...] yaşam suyu oldu/ şirketin varoluşsal endişelerini hafifletti. Daimler-Benz işçilerinin durumu Opel işçilerinden daha kötüydü. Şubat 1929 ile Ağustos 1930 arasında 8 binden fazla kişi işten çıkarıldı. Kalan 6 bin 200 işçi ise haftalık çalışmanın karşılığında yalnızca 16 saatlik ücret ve ekmek alıyorlardı."

1930´da Hindenburg´un Brüning´i Şansölye olarak atamasıyla Alman sermayesinin strateji değişikliğini de görürüz. Artık sosyal demokratlar işlevini tamamlamıştı.  Eylül 1930´daki seçimlerden Naziler "beklenmedik" bir başarıyla çıktılar; meclisteki koltuk sayıları 12´den 107´ye çıktı.

Brüning´in kemer sıkma politikaları meclisten geçer oy almayınca bu kararlar OHAL ile yürürlüğe sokuldu. 1931´de 34 yasa ve 44 OHAL Kararnamesi çıkarıldı; sosyal demokratlara ve sendikalara rağmen, daha doğrusu onlardan güç alarak şekillendi bu dönem.

Brüning döneminde, içki, tütün ve tarım sektörüne yönelik vergiler önemli ölçüde arttırıldı; işsiz sayısı giderek yükseldi. Halk işsizlikle, kesintilerle, yoksullukla boğuşuyordu; ancak bu sırada temsilcileri krizi "adil" dağıtmak peşindeydi. Geçmişe yönelik okumalarda görürsünüz, döneme ilişkin sendikaların ve SPD´nin tavrı "hoşgörü" ile karakterize edilir. 1930´da tüm toplu iş sözleşmeleri feshedilerek ücretler yüzde 6 oranında düşürülmüştü. 14 milyon emekçi bu kesintileri kabul etmek zorunda bırakıldı, sosyal demokrasi "parlamentarizmi güvence altına aldı" ve işçilerin ücretleri için bile mücadele etmedi. 

Brüning, gelir vergisine de dokunmak zorunda kaldı; iç çatışmalarla birlikte Şansölye koltuğuna oturanlar sırayla değişti. Hindenburg, Brüning´in yerine önce Franz von Papen´i ardından Kurt von Schleicher´i getirdi. Papen´in ağır sanayi ve büyük toprak sahipleriyle iletişimi güçlüydü. Üç beş aylık başbakanlığında işsizlik ödeneği yüzde 23, sosyal yardımlar yüzde 15 azaltıldı. Bavyera´da SA (Sturmabteilung) ve SS (Schutzstaffel) için uygulanan (Nazilerin paramiliter örgütleri) üniforma yasağı kaldırıldı. Papen bunları yaptığında sosyal demokratlar ve sendikaların büyük bir genel greve çağrı yapma olasılığını endişeyle beklese de onlar üyelerini gelecek seçimlere yönlendirdi. Önemli bir detayı kaçırdılar ama: Ya gelecek seçim yoksa?

Papen´dan sonra gelen Schleicher yalnızca iki ay kalabildi koltukta ve tarih sahnesine Hitler çıktı. Atanmasından 5 hafta sonra seçimlere gidildi. Oyların yüzde 43,9´unu aldı NSDAP. Ondan sonra bir daha da seçim olmadı.

NSDAP´nin Seçim Afişi: "Oy vermekten bıktık usandık! Tam 14 yıldır seçimden seçime gidiyoruz ve hükümete gelen tüm partiler umutlarımızı boşa çıkardı. Giderek daha fazla sayıda insanımız sandık başına gitmemeye karar verdi. Hitler'in şansölyeliği bize yeni ve son bir umut getirdi. Bu adamın öncekilerden farklı olduğunu hissediyoruz. Olağanüstü bir iradeye ve olağanüstü bir yeteneğe sahip olduğunu hissediyoruz." Kaynak: Bundesarchiv

Seçim kampanyası mali kaynak demek. Üstelik Naziler yalnızca sıradan bir seçim kampanyası da yapmadı, "düzeni" sağlaması için birliklerini sokaklara saldı. Komünistlerin kampanyalarını baltaladı, yangınlar çıkardı, komünistleri ve sola dair  herkesi hedef tahtasına koydu; öldürdü, tutuklattı. Soldaki fotoğrafta Hitler ve arkasında Hindenburg´u, sağdaki fotoğrafta ise SA birliklerinin polis merkezinin önünde yardımcı polis olarak görevlendirildiğini görüyoruz.

                                               Kaynak: Bundesarchiv 

Elbette arkasındaki tek destek Hindenburg değildi. Nazilerin seçim kampanyası için ayırdıkları fonlar azaldığı sırada Daimler-Benz AG devreye girdi, partinin kadrolarına ve onların haydutlarına ücretsiz arabalar sağladı. Böylece Naziler en masraflı kalemlerden birinden kurtuldu ve hareket kabiliyetleri garanti altına alınmış oldu. Aynı zamanda, önde gelen parti üyelerine büyük lüks araba satışları 1931'den itibaren yüzde 20 ila 50 arasında indirimlerle arttı. Bu bize, Hitler´in gücünü nereden aldığına dair önemli bir ipucu daha veriyor. 

Hitler seçim kampanyası esnasında Şubat ayında yaptığı konuşmada, "otomotiv endüstrisi kilit bir endüstri olacak" dedi ve "Otomotiv Endüstrisi için Acil Program" açıkladı. Motorlaşmaya teşvik kapsamında vergilerde indirim yapıldı. O zamanlar otomotiv sektöründe yaklaşık 40 bin kişinin çalıştığını ve bu sayının tüm sanayi kolları içindeki oranının yüzde 0,3 civarında olduğunu düşünebiliriz. Bununla birlikte Weimar Cumhuriyeti‘nin başında 126 firma varken, 1927´de bu sayı 70´e iniyor. Hitler döneminin başında ise yalnızca 20 civarı otomotiv şirketinin olduğunu ve bunların başını Opel, Ford, Daimler-Benz, BMW ve Auto Union AG´nin çektiğini görüyoruz. 

Üreten işçi sayısı arttı, üretilen araç sayısı arttı, altyapı ve otoyollar inşa edildi. Bu tabloda az da olsa işçi sınıfının da kazanması gerekmez miydi? Aksine, 1933 ile 1939 yılları arasında işçi ücretlerinin toplam ulusal gelir içindeki payı yüzde 57´den 52´ye düştü.

1934´de Hitler "Otomotiv endüstrisini teşvik ederek yalnızca ekonomiyi canlandırmıyoruz aynı zamanda halkımızın geniş kitlelerine en modern ulaşım aracını edinme fırsatı sunuyoruz. Ancak her şeyden önce gelişmiş bir motorlu ulaşım sistemi ülkenin dış savunması için hayati önem taşımaktadır" dedi. 1936´da ise Dört Yıllık Plan duyuruldu: Alman ekonomisinin ve ordunun 4 yıl içinde savaşa hazır hale gelmesi gerekiyordu. O yüzden de tüm ekonominin silahlanmaya hizmet etmesi gerekliydi. 1933 – 1938 arasında araç üretimi 3 katına çıktı. Binek araç üretimi yıllık yüzde 40, kamyon sayısı yüzde 50 arttı. 

Halkın binemediği 'Halk Arabası' Volkswagen doğuyor

Naziler 1933´te sendikaları tasfiye edip Alman İşçi Cephesi´ni (Deutsche Arbeitsfront) kurmuştu. Bugün Wolfsburg´taki Volkswagen´in temelleri, 1937 yılında bu cephe tarafından  "halkın satın alabileceği binek arabalar" üretmek üzere atıldı. Hitler´in "Herkes için bir Volkswagen" kampanyası çerçevesinde üretilecek bu halk arabası, ekonomik, üç yetişkin ve bir çocuktan oluşan ailenin sığabileceği, en önemlisi üzerine farklı araç gövdelerinin monte edilebileceği modüler bir şasiye sahip olmalıydı. Ferdinand Porsche´nin liderliğinde ilk prototipler - Volkswagen Beetle, yani Tosbağalar- üretildi ve hiçbir zaman halkın arabası olmadı. 336 bin Alman işçi tasarruf ederek para biriktirdi bu arabaya sahip olmak için, ancak 1945´e kadar yalnızca 630 adet üretildi; bunlar da Nazi partisinin önde gelenlerine. 

Ne üretildi peki bu fabrikalarda? 

Üç yetişkin bir çocuğun sığacağı arabanın aslında üç askerin silahlarla bineceği bir tasarım olduğunu anlamak uzun sürmedi. VW, askeri araçların yanı sıra savaş uçakları, mayınlar, bombalar ve daha pek çok silah üretti. Hatta VW´ye savaş için üretim yapan işletme anlamına gelen "Kriegsmusterbetrieb" ismi verilmişti.

Savaş döneminde binek araç üretimi olmadı, yalnız VW değil tüm bahsettiğimiz üreticiler askeri araç üretti. Hem de insanları zorla, insanlık dışı koşullarda acı içinde çalıştırarak. Savaş sonrası pek çok fabrika zarar görmüştü ama kasalar dolup taşmıştı savaş ekonomisiyle. Yalnızca 1 yıl içinde toparlandılar. Batı Almanya otomobil üretiminde epey hızlı bir gelişim gösterdi ve petrol krizine kadar en iyi yıllarını yaşadı. 

Petrol krizleri, Batı´da enerji kriziyle sonuçlandı. Bu da günümüzden de çok iyi bildiğimiz şekilde enflasyonun artması, otomobil üreticilerinin satışlarının düşmesinden şikayetlenmesi ve işsizliğin artmasına neden oldu. O dönem savaş sonrası ilk kez resmi işsiz sayısı milyonu buldu. Yüksek büyüme oranlarıyla karakterize edilen bu dönemin sonuna böylece gelmiş olduk. Sermaye nüfus yoğun ülkelerde yeni pazar arayışına girdi: Latin Amerika, Doğu Avrupa ve Asya. 

Önceki yazıda bahsetmiştik, ileri dönemde sermaye yaşadığı tıkanıklığı yine sosyal demokratlar ve sendikalarla el ele vererek "Agenda 2010" programı ile aşacaktı. Bu krizden de etkilenen işçi sınıfı oldu.  İşçilerin elinde boş vaatler, giderek kötüleşen ücretler, güvencesiz çalışma koşulları, geçici istihdam yani her an işsiz kalma korkusu ve yoksulluk kaldı. 

Almanya´nın otomotivde bir "üs" niteliği taşıması 1990´larda devreye başka rakiplerin girmesiyle dönüşüme uğramaya başladı. Enerji krizinin ardından örneğin Volkswagen 80´lerin sonunda Çin´e yatırımlarını yaptı, ortaklıklarını kurdu ve 1985´te ilk üretim faaliyetlerine başladı. Üretim kapasitesini giderek artırdı burada. Çin özellikle 2010´dan itibaren VW´nin en büyük pazarı haline geldi. 2015´te hâlâ öyleydi ama dinamikler değişmeye başlamıştı. 

Çin küresel piyasada giderek daha fazla ağırlığa sahip oldu. Xi Jinping yıl sonu konuşmasında Çin´in ilk kez bir yıl içinde on milyondan fazla hibrit ve elektrikli araba ürettiğini söyledi. Halihazırda Almanya´ya elektrikli arabaların yüzde 40´ı Çin´den geliyor. 2020 yılında ihraç edilen araç sayısı 12 bin 756 iken, 2023 yılında bu sayı 129 bin 800´e ulaştı, yani çok kısa bir süre içinde bu sayının on katına çıktığını görüyoruz. "Made in China" etiketinin geleceği de "Made in Germany" olur mu göreceğiz. Çin 2015 yılında "Made in China 2025" stratejik planını duyurmuştu. Gelişmeler bu planla uyumlu  gibi görünüyor.  Çünkü Çin yalnızca sanayi alanında değil tarıma kadar çok geniş bir yelpazede dünyanın en büyük üreticisi konumuna geldi. Hem ABD hem Avrupa tarafından "aşırı üretim" yapıp, haksız rekabete yol açtığı gerekçesiyle topa tutuluyor. Almanya Çin´den gelen 150 avronun üzerindeki mallara gümrük vergisi uyguluyor. Avrupa Birliği Kasım 2024 itibariyle Çin´den ithal edilen elektrikli araçlara, üreticisine göre, yüzde 7,8 ile 35,3 arasında ek gümrük vergileri getirdi. Çin sermayesi şu ara uygulanan yüksek vergilerden kaçınmanın yollarını arıyor. Bu nedenle Avrupa´da araçlarını üretme olanaklarını değerlendiriyor. Volkswagen, 2025 yılında Dresden´da bulunan ve 2027 yılında Osnabrück´te bulunan fabrikalarını kapatacağını duyurmuştu. Reuters´in yaptığı bir habere göre Çin, Almanya´daki VW fabrikalarına odaklanmış durumda ve Almanya´daki Şubat seçimlerinin sonuçlarını bekliyor.  

Otomotivin militarizmle olan ilişkisi sanıldığından daha açık 

Belki 1900´ün ilk yarısındaki kadar berrak değil 2025 yılında şirketlerin davranış ve ilişkilenme biçimleri. Coğrafyaların yakılıp yıkıldığı günümüzde açıktan silah üreten olarak görünmek istemiyor bir kısmı; en azından şimdilik. Ancak bunu üstü kapalı yapmanın çok yolu var. Bu şirketlere suç örgütü desek ileri gitmiş olmayız sanırım. Öyle karmaşık ilişkilerden, ortaklıklardan bahsediyoruz ki dikkatli bir gözle bakmayan herkes kolaylıkla aldanabilir.  Birkaç örnekle pekiştirelim: 2019-2023 yıllarında Almanya, ABD, Rusya, Çin ve Fransa´dan sonra dünyanın en büyük beşinci silah ihracatçısı oldu. Aşağıda Almanya´nın en büyük "savunma" şirketleri, savaş sanayindeki cirolarına göre (milyon dolar cinsinden) listelenmiş. 

Birinci sırada Airbus´u görüyoruz. Airbus´un öncüsü ise Daimler-Benz. Daimler-Benz,  1989´da DASA´yı (Alman Havacılık ve Uzay Şirketi) kurdu, DASA önce EADS (Avrupa Havacılık Savunma ve Uzay Şirketi) sonra bugünkü Airbus oldu. Şirketin genel merkezi her ne kadar Fransa ve Hollanda´da olsa da Almanya´da da önemli bir üretim var. Hâlbuki ilk bakışta Daimler Truck da Mercedes Benz de yalnızca otomobil üretiyor gibi geliyor. Ancak diğer silah üreticileri gibi onlar da Alman Güvenlik ve Savunma Sanayi Federal Birliği (BSDV) üyesi. Rheinmetall zaten savaş için kuruldu, işlevini devam ettiriyor. Hissedarları arasında bulunan BlackRock´un, 2020 yılına kadar Almanya Denetim Kurulu Başkanlığını, Şubat seçimlerinde şansölyelik için en güçlü aday olan Friedrich Merz yapmıştı. İlişkileri devam ediyor, bu hafta Davos‘ta BlackRock‘un ev sahipliği yaptığı akşam yemeğindeydi Merz. MTU satılmadan önce, Daimler-Benz´in yüzde 100 bağlı kuruluşuydu. RENK Group 2021 yılına kadar Volkswagen´e aitti. Listedeki dördüncü şirket Airbus´un yakın geçmişe kadar hissedarı olduğu Hensoldt. KNDS ise 2015 yılında Alman ve Fransız ortaklığıyla kuruldu; ancak Alman ortak Krauss-Maffei Wegmann epey köklü ve kuruluşu tıpkı diğer pek çok şirket gibi 1931-1934 yılları arasına denk geliyor.

Dünyanın en büyük savaş fuarından biri olan IDEX, her 2 yılda bir Abu Dhabi´de düzenleniyor. Bu yıl da 17-21 Şubat tarihleri arasında gerçekleşecek olan fuara Almanya´dan çok sayıda şirket katılıyor, Türkiye´den daha da çok. 

Bu hafta Almanya´da 2024 yılında askeri teçhizat satışlarında yeni bir rekor kırıldığını öğrendi kamuoyu. Geçen yıla kıyasla yüzde 10 daha fazla. Ayrıca Türkiye´ye yapılan teslimatlar 2006´dan bu yana en yüksek seviyede.

Günün sonunda hangi firmanın veya ülkenin ne yaptığını kovalamak önemini yitiriyor. Çok açık bir biçimde militarizmin tırmandığını görüyoruz. Önemli olan sermaye kendine yeni olanaklar ararken emekçilerin ne yapacağı. "Fabrika kapamayın ben az ücretli de çalışırım" veya "Evet ordu silahlansın, bütçesi artsın, biz yoksullaşmaya razıyız" mı diyecek? Yoksa içten içe bekleyecek mi daha kötü günleri ve sermayenin insanlığın üzerine yeniden kurşun olup yağmasını yoksa bu kez alıp başındaki sopayı var gücüyle hücum mu edecek. Alman işçi sınıfının işi zor, ama mutlaka hatırlayacaklar kendi tarihlerini.


Kaynaklar:

https://www.reuters.com/business/autos-transportation/chinese-buyers-interested-unwanted-german-volkswagen-factories-source-says-2025-01-16/ 
https://de.statista.com/statistik/daten/studie/235998/umfrage/ruestungsunternehmen-in-deutschland-nach-umsatz/ 
https://www.spd-geschichtswerkstatt.de/wiki/Reichstagswahl_1930 
Johann-Günther König – Die Autokrise  
Jobst Kraus, Horst Sackstetter, Willi Wentsch – Auto, Auto über alles?
https://www.bundesarchiv.de/themen-entdecken/online-entdecken/geschichtsgalerien/05-maerz-1933-wahl-zum-deutschen-reichstag/ 
https://www.ndr.de/geschichte/chronologie/Gruendung-des-Volkswagenwerks-Autofabrik-diente-erst-der-Ruestung,vwwerk2.html 

                                                                         /././

Karabasana karşı Marks’ın mizahı -Asaf Güven Aksel-

Marks’ın şimdiye kadar adı var kendi yok mizahî romanı ‘Scorpion İle Felix’ birkaç yayınevince eşzamanlı çevrilip basıldı. Bu pazar yazısında bundan söz etmek, patronlara cennet, halka cehennem bir ülkede biraz soluklanmak istedim. Marks’ın 19 yaşındaki hesap kesme sürecine denk geleceğimi bilemedim!

Kabul etmek zorundayım artık, biz bu harami saltanatını yerin dibine gömmeden, “pazar yazısı” deyince akla gelen, biraz kahve keyfi, biraz oyalanma, biraz oyunbazlık içeren yazıları ağız tadıyla yazmak, nadiren punduna gelmiş kaçamaklar haricinde pek kısmet olmayacak gibi.

Orhan Gökdemir söylemişti değil mi, “ülkenin neşesi”nin çalındığını. Doğru. “Sönük” ülke... Ne acı. Ne acı, Bolu’daki otel yangını üzerine, sokaklara, meydanlara çıkan tek partinin itirazındaki gerçek: Yeter bu ülkeyi öldürdüğünüz! Ne acı. Öldürülen ülke.

Bu satırlar yazılırken, yeni bir Ergenekon sürecinin başladığını düşündüren operasyon vardı haber bültenlerinde. El konulan, soruşturmaya tabi tutulan belediyeler silsilesini ve Ümit Özdağ tutuklamasını, menajer Ayşe Barım’ın Gezi’ye katılma gerekçeli gözaltısı, sonra da şimdilik “Barım bünyesindeki” bazı oyuncuların polis refakatinde ifadeye götürülüşleri izledi. Bolu’da onlarca yurttaşımızın hayatını kaybettiği, sorumlusu için kura çekilen otelde küller soğumadan, siyasal ve kültürel hegemonya hamlelerine böyle tanık olduk.

Bu tür “organizasyon”ların olmazsa olmazı, önce bazı isimler üzerinden “deşifre yemi” takılması gibi, bilindik zokalarla olası itirazların önü alınacak, hınçlılar kadar bazı “kullanışlı”lardan da destek görülecek belli ki. Ergenekon’un, Veli Küçük gibi, askerî erkândan ve “derin devlet”ten birkaç “mosturalık”la vitrine epeyce alık üşüştürmesi, şimdi “ırkçı faşist” Ümit Özdağ ve dizi sektöründeki “oyuncu kartelinin patroniçesi” Ayşe Barım’la yaşanacak muhtemelen. Ve sindirme, iktidarın etki alanı haricine korku salarak susturma operasyonu genişleyen halkalarla sürerken, “ama”lı gevelemelerle hukuk sorgusu gölgelenecek.

Ülkenin neşesini çaldılar evet. Üç kuruşluk kâr için insan hayatını hiçe sayan patronların düzeninde ölüyoruz. Yanıyor, boğuluyor, enkaza, göçüğe gömülüyor, düşüyor, ölüyoruz. Kadın, erkek, çocuk, bebek, patili, bir şiddet, açlık, yoksulluk sarmalında sararmış benzimizle sönüyoruz. Doğamızı bile vandalca yağmalayan eşi görülmedik bir sermaye fütursuzluğunun, patron hukuk tanımazlığının, gerici karanlığının diktasıyla besleniyor bütün kötülükler.

Bunları tekrar tekrar söylemenin, zaten her yaşayanın gördüğü, bildiği panoramayı çizmenin, iç karartma dışı işlevi pek yok.

Bir nokta var ama:

Zaman zaman, bu kuralsız, keyfî, tek adam “hukuku”nun 12 Eylül’de bile görülmediği, idamlar, zındanlar, işkenceler, cinayetler cuntasının bile bunları “kitabına uydurmaya zorlandığı” dile getiriliyor. Generaller bu anlamda alicenap, yasal haklara saygılıymış hiç değilse, ama AKP iktidarında bu da yokmuş gibilerden.

Dün cunta elindeki ülkede, “devlet olma ağırlığı”nın refleks teamüllerine, toplumsal sözleşmeli tarihsel “uzlaşma”nın varlığına, ama bugün bunların yerinde yeller estiğine işaret eden bir tez bu. Ya da gelenin gideni aratması makus döngüsüne davet.

Oysa dün darbecileri “göstermelik de olsa hukuka zorlayan” şey, sonuçla sürecin aynı şeyi tanımladığını varsayan “tarih okumaları”nın aksine, ilk palet dönüşünde yerle bir olmayan dirençti. Bütün yasak ve baskılara rağmen, emekçilerin, sosyalistlerin, fizik zora, ölüme karşı öyle kolay teslim olmamasıydı. Bugün eksikliğini hissettiren en önemli etmen budur.

1983’te “sivil Özal” eliyle temeli atılmıştı günümüzün. Darbenin gerekçesi olan, işçi sınıfının cendereye alındığı koşullarda, ideolojide ve ekonomide estirilen dinci-liberal rüzgârla demokrasiciliğin büyüsüne kapılarak sosyalizm hedefini budayan “sol”, bu budamanın gediğini 1984 sonrası bir de kendisini Kürt ekseni üzerinden kuşatıcı bir kimlikçiliğe oturtmakla kapatmak istediğinde başladı sahneden çekilme süreci.  Bunun etraflı analizi çok yapıldı, daha da yapılır, gerekliyse…

Evet, gerekliyse, ama, bugünün gidişatını, ancak emekçi sınıfın yeniden örgütlü ayağa kalkışının ve iktidar odaklı sınıf siyasetinin değiştirebileceği gerçeği sabittir. Öldürülen ve söndürülen ülkenin biricik umudu buradadır. Sosyalizmde ısrardadır. Israrı güçlendirmededir.

Bu, resmettiğimiz koyu karanlıkta, mücadelenin gıdası umudu diri tutmanın yaşamsal önemini de gösterir. Umudun her dem yeşil filizini beslemediğimiz, yaşamın renklerine kepenk indirilmesine izin verdiğimiz, “felekten” bir minnacık dem çalmaktan bile çekindiğimiz zaman mücadelede eksiliriz. Sürekli yakılan genzimizde, sanatın tazeleyen soluğuna yer kalmadığını hissettiğimiz de olur. Şiirmiş, resimmiş, gündelik sorunlar yığınında boğuşurken, büyülü gücünü yitirmiş, derman olmaz gelebilir. Silkelenin: kurulu düzenin bizi ittiği yerdir bu. Bilir çünkü onların saltanatını, çıkınımızda imgeler, masallar, renkler eksik olmadığı için yıkacağımızı.

* * *

Pazar yazısına gelince… Ben size, bu biricik umudun kaynağındaki bir isimden bahsedecektim biraz gülümseriz belki diye. Keyfim kaçık, ama deneyeyim gene de.

Efendim, İstanbul’a kısa bir ziyaretteyken, Karl Marks’ın, şimdiye kadar hep adı var kendi yok “romanı”nın yayınlandığını gördüm. Mizahî roman! Hem de, 90 sayfacık civarı. Dedim tamam, haftanın yazısı çıktı. Alırım, İzmir’e dönerken otobüste okurum. Marks, roman, mizah, daha ne olsun, pazar yazısı için her şey var.

Akıl işte… Kitabı bulup alışım ayrı bir anlatı konusu. İlk sayfasını çevirmemden sonrası, ayrı. O yüzden, aradan iki yazı geçti. Şimdiye kısmetmiş de diyemiyorum.

Marks’ın “Scorpion İle Felix” adlı çalışmasından (çalışma evet, ne mizahı, ne romanı alla’sen) söz ediyorum.

Halen okunuyor mu bilmiyorum, ama bizim kuşaktan edebiyatla ilgilenenlerin referansları arasında, bu romanı ilk anan Mihail Lifşits’in de önemli yeri vardı. Bu vesileyle, yıllar sonra dönüp yeniden baktım ilgili yere. Lifşits, Marks’ın, kibarca söylersek “sınırlı yeteneği” olan şiir yazma konusundaki ısrarı ile toplumsal sorunlara yanıt arama gerekliliği arasındaki çatışmasını  “neyse ki” kafayı Hegel’e takıp aşmaya başladığı dönemde,  “Stern ile Hoffman’ın üslûbuna göre yazılmış mizahî bir skeç” olarak anıyor “Scorpion İle Felix”i. Benzer bir değerlendirme de S. Prawer’ın “Karl Marx ve Dünya Edebiyatı” kitabında yapılıyor. (Söz açılmışken, bu çalışmanın, Marks’ın kenar notları ve konuşmalarından, okuduğu roman, şiir, oyunları nasıl felsefesine ve siyasetine kattığını, o disiplinlerden nasıl yararlandığını görmek için önemli bir kaynak olduğunu belirtelim. Edebiyat, siyasette neye yarar sorusu halen varsa, Marks yanıtlayabilir….)

Marks’ın özellikle gençlik şiirlerinin, şükür ki aile neşesine katkı olup çıktığını biliyoruz. Mizah duygusu, şükür ki olanca keskinliğiyle hep çıkınında kalıyor.

“Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”nin daha açılış cümlesinden başlayan dikiş iğnelerini hatırlayın örneğin (bu metne de sızmış). Siyaset felsefesini edebiyatla harmanladığı pasajlarıyla ünlü, Engels’le ilk ortak kitapları “Kutsal Aile”, Hegel’e hesap açmaya başlamanın da ataklığıyla yazılmış, her aklıma estikçe açıp keyifle okuduğum bir başyapıttır benim için.

Altbaşlığı ziyadesiyle uzun “Kutsal Aile”de Bauer’le girişilen keskin polemikte mizah ve belagat yetkinlikle kullanılırken, Eugène Sue’nun “Paris Sırları” adlı melodram tefrikasından bile yazarın karakterler kurgusuyla çizilen sosyal katmanlardan 1848’in öngününü çıkarabilecek kadar, edebiyatın işlevi ortaya konur.

Marks okumuşlukla daha fazla dolandıramam lafı, bu kitaptan bahis mukadderat: 1837’de yazmaya başlamış “Scorpion İle Felix: Bir Mizahî Roman”ı. 19 yaşında oluyor kendisi. “Kendisi” tabii, haset hakkımdır.

Şehirlerarası otobüste birkaç saatte okur, yazarım öyle mi?

İçeriği, konusu, hakkında yapılmış incelemelere ve çevirmen notlarına uygun rivayete göre, Hıristiyan bir Alman ailenin başına gelenler üzerinden, dinsel dogmaları, geleneksel yapıları eleştirirken, gününün felsefe, siyaset ve sanat ortamıyla da tartışıyor, alaya alıyormuş. Terzi Merten, oğlu Scorpion, oğulun arkadaşı Felix, aşçı Grete, muhasebeci Engelbert ve köpek Bonifatius kurgulu parodi, yazık ki elimize tam haliyle geçmemiş. Kısa kısa pasajlar, 10’uncu bölümden başlıyor ve arada atlamalarla 48’inci bölümde bitiyor. Bir olay örgüsü vardıysa da, kayıp zahir!

Püf, tamamı olaydı, böyle canıma okuyamazdı, hemen anlardım ve yazardım!

Marks’ın alıştığımıza benzemeyen mizahına, metne nüfuz edip pek gülemeseniz de, aforizmalar silsilesi üslubuna karşın, kolay kavranır bir roman aslında. Alt tarafı, masaya Heinrich Heine’nin dört ciltlik “Seyahat Notları”nı, Laurence Sterne’in tuğla gibi Tristram Shandy – Beyefendi’nin Hayatı ve Görüşleri”ni yığdım şahsen. İlaveten, Eski ve Yeni Ahit’i, Ovidius’u, Homeros’u, Fichte, Kant, Hegel’i, felsefenin ve mitolojinin künhünü, siyaset, sosyoloji ve sanat tarihini biraz bilmek, düz cümle bulamayacağınız 90 sayfacıklık “roman”da yapılan biteviye gönderme ve hicivleri anlamanıza yeterli olabilir. Dostoyevski ve Hoffman’daki doppelgänger kavram/kişisini de atlamayın.

Marks, Berlin’den dünyaya, kendisini değiştireceği mesajını, var olan her şeyle hesaplaşarak verirken, okurdan zahmet bekliyor. Ben romanı okudum “ek kaynak”lara başladım, bitsinler de, yazarım…  Ya da beklerim elbet bir değerlendiren bulunur.

Hem, 1913’te, “Sermaye Birikimi”ni kaleme alacak, Marx’ın yeniden üretim modellerinde yanıldığından hareketle kavramlar geliştirecek, “sermaye ihracı ve artı-değer realizasyonu”nda emperyalizmin nüvelerine dikkat çekecek olan Rosa Luksemburg, bundan dokuz yıl önce “Marks beni kızdırıyor” diye yazmıyor muydu Jogiches’e. “Hâlâ onun üstesinden gelemedim. Hep saplanıp kalıyorum, soluğum yetmiyor” demiyor muydu? Umudum var.

E, “Marks’ın romanını özet geçecek kadar bile anlamadım” diye şakalaşınca, uzun ve boş ama “pazar yazısı” mı oluyor yani? Romanın kendisinden başka her şeyi yazıp bırakmak olur mu? Olmaz.

Ülkemizin içinde boğulduğu koyu karanlıktan bahisle açtık yazıyı. Bunda, vazgeçişlerin, düş kırıklıklarının, mücadele ikamesini sınıftan kimliğe, devrimden demokrasiye çevirerek yapmanın payından bahsettik.

İşimiz olmayacak bir menajer üzerinden başlatılabilecek yıldırmalarla, bu karanlık tabloya, şu görmemişin dizisi olmuş misali, teneşire gelesice Gassal’la filan bir de kültürel hegemonya ayağını eklemeye debelenmeleri, devşirmeyle şişinmeleri komik.

19 yaşında şu muazzam damıtımın “mizahı”nı yapanların temel olduğu tarihsel birikimle üretimde aşık atmaya çaplarının yeteceği kuruntusu eğlenceli olabilir… Ama… Ama, ülkemizdeki muazzam temel birikimin gücüyle yetinmemek, güncele üretmek önemli.

“Scorpion ile Felix”ten alıntı mı? Genç Marks’tan, Hegel tersinlemesi ve kendi “günümüzde epik yazılamaz” tezinin esiniyle, bir gerileyiş hicvi olur mu?

“Her dev, bir cüceyi; her deha, dargörüşlü bir amatörü; denizdeki her fırtına çamuru varsayar ve ilki kaybolunca masaya öbürü oturur.”

“İlkler bu dünya için çok büyüktür, o yüzden de dışarı atılırlar. Ama sonrakiler dünyaya kök salıp kalıcı olur. Şampanyadan geriye kalan, nahoş bir tattır; kahraman Sezar’ı şovmen Octavius, İmparator Napoleon’u burjuva kral Louis-Philippe, filozof Kant’ı aylak Krug, şair Schiller’i saray müşaviri Raupach, göklerin Leibniz’ini sınıf odasının Wolff’u ve köpek Bonifatius’u bu bölüm izler…”

Bilmem, Marks, anlatabilmiş mi, böyle yarım ve çetin bir “roman” metninden bile, mücadelenin payına zenginlik düşeceğini?

Türkiye’deki karabasanın tasviriyle, Marks’ın romanı niye aynı yazıda? “Komünist Parti Manifestosu” ciddiyeti, niye Avrupa’da gezen heyülayla başlıyor?

                                                             /././

Öne Çıkan Yayın

Kuyruğunu yiyerek… + Erdoğan’ın ‘İslam ittifakı’ neden mümkün değil?+Beyaz Saray’da Pakistanlı komutan -Cumhuriyet-

Kuyruğunu yiyerek…- Ergin Yıldızoğlu- ABD Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard, “ İran nükleer silah yapmıyo r” dedi ama ABD’de bir ira...