Dünya ve Türkiye artık daha güvensiz + Matem sessizliğinin içinden...-soL

 Dünya ve Türkiye artık daha güvensiz -Oğuz Oyan-

Peki bu tehditkâr tutumunu Türkiye dahil Ortadoğu bölgesinde de sürdürmek isteyecek ABD yönetimine karşı Türkiye’nin benzer niteliklere sahip yönetici takımının elinde ne var?

Geçen hafta Donald Trump ABD başkanlığı koltuğuna tekrar oturdu. Şöyle de okunabilir: Dünyanın en büyük silahlı gücünün komutası artık ilk dönemine göre daha da bilenmiş/ programlanmış (ve yönetme ehliyetine sahip olduğu kuşkulu) bir faşistin elinde! Üstelik bu faşist figür, pazarlanan “öngörülemez kişilik” zırhına bürünerek, uluslararası diplomasinin bütün kurallarını berhava etme meşruiyetini ele geçirmek üzere! Yayılmacı emperyalist kimliğini açıkça sahneye koymak üzere resmen başkan olmayı bile beklememişti zaten. Arkasında bulunan geniş bir kadronun katkısıyla da erkenden kapsamlı bir “meydan okumaya” hazırlanmıştı.

ABD’nin yitirmekte olduğu ekonomik üstünlüğünü ve hegemonya gücünü geri kazanma peşinde olduğu esasen bir sır değildi. Biden dönemi de Ukrayna-İsrail örneklerinde görüldüğü gibi silahlı çatışmaları alevlendirme ve Filistin soykırımına çanak tutma bakımlarından Amerikan emperyalizmin geri çekilme niyetinde olmadığını açıkça gösteriyordu. Hegemonya transferine gerekirse sıcak savaşla yanıt vermek ve kaçınılmaz gördükleri büyük Çin çatışmasına hazırlık yapmak bakımından Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasında esasen belirgin bir farklılık da bulunmuyordu.

Ama şimdi hamleler daha pervasız bir biçimde götürülüyor ve işlerin çirkinleşmesi umursanmıyor. Masaya oturur oturmaz imzaladığı kararname bolluğu ve bunların içeriği de gösteriyor ki, dünya yeni bir tehdit altındadır. Amerikan halkının da bu tehditlerden nasibini alacağı açıktır ama şimdilik bunu her kesimin duyumsamasını beklemek zor. 

Birincisi, bundan böyle ABD’nin uluslararası angajmanlarının (Dünya Sağlık Örgütü; Paris İklim Sözleşmesi…) ve müttefiklerle ilişkilerinin de hedefe konulması veya yeniden biçimlendirilmesi konusunda tek taraflı ve pervasız bir konum belirlenmesi. İkincisi ise, ABD’nin bu yeni “eşkıya devletine” karşı koyabilecek bir gücün, bir karşı ittifakın oluşamayacağına dair büyük bir özgüven beslenmesi. Burada Batı “ittifakı” içi bir karşı koyuş olasılığının pek olmadığından söz ediyoruz; yoksa ittifak dışındaki ilişkilerde sınırlar çok zorlanırsa her türlü olasılığa açık bir sürecin başlaması işten bile değildir.

ABD’nin yeni faşist-emperyalist yönetici kadroları, Batı kampında -kuşkusuz Pasifik müttefikleri de dahil olmak üzere- yükselebilecek itirazların kendi eylemlerini durdurabilecek güce ulaşamayacağını hesap ediyor olmalılar. Herhangi bir kural ve etik değerle sınırlandırılmadığında kendi güçlerinin “karşı konulamaz” olduğunun yeniden ve abartarak “bilincine varıyorlar”! Yoksa Grönland, Panama, Meksika hatta Kanada konusundaki yayılmacı emellerini bu kadar fütursuzca ortaya dökebilirler miydi? Danimarka Başbakanının İskandinav ülkelerinin başbakanlarını evinde başbaşa bir yemekte ağırlaması, sosyal medyada magazin tarafıyla gündem oldu. (Sadeliği, mütevazılığı falan da pek beğenildi!). Oysa bu alışılmadık buluşmanın konusu neydi acaba? Grönland konusunda ABD’nin satın alma (ve referandum) atağı karşısındaki çaresizliklerini paylaşmaları olmasın sakın? “Sarı öküzü” vermeden kuşkusuz ortak bir ses yükseltmeyi düşünmüşlerdir; ama AB’nin bile kendilerine sıkı bir destek çıkacağından emin olamadan! NATO deseniz, zaten ABD’nin tekelinde. Bu korsanca emeli durdurmak için geriye ne kaldı? Sözünü hiçbir konuda geçiremeyen Birleşmiş Milletler mi?

Türkiye’nin denklemdeki yeri

Peki bu tehditkâr tutumunu Türkiye dahil Ortadoğu bölgesinde de sürdürmek isteyecek ABD yönetimine karşı Türkiye’nin benzer niteliklere sahip yönetici takımının elinde ne var? Bir köşe kapmaca oyununa dönüştürülen Astana süreci artık ortada yok. BRİCS vs. de hikayeden ibaret. Şangay İşbirliği Örgütü ile olan ilişkiler de öyle. Dolayısıyla AKP iktidarının Abdülhamitvari “denge” politikaları güdebilecek bir hevesinin bile artık karşılığı yok. Kaldı ki II. Abdülhamit’in bu politikalarının inanılmaz toprak kayıpları pahasına sürdürülebilen bir “ricat ve tahtı koruma siyaseti” olduğunu da unutmayalım.

Suriye’de AKP rejiminin borusunun ötmeyeceğine dair işaretler ilk haftalardan itibaren alınmaya başlanmıştı. Öcalan üzerinden sürdürülen PKK ve YPG’ye “silah bıraktırma” girişiminin de işe yaramayacağı az-çok belli olmaya başladı. Bu durumda, AKP Türkiye’si için durumu (Türkiye içi siyaset bağlamında) birazcık kurtaracak ama esas olarak Suriye’de ABD, İsrail ve SDG’nin kazançlı çıkacağı formüller üzerinde durulduğunu tahmin etmek zor değil. Suriye’nin yeniden imarında ve sınai/ticari ilişkilerin arttırılmasında bile, cihatçı Suriye rejiminin parası bol ve etkisi güçlü Arap ülkelerini tercih edeceğinin işaretleri de alınmakta zaten.

Bu koşullarda Türkiye’nin “kullanışlı” bir müttefik olarak kendini göstermesi yakın dönemde iki alanda olabilecek gözüküyor: Bir, Irak’ta olduğu gibi Suriye’nin de kuzeyinde bir Kürt özerk bölgesi veya federal devleti oluşmasını sineye çekmek, buna karşılık PKK’nın bir bölümünün silah bırakmasını sağlamaktan ibaret bir küçük “kazanımla” yetinmek! İki, İran’la girişilebilecek olası bir sıcak çatışmada ABD ile İsrail kampında yer almak veya hiç olmazsa tarafsızlık kisvesi altında Türkiye’deki üsleri ABD’ye kullandırmak! Bunların ne büyük riskler taşıdığını eklemek bile gereksiz.

Despotizme demir atan Türkiye de daha güvensiz

Türkiye’de de iç siyaset sonbahardan itibaren daha güvensiz bir zemine taşındı. Suriye’nin düşmesi, ABD emperyalizmi ve İsrail Siyonizmi önündeki son engeli de temizledi. İktidar bloğunun, Türkiye’nin egemen sınıflarının bir bölümünü de yanına alarak maceracı girişimlerde bulunması, yukarıda belirtildiği gibi ABD onayı olmadan hayli güç. Buna karşılık Türkiye’nin dış tehditlere ve emperyalizmin hizmetindeki terör örgütlerinin tehditlerine daha açık hale geldiği de bir vakıa.

Mesele bundan ibaret olsa başa çıkmak daha kolay olurdu. Ama ülkeyi güvensiz hale getiren bizzat iktidarın kendisi olunca işler değişiyor. İktidar bloğunun, 31 Mart 2024 Yerel Seçimlerinde ikinci sıraya düştüğü andan itibaren kendi rejimini inşa sürecini hızlandıracak zorba yöntemler ve uygulamalar sürecine gireceği apaçıktı. Bunu soL Haber’de 30 Nisan ve 28 Mayıs 2024 tarihli yazılarımızda işlemiştik. Şu satırlar 28 Mayıs tarihli yazımızdan: “Dinci-despotik rejim kendi gerici programını hızlandırmak ihtiyacı içindeyken ve bunun için de devletin sosyal zorlama uygulamalarını kolluk/yargı baskıları üzerinden sertleştirmeye, açık bir meydan okumaya dönüştürmeye hazırlanırken, bütün bu niyetlerini geçici de olsa perdeleyecek, toplumdan ve siyasi düzlemden yükselebilecek başlangıç tepkilerini yumuşatacak aldatıcı bir normalleşmeden daha fazla neyi isteyebilirdi?”.

Cihatçı terör örgütlerinin Suriye’deki Esat yönetimini devirmeye hazırlandığının bugün artık iyice bilindiği sonbahar 2024 sürecinden itibaren Cumhur İttifakının dozu giderek yükselen saldırılarını belediyeler ve siyasetçiler üzerinde yoğunlaştırması, yargı sopasını artık daha fütursuzca kullanması ve adaletsizliklerini günlük pratiğe dönüştürmesi, açık bir neo-faşist yapılanmaya yönelmesinden başka bir anlama gelmemektedir. Bu yapılanma özellikle eğitim alanında İslamo-faşist özellikleri bakımından daha fazla öne çıkmaktadır. Ama özü itibariyle bu yapılanma pervasız bir talan ekonomisinin hesap sorulmadan sürdürülebilmesini sağlamaya yöneliktir. İktidar olanaklarından en fazla yararlandırdığı, yağma düzeninde hep yanında tuttuğu sermaye çevrelerinden tam destek alması kuşkusuz şaşırtıcı değildir.

Bu düzenin sürdürülebilmesi, iktidarın siyasi devamlılığının garanti edilmesini gerektirir. Bu da yeni bir anti-demokratik anayasa değişikliğini şart koşar. Ama iktidarın anayasa değişikliği gündeminde Kürt siyasetini yanında tutmaya dönük girişimlerinin, önceki aldatmacalara rağmen karşılık bulabilmesi, Türkiye’de siyasi mücadelenin ne kadar zor olduğunu da göstermektedir.

Her şeye rağmen Cumhuriyetçilerin bağımsızlıkçı ve aydınlanmacı temellerde birleşmeleri ve emekçi kitlelere yaslanarak mücadeleyi yoğunlaştırmalarından başka seçenekleri bulunmamaktadır. 

                                                        /././

Matem sessizliğinin içinden...-Nevzat Evrim Önal-

Bu ülke bizi öldürmek isteyenlerin değil, bizim. İnanın, çaldıkları her şeyi misliyle geri alacağız.

Kesif bir karanlık var hepimizin ve ülkenin üzerinde. Işıksızlıktan ibaret değil, bir mum yaktığınızda gerileyip kuytu yerlere çekilmiyor. Balçık gibi, mürekkep gibi, sanki bir bilinci varmış gibi en küçük aydınlığı dahi kuşatıp boğmaya çalışıyor.

Her sabah karanlıkta uyanıyor, işe gitmek için evden çıkıyoruz; yolda gökdelen boyu ışıklı panolarda kocaman harflerle “Günaydın!” yazıyor, ama gün bir türlü aymıyor.

Proyas’ın Karanlık Şehir filminde, bütün insanların yaşadıkları tuhaf kentte tutsak olduğunu fark eden ana karakter, bir diğerine şu soruyu sorar: “En son ne zaman gündüz, gün ışığında bir şey yaptığını hatırlıyorsun? Eski bir çocukluk anısından falan bahsetmiyorum, dün mü, geçen hafta mı?” İkisi için de bir aydınlanma anıdır, çünkü yaşadıkları yerde aydınlığın olmadığını fark etmişlerdir.

Ne Türkiye ne de dünya, yakın ya da uzak geçmişte pırıl pırıl, aydınlık bir cennet bahçesiydi. Ama bugün üzerimize çöken, vicdanı ezip aklı boğan karanlığın yakın geçmişte bir miladı var. Bundan on iki yıl önce, Türkiye halkı yaklaşmakta olan felaketi, halk olmaya has sezgileriyle fark edip büyük bir tepki verdi. Gezi parkıyla da, Taksim meydanıyla da, metropollerle de sınırlı kalmayan; tüm ülkeye yayılan, cumhuriyet tarihinde tek bir kitlesel eylem görmemiş şehirlerde dahi on binlerce insanın, ülke genelinde ise on milyonların eyleme geçtiği iki hafta yaşadık.

Bugün o iki haftanın güzelliğini hatırlıyor, belki hala ona tutunuyoruz; ama bu görkemli anı, başka bir şeyi hatırlamamızı engelliyor.

Eylemler başladığı andan itibaren sadece AKP değil, düzenin bütün siyasi partileri, hep birlikte eylemlerin karşısında durdu. Tabii her biri bunu kendi meşrebince, düzende üstlendikleri role uygun biçimde yaptı. CHP itidal çağrılarıyla, Kürt hareketi Gezi’de “darbe görerek”, henüz AKP’nin ortağı olmamış MHP ölü taklidi yapıp ortalarda görünmeyerek… 

Bunun bir mantığı vardı. Gezi eylemleri AKP iktidarına yönelmiş ve hükümetin istifasını istiyor olsa da AKP karşıtlığının çok ötesinde bir politik potansiyel barındırıyordu. Bu kitlesel kalkışmanın hükümeti alaşağı etmesinin düzene büyük zarar vereceği, halkın böyle bir zaferle kazanacağı özgüvenle bir daha eskisi gibi yönetilemeyeceği gün gibi ortadaydı. Sermaye sınıfı, kapitalist düzenin ona sağladığı tüm ayrıcalıkları olmasa da 12 Eylül darbesiyle kazandığı mutlak ve sorgulanmaz egemenliği kaybetmek üzereydi.

Bu yüzden, Gezi’yi yenilgiye uğratmak için sadece AKP’nin polisi değil, sermayenin bütün uşakları hep birlikte harekete geçti. Mesele sadece eylemlerin bitirilmesi ve kitlenin dağıtılması değildi. Ortaya çıkan toplumsal enerji düzenin kapsayamayacağı kadar büyüktü. Bu enerji sönümlendirilmeliydi.

Buradan sonrası Ekmeleddin’den Altılı Masaya uzanan, her aşaması başka bir halk düşmanlığı olan, yürütücülerinin sermaye düzenin Türkiye’deki selameti adına uğursuz bir görevi yerine getirdiği büyük bir alçaklık öyküsüdür.

Gezi, Türkiye halkının aklı ve vicdanının dolaysız dışavurumuydu. Bu akıl ve vicdan, politik anlamda özgürlük, eşitlik, yurtseverlik ve laiklik değerleri üzerine kurulmuştu. Aradan geçen on iki yılda, sadece AKP değil, sadece AKP-MHP ortaklığı da değil bir bütün olarak Türkiye’nin sermaye düzeni; sağıyla ve soluyla, milliyetçisi, islamcısı ve liberaliyle bu değerleri kendisinden dışladı ve yarattığı karanlıkla boğdu.

1 Haziran 2013’te Taksim Gezi Parkı’da açılan parantez, 14-28 Mayıs seçimlerinde kapandı ve yenilgi tamamlandı. Yaklaşık iki yıldır halkın ve ülkenin içinde olduğu, yerel seçimlerdeki AKP hezimetinin en ufak bir ferahlama yaratmadığı matem sessizliğinin kaynağı bu. Halen aklı ve vicdanı olan bütün insanlar, kendileri için vazgeçilmez olan, kişiliklerini ve insan oluşlarını tanımlayan ama içinde ömürlerini geçirdikleri düzen tarafından hoyratça yok edilen değerlerin yasını tutuyor.

***

Bu değerlerin ölümü sadece ruh sıkıntısı yaratan soyut bir kayıp değil. Sermaye düzeni, insanlığın tüm ideallerinden sıdkını sıyırdıkça ve bu değerler ile frenlenmeden, sınırsızca zenginlik biriktirmeye giriştikçe; kâr uğruna insan canının hiçe sayıldığı, düpedüz cinayetlerin de cinayete çok benzeyen ölümlerin de olağanlaştığı bir mezarlar düzenine dönüştü. Üç yüz bir madencinin öldürüldüğü Soma katliamı, devamındaki tüm alçaklıklarla birlikte bu dönüşümün ilk göstergesiydi. Bu ülkede, bu boyutta olmasa da başka büyük maden kazaları olmuştu ama en yetkilisinden başlayarak tüm iktidarın ölülerinin yası ve öfkesi içine sığmayan insanlara saldırdığı, yerlerde sürükleyip tekmelediği görülmüş şey değildi. Yusuf Yerkel şerefsizinin madenci yakınına attığı tekmenin karşılıksız kalması, yaşanan değişimin niteliğini gösteren sembolik bir öneme sahipti.

Soğuk ama çok açıklayıcı bir örnek verelim: İş kazası sıklığı, “çalışılan bir milyon saat başına gerçekleşen kaza” ile ölçülür. 2012 yılına kadar Türkiye’de bu sayı düzenli biçimde azalarak 2,43’e kadar düşmüştü. Bu tarihten itibaren büyük bir hız kazandı ve beş kattan fazla artarak 2022 yılında 12,44’e ulaştı.1 Dolayısıyla Soma, münferit bir olay değil. Türkiye’de sermaye, her geçen yıl daha fazla işçi öldürerek birikiyor ve bu artış iş kazalarının “artık raporlanıyor olmasından” falan kaynaklanmıyor.

Soma’dan Kartalkaya’ya uzanan cinayetler ve katliamlar zincirinin her halkası diğerlerine bağlı ve hiçbiri kendi başına anlaşılamaz. Tekil her vakada hangi mevzuata uyulmadığı, hangi ihmallerin yaşandığı, hangi şanssızlıkların olduğu ya da hangi suçun işlendiğini uzun uzun tartışabilirsiniz ama bir yerden sonra bu, abesle iştigal olacaktır. İş cinayetlerinde de, depremde de, Yenidoğan çetesinin bebek katliamında da, otel yangınında da fail, zincirlerinden boşanmış sermaye düzeninin doymak bilmez kâr hırsıdır.  

Bugün, artık apaçık hale gelmiş bu uğursuz gerçeğe dair bir aydınlanma yaşanıyor. Halk, halk olmaya has sezgileriyle; sadece şu ya da bu politikacının veya siyasi partinin değil içinde yaşadığı düzenin kendisine düşman olduğunu, her an canına kast edebileceğini ve eğer ölürse sorumluların hesap vermeyeceğini, yani yaşadığı yerde aydınlık kalmadığını kavrıyor.

Kavrıyor, ama örgütsüz olduğu için, çare bulamıyor. Matem sessizliğinin en önemli kaynağı bu çaresizlik.

***

Gezi’den 2023 seçimlerine, Soma’dan Kartalkaya’ya uzanan uğursuz sürecin başlıca unsurlarından biri genel seçim, yerel seçim, referandum diye ha bire masaya bir sandık konması ve balon gibi şişirilip söndürülen bir takım dandik kahramanların halka kurtarıcı diye yutturulmasıydı. Bu siyasi manipülasyonun en yalın özeti ise Fethullahçı alçakların uydurduğu “tatava yapma bas geç” sloganıydı. Sermaye düzeni bir bütün olarak öyle arsızlaşmış durumda ki, sezgilerinin peşinden gitse düzenin dışına yönlendiren yurttaşları içeride kalmaya ikna ederken dahi onlara hakaret ediyordu.

Yaşanmakta olan aydınlanmanın “her gün bir plebisit” ruh halinden bir süredir çıkılmış olmasıyla da alakası var. Son haftalarda Türkiye Komünist Partisi’ne yönelen belirgin ilgi de bundan kaynaklanıyor. Halk kısa bir süreliğine dahi sahte çözümlerle oyalanmadığında, düzenin kötücül karanlığını ve çürümüşlüğünü gösteren her vakada gözü, olabilecek tek gerçek çözüm olan devrime kayıyor.

Bu ilginin bir sebebi daha var. Türkiye Komünist Partisi, on yıllardır bir kez olsun içinde yaşadığımız uğursuz düzenin herhangi bir yerine tutunmaya, yamanmaya çalışmadı. İyileştirilmesi, insancıllaştırılması mümkün olmayan bu düzene reformlar önermedi. Seçimlerde oy almak, bir iki belediye kapmak ya da meclise girmek için sermaye partilerine eyvallah demedi, borçlanmadı. Düzenin düğünlerinde tefçi, cenazelerinde yasçı olmadı. Avrupa Birliği hayalleri köpürtülürken karnavala katılmadı ya da cumhuriyeti öldürmek için yapılan Ergenekon operasyonu demokratikleşme diye pazarlanırken pek çok solcu geçinenin bile bindiği dolmuşa binmedi. Aksine böyle her dönemeçte halkın çıkarlarından yana oldu ve doğruları söyledi. 

Ve aynı sebeple, 2013 Haziranında halk, değerlerini savunmak için ayaklandığında komünistleri hemen yanı başında buldu. Türkiye Komünist Partisi sadece Taksim’de değil, ülkenin her köşesinde halkın onurlu eyleminin ön saflarında yer aldı.

Bu yüzden, bugün Gezi’yi yargılayabileceklerini sananlar, eğer cesaretleri varsa gölge boksu yapmayı bırakıp Türkiye Komünist Partisi’ni yargılamayı denemelidir. Zira Gezi’nin özgürlük, eşitlik, laiklik ve yurtseverlik değerleri, on iki yıl önce olduğu gibi bugün de, emperyalist merkezlerdeki şaibeli vakıflardan fonlanan, kimin eli kimin cebinde belli olmayan liberal saadet zincirlerinde değil; halkın “itirazım var” duygusuna tercüman olan Boyun Eğme pankartını AKM'nin çatısından sallandırmış olan, düşüncelerini dost düşman hiç kimseden saklamayan Türkiye Komünist Partisi’nde temsil ediliyor.

Eğer siz de boğuluyor gibi hissediyorsanız, kıymetli gördüğünüz her değerin ayaklar altına alındığını düşünüyorsanız ve çare arıyorsanız, matem sessizliğinin içinden yükselen şu onurlu, öfkeli sese kulak verin. 

Bu ülke bizi öldürmek isteyenlerin değil, bizim. İnanın, çaldıkları her şeyi misliyle geri alacağız.  


BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -28 Ocak 2025-

 


Ekonominin dış dengeleri -Hayri Kozanoğlu-

“Rasyonel ekonomi politikaları” etiketiyle dolaşıma sokulan uygulamalar döviz dengelerini sağladı mı, yoksa ekonomiyi yeni çalkantılara açık hale mi getirdi? Ekonominin yumuşak karnı, reel sektör şirketlerinin yurtiçi bankalardan döviz cinsi borçlanmaları ve tüm kesimlerin kısa süreli dış borçlar miktarının artması diyebiliriz.

2023 seçimleri sonrası “rasyonel ekonomi politikaları” etiketiyle dolaşıma sokulan, uzun süre %50’de seyreden politika faizi sayesinde sıcak parayı cezbeden, TL’nin bu şekilde reel olarak değerlemesinin de yardımıyla enflasyonu bir nebze indiren uygulamalar döviz dengelerini sağladı mı, yoksa ekonomiyi yeni çalkantılara açık hale getiren risklere mi yol açtı? Bu yazıda güncel veriler üzerinden bu soruya cevap arayacağız.

DIŞ BORÇLAR ARTIŞTA

Türkiye’nin dış borçları 2024 3.Çeyrek itibarıyla tarihin en yüksek düzeyi 528.8 milyar dolara yükselmiş durumda. Bu nokta 2019 yılı sonuna göre tam 111 milyar dolarlık bir artışa işaret ediyor. Brüt dış borçların GSYH’ye oranı ise %41,7’ye indi. Ancak TL’nin dalgalı seyrini hatırlarsak, reel olarak değer kazandığı bir süreçte bu oranın düşüşü fazla bir anlam taşımıyor. Olası bir kur oynamasında dış borçların TL karşılığı otomatik olarak artacağı için bu göstergenin fırlaması da örneğin 2020’de olduğu gibi kaçınılmaz hale gelecek.

Dış borçların kompozisyonuna göz attığımızda, 2016’dan başlayarak özel sektörün dış borçlarını azalttığını, buna karşın dövizde açık pozisyonun kamuya geçtiğini gözlemliyorduk. Nitekim 2016’dan sonra kamu sektörünün dış borçları 97 milyar dolar artarken, Merkez Bankası’nın (TCMB) da  1.1 milyar dolar gibi ihmal edilecek düzeydeki borçları 2023 sonunda 46.4 milyar dolara kadar çıktı. Bazı swap anlaşmalarının dolması nedeniyle 2024 3.Çeyrekte ise 38.4 milyar dolara geriledi. Özel sektörün 2017 sonunda 312.3 milyar dolarla tavan yapmış dış borçları 2021 sonunda 81.6 milyar dolar keskin bir düşüşle 230.7 milyar dolara inmişken, tekrar kıpırdanmaya başladı, 36 milyar dolarlık bir artışla en son 266.6 milyar dolara çıktı.

233 MİLYAR DIŞ BORÇ 1 YILDA ÇEVRİLECEK

Bir yıl içerisinde çevrilmesi gereken kısa süreli borçların bakiyesi 232.7 milyar dolar. TCMB’nin borçlarının 36.1 milyar dolara inmesine rağmen bu yüksek düzeyin korunması endişe verici. Bu paranın 18.7 milyar doları yabancıların döviz tevdiat hesaplarından, 20.3 milyar doları yüksek faiz ortamından yararlanmak isteyen TL hesaplarından, 18.8 milyar doları da yurtdışı bankaların yurtiçi bankalarındaki döviz mevduatlarından oluşuyor. 57 milyar dolarlık ticari kredileri, dış ticaretin gereği ve daha az riskli kabul edebiliriz. Bankaların 55 milyar dolarlık, reel sektörün 21 milyar dolarlık, toplam 76 milyar dolarlık kredi borcundan oluşan kısım ise riskli bölümü oluşturuyor. Risk algısının yükselmesi durumunda, bu borçların yenilenmemesi ve yabancıların toplam 57.8 milyar dolarlık mevduatının kaçması tehlikesi her zaman var.

(*) Orijinal vadesine bakılmaksızın vadesine bir yıl ve daha kısa kalan dış borçları göstermektedir.
(**) T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından yurt dışında ihraç edilen borçlanma senetlerinden (eurobond) itfasına bir yıl ve daha kısa vade kalanlar için yapılacak ödemeleri kapsamaktadır (yurt içi yerleşik kişilere satın alınanlar hariç).

REEL SEKTÖR DÖVİZ BORÇLANIYOR

Reel kesim şirketlerinin de, TL’nin reel olarak değerlendiği, bu eğilimin bir süre daha devam etmesinin beklendiği bir ortamda döviz açığını yukarı çekmeye yöneldiği görülüyor. Böylelikle bu firmaların yüksek faizli TL kredi kullanmak yerine, döviz varlıklarını eksilterek ve/veya dövizle borçlanarak fon ihtiyaçlarını karşıladıkları seziliyor. 2023 sonunda net döviz pozisyonları -81.3 milyar dolarken, 2024 Ekim itibarıyla -132.3 milyar dolara kadar açılmış bulunuyor. Bu 51.2 milyar dolarlık farkın, 13.1 milyar doları varlıkların eritilmesinden, 38.1 milyar doları da yükümlülüklerin artmasından kaynaklanıyor. Yurtdışı krediler fazla değişmezken, yurtiçi bankalardan sağlanan kredilerin 35.3 milyar dolar artması dikkat çekiyor. TCMB ile döviz swapı olanakları daralan bankaların da reel sektöre döviz kredisi açmakta istekli oldukları anlaşılıyor.

YABANCI ŞİRKETLERİN DEĞERİ DÜŞÜYOR

Bilindiği gibi uluslararası yatırım pozisyonu (UYP) bir ülkenin yurtdışı aleme olan tüm varlıklarını ve yükümlülüklerini gösterir. Bir bakıma  ekonomilerin dışa bağımlılığının en önemli ölçütüdür. En son açıklanan veri 2024 Kasım ayına ait ve 363 milyar dolar varlığa karşılık 659.8 milyar dolar yükümlülük bulunduğuna işaret ediyor. Dolayısıyla net UYP -296.7 milyar dolar. Son 5 ayda net döviz pozisyonunun 66.3 milyar dolar kadar kapandığı gözlemleniyor. Varlıklarda göreceli sınırlı 15.2 milyar dolarlık bir artış söz konusu. Buna karşın yükümlülükler 49.1 milyar dolar azalmış. Çünkü doğrudan yatırımların, yani mal ve hizmet üretimi yapan yabancı şirketlerin değeri 47.3 milyar dolar düşmüş.

Sektörel bazda son veriler 2023 sonuna ilişkin. 2022’ye göre inşaat şirketlerini değeri 36.8 milyar dolar, imalat sanayisi firmalarının değeri ise kimya, ulaşım, elektronik ve elektrik-gaz-iklimlendirme iş kolları kaynaklı 29.2 milyar dolar düşmüş.

Türkiye’nin döviz açığının ana kaynağını oluşturan cari açığın uygulanan programla üretimin yavaşlaması sonucu daraldığını, Kasım itibarıyla 2024 ilk 11 aylık cari açığın denge verilerinden 5.6 milyar dolara gerilediğini biliyoruz. Cari denge hesaplarında aynı dönemde doğrudan yatırımlarda 5.8 milyar dolar, portföy yatırımlarında 23.4 milyar dolar, yerlilerin efektif hesaplarındaki artışla 8.8 milyar dolar, kredi kanalıyla 2.1 milyar dolar ve ticari kredilerle 6.7 milyar dolarlık kayda değer bir sermaye çıkışı olduğu görülüyor.

Burada çarpıcı veri, portföy yatırımlarındaki kabarış. Ancak ayrıntıları inceleyince, bunun ana kaynağının TCMB’nin rezervlerindeki menkul kıymet artışı olduğunu, 2023 sonunda 3.6 milyar dolarda seyreden bakiyenin 2024 Kasım’da 24.1 milyar dolara yükseldiğini anlıyoruz. Bu kalem 2013 sonunda 98.9 milyar dolara kadar yükselmişti. ABD ile yaşanan gerilimlerle birlikte, özellikle Rahip Brunson krizi sonrası ABD hazine kağıtları tutmaktan kademeli biçimde vazgeçildi. 2023’e gelindiğinde  bu kalem adeta sıfırlanmıştı. Döviz rezervlerinin altın ve mevduat bileşimiyle dengelenmesi yolu seçilmişti. Bugüne gelindiğinde, belki de ABD ile ilişkilerde göreceli yumuşama sonucu ABD hazine bonoları alımı tekrar hızlandı ve  menkul kıymet portföyü yine yükselişe geçti.

SICAK PARA VE DIŞ RİSKLER

Sıcak parayı yabancıların hisse senedi portföyleri, elde tuttukları yurtiçi borçlanma senetleri ve mevduatlarının toplamı olarak tanımlayabiliriz. Bu hesaba göre, ülkeyi terk ettiğinde döviz kurlarını ve piyasa faizlerini sarsabilecek sıcak para tutarı 17 Ocak 2025 itibarıyla 33.4 milyar hisse senedi, 19.9 milyar DİBS olmak üzere, sınırlı ölçüde özel sektör ihraçları da hesaba katılırsa 53.7 milyar dolar. Yabancıların döviz mevduatları ise  yurtdışında yerleşik kişiler 15.5 milyar dolar ve yurtdışında yerleşik bankalar 6.4 milyar dolar olmak üzere 21.9 milyar dolar. Yabancıların TL mevduatları da 12.6 milyar doları buluyor. Bu şekilde sıcak para miktarı 88.2 milyar dolara kadar çıkıyor. Bu rakama yurtdışı piyasalarda işlem gören 72.6 milyar dolar kamu ve özel tahvillerini katınca ise toplam 160.8 milyar dolara yükseliyor.

Buradan Türkiye ekonomisinin yumuşak karnının, daha çok reel sektör şirketlerinin yurtiçi bankalardan döviz cinsi borçlanmaları ve tüm kesimlerin kısa süreli dış borçlar miktarının artması olduğunu söyleyebiliriz. Dövize olası bir yönelme halinde bu borçların TL karşılığının artması, anapara ve faizlerin geri ödenmesinin zorlaşmasına yol açacak, bu durum hem CDS primlerinin sıçramasını, hem de borçların yenilenmesinde sıkıntılar yaşanmasını getirecektir.

                                                                 /././

Üçte iki istemiyor ama birinci parti -Yaşar Aydın-

Halkın üçte ikisinin istemediği bir iktidar işgal ettiği koltuklarda çok uzun süre oturamaz. AKP iktidarı da değişecek. Yeter ki halkın ısrarla durduğu ve geri adım atmadığı noktaya ilerleyebilecek bir muhalefet olsun.

Kamuoyu araştırmaları AKP’deki erimenin durduğunu hatta yukarıya doğru belli belirsiz bir ivmenin olduğunu söylüyor. Birçok araştırma şirketi AKP’yi yeniden birinci olarak göstermeye başladı.

Oysa çok değil bugünden geriye doğru yaklaşık 300 gün önce AKP’yi kuruluşundan bu yana ilk kez ikinci parti haline getiren yerel seçim yaşanmıştı. Yine hatırlanacağı gibi bu sonuç Cumhur İttifakı’nda işlerin karışmasına yol açmış, AKP’liler artık birbirlerine MHP’yi sırtından atmaları gerektiğini anlatıyorlardı. Van’daki mazbata tartışmasında olduğu gibi gerilim ve çatallaşma Saray’ın içine kadar ilerlemişti. İBB Başkanı İmamoğlu AKP’lilerin de desteğini alarak Belediyeler Birliği’nin başkanı seçiliyor, bürokraside ise “adam satmalar” başlıyordu.

Erdoğan yaptığı seçim değerlendirmesinde özeleştiriden bahsediyor, değişim istiyordu. Deyim yerindeyse Cumhur İttifakı “gün sayılacak” duruma gelmişti.

‘BİRLİKTE BAŞARIRIZ’ DUYGUSU ZAYIFLADI

Başta gençler olmak üzere toplumun her kesiminden ülkeye dair, umudun tazelendiğine dair mesajlar gelmeye başlamıştı. Avrupa’dan “dönüş biletlerini sosyal medyada paylaşanlara tanık olduk. Ne yazık ki bu kadar umut bu ülkeye yine fazla geldi. Cumhur İttifak’ına muhalefet cenahından bir kez daha can simidi atıldı. Hem de suda kalmaları garanti olsun diye birden fazla can simidi attılar. Durumu fark edip muhalefet partilerini uyarmak isteyenler oldu. Ama başta CHP olmak üzere meclis muhalefetinin kimseyi dinlemeye niyeti yoktu ve nitekim dinlemediler.

Oysa, Kobani davasında yüzlerce yıl hapis, Gezi Davası kararları, Can Atalay meselesi, emekli ve köylü eylemleri hep bu döneme rast geldi. Cumhur’un bildiğini okuyacağı o kadar çok belliydi ki. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, MİT Başkanı İbrahim Kalın ve tabi ki Erdoğan ve Bahçeli yaz ayını boş geçirmedi. Muhalefete sürekli oylanacak konu başlıkları sunarken, kendi yollarını da tahkim ettiler.

Bugün gelinen noktada sanki rüzgâr yeniden Cumhur İttifakı için esiyor görüntüsü var. Erdoğan ve Bahçeli büyük bir özgüvenle kürsü kullanıyor, ağızlarına geleni söylüyorlar. Muhalefet bütünüyle savunmaya geçmiş durumda. Eğer sadece televizyon izliyorsanız göreceğiniz manzara bundan başkası değil. Ama hayat, toplumsal kesimler hâlâ çok başka noktada durmaya devam ediyor.

ANKETLERDE NEREYE BAKMAK GEREKİYOR

Son günlerde yapılan kamuoyu yoklamalarının en çok merak edilen soruları “hangi parti önde” ve “muhalefetin cumhurbaşkanı adayı kim olmalı” sorusu. Buradaki tabloya bakılınca 10 ay öncesine göre toparlanmış bir Erdoğan ve AKP görmek mümkün. Ama bu ne kadar doğru işin o tarafı çok tartışmalı. Area Araştırma’nın son yaptığı anket aslında birçokları  gibi çok başka bir noktaya işaret etmeye devam ediyor. Aday ve parti isimlerine verilen yanıtlardan çok memlekete dair sorulan sorulara verilen yanıtlar halkın siyasal tutumunu göstermesi açısından daha kıymetli. Bu sorulara yanıtlardan ortaya çıkan en not tablo memleketin üçte ikisinin rejime karşı duruşunun devam ediyor olması.

İktidar başarısız: Başta ekonomi olmak üzere ülkenin tüm majör problemleri karşısında hükümetin aldığı kararlar ve uygulamalar halkın yoğun tepkisiyle karşılaşıyor. Ekonomi, adalet hatta Kürt sorunu konunda destek yüzde 30’leri asala aşamıyor. Ekonomide iktidarı başarısız bulanlar yüzde 75’lere ulaşmış durumda.

Cumhurbaşkanlığı sistemi desteklenmiyor: Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi iki seçimde aşındı ve destekçisi azaldı. Yaşadığı sıkıntıların kaynağını Saray rejiminde görenlerin sayısı azalmak şöyle dursun, sürekli artışta.

Erdoğan’ın bir kez daha adaylığı onay görmedi: Suriye’de yaşanan rejim değişikliğine, buranın yarattığı rüzgâra rağmen Erdoğan’a güven oyu her geçen gün daha da azalmış durumda. Erdoğan’ın aday olması için anayasa değişikliği yapılabilir diyenlerin oranı yüzde 30’a bile ulaşamadı.

Her şeye rağmen parlamenter sistem: Bir başka ilginç sonuç ise halkın nasıl bir rejim istediğine dair. Muhalefetin bile ağzına almaktan çekindiği parlamenter sistemi destekleyen hâlâ yüzde 55’ler düzeyinde.

KİM DAHA GÜÇLÜ?

Tablo böyleyse nasıl oluyor da iktidar bir kez daha her şeyi kazanmış gibi hareket edebiliyor? Kuşkusuz bu değerlendirmeye verilecek tek yanıt muhalefetin durumuna ilişkin olacaktır. Rejimle mücadeleyi kenara bırakan, cumhurbaşkanlığı adaylığı ile uğraşan, ekonomik kriz dahil aktüel sorunlara karşısında propagandayı aşan bir ağrılık koymayan muhalefetin rüzgar yaratması beklenemezdi ve de öyle oldu. Hatta bu tutum hakta umutsuzluk ve geri çekilmeyi besleyen bir iklim yaratmaktan başka sonuç üretemiyor.

Halkın üçte ikisinin istemediği bir iktidar çok uzun süre işgal ettiği koltuklarda oturamaz. İktidar da değişecektir. Yeter ki halkın ısrarla durduğu ve geri adım atmadığı noktaya kadar ileleyebilecek mecali olan bir muhalefet olsun.

∗∗

KRİTİK RAKAM YÜZDE 65

Area Araştırma’nın yaptığı ankete göre; Halkın rejime karşı tepkisi devam ediyor. Muhalefet partileri rejim karşıtı siyasetten uzaklaştıkça zayıflıyor, çağrı gücü halka ulaşmıyor.

                                                                                /././
JİTEM tarihe gömüldü -Ayça Söylemez-

1990'lı yıllarda Diyarbakır ve Batman’daki cinayetlerle ilgili açılan JİTEM Ana Davası, zaman aşımı gerekçe gösterilerek düşürüldü. Zaten dava da “dostlar alışverişte görsün” minvalindeydi, zira ortada sanık falan yoktu.
                               
90’lı yıllarda birçok yurttaş gözaltına alınarak kaybedildi.

90’lı yıllardaki faili meçhul cinayetler, gözaltında kaybetmeler, yargısız infazlar ve köy yakmalara dair davalar, 2012 ve 2013 yıllarında hazırlanan iddianamelerle açılmıştı, siyasi konjonktür değişti, tümü aynı şekilde sonuçlandı. Ancak bu son JİTEM davasında belki de diğerlerinde olmadığı kadar delil ve ifade vardı.

“JİTEM’e giren çıkamaz. Gözaltı yok, infaz var.”

Ankara 6. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen JİTEM ana davasında ifade veren, kendini “istihbaratçı” olarak tanıtan H.O., duruşmadaki beyanında, Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele Grup Komutanlığı’nı (JİTEM) böyle tanımlamıştı.

Mahkeme dünkü kararıyla, davanın zamanaşımından düşmesine hükmetti. Dava, gazeteci Musa Anter ve Ayten Öztürk cinayetleriyle ilgili dosyalarla birleştirilmiş, diğer iki dosya da geçen yıllarda aynı akıbete uğramıştı. Devam eden dava da “dostlar alışverişte görsün” minvalindeydi, zira ortada sanık falan yoktu. JİTEM ana davası dediğimiz, Diyarbakır ve Batman'da 1992- 94 yılları arasında işlenen sekiz cinayete ilişkin, aralarında Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’ın da bulunduğu 16 kişiye açılan davaydı.

YEŞİL MUAMMASI

Yargı sürecinde, Yeşil’in yaşayıp yaşamadığına dair net bir kanıt mahkemeye sunulmadı. Musa Anter davasının 17 Eylül 2015 tarihli duruşmasında katılanlar vekilleri, kendilerine Mahmut Yıldırım’ın ölümüyle ilgili bir belge sunulduğu bilgisini verdi. Belgeye göre, Belçika’da vefat eden Mahmut Özel adlı kişi, aslında Mahmut Yıldırım’dı. Ancak Adli Tıp Biyoloji İhtisas Dairesinin incelemesine göre, Mahmut Yıldırım’a ait olduğu iddia edilen DNA örnekleri, akrabalarından alınan örneklerle eşleşmedi.

Bu son kararla da yargıdaki JİTEM dosyası kapanmış oldu.

AYGAN NASIL KAYBOLDU?

Davanın 15 Eylül 2022’deki duruşmasını Ankara’da izlemiştim, mağdur avukatları, bir dönem gazetelere uzun uzun JİTEM’i anlatan, hatta işaret ettiği bölgelerde JİTEM’in öldürdüğü kişilerin kemikleri bulunan yurtdışındaki itirafçı Abdülkadir Aygan’a ulaşılamamasını eleştirmişti: “Abdülkadir Aygan'ın ifadesi nasıl hala alınamaz? İki ülkenin isterlerse birkaç günde halledeceği işlemler yıllardır sürüncemede kalıyor. Cezasızlık politikası, zamanaşımı ya da faillerin ölümlerinin beklenmesiyle karşımıza çıkıyor. Bu dosyada da zamanaşımı karşımıza çıkarılacak.”

Mahkeme, bu duruşmadaki ara kararında, insanlığa karşı suç kapsamında zamanaşımının reddine karar verilmesine dair taleplerin nihai kararda hükme bağlanacağını ifade etmişti. Sonuç tam da Avukat Öztürk Türkdoğan’ın yukarıdaki beyanında öngördüğü gibi oldu.

Siyasi konjonktür değişti, Abdülkadir Aygan yeniden “kayıp şahıs” oldu.

DELİL VE İFADE

Bu son JİTEM davasında ‘belki de diğerlerinde olmadığı kadar delil ve ifade vardı’, dedim. Örneğin ta 2012’de yaptığım bir haberde, Diyarbakır'da 1993-1999 arasında Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele Merkezi'nin (JİTEM) kullandığı bina ile Diyarbakır Kapalı Cezaevi ve Adliye Sarayı'nın bulunduğu Saraykapı'daki kazılarda 10 kafatası bulunduğunu yazmıştım. O dönem İnsan Hakları Derneği (İHD) Diyarbakır Şube Sekreteri olan Raci Bilici, kemiklerin 90'larda işlenen cinayetlerin ardından buraya atıldığını düşündüklerini söylemişti: “Eski PKK itirafçısı ve JİTEM elemanı Abdülkadir Aygan da bu binanın JİTEM'in merkezi olduğunu söylemiş ve insanların burada infaz edildiğini açıklamıştı.”

Bunun yanında, çoğu resmi görevli, rütbeli askerin ifadesiyle de hem JİTEM’in varlığı hem de icraatları mahkeme dosyasına girmişti: JİTEM’in infaz timinde yer aldığı ileri sürülen itirafçılardan Adil T., 1 Eylül 1999'da savcıya verdiği ifadesinde JİTEM'in varlığından açıkça söz etmiş ve öldürülen Yüzbaşı Cem Ersever'e bağlı çalıştığını itiraf etmişti. (Bu ifadeyi Haziran 2011'deki duruşmada dile getiren Avukat Tahir Elçi de yıllar sonra öldürüldü ve bu cinayet de faili meçhul kaldı…)

Emekli Albay Arif Doğan ise “JİTEM’i Ben Kurdum” diye kitap bile yazdı.

Ama sonuç değişmedi: Zamanaşımı…

Bugünden sonra tabii ki bir temyiz süreci yürüyecek ancak anlaşılan o ki bu kirli oluşum, tüm bilinenlere rağmen tarihin tozlu sayfalarında yerini aldı.

                                                                /././

Merhamet yorgunu bir ülke -Selçuk Candansayar-

Kartalkaya’da yetmiş sekizimiz daha öldü. Ölüp duruyoruz. Cenazelerine omuz verdiklerimiz sırtlanıyor tabutlarımızı. Her ölümüzde biraz daha suskunlaşıyor, biraz daha dönüyoruz kendi içimize. Yasına ortak olmaya çalıştıklarımız taziyelerimize geliyor.

Oğuz Arda’sı için “Adalet” arayan Mısra Öz’e ilk günden bu yana destek olan Atakan Yalçın olarak ölüyoruz Kartalkaya Yangını’nda. Ruşen Karakaya, İsias Otel’inin enkazında kızı Selin’le birlikte hayatını kaybeden “26 çocuğunun” yasına, bu kez Grand Kartal Otel’de ölen “36 çocuğunun” yasını ekliyor.

Hepimiz için geçerli değil ama. Türkiye toplumu başka bir tür bölünmeye uğruyor. Bir yanda “canı yananlar”, öte yanda ise “canı yananlara can olmaktan yorulanlar “ olarak ikiye bölünüyoruz. Merhamet etmekten, şefkat göstermekten yorulanların ülkesi olduk

Başkasının acısını hissedebilip, acı çekenin acısını paylaşabilmek insan türünün en önemli evrimsel kazanımlarımdan biri. İnsan, ancak bir grup içinde olduğunda ve grubun her üyesiyle dayanıştığında hayatta kalabildiğini yaşaya öğrene insanlaşabildi.

En küçüğünden en büyüğüne, bir grubu bir arada tutan ve grup kimliğini pekiştiren en önemli özelliklerden biri grup içi yardımlaşmaya olan inanç. İçimizde olanın acısına ortak olabilir ve o acının dinmesine katkı sağlayabilirsek kendimizi bir grup- topluluk- toplum- halk- millet olarak hissedebiliyoruz.

Başkasının acısını hissedip, o acıyı azaltmak isteğiyle harekete geçebilmemizi sağlayan temel inancımız nereden kaynaklanıyor? Hayatta kalmamızın ancak hayat kaynaklarını paylaşarak mümkün olduğunu yaşayarak öğrenmemizden. Bugün bana yarın sana, sen-ben yokuz, biz varız deyişleri de bu inancın göstergeleri. Başkasına yardım ederken kendimize de yardım ettiğimizi, çünkü o başkası olmadan yapayalnız kalabileceğimizi ve yalnızlaştıkça azalıp zayıflayacağımızı ve hayatı sürdürebilmemizin giderek zorlaşabileceğini iliklerimizde hissederiz.

Evet, iliklerimize sinmiştir bu şefkat hissi ama sonsuz bir kaynaktan akmaz. Başkasının acısını dindirdikçe, o başkası varlığıyla bizim hayatımıza destek olur ve birbirini besleyen bir kaynak ortaklığıyla yaşayabiliriz. Acısını dindirdiğimiz güçlenip ayağa kalkarak, ortak kaynaklarımıza katkı verir ve böylece grup gücümüz eskisinden daha da çok olur.

RUHUMUZ YORULUR

Acı çekenler çoğaldıkça ve verebildiklerimiz acı çekenin yaralarını saramamaya, onları ayağa kaldıramamaya başladıkça biz de yorulmaya, tükenmeye başlarız. Sürekli acıya maruz kaldıkça, sürekli başkasının acısını hissedip daha o acının dinmesini sağlayamadan bir başka dindirilecek acıya maruz kaldıkça ruhumuz yorulur, tükenir. Bu kez acı çekenlerden uzaklaşmaya ve sanki bizim bir parçamız değilmiş hissine kapılmaya bile başlayabiliriz.

İki örnek belki bu yorgunluğu anlamamızı sağlayabilir. Bir öğretmen düşünün. Öğrencileri arasında cinsel istismara maruz kalanları fark ettiğinde elinden gelen tüm çabayla istismarın ortaya çıkması, sorumlunun cezalandırılması ve maruz kalanın ruhunun onarılması için uğraşmaya çalışsın. Zaman içinde bu çabaları sonuçsuz kaldıkça, saldırgan cezalandırılmadıkça, okul ve ailede istismar önleyici müdahaleler yapılmadıkça, dahası yardım etmeye çalıştığı çocuklar kimi zaman çok daha derin örselenmelere uğradıkça yorulmaya başlar. Yorulduğunda da artık cinsel istismar kavramını bile duymak istememeye, istismar belirtileri gösteren çocukları bilinçsizce görmezden gelmeye eğilimli olur. Ölümcül hastaların bakıldığı yoğun bakım servislerinden zaman zaman gelen görüntüleri hatırlayın. Komadaki hastaların yanında “göbek atanlar”, “lahmacun partisi” verenlerin görüntüleri! Seyredene çoğunlukla “insanlıkdışı” gelen bu görüntülerin ardında sağlık çalışanlarının “merhametten yorulmuş” olmaları yatar. Ağır ve uzun çalışma saatleri ve koşulları altında, düşük ücretlerde çalışa çalışa ve hemen hiç bir hastanın iyileşmediği, yatan her hastanın ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar sonunda öldüğü bir serviste yıllarca çalışmak, onları merhamet yorgunu yapmıştır.

ÖNEMLİ GÜÇ UMUT

Yangının ertesi günü Kartalkaya’da “tatillerine devam eden” ya da sosyal medyadan otelin gecelik fiyatı üzerinden “zenginler öldü, bana ne” diyenlerin hiç değilse bir bölümü de merhametten yorulanlar olabilir. Çünkü merhamet yorgunluğuna kapılanlarda en çok görülen tepki “acı çekene yönelik öfke”dir. Artık bitip tükenmiş olan, kendisini “bir acıya daha" katlanamayacak, bir yaraya daha merhem olamayacak kadar güçsüz hisseden biri “yine merhamet etmek zorunda kaldığında” acı çekene öfkelenmeye başlayabilir.

Acı çekenlerin çoğaldığı, henüz acı çekmeyenlerin ise merhamet etmekten, şefkat göstermekten yorulduğu bir ülke olduk. Merhamet yorgunluğuna kapılmaktan bizi koruyan en önemli güç “umut”! Umudu ortaya çıkarabilecek olan ise “acının sorumlularının hesap vereceğine, bedelini ödeyeceklerine ve en önemlisi bir daha aynı acının yaşanmaması için gerekenlerin yapılacağına” olan inanç. Bu inancı besleyecek olan ise, acının sorumlusunun ne acı çeken ne de merhamet etmeye çalışan olmadığını görebilmek.

                                                                  /././

Sokak röportajı veren kadın "Cumhurbaşkanı'na hakaret" suçundan tutuklandı

Sokak röportajı veren N.K. adlı bir kadın, AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında kullandığı ifadeler gerekçe gösterilerek tutuklandı. Konuya ilişkin Emniyet Genel Müdürlüğü'nden yapılan açıklamada, "Şahıs hakkında İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı'ndan alınan talimatla Cumhurbaşkanına hakaret suçundan adli tahkikat başlatılmış ve şahıs, sevk edildiği mahkeme tarafından tutuklanmıştır" denildi.(https://www.birgun.net/haber/sokak-roportaji-veren-kadin-cumhurbaskani-na-hakaret-sucundan-tutuklandi-594585)

                                                                   ***

FATİH, eğitim bütçesini fethetti -Mustafa Bildircin-

AKP’nin, “Eğitimde asrın projesi” diyerek 2011’de başlattığı ve 2014 yılında tamamlanacağı açıklanan FATİH Projesi, eğitim bütçesinde delik açtı. Proje kapsamında 2025 yılı için ise 4 milyar TL harcama öngörüldü.(https://www.birgun.net/haber/fatih-egitim-butcesini-fethetti-594553)

                                                            ***

Mango fidanıyla vergi kaçırdı!-İsmail Arı-

Belediyeye “Rüşvet alan da veren de mel’undur” yazdıran Yeniden Refah Partili Oğuzeli Belediye Başkanı Öztekin’in oğlu, yurtdışında getirdiği mango fidanlarıyla vergi kaçırıp devleti zarara uğrattığı için yargılanıyor.

17 Mayıs 2022’de hazırlanan iddianamede yer alan bilgilere göre, 3 Kasım 2021 tarihinde Ömer Faruk Öztekin sahibi olduğu Akfa İç ve Dış Ticaret isimli şirketiyle yurtdışından İskenderun Limanı’na 6 bin adet “Mango fidanı” getirdiğini beyan etti. Ancak yapılan incelemede 7 bin 800 mango fidanı getirdiği tespit edildi. Ayrıca Öztekin’in ülkeye soktuğu ve çerimoya isimli tropik meyvenin fidanı olarak kayıtlara geçirilen 200 fidanın da mango fidanı olduğu belirlendi.(https://www.birgun.net/haber/mango-fidaniyla-vergi-kacirdi-594536)

                                                             ***

Afetler santral memuruna emanet: ‘Vekaleten’ AFAD -İsmail Arı-

İçişleri Bakanı Yerlikaya, aralarında santral ve ambar memurlarının da bulunduğu 187 ismi AFAD'a "vekaleten" müdür olarak atadı. AFAD çalışanları, “Müdürleri sınavla belirlemek istemedikleri için kurumu vekaleten yönetiyorlar” dedi. Kurum çalışanları ise “Şube müdürlerinin sınavla atandığını ancak Ali Yerlikaya ile ekibinin sınavla atama yapmamak için vekaleten atamalar yaparak kurumu yönettiğini” savundu. Ayrıca AFAD çalışanları, yönetici koltuğuna oturtulan isimlerin liyakatinin sorgulanmasını gerektiğini de vurguladı.(https://www.birgun.net/haber/afetler-santral-memuruna-emanet-vekaleten-afad-594557)

                                                                  ***

BİRGÜN

SÖZCÜ "GÜNDEM" -28 Ocak 2025-

Ekrem İmamoğlu imkansızı başardı: Dünya olasılık tarihine geçti

İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu Kartalkaya faciası nedeniyle ertelediği bilgilendirmeyi yaptı. İmamoğlu özellikle seçilen bilirkişinin kimliğini de açıkladı. Savcılık da, görev yapan bilirkişiyi etkileme" suçlamasıyla soruşturma açtı. Ekonomist Uğur Gürses, 8 bin 806 bilirkişi içinde aynı ismin, aynı kişiyle ilgili 4 dosyaya atanma ihtimalini yapay zekaya sordu. Rakam, 0.000000000000000 01627 (Yüz katrilyonda bir) çıktı. İmamoğlu, bu şansıyla imkansızı başarıp dünya olasılık tarihine geçti.(https://www.sozcu.com.tr/ekrem-imamoglu-imkansizi-basardi-dunya-tarihine-gecti-p131507)

                                                                   ***
Emekliye un çorbası Bakan'a sosyete mantısı -Deniz Ayhan-
Emeklilerin maaşı un çorbasına ancak yeterken, Hazine ve Maliye Bakanlığı sosyete mantılı yemek ihalesi düzenledi. Mönünün 37 günlük maliyeti 12 milyon 583 bin 226 TL oldu. 
Dar gelirli vatandaş etin tadını çoktan unuturken, Hazine ve Maliye Bakanlığı 2025 yılının ilk 37 iş gününde 1.550 personel için sosyete mantılı yemek hazırlama ve dağıtım ihalesi düzenledi. İhale 30 Aralık 2024’te yapıldı. 9 Ocak 2025’te MFS Yemekçilik Turizm Şirketi ile 12 milyon 583 bin 226 TL’lik sözleşme imzalandı. Sözleşmede yemeklerde 5 çalışma gününün üçünde et olması istendi. Sözleşmeye göre haftanın bir günü haşlama, kızartma, tas kebabı, rosto, kağıt kebabı, biftek, ızgara, kavurma gibi et yemekleri, kuru, sulu veya soslu köfte yemekleri, tavuk veya balık eti gibi beyaz et yemekleri; haftanın iki günü mevsimine göre şoklanmış kuru veya taze etli sebze yemekleri verilecek.  Ayda bir defa, dana haşlama, et döner, dana rosto, islim kebap, Ankara tava, çoban kavurma; ayda bir defa da kıymalı Ali nazik, kıymalı çökertme, kıymalı pide, lahmacun, sosyete mantısı verilecek. Bakanlık, kuşbaşı et yemeklerinde 140 gram kemiksiz dana eti, tek parça et yemeklerinde 170 gram kemiksiz dana eti, et dönerde 150 gram kemiksiz dana eti olmalı; balıkta ise 240-280 gram arasında levrek olmalı gibi şartlarını da firmaya bildirdi. Sözleşmede şu şartlar da yer aldı: “Dana eti erkek kasaplık kalçalı uzun but, rengi pembe kırmızı arası, kıvamı sert, dış yüzü ince beyaz bir kabuk yağı örtülü, butların kemik oranı yüzde 15/20 arası; butların kesimindeki renk kırmızıdan koyu kırmızıya yakın olacaktır. Yağ oranı yüzde 5’i geçmeyecektir. Balıkların derisi kuvvetli, parlak, renk değişimi olmayacak, elastiki olacaktır.”(https://www.sozcu.com.tr/emekliye-un-corbasi-bakan-a-sosyete-mantisi-p131498)
***
İstanbul’dan yola çıkan geminin sırrı ne? 3 milyar dolarlık kokain kimin?

Fransa Deniz Kuvvetleri, Martinique Adası açıklarında gerçekleştirdiği operasyonda Türk armatöre ait bir gemiyi durdurdu. Haliç-Equality adlı gemi, 250 paket içinde saklanmış 9 ton kokainle yakalandı. Ele geçirilen uyuşturucunun piyasa değeri 3 milyar doların üzerinde. Bu değer, Türkiye’nin bazı bakanlıklarının yıllık bütçesini bile geride bırakıyor. Geminin sahibi olan Türk armatör H.B.T.’nin bu sevkiyatta ne kadar sorumluluğu olduğu ise henüz belirsiz.  İYİ Parti Balıkesir Milletvekili Turhan Çömez, olayla ilgili sosyal medya platformu X üzerinden yaptığı paylaşımda, şu soruları gündeme getirdi:  “Türkiye’den ayrılan bir gemi, neden İstanbul’da denetlenmedi? Piyasa değeri 3 milyar dolar olan kokainin sahibi kimdir? Ülkemizin itibarını zedeleyen bu tür olaylar, denetim sistemimizin ne kadar zayıf olduğunu gözler önüne seriyor.” Çömez’in açıklamasıyla birlikte, Türkiye’nin deniz taşımacılığında uyguladığı denetimlerin yetersizliği yeniden tartışmaya açıldı.(https://www.sozcu.com.tr/istanbul-dan-yola-cikan-geminin-sirri-ne-3-milyar-dolarlik-kokain-kimin-p131505)

                                                       ***

Coca-Cola ürünleri toplatılıyor! Klorat tespit edildi, ülkede 'sakın tüketmeyin' uyarısı yapıldı

'Aşırı klorat' tespit edilmesi sonrası Coca-Cola, Fanta, Sprite, Fuse Tea, Nalu, Minute Maid, Tropico ve Royal Bliss markalarının, bazı ülkelerde toplatılmasına karar verildi. Belçika Federal Gıda Zinciri Güvenliği Ajansı (FASFC), Coca-Cola Europacific Partners Belçika'nın ürettiği çeşitli ürünleri aşırı klorat seviyeleri nedeniyle toplatma kararı aldığını açıkladı.(https://www.sozcu.com.tr/coca-cola-urunleri-toplatiliyor-klorat-tespit-edildi-sakin-tuketmeyin-uyarisi-yapildi-p131487)  

Diyanet’in gezi bütçesi 745 milyon TL

Bütçesiyle birçok bakanlığı kıskandıran Diyanet, yurt dışı seyahatleriyle de gündemde. Erbaş gibi üst düzey personel de bu yılın ilk ayı bitmeden on binlerce kilometre yol yaptı.

Başta Prof. Ali Erbaş olmak üzere yöneticilerinin yurt dışı gezileriyle gündeme gelen Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2024 yılında yurt dışı gezilerini de kapsayan yolluk harcamaları 302 milyon 738 bin TL olmuştu. 2025 yılında ise 744 milyon 805 bin TL ödenek ayrıldı. 2026’da 845 milyon, 2027’de de 917 milyon 383 bin TL yolluk harcaması öngörüldü. Erbaş’ın 45 farklı ülkeye yaptığı kalabalık yurt dışı seyahatleri gündemdeyken, Diyanet yöneticileri 2025’in ilk ayı dahi bitmeden on binlerce kilometre yol yaptı. Başkan Yardımcısı Kadir Dinç ve İnsan Kaynakları Genel Müdürü Akif Pusmaz Diyanet’in villa aldığı Avusturalya’ya gitti. 2024 bütçesinden kalan son yurt dışı harcırah paraları da böylelikle harcanmış oldu.Diyanet’in genel müdürleri de Erbaş gibi 2025’in başında kalabalık bir şekilde Suudi Arabistan’a gitti. Bu seyahate Hac Ve Umre Genel Müdürü Remzi Bircan, İnsan Kaynakları Genel Müdürü Akif Pusmaz, Yönetim Hizmetleri Genel Müdürü Bünyamin Kahraman, Eğitim Hizmetleri Genel Müdürü Sedide Akbulut, Hukuk Müşaviri Selami Açan katıldı. Başkan Yardımcısı Burhan İşliyen ve Dış İlişkiler personeli de geçtiğimiz günlerde Fransa’nın Strazburg kentine gitti. Diyanet’in Avrupa’da görev yapan ataşe ve müşavirleri ile bir araya gelip Diyanet Vakfı’na yardım talep edildi.

                                                   ***

3 milyara yakın ceza aldı, inşaata devam etti! Halk ayaklandı -Yaşar Anter-

Muğla’nın Marmaris ilçesinde belediyenin mühürleyerek 3 milyara yakın ceza yazdığı Sinpaş turistik tesislerinde inşaatın devam etmesi sert tepkilere neden oldu. Kaymakamlığa yürüyerek eylem yapan vatandaşlarla polis arasında gerginlik yaşandı.(https://www.sozcu.com.tr/3-milyara-yakin-ceza-aldi-insaata-devam-etti-halk-ayaklandi-p131437)

                                                        ***

Çin'i ve ABD'yi DeepSeek ile vurdu.... Küresel piyasalarda Deepseek rüzgarı

Çinli yapay zeka girişimi DeepSeek, geliştirdiği yenilikçi yapay zeka modeliyle küresel finans piyasalarında dalgalanmalar yarattı. ABD merkezli teknoloji devlerinin hakimiyeti bu geliştirme ile birlikte büyük tehdit altında. Teknolojik hamle borsalara da yansıdı. Nasdaq 100 vadeli işlemleri yüzde 2,3 oranında düşüş kaydetti. Öte yandan, bu gelişme Asya piyasalarına olumlu yansıdı ve Hong Kong hisseleri değer kazandı.(https://www.sozcu.com.tr/cin-abd-yi-deepseek-ile-vurdu-kuresel-piyasalarda-deepseek-ruzgari-p131426) 

                                                        ***

SÖZCÜ






 


Öne Çıkan Yayın

TKP Genel Sekreteri Okuyan: Halk sahnede yoksa savaş kararları kolay alınıyor + Okuyan: AKP'nin Ortadoğu politikası bir avuç zenginin çıkarlarına hizmet ediyor -soL-

TKP Genel Sekreteri Okuyan: Halk sahnede yoksa savaş kararları kolay alınıyor Ankara'da düzenlenen etkinlikte konuşan TKP Genel Sekreter...