Dünya ve Türkiye artık daha güvensiz -Oğuz Oyan-
Peki bu tehditkâr tutumunu Türkiye dahil Ortadoğu bölgesinde de sürdürmek isteyecek ABD yönetimine karşı Türkiye’nin benzer niteliklere sahip yönetici takımının elinde ne var?
Geçen hafta Donald Trump ABD başkanlığı koltuğuna tekrar oturdu. Şöyle de okunabilir: Dünyanın en büyük silahlı gücünün komutası artık ilk dönemine göre daha da bilenmiş/ programlanmış (ve yönetme ehliyetine sahip olduğu kuşkulu) bir faşistin elinde! Üstelik bu faşist figür, pazarlanan “öngörülemez kişilik” zırhına bürünerek, uluslararası diplomasinin bütün kurallarını berhava etme meşruiyetini ele geçirmek üzere! Yayılmacı emperyalist kimliğini açıkça sahneye koymak üzere resmen başkan olmayı bile beklememişti zaten. Arkasında bulunan geniş bir kadronun katkısıyla da erkenden kapsamlı bir “meydan okumaya” hazırlanmıştı.
ABD’nin yitirmekte olduğu ekonomik üstünlüğünü ve hegemonya gücünü geri kazanma peşinde olduğu esasen bir sır değildi. Biden dönemi de Ukrayna-İsrail örneklerinde görüldüğü gibi silahlı çatışmaları alevlendirme ve Filistin soykırımına çanak tutma bakımlarından Amerikan emperyalizmin geri çekilme niyetinde olmadığını açıkça gösteriyordu. Hegemonya transferine gerekirse sıcak savaşla yanıt vermek ve kaçınılmaz gördükleri büyük Çin çatışmasına hazırlık yapmak bakımından Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasında esasen belirgin bir farklılık da bulunmuyordu.
Ama şimdi hamleler daha pervasız bir biçimde götürülüyor ve işlerin çirkinleşmesi umursanmıyor. Masaya oturur oturmaz imzaladığı kararname bolluğu ve bunların içeriği de gösteriyor ki, dünya yeni bir tehdit altındadır. Amerikan halkının da bu tehditlerden nasibini alacağı açıktır ama şimdilik bunu her kesimin duyumsamasını beklemek zor.
Birincisi, bundan böyle ABD’nin uluslararası angajmanlarının (Dünya Sağlık Örgütü; Paris İklim Sözleşmesi…) ve müttefiklerle ilişkilerinin de hedefe konulması veya yeniden biçimlendirilmesi konusunda tek taraflı ve pervasız bir konum belirlenmesi. İkincisi ise, ABD’nin bu yeni “eşkıya devletine” karşı koyabilecek bir gücün, bir karşı ittifakın oluşamayacağına dair büyük bir özgüven beslenmesi. Burada Batı “ittifakı” içi bir karşı koyuş olasılığının pek olmadığından söz ediyoruz; yoksa ittifak dışındaki ilişkilerde sınırlar çok zorlanırsa her türlü olasılığa açık bir sürecin başlaması işten bile değildir.
ABD’nin yeni faşist-emperyalist yönetici kadroları, Batı kampında -kuşkusuz Pasifik müttefikleri de dahil olmak üzere- yükselebilecek itirazların kendi eylemlerini durdurabilecek güce ulaşamayacağını hesap ediyor olmalılar. Herhangi bir kural ve etik değerle sınırlandırılmadığında kendi güçlerinin “karşı konulamaz” olduğunun yeniden ve abartarak “bilincine varıyorlar”! Yoksa Grönland, Panama, Meksika hatta Kanada konusundaki yayılmacı emellerini bu kadar fütursuzca ortaya dökebilirler miydi? Danimarka Başbakanının İskandinav ülkelerinin başbakanlarını evinde başbaşa bir yemekte ağırlaması, sosyal medyada magazin tarafıyla gündem oldu. (Sadeliği, mütevazılığı falan da pek beğenildi!). Oysa bu alışılmadık buluşmanın konusu neydi acaba? Grönland konusunda ABD’nin satın alma (ve referandum) atağı karşısındaki çaresizliklerini paylaşmaları olmasın sakın? “Sarı öküzü” vermeden kuşkusuz ortak bir ses yükseltmeyi düşünmüşlerdir; ama AB’nin bile kendilerine sıkı bir destek çıkacağından emin olamadan! NATO deseniz, zaten ABD’nin tekelinde. Bu korsanca emeli durdurmak için geriye ne kaldı? Sözünü hiçbir konuda geçiremeyen Birleşmiş Milletler mi?
Türkiye’nin denklemdeki yeri
Peki bu tehditkâr tutumunu Türkiye dahil Ortadoğu bölgesinde de sürdürmek isteyecek ABD yönetimine karşı Türkiye’nin benzer niteliklere sahip yönetici takımının elinde ne var? Bir köşe kapmaca oyununa dönüştürülen Astana süreci artık ortada yok. BRİCS vs. de hikayeden ibaret. Şangay İşbirliği Örgütü ile olan ilişkiler de öyle. Dolayısıyla AKP iktidarının Abdülhamitvari “denge” politikaları güdebilecek bir hevesinin bile artık karşılığı yok. Kaldı ki II. Abdülhamit’in bu politikalarının inanılmaz toprak kayıpları pahasına sürdürülebilen bir “ricat ve tahtı koruma siyaseti” olduğunu da unutmayalım.
Suriye’de AKP rejiminin borusunun ötmeyeceğine dair işaretler ilk haftalardan itibaren alınmaya başlanmıştı. Öcalan üzerinden sürdürülen PKK ve YPG’ye “silah bıraktırma” girişiminin de işe yaramayacağı az-çok belli olmaya başladı. Bu durumda, AKP Türkiye’si için durumu (Türkiye içi siyaset bağlamında) birazcık kurtaracak ama esas olarak Suriye’de ABD, İsrail ve SDG’nin kazançlı çıkacağı formüller üzerinde durulduğunu tahmin etmek zor değil. Suriye’nin yeniden imarında ve sınai/ticari ilişkilerin arttırılmasında bile, cihatçı Suriye rejiminin parası bol ve etkisi güçlü Arap ülkelerini tercih edeceğinin işaretleri de alınmakta zaten.
Bu koşullarda Türkiye’nin “kullanışlı” bir müttefik olarak kendini göstermesi yakın dönemde iki alanda olabilecek gözüküyor: Bir, Irak’ta olduğu gibi Suriye’nin de kuzeyinde bir Kürt özerk bölgesi veya federal devleti oluşmasını sineye çekmek, buna karşılık PKK’nın bir bölümünün silah bırakmasını sağlamaktan ibaret bir küçük “kazanımla” yetinmek! İki, İran’la girişilebilecek olası bir sıcak çatışmada ABD ile İsrail kampında yer almak veya hiç olmazsa tarafsızlık kisvesi altında Türkiye’deki üsleri ABD’ye kullandırmak! Bunların ne büyük riskler taşıdığını eklemek bile gereksiz.
Despotizme demir atan Türkiye de daha güvensiz
Türkiye’de de iç siyaset sonbahardan itibaren daha güvensiz bir zemine taşındı. Suriye’nin düşmesi, ABD emperyalizmi ve İsrail Siyonizmi önündeki son engeli de temizledi. İktidar bloğunun, Türkiye’nin egemen sınıflarının bir bölümünü de yanına alarak maceracı girişimlerde bulunması, yukarıda belirtildiği gibi ABD onayı olmadan hayli güç. Buna karşılık Türkiye’nin dış tehditlere ve emperyalizmin hizmetindeki terör örgütlerinin tehditlerine daha açık hale geldiği de bir vakıa.
Mesele bundan ibaret olsa başa çıkmak daha kolay olurdu. Ama ülkeyi güvensiz hale getiren bizzat iktidarın kendisi olunca işler değişiyor. İktidar bloğunun, 31 Mart 2024 Yerel Seçimlerinde ikinci sıraya düştüğü andan itibaren kendi rejimini inşa sürecini hızlandıracak zorba yöntemler ve uygulamalar sürecine gireceği apaçıktı. Bunu soL Haber’de 30 Nisan ve 28 Mayıs 2024 tarihli yazılarımızda işlemiştik. Şu satırlar 28 Mayıs tarihli yazımızdan: “Dinci-despotik rejim kendi gerici programını hızlandırmak ihtiyacı içindeyken ve bunun için de devletin sosyal zorlama uygulamalarını kolluk/yargı baskıları üzerinden sertleştirmeye, açık bir meydan okumaya dönüştürmeye hazırlanırken, bütün bu niyetlerini geçici de olsa perdeleyecek, toplumdan ve siyasi düzlemden yükselebilecek başlangıç tepkilerini yumuşatacak aldatıcı bir normalleşmeden daha fazla neyi isteyebilirdi?”.
Cihatçı terör örgütlerinin Suriye’deki Esat yönetimini devirmeye hazırlandığının bugün artık iyice bilindiği sonbahar 2024 sürecinden itibaren Cumhur İttifakının dozu giderek yükselen saldırılarını belediyeler ve siyasetçiler üzerinde yoğunlaştırması, yargı sopasını artık daha fütursuzca kullanması ve adaletsizliklerini günlük pratiğe dönüştürmesi, açık bir neo-faşist yapılanmaya yönelmesinden başka bir anlama gelmemektedir. Bu yapılanma özellikle eğitim alanında İslamo-faşist özellikleri bakımından daha fazla öne çıkmaktadır. Ama özü itibariyle bu yapılanma pervasız bir talan ekonomisinin hesap sorulmadan sürdürülebilmesini sağlamaya yöneliktir. İktidar olanaklarından en fazla yararlandırdığı, yağma düzeninde hep yanında tuttuğu sermaye çevrelerinden tam destek alması kuşkusuz şaşırtıcı değildir.
Bu düzenin sürdürülebilmesi, iktidarın siyasi devamlılığının garanti edilmesini gerektirir. Bu da yeni bir anti-demokratik anayasa değişikliğini şart koşar. Ama iktidarın anayasa değişikliği gündeminde Kürt siyasetini yanında tutmaya dönük girişimlerinin, önceki aldatmacalara rağmen karşılık bulabilmesi, Türkiye’de siyasi mücadelenin ne kadar zor olduğunu da göstermektedir.
Her şeye rağmen Cumhuriyetçilerin bağımsızlıkçı ve aydınlanmacı temellerde birleşmeleri ve emekçi kitlelere yaslanarak mücadeleyi yoğunlaştırmalarından başka seçenekleri bulunmamaktadır.
/././
Matem sessizliğinin içinden...-Nevzat Evrim Önal-
Bu ülke bizi öldürmek isteyenlerin değil, bizim. İnanın, çaldıkları her şeyi misliyle geri alacağız.
Kesif bir karanlık var hepimizin ve ülkenin üzerinde. Işıksızlıktan ibaret değil, bir mum yaktığınızda gerileyip kuytu yerlere çekilmiyor. Balçık gibi, mürekkep gibi, sanki bir bilinci varmış gibi en küçük aydınlığı dahi kuşatıp boğmaya çalışıyor.
Her sabah karanlıkta uyanıyor, işe gitmek için evden çıkıyoruz; yolda gökdelen boyu ışıklı panolarda kocaman harflerle “Günaydın!” yazıyor, ama gün bir türlü aymıyor.
Proyas’ın Karanlık Şehir filminde, bütün insanların yaşadıkları tuhaf kentte tutsak olduğunu fark eden ana karakter, bir diğerine şu soruyu sorar: “En son ne zaman gündüz, gün ışığında bir şey yaptığını hatırlıyorsun? Eski bir çocukluk anısından falan bahsetmiyorum, dün mü, geçen hafta mı?” İkisi için de bir aydınlanma anıdır, çünkü yaşadıkları yerde aydınlığın olmadığını fark etmişlerdir.
Ne Türkiye ne de dünya, yakın ya da uzak geçmişte pırıl pırıl, aydınlık bir cennet bahçesiydi. Ama bugün üzerimize çöken, vicdanı ezip aklı boğan karanlığın yakın geçmişte bir miladı var. Bundan on iki yıl önce, Türkiye halkı yaklaşmakta olan felaketi, halk olmaya has sezgileriyle fark edip büyük bir tepki verdi. Gezi parkıyla da, Taksim meydanıyla da, metropollerle de sınırlı kalmayan; tüm ülkeye yayılan, cumhuriyet tarihinde tek bir kitlesel eylem görmemiş şehirlerde dahi on binlerce insanın, ülke genelinde ise on milyonların eyleme geçtiği iki hafta yaşadık.
Bugün o iki haftanın güzelliğini hatırlıyor, belki hala ona tutunuyoruz; ama bu görkemli anı, başka bir şeyi hatırlamamızı engelliyor.
Eylemler başladığı andan itibaren sadece AKP değil, düzenin bütün siyasi partileri, hep birlikte eylemlerin karşısında durdu. Tabii her biri bunu kendi meşrebince, düzende üstlendikleri role uygun biçimde yaptı. CHP itidal çağrılarıyla, Kürt hareketi Gezi’de “darbe görerek”, henüz AKP’nin ortağı olmamış MHP ölü taklidi yapıp ortalarda görünmeyerek…
Bunun bir mantığı vardı. Gezi eylemleri AKP iktidarına yönelmiş ve hükümetin istifasını istiyor olsa da AKP karşıtlığının çok ötesinde bir politik potansiyel barındırıyordu. Bu kitlesel kalkışmanın hükümeti alaşağı etmesinin düzene büyük zarar vereceği, halkın böyle bir zaferle kazanacağı özgüvenle bir daha eskisi gibi yönetilemeyeceği gün gibi ortadaydı. Sermaye sınıfı, kapitalist düzenin ona sağladığı tüm ayrıcalıkları olmasa da 12 Eylül darbesiyle kazandığı mutlak ve sorgulanmaz egemenliği kaybetmek üzereydi.
Bu yüzden, Gezi’yi yenilgiye uğratmak için sadece AKP’nin polisi değil, sermayenin bütün uşakları hep birlikte harekete geçti. Mesele sadece eylemlerin bitirilmesi ve kitlenin dağıtılması değildi. Ortaya çıkan toplumsal enerji düzenin kapsayamayacağı kadar büyüktü. Bu enerji sönümlendirilmeliydi.
Buradan sonrası Ekmeleddin’den Altılı Masaya uzanan, her aşaması başka bir halk düşmanlığı olan, yürütücülerinin sermaye düzenin Türkiye’deki selameti adına uğursuz bir görevi yerine getirdiği büyük bir alçaklık öyküsüdür.
Gezi, Türkiye halkının aklı ve vicdanının dolaysız dışavurumuydu. Bu akıl ve vicdan, politik anlamda özgürlük, eşitlik, yurtseverlik ve laiklik değerleri üzerine kurulmuştu. Aradan geçen on iki yılda, sadece AKP değil, sadece AKP-MHP ortaklığı da değil bir bütün olarak Türkiye’nin sermaye düzeni; sağıyla ve soluyla, milliyetçisi, islamcısı ve liberaliyle bu değerleri kendisinden dışladı ve yarattığı karanlıkla boğdu.
1 Haziran 2013’te Taksim Gezi Parkı’da açılan parantez, 14-28 Mayıs seçimlerinde kapandı ve yenilgi tamamlandı. Yaklaşık iki yıldır halkın ve ülkenin içinde olduğu, yerel seçimlerdeki AKP hezimetinin en ufak bir ferahlama yaratmadığı matem sessizliğinin kaynağı bu. Halen aklı ve vicdanı olan bütün insanlar, kendileri için vazgeçilmez olan, kişiliklerini ve insan oluşlarını tanımlayan ama içinde ömürlerini geçirdikleri düzen tarafından hoyratça yok edilen değerlerin yasını tutuyor.
***
Bu değerlerin ölümü sadece ruh sıkıntısı yaratan soyut bir kayıp değil. Sermaye düzeni, insanlığın tüm ideallerinden sıdkını sıyırdıkça ve bu değerler ile frenlenmeden, sınırsızca zenginlik biriktirmeye giriştikçe; kâr uğruna insan canının hiçe sayıldığı, düpedüz cinayetlerin de cinayete çok benzeyen ölümlerin de olağanlaştığı bir mezarlar düzenine dönüştü. Üç yüz bir madencinin öldürüldüğü Soma katliamı, devamındaki tüm alçaklıklarla birlikte bu dönüşümün ilk göstergesiydi. Bu ülkede, bu boyutta olmasa da başka büyük maden kazaları olmuştu ama en yetkilisinden başlayarak tüm iktidarın ölülerinin yası ve öfkesi içine sığmayan insanlara saldırdığı, yerlerde sürükleyip tekmelediği görülmüş şey değildi. Yusuf Yerkel şerefsizinin madenci yakınına attığı tekmenin karşılıksız kalması, yaşanan değişimin niteliğini gösteren sembolik bir öneme sahipti.
Soğuk ama çok açıklayıcı bir örnek verelim: İş kazası sıklığı, “çalışılan bir milyon saat başına gerçekleşen kaza” ile ölçülür. 2012 yılına kadar Türkiye’de bu sayı düzenli biçimde azalarak 2,43’e kadar düşmüştü. Bu tarihten itibaren büyük bir hız kazandı ve beş kattan fazla artarak 2022 yılında 12,44’e ulaştı.1 Dolayısıyla Soma, münferit bir olay değil. Türkiye’de sermaye, her geçen yıl daha fazla işçi öldürerek birikiyor ve bu artış iş kazalarının “artık raporlanıyor olmasından” falan kaynaklanmıyor.
Soma’dan Kartalkaya’ya uzanan cinayetler ve katliamlar zincirinin her halkası diğerlerine bağlı ve hiçbiri kendi başına anlaşılamaz. Tekil her vakada hangi mevzuata uyulmadığı, hangi ihmallerin yaşandığı, hangi şanssızlıkların olduğu ya da hangi suçun işlendiğini uzun uzun tartışabilirsiniz ama bir yerden sonra bu, abesle iştigal olacaktır. İş cinayetlerinde de, depremde de, Yenidoğan çetesinin bebek katliamında da, otel yangınında da fail, zincirlerinden boşanmış sermaye düzeninin doymak bilmez kâr hırsıdır.
Bugün, artık apaçık hale gelmiş bu uğursuz gerçeğe dair bir aydınlanma yaşanıyor. Halk, halk olmaya has sezgileriyle; sadece şu ya da bu politikacının veya siyasi partinin değil içinde yaşadığı düzenin kendisine düşman olduğunu, her an canına kast edebileceğini ve eğer ölürse sorumluların hesap vermeyeceğini, yani yaşadığı yerde aydınlık kalmadığını kavrıyor.
Kavrıyor, ama örgütsüz olduğu için, çare bulamıyor. Matem sessizliğinin en önemli kaynağı bu çaresizlik.
***
Gezi’den 2023 seçimlerine, Soma’dan Kartalkaya’ya uzanan uğursuz sürecin başlıca unsurlarından biri genel seçim, yerel seçim, referandum diye ha bire masaya bir sandık konması ve balon gibi şişirilip söndürülen bir takım dandik kahramanların halka kurtarıcı diye yutturulmasıydı. Bu siyasi manipülasyonun en yalın özeti ise Fethullahçı alçakların uydurduğu “tatava yapma bas geç” sloganıydı. Sermaye düzeni bir bütün olarak öyle arsızlaşmış durumda ki, sezgilerinin peşinden gitse düzenin dışına yönlendiren yurttaşları içeride kalmaya ikna ederken dahi onlara hakaret ediyordu.
Yaşanmakta olan aydınlanmanın “her gün bir plebisit” ruh halinden bir süredir çıkılmış olmasıyla da alakası var. Son haftalarda Türkiye Komünist Partisi’ne yönelen belirgin ilgi de bundan kaynaklanıyor. Halk kısa bir süreliğine dahi sahte çözümlerle oyalanmadığında, düzenin kötücül karanlığını ve çürümüşlüğünü gösteren her vakada gözü, olabilecek tek gerçek çözüm olan devrime kayıyor.
Bu ilginin bir sebebi daha var. Türkiye Komünist Partisi, on yıllardır bir kez olsun içinde yaşadığımız uğursuz düzenin herhangi bir yerine tutunmaya, yamanmaya çalışmadı. İyileştirilmesi, insancıllaştırılması mümkün olmayan bu düzene reformlar önermedi. Seçimlerde oy almak, bir iki belediye kapmak ya da meclise girmek için sermaye partilerine eyvallah demedi, borçlanmadı. Düzenin düğünlerinde tefçi, cenazelerinde yasçı olmadı. Avrupa Birliği hayalleri köpürtülürken karnavala katılmadı ya da cumhuriyeti öldürmek için yapılan Ergenekon operasyonu demokratikleşme diye pazarlanırken pek çok solcu geçinenin bile bindiği dolmuşa binmedi. Aksine böyle her dönemeçte halkın çıkarlarından yana oldu ve doğruları söyledi.
Ve aynı sebeple, 2013 Haziranında halk, değerlerini savunmak için ayaklandığında komünistleri hemen yanı başında buldu. Türkiye Komünist Partisi sadece Taksim’de değil, ülkenin her köşesinde halkın onurlu eyleminin ön saflarında yer aldı.
Bu yüzden, bugün Gezi’yi yargılayabileceklerini sananlar, eğer cesaretleri varsa gölge boksu yapmayı bırakıp Türkiye Komünist Partisi’ni yargılamayı denemelidir. Zira Gezi’nin özgürlük, eşitlik, laiklik ve yurtseverlik değerleri, on iki yıl önce olduğu gibi bugün de, emperyalist merkezlerdeki şaibeli vakıflardan fonlanan, kimin eli kimin cebinde belli olmayan liberal saadet zincirlerinde değil; halkın “itirazım var” duygusuna tercüman olan Boyun Eğme pankartını AKM'nin çatısından sallandırmış olan, düşüncelerini dost düşman hiç kimseden saklamayan Türkiye Komünist Partisi’nde temsil ediliyor.
Eğer siz de boğuluyor gibi hissediyorsanız, kıymetli gördüğünüz her değerin ayaklar altına alındığını düşünüyorsanız ve çare arıyorsanız, matem sessizliğinin içinden yükselen şu onurlu, öfkeli sese kulak verin.
Bu ülke bizi öldürmek isteyenlerin değil, bizim. İnanın, çaldıkları her şeyi misliyle geri alacağız.
- 1
https://www.isigmeclisi.org/20996-is-cinayetleri-rejimi-degismeli-isci-sagligi-is-guvenligi-ve-tu (Tablonun son sütununa bkz.)
/././
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder