EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" -29 Ocak 2025-

Büyükada’dan günümüze ‘Etki Ajanlığı’ komplosu -Fatih Polat-

İnsan hakları savunucularının 5 Temmuz 2017'de İstanbul Büyükada'daki bir otelde "dijital veri güvenliği" konulu bir toplantı düzenlemeleri sırasında polis tarafından baskın düzenlendiğinde önce bir şaşkınlık yaratmıştı.

Cumhuriyet Savcısı Can Tuncay'ın hazırladığı iddianamede, hak savunucularının üye oldukları iddia edilen örgütler "FETÖ/PDY, PKK/KCK ve DHKP/C" olarak sıralanırken, iddianamede sanıklar "Gezi Parkı olayları benzeri şiddet içeren ve toplumda kaos oluşturacak olaylar" planlamakla suçlanıyordu.

Yeniden dönmek üzere buraya bir virgül koyarak, benzer güncel bir örneğe gidelim. Gezi Parkı olaylarının planlayıcılarından olduğu iddiasıyla “Hükümeti devirmeye teşebbüs” suçundan gözaltına alınan ve tutuklanan Menajer Ayşe Barım’ın, tutuklanması talebiyle mahkemeye sevk edildiği savcılık yazısında, Barım’a ait şirketin faaliyetlerinin “Etki ajanlığı amacı taşıdığı” iddiasına yer verildi. İktidar tarafından iki kez TBMM gündemine getirilmiş ancak tepkiler üzerine yasalaştırılmayarak geri çekilmiş olan “etki ajanlığı”nın tutuklama talebi gerekçesi olarak bir savcılık yazısında ortaya çıkması geldiğimiz noktanın hukuk ile açıklanamayacak boyutlarını göstermesi bakımından çarpıcı. Hukuk eliyle düzenlenen ve hukuk ile açıklanamayacak bir ‘siyasal etki ajanlığı’ mı diyelim, ne diyelim bu yapılana?

Ayşe Barım örneğinde, belirleyici yargı safhasında karşımıza çıkan İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekili Can Tuncay’ı, Büyükada davasından da tanıyoruz.

Adliye koridorlarında yakından takip ettiğim Büyükada davasına ilişkin olarak, Evrensel’de yazdığım bir yazıda şu notları düşmüşüm: “Süreci kısaca hatırlayalım. Uluslararası Af Örgütünün o dönemdeki yönetim kurulu başkanı olan Taner Kılıç, 6 Haziran 2017’de sabaha karşı İzmir’deki evinden gözaltına alındı. Üç gün sonra, “Fethullahçı Terör Örgütü’ne üye olmak”la suçlandı ve cezaevine gönderildi. 5 Temmuz 2017’de de, Büyükada’da dijital güvenlik konulu bir çalıştaya katılan 10 insan hakları savunucusu, kaldıkları otelden, yapılan baskınla gözaltına alındı.

Hak savunucuları gözaltına alındığında Akşam gazetesi 7 Temmuz 2017’de “Tertip Komitesi Büyük Ada’da!” manşetiyle çıkmıştı. Haberde şöyle deniliyordu: “Kılıçdaroğlu İstanbul’a yaklaşırken, sinsi plan deşifre oldu. Büyükada’da gözaltına alınan 11 kişinin, yeni Gezi provokasyonuna hazırlandığı belirlendi.” Akşam gazetesinin bir gün sonraki manşeti ise, “Harita Üzerinde Yakalandılar” oldu. Gazete insan hakları savunucularının Türkiye haritası üzerinde kaos planı yaptıklarını öne sürdü. Bu manşetler bir hafta boyunca bu şekilde devam etti. Örneğin, iktidara yakın Star gazetesi 11 Temmuz’da “Büyükada’da İngiliz Parmağı” manşeti ile çıktı ve “İnsan hakları savunuculuğu görüntüsü altında Gezi benzeri kalkışma planlanan Büyükada’daki ihanet buluşmasının arkasından ABD’nin ‘CIA’ ve İngiltere’nin ‘MI6’ örgütleri çıktı” ifadelerine yer verdi. İktidara yakın diğer gazeteler de, editörlerinin yeteneklerine göre birbirleriyle adeta yarışarak bu kervana katıldılar.” (Evrensel, 12 Şubat 2020)

11 insan hakları savunucusunun yargılandığı davada 3 Temmuz 2020 günü açıklanan kararda, Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi Onursal Başkanı Taner Kılıç'a 'silahlı terör örgütü üyeliği' suçlamasından 6 yıl 3 ay, Günal Kuşun, İdil Eser, Özlem Dalkıran'a 'örgüte yardım' suçlamalarından 1 yıl 13 ay hapis cezası verildi.

‘Büyükada davasına giden süreci hatırlayanlar başta Uluslararası Af Örgütü olmak üzere, çeşitli hak örgütlerinin, uluslararası düzeyde dikkate alınan, saha gözlemlerine dayalı Türkiye’ye ilişkin ciddi hak ihlallerine işaret eden raporlarının AKP iktidarını ciddi bir biçimde rahatsız ettiğini hatırlayacaklardır.

Uluslararası Af Örgütü, Diyarbakır’ın Sur ilçesinde yerinden edilenlerle ilgili 2016’nın aralık ayında 'Zorla yerinden edilen ve mülksüzleştirilenler: Sur sakinlerinin evlerine geri dönme hakkı' başlıklı raporu bunlardan biriydi.

İşte bugün Ayşe Barım’ın tutuklamaya sevk yazısında karşımıza çıkan “etki ajanlığı”nın devlet katında şekillenmeye başladığı süreç, tam da o döneme dayanıyor.

2016 yılından bugüne geçen dokuz yıl içinde, 2019 yılının temmuz ayının ilk haftasında

Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) tarafından hazırlanan “uluslararası medya kuruluşlarının türkiye uzantıları” başlıklı raporunu da bu bağlamda hatırlatmak da fayda var.BBC Türkçe, DW Türkçe, VOA, Sputnik Türkiye, Euronews Türkiye gibi uluslararası yayın kuruluşlarında çalışan Türkiyeli gazetecilerin, yaptıkları haberler ve sosyal medya paylaşımları üzerinden hedef gösterildiği raporda Evrensel, Birgün, Yeni Yaşam, T24, Bianet, Gazete Duvar gibi pek çok yayın kuruluşuna ait haberlerin sosyal medya üzerinden paylaşılması da suçmuş gibi bir yaklaşımla ele alınıyordu.

10 YILLIK KIDEME SAHİP İDDİANAME ŞABLONU

AKP’nin “yerli ve milli” propagandasının ihtiyaç duyduğu sürece böyle böyle gelindi.

İktidarın karşısında kamuoyu oluşturma potansiyeli oluşturabileceği düşünülen tek tek sanatçılar, aydınlar, onlarla bağlantılı bir menajer üzerinden gündeme geliyorsa, kökleri çok daha öncesine giden, ama en azından iddianamelerdeki isimler bazında bile 10 yıllık bir kıdeme sahip bir sürekliliği görmeden süreci doğru anlayamayız.

Yani Uluslararası Af Örgütünün, iktidarın canını fazlasıyla sıkan 9 yıl önceki Sur raporu, o raporu hazırlayan hak örgütüyle birlikte birçok hak örgütü üye ve yöneticisinin yargılandığı, tam bir komplo ürünü olan ‘Büyükada davası’ ve artık olgunlaşmış bir iktidar meyvesi olarak masaya konulan “etki ajanlığı”nın yasalaşmadığı halde savcı eliyle ittirilerek hükme dönüşme kabiliyeti kazanması...

İstanbul Barosunun hedefe konulması da aynı iktidar tablosunun içinde duruyor.İktidarın hegemonik alanını daraltma, teşhir etme ve etkisizleştirme kabiliyeti görülen tüm muhalif özneler itinayla yıpratılıp, derdest edilir.

Eskiden, çok da eskiden değil, örneğin 15-20 yıl kadar önce, AB yetkilileri ya da Avrupalı yargıçlar, “Türkiye’deki iddianamelerin kalitesi çok düşük” dediklerinde hayıflanılırdı ve bu haber olurdu. Artık böyle iddialar “etki ajanlığı” kapsamına giriyor(!)

Komik mi, trajikomik mi? Siz seçin.

                                                           /././

İbrahim Kaboğlu: Av. Fırat Epözdemir'in tutuklanması Baro operasyonunun kilometre taşlarından biri -Özlem Songül ABAYOĞLU-

İstanbul Barosu Başkanı İbrahim Kaboğlu ile Av. Fırat Epözdemir'in tutuklanmasını ve baroya karşı başlatılan ‘operasyonu’ konuştuk.

Önce Suriye’de öldürülen iki gazeteciye ilişkin yapılan açıklama nedeniyle İstanbul Barosu Başkanı İbrahim Kaboğlu ve Yönetim Kurulu üyeleri hakkında soruşturma başlatıldı. Ardından baro yöneticilerinin tümünün görevden alınması talebiyle dava açıldı. Son olarak İstanbul Barosu Yönetim Kurulu Üyesi Fırat Epözdemir, 10 yıl önce katıldığı etkinlikler, yaptığı telefon görüşmeleri öne sürülerek tutuklandı.

İstanbul Barosu yöneticilerine “Basın ve yayın yolu ile terör örgütü propagandası yapmak ve basın ve yayın yolu ile halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yaymak” suçları yöneltiliyor. Baroya karşı başlatılan ‘operasyonu’ İstanbul Barosu Başkanı İbrahim Kaboğlu ile konuştuk.

Önce İstanbul Barosuna dönük başlatılan soruşturmayla başlayalım isterseniz…

İstanbul Barosu yönetimi olarak görevi devraldığımız günden itibaren hep hukuku etkin kılmaya çalıştık. Hukukun ortak paydalarında buluşma vaadimiz doğrultusunda İstanbul Barosunun görev alanına giren her alanda faaliyet gösteriyoruz. İnsan haklarını korumak görev ve sorumluluğu ile hareket ettik. Bunu, ruhsat törenlerinde, CMK toplantılarında, kamuoyuna dönük açıklamalarda, hapishane sürecinde, her alanda yaptık. Baro yönetimi olarak hem bireysel ve hem de birlikte bu uğraş içerisinde olduk. Avukat Fırat Epözdemir de hapishanelerden duruşma salonlarına kadar bu süreçte en aktif üyelerimizden biri oldu.

Baronun yaşam hakkı temelinde yayımladığı bir açıklama nedeniyle 22 Aralık’ta Adalet Bakanlığından izni alınmadan İstanbul Barosuna yönelik bir soruşturma başlatıldı. İzin alınmadan başlatıldığı için ifade vermeyi reddettik ve beyanla yetindik. 14 Ocak’ta başsavcılık tarafından görevden alınmamız için yeni bir dava daha açıldı.

23 Ocak’ta Avrupa Konseyi çerçevesinde gerçekleştirilen savunmalar toplantısının dönüşünde Fırat Epözdemir uçakta gözaltına alındı, 2 gün nezarethanede tutuldu ve üçüncü gün sorguya alınarak tutuklandı.

DOSYADA SUÇ ÜRETME ÇABASI VAR

Fırat Epözdemir neden tutuklandı?

Fırat Epözdemir’in tutuklanmasını İstanbul Barosuna başlatılan Anayasa dışı operasyonun bir parçası olarak görüyoruz. Sürecin yürütülme tarzı da bunun kanıtı. Epözdemir’in şu an faaliyet gösteren HDK’ye üye olması tutuklamaya neden olarak sunulurken; 10 yıl önceki telefon görüşmeleri de tutuklamaya gerekçe olarak öne sürülüyor. Çok eski bir tarihte belki avukat, belki belediye başkan adayı, belki akrabalık ya da hemşehrilik ilişkileri nedeniyle yaptığı telefon görüşmeleri…

Fırat Epözdemir’in suçlandığı konularda hiçbir zaman bir silah ve şiddete çağrı yok. Bütün bunlar aslında suçu saptamak için değil, kişiden hareketle suç oluşturma çabası olduğunu gösteriyor.

HDK davası 1500 kişilik. Fırat Epözdemir’in o dosyadan ayrılarak soruşturulması bambaşka bir çerçeve çiziyor. Eğer o davaya ilişkin yeni bir soruşturma açılsaydı ve Fırat Epözdemir ifadeye çağırılsaydı başka bir şey olurdu. Ancak Fırat Epözdemir ayrımcı bir işleme tabi tutuluyor. Anayasa’nın 10. maddesi ihlal edilmiş oluyor.

Anayasa’ya aykırılığı biraz açabilir misiniz?

10 yıl önce kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilen dosya şimdi yeniden açılıyor. Tutuklama kararına giden süreç Anayasa’nın 19, 20 ve 21. maddelerini birlikte ihlal ediyor. Epözdemir henüz deliller toplanmadan tutuklandı. Tutuklama nedeni “Atılı suçun var kabul edilebileceği” şeklinde ifade ediliyor. Ayrıca “Şüpheliden elde edilen dijital materyale ilişkin henüz inceleme yapılmamış olması nedeniyle” deniliyor.

Öncelikle daha önceki dosyada verilen kovuşturmaya yer olmadığına dair karar neden, nasıl ve hangi delillerle kaldırıldı? Gerekçesi on yıl önceki telefon görüşmeleri ise on yıldır neredeydiler? Bir diğer soru işareti ise şu; Fırat Epözdemir 2 gün gözaltında tutulduğu halde dijital materyaller neden incelenmedi?

Ayrıca tutuklama için Anayasa’nın 19. maddesinde öngörülen nedenler gerekli. Bunlar kaçma, delilleri yok etme kuşkusu gibi adil yargılanmayı etkileyecek durumlardır. Ama bunlardan hiçbiri yok. Bu durumda kişi güvenliği ve özgürlüğü gereklerinin uygulanması gerekiyor.

Anayasa’nın 38. maddesi 4. fıkrası gereği suçluluğu kesin olana kadar kimse suçlu sayılamaz. Dahası Türkiye’nin savaş halinde olduğu varsayımında bile suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz. Türkiye savaş içinde olsaydı dahi bu madde 15’e göre yasak.

Fırat Epözdemir terörist örgütle bağlantılı olmak, terör örgütüne yardım etmek gibi iddialarla suçlanıyor. Bu nedenle insan haklarının sert çekirdeği ihlal edilmiş durumda. Kamuoyu şunu bilmelidir ki, bu Fırat Epözdemir hakkında suç oluşturma gayretidir ve aslında İstanbul Barosu hakkında bir ay önce yine Anayasa ve Avukatlık Kanunu’na aykırı bir şekilde bir operasyon başlangıcının kilometre taşlarından biridir.

23 ŞUBAT: DEMOKRASİYİ SAVUNMA BULUŞMASI

Baro seçimlerinde yarıştığınız diğer başkan adaylarından destek açıklamaları yapıldı. Bu açıklamalar bir ortak mücadele imkanı sağlıyor mu?

20 Ekim günü yapılan seçimde binlerce avukat iradelerini ortaya koydu ve İstanbul Barosunu yönetme görev ve sorumluluğunu bize verdi. Göreve geldiğimizden itibaren tüm avukatları kapsayıcı bir tutum aldık. 14 Ocak’ta görevden alınmamıza ilişkin dava açılmasından bir gün sonra bizimle seçimde yarışan adaylar “İstanbul Barosuna karşı açılan bu davayı kabul etmiyoruz. Seçimle gelen seçimle gider” anlayışıyla bizim yanımızda durdular ve bizimle birlikte olma iradelerini ortaya koydular. Bir dayanışma halkası oluştu. Bu aynı zamanda demokrasiyi sahiplenmektir. İstanbul Barosuna karşı yürütülen bu soruşturmaya geçit vermeyeceklerini ifade ettiler. Bu destek elbette ortak bir mücadele zemini oluşturuyor.

23 Şubat’a bir olağanüstü genel kurul çağrısı yaptınız, neden?

20 Ekim’de ortaya konulan idarenin ortadan kaldırıldığı bir operasyonla karşı karşıyayız. Bunu kabul etmiyoruz. İstanbul Barosunu oluşturan 67 bin avukatın her biri yönetime aday olabilir ve bu düzende 2 yıl sonra seçilen kişi potansiyel mağdur konumuna çekilebilir. Bu koşullarda demokrasiyi savunma vaktidir. 23 Şubat’ta da hukuk yoluyla demokrasiyi savunacağız ve “Seçimin sonucuna saygı da demokrasidir” diyeceğiz.

Av. Fırat Epözdemir’in gözaltına alındığı gün yargı reformu strateji belgesini açıklayan Cumhurbaşkanı Erdoğan savunmanın güçlendirilmesi için Avukatlık Kanunu’nda çeşitli değişiklikler yapacaklarından bahsetti. Bu ironiye dair ne düşünüyorsunuz?

Demek ki savunma üzerinde kısıtlamalar var, savunma ihlal ediliyor, kısıtlanıyor. Bu kısıtlamalar mevzuattan mı kaynaklanıyor, uygulanmadan mı? Eğer uygulamadan kaynaklanıyorsa hemen “Uygulamadan dolayı şu kısıtlamalar kaldırılmalı” demeli. Mevzuattan kaynaklanıyorsa da “Bu yönde düzenlemeler yapılmalı” demeli.

2019’da yargı reformu strateji belgesi açıklandı. O dönem CHP milletvekiliydim. Adil yargılanma hakkı kanununu hazırlayalım diye tüm partilere çağrı yaptık. Ama Cumhur İttifakına mensup partiler, hazırladığımız ve TBMM’ye sunduğumuz önerilerimizi bloke ettiler. Demek ki söylem önemli ancak sözün gerekliliklerini uygulamaya geçirmek de önemli.

En önemli güncel konunun yürürlükteki Anayasa’ya saygı olduğu unutulmamalı.

BARO NASIL ‘TERÖRİST’ İLAN EDİLDİ?

Baro yönetiminin görevden alınması amacıyla açılan dava sonrasında İstanbul Barosu 10 maddelik bir bildiri yayınlayarak İstanbul Barosunun savcılık eliyle nasıl ‘terörist’ ilan edildiğini anlattı. Bildiride süreç şöyle özetleniyor:

1- 19.12.2024: Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı iki gazetecinin Suriye’de haber takibindeyken uğradıkları saldırı sonucunda öldükleri haberi ulusal basında yer aldı.

2- 20.12.2024: Basın Konseyi, TGS ve DİSK/Basın-İş ölümlerin detaylı bir şekilde incelenmesini istedi.

3- 21.12.2024: Şişhane’de gazetecilerin ölümünü protesto etmek amacıyla toplanan yurttaşların gösterisine polis müdahale etti ve aralarında gazetecilerin ve baro üyesi avukatların da bulunduğu yurttaşlar gözaltına alındı.

4- Bu gelişmeler üzerine İstanbul Barosu Yönetim Kurulunda görüşüldükten sonra 21.12.2024 saat 18.40’ta bir sosyal medya paylaşımı yaptı. Açıklamada çatışma bölgelerindeki gazetecilerin korunmasına dair insan hakları uluslararası hukuk kuralları hatırlatıldı, konuyla ilgili etkili soruşturma yürütülmesi talep edildi ve basın açıklaması yaptıkları için gözaltına alınan avukatların ve yurttaşların serbest bırakılması istendi.

5- 22.12.2024: İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından baro hakkında soruşturma başlatıldığı haberi basına servis edildi. Baro açıklaması, bir bütün olarak herhangi bir makamı hedef alarak suçlayan veya herhangi bir terör yapılanmasını öven veya sahip çıkan bir açıklama olmadığı halde savcılık, baroyu kriminalize etmek ve itibarsızlaştırmak için kamuoyu nezdinde hedef haline getirecek şekilde terör propagandası, suçu ve suçluyu övme, halk arasında gerçek olmayan bilgiyi yayma suçu işlendiğini iddia etti.

6- İstanbul Barosu soruşturma haberi üzerine kamuoyunu bilgilendirmek amacıyla açıklama yaparak herhangi bir yorum veya niteleme içermeyen metinde savcılığın iddia ettiği şekilde şiddeti, terörü veya herhangi bir terör örgütünü öven hiçbir ifade bulunmadığını vurguladı.

7- 07.01.2025: Avukatlık Kanunu madde 58’e göre soruşturma için ön koşul olan bakanlık izni sonradan 25.12.2024 günü istendi. Baro yöneticilerinin beyanı alınmadan ve sonradan onay biçiminde usul kurallarına aykırı olarak yürütülmesi ve açıklamada iddia edilen hususların bulunmaması nedeniyle başkan ve yönetim kurulu üyeleri, şüpheli sıfatını ve ifade vermeyi reddederek İstanbul Cumhuriyet Savcılığında sadece beyanda bulundu.

8- 08.01.2025: Savcılığın kovuşturma izni talebiyle Adalet Bakanlığına başvurduğu öğrenildi.

9- 11.01.2025: Baro başkanı, usul kuralları çiğnenerek verilen bakanlık soruşturma izninin yürütmesinin durdurulması ve iptali talebiyle Ankara İdare Mahkemesine başvuru yaptı.

10- 14.01.2025: İdare mahkemesinde dava açılmasının hemen ardından İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hazırlanan davaname ile İstanbul Barosu Yönetim Kurulu Başkan ve üyelerinin görevlerine son verilmesi, yeni baro başkanı ve yönetim kurulu üyeleri seçilmesi talebiyle asliye hukuk mahkemesinde dava açıldığı öğrenildi. Savcılık İstanbul Barosu yönetiminin yasa ile belirlenmiş görevleri dışında yasa dışı faaliyetler yürüttüğü iddia edildi. Duruşma 04 Mart 2025’te görülecek.

BAŞSAVCILIĞIN ‘YASA DIŞI’ DEDİĞİ FAALİYETLER

Göreve seçilmesinin ardından 100 günü tamamlayacak olan İstanbul Barosu yönetimi yüz günde gerçekleştirdikleri bazı faaliyetleri şu şekilde sıraladı:

-Elliden fazla ‘ruhsat töreni’ ile iki bin iki yüzden fazla avukata ruhsat verildi.

-Baro odalarındaki bilgisayarlar yenilendi.

-Ceza Muhakemesi Kanunu gereğince baromuzca atanan müdafi/vekiller için CMK bölge toplantıları düzenlendi. CMK asgari ücret tarifesinin, avukatlık asgari ücret tarifesine eşitlenmesi için imza kampanyası yapıldı.

-Staj eğitim merkezince ders sayıları artırılarak stajyer avukatların mesleğe kabulü öncesi almış oldukları eğitim güçlendirildi.

-Merkez ve komisyon yönetimleri seçim yoluyla oluşturularak baronun işleyişi demokratikleştirildi.

-Adil Yargılanma Hakkı Konferansı ve İstanbul Depremi Kongresi düzenlendi.

-Beyoğlu bölgesindeki kadınlara hukuki destek verilmesi için protokol imzalandı.

-Dilek Ekmekçi, Dilara Yıldız, Tahir Elçi, Can Atalay, yenidoğan çetesi davası, Narin Güran gibi toplumsal davalar takip edildi.

-Anayasa dışı kayyım ve hukuk dışı uygulamalara karşı basın açıklamaları yapıldı.

-Adli yardımın yaygınlaştırılması konusunda somut adımlar atıldı.

                                                    ***

Oligarşi, Faşizm ve Yeni Küresel Koalisyon -Koray R. Yılmaz-

Yirmi birinci yüzyılın bugüne kadarki tecrübesinden çıkarılabilecek belki de en önemli ders faşizmin tarihte kalan bir şey olmadığıdır. Yeni faşist dalganın sembolü ise herhalde Elon Musk’ın esrik bir halde vermiş olduğu Nazi selamı olacaktır.

Bir süredir gerek akademik çevrelerde gerek ulusal ve uluslararası tartışma mecralarında kendine çokça yer bulan bir kavram faşizm. İçinden geçmekte olduğumuz dönemi tanımlamaya yönelik çabaların etrafında örüldüğü bir kavram, ne olduğu, nasıl anlaşılması gerektiği, klasik faşizm ile yeni faşizm ya da başka adlarla tartışılan sürecin farklılıkları, ortaklıkları… kimi önemli sorular.

Oligarşi bir diğer kavram, faşizm kadar yaygın yer bulamasa da tartışma ortamlarında, bu “kaba” solcu kavram bugün yakın tarihte hiç olmadığı kadar çok dillendiriliyor. En son ABD’nin önceki başkanı Biden dile getirmiş endişelerini veda konuşmasında: “... bu geceki veda konuşmamda, ülkeyi beni çok endişelendiren bazı şeyler konusunda uyarmak istiyorum. Ve bu tehlikeli bir şey, gücün çok az sayıdaki aşırı zengin insanın elinde tehlikeli bir şekilde yoğunlaşması ve güç suistimallerinin kontrolsüz bırakılması durumunda ortaya çıkacak tehlikeli sonuçlar. Bugün, Amerika'da aşırı zenginlik, güç ve nüfuz sahibi bir oligarşi şekilleniyor ve bu, kelimenin tam anlamıyla tüm demokrasimizi, temel hak ve özgürlüklerimizi ve herkesin öne gelmesi için adil bir şansı tehdit ediyor.” Biden bir tür tekno-endüstriyel kompleksin yükselişinden teknolojinin, yapay zekâ başta olmak üzere yanlış ellerde yönetilmesinden ve bunun sonuçlarından endişe ediyor: “Amerikalılar, güç suistimalini mümkün kılan bir yanlış bilgi ve dezenformasyon çığının altında gömülüyor. Özgür basın çöküyor. Editörler ortadan kayboluyor. Sosyal medya gerçekleri kontrol etmekten vazgeçiyor. Gerçek, güç ve kâr için söylenen yalanlarla boğuluyor.” 

Kapitalizmin üç içkin eğilimi: sermayenin az elde toplanması, zenginlik üretiminin aynı zamanda yoksulluk üretimi olması ve krizler. Bu eğilimler bir yandan oligarşiyi beslerken bir yandan da faşizasyon sürecinin taşlarını döşüyor. Foreign Policy’deki yazısında Adam Tooze “ABD'deki en fakir seçmenler arasında Donald Trump'a doğru yaklaşık 15 puanlık bir kayma olduğunu vurguluyor. Onun ifadeleriyle “1960'lardan beri ilk kez, bu düşük gelir grubundaki Amerikalıların çoğunluğu Cumhuriyetçilere oy verdi.” Sol bir alternatif ortaya çıkmadıkça kapitalizm altında yoksulluk fundamentalizme, faşizme meyillidir.  

Ancak kapitalist oligarşinin her zaman faşist bir ideoloji ya da siyasal biçime sahip olması gerekmez. Biden’ın sorunu ortaya koyuş biçimindeki yanlış, politik konumundan kaynaklanıyor. Hakikat ise Biden döneminde de ABD’nin oligarşik bir niteliğe sahip olduğudur. Temsili demokrasi, seçimler vb. oligarşinin olmadığı anlamına gelmez, onu ortadan kaldırmaz, oligarşinin nispeten daha kurumsal ve hukuksal bir zeminde işlemesi onun algılanmasını güçleştirir. Yani aslında gerçek sadece faşizm altında değil, burjuva demokrasisi altında da güç ve kâr için söylenen yalanlarla boğulmaktadır. Ama Trump döneminin ayırıcı yanı, olası yeni oligarşinin- “tekno-endüstriyel”- bu hukuksal, kurumsal sınırları zorlama, aşma çabası, eğilimi ve olasılığı taşıyor olmasıdır. Bu onu aşırı sağ, neofaşist bir forma yaklaştırmaktadır.      

Eğilim küreseldir. Almanya’ya baktığınızda AfD şu anda anketlerde Hristiyan Demokratlar hariç diğer tüm partilerin önünde yer alıyor. Fransa’da aşırı sağcı Ulusal Birlik iktidarı zar zor- şimdilik- engellendi. 1950'lerde eski Naziler tarafından kurulan Avusturya Özgürlük Partisi Eylül ayındaki ulusal seçimlerde oyların %29’unu alarak hükümete liderlik etmeyi başardı. Kasım 2023'te, Geert Wilders'ın aşırı sağcı Özgürlük Partisi, Hollanda parlamento seçimlerinin en büyük kazananı oldu ve temmuzda kurulan sağcı hükümetin temellerini attı.

Diğer yandan Viyana'da, 30 Haziran'da bir araya gelen aşırı sağcı ve AB karşıtı Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ), Macar Yurttaş Birliği (Fidesz) ve Çekya'daki Gayrimemnun Vatandaşlar Hareketi (ANO) temsilcileri, Avrupa Parlamentosunda "Avrupa'nın Vatanseverleri" (Patriots for Europe) adını verdikleri bir ittifakın kurulduğunu duyurmuştu. Aşırı sağcı İspanyol Vox, Portekizli Chega, Hollandalı Özgürlük Partisi (PVV) ve Belçikalı Flaman Menfaati (VB) partileri de ittifaka katıldığını açıklamıştı.

Geçen hafta Fidesz’in başındaki Orban’ın Trump’ın göreve başlamasına dair demeci düştü haberlere: “Bu yeni dönem Trump ve “Avrupa'nın Vatanseverlerinin” Batı dünyasını dönüştürmeye başlayacağı bir dönem olarak tarih kitaplarına girecek."

İster küreselleşme sonrası dönem diyelim ister çoklu krizler dönemi, ister ikinci soğuk savaş, içinde bulunduğumuz dönemin küresel ölçekli ilk başat siyasal/ideolojik cephesinin oluşmaya başladığını söylemek mümkün. Ömrü kısa olsun…

                                                               /././

Dünya sağlık örgütü -Zeki Gül-

Yaşı ellinin üzerinde olanların sol omuzunda evrensel dayanışmanın bir nişanesi var: Çiçek aşısı izi. Bu ABD Başkanı Trump için de geçerli. 

İnsanlık tarihinde ilk kez evrensel dayanışma ile bir sorunun kökten çözülmesi sağlık alanında başarıldı ve çiçek hastalığı yeryüzünden silindi.

1967 yılına gelindiğinde milyonlarca insan bu hastalıktan ölmeye devam ediyordu. Çiçek hastalığı eradikasyonu programı (1967) ile Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ/WHO), çiçek hastalığını ortadan kaldırmak için küresel bir program başlattı. Bu süreçte Sovyetler Birliği ve başlangıçtaki “Direnci ve geriye düşürme çabalarına” rağmen ABD’nin iş birliği kritik rol oynadı. 

Sovyetler Birliği, yüksek kaliteli çiçek aşısı üretiminde dünya liderlerindendi. “WHO’nun programı kapsamında 1.5 milyar doz aşı üreterek gelişmekte olan ülkelere bağışladı, uzman ekipler göndererek aşılama kampanyalarına liderlik etti.” ABD ise maddi destek sağlayarak WHO’nun lojistik ve operasyonel ihtiyaçlarını karşılamasına yardımcı oldu. 1980’e gelindiğinde çiçek hastalığı dünyadan silinmişti.

Ne zaman dünyayı bir salgın hastalık kasıp kavursa, ABD’de Dünya Sağlık Örgütünü ve evrensel dayanışmayı geriye çekme teamülü gelişiyor. Geçmişte çiçek hastalığı günümüzde Covid 19 pandemisi...

Trump geçen hafta başkanlığının ilk gününde salt ABD yurttaşlarını değil tüm dünyayı etkileyecek iki kararnameye imza attı. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Paris İklim Anlaşması’ndan çekilme kararını ikinci kez başlatmış oldu. 

Süreç yeni değil. 2020 yılında Covid 19 pandemisinin ilk aylarında yine başkandı ve Dünya Sağlık Örgütüne (DSÖ/WHO) ülkesinin maddi yardımlarını durduracağını açıklamıştı. O dönem gerekçesini “WHO’nun koronavirüsün yayılmasını gizlemesine ve süreci iyi yönetmemesine yönelik olacak” diye gerekçelendirmiş ve yine Çin ile ilişkilendirmişti. Yaklaşık 60 milyon dolar ile en büyük fon ABD’ye aitti. Fonun kesilmesi bir anlamda WHO’nun çökmesi anlamına geliyordu. 

Microsoft Kurucusu Bill Gates, o dönem Trump’ı eleştirerek “Küresel bir sağlık krizi yaşanırken Dünya Sağlık Örgütünün fonlamasını durdurma fikri tehlikeli. WHO’nun görevi Covid-19’un yayılımını yavaşlatmak ve eğer çalışmaları durdurulursa onların yerini alabilecek başka bir kuruluş da yok” demişti. 

WHO, 11 Mart 2020’de koronavirüsü küresel salgın olarak sınıflandırdığında ABD ve İngiltere gibi bazı ülkeler başlangıçta WHO’nun tavsiyelerini yerine getirmemişti. Trump, Şubat 2020’de “Amerikalılar için tehlike düzeyi çok düşük” demiş ve “ABD’de 15 olan koronavirüs vakalarının sayısının birkaç gün içinde sıfıra düşeceğini” iddia etmişti. Akabinde “ABD’de koronavirüs vakalarının sayısı haftalar içinde 600 bini aşmış, virüsün neden olduğu 25 binden fazla kişi hayatını kaybetmişti.” 

Dünyanın saygın tıp dergilerinden Lancet’in Yayın Yönetmeni Dr. Richard Horton, Trump’ın WHO kararını “İnsanlığa karşı işlenen bir suç” olarak tanımlamıştı.

Elbette WHO’a Trump ne diyorsa tersi doğrudur diye bakamayız. Artıları ve eksileri ile heybesi dolu bir örgüt WHO.   

1948’de Çin ve Brezilya’nın önerisi ile Birleşmiş Milletler bünyesinde oluşturulan WHO’nun kuruluş amacı, “Tüm insanların mümkün olan en yüksek sağlık standardına ulaşmasını sağlamak” olmakla birlikte zaman içinde sapmalar olduğuna dair halk sağlığı camiasında da eleştiriler var: 

-“Önleyici sağlık hizmetlerinden uzaklaşma

-Gelişmiş ülkelerin sağlık sorunlarına öncelik verilmesi, düşük gelirli ülkelerin temel sağlık problemlerine yeterince odaklanılmaması.  

-Ticari çıkarların etkisinde kalma, ilaç ve gıda sektöründen gelen etkiler ile tarafsızlığının sorgulanması.  

-Pandemiye geç tepki vermesi, Çin'in salgın yönetimini sorgulamakta yetersiz kalması

-2014'te Batı Afrika'daki ebola salgınına müdahale etmekte geç kalması, on binlerce kişinin ölümü

-İklim değişikliğinin sağlık üzerindeki etkilerine geç odaklanması

-Tüberküloz ve sıtma kontrolünde sürdürülebilir başarı sağlanamaması"

Bir o kadar da başarı öykülerine sahip WHO. Çocuk felcinin yeryüzünden silinmesi, HIV/AIDS’in önlenmesi ve tedavisi konusunda farkındalık yaratıp kaynak sağlaması, su hijyeni, anne-çocuk sağlığı ve temel ilaçlar listesi gibi birçok uluslararası standart geliştirmesi heybesindeki diğer bazı artılar.

Trump’un WHO’dan çekilme kararı insanlığa karşı bir tehdit. 

Neoliberal sağlık politikalarının WHO’ya dayatılma çabası.

ABD’nin fonlamayı durdurmasıyla WHO’nun en büyük finansörü üye devletler değil Bill ve Melinda Gates vakfı haline gelecek belki de. Ama bir o kadar da Trump arkasında saf tutmuş Elon Musk, Jeff Bezos and Mark Zuckerberg gibi ultra milyarder sermaye grupları var. 

Yeni dünya düzeninin ve sermaye gruplarının dünya genelinde evrensel ve köklü kurumlarda devletlerin yerine ikame olma faaliyetlerinin güncel sahnesi Dünya Sağlık Örgütü olacağa benziyor. 

Ama işleri öyle kolay yürümeyecek. Oyun çağında pandemi ile eve kapatılan çocuklar, pandemi deneyimi ile bu güce evrensel anlamda dur demenin bir yolunu bulur elbet.

Sağlıcakla kalın. 

                                                             /././

16 milyon işçiden sadece 2,5 milyonu sendikalı

Türkiye’de kayıtlı çalışan 16 milyon 864 bin 733 işçinin sadece 2 milyon 524 bin 547’si sendika üyesi. Toplu sözleşmeden faydalanabilen işçi sayısının ise yüzde 7 civarında olduğu tahmin ediliyor.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının “6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu Gereğince; İşkollarındaki İşçi Sayıları ve Sendikaların Üye Sayılarına İlişkin 2025 Ocak Ayı İstatistikleri Hakkında Tebliğ”i Resmi Gazete'de yayımlandı.

Buna göre, 16 milyon 864 bin 733 işçiden yüzde 14.97’sine denk gelen 2 milyon 524 bin 547’si, herhangi bir sendikaya üye.

Toplam 20 iş kolu arasında en fazla işçinin yer aldığı iş kolu 4 milyon 469 bin 945 işçiyle “ticaret, büro, eğitim ve güzel sanatlar” oldu. Bunu, 1 milyon 987 bin 733 işçiyle “metal” ve 1 milyon 741 bin 475 işçiyle “inşaat” iş kolları izledi.

Türk-İş’e bağlı Türk Metal, sahip olduğu 293 bin 829 üyeyle tüm işçi sendikaları arasında ilk sırada yer aldı. Türk Metal’i 280 bin 769 üyeyle Hizmet-İş, 224 bin 289 üyeyle Öz Sağlık-İş takip etti.

İletişim iş kolundaki 7 sendikadan 6’sının yüzde 1’lik iş kolu barajı üzerinde olması dikkat çekti, DİSK’e bağlı İletişim-İş ve Basın-İş sendikaları da barajı aştı.

İstatistiklerde dikkat çeken bir diğer nokta ise 29 sendikanın olduğu ticaret, büro, eğitim ve güzel sanatlar iş kolu oldu. Bu iş kolunda sadece Koop-İş ve Tez-Koop-İş barajı geçerken, üçüncü sırada ise 11 bin 78 üye ile (yüzde 0.25) Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası yer aldı.

Türkiye’de kayıtlı çalışan işçilerin yüzde 14.97’si sendika üyesiyken, toplu sözleşme kapsamında olan işçilerin oranının yüzde 7 civarı olduğu tahmin ediliyor.

MÜFTÜOĞLU: İŞÇİLER SENDİKAL HAKLARINA SAHİP ÇIKMALI

Resmin Gazete’de yayımlanan, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının ‘İşkollarındaki İşçi Sayıları ve Sendikaların Üye Sayılarına İlişkin 2025 Ocak Ayı İstatistikleri’ni değerlendiren Akademisyen Özgür Müftüoğlu, Türkiye’deki işçi sayısının verilerde geçen 16 milyonla sınırlı kalmadığını kayıt dışı çalışanları da hesaba katınca yüzde 14.97’lik sendikalı işçi oranının daha da düşeceğini söyledi.

Sendikalı işçiler arasında toplu iş sözleşmesi yapabilen işçi sayısının da oldukça az olduğunu hatırlatan Müftüoğlu, “Sendikalı olmanın bir anlamının olabilmesi için toplu sözleşme yapabiliyor olması gerekir. Bunun yanında bir diğer önemli mesele ise grev hakkı. Sendikalı iş yerlerinin birçoğunda grev hakkı neredeyse yok. Grev hakkı olanları da hükümet elinden geldiğince yasaklıyor. Türkiye’de işlevsel bir sendikal hak kullanımı mümkün değil” dedi.

“İKTİDAR SENDİKALAŞMAYI ENGELLEMEK İÇİN ELİNDEN GELENİ YAPIYOR”

Sendikal hakların kullandırılmamasının bir devlet politikası haline geldiği belirten Müftüoğlu verilerin ardındaki gerçeğin daha da karanlık olduğunu söyledi. Sendikalara müzakereci, sosyal diyalogcu anlayışın dayatıldığını, bunun da sendikaları mücadeleden uzaklaştırdığını anlatan Müftüoğlu, “İşçiler her alanda sendikalı olma çabası içerisinde ancak iktidar işçinin örgütlenmesini engellemek için elinden geleni yapıyor. Örgütlenebilen işçilerinse sendikal haklarını kullanılmasını engellemek için elinden geleni yapıyor.” diye konuştu.

“İŞÇİLERİN ÖZNE OLDUĞU BİR MÜCADELE ŞART”

Bu tabloyu değiştirebilmek için sendikaların yeni bir anlayışla kendilerini örgütlemesi gerektiğini vurgulayan Müftüoğlu, “Sendikalar, ‘yasalar çerçevesinde iş yaparız’ dediğinde bürokratik yapının dışına çıkamıyor. Sendikaların işçi sınıfını özne haline getirecek bir mücadeleyi sürdürmeleri gerekiyor. Burada işçilere pay düşüyor. Sendikalar zaten işçilerin ihtiyaçlarından ortaya çıkmıştır. Bugün sendikalar işçilerin üretim sürecindeki söz haklarını, insanca çalışma ve yaşama haklarını karşılayamıyor, savunamıyorsa buna karşı kendi örgütlülüklerini kurmalı sendikalar bürokrasiye karşı durmalıdır. Sendikalı olma haklarına sahip çıkmalılar.” dedi. 

                                                           ***

Diyaliz solüsyonunda tekel tehlikesi -TEİS: 80 bin diyaliz hastası tehlikede

Türkiye’de diyaliz hastaları, diyaliz solüsyonlarına ulaşmakta zorlanıyor. Tüm Eczacı İşverenler Sendikası, sorun yaşanmaması için SGK’nin erken ödeme yapması gerektiğini kaydetti.

Sağlık sistemindeki sorunlar yaklaşık 80 bin diyaliz hastasını da vurdu. Türkiye’de hastalar diyaliz solüsyonlarına ulaşmakta zorlanıyor. Diyaliz solüsyonlarını karşılayan iki firma solüsyonların ücretini eczacılardan peşin isterken Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) bu ilaçların ödemesini eczacılara 90 gün sonra yapıyor. Uygulama nedeniyle eczacılar bu solüsyonları karşılayamayacak duruma geldi.

“SGK ÖDEMEYİ ERKEN YAPMALI”

Diyaliz hastalarının, diyaliz solüsyonları bulabilmekte sorun yaşamaması için SGK’nin erken ödeme yapması gerektiğini belirten Tüm Eczacı İşverenler Sendikası Genel Başkanı Ecz. Nurten Saydan “Diyaliz solüsyonlarının karşılanmasında eczacılar sorun yaşıyor. Çünkü, bu solüsyonların tedarikçisi firmalar ülkemizde tekel konumunda. Her diyaliz reçetesinde ilaçların ücreti eczacıya bildirilerek ödemesi peşin olarak tahsil ediliyor. Ancak eczacı ödemeyi yaptıktan sonra firmalar tarafından faturası kesilerek hastanın ilaçları gönderiliyor. SGK’ye fatura edilen bu reçetelerin bedeli ise eczacıya 90 gün sonra ödeniyor” dedi. Ekonomik zorluklarla boğuşan eczacıların bu solüsyonları karşılamakta zorlandığına vurgu yapan Saydan “Dolayısıyla ülkemizde diyalize bağımlı kronik böbrek yetmezliği hastası olan yaklaşık 80 bin kişinin sağlığı tehlike altında. SGK vakit kaybetmeden diyaliz solüsyonu reçetelerinin bedellerinin 15 gün içerisinde ödenmesini sağlamalı. Böylece hastaların ilaca erişimi kolaylaşacaktır” çağrısını yaptı. 

                                                            ***

EMEP Milletvekili Karaca:Harran GGM’deki göçmen kadınlara tecavüz eden kamu görevlisi terfi mi ettirildi?

Harran GGM’deki göçmen kadınlara yönelik tecavüzü Meclis gündemine taşıyan EMEP Milletvekili Sevda Karaca; “Göçmen kadınlara tecavüz eden kamu görevlisi terfi mi ettirildi” diye sordu.

Emek Partisi (EMEP) Gaziantep Milletvekili Sevda Karaca, göçmen ve mültecilerin tutulduğu geri gönderme ve geçici barınma merkezlerinde tutulan kadınlara dönük taciz ve tecavüz suçlarını işleyen kamu görevlilerini İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’ya sordu.

EMEP Milletvekili Sevda Karaca, İçişleri Bakanlığına bağlı göçmenlerin tutulduğu geri gönderme merkezleri ve geçici barınma merkezlerinde sistematik şekilde suçların işlendiğini belirterek Bakan Yerlikaya’ya yazılı soru önergesi verdi. Jinnews haber ajansından Derya Ren’in “Geri Gönderme Merkezlerinde Neler Oluyor?​” haber dizisinde kadınlara yönelik taciz ve tecavüz olaylarının açığa çıkartıldığını belirten Karaca “Haberde Harran, Şanlıurfa, Adana, Kilis ve Nizip’teki merkezlerde tutulan kadınlar, yaşadıkları ve şahit oldukları cinsel suçları anlatmışlardır. Aktarılanlara göre; Harran Geçici Barınma Merkezi’nde görev yapan Ömer ve S.K isimli müdür yardımcıları kadınlara ‘evraklarını tamamlarım’ diye tecavüz etmiş, tecavüze direnenlerin ise hem işlemlerini uzatmakta hem de ağır şiddet uygulayarak işkence etmiştir. S.K bütün bu olaylar bilinmesine karşın terfi ettirilmiş ve gittiği yerde de aynı suçları işlemeye devam etmiştir.” şeklinde olayları aktardı.

"CEZASIZLIK SUÇ İŞLEME CESARETİ VERİYOR"

Yaşananları aktaranların, kaldıkları geri gönderme merkezlerinin tamamında kadınların cinsel suçlara maruz bırakıldıklarını, gençlerin işkence gördüğünü, hastaların hastaneye götürülmeyerek ölüme terk edildiğini ifade ettiğini belirten Karaca “Taciz ve tecavüzü belgelemeye çalışan bir kadın göçmen fark edilerek ağır işkenceye maruz kalmış, ardından intihara sürüklenmiştir. Uzun zamandır basına yansıyan ve göçmenlerin aktardıklarıyla, geri gönderme merkezlerinin kuralsız, denetimsiz ve her boyutuyla keyfiyetin hüküm sürdüğü toplama kamplarına dönüştüğü açıktır. Burada işlenen suçlara göz yumulması ve cezasız kalması, failleri cesaretlendirmekte ve suçların günden güne artmasına sebep olmaktadır.” dedi.

EMEP Milletvekili Karaca, Bakan Yerlikaya’dan şu soruların yanıtını istedi:

1-Harran, Şanlıurfa, Adana, Kilis ve Nizip’te bulunan geri gönderme ve geçici barınma merkezlerinde yaşanan taciz ve tecavüz olaylarına dair bir soruşturma işlemi başlatılmış mıdır? Akıbeti nedir?

2-Ömer ve S.K olarak anılan kişiler şu anda görev yapmakta mıdır? Görevleri nedir? S.K’nın terfi ettirildiği doğru mudur?

3-Geri gönderme ve geçici barınma merkezlerinde bulunarak intihar eden ya da intihar girişiminde bulunan kişi sayısı kaçtır? Bunların intihar gerekçeleri nedir?

4-Türkiye’de toplam kaç tane geri gönderme ve geçici barınma merkezi vardır? Buralarda tutulan kişi sayısı kaçtır? Bunlardan kaç tanesi kadın ve kız çocuğudur?

5-Geri gönderme ve geçici barınma merkezleri ne sıklıkla denetlenmektedir? Bu denetimlerden ne tür sonuçlar elde edilmiştir?

6-Geri gönderme ve geçici barınma merkezleri alanda çalışan emek ve meslek örgütleri, insan hakları örgütleri ve baroların denetimine açık mıdır?

7-Geri gönderme ve geçici barına merkezlerinde görev yaparken işlediği bir suç dolayısıyla hakkında adli ya da idari soruşturma başlatılan personel sayısı kaçtır? Bunlar hangi suçlardır? Akıbeti ne olmuştur?

                                                            ***

(Evrensel)



BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -29 Ocak 2025-

Esas zararlı olan bu kafanın kendisi -Mustafa Bildircin-

Orman Genel Müdürlüğü Orman Zararlılarıyla Mücadele Daire Başkanı, laikliği hedef alarak Cuma günlerinin resmi tatil olmasını istedi. 

OGM Daire Başkanı Sabri Kızılkaya, “Pazar günü haftanın ilk iş günü olabilir” dedi.Cuma namazıyla ilgili tartışmalar devam ederken Orman Genel Müdürlüğü Orman Zararlılarıyla Mücadele Daire Başkanı Sabri Kızılkaya, ilginç bir çıkışa imza attı. Kızılkaya, İstanbul Valiliği’nin yazısının paylaşıldığı sosyal medya gönderisinin altına, “Yüzde 99’u Müslüman bir ülkede cuma namazı için 30 dakikayı sorun edenleri önce Allah’a sonra aziz milletimize havale ediyoruz” yorumunu yaptı.Cuma günlerinin tamamen tatil olmasıyla sorunun ortadan kalkacağını savunan Kızılkaya, “Pazar günü haftanın ilk iş günü olabilir” önerisinde de bulundu.(https://www.birgun.net/haber/esas-zararli-olan-bu-kafanin-kendisi-594834)

                                                              ***

Tekel arazisiyle köşeyi döndü!-İsmail Arı-

Erdoğan’ın arkadaşı Aziz Torun’un 2012’de özelleştirmeyle 355 milyon TL’ye aldığı İstanbul Boğazı’ndaki Tekel arazisinin güncel değeri 5,2 milyar TL oldu. Arazi önündeki deniz doldurulacak, otel ve yalı inşa edilecek.(https://www.birgun.net/haber/tekel-arazisiyle-koseyi-dondu-594821)

                                                                ***

Devlet kasasını hastaneler yuttu -Mustafa Bildircin-

18 şehir hastanesinin müteahhitlerine son 7 yılda aktarılan para miktarı şoke etti. Sağlık Bakanlığı’na, “Özel ödenek” adı altında verilen kaynaktan yapılan ödeme 132 milyar 367 milyon lirayı aştı. Sağlık Bakanlığı’nın yatırım bütçesinde yer alan ve “Özel Ödenek” olarak tanımlanan ödenek de şehir hastaneleri için 2025 yılında ödenmesi öngörülen bütçenin büyüklüğünü gözler önüne serdi. Buna göre, şehir hastanelerinin kullanım bedeli ve zorunlu hizmet geri ödemeleri kapsamında hastanelerin işletmecilerine 2025 yılında 67 milyar 181 milyon 365 bin TL ödenmesi planlandı.(https://www.birgun.net/haber/devlet-kasasini-hastaneler-yuttu-594819)

                                                            ***

Panik düğmesine basıldı -Gözde Bedeloğlu-

İktidar cephesinde, Türkiye’nin yedi düvele kafa tutan güçlü bir devlet mi, yoksa bir oyuncu menajeri tarafından yıkılabilecek kadar kırılgan mı olduğuna karar veremeyen bir hal var. Ayşe Barım’ın, önce bütün dizi-film sektörünü ele geçirdiği ve tekel oluşturduğu konuşuldu. Bu iddia iktidar medyasında dillendirildi ve sosyal medya trolleri tarafından hızla yayıldı. Akla ilk gelen şu oldu: İktidar yıllardır ‘sapkın ideolojilerle’ dolu batı medeniyetine kaptırdığını düşündüğü ‘kültürel hegemonyayı’ ele geçirmek için düğmeye bastı.

BİR MENAJERE Mİ YENİLECEKTİ HÜKÜMET?

Yenisini inşa edememişti ama şimdi elde, kamu bütçesinden büyükçe bir pay alan TRT’nin dijital platformu Tabii vardı. Gassal adlı dizi de tutmuşa benziyordu. Artık kültürel hegemonyayı ele geçirmek için yeterli koşulların oluştuğu düşünüldü herhalde. Türkiye’nin en ünlü oyuncularının menajerliğini yapan Ayşe Barım’ı saf dışı bırakınca, oyuncular da Netflix yerine Tabii yapımlarında yer alabilirdi mesela. Çünkü, iktidar medyasına konuşan bir yönetmenin söylediğine göre Barım, MHP’li olduğu için, oyuncularının yönetmenle çalışmasına engel olmuş. Ama sonra dümen hızla Gezi’ye kırıldı. Ayşe Barım’ın güya sözünden çıkmayan oyuncular güya Gezi’ye de onun direktifleriyle katılmış ve devleti yıkmak için harekete geçmişti. Ayşe Hanım, 12 yıl önce, Bayburt hariç Türkiye’nin bütün illerinde insanları sokağa çıkarıp, hükümeti devirmeye kalkışacak kadar etkili biriymiş meğer. Düşünün, ABD Başkanı Trump bile kongre binasına sadece birkaç yüz kişiyi yollayabilmişti. O halde inandırıcı mı bu? Değil tabii. İnanan da üzülsün zaten; koskoca Ortadoğu fatihi hükümeti devirmek için bir menajer, çalıştığı on küsür oyuncu ile ülkenin biri hariç bütün illerini ayağa kaldırabilmiş diye… Ayşe Barım tutuklandı. Kadının Gezi’nin organizatörü olduğunu 12 yıl sonra fark etmişler. Güya kalkışma için örgütlediği oyuncular da Ayşe Hanım’ın ardından, tövbe tövbe, ölmüş gibi dayanışamama mesajları yayınlıyor. Meselenin tutar tarafı yok, iktidarın da tutturma derdi yok zaten. Mesaj verildi. Apolitik bir kadından, 6 milyon insanı sokağa dökebilecek bir organizatör yaratıldı. Milyonların takip ettiği ünlü oyuncular da sessizleştirildi.

MASRAF OLUR DİYE…

Ağır ihmaller sonucu 36’sı çocuk 78 insanın öldüğü Grand Kartal Otel yangınının üzerinden sadece sekiz gün geçti. Gözümüzün önünde aileler yok oldu. Kısılıp kaldıkları otel odasının camlarından aşağıya attılar kendilerini belki yaşama şansımız olur diye. Önlenebilir sebeplerden öldü insanlar. Yangın algılama ve uyarı sistemi çalışmıyormuş. Yağmurlama sistemi yokmuş. Odaların kaçış noktasına mesafesi olması gerekenden uzakmış. Acil durum aydınlatma ve yönlendirme sistemleri eksik ya da çalışmıyormuş. Binanın dış cephe kaplaması ve içeride kullanılan malzeme yangının hızla yayılmasına neden olacak türdenmiş. Muhasebeci Kadir Özdemir’in verdiği ifadeye göre otelin genel müdürü Emir Aras, kendisine sunulan eksiklik raporunu “bunları gidermek çok masraflı” diyerek iptal ettirmiş. Sahibi olduğu ETS Tur tarafından pazarlanan, turizm belgeli Grand Kartal Otel’deki yangınla ilgili katiyen sorumluluk almayan Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, denetim yetkisi bakanlığında olmasına rağmen Bolu Belediyesi ve Bolu İl Özel İdaresi’ni suçladı. Hala koltuğunda oturmuş Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan direktif bekliyor.

SIRBİSTAN’DA 3, TÜKİYE’DE 0 İSTİFA

Diğer taraftan, hemen yakınımızdaki Sırbistan’da halk sokakta. 1 Kasım 2024’te, Navi Sad tren istasyonunda çatı çökmesi sonucu ölen 15 kişinin hesabını soruyor. Öğrencilerin de katıldığı protestolarda halk sorumluların cezalandırılmasını istiyor, ihmal şüphesine karşı hükümetten şeffaflık talep ediyor. Kitlesel gösterilerin ülkeye yayıldığı Sırbistan’da Başbakan Milon Vučević, ne hakla hükümeti devirmeye kalkarlar diye bağırmıyor, “siyasilerin sorumluluklarını kabul etmesi ve toplumdaki gerginliğin düşürülmesi için hazır olmaları gerektiğini düşünüyorum” deyip istifa kararı aldığını açıklıyor. Başbakanın istifasında etkili olan olay, bir öğrencinin kimliği belirsiz bir grubun saldırısına uğradıktan sonra ağır yaralanması. Gezi’de 7 kişi ölmüştü. Erdoğan değil gerginliği düşürmek, evde zor tuttukları yüzde 50 olduğunu ve Gezi eylemcilerinin camide bira içtiğini söylemişti. Sırbistan’da, ihmal yüzünden 15 kişi öldü. Belediye başkanı, iki bakan ve başbakan istifa etti. Bizde herkes yerli yerinde. Yine ihmal sonucu gerçekleşen Çorlu tren kazasında oğlu Oğuz Arda Sel’i kaybeden Mısra Öz, açıklamaları nedeniyle ‘kamu görevlisine hakaretten’ yargılanıyor.

GÖZALTI YAĞMURU

Açlık ve yoksulluk almış başını gitmiş, bolca tarım ilacı içeren bir demet marul 50 lira olmuş, depremzede iki yıldır açıkta, her yerde her an ölümle burun buruna yaşam mücadelesi veren insanların ülkesinde bir hafta içinde oyuncu, siyasetçi, gazeteci, sokak röportajında isyan eden teyze derken herkesin üzerine gözaltı ve tutuklama yağıyor. ABD ve Çin yapay zeka yarışına girmiş, Vatikan bile yapay zeka ile ilgili gelişmeleri takip ediyorken, bizim Diyanet Başkanı Ali Erbaş Audi araba derdinde. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, kendisini, İstanbul, Beşiktaş ve Esenyurt belediyelerini hedef alan soruşturmalarda bilirkişi olarak sürekli aynı kişinin (S.B) adının geçtiğini ve kasıtlı olarak aleyhte rapor verdiğini açıkladı. İmamoğlu'nun konuştuğu kürsüde rüzgarı henüz dinmemişken, hakkında ‘bilirkişiyi hedef gösterme’ iddiasıyla soruşturma başlatıldı.

YETENEKLİ BAY BİLİRKİŞİ

Kendisine aynı gün ulaşarak hakkındaki iddiaları soran gazeteci Barış Pehlivan’a “beni kimse bağlamaz” diyen S.B, ertesi gün ilk iş olarak iktidar medyasına konuşmayı tercih etti, “Hukukun gereği neyse onu yaparım” dedi. İşte o hukuk dün gazeteciler Barış Pehlivan, Seda Selek ve Serhan Asker’i gözaltına aldı. Pehlivan, raporunu bitirip mahkemeye sunan ‘bilirkişiyi etkilemeye teşebbüs’ ve ‘kişiler arasındaki konuşmaların dinlenmesi ve kayda alınması’ iddiasıyla suçlanıyor. Halk TV Sorumlu Müdürü Serhan Asker ve Halk TV sunucusu Seda Selek de ilgili telefon görüşmesinin yayınlanması nedeniyle gözaltında. Bu sabah adliyeye  çıkarılmaları bekleniyor. Açık adını ceza almadan sadece iktidar medyasının yazabildiği yetenekli bay bilirkişi S.B’ye ‘dokunan yandı’.

AMAN ÇIT ÇIKMASIN!

İktidar, panik düğmesine bastı. Yoksulluk uçuşta. Emekliler sefalet içinde, çocuklar aç, okul dışında kalan gençler suça bulaşıyor. Memlekette gerek iş gerek tatilde herkes her an ölümle yüz yüze. Hükümetin Suriye’deki dış politika ‘başarısı’, iç politikadaki yoksulluğa her an yenilebilir. Şikayet ve acı dolu gündemin karşısında herkes çıt çıkarmadan otursun isteniyor, ta ki maddi şartları AKP için uygun olacak bir seçim tarihi belirlenene kadar… Gezi’de, toplumu baskıyla ve kutuplaştırarak yönetmeyi seçen tam da böyle bir siyaset anlayışına karşı çıkılmıştı. Erdoğan’ın iddia ettiği gibi ne köksüzdü ne de şuursuz. Aksine, milyonları aynı parkta el ele buluşturabilmişti. Ne büyük suç ama değil mi?

                                                                    /././

Mevzu Rubicon’dan sonra başlıyor -Berkant Gültekin-

AKP’nin derin yara aldığı 31 Mart 2024 yerel seçimleri sonrası Erdoğan’ın “yumuşama”, Özgür Özel’in ise “normalleşme” dediği sürecin yerinde şimdi yeller esiyor. Dört koldan saldırıya geçen iktidar, karşısında direnç gösterebilecek kim varsa onu yargı sopasıyla zapturapt altına almaya çalışıyor. Üstelik ironik şekilde eskisinden daha sert ve daha anormal yöntemlerle.

Yerel seçim sonrası Erdoğan sendeliyordu. Alınan yenilgi, “Reis’in partisi”ni ilk kez ikinci parti konumuna düşürmüş, CHP’nin zaferi, AKP’nin “yenilmez” olduğu yönündeki algıyı yerle yeksan etmişti. Erdoğan belki de en kırılgan günlerini yaşıyordu. Karşısından esen muhalif rüzgâr, onu daha da zor duruma sokabilirdi. Ama herkesin bildiği nedenlerle olaylar böyle gelişmedi.

CHP liderliği, “normalleşme” sürecini, AKP’ye oy veren seçmen kitleleri gözündeki itibarını artırmak amacıyla önemsiyordu. Amaç hasıl oldu mu, bilinmez. Yine de Erdoğan bir kez daha CHP’ye yönelik ağır ithamlarda bulunmaya başlamışken, ona biat eden kitlelerin de bugün CHP hakkında ne düşündüğü az çok tahmin edilebilir.

Fakat bundan daha da önemlisi, CHP’nin yerel seçimin momentumunu doğru kullanamamasıdır. Bugün iktidarın, sanki henüz 8-10 ay önce seçim yenilgisi almış gibi tedirgin değil de daha 1 hafta önce yüzde 60’la seçim kazanmış gibi özgüvenle hareket etmesinin nedeni tam olarak budur. Siz seçimden sonra oluşan havanın devam etmesi üzerine bir strateji kurarsınız ama bir anda Suriye’de işler değişir ve o güvendiğiniz atmosfer yerini başka bir iklime bırakır. Siyasette momentum bu yüzden kritiktir.

Selahattin Demirtaş, Osman Kavala, Can Atalay ve Ümit Özdağ gibi siyaseten birbirinden apayrı yerlerde olan isimler bugün aynı anda cezaevinde. Bir yandan Öcalan’ın aktör yapılmaya çalışıldığı içeriği belirsiz bir “süreç” ilerlerken diğer yandan CHP’li ve DEM Partili belediyeler operasyonların hedefinde.

Derken, menajer Ayşe Barım, 12 yıl önceki Gezi Direnişi sırasında “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs” ettiği iddiasıyla tutuklanıyor. Oyuncularıyla yaptığı telefon görüşmeleri, ne konuştuklarına bile bakılmadan, “suç delili” muamelesi görüyor. Oyuncuların sosyal medyada Türkiye için yaptıkları yardım çağrıları, “etki ajanlığı”na yoruluyor. Bunun yasal bir dayanağı da yok üstelik. Ayrıca Ayşe Barım aleyhinde konuşmayan aktörlere “yalan tanıklık” yapmaktan soruşturma açılıyor.

AKP Gençlik Kolları Başkanı, “Buradan sokaktan medet uman, milli irade düşmanlarına sesleniyorum. Gezi bir vandallıktı, Gezi bir darbecilikti, Gezi bir yağmacılıktı, Gezi bir işgalcilikti, kaos planıydı” diyor. “Yeni bir Gezi hayali” kuranların karşısına dikileceklerini söyleyerek tehditler savuruyor.

Erdoğan’ın iktidar ortağı Bahçeli de benzer mesajlar veriyor. Muhalefete, “Haydi yüreğiniz yetiyorsa çıkın sokağa da görelim. Ateşle oynama merakınız nüksettiyse deneyin de boyunuzun ölçüsünü alalım. CHP’nin 12 Eylül’de yarım kalan hesaplaşmaya dönük bir özlemi varsa, kınında beklemekten yorulmuş kılıç gibi burada olduğumuzu hatırlatıyor ve haykırıyoruz” ifadeleriyle sesleniyor.

Evet, çok parçalı bir saldırı zinciri var ancak mesele aslında basit. Rejim öncelikle korku salıyor ve sınırsızca her şeyi yapabileceğini göstererek ülkenin tamamına açık bir gözdağı veriyor. Öte yandan mevcut ekonomik darboğazda, muhalefetin siyasi farklılıklara rağmen kendi karşısındaki monoblok niteliğini bozarak her birini ayrı ajandalarla hareket eder hale getirmek ve oluşacak yeni siyasal dizilimle anayasayı değiştirip hegemonyasını sağlamlaştırmak istiyor.

Gelecekteki cumhurbaşkanlığı seçimini de düşünerek, CHP içindeki çatlakları kaşımayı hedefliyor. Bu kaos ortamında Kürt siyasi hareketine “başka bir yol olduğu” izlenimi vererek muhalefetin Kürt kanadını pratikte tereddütlü bir çizgiye çekiyor.

Muhalefetin bu aşamada, rejim karşısındaki geniş toplumsal mutabakatı bulup iktidarın planını boşa düşürecek bir siyaset geliştirmekten başka şansı yok. İktidar ayrıştırmaya ve bölmeye çalıştıkça, muhalefet, asgari müşterekler etrafındaki bütünselliği korumanın formülünü bulmalı.

Bunu yaparken de lider ve aday eksenli hareket etmekten çok, düzenin değişmesinden yana olan geniş halk kesimlerinin etkili bir özne haline geldiği siyaset zeminini yaratmak üzerine kafa yormalı. Rubicon’u geçtiklerini söyleyen İmamoğlu’nun “Biz tek kişilik oyunu sevmeyiz. Horon gibi halay gibi kol kola olmaya, coşkulu bir oyun oynamaya hazırız” mesajının bu yönden önemli olduğu söylenebilir. Tabii asıl sınav, gereğini yapabilmekte. Çünkü esas mevzu, Rubicon’u geçtikten sonra başlıyor.

Herkesin bileğine kelepçe takabileceğini kanıtlayan bir rejimin karşısında duramayacağı yegâne güç, kendi geleceğine sahip çıkan bir toplumun örgütlü, cesur ve kararlı iradesidir. Bir varlık-yokluk savaşında olan Türkiye demokrasisini uçurumun kenarından çekip çıkarmanın, teslim olmayan milyonlara umut aşılamanın ve siyasi momentumu yeniden ele geçirmenin tek yolu bu iradeyi inşa edebilmektir.

                                                                /././

‘Sürgünlerin’ sürgünü -Şükrü Aslan-

Sürgün ya da aynı anlama gelmek üzere zorunlu iskân, Cumhuriyetten önce de başvurulan bir uygulamaydı ve Osmanlı’da fetih siyasetinin bir parçasıydı. Ancak modernleşmeyle birlikte sürgün ya da iskân siyasetinin asıl muhatapları, artık hâkim kimliğin dışında kalan/bırakılan kimlik grupları olmuştu. Bu gruplar, bazı durumlarda sistem politikalarının birer aktörü olarak kullanıldıkları halde, yine de diğerleri gibi dışlanmaktan kurtulamamış; bu coğrafyaya zaten sürgün olarak gelmiş topluluklar da kimi zaman yerlerinden edilmişlerdi. Yani sürgünler, yeniden sürgün edilmişti.

Çerkesler bu durumun örneklerinden birisiydi. 1860’lı yıllarda anavatanlarından zorla çıkarıldıktan ve yazık ki büyük bölümü yollarda hayatını kaybettikten sonra Osmanlı topraklarına varabilenler, devlet tarafından Balkan sınırlarından, bugünkü Suriye, Ürdün ve Türkiye’nin çeşitli köy ve kasabalarına titiz bir nüfus mühendisliği mantığı içinde yerleştirilmişlerdi. Takip eden süreçte Çerkes nüfusun bazı grupları, devletin kimlik politikalarına uygun olarak ‘değerlendirilmişlerdi’. Mesela 1915’de İttihat ve Terakki’nin hükmettiği coğrafyanın mukimleri olan Ermenilerin tasfiyesinde bu gruplar görevlendirilmişti. Aynı gruplar boşaltılan kasabalara ve köylere Müslüman ailelerin iskânında da aktif rol almışlardı.

Ama yine de bu toplulukların bir kısmı zamanla yeni sürgün politikalarının muhatabı olmuşlardı. Bandırma, Gönen ve Manyas ilçelerinin bazı köylerine yerleştirilmiş Çerkeslerin, kurtuluş savaşı sonrasında çeşitli güvenlik gerekçeleriyle toplu olarak sürgüne gönderilmeleri böyle bir örnekti ve bu Çerkesler için büyük düş kırıklığıydı. 1922 sonlarına ve 1923’e yayılmış zaman diliminde gerçekleşen bu yeniden yerinden edilme, yeni bir ‘vatan’ umuduyla bu topraklara gelen Çerkeslerin dahili sürgünüydü.

∗∗

Kurtuluş Savaşı’nda Batı Cephesi yönetiminde rol almış Ethem’in tasfiyesinin hemen ardından gelen ve bir tür ‘sessizce kabul edilen’ bu sürgünde, jandarma eşliğinde Balıkesir’de Gönen’e bağlı beş, Manyas’a bağlı sekiz köy ve diğer köylerden seçilmiş bazı haneler yerlerinden edilmişti. Toplam 775 Çerkes haneden 3 bin 775 kişi için sürgün kararı çıkartılmış, aileler; Malatya, Kayseri, Sivas, Niğde ve Van’ın köylerine ve ilçelerindeki mahallelere gönderilmişlerdi.

Diğer sürgün/iskân deneyimlerinde olduğu gibi, sürgün haneleri birbirinden ayırarak, temas etmelerini önleme tutumu, bu gruplara da uygulanmıştı. Sürgünlerin yanlarında götürebilecekleri malzemeler konusunda katı bazı sınırlamalar getirilmiş; aileler, bir kağnı arabasını aşmayacak kadar ilgili malzemeleri yanlarına alabilmişlerdi. Keza terk ettikleri köylere bir şekilde yeniden girişleri yasaklanmıştı. Aynı şekilde zaman baskısı nedeniyle bazı mallarını belli alıcılara değerinin çok altında satmak zorunda kalmışlardı. Bu katı uygulama Çerkeslerin içinden yükselecek olası muhalif seslerin daha başlamadan bastırılmasına da zemin teşkil etmişti.

∗∗

Neyse ki sürgün edilen ailelerin durumu kısa bir süre sonra ülkedeki politik gündemin konusu olabilmişti. Elbette bunda devlet bürokrasisi içinde yer alan Çerkeslerin etkisi olmuştu. Kendisi de Çerkes olan ve Ethem ve Reşit Beylerin örgütlenmesinde çok önemli rol üstlenen Rauf Orbay’ın bu süreçte özellikle etkili olduğu yazılmıştı. Buna göre Orbay, Çerkeslerin bu iç sürgünde yaşadıkları türlü eziyetten haberdar olmuş ve sürece müdahale etme gereği duymuştu. Neticede hızlı, yoğun ve sessizce yürütülen girişimlerin ardından sürgünlerin geri dönmelerine izin veren bir karar çıkarılmıştı.

Bu deneyim, bir yönüyle, önceki ve sonraki göç deneyimleriyle bir ölçüde benzerdi. Ailelerin parçalanması, farklı coğrafyalara gönderilmeleri, mülklerine el konulması ve aralarındaki irtibatın önlenmesi bakımından bütün öteki kimliklerin göçü ile aynı nitelikler gösteriyordu. Ama politik sistemle karmaşık ve güçlü ilişkileri yönünden bakıldığında Çerkeslerin göçü özgündü. Zira sistemin, güvenip görev verdiği bazı toplulukları da, yeri geldiğinde gözden çıkarabildiğine işaret ediyordu. Gerçek şu ki Türkiye’nin göç-sürgün hafızası, üzerine genellikle konuşulmayan böyle daha nice deneyimlerle yüklüdür.

                                                              /././

(Birgün)

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -29 Ocak 2025-

Mülteciler, dış ticaret ve gümrük vergisi üçgeni -Ercan Uygur-

Suriye’de hangi gelişmeler olacağı önemli ölçüde Trump’ın ABD’sine bağlıdır. Türkiye, Suriyeli mülteciler gelirken onlara "misafir" dedi, Suriye yönetiminin birkaç ay içinde çökeceğini varsaydı, halka yanlış bilgiler verdi. Şimdi de yanlış beklentiler ve yönlendirmeler yapmaması gerekir, “yanıldık, aldatıldık” dememek için...

mülteci göçmen

ABD’nin yeni başkanı Trump icraatlarına başladı. İlk icraatlarından birisi belgeleri eksik ve kaçak mültecileri sınır dışı etmek oldu. Bu konuda Trump’ın Kolombiya başkanı Petro’ya “mültecilerinizi geri alın, yoksa ticareti vergi ve kısıtlarla engellerim” tavrı, sonrası için önemli bilgiler veriyor.

Bu tedirgin edici tartışma bu yazının ilk bölümünü oluşturuyor. İkinci bölümde bu kez Türkiye’nin Suriye yönetimi ile olan mülteci-dış ticaret-gümrük vergisi ilişkisi var. Bu ilişkide Türkiye aslında ABD’nin durumunda. Ama benzer tavrı göstermiyor, tepkiler tümüyle farklı ve şaşırtıcı.

ABD ve Kolombiya’nın mülteci, ticaret ve gümrük vergisi tartışması

Donald Trump idaresi geçen hafta belgeleri eksik ve kaçak mültecileri geldikleri Latin Amerika ülkelerine geri göndermeye başladı. Bu ülkeler arasında örneğin Brezilya, Guatemala, Honduras, Meksika vardı.

ABD, Kolombiyalı mültecileri de bu ülkeye geri göndermek üzere hazırlık yaptı; iki askeri nakliye uçağı Kolombiya’ya yola çıktı. Ancak Kolombiya başkanı Gustavo Petro bu askeri uçaklara iniş izni vermedi. ABD Dışişleri Bakanlığı’na göre önce izin verdi, sonra bu izni geri çekti.

Kolombiya yönetimi ise askeri uçaklara izin verilmediğini, iznin sivil uçaklar için verildiğini açıkladı.

Petro’ya göre mültecileri askeri uçaklarla kötü koşullarda taşımak onlar için onur kırıcı ve aşağılayıcı idi. Onları sivil uçaklarla taşımak uygun olurdu. Gerekirse Başkan Petro’ya ve devlete tahsis edilmiş uçaklar da kullanılabilirdi.

Kolombiyalı mültecileri taşıyan ABD’nin askeri uçaklarına Başkan Petro izin vermedi ve bu uçaklar ABD’ye geri dönmek zorunda kaldı. Bunun üzerine Trump şu açıklamayı yaptı:

(i). Kolombiya’dan yapılan tüm ithalata hemen yüzde 25 gümrük vergisi konmuştur. Yetmedi.

(ii). ABD, gümrük vergilerini bir hafta sonra da yüzde 50’ye çıkarıyordu.

(iii). ABD ve Kolombiya arasındaki parasal ve finansal işlemler durduruluyordu.

(iv). Trump, Dışişleri Bakanlığı’na talimat verdi; Kolombiya Başkanı'na, tüm hükümet üyelerine ve ailelerine vize sınırlaması getirildi.

(v). Kolombiyalılara yapılan tüm vize işlemleri de durduruldu.

Halbuki, ABD ile Kolombiya arasında serbest ticaret anlaşması vardı. Ayrıca, iki ülke arasındaki ticarette ABD fazla veriyordu. Ama Trump’a göre Kolombiya yönetimi “kendi suçlularını ve canilerini” geri almamakla ABD’nin ulusal güvenliğini tehlikeye atıyordu. 

Petro’nun ABD askeri uçaklarına izin vermek istemeyişinin önemli bir nedeni, iki gün önce Brezilya’ya götürülen Brezilyalı mültecilerin el ve ayaklarına kelepçe vurulması idi. Ayrıca bu mülteciler kendilerine yol boyunca su verilmediğini, tuvalet için bile izin verilmediğini ağlayarak anlattılar.

Bunun üzerine Petro, ABD’den yapılan ithalata, karşılıklılık ilkesi uyarınca, yüzde 25 gümrük vergisi getirildiğini açıkladı. Ayrıca, Trump’ın kendisini devirmeye çalıştığını, köle tacirleri ile el sıkışmayacağını açıkladı. Trump bunlara karşılık olarak “o zaten bir sosyalist” ve “halk desteği düşüyor” dedi.  

Ancak, aradan 24 saat geçmeden, pazar akşamı, ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada Kolombiya’nın askeri uçakların mülteci taşımasına izin verdiği ve tüm koşulları kabul ettiği bildirildi. Kolombiya’dan yapılan açıklamada da ABD ile mülteci geri dönüşleri konusunda sorunların giderildiğini bildiren bir açıklama geldi. 

ABD’den, beyaz saraydan yapılan son açıklamada “bugünün olayları, ABD’nin yeniden saygı kazandığını açıkça göstermektedir” diyordu. Açıklama ayrıca, Kolombiya için gümrük vergilerinin ve ticaret kısıtlarının yedekte beklediğini belirtti. Vizelerle ilgili sınırlamalar ise mülteciler Kolombiya’ya varıncaya kadar kaldırılmayacaktı.

Yeni dünya düzeni bu olsa gerekir. İki ülke arasındaki mal ve hizmet ticaretini hangi unsurlar belirler? İktisatçılar, öncelikle dış talebin ve göreli fiyatların etkili olduğunu söyler. Yeni dünyada başka unsurlar öne çıkıyor olabilir.

Nitekim ABD’nin giden başkanı Biden, giderayak, şu açıklamayı yaptı:

(i). Yapay zekâ (AI) yongaları ve yarı iletkenlerinin ABD’den ihracatı tercihli ülkelere sınırlama olmadan yapılacak. Güney Kore, Hollanda, İngiltere, İtalya, Japonya gibi 18 ülke bu listede yer alıyor.

(ii). Çin, Rusya, Kuzey Kore gibi bazı ülkelere ambargo uygulanacak, ihracat olmayacak.

(iii). Türkiye gibi başka bazılarına ise sınırlı miktarda ihracat yapılacak.

Türkiye ve Suriye’nin mülteci, ticaret ve gümrük vergisi ilişkisi

Resmi verilere göre Türkiye’de yaklaşık 3 milyon Suriyeli mülteci var. Aslında doğru ifade şu; geçici koruma altında yaklaşık 3 milyon Suriyeli var. Ancak, kayıtlarda olmayan, kaçak önemli miktarda Suriyeli (ve Afgan) de var.

Bazı ülkelerdeki göstergelere bakarsak, kayıt dışı Suriyeli mülteci sayısı, kayıtlı olanların yaklaşık iki katıdır. Örneğin, Ürdün’de 2021’de kayıtlı Suriyeli mülteci ayısı 670 bin. Yapılan nüfus sayımına göre ise Suriyeli mülteci sayısı 1,30 milyon. Yani yaklaşık kayıtlı mülteci kadar kayıt dışı mülteci de bulunuyor. Karasapan (27 Ocak 2022).

Bir başka örnek Lübnan. 2024 yılındaki son İsrail bombalamasından önce, 20212 yılında bu ülkede kayıtlı Suriyeli mülteci sayısı 844 bin.  Yine yapılan sayıma göre, Suriyeli mülteci sayısı 1,50 milyon. Kayıtlı mültecinin yaklaşık yüzde sekseni kadar kayıt dışı mülteci var. Karasapan (27 Ocak 2022).

Bu verilerden hareketle Türkiye’deki toplam Suriyeli mülteci sayısının yaklaşık 6 milyon olduğunu söyleyebiliriz. TÜİK verilerine göre, Türkiye’nin Suriye’ye ihracatı bu ülkede iç savaş başlamadan önce 2010’da 1,85 milyar dolar, iç savaş başladığında 2011’de 1,61 milyar dolar. 2024’te ihracatın yaklaşık 265 milyon dolar olduğu tahmin ediliyor. Değerler oldukça düşüktür. 

Diğer yandan birçok kaynağa göre Türkiye Aralık 2024’te iktidarı ele geçiren HTŞ’ye ve ayrıca Suriye Milli Ordusuna (SMO) mali ve her türlü yardım yapıyor. Wall Street Journal (8 Aralık 2024). ABD, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin de HTŞ’ye mali yardım yaptıkları biliniyor.

Öyleyse, haklı olarak, Türkiye’nin Suriye’ye ihracatının artması beklendi, bu beklenti ile hesaplar yapıldı. Ayrıca, Suriyeli mültecilerin önemli bölümünün Suriye’ye döneceği resmi beklentisi yaratıldı. Ancak her iki beklentinin de, en azından şimdiye kadar, gerçekleşmediği, resmi hesapların yanlış yapıldığı anlaşılıyor.

Birincisi, Suriye’deki yeni yönetim, Suriye’nin Türkiye’den yaptığı gümrük vergilerini yüzde 500’e kadar yükseltti. Buna karşılık özellikle Körfez ülkelerinden yapılan ithalat vergilerinin düştüğü görüldü. Böylece, eski vergilere göre Türk ihracatçıların imzalamış olduğu anlaşmalar bile yerine getirilmedi, Suriyeli ithalatçılar ithalatı durdurdu.

Yani, Türkiye’nin Suriye’deki yeni yönetimi desteklemiş olması, milyonlarca Suriyeli mültecinin Türkiye’de olması iki ülkenin dış ticaretine bir katkı yapmadı. Gümrük vergileri konusunda görüşmeler olduğu ve bu vergilerin değişeceği söylenmiş olsa da, şimdiye kadar bir değişiklik gözlenmedi.   

İkincisi, Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin Suriye’ye geri dönmesi de şimdiye kadar sınırlı oldu. BM Mülteciler Yüksek Komiserliğinin (UNHCR) yaptığı bir anket çalışmasına göre, Suriye’ye geri dönmeyi düşünenlerin oranı oldukça düşüktür.

Ocak 2025’te Irak, Lübnan, Mısır, Ürdün’de yaşayan Suriyeli mültecilere uygulanan bir ankete göre; güvenlik ve siyasi istikrar sağlanırsa Suriye’ye gelecek 12 ay içinde dönmeyi düşünenlerin oranı yüzde 27’dir. Oran yükselmiş olsa da düşük sayılmalıdır. UNHCR (27 Ocak 2025).

Bu anket sonucundan hareketle, Suriyeli mültecilerin büyük bölümünün Türkiye’de kalmayı tercih edeceği açıktır.

Şöyle bitireyim; Suriye’de hangi gelişmelerin olacağı önemli ölçüde Trump’ın ABD’sine bağlıdır. ABD, Suudi Arabistan’ı da önemli ölçüde yönlendiriyor. Bu hafta sonu Suudi Arabistan’dan neler alıp vereceğini anlayacağız.

Türkiye, Suriyeli mülteciler gelirken onlara misafir dedi, Suriye yönetiminin birkaç ay içinde çökeceğini varsaydı, halka yanlış bilgiler verdi. Şimdi de yanlış beklentiler ve yönlendirmeler yapmaması gerekir. Bir kez daha “yanıldık, aldatıldık” dememek için.


Kaynaklar:

UNHCR (27 Ocak 2025) UNHCR’s Grandi calls for global action to support Syrians returning home.

https://www.unhcr.org/news/press-releases/unhcr-s-grandi-calls-global-action-support-syrians-returning-home

Wall Street Journal (8 Aralık 2024) Who Are the Syrian Rebels and Their Backers?

https://www.wsj.com/livecoverage/syria-civil-war-damascus/card/who-are-the-rebels-and-their-backers--ESKuupqev8BdKqWxnveX

                                                                   /././

Türkiye’de ifade özgürlüğü -Rıza Türmen-

Demokrasiyle yönetilen ülkelerde siyasal iktidarlar, ifade özgürlüğünü, bunlar şok edici, incitici, eleştirel ifadeler olsa bile korur. Kendi kendini sınırlar. Demokrasiyle yönetilmeyen ülkelerde ise ifade özgürlüğü yasaklanır, baskılanır. Bu ülkelerde iktidarı asıl korkutan gerçeğin ortaya çıkmasıdır.

Türkiye’yi yöneten otoriter rejimin baskıları 31 Mart seçiminden sonra yeni ve daha ileri bir aşamaya girdi. Seçimden bu yana AKP’nin seçim kaybettiği 9 belediyeye kayyım atandı. Gerçi AKP iktidarı bakımından bu yeni bir uygulama değil. Son 10 yılda Türkiye’de 147 belediyeye kayyım atanmış durumda. Böyle bir uygulama dünyanın başka hiçbir ülkesinde görülmemiş. Türkiye, Guiness rekorlar kitabına bu nedenle girebilir.

Ama 31 Mart sonrası otoriterlik bununla kalmadı. CHP’nin kazandığı Esenyurt ve Beşiktaş Belediye Başkanları’nı görevden aldıktan sonra sıra CHP Gençlik Kolları Başkanı Cem Aydın’a geldi. İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nı eleştiren tweetinden dolayı soruşturma açıldı. Adli kontrol koşuluyla serbest bırakıldı.

İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, Cem Aydın’la ilgili soruşturmayı eleştirdi. Sen misin eleştiren? Eleştiri yaptığı konuşmanın üstünden iki saat geçmemişti ki İmamoğlu hakkında eleştirdiği için soruşturma açıldı. Kim demiş Türkiye’de adalet ağır işliyor diye?

En büyük balık ise 19 Ocak’ta geldi. Zafer Partisi Başkanı Ümit Özdağ, Antalya’da yaptığı bir konuşma nedeniyle önce gözaltına alındı, sonra tutuklandı. Önce Cumhurbaşkanı’na hakaretten göz altına alındı. Sonradan suçun niteliği değişti. Halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçundan (TCK md.216) tutuklandı. Halkın belirli bir kesiminin görüşlerini temsil eden bir siyasal partinin başkanının tutuklanması siyasal sonuçlar doğurabilecek nitelikte bir davranış. Hele tutuklama nedenlerinin hukuka uygunluğu kuşkuluysa bu büsbütün böyle.

Ümit Özdağ’ın Antalya’da yaptığı konuşma AKP Başkanı da olan Cumhurbaşkanı’nı eleştiri niteliğinde. Sn. Özdağ konuşmasında Cumhurbaşkanı’nın Türkiye’ye zarar verdiğini, milyonlarca sığınmacıyı Anadolu’ya sokarak Türk milletinin kültürünü tahrip ettiğini, Erdoğan döneminde ateist ve deist olmanın arttığını ileri sürüyor.

Sn. Özdağ’ın bu sözlerinde suç unsuru nerede? Anayasa’nın 24. ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9. maddesinde düzenlenen inanç özgürlüğü herkese istediğine inanma ya da inanmama özgürlüğünü tanır. İnanma ya da inanmama bireylerin iç dünyalarına ait bir konudur. Sn. Özdağ’ın bu temel hak ve özgürlüğü siyasallaştırması doğru değildir. Ama bundan halkı tahrik ettiği sonucu çıkmaz.

AİHM’e göre tutuklamanın, Sözleşme’nin “makul kuşku” kriterine uygun olması, halkı kin ve düşmanlığa tahrikin gerçekleşmesi için uygulamaya dönüşmesi gerekiyor. (Demirtaş kararı paragraf 317). Zaten TCK md. 216 da açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkmasından söz ediyor. Sn. Özdağ’ın Antalya konuşmasının böyle bir sonuç doğurduğu söylenemez. Konuşmadan sonra halk sokaklara dökülüp başka bir kesime mi saldırdı? Kayseri olaylarında ise, Suriyeli sığınmacıların bir kızı rahatsız ettiği söylentisinin çıkması üzerine Suriyelilerin dükkanlarının taşlanması konusunda Sn. Özdağ’ın tweetleri olayı başlatan değil, olaylar çıktıktan sonra yatıştırmaya yönelik tweetler. O nedenle “halkı tahrik” suçu gerçekleşmemiştir.

Bütün bunlar bir yana, bir siyasetçiyi, hele bir siyasal parti başkanını söylediği sözlerden dolayı tutuklamak, açık bir biçimde şiddete teşvik olmadığı sürece orantılılık ölçütüne uygun değil. Tutuklamanın siyasal nedenlerden kaynaklandığı, yasanın sınırlarının zorlanmasından da anlaşılıyor.

Sn. Özdağ’ın tutukluluğuna ilişkin şikâyet, AYM’den bir sonuç alınamaması üzerine AİHM’e gelirse, tutuklamanın hukuka uygun olmadığı (Sözleşme’nin 5/1 maddesi), Sn. Özdağ’ın ifade özgürlüğünün ihlal edildiği (md.10), tutuklamanın siyasal nedenlerden kaynaklandığı (18. Madde ile 5/1 madde birlikte) yolunda bir karar çıkması beklenmeli.

Bütün bu hukuksal tartışma, hukuk devletinin geçerli olduğu, devletin insan haklarına saygı gösterdiği bir ülke için geçerli. Yargının bağımsız olmadığı, AİHM ya da AYM kararlarının uygulanmadığı, iktidarın insanların temel hak ve özgürlüklerini pervasızca ihlal ettiği bir ülkede yukarda belirtilen hukuki görüşler hiçbir anlam taşımamakta.

Baskı ve hukuksuzluk öylesine yaygınlaştı ki, bir hukuksuzlukla ilgili yazı bitmeden başka bir hukuksuzluk çıkıyor. Bu kere de şöyle oldu: Ümit Özdağ’ın tutuklanmasıyla ilgili yazıyı bitirmeden Ayşe Barım gözaltına alındı. Gezi olaylarına karışıp hükümeti devirmeye çalıştığı için. Osman Kavala ile başlayan Gezi’nin kriminalize edilmesinin sonuçları hâlâ sürüyor. Aradan 12 yıl geçmiş, hükümeti devirmek gibi ağır bir suç söz konusuysa “12 yıl neredeydiniz?” diye sormazlar mı? Gezi’ye milyonlarca kişi katıldı. Bunların içinden susturmak istediklerinizi, başka bir suç bulamayınca “Gezi’ye katıldın, hükümeti devirmeye teşebbüs ettin” suçlamasıyla tutuklamak, sonra da yaşam boyu müebbet hapse mahkum etmek, yargının bağımsız olmadığı bir ülkede çok kolay. Ayşe Barım’a atılan suçlar ve kanıt olarak gösterilen olaylar Kavala iddianamesinde yer alanlardan farklı değil. Kanıt olarak gösterilen bu olaylar AİHM tarafından incelendi ve AİHM bunların tutuklama için gereken makul kuşku   bakımından yeterli olmadığına sonucuna vardı.

İfade özgürlüğü demokrasinin ve tüm diğer özgürlüklerin temeli. Eleştiri, protesto bu özgürlüğün ayrılmaz bir parçası. Gerçeğin ortaya çıkması da ancak ifade özgürlüğünün var olduğu demokratik rejimlerde olanaklı. İfade özgürlüğünün bulunmadığı rejimlerde halka sunulan iktidarın kendi gerçeği. İfade özgürlüğünü ve eleştiri hakkını ortadan kaldırdığınız zaman geriye sorgusuz sualsiz itaat edilen despotik bir rejim kalır. Topluma korku egemen olur. Korku bir toplumu denetlemenin en etkili yoludur. Bu tür rejimlerde iktidar halka ekonomik refah ve iç ve dış düşmanlara karşı güvenlik vaat eder. Bu hedeflere demokratik yollardan ulaşılıp ulaşılamaması ise önemli değildir. Korku bir yandan, ekonomi ve güvenlik kaygıları öbür yandan, toplumu depolitize eder. İnsanlar, liderin iradesine boyun eğmeye kabul ederler. Halkın rızası böyle alınır.

İfade özgürlüğünün bulunmadığı toplumlarda, insanların düşünmeleri, eleştirmeleri kabul edilemez. Lider herkes için düşünür. Neyin doğru olduğuna o karar verir. Lider kendini halkın vücut bulmuş hali olarak görür. Halka, lider olmazsa ülkenin parçalanacağı, düşmanlar tarafından yok edileceği pompalanır.

Türkiye giderek böyle bir ülkeye dönüşmekte. Lidere karşı en ufak eleştiriye tahammül edilemiyor. Lideri hedef almayan eleştiri ise halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçu oluyor. Düşünün ki, Sn. Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasından sonraki 2015-2019 yılları arasında Cumhurbaşkanına hakaret suçu sayısı Sn. Erdoğan’ın başbakanlık dönemine kıyasla 16 kat artmış, soruşturma sayısı 142 bin 623, dava sayısı 29 bin 488’e ulaşmış.

Türkiye fiili bir istisna hali, olağanüstü hâl rejimi yaşamakta. Bu geçici değil, sürekli. Carl Schmitt’in de belirttiği gibi, istisna halinde hukuk liderin iki dudağı arasındadır. Hukuk askıya alınmıştır. Lider hukuka hâkim olabilmek için hukukun dışında durur. İktidarın hukuku muhalefete dayatılır. Ancak iktidarın kendisi hukuktan muaftır.

Böyle bir istisna hali rejiminde yaşadığımızı ve bu rejimde hukukun, hukuk dışı bir rol oynadığını bilirsek, Ümit Özdağ’ın, Ayşe Barım’ın ya da Gezicilerin başına gelenleri daha iyi anlayabiliriz.

İfade özgürlüğü demokrasinin barometresidir.

Demokrasiyle yönetilen ülkelerde siyasal iktidarlar, ifade özgürlüğünü, bunlar şok edici, incitici, eleştirel ifadeler olsa bile korur. Kendi kendini sınırlar. Demokrasiyle yönetilmeyen ülkelerde ise ifade özgürlüğü yasaklanır, baskılanır. Bu ülkelerde iktidarı asıl korkutan gerçeğin ortaya çıkmasıdır. İfade üzerindeki baskıların nedeni bunu önlemektir.

O nedenle otoriter bir yönetime karşı yürütülen bir demokrasi mücadelesinin en önemli unsuru, gerçeği söylemek cesaretine sahip olan insanların bulunması ve gerçeğin örgütlü bir biçimde yüksek sesle halka duyurulmasıdır.

                                                               /././

Ayşe Barım’ın avukatı Bektaşoğlu: Suçlamanın ismi büyük ama delil yok!-Candan Yıldız-

“Suçlamaların altı doldurulamıyor. Dosyada gizlilik olduğu için tam olarak nelerin olduğunu bilmiyoruz. Gezi dosyasında yer alan bir tapeden söz ediliyor. O tape de Ayşe Barım’ın lehine aslında…”

Ayşe Barım… Ünlüler dünyasının tam merkezinde bir isim.

Hacmi 500 milyon dolarla 1 milyar dolar arasında telaffuz edilen dizi ihracat pazarını elinde tutan yapım firmalarına oyuncu sağlayan menajerlerden biri.

Barım, ne olduysa oldu ve dizi pazarında ‘tekelleşme’ iddialarıyla gündeme geldi. 23 yıl önce kurduğu ID İletişim’in sahibi Ayşe Barım hakkında "haksız rekabet", "şantaj", "iş ve çalışma hürriyetinin ihlali" ve "Vergi Usul Kanunu’na muhalefet" iddialarıyla soruşturma açıldı. Bu soruşturma sürerken Ayşe Barım, 12 yıl önceki Gezi eylemleri gerekçesiyle gözaltına alındı. Barım, dört gün süren gözaltının sonunda "Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasına engellemeye teşebbüse yardım etme" iddiasıyla pazartesi akşamı tutuklandı.

Süreci hatırlayalım… İktidara yakın gazetecilerden Fuat Uğur, Eylül 2024’te şöyle bir yazı yazdı:

"Özellikle bu sektörü elinde tutan ve öne çıkan birkaç isim var. Aralarındaki en güçlüsü ise oyuncu kılığındaki yeteneksiz ve çapsız kızları adeta MAMA gibi pazarlayan o iş kadını. Misal bu kızlardan birinin neredeyse sıfır izlenen bir dizisinin üçüncü sezonunu dijital platformlara yaptırtacak denli güçlü. Kızlardan birini bir eşcinsel şarkıcıyla sevgili gibi lanse edip şarkıcının iş adamı sevgilisinden (Görüntüyü kurtarmak için) 5 milyon dolar tırtıklayan da o."

Bu tuhaf iddialar eşliğinde sözü edilen iş kadını Ayşe Barım’dı…

Sözü edilen oyuncu Serenay Sarıkaya’ydı. Bir kadın oyuncu hedefe konmuş, Ayşe Barım da, diğer iddiaların yanı sıra ‘Mama’ nitelemesiyle ağır hakarete uğramıştı.

Barım bu süreçle ilgili hâkimlik ifadesinde şöyle dedi:

“Benim ismim geçmediği için ben de bir suç duyurusunda bulunamadım. 7 Ocak tarihinde bir anda yazıların sadece o paragrafı alınarak çeşitli Twitter hesaplarından sadece orası paylaşıldı. Bu Ayşe Barım’dır denilerek beni ‘mama’ ilan ettiler. Çok yoğun bir karalama ve iftira kampanyası ile karşı karşıyayım… Bunları asla kabul etmiyorum. Bu kadar emeğin sonunda başarı hikâyesi olan hikâyemin bu şekilde bir utanç hikâyesine döndürülmesinden dolayı mağdur durumdayım. Bu süre boyunca çalışamadım. Zaten kalp sorunum var. Ameliyat olmuştum. Çok ciddi psikolojik şiddet içerisindeyim. Hayatımda nereye gittiğimi bile anlayamıyorum. Atılı suçlamaları kabul etmiyorum, suçsuzum.”

Oyuncu Serenay Sarıkaya da iki hafta önce tanık sıfatıyla verdiği ifadesinde “Dişimle tırnağımla bugünlere gelmişim, bir itibarsızlaştırma çabası var. Çok açık ve net bir şekilde gerçek ortada” demişti.

Bir kadın oyuncunun ilişkileri doğru/yanlış söz konusu edilerek suç gibi yansıtılması, açıklama yapmak zorunda bırakılması hiç kimsenin özel hayatının güvencede olmadığının bir kanıtı ve bu da yeni bir aşama…

Ünlülerin hayatlarının ‘magazin’ bağlamından çıkarılarak ‘ahlak’ yargılamasının konusu yapılması ‘big brother watching’den farklı değil.

Ayşe Barım’ın neden hedef alındığıyla ilgili farklı iddialar da gündeme geldi. TRT’nin dijital platformu Tabii’nin bir projesine oyuncu vermediği / vermek istemediği öne sürüldü. Neden ne olursa olsun, sektöre ilişkin ‘etik-denetleme’ konularının ceza hukukunun konusu yapılması güvenlikçi siyasetin kültürel alana müdahalesinin yeni bir biçimi…

Ayşe Barım’ın avukatı Okan Kadir Bektaşoğlu ile konuştum.

Bektaşoğlu, müvekkili Barım’ın önce Bakırköy Kadın Cezaevi’ne götürüleceğini söylediklerini, ancak orada olmadığını öğrendiğini ifade etti. “Silivri Kapalı Kadın Cezaevi’ne götürülmüş olabilir. Netleştiremedik henüz” dedi.

Bektaşoğlu şu bilgileri verdi:

Suçlamanın ismi büyük ama delil yok. Altı doldurulamıyor. Dosyada gizlilik olduğu için tam olarak nelerin olduğunu bilmiyoruz. Gezi dosyasında yer alan bir tapeden söz ediliyor. O tape de Ayşe Barım’ın lehine aslında. Biriyle konuşuyor. Orada ‘Gelin buraya, kariyerinize zarar verecek. Yapmayın’ diyor. Kaldı ki sözü edilen sanatçıların Gezi döneminde menajeri değil Ayşe Barım.

Barım ifadesinde menajerliğini yaptığı sanatçıların 15 Temmuz darbe girişimi sonrası Demokrasi Mitingleri’ne katılımını sağladığını da söylemiş.

Kenan İmirzalıoğluKıvanç TatlıtuğZafer AlgözYılmaz ErdoğanKenan DoğuluYavuz BingölÖzcan DenizDemet AkbağHalit ErgençBergüzar Korel o dönemde Demokrasi Mitingleri’ne katılan isimlerden…

Hiç kimsenin dokunulmazlığı yok, herkes tutuklanabilir” mesajının verildiği açık. Ama neden 12 yıl sonra…

Bunlarla eş zamanlı olarak muhalefetin basın toplantıları soruşturma konusu oluyor, muhalefetin iddialarını araştıran gazetecilere soruşturmalar açılıyor. İfade özgürlüğü zapturapt altına alınıyor. Nefes almak daha da zorlaşıyor.

Bu gidişle Adalet Bakanlığı’nın yapımı süren cezaevlerini hızla bitirmesi gerekecek!

                                                           /././

7 soruda Nvidia hisselerini çökerten DeepSeek hakkında her şey -Eray Özer-

Teknoloji dünyasında bomba etkisi yaratan ve kimilerine Çin’in Amerikan teknoloji endüstrisini çökertme girişimi olduğunu düşündürten yapay zekâ modeli DeepSeek'in ne olduğunu birlikte inceleyelim.

Çin’in yeni yapay zekâ modeli DeepSeek R1 teknoloji dünyasına bomba gibi düştü. Çip üreticisi Nvidia’nın hisseleri 600 milyar dolar değer kaybetti. Silikon Vadisi’nde DeepSeek’i “Yapay Zekânın Sputnik Anı” veya “Çin’in Amerikan teknoloji endüstrisini çökertme girişimi” olarak tanımlayanlar oldu. DeepSeek’in sansürcülüğü konuşulmaya başlandı. Peki, nedir bu DeepSeek?

1. DeepSeek nedir?

DeepSeek, elde ettiği başarıyla dünyanın en büyük çip üreticisi Nvidia’nın hisselerini çökerten Çinli yapay zekâ şirketinin ismi. Bir nevi Çin’in OpenAI’ı diyebiliriz. Şirketin başkanı Liang Wenfeng’e de “Çin’in Sam Altman’ı” diyorlar. DeepSeek henüz 1,5 yıllık bir şirket. 2023’ün mayıs ayında kuruldu ve geçen hafta yayınladıkları son büyük dil modeli (LLM) R1’e gelene kadar birkaç model yayınladılar fakat hiçbiri bu denli dikkati çekmedi. R1 modeli ise bütün teknoloji dünyasını elde ettiği başarıyla şoke etti. Zira hem çok ama çok daha ucuza mâl olmuştu hem de OpenAI kadar zekiydi.

2. Nvidia hisseleri neden çöktü?

DeepSeek’in yayınladığı son model, R1, yapay zekâ dünyasına tabiri caizse “bomba gibi” düştü. Zira ABD’nin Çin’e uyguladığı ambargo nedeniyle DeepSeek şirketinin son model Nvidia ve AMD çiplerine erişimi yoktu. Buna rağmen geliştirdikleri model tüm performans testlerinde ChatGPT’ye (modelin adı OpenAI o1) rakip olacak sonuçlar elde etti. Silikon Vadisi’nin önemli yatırımcılarından Marc Andreessen durumu “Yapay Zekânın Sputnik anı” olarak tarif etti. Yani Amerikalılar, bu kadar düşük bir teknolojiyle bu kadar başarılı bir uygulamayı en son Ruslar onlardan önce Sputnik’i uzaya fırlatmayı başardıklarında görmüşlerdi. Aşağıda DeepSeek-OpenAI karşılaştırma sonuçlarını görebilirsiniz.

Foto: DeepSeek1

3. Nvidia’nın zararı ne kadar?

Yaklaşık 600 milyar dolar! “Bu işler 30-40 bin dolarlık çipler olmadan da oluyormuş” algısı nedeniyle şirketin hisseleri yüzde 17 değer kaybetti. Bir diğer çip üreticisi AMD de yüzde 6 değer kaybetti. Düşüş sürecek mi, göreceğiz. Şöyle düşünün: Elon Musk en son bu çok pahalı çiplerden 100 bin tanesini birbirine bağlamıştı. Yeni açıklanan Stargate Projesi’nde 600 milyar doların büyük bir kısmı yine bu çiplere harcanacaktı. Şimdi tüm hesaplar değişti.

4. DeepSeek bunu nasıl başardı?

Şimdi önce başarıyı tam olarak tarif etmekte fayda var: Elimizde R1 isminde bir YZ modeli var ve Çinliler bunun sadece 5,6 milyon dolara mâl olduğunu söylüyor. Şu anda kadar YZ hakkında bildiklerimizle böyle bir bütçeyle bu başarıya ulaşmak imkansızdı! ABD’de bu rakamın bilerek “abartılı” derecede düşük gösterildiğini ileri sürenler var ve bu iddialarında haklı olmaları ihtimal dahilinde. Lakin uzmanlar bunun 10 katı daha maliyetli olması durumunda bile R1’in adeta “bedavaya” mâl edilmiş bir YZ modeli olarak görülebileceğini söylüyor. Çünkü ortada milyar dolarları bol keseden saçan üç oyuncu var: OpenAI, Google ve Meta. Sadece Meta bu yıl yapay zekâya 60 milyar dolar kaynak ayırdı. Düşünün!

5. DeepSeek sansürcü mü?

Tabii ki öyle. Öyledir yani. Çin’den çıkan hemen hemen her ürün gibi. Çin menşeli herhangi bir ürünün Tiananmen Meydanı katliamını size açık açık anlatmasını bekliyorsanız biraz naif olduğunuzu kabul etmelisiniz. Lakin şu aşamada DeepSeek’in sansürüne takılmak işin biraz popülist kısmı. Zira biz yine işimizi ChatGPT’yle sürdürürüz sürdürmesine ama çarpıcı olan şey Çin’in OpenAI kadar başarılı bir YZ modelini açık kaynak olarak piyasaya sürmüş olması. Yani herkes R1 modelini alıp geliştirebilecek. ABD’de Silikon Vadisi’nin dahi çocuklarının bu yüzden paçaları tutuşmuş durumda, hatta bunlardan biri DeepSeek’in “Çin hükümetinin Amerikan teknoloji endüstrisini yok etmek için hazırladığı detaylı bir komplo” olduğunu öne sürecek kadar ileri götürdü işi.

6. DeepSeek’i farklı kılan ne?

Bu aslında çok teknik bir soru ve yer yer benim boyumu da aşıyor ama en basit haliyle söylersek DeepSeek R1 modeli, “pekiştirmeli öğrenme / reinforcement learning” konusunda rakiplerinden daha başarılı. YZ modellerinin bu öğrenme biçimini daha önce AlphaGO gibi satranç ve go oyunlarında çok başarı sağlayan uygulamalarda görmüştük. Burada da bunun daha iyi bir versiyonuna ulaşıldığını söylüyor uzmanlar. DeepSeek mühendisleri işlemci gücüne yüklenmek yerine “daha ince bir mühendislikle” bu başarının sağlandığını söylüyor. Bu açıdan “oyunu değiştiren” bir başarıyla karşı karşıyayız: Zira şimdiye kadar “ne kadar işlemci o kadar zekâ” diyorduk. Şimdi artık milyar dolarlar olmadan da zekânın artabileceğini görmüş olduk.

7. ABD-Çin yarışı nelere mâl olabilir?

Yapay zekâ tehlikeli ellerde bir silaha dönüşebilir. Bunu hep söylüyoruz. Daha geçen hafta Davos Zirvesi’nde güvenlik konusu bir kez daha gündeme geldi. Burada iki tavır var: Bir grup bu teknolojilerin açık kaynak olmasını tehlikeli buluyor. Yani kötü insanların elinde bu teknolojinin çok büyük bir silah olabileceğini düşünüyor. Diğer grup ise açık kaynağa karşı çıkanları bu alanda tekelleşme istemekle suçluyor. Yani diyorlar ki, “siz bu işten milyar dolarlar kazanabilmek için açık kaynağa karşı çıkıyorsunuz.” İki tarafın da haklı ve haksız olduğu yanlar var. Lakin R1 gibi bir modelin açık kaynak olarak sunulması gösteriyor ki, ABD-Çin rekabeti kızıştıkça belki de gerçekten tehlikeli olabilecek teknolojiler ortalığa saçılmaya devam edecek. Göreceğiz.

                                                                /././

Şap hastalığı nedeniyle Çorum'dan sonra Yozgat'ta da canlı hayvan pazarları kapatıldı

"Tarımda ithal getirdiler, getirdiler şu an 8 bin liraya sattığımız buğday 11 bin lira oldu, yarın hayvancılıkta da bu olacak"

Çorum Tarım ve Orman İl Müdürlüğü tarafından yapılan açıklamada, son dönemde Çorum ve çevre illerinde şap hastalığının görülmesi nedeniyle çeşitli tedbirlerin alındığı duyuruldu. Açıklamada, şöyle denildi: “Şap hastalığının yayılmasını önlemek ve mihrakların kısa sürede kontrol altına alınmasını sağlamak amacıyla, gerekli kararlar alınmıştır. Bu çerçevede, Çorum il merkezi ve tüm ilçelerde bulunan hayvan pazarlarının ikinci bir emre kadar tedbiren kapatılmasına karar verilmiştir. Şap hastalığı; özellikle çift tırnaklı hayvanlar arasında hızla yayılan ve hayvancılık sektörü üzerinde ciddi ekonomik kayıplara yol açabilen bir hastalık olup, alınan bu tedbirler, hem hayvan sağlığının korunması hem de ekonomik zararların önlenmesi açısından büyük önem taşımaktadır. Vatandaşların şap hastalığı ile ilgili mücadelede alınan kararlara hassasiyetle uymaları, hayvan hareketlerinde dikkatli olmaları ve olası şüpheli durumları en kısa sürede il müdürlüğümüze veya ilçe müdürlüklerimize bildirmeleri gerekmektedir. Çorum İl Tarım ve Orman Müdürlüğü olarak; üreticilere ve hayvan yetiştiricilerine duyarlılıkları için teşekkür ediyoruz.  Alınan tedbirler geçici olup, hastalığın yayılımının önlenmesiyle birlikte hayvan pazarları yeniden hizmete açılacaktır.”(https://t24.com.tr/haber/sap-hastaligi-nedeniyle-corum-dan-sonra-yozgat-ta-da-canli-hayvan-pazarlari-kapatildi,1214108)

                                                        ***

Yaşama Tutunan Patiler Derneği soruşturması: "Hayvanseverlerden toplanan 18 milyon lirayı sahte faturayla şahsi hesaplarına aktardılar" iddiası

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nca "Yaşama Tutunan Patiler Derneği" hakkında "hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma" suçundan başlatılan soruşturmada, dernek yöneticilerinin usulsüz işlemlerle kamuyu 18 milyon 627 bin 848 lira zarara uğrattığı, sahte faturalar ve hukuka aykırı huzur hakkı ödemeleri aldıkları iddia edildi. Dernek Başkanı Buket Özgünlü'nün de aralarında olduğu 14 şüpheli hakkında "suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama" ve "hizmet nedeniyle görevini kötüye kullanma" suçlamalarıyla başlatılan soruşturma sürüyor. "Suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama" suçunun uzlaşmaya tabi olması nedeniyle savcılık dosyayı ayırdı.(https://t24.com.tr/haber/yasama-tutunan-patiler-dernegi-sorusturmasi-hayvanseverlerden-toplanan-18-milyon-lirayi-sahte-faturayla-sahsi-hesaplarina-aktardilar-iddiasi,1214111)

                                                              ***

(T-24)

Öne Çıkan Yayın

TKP Genel Sekreteri Okuyan: Halk sahnede yoksa savaş kararları kolay alınıyor + Okuyan: AKP'nin Ortadoğu politikası bir avuç zenginin çıkarlarına hizmet ediyor -soL-

TKP Genel Sekreteri Okuyan: Halk sahnede yoksa savaş kararları kolay alınıyor Ankara'da düzenlenen etkinlikte konuşan TKP Genel Sekreter...