EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" - 7 Şubat 2025 -

Depremlerdeki ‘Devlet nerede?’ çığlığının yanıtı: Ulus devlet veya sosyal devlet öldü, yükselen MÜTAŞERİK rejim -Adnan Gümüş-

Kahramanmaraş-Hatay depremlerinin sesi nedir diye sorulsa, ilk akla gelen yüz binlerce yıkıntının her birinin başında bekleyenlerin ortak ve spontane çığlığı “Devlet nerede!” olur.

Bu bir soru değil, çaresizce spontane halde devlet kurumunun ve toplumun geldiği hali, can mal güvenliğini sağlayan devlet nerede idi, daha doğrusu artık böyle bir devlet yoktu.

Fay hatlarının açığa çıkardığı enerjinin yarattığı yıkımlardan daha çok sosyal yıkımlarla tarihe kazınmış büyük depremler olarak anılacak 6 Şubat ve devamındaki fiziki ve sosyal depremler. Pandemi süreci de dahil insanı kendi kaderine terk eden bir toplumsal formasyonun ve onun idare teşkilatı devletin başka bir forma geçişini, böyle bir kırılmayı temsil ediyor maalesef yaşardığımız son büyük depremler ve afetler. Bu afetlere asgari ücreti, emekli aylıklarını da ekleyebilirsiniz.

Önce depremin demografik sonuçlarına ilişkin bir bilgi verelim, sonra sosyal siyasal bazı sonuçlarını değerlendirmeye çalışalım.

NÜFUS ARTIŞ EĞİLİMİ DÜŞÜYOR, DEPREM BÖLGESİNDE GİDEN NÜFUS DÖNMEDİ

Deprem bölgesindeki il nüfusuna kayıtlı nüfus, deprem yılı 2023 yılında da bir önceki yıl kadar artmış olsaydı, dört il kapsamında 66 bin 330 artacaktı ancak 2023 yılında dört ildeki toplam artış sadece 368 olup bu aradaki fark deprem kayıplarına yorumlanabilir: Dört il nüfusuna kayıt 65 bin 962 azalmış bulunuyor.

Deprem Bölgesi İl Nüfus Kütüğüne Kayıtlı Nüfus 2023 Değişimi

 2021 Nüfusa Kayıtlı2022 Nüfusa KayıtlıYıllık Artış2023 Nüfusa KayıtlıYıllık ArtışKayıtlı Nüfus Farkı
Hatay18446591872664280051867462-5202-33207
K. Maraş16378221653127153051652531-596-15901
Adıyaman117989311947601486711978143054-11813
Malatya14026231410776815314138883112-5041
Toplam60649976131327663306131695368-65962
Gaziantep1764544178589421350179918513291-8059
Osmaniye69290570213492297061644030-5199
Adana18058601815106924618201585052-4194
Toplam4263309430313439825432550722373-17452

Ölümlerin yanı sıra bu dört il 2023’te ciddi bir nüfus kaybı da yaşamış bulunuyordu (Dört ilin nüfus kaybı 302 bin, önceki yılın artış miktarı da eklenirse 330 bin civarındaydı). 2024 için durum durağanlaşmış bulunuyor ama bu giden nüfusun da henüz geri dönmediği anlaşılıyor.

Deprem Bölgesi İl Nüfusları 2021-2024 Değişimi

 2021 İl Nüfusu2022 İl NüfusuYıllık artış2023 İl NüfusuYıllık ArtışÖnceki Yılki Artışa Göre İl Nüfusu Farkı2024 İl NüfusuYıllık Artış
Türkiye84680273852795535992808537237792824-50645685664944292567
Hatay16707121686043153311544640-141403-1567341 562 18517545
K. Maraş1171298117743661381116618-60818-669561 134 10517487
Adıyaman6321486351693021604978-30191-33212611 0376 059
Malatya8086928125803888742725-69855-73743 750 4917 766
Toplam42828504311228283784008961-302267-330645405781848 857
Gaziantep213043221540512361921641342164134-135362 193 36329 229
Osmaniye5530125594056393557666-1739-8132561 0613 395
Adana22633732274106107332270298-3808-145412 280 48410 186
Toplam494681749875624074549920984536-36209503490842 810

Daha dikkat çekici bir etki Türkiye toplam nüfusuna dair sayılabilir.

Depremin etkisi ile 2024’te toplam doğurganlık oranı düşmüşe (Aynı zamanda ölüm de artmış olabilir) benziyor (Yabancı nüfus azalışı bir önceki yıla göre sadece 89 bin 996 kişi azaldığına göre doğurganlık oranında ciddi bir azalma olduğu anlamına gelir).

Türkiye nüfusu 2020’lere kadar her yıl 1 milyon 200 bin civarında artıyordu. 2022’de pandemiye rağmen 599 bin artmıştı.

DEPREMİN GÖR DEDİĞİ ‘MÜTAŞERİK REJİM’: YALNIZCA ULUS DEVLETİN DEĞİL, SOSYAL DEVLETLERİN ÇÖKÜŞÜ

Afetlerin öne çıkanları sayılırsa kuraklık-iklim değişiklikleri, buzul devirleri, salgınlar, depremler, yangınlar diye sayılabilir. Savaş ve yoksulluk tüm sebep sonuçlarının insan odaklı olduğu yaygın afetlerden. Yakın bölgemizde en yakın savaşlar Suriye, Lübnan, Filistin’de yaşananlar sayılır. İsrail ve Batı yakası şimdilik kazançlı gözüküyor. Daha iki gün önce D. Trump, Gazze’yi silahsızlandıracağız. Gazze’yi biz yöneteceğiz. İsrailliler kazandı, biz kazandık. Gazzeliler başka yerlere gitsin” diyor.

Peki, depremde Kahramanmaraş’ta, Hatay’da, Adıyaman’da, Malatya’da, tüm bölgede kim kaybetti, kim kazandı diye sorulursa; toplumun kaybettiği, halkın kaybettiği, ulus devletin, sosyal devletin kaybettiği, kapitalizmin, bizdeki formuyla MÜTAŞERİK rejimin kazançlı çıktığı söylenebilir.

PARADOKS; AFETTE İŞE YARAMAYAN, ÖNCESİNDE VE SONRASINDA ANA GÜDÜ OLAN PARA VE İKTİDAR

2023 depreminin ortaya çıkardığı çıplak realite paradan başka değerin kalmadığı ve paranın da afet anında işe yaramadığıdır. Kapitalin/para pulun ve iktidarın esas olduğu MÜTAŞERİK (müteahhit, taşeron, tarikat, şeriat şerikliği) rejim kendini açıkça deklere etmektedir.

Afette bir işe yaramıyor ama sonuçta artık “Devlet nerede” sorusunu hangi devlet, öyle bir devlet kaldı mı sorusu oluşturuyor, ortada müteahhitler dolaşıyor, taşeronlar tarikatlar dolaşıyor.

DERS ÇIKARILABİLDİ Mİ? ELEŞTİRİ METODU, BİLİNCİN İÇERİĞİ, DAYANIŞMA DURUMU

E. Delice, depremde yaşananların da tavır alışların da bilinç ile, bilinç içerikleriyle ilgili olduğunu belirtiyordu. “Deprem gündelik dünyamızı elimizden aldığında, bildiğimiz dil nesnesiz kalmıştır. (…) Felaket sadece sözcükleri değil, onun kavranışı olan bilinci de karşılıksız bırakmaktadır. Yıkımların‚ yeni bir bilinç̧ ile tamamlanması zorunlu olsa da bu bilincin içeriğinin devrimci bir sıçramanın ürünü olup olmaması, o gün gerçekleşen eleştiri metoduna bağlıdır. (…) XIV. Louis’in ‘Devlet benim (L’État, c’est moi)’ mottosu, mutlakiyetçiliğin -ardından bütün totaliter rejimlerin- simgesine dönüşmüştür. (…) ‘eleştiri’, hukukun işleyişine olan güvensizliği doğrularken; ‘dayanışma’, insanın insandan güç almasıyla ‘itaat’ ve ‘muhtaçlık’ duygusunu ortadan kaldırmaktadır.” (Engin Delice, “Depremı̇n Polı̇tik Bilinçteki Etkisi” İç. Aytül Kasapoğlu, Deprem Doğa İnsan, 2023, s.145-150).

Eleştirinin öne çıkan anlamlarından biri ayıklamadır, güvenilir geçer iyi güzel olanla güvensiz geçersiz kötü ve çirkin olanın ayıklanabilmesidir, bunlara götürecek ve götürmeyecek bakışın yol yöntemin ayıklanmasıdır.

Tartışma bulanıklaştırılırsa buradan bir eleştiri çıkmıyor. Olayın mağdurları açısından güvensizlik ile karışık mevcuda teslimiyet kalıyor. Bağlı bir oluşum için billurlaşma gerekiyor, eleştiri, bilinç içeriği, dayanışma önemli bulunuyor.

DAYANIŞMA AĞLARI ENGELLENDİ, HALK İKTİDARA MUHTAÇ BIRAKILDI

Depremde iktidar ölüm çığlıklarına rağmen her tür toplumsal dayanışmayı engellemeye çalıştı, arama yardım çalışmalarını bile engelledi. Hatta öyle bir şey yaptı ki bu konularda, sivil savunmanın da en temel unsurundan biri olması gereken resmi orduyu bile dışarıda tuttu.

P. Blau’dan kısaca özetlersek AKP depremde de bilindik “iktidar” oyununu oynadı. “1-Her tür işi/kaynağı, hatta kişisel yardımları bile kendi tekeline aldı. 2-AKP çevresi dışındaki diğer belediye, sivil toplum örgütleri ve kişilerin alana girmesini, süreci ikame etmesini, görünmesini, halkla dayanışmaya girmesini büyük oranda engelledi.  3-Buna rağmen varlık göstermek isteyen olursa baskı, şiddet uyguladı.

SOSYAL DEVLET ROLÜ YERİNE GETİRİLMEZKEN PARAYA, RANTA, İKTİDARA DAYALI MÜTAŞERİK REJİM PERÇİNLENDİ

Afetler, krizler, beraberinde nasıl bir insani toplumsal süreç yaşandığına, ne tür iş birlikleri veya dayanışma ağları oluştuğuna bağlı olarak farklı sonuçlara yol açmaktadır.

Kahramanmaraş-Hatay depremleri AKP fırkası etrafında MÜTAŞERİK (müteahhit, taşeron, tarikat, şeriatçı şerikliği) otoriterlik için bir fırsata dönüşmüştür. Erdoğan ve AKP için devasa bir iktidarcılık oyun alanı yaratmıştır. Bu oyun alanı müteahhitler, taşeronlar, tarikatlar, şeriatçılar için kendini yeniden üretme alanı haline gelmiş bulunmaktadır.

Pandemide olduğu gibi deprem ile birlikte yaşanan felaketler sonrası da eğer aciz kalanlarla farklı bir dayanışma örülemezse, dayanışma ve eleştiri olanağı oluşturulamazsa, geniş halk kesimleri için geriye iktidarla, aşiretle, dini cemaatlerle, mevcut güç odaklarıyla hareket etmekten başka çare kalmıyor.

Kovid-19 süreci de 2023 depremleri de devletin hukuk ve sosyal devlet olmasını zayıflatmış, yerine rant ve paranın oyun alanını, MÜTAŞERİK rejimin oyun ve iktidar alanını genişletmiştir.

GEZİ’DE, DEPREMDE YARIM KALANLAR, İKTİDARIN PARADOKSU

İktidar açısından da halk açısından da Gezi ve deprem süreci pek çok benzerlik taşımaktadır.

Halk tarafı mevcut iktidar dışında dayanışma ağları ve seçenekler oluşturamamıştır.

Diğer yandan AKP için Gezi ve depremler stratejik bir karşı saldırı alanına, tüm muhalif güçleri baskılama ve onlar üzerinden halka korku salma fırsatına dönüştürülmüştür.

İktidar benim ve benim çizdiğim sınırların dışına çıkan herkese bedel ödetirim, benim/iktidarın yanında duran ise en azından tehdit edilmekten kurtulmuş olur demektedir. Gezi’de de depremlerde de gelin AKP şemsiyesi altında kalın, bu çadırın dışına çıkmayın demektedir.

Gezi’nin eksiği en başından itibaren dayanışmanın dağınık halde kalmasıydı, sonrasında da bu dayanışmanın sürdürülememesiydi. Belli bir taşıyıcısı zaten olmadı, süreç içinde de bir taşıyıcı çatı oluşturamadı, kalıcı dayanışma ağları oluşturamadı, kendi kendine de sönümlendi. Pandemi ve deprem süreci de öyle.

Ancak böyle bir spontane sönümlemeye bile iktidar izin vermemektedir, AKP bloku tüm bu yaşananları iktidarı için bir oyun alanına dönüştürmektedir.

Bununla birlikte iktidar için de daha alttan ve derinden paradoks işlemektedir. Kendine bağladığı halkı nasıl mutlu edecek, nasıl tutacak, nasıl baskılayacak?

Bu paradoksun korkusu ve aczi altında AKP sürekli bir öcü yaratmak ve sorumluluğu kendi karşıtı gibi kamplaştırdığı öcüye atfetmek zorundadır. Bunun da bir sınırı bulunmaktadır ancak bu sınıra dayanıp dayanmaması, bunun pratik bir karşılığının olup olmaması salt bilinçle ilgili değildir, aynı zamanda başka seçeneklerin de oluşup oluşmamasına bağlı bulunmaktadır.  

Bu yüzdendir ki hak temelli sendikal örgütlenmelerin baskılanması, üniversite, yargı ve medyanın baskılanması, “nitelikli” okulların bozulması, kayyım atamaları, rektör atamaları, Boğaziçi meselesi, Gezi meselesi… Bunların her biri farklı seçeneklerin oluşturulmaması ve oluşabilenlerin yaşatılmaması ile ilgilidir.

Özetle, iktidara gerçek seçenek halkın dayanışmasıdır, halkın kendi kendini yönetimidir.

Kapitalizm, nemacılık, rantçılık, çetecilik, MÜTAŞERİK rejim, çok genel olarak metafetişizm ise sonuçta halk dayanışmalarının karşıtı durumundadır, toplum olabilmenin, insan olabilmenin karşıtı durumundadır.

Paradan daha mühim ölçü olmazsa insani toplumsal dayanışmanın yükselmesi zor gözükmektedir. Güncel durum çok parlak değildir. Paradan daha mühim şeylerin olduğuna dair gerçeklik bilincinin ömrü (yarılanma ömrü), şimdilik deprem anı kadar bir süreyle sınırlı gözükmektedir.

Yarılanma ömrü uzun gerçeklik bilincinin ve pratiğine dair dayanışma ağlarının örülebilmesi dileğiyle.

Not: Tablolar TÜİK verilerinden hesaplanmıştır.

                                                              /././

Trump’ın Filistin’i tarihe gömme planı -Yusuf Karadaş

Başkanlığının ilk dönemindeki aldığı kararlar Trump’ı Filistin’e karşı tarihin en saldırgan liderlerinden biri yapmıştı. Şimdi ikinci başkanlık döneminin ilk günlerinde İsrail Başbakanı Netanyahu ile yaptığı görüşmede iki milyona yakın Gazzeliyi topraklarından sürme planını açıklayan Trump, tarihe adını Filistin’i tarihe gömen lider olarak yazdırmak istiyor.

2017’de Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyan Trump, 2020’de ‘yüzyılın anlaşması’ adı altında Filistin’i “Yeni Filistin” adı altında kağıt üzerinde sembolik bir devletçik haline getiren ve bu temelde Filistin sorununu bölgedeki Arap rejimleri ile İsrail arasında ABD ekseninde iş birliği kurulmasının önünde bir engel olmaktan çıkarmayı amaçlayan bir plan açıklamıştı. Trump, Filistinlileri bu plana ‘razı’ etmek için Mısır, Ürdün ve Lübnan’ı kapsayacak 50 milyar dolarlık yatırımla onları refaha kavuşturma vaadinde bulunmaktan da geri durmuyordu.

ABD emperyalizmi, ‘yüzyılın anlaşması’ planını açıklanmadan önce ocak 2020’de İran’ın bölgedeki en etkili ismi olan Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’ye Bağdat’ta bir suikast düzenlemişti. Bu suikast, İsrail ile İran’ı tehdit olarak gören Körfez’deki Arap rejimleri arasında ABD ekseninde ilişki ve iş birliğini geliştirmek için bir ‘yol temizliği’ olarak tasarlanmıştı.

Trump’ın ‘yüzyılın anlaşması’ planını açıklamasından sonra önce BAE ve Bahreyn, ardından da Fas ve Sudan İsrail ile İbrahim/Abraham Anlaşmalarını imzalayıp ilişkilerini “normalleştirme” yönünde adım attılar. Bu anlaşmalarla tam da Trump’ın istediği gibi İsrail’in Filistin’deki işgalini meşrulaştıran bir tutum ortaya koydular.

Bugün Trump’ın yeni Gazze planını, 2020’deki yüzyılın anlaşması planının bölgedeki yeni koşullara göre uyarlanması biçiminde değerlendirmek yanlış olmaz. Çünkü yüzyılın anlaşması, İran’ın liderliğini yaptığı ve ‘direniş ekseni’ olarak tanımlanan ABD-İsrail karşıtı eksene bağlı güçlerin bölgede etkinliğinin arttığı ve bu eksenin önemli halklarından biri olan Suriye’deki Esad/Baas rejiminin ayakta olduğu koşullarda açıklanmıştı. Oysa ekim 2023’te İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırı ve işgaliyle başlayan süreç, Hamas ve Hizbullah başta direniş ekseni içindeki güçlere ciddi darbeler vurmakla kalmadı, Suriye’deki Esad rejimi de düştü. Dolayısıyla dün kağıt üzerinde bir Filistin devletini tanıyan Trump yönetimi, bugünkü Gazze’yi işgal planıyla Filistin devletini tamamen tarihe gömmek istiyor.

Yeni dönemde Beyaz Saray’a ilk davetini Netanyahu’ya yapan Trump, Gazze’deki Filistinlileri Mısır ve Ürdün’e sürme planını açıklarken aynı zamanda buraya yerleştirilecek Filistinlilere iş imkanı ve refah vaadinde bulunmaktan da geri durmuyor. Öte yandan Trump’ın Gazze’yi ‘Ortadoğu’nun Rivierası’ (deniz kıyısında bir turistik cazibe merkezi) yapma açıklaması, Erdoğan’ın ‘çözüm süreci’nde masayı devirmesinin ardından başlayan ‘şehir savaşları’nda yerle bir edilen Diyarbakır’ın tarihi ilçesi Sur için dönemin Başbakanı Davutoğlu’nun “Sur’u Toledo yapma” açıklamasını hatırlatıyor. İşgalciler yarattıkları yıkımı, şehirlere yapılacak makyajla kapatmak istiyor.

Trump gazetecilerle yaptığı görüşmede İsrail için “İsrail toprak açısından küçük bir ülke” açıklamasını yaparak Gazze’deki Filistinlilerin sürülmesi planının arkasında hedefi görünür kılmakla kalmıyor, yanı zamanda ABD emperyalizminin İsrail’in Suriye’deki yeni işgallerini de destekleyeceğinin mesajını veriyor.

Trump’ın bu politikası, ABD emperyalizminin Filistinliler gibi Ortadoğu’da yüzyıldır ulusal varlıkları baskı altında olan ve kaderlerini tayin hakkı yok sayılan Kürtlerle sürdürdüğü iş birliğinin sınırlarını da ortaya koyuyor.

‘Yüzyılın anlaşması’ planı için “1948’i (İsrail devletinin kuruluşu) hatırlatıyor” diyerek heyecanını gizlemeyen Netanyahu’nun Trump’ın bu yeni planından da fazlasıyla heyecan duyduğuna şüphe yok.

Açıklamalara bakılırsa Türkiye’deki Erdoğan iktidarı, S. Arabistan, Mısır gibi ABD emperyalizminin bölgesel müttefikleri bu plana tepki duyuyor. Ancak tıpkı zamanında kendini “Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanı” ilan eden Erdoğan gibi, bölgede ABD emperyalizminin ekseni içinde pozisyon almaya çalışırken bu plana karşı “tepki” açıklamaları yapmanın halkları aldatmaya yönelik iki yüzlü bir politika olmanın ötesinde bir anlam taşımadığı da açıktır.

Trump’ın yeni Gazze planı, ABD emperyalizminin Ortadoğu’da “barış” derken halklara ya koşulsuz itaat ya da savaş, sürgün ve ölüm dayattığını bir kez daha gözler önüne seriyor. Bugünkü güç ilişkileri içinde en zoru bu görünse de bölge halklarının gerçekten barış içinde yaşayabileceği demokratik bir Ortadoğu için emperyalizme ve bölgedeki iş birlikçilerine karşı ortak mücadele dışında bir çıkar yol görünmüyor.

                                                               /././

Tekellerin avukatı: Friedrich Merz -Yücel Özdemir-

23 Şubat’ta yapılacak erken genel seçimlerde, Avrupa’nın en büyük ekonomisine sahip Almanya’da başbakanlık koltuğuna oturmaya en yakın isim olan Friedrich Merz’in ilginç bir siyasi kariyeri var.

Helmut Kohl’ün başbakanlık yaptığı yıllarında genç bir avukat olarak siyasete atılan Merz, kısa sürede muhafazakar Birlik (CDU/CSU) partilerinin meclis grup başkanlığına kadar yükseldi. Aşırı Katolik ve radikal neoliberal bir dünya görüşüne sahip. Angela Merkel’in 2002’de Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) partisinin genel başkanlığını kazanmasından sonra, bunu sineye çekmeyip 13 yıl boyunca aktif siyasetten uzak durdu. Ne partide görev aldı ne de milletvekili oldu.

Doğu Almanya’dan gelen, Protestan ilk kadın parti başkanı ve başbakan olarak Merkel’in, Helmut Kohl’ün bıraktığı muhafazakar gelenekten gelen ve kendilerini Kohl’den sonra partinin yöneticileri gören erkekler tarafından kabullenmesi zaman aldı. Merkel de kısa bir süre önce yayımladığı “Özgürlük/Freiheit” kitabında buna değiniyor. Bunlardan birisi de Merz idi.

Merkel’in 2018’de parti başkanlığını, 2021’de başbakanlığı bırakmasından sonra “birileri” ısrarla Merz’i siyaset sahnesine yeniden sürdü. 2018’den itibaren aday olduğu parti başkanlığını Annegret Kramp-Karrenbauer ve Armin Laschet’e karşı, yani iki kez kaybetti. 2021’deki genel seçim yenilgisinden sonra Laschet istifa edince, ortada güçlü aday da kalmadığı için ancak üçüncü yarışta parti başkanı olabildi. Bu parti içinde sevilmediğini gösteriyor.

İki kez yarışı kaybeden bir siyasetçinin yeniden aday olması Alman siyaset teamüllerini zorlayan bir durum. Ancak Merz hiç çekinmeden bunu yaptı. Aktif siyaset yapmadığı 13 yıl boyunca ise avukatlığını, danışmanlığını, denetleme kurulu üyeliğini yaptığı pek çok şirket ve tekel var. Bunlardan en bilineni ABD menşeli yatırım tekeli Blackrock.

Lobby Control adlı sivil toplum örgütünün “Lobbypedia” sitesinde yer alan bilgilere göre Merz milletvekili olduğu ya da ondan sonraki yıllarda şu şirketlerin yönetim ya da denetleme kurullarında yer aldı: Axa, BASF Antwerpen, Commerzbank, DBV-Winterthur Holding, Interserhoh AG, IVG Immobilien AG, Stadler Rail AG Bussnang/İsviçre, WEPA Industrieholding, Council on Public Policy, Industrie-Pensionsverein IVP, Flughafen Köln/Bonn GmbH, Borussia Dortmund, HSCB Trinkhaus & Burkhardt ve tabii ki Blackrock. (https://lobbypedia.de/wiki/Friedrich_Merz)

Bunların dışında sermaye yanlısı siyasetçilerin de içinde yer aldığı lobi örgütleri “United Europa”, Alman-ABD ilişkilerini pekiştirmek için kurulan Atlantik-Brücke gibi derneklerde etkili görevlerde bulundu.

Yaptığı işler sayesinde milyonlarca avro kazanan Merz, yaşadığı lüks hayat, kullandığı özel jetler nedeniyle Alman kamuoyunun dikkatini çekmiş, eleştiriler almıştı. Geçmişte üstlendiği görevler, yaptığı işler asıl olarak sermayenin avukatlığında epey mesafe katettiğini gösteriyor. Bu nedenle hep halktan uzak, sermayeye yakın bir politikacı oldu. Görev aldığı şirketlerde sürekli daha fazla kâr ve sömürü için uğraştı.

Merz’in siyasi kariyeri ve geldiği son durum kısmen diğer Alman politikacılardan farklı. Genellikle siyaseti bırakan siyasetçiler bir kez daha geri dönmemek üzere şirketlere danışmanlık yapmaya başlarlar. Eski Başbakan Gerhard Schröder (Gazprom), Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel (Deutsche Bank, ThyssenKrup), Kalkınma Bakanı Dirk Niebel (Rheinmetall) gibi pek çok siyasetçi bu grupta. Merz ise tekellerde görev yaptıktan sonra, öncekinden daha güçlü ve ısrarlı şekilde siyasete döndü ve 23 Şubat’tan sonra başbakanlık koltuğuna oturması adeta garanti. Bu da bağlantılı olduğu tekellerin, Merz’in başbakanlığa uzanan yolculuğunda taşların döşenmesinde katkı sağladığı ya da bunu istedikleri söylenebilir. Sermayenin avukatlığını artık şansölye sıfatıyla daha çıplak şekilde yapacak. Zira, onu yeniden piyasaya süren tekellerin doğal olarak çok sayıda talebi olacak.

Seçimler öncesinde tabuları yıkacak şekilde yönünü aşırı sağa çevirmesi, göçmen ve mülteci düşmanlığı üzerinde emekçileri bölmesi de bunun parçası. Süreç, tekellerin emekçi sınıflara yönelik iç ve dış politika çıkarlarına bağlı daha pervasız dayatmalarda bulunmasını gerektiriyor. Merz, içinden geldiği sınıf, dünya görüşü ve ayrıştırıcı saldırgan üslubuyla ihtiyaç duyulan birçok özelliği kendisinde birleştiriyor. Önümüzdeki dönem siyasi kamplaşma, sınıflar arası çelişkiler, göçmenlerin günah keçisi ilan edilmesi gibi pek çok alanda sert gelişmeler yaşanacak.

                                                           /././

EVRENSEL

SÖZCÜ "Gündem" -7 Şubat 2025 -

Erdoğan, Cengiz'in yardımını beğenmedi

Adıyaman'da düzenlenen törende, 6 Şubat depreminin ardından bölgedeki çalışmalara katkı veren şirketlere plaket takdim eden Cumhurbaşkanı Erdoğan, Cengiz Holding'in yaptığı yardımı beğenmedi. Erdoğan, iki bakana seslenerek "Siz bunların yakalarına iyi yapışmıyorsunuz” ifadelerini kullandı.(https://www.sozcu.com.tr/erdogan-cengiz-in-yardimini-begenmedi-p136781)

                                                                   ***

Kazma kürek halı var dediler ama Ferrari çıktı -Saygı Öztürk-

Mersin’de gümrük ekipleri, kayıtlarda bahçe ve dokuma malzemesi olduğu söylenen konteynerleri açtı. İçinden 24 adet lüks otomobil ve cip çıktı. Araçların piyasa değeri ise yaklaşık 357 milyon lira olarak açıklandı.(https://www.sozcu.com.tr/kazma-kurek-hali-var-dediler-ama-ferrari-cikti-p136831)

                                                                ***

Merve Özbey'in eşinin de tutuklandığı olayın altından milyon dolarlık borsa vurgunu çıktı

İstanbul'da 27 kişinin tutuklandığı silahlı organize suç örgütüne yönelik operasyonda yeni bir ayrıntı ortaya çıktı. Ünlü şarkıcı Merve Özbey'in eşi Kenan Koçak'ın ve 3. Sınıf Emniyet Müdürü Mehmet Deniz Karakurt'un da tutuklu bulunduğu soruşturmanın arkasında milyonlarca dolarlık borsa vurgunu çıktı.(https://www.sozcu.com.tr/merve-ozbey-in-esinin-de-tutuklandigi-olayin-altindan-milyon-dolarlik-borsa-vurgunu-cikti-p136725)

                                                                 ***

3 bin eski vekile büyük kıyak!-Başak Kaya-

Üç bin 600 eski ve yeni milletvekiline trafikte “Ceza Muafiyeti” getirildi. Vekiller hangi kuralı ihlal ederse etsin, tek kuruş ceza ödemeyecek.
(https://www.sozcu.com.tr/3-bin-eski-vekile-buyuk-kiyak-p136826)

                                                                   ***
(Sözcü)



T-24 "Köşebaşı + Gündem" -6 Şubat 2025-

6 Şubat depremleri, felaket kapitalizmi ve ölüm siyaseti -Mustafa Durmuş-

Sadece neo-liberal kapitalizmin felaket kapitalizmi veçhesine değil, aynı zamanda bu sistemin temel koruyucusu ve sürdürücüsü olan ve ölüm siyasetini uygulamaktan çekinmeyen siyasal iktidarlara da karşı çıkmak gerekiyor.

6 Şubat tarihi Kahramanmaraş’ın Pazarcık ve Elbistan ilçelerinde meydana gelen ve büyük acılara neden olan 7,7 ve 7,6 büyüklüğündeki iki depremin ikinci yıldönümü. Resmî açıklamalara göre, depremlerden etkilenen 11 ilde 53 bin 537 vatandaşımız hayatını kaybetti, 107 bin 213 vatandaşımız da yaralandı. Gerçek rakamların ise çok daha yüksek olduğu ileri sürülüyor.

Depremden etkilenen illerde (6 Mart 2023 itibarıyla) acil yıkılacak, yıkık veya ağır hasarlı kategorilerine giren toplam konut sayısı 518 bin 9 olarak belirlendi. Orta hasarlı konut sayısı 131 bin 577 ve az hasarlı konut sayısı 1 milyon 279 bin 727 olarak tahmin edildi. Bu veriler ışığında deprem sonrasında 2 milyon 273 bin 551 kişi doğrudan yeme içme ve barınma sorunuyla karşı karşıya kaldı. Depremin toplam maliyeti 103,6 milyar dolar olarak hesaplandı (milli gelirin yüzde 9’u). (1) Bu da depremin yol açtığı yıkımın ne kadar büyük olduğunu ortaya koyuyor.

Depremlerin ardından deprem bölgesinden (özelikle de yerle bir olmuş Hatay’dan), ülkenin diğer kentlerine doğru çok büyük bir göç dalgası yaşandı.  Aradan iki yıl geçmiş olmasına rağmen, deprem bölgesinde yaşamlarını devam ettirmek zorunda olanlar açısından başta barınma, temiz içme suyu ve güvenilir gıda temini, ısınma, eğitim ve sağlık hizmetlerine erişim konuları olmak üzere birçok alanda hala ciddi sorunlar yaşanıyor. Dahası, birçok yurttaşın konutlarının bulunduğu arsa ve araziler, “rezerv yapı alanı” gibi düzenlemelerle büyük ölçüde ellerinden alınıyor.

Türkiye’nin depremlere karşı hazırlığı yetersiz!

Bu depremler ülkenin doğal afetler karşısında ne kadar hazırlıksız olduğunu ortaya koydu. Nitekim bu hazırlıksız olma hali Almanya, Bohum Ruhr Üniversitesi’nce hazırlanan ‘Dünya Risk Endeksi’ adlı endeksle de doğrulanıyor. Bu endeks deprem kuşağındaki ülkelerdeki depreme hazır olup olmama halini (güvenlik açığı) gösteriyor. Bu anlamda güvenlik açığı üç kategoride ele alınıyor: ‘Sosyal eşitsizlik durumu ve kalkınma yetersizliği’, ‘siyasi istikrar, sağlık hizmetleri ve altyapı yetersizliği’ ve ‘ilerleme yetersizliği’. Buna göre, Türkiye bu tür felaketlere dayanıklılık konusunda son derece vasat bir puana sahip (100 üzerinden 29,6 puan). Özellikle ikinci kategoride olmak üzere Türkiye, doğal afetlere karşı “çok yüksek” kırılganlığa sahip bir ülke olarak nitelendiriliyor. (2)

Diğer yandan, depremin ardından devlet bütçelerinden çok büyük miktarlarda ödenek “yeniden imar ve inşaat çalışmaları için” ayrıldı.

Deprem bütçesi

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in 15 Ocak 2024 tarihinde Anadolu Ajansına yapmış olduğu basın açıklamasına göre, depreme yönelik ihtiyaçlar için 2023 yıl sonunda harcama tutarı 950 milyar lira (milli gelirin yüzde 3,7’si) seviyesine ulaştı. Orta Vadeli Program’da (2024- 26) deprem kaynaklı bütçe ödeneklerine göre 2024 yılında deprem kaynaklı giderlerin milli gelire oranı yüzde 2,5; 2025 yılında yüzde 0,9 ve 2026 yılında ise yüzde 0,8 olarak hedefleniyor. Böylece deprem kaynaklı harcamalar dört yıllık dönemde milli gelirin kümülatifte yaklaşık yüzde 8’i büyüklüğüne erişmiş olacak. (3)

Deprem gibi felaketlerin ekonomik olarak, üretim, milli gelir, istihdam, ihracat, devlet bütçesi, gelir dağılımı ve yoksulluk üzerinde çok büyük çapta olumsuz etkileri olduğu kuşkusuz. Ancak bu felaketler kapitalist sistemin egemen sınıfları ve siyasal seçkinleri açısından inanılmaz fırsatlar da oluşturuyor. Başta inşaat sektörü olmak üzere, birçok sektörde faaliyet gösteren sermaye şirketleri, deprem sonrası yeniden inşa faaliyetleri sayesinde ciddi gelirler ve servetler elde ediyorlar.

Bu yüzden de bu depremlerin neden olduğu sosyal ve ekonomik hasarın ortaya çıkışında mevcut iktidarın yaptığı yanlışlar kadar, içinde bulunduğumuz kapitalist sistemin de sorgulanması gerekiyor. Bu yapılırken, kapitalizm ve bu sistem içinde izlenen politikaların geçirdiği dönüşümün göz önünde tutulması gerekiyor. Bu değerlendirmeyi yaparken iki önemli kavram bize yardımcı olabilir: Felaket Kapitalizmi ve Ölüm Siyaseti (necro-politic).

Felaket Kapitalizmi

2004 yılında Güney Asya’yı 100 metrelik dalgalarla kasıp kavuran ve 230 bin kişinin hayatını kaybetmesine neden olan deprem ve tsunaminin ardından British Columbia Üniversitesi'nde iklim adaleti profesörü olan ve “Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi” başlıklı kitabın yazarı Naomi Klein, sözde yeniden inşa çabalarındaki tuhaf bir durumu fark etti. Öyle ki birçok yerel çiftçi ve bölge sakini tsunami nedeniyle evlerini boşaltmak zorunda kalırken, müteahhitler tatil köyleri ve diğer girişimler inşa etmek için arazilere el koymaya başladılar.

Anılan kitabında Klein, “felaketlerin heyecan verici piyasa fırsatları olarak ele alınmasından ve felaketlerin ardından kamusal alana yapılan bütünleşik ve iyi koordine edilmiş sermaye baskınlarından” söz ediyor. Bu tür baskınların kapitalizmin (özellikle de neo-liberalizmin) 1990’larda gerçekleşmekte olan küresel konsolidasyon döneminde ortaya çıktığını ya da daha belirgin hale geldiğini vurguluyor. (4)

Çağdaş kapitalizm felaketlerden ve şoklardan besleniyor!

Klein kitabında öz itibariyle çağdaş kapitalizmin şoklardan ve felaketlerden nasıl beslendiğini anlatıyor ve ulus devletlerin, genellikle özel şirketlerle iş birliği içinde, normal zamanlarda asla uygulanamayacak politikaları hayata geçirmek için krizleri nasıl kullandığını ortaya koyuyor. Yani toplumdaki varlıklı ve güçlü kesimlerin, politik seçkinlerin genellikle afetten en çok etkilenen insanların zararına olacak şekilde, kendi güçlerini ve kaynaklarını pekiştirmek ve artırmak için bir doğal felaketi nasıl istismar ettiklerini anlatıyor:

“Bir tsunami Asya'yı kasıp kavuruyor ve müteahhitler balıkçı topluluklarını kıyılardan temizleyip lüks oteller inşa etme fırsatını yakalıyor. Katrina Kasırgası Louisiana'yı harap ediyor ve iyi bağlantıları olan şirketler ceset bulma işini para kazanma girişimine dönüştürüyor. Kısaca, kâr için her şey istismar ediliyor”. (5)

Türkiye’de 6 Şubat depremi sonrasında Kızılay’ın kendi çadırlarını piyasada satması ise bir felaketin nasıl istismar edilebileceğinin en acı örneklerinden birisini oluşturdu. Öyle ki bir kamu kuruluşu olan Kızılay’ın depremin üçüncü gününde Ahbap Derneği’ne 46 milyon lira karşılığında çadır sattığı ortaya çıkmıştı. Açıklama yapan Ahbap ve Kızılay da bu yöndeki haberleri doğrulamıştı. (6)

Felaket Kapitalizmi ile askeri diktatörlükler el ele

Klein 'felaket kapitalizminin' köklerini 1970’lerin Latin Amerika’sında buluyor. Özellikle 1973'ten itibaren Şili’yi ekonomik 'şok tedavisi' (sağcı iktisat gurusu M. Friedman tarafından ortaya atılan bir deyim) gören ilk ülke olarak tanımlıyor. Bu özel programı başlatan şok, solcu Başkan S. Allende'yi deviren ve General A. Pinochet liderliğinde askeri bir diktatörlük kuran cuntadır. Cuntanın başı Pinochet yönetiminde uygulanan ekonomi politikaları ise piyasanın serbestleştirilmesi, özelleştirme ve devletin küçültülmesine ilişkin (neo-liberal) teorilerini hayata geçirme fırsatını gören 'Şikago Oğlanları' - Friedman ve müritleri tarafından tasarlandı ve uygulandı. Önerdikleri politikalar ancak silah zoruyla uygulanabilirdi. Bu, 1970’lerde Latin Amerika'da görülen bir model olacaktı: Askeri yönetim (sistematik cinayetleri ve yaygın işkenceyi sürdürürken) ve neo-liberal 'şok terapisi' yan yana yürüyordu.

Benzer gelişmeler Türkiye’de 12 Eylül Askeri Darbesi sonrasında ortaya çıktı. Emek düşmanı neo-liberal 24 Ocak Kararları sivil bir rejim altında uygulanamayınca, CIA destekli bir askeri darbe ile bu kararlar hayata geçirildi ve Şili’dekine benzer sonuçlar alındı. (7) Bugün felaket kapitalizmi Hindistan ve Türkiye örneklerinde olduğu gibi, ağırlıklı olarak otoriter aşırı sağcı rejimler altında hayata geçiriliyor.

Neo-liberal kapitalizm felaket kapitalizminin yaratıcısı

Felaket kapitalizmi kapsamında incelenen pek çok vaka neo-liberal uygulamaların afet risklerinin nedenleri, itici güçleri ve/veya güçlendiricileri olduğunu ortaya koyuyor. Örneğin Brezilya’da Amazon’un çevre korumasının ortadan kaldırılmasından, ABD'de düşük gelirlilerin konutlarından tahliye edilmelerine kadar, ortaya çıkan kanıtlar toplumsal çıkarlar iyi korunmadığında veya piyasa çalkantılarına maruz bırakıldığında, insafsız vurguncuların, insanların çoğunluğu ve gezegenin ekosistemleri açısından sonuçları ne olursa olsun, avantaj elde edebileceğine veya onları yok edebileceğine işaret ediyor.

Bu bağlamda felaket kapitalizminin ortaya çıkışında durmak bilmeyen daha fazla kâr sağlama peşindeki sermaye kesiminin olduğu kadar, özelleştirmeler ve kuralsızlaştırma, de-regülasyon gibi uygulamalarıyla sermayeye hizmet eden neo-liberal iktidarların da büyük sorumluluğu var.

TMMOB’nin yıllardır dile getirdiği üzere, genelde ülkenin özelde ise bölgenin depremselliği görmezden gelinerek yapılan kent planlamaları, yerel yönetimlerde belediye meclisleri tarafından bilim ve tekniğin ilkeleri göz ardı edilerek yapılan plan tadilatları, kamusal denetimin gereği gibi yerine getirilememesi, kaçak yapılaşma kentlerimizi beton yığınlarına dönüştürmüş durumda. 22 yıldır iktidarda olan AKP’nin kentsel dönüşüm adı altında yürüttüğü rant odaklı politikalar, çıkardığı imar afları (2002 yılından bugüne kadar 9 defa imar affı yasası çıkarıldı) ve yerel yönetimlerin çözüme yönelik çabalarını görmezden gelmesi de sorunun giderek derinleşmesine ve çözümsüzlüğe neden oldu. (8)

Kısaca, felaket kapitalizmi tüm ölçekleri etkileyen iki küresel sürecin birleşimiyle ortaya çıkıyor: (Doğal) felaketler ve neo-liberalizm. Dolayısıyla, felaket kapitalizmi, “güçlü özel mülkiyet hakları, serbest piyasalar ve serbest ticaret ile karakterize edilen kurumsal bir çerçeve kurmayı amaçlayan iktidarlar tarafından yürütülen yapısal ve yapısal olmayan neo-liberal politikaların uygulanmasını ifade ediyor. (9)

Felaketler sermaye ve servet birikimi aracı olarak kullanılıyor

Schuller ve Maldonado felaket kapitalizmini, “ulusal ve ulus ötesi devlet kurumlarının bir dizi özel, neo-liberal kapitalist çıkarı teşvik etmek ve güçlendirmek için felaketleri (çatışma sonrası durumlar da dahil olmak üzere) hem sözde doğal hem de insan kaynaklı felaketler) araçsallaştırması yüzünden ortaya çıkan bir durum” olarak tanımlıyor. Yazarlara göre bu tanım üç kurucu unsur içeriyor: (i) Kamusal' müdahalelerde özel şirketlerin artan rolü. (ii) Felaketlerin araçsallaştırılması. (iii) Neo-liberal kapitalist çıkarların desteklenmesi. (10)

Felaket kapitalizmi arazi gaspları ile birlikte yürüyor. Arazi gaspı genelde iki şekilde gerçekleşiyor: İlk olarak, bu tür bir dönüşüm gerçekleşmeden önce, bölge sakinleri genellikle araziden çıkartılıyor ya da yetersiz barınma ve istihdam yüzünden yerlerini terk etmek zorunda bırakılıyor. İkinci olarak, yerel ya da ulusal hükümetler ya kararnamelerle ya da rehabilitasyon kisvesi altında bölge sakinlerini arazilerinden tahliye ederek stratejik arazi gaspı yapıyor. (11)

6 Şubat depremleri sonrasında her iki yönteme de başvurulduğu biliniyor. Yani ya depremzedeler artık dayanamayacak noktaya kadar getirilip yerlerinden edildiler ya da rezerv yapı alanı gibi düzenlemelerle yerlerini terk etmeye zorlandılar.

Felaket sonrası rehabilitasyon ve yeniden inşa sürecinde, bu sürece ilişkin ihalelerin çoğu, genellikle de şeffaf olmayan biçimlerde hızlıca iktidara yakın müteahhit şirketlere veriliyor. Nitekim 6 Şubat depremleri sonrasındaki onlarca milyar liralık inşaat, alt yapı ve yeniden inşa işlerinin iktidara yakın müteahhitlere verildiği biliniyor.

Klein’e göre felaket kapitalizmi; savaş, politik kriz ve doğal afet gibi büyük istikrarsızlaştırıcı olayların ardından sermayenin çıkarlarının belirli bir bölgeye odaklanmasıyla ortaya çıkıyor. Ona göre bu, aslında askeri sanayi kompleksinin bir uzantısıdır ancak sadece savaşlar değil, felaketler sonrasındaki yeniden inşalar ve yapılandırmalar aracılığıyla devasa kârların ve servetlerin yaratılması söz konusudur.

Böylece felaketlerin kapitalizm açısından işlevselliği ortaya çıkıyor. Örneğin iklim değişikliği ya da iklim yıkımı çağında ortaya çıkan felaketler sermaye için sermaye birikimini büyütme biçimi haline geliyor. Nitekim sadece seller, su baskınları, orman yangınları sonrasında yeniden inşa girişimleri değil, aynı zamanda çözüm olarak sunulan ‘yeşil büyüme’ ya da ‘yeşil teknolojiler’ de felaket fırsatçılığının tipik örneklerini oluşturuyor.

Oligarşi ve Felaket Kapitalizmi

“Oligarşi, bir toplumda genellikle en zengin yüzde 1’i oluşturan bir azınlığın yönetimidir. Aristoteles’in siyaset teorisinde oligarşi, demokrasinin evrildiği ve sonunda kalıtsal bir aristokrasiye dönüştüğü aşamadır. “George Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı romanında, “oligarşik yönetimin özü babadan oğula geçen miras değil, belirli bir dünya görüşünün ve belirli bir yaşam biçiminin sürekliliğidir... Bir yönetici grup, haleflerini atayabildiği sürece yönetici gruptur... Hiyerarşik yapı hep aynı kaldığı sürece gücü kimin kullandığı önemli değildir” diye yazar. Bu sözcük B. Yeltsin döneminde doğal kaynakları ve diğer varlıkları ele geçiren Rusya'nın kleptokratlarına atfen kullanıldı. Bu tanım, aynı zamanda, servet zenginliğini piramidin tepesindeki finans ve mülk sahibi sınıfta yoğunlaştıran Latin Amerika ve diğer ülke oligarşileri için de geçerlidir.” (12)

Monbiot, ‘felaket kapitalizmi’ kavramını oligarşi kavramıyla ilişkilendiriyor. Ona göre, “büyük servetler kapitalist girişimcilikten ziyade; tekelcilikle, rant-kollayıcı faaliyetlerle, arazi, emlak, entelektüel mülkiyet hakları gelirleriyle, software, sosyal medya platformları, montaj hizmetleri gibi normalin çok üstünde kâr marjı ve rant sunan faaliyetlerle gerçekleştiriliyor. Öyle ki sermayenin gücü artık iktidardaki oligarşinin gücüne dönüşüyor ve / veya sermaye gücünü oligarşiden alıyor. Bu oligarşik yapı ve sermaye grupları hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu bir demokratik devlet ya da kontrol altında tutulan bir kapitalizm değil, kaosa dayalı, sermayenin kuralları dışında hiçbir kurala tabi olmayan bir “felaket kapitalizmi” istiyor. Çünkü kaos ve felaket kapitalizminden asıl olarak onlar yararlanıyor. Kaos ve hukuksuzluk servetlerinin katlanarak büyümesine hizmet ediyor. (13)

Felaket Kapitalizminin iki yüzü

Felaket kapitalizmi tüm afet risk yönetimi aşamalarında gözlemlenebilir bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Yani afetlerin öncesinde (ex-ante) ve sonrasında (ex-post) gerçekleşen süreçler söz konusudur.

Bazı yazarlar ex-ante felaket kapitalizminin afet risklerine neden olan ya da afet risklerini artıran neo-liberal reform ve uygulamaları kapsadığını, ex-post felaket kapitalizminin ise afetlerin neo-liberal tarzda siyasi düzenlemeleri hayata geçirmek (ya da güçlendirmek) için bir fırsat olarak kullanılmasını ve nihayetinde önceden var olan riskleri daha da artırabilecek bir piyasa fırsatı ve ekonomik vurgunculuğu ifade ettiğini ileri sürüyor. (14)

Ölüm Siyaseti

Büyük depremler sonrasında yaşananları anlamak için başvurulabilecek bir diğer kavram “Ölüm Siyaseti” (necro-politics) kavramıdır.

“Ölüm Siyaseti”, kimin yaşayacağı ve kimin ölmesi gerektiğinin arkasındaki hesaptır. Nekro, Yunanca “ceset” anlamına gelen “nekros” kökünden geliyor. Bu nedenle necro-politics, “ölüm siyaseti” anlamına geliyor. Filozof Achille Mbembe ölüm siyasetini “kimin önemli kimin önemsiz, kimin gözden çıkarılabilir kimin çıkarılamaz olduğunu tanımlama kapasitesi” olarak betimliyor. (15)

Kısaca Ölüm Siyaseti, devletlerin insan hayatına nasıl farklı bir değer biçtiğini aydınlatan bir çerçevedir. Kavramın temelinde kapitalizm ve onunla bağlantılı şiddet kurumları var: Bu, beyazların siyahilere karşı, erkeklerin kadınlara karşı, hâkim ideoloji ve inançların diğerlerine karşı üstünlüğü ve genelde bir sömürgeleştirmedir. Öyle ki “muktedire ne kadar yakınsanız hayatınızın değeri de o kadar fazla olur”. 

Muktedire uzak olanlar değersizdir!

Keza Ölüm Siyaseti soyut bir toplumsal iyiliğe ulaşmak için bazı insanların ölmesi gerekebileceğini de ileri sürer. Bu çerçevede bir felaket sırasında ilk el uzatılacaklar muktedire daha yakın olan kimlikler ve sınıflar iken, diğerleri feda edilebilirler.

Nitekim 6 Şubat depremleri sonrasında Hatay’da ilk üç gün devletin kendisini neredeyse hiç göstermemiş olması; bu kentte hatırı sayılır bir Arap Alevi kesiminin yaşaması ve bu kesimlerin iktidar partilerine yakın durmaması, onlara yardım elinin zamanında ve tam olarak ulaşmamasının, hatta bu kentte çadırlara ve konteynerlere sığınan insanların kaderleri ile baş başa bırakılmalarının bir nedeni olarak gösteriliyor.

Ölüm Siyaseti hepimizin bildiği ve içinde yaşadığı toplumsal statükoyu koruyan güçtür, yavaş yavaş ilerleyen bir şiddettir. Birçok ötekileştirilmiş insanın doğuştan mahkûm edildiği, uzun süren bir ölüm halidir. Egemen normdan uzaklaşan insanlar, Mbembe’nin “ölüm-dünyası” olarak adlandırdığı şeyin içine hapsolurlar:

“Ölüm Siyaseti büyük nüfusların kendilerine yaşayan ölü statüsü veren yaşam koşullarına tabi tutulduğu bir toplumsal varoluş biçimidir. Diğer yandan, kasvetli bir çerçeve olsa da iktidarın ölümcül işleyişini nasıl fark edeceğimizi öğretmesi açısından faydalı bir çerçevedir”. (16)

Sonuç

On binlerce insanımızın ölümüne ve yaralanmasına, ağır travmalara maruz kalmasına neden olan depremlerin ya da büyük ölçüde küresel ısınmanın bir sonucu olarak ortaya çıkan orman yangınlarının, fırtınaların sellerin, su baskınlarının ve en son Kartalkaya’da yaşandığı gibi kâr hırsı ve ihmal ve denetimsizliğin neden olduğu otel yangınlarının bir kısmı önlenebilir ve/veya yol açtığı insani, ekolojik ve ekonomik hasar asgaride tutulabilir.

Ancak bunun önündeki en büyük engel, felaketleri yeni kârlar ve servetler yaratma fırsatı olarak gören ‘felaket kapitalizmi’ ve bunun üzerine inşa edilen ‘Ölüm Siyaseti’dir. Her ikisinde de sermaye sınıfının devletle doğrudan iş birliği söz konusudur. Bu nedenle de sadece neo-liberal kapitalizmin felaket kapitalizmi veçhesine değil, aynı zamanda bu sistemin temel koruyucusu ve sürdürücüsü olan ve ölüm siyasetini uygulamaktan çekinmeyen siyasal iktidarlara da karşı çıkmak gerekiyor.

Dip notlar:

- Strateji ve Bütçe Başkanlığı, 2023 Kahramanmaraş ve Hatay Depremleri Raporu (Mart 2023), s. 36, 130.

https://www.statista.com/chart/29258/vulnerability-to-natural-disaster (8 February 2023).

- Burcu Aydın Özüdoğru, Kahramanmaraş merkezli depremin etkileri ve politika önerileri, https://www.tepav.org.tr (27 Şubat 2023).

- Naomi Klein, The Shock Doctrine : The Rise of Disaster Capitalism, London: Allen Lane. 2007, s. 6.

https://www.developmenteducationreview.com/issue/issue-8/shock-doctrine-rise-disaster-capitalism (Spring 2009).

https://www.diken.com.tr/kizilaydan-cadir-sattik-ama-bir-sor-niye-sattik-aciklamasi (26 Şubat 2023).

https://yaziportal.org/emperyalizm-ve-eylul-askeri-darbeleri-11-eylul-1973-sili-ve-12-eylul-1980-turkiye (11 Eylül 2021).

- 6 Şubat 2023 Depremlerinin Birinci Yılı Değerlendirmesi, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği, https://www.tmmob.org.tr (6 Şubat 2024).

- David Harvey, A brief history of neoliberalism, Oxford University Press.2005, s. 2.

- Schuller & Maldonado, 2016, s.62’den aktaran UN Office for Disaster Risk Reduction, Global Assessment Report on Disaster Risk Reduction,

- Cohen (2011)’den aktaran https://pmc.ncbi.nlm.nih.gov/articles (18 October 2020).

- Michael Hudson, J is for Junk Economics: A Guide to Reality in an Age of Deception, Germany: ISLET-Verlag, 2017, s..172.

- George Monbiot, “from Trump to Johnson, nationalists are on the rise – backed by billionaire oligarchs”, https://www.theguardian.com (26 July 2019).

- Sandoval vd., 2020, s.833’den aktaran UN Office for Disaster Risk Reduction, Global Assessment Report on Disaster Risk Reduction, 2022.

- Achille Mbembe, Necro-politics (translated by Steven Corcoran), Duke University press, Durham and London, 2019, s. 66-93.

https://www.teenvogue.com/story/what-is-necropolitics (10 March 2021).

                                                                      /././

6 Şubat'ın ikinci yılı: 53 binden fazla insan öldü, birçok davada iyi hâl indirimi uygulandı, 'olası kast'tan sadece bir müteahhit ceza aldı!

6 Şubat depremlerinin üzerinden iki yıl geçti. Toplam 11 ilde milyonlarca kişiyi etkileyen deprem on binlerce kişinin ölümüne neden oldu. Kahramanmaraş merkezli 7,8 ve 7,5 büyüklüğündeki 6 Şubat depremlerinnde 53 bin 725 kişi hayatını kaybetti, 107 bin 213 kişi yaralandı. Depremde yakınlarını kaybeden aileler ise adalet arayışlarını sürdürüyor.

ANKA verilerine göre, iki yılda deprem davalarında müteahhitlere, 8 yıl ile 21 yıl 9 ay arasında değişen hapis cezaları verildi. Birçok davada sanıklara “İyi hal indirimi” uygulandı ve bazı sanıklar beraat etti. Şu ana kadar verilen en yüksek ceza, Adana'daki Hasan Alpargün Apartmanı davasında çıktı, müteahhit Hasan Alpargün, “Olası kastla birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olma” suçundan 62 kez müebbet ve 865 yıl hapis cezası aldı.

Gaziantep’te 51 kişinin öldüğü Furkan Apartmanı’nda kolonu kesmekten yargılanan mağaza sahibi 3 sanık, “Delil yetersizliği” gerekçesiyle beraat etti. Aileler karara, “Adaleti paralarıyla satın aldılar” diye isyan etti. 

Deprem bölgesinde sağlık hizmetlerinde durum ne?

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, geçen yıl 2 Şubat Cuma günü yaptığı açıklamada, depremlerde, merkez üs olan Kahramanmaraş dışında Hatay, Osmaniye, Adıyaman, Diyarbakır, Şanlıurfa, Gaziantep, Kilis, Adana, Malatya ve Elazığ'da 53 bin 537 kişinin hayatını kaybettiğini, 107 bin 213 kişinin de yaralandığını söyledi.

BBC Türkçe’nin Sağlık Bakanlığı’ndan aldığı verilere göre 51 bin 665 depremzede hasta ve yaralı başka bölgelerde nakledildi.

Bakanlık, deprem bölgesindeki sağlık tesislerinde 113 bin 759 personel çalışmakta iken; ülkenin dört bir yanından 15 bin 883 UMKE ve 112 Acil Sağlık Hizmetleri personeli, 21 bin 204 hekim, 62 bin 590 sağlık personeli ve 38 bin 513 destek personeli olmak üzere toplam 138 bin 190 personelin deprem bölgesinde görevlendirildiğini açıkladı.

BBC Türkçe’ye konuşan Türk Tabipleri Birliği'ne göre (TTB) ölü sayısı verileri şüpheli ve deprem bölgesinde sağlık sorunları il il çeşitlilik göstererek devam etti.

Depremlerde kaç bina yıkıldı?

Cumhurbaşkanlığı raporuna göre depremden etkilenen 11 ilde toplamda 2 milyon 618 bin 697 bina vardı.

Raporda, 6 Mart 2023 tarihi itibarıyla 1 milyon 712 bin 182 binada yapılan hasar tespit çalışmaları sonucunda 35 bin 355 binanın yıkıldığı, 17 bin 491 binanın da acil olarak yıkılması gerektiği ve 179 bin 786 binanın ağır, 40 bin 228 binanın orta ve 431 bin 421 binanın az hasarlı olduğu tespit edildiği ifade ediliyor.

Yıkılan veya büyük hasar gören binaların arasında mesken olarak kullanılanların dışında tarihi ve kültürel yapılar, okullar, idari binalar, hastaneler, oteller de yer alıyor.

Ağır hasarlı binaların yıkımıyla birlikte bölgedeki yeniden yapılaşma da sürüyor.

Ancak orta hasarlı binalarla ilgili süreç devam ediyor.

BBC Türkçe’nin konuştuğu Şehir Plancıları Odası Hatay İl Temsilciliğine göre hala bu orta hasarlı yapılarda oturan insanlar var.

Fotoğraf: Kazım Kızıl

Oda, mevzuata göre afet sonrası orta hasarlı olarak ilan edilen yapıların, en geç bir yıl içerisinde güçlendirme sürecine girmesinin mecburi olduğunu, güçlendirme yapmadığı durumda ise ağır hasar yapı statüsüne kavuşacağını belirtiyor:

“Bu orta hasarlı binaları ruhsatlandırmak da ayrı bir uzmanlık gerektiriyor. Yeterince yetkin mühendisimizin olup olmaması önemli bir konu. Evet var ama yerelde yok. Yeni mezun herkes güçlendirme çalışması yapabilecek yetkiye sahip. Ama bunun uygulaması da var. Projelendirmeden çok uygulamada profesyonel ekipler gerekiyor. Maalesef yerelde de bu kadar profesyonelimiz yok.

“Kırsaldaki birçok orta hasarlı binanın ruhsatsız olduğunu, ruhsatlandırılamayacağını da biliyoruz. Vatandaş, yerel yönetimle karşı karşıya kaldı. Devlet ruhsatlandırılamayacağını bile bile bu yapılara orta hasar tespiti koydu ve yerel yönetimle de vatandaş karşı karşıya kaldı.”

Resmi prosedüre göre bu yapıların 4 Nisan’a kadar kadar ruhsat alamazlarsa yıkılması söz konusu.

Orta hasarlı yapıların bir kısmının kaçak yapılar olduğunu vurgulayan Koç, bu yapılara güçlendirme izni verince bir nevi ruhsatlandırılmasının da önünün açılacağını söylüyor.

Ancak Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlık yetkililerinin kendileriyle yaptığı görüşmede buna ilişkin bir karar almayacaklarını açıkladığını aktarıyor.

Fotoğraf: Cengiz Anıl Bölükbaş

Kaç konteyner kent kuruldu?

İçişleri Bakanlığı, Nisan 2023'te yaptığı açıklamada 345 noktada çadır kent ve 305 noktada da konteyner kent kurulduğunu açıkladı.

Bu çadırlarda barınan kişi sayısının 2 milyon 626 bin 212 olduğu belirtildi. Açıklamada konteynerde barınan kişi sayısının 78 bin 718 olduğu kaydedildi

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise 3 Şubat 2024'te yaptığı açıklamada, "Deprem bölgesine 1 milyon çadır gönderilmiş, 215 binin üzerinde konteyner kurulmuş, 349 bin haneye kira yardımı yapılmış, taşınma ve destek ödemelerinde bulunulmuştur" dedi.

Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Göç Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin Durum Değerlendirme Raporu’na göre depremden etkilenen illerde kayıtlı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının sayısı 14 milyon 13 bin 196, bu da oransal olarak Türkiye nüfusunun yüzde 16,43’üne tekabül ediyor.

Üniversitenin raporuna göre depremden sonraki 21'inci günde bölgeden tahliye edilen insan sayısı 528 bini buldu. 1 Mart tarihinde ise bu sayı 811 bini geçti. Depremin ilk haftasında 2,2 milyon kişinin bölgeden ayrıldığını aktaran rapor, 1 Mart tarihinde bu sayının 3,3 milyon olarak güncellendiğini bildirdi.

Fotoğraf: Cengiz Anıl Bölükbaş

İmar barışı kapsamında yasal statü kazanan binaların kaçı yıkıldı?

6 Şubat depremlerinde yıkılan binalardan kaçının imar affı kapsamında yasal statü kazandığına ilişkin herhangi bir veri açıklanmadı.

Hatay Akademik Meslek Odaları Sözcüsü Serkan Koç, defalarca talep etmelerine rağmen bu konuyla ilgili verilerin de kendileriyle paylaşılmadığını söylüyor.

İmar affı çıktığında Hatay’da 30 bine yakın binanın başvurduğunu ve 200 bine yakın bağımsız bölümün de bu aftan faydalandığını bildiklerini dile getiren Koç’a göre imar affı ve depremde yıkılan yapılar tartışmasında, kanunda yer alan “sorumluluğun yapı sahibinde” olması ile ilgili madde çok önemli.

Koç, “Devlet, kendi sorumluluğunu vatandaşın üzerine atma konusunda çaba içerisinde yer aldı” diyor ve şöyle devam ediyor: “3 katlı bir bina yapılmış. Vatandaş izin ve mühendislik hizmeti almadan iki kat çıkıyor. Ve bina daha sonra affediliyor. Depremde de yıkılıyor. Sorumlusu kim? Bunu denetlemeyen mi, buna izni veren mi, imar barışından faydalandıran mı, yoksa bunu yapan mı? Kimin sorumluluğu nerede başlıyor, nerede bitiyor?”

                                                       ***

40 milyar dolar deprem vergisi…-Murat Batı-

Bir yıl için getirilen deprem vergisi bugün itibariyle yaklaşık 25 yıldır sürekli olarak alınmaktadır. Cep ve sabit telefon faturalarından, dijital ve kablolu TV yayınlarından, internet hizmeti faturalarından vs. şu an yüzde 10 oranında özel iletişim vergisi (deprem vergisi) alınmaktadır.

Bugün 6 Şubat 2023 tarihli depremin ikinci yıl dönümü. Çok canımızı kaybettik, çok da canımız yandı. Kaybettiklerimize Allah’tan rahmet diliyorum.

Deprem sonrası hepimiz seferber olduk, belki bir Can’a umut olabiliriz diye. Bazılarımız fiziken yardıma koştu, bazılarımız para, eşya, araba, yiyecek, yakacak, kıyafet vs. yardımında bulunarak.

Devletimiz de depremin ülkemiz için kaçınılmaz bir gerçek olduğunu hatırladı ve olası bir depremin yaralarını sarmak adına 21 Mart 2023 tarihinde 7441 sayılı Afet Yeniden İmar Fonunun Kurulması Hakkında Kanun ile Afet Yeniden İmar Fonunu namı diğer deprem fonunu aynı gün yürürlüğe girmek üzere kurdu. Ancak Fon’un adından başka hiçbir şey yok; ne internet sitesi ne de başka bir şey. Umarım en kısa sürede bir açıklama yapılır.

Ayrıca 6 Şubat depreminin ardından ek MTV, ek kurumlar vergisi adı altında yeni deprem vergileri de alındı. Ancak herkesçe bilinen asıl deprem vergisi 17 Ağustos depreminin ardından getirilmişti. Ve her seferinde herkesçe nerede bu vergiler, ne kadar tahsil edildi? gibi sorular sorulmakta.

17 Ağustos ve 12 Kasım 1999 depremlerinin yarattığı tahribatı kısmen de olsa finanse etmek için 26 Kasım 1999 tarihli mükerrer sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 4481 sayılı Kanun[1] ile yeni vergiler getirildi.

Bu getirilen vergilerden bir tanesi adı herkesçe deprem vergisi olarak bilinen özel iletişim vergisidir. Aslında deprem vergisi adında bir vergi yok, bu ismi biz yakıştırdık. Bu verginin tam adı özel iletişim vergisidir. Hatta bu vergi Gider Vergileri Kanunu m.39’da düzenlemiş tek maddelik bir vergidir.

Özel iletişim vergisi yani deprem vergisi bir yıllığına getirildi. 4481 sayılı Kanun’un 8’inci maddesinin ilk fıkrasında 31.12.2000 tarihine kadar uygulanmak üzere denilerek kısıtlı bir süre için getirilmişti.

Ancak 31 Aralık 2000’de sona ermesi planlanan özel iletişim vergisi önce 4605 sayılı Kanunla 31 Aralık 2002’ye kadar daha sonra tekrar 31 Aralık 2003 tarihine kadar uzatıldı.

Bir yıllığına getirilen özel iletişim vergisi, 31.07.2004 tarihinde Gider Vergileri Kanunu’nun 39’uncu maddesine eklenerek kalıcı ve sürekli hale getirildi.

Bir yıl için getirilen deprem vergisi bugün itibariyle yaklaşık 25 yıldır sürekli olarak alınmaktadır. Cep ve sabit telefon faturalarından, dijital ve kablolu TV yayınlarından, internet hizmeti faturalarından vs. şu an yüzde 10 oranında özel iletişim vergisi (deprem vergisi) alınmaktadır.

Deprem vergisinden toplanan vergiler ne kadar oldu?

Özel iletişim vergisi bir yıllığına getirildi ama bugün itibariyle yaklaşık 25 yıldır devamlı surette tahsil edilmektedir.

Aşağıda tabloda 1999 yılından 2024’e kadar (2024 dahil) olan özel iletişim vergisi tahsilat tutarları yer almaktadır.

25 yılın en yüksek tahsilatı 30 milyar 271 milyon TL ile 2024 yılında  gerçekleşmiştir. Bu gelirin tamamı hazineye doğrudan gelir yazılmaktadır.

Dolar bazında tahsilat tutarı ne kadar?

Bu tutarları Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası tarafından açıklanan yıllık ortalama dolar kurunu dikkate alarak USD cinsinden hesaplamamız da mümkün. Buna göre her yılın tahsilatını o yılın yıllık ortalama kuru ile hesapladığımızda özel iletişim vergisinden 2024 yılı sonuna kadar tahsil edilen tutar yaklaşık 39 milyar 888 milyon dolardır yani yaklaşık 40 milyar dolardır.

Bu 40 milyar dolarla kaç konut yapılabilir ya da neler yapılabilir? Cevabı size bırakayım.

Neden deprem için harcanmadı?

1 Ocak 2006 tarihinde uygulanmaya başlanan 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nun 13/g maddesinde ademi tahsis” olarak da bilinen “Belirli gelirlerin belirli giderlere tahsis edilmemesi esastır” ilkesine yer verilmiştir. 5018 sayılı Kanun’un (I) sayılı cetvelinde yer alan genel bütçeye doğrudan gelir kaydedilen bu vergiler hazinenin havuzuna aktarılır ve yine bu vergiler toplandığı yer ya da konusuna bakılmaksızın bütçe kanununun izin verdiği ölçüde her türlü kamu hizmeti için harcanabilmektedir.

İşte tam da bu noktada genel bütçeye gelir kaydedilen ve depremin yaralarını sarmak amacıyla getirilen özel iletişim vergisinin de sadece deprem için kullanılması 5018 sayılı Kanun’un 13/g maddesi uyarınca mümkün görünmemektedir.

-----------

[1] 17.8.1999 ve 12.11.1999 Tarihlerinde Marmara Bölgesi ve Civarında Meydana Gelen Depremin Yol Açtığı Ekonomik Kayıpları Gidermek Amacıyla Bazı Mükellefiyetler İhdası ve Bazı Vergi Kanunlarında Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun

                                                                          /././

İPA duyurdu: Harcanan kaynaklarla kaç sosyal konut yapılabilirdi? - Cumhuriyet -

İPA Başkanı Buğra Gökce, 6 Şubat depremlerinin yıl dönümü öncesi harcanan kaynaklarla kaç sosyal konut yapılabileceğini üzerine yapılan hesaplamaları paylaştı.

Türkiye, 6 Şubat 2023 tarihinde güne Kahramanmaraş merkezli 11 ili etkileyen 7,7 ve 7,6 büyüklüğündeki depremlerle uyandı. Kahramanmaraş'ın yanı sıra Hatay, Osmaniye, Adıyaman, Diyarbakır, Şanlıurfa, Gaziantep, Kilis, Adana, Malatya ve Elazığ'ı vuran büyük depremde 53 bin 537 kişi yaşamını yitirdi. 

"NEREDE YANLIŞ YAPILDI?"

İstanbul Planlama Ajansı (İPA) Başkanı Buğra Gökce, sosyal medya hesabından "Halkın parası ve bütçesiyle sosyal konut yapılsaydı ne olurdu? Kaynaklar etkin, doğru, verimli ve halkın yararına kullanılsaydı tablo nasıl değişirdi?" sorusunu sorarak yanıtladı.

Gökce, yaptığı paylaşımda şu ifadelere yer verdi:

"6 Şubat Günü, 11 ilimizde yaşayan 13 milyon vatandaşımızın etkilendiği, 500 binden fazla konutun yıkıldığı ve 50 binden fazla canımızı kaybettiğimiz büyük bir felaketi yaşadık.

Sesimi duyan var mı? 17 Ağustos’ta depremin yerle bir ettiği bölgelerde bu cümle yankılandı. 6 Şubat'ta ise 17 Ağustos Depremi’nin o acılı sorusu yerini korkunç bir yardım feryadına bıraktı: Bizi kurtaracak yok mu?

Nasıl oldu da 24 koca yılda afete hazırlıkta , koordinasyonda geriye gittik, güvenli korunma ve barınma hakkından olduk? Merkezi yönetimin yanlış kararları, bilimsel uyarıların dikkate alınmaması, AFAD’ın böylesi bir deprem için hazırlıksız ve tecrübesiz olması, TSK’nın sahaya çıkmaması, sosyal medyanın susturulması. En önemli neden ise yanlış bütçe kararları, plansız konut politikaları.

Ne olabilirdi? Yasal düzenlemelerle, depreme dayanıklı binalarla, yenilemeyle, dönüşümle, depremde arama kurtarma ekipleri yetiştirerek, finans bularak ve doğru kullanarak, akılcı ve bilimsel tariflerle yaşadığımız ülkeyi halkımız için daha güvenli hale getirebilirdik.

Peki nerede yanlış yapıldı? 1999 Marmara Depremleri sonrasında, 45 kanun ve 11 yönetmelik çıkarıldı. Devlet planlama Teşkilatı kapatıldı. Devletin aklı plansız kaldı. TOKİ'nin Hakları genişletildi.

"HARCANAN KAYNAKLARLA 3 MİLYON 481 BİN 179 KONUT ÜRETİLİRDİ"

Peki halkın parası ve bütçesiyle sosyal konut yapılsaydı ne olurdu? Kaynaklar etkin, doğru, verimli ve halkın yararına kullanılsaydı tablo nasıl değişirdi?

Kur Korumalı Mevduat garabetiyle 48 milyar dolar milletten alındı, bir avuç zümreye verildi. Bu parayla 761 bin 904 konut üretilebilirdi.

Deprem Vergilerimiz Bakanın açıkladığı gibi duble yollara gitmeseydi 24 yılda Toplanan 39 milyar dolar ile 619 bin 47 sosyal konut üretilirdi.

2024 Merkezi bütçenin faizi giderleri için harcanan para 1 trilyon 254 milyar TL oldu. Ülke kötü yönetilip faiz bu maliyeti bu kadar yükseltilmese, bu parayla 568 bin 707 sosyal konut yapılabilirdi.

2019 – 2022 arasında Karayolları Genel Müdürlüğü'nün Kamu Özel İş birliği Projeleri Bütçesi 220 milyar TL oldu. Geçiş garantili yollara yani geçmediğimiz yol köprü tünellere Hazine tarafından ödenen parayla 99 bin 773 konut üretilebilirdi.

İmar Barışı adı verilen İmar Affı ile toplanan 5,2 milyar Dolar Kanun’un gerekçesinde belirtildiği üzere deprem risklerini azaltmak için kullanılsaydı 82 bin 539 konut yapılabilirdi.

İstanbul'da 25 yıl boyunca 140 alanda rant operasyonları yapılmasaydı, üretilen 85 milyar dolar rantla halkımıza 1 milyon 349 bin 206 konut sunulabilirdi.

Toplamda harcanan bu büyük kaynaklarla 3 milyon 481 bin 179 konut üretilir, tüm Türkiye'de tüm konutlar afet güvenliğine kavuşur kimse tabutunda yaşamak zorunda kalmazdı!

Ülkemizin en önemli sorunu devletin bütçesinin nereye ve kime öncelikli harcandığıdır. Eski akıl bütçeyi ve kaynakları sadece kendi zümresine, kendi yandaşlarına ve kendi çıkarları doğrultusunda kullandı. Birileri kazandı Türkiye kaybetti.

Yeni akıl kaynakları 86 milyon ve geleceğimiz için kullanacak. Türkiye kazanacak 86 milyon kazanacak."  https://x.com/gokcebugra/status/1887184251629486195

Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...