Defne Halk Temsilcileri Meclisi Merkezi açıldı: ‘Hatay devam ediyor demek için’
Türkiye Halk Temsilcileri yerel meclislerinin ilki olarak Hatay’da kurulan Defne Halk Temsilcileri Meclisi’nin sosyal merkezi açıldı.
On binlerce yurttaşın yaşamını yitirdiği, yaralandığı ve evsiz kaldığı 6 Şubat depreminin üzerinden iki yıl geçmesine rağmen bölgedeki sorunlar sürerken, Hatay halkı örgütlendikleri Defne Halk Temsilcileri Meclisi’yle yaralarını sarmaya devam ediyor.
Türkiye Halk Temsilcileri yerel meclislerinin ilki olarak Hatay’da kurulan Defne Halk Temsilcileri Meclisi’nin sosyal merkezi bugün açıldı.
TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, Defne Sümerler Mahallesi’ndeki merkezin yüzlerce yurttaşın buluştuğu açılışına katılarak konuşma yaptı.
‘Onlar bu kentin ruhunu yok etmeye çalışıyorlar’
Depremin üzerinden iki yıl geçmesine rağmen iktidarın yaptığı tek şeyin kente beton dökmek olduğunu belirten Okuyan, buna rağmen halkın kenti ayakta tutmaya çalıştığını şu sözlerle ifade etti:
"İki yıl geçti. Biz iki yıl önce depremden hemen sonra buraya geldiğimizde çaresizlik içerisinde bırakılmış bir kent vardı. Şimdi iki yıl geçti. Deprem bölgesinde dolanıyorlar, ne güzel binalar yapıyoruz diyorlar. Bildikleri tek şey sağa sola betona dökmek. Ancak benim gördüğüm başka bir kent. Onlar bu kentin ruhunu yok etmeye çalışıyorlar. Bizim bildiğimiz Armutlu’yu da Defne’yi de değiştirmeye çalışıyorlar. Ancak siz burada toplanarak Hatay’ı ayakta tutmaya çalışıyorsunuz."
‘Beton dökmeyi iyi biliyorlar ancak canlarımızı korumayı bilmiyorlar’
Kemal Okuyan yaşanan tüm felaketlerde hükümetin üzerindeki sorumluluğu kabul etmediğini, iktidarın halkı korumadığını ifade ederek şöyle konuştu:
"Çünkü on binlerce canımızı aldılar. Beton dökmeyi iyi biliyorlar ancak canlarımızı korumayı bilmiyorlar. Deprem olduktan sonraki ilk anlar ve sonrası bir ay ortada bıraktılar. Depremde böyle, selde böyle, yangında böyleler. Karşımızda insanı sevmeyen bir zihniyet var ama binaları dikiyorlar. Diyorlar ki deprem bu suçumuz yok. Sel olur bizim suçumuz yok, yangın olur suçumuz yok diyorlar. Bunlar olmadan ne oluyor peki? Memlekette adaletsizlik yoksulluk hepsi var. Sonra gelmiş diyorlar ki bina dikiyoruz."
RTÜK Başkanına yanıt: ‘Depremde ölen insanlar, süren yoksulluk algı operasyonu mu?’
Kemal Okuyan, RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin’in ana haber bültenlerinde ülkede olumlu olaylar yaşanmadığı algısı yaratıldığını öne sürerek en üst sınırdan yaptırım uygulanacağına yönelik tehdit içeren açıklamasına da şu sözlerle yanıt verdi:
“RTÜK bugün demiş ki memlekette hep olumsuzluk var gibi konuşuyorlar. Depremde ölen onca insan, bugün süren yoksulluk , bunlar algı operasyonu mu? Bunlar neden bahsediyorlar, ayıptır ya!”
Paraya tapmayanların, tarikatlara savaş açanların adresi DHTM binası
TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, sermaye sınıfı ve gericilerden halka fayda gelmeyeceğini belirttiği konuşmasında Defnelilere DHTM’yi adres göstererek şu ifadeleri kullandı:
"Boyun eğmediğimiz için buradayız. Depremi yaşadınız ancak aradan günler aylar yıllar geçiyor. Depremin sonrasını tüm hayatı kurmak için mücadele ediyoruz. Depremden sonra ne dedik. ‘Tarikatlardan, holdinglerden hayır gelmez’ dedik. Neden? Çünkü her ikisi de paraya ve cehalete tapmaktır. Her ikisinden de fayda gelmez. Şurada gördüğünüz bina paraya tapmayanların, holdinglere ve tarikatlara savaş açanların binasıdır. Defne Halk Temsilcileri Meclisi binamızdır."
Defnelilere çağrı: ‘Hatay devam ediyor demek için var mısınız?’
Okuyan, Defnelilere seçimden seçime değil her zaman yanlarında olduklarını belirttiği konuşmasını şu sözlerle sonlandırdı:
"Kente sahip çıkmak, insana sahip çıkmak, birbirimize sahip çıkmak için işte size bina. Ne demiştik. Seçimden seçime bizleri görürseniz yüzümüze tükürün demiştik. Öyle mi oldu? Biz buradayız, Hizam Hasırcı burada. Defnelilerin, Hataylıların yok etmeye çalıştıkları kenti holdinglere ve tarikatlara teslim etmemek için mücadele etmeye var mısınız dostlar. Bizim sevdiğimiz, görmek istediğimiz Hatay devam ediyor demek için var mısınız arkadaşlar? Varsanız bu bina sizindir. Çocuklarınız, öğretmenler, mahalleliler, emekliler tepe tepe kullanın hayırlı olsun."
'İçimizdeki halk sevgisini asla değiştirmeyeceğiz'
Defne Halk Temsilcileri Meclisi’nin sosyal merkezinin açılışında THTM kurucularından sanatçı Levent Üzümcü, DHTM Sözcüsü Hizam Hasırcı, TÖB-Sen Genel Başkanı Deniz Ezer, DHTM Üyeleri Hasan Çelik ve Ali Habip de konuşma yaptılar.
Üzümcü, konuşmasında, kendisi için çok önemli bir yerin, anıların tahrip olduğunu gördüğünü ifade ederek şunları söyledi:
"Sizler yaşamış olduğunuz şehrin elinizden kayıp gitmesini acıyla gördünüz. Ancak bizim bu binalarda sizlerle birlikte olabilmemiz, sizin gibi insanlarla buralarda bir arada olabilmemiz çok önemli, çünkü böyle yalnızlık zamanlarında acı zamanlarında insanları hayatta tutabilen tek şey birbirlerine verdikleri destek. Birbirimizi yalnız bırakmamalıyız. Çocuklarımıza da bunu aşılayalım, omuz omuza olmayı, idealimiz olan o güzel dünyayı yaratacak çocukları yetiştirmeyi ihmal etmeyelim."
DHTM Sözcüsü Hasırcı ise, şunları kaydetti:
"Biz yola çıkarken 'Bir yol kavşağındasın ey Defne ve mutlaka değişecek kaderin' demiştik. Köhnemiş zihniyeti değiştirmek için mücadele vermeye devam ediyoruz. Bizi takım elbise ve son model arabalarıyla kapımızı bir daha çalmayan siyasetçilere benzetmeyin demiştik. Seçimden bu yana on ay geçmesine rağmen biz mücadeleye devam ediyoruz. Ama bizler Hizam Hasırcı belediye başkanı olsun diye değil bir zihniyeti değiştirmek için yola çıktık. Bu zihniyet bizi ayakta tutuyor. Bunu hepimizin bir arada başaracağına inanıyorum.
Sizlere buradan tekrar söz veriyorum, koşullar ne olursa olsun içimizdeki halk sevgisini asla değiştirmeyeceğiz."
TÖB-SEN Genel Başkanı Deniz Ezer, zor süreçten geçtiklerini belirterek şunları söyledi:
"Halkımızın açlıkla terbiye edildiği dönemde umut olabilmek asıl mesele. Şu an yaşadığımız süreç her bakımdan umutsuzluk veriyor. En temel yaşam haklarımızdan, sağlık, barınma haklarımızdan mahrum bırakılmış haldeyiz. Gençlerimiz bataktalar. Geldiğimiz noktada gelirin çoğunu yüzde birlik sermaye sınıfı alırken, yüzde doksan dokuzu açlık içinde yaşamaya devam ederken, arsızca şov yapmaya gelen insanlar var burada. Bugün gençlerimiz üniversiteye gidiyor, sonrasında işsizlikle karşı karşıya. Çocuklarımız merkezi sınava tabi olup her türlü işsizlik karşısında umutsuzluğa sürükleniyor. Bugün açılan DHTM binası bu anlamda çok değerli. Aslında buradan başlıyor dayanışma ve umut olmak. Bu umudu yeşertenlere bin selam."
Ardından söz alan DHTM üyesi Hasan Çelik, şöyle konuştu:
"Asbest tozu içerisinde ölüm kokan bir kentin olmayan kaldırımlarında, otostop çekerek okula gidip gelen yüzlerce çocuğumuzun yüzü gülümsesin, içinde bir umut ışığı olsun diyedir bu mücadele. Çamurlu sokaklara bizi muhtaç edenlere, eğitimden halkımızı uzak tutmak isteyenlere inat bu kavga. Defne Halk Temsilcileri Merkezi, sadece bir eğitim yuvası değil, çok ötesinde, psikolojik olarak çökmüş birçok canımıza psikolog desteği ile çocuklara pedagog desteği olacak, uyuşturucuyla mücadele edecek bir merkez."
DHTM üyesi Ali Habip de şunları kaydetti:
"Yıkımlar toz toprak altında yeniden var olmaya çalışıyoruz. Bu sadece binaların varoluşu değil, halkımızın var olma mücadelesi. Tarafımızda katliamlar var, işsizlik var açlık var. Tek yapmamız gereken tüm bu olumsuzluklara karşı bir arada dayanışmak, yeniden var olabilmek; omuz omuza ve hep birlikte. Biz bir arada ve omuz omuza mücadele ederek bizi yok edeceklerle ancak baş edebiliriz."
Defnelilerin yoğun ilgi gösterdiği açılış sanatçı Hasan Baklacı’nın konseriyle devam etti.
***Yönetmek, yönetememek -Aydemir Güler-
Türkiye’de de bu düzensiz yağma bir hesaplaşmanın habercisidir. Büyük Devrimler köklü hesaplaşmadan çıkar dedim. Ama acele etmeye gelmez.
Dünya, üzerindeki her bir toplum, her zaman mücadele arenasıdır. Mücadele süreklidir, ama zaman zaman kalıcı duygusu veren statükolar oluşabilir.İki yüz yıl önce, Büyük Fransız Devriminin yarattığı dalgalar Avrupa’yı sarsıyordu. Devrimin statükosu, düzeni olmaz.
1815’de Waterloo’da Britanya İmparatorluğu, arkasına Devrimin mirasını alan Napolyon’un savaşlarını sonlandırdığında bir statüko ilan edilmiş oldu. Adına Pax Britannica dendi. Britanya Barışı aynı zamanda Britanya egemenliği demekti ve Roma çağını anlatan Pax Romana’ya göndermede bulunuyordu. İngiliz emperyalizminin hegemonyası Birinci Dünya Savaşı’nda bir daha düzeltilemeyecek biçimde karaya oturdu. Şimdi sıra Büyük Rus Devriminin dalgalarındaydı.
Modern kapitalizm döneminin ilk Pax’ı nasıl İngiliz toplarıyla ilan edildiyse, ikincisi de ABD’nin 1944 Normandiya Çıkarması, ama asıl 1945 Hiroşima-Nagasaki bombardımanıyla gelmiştir.
Amerikan Barışı 20. yüzyılın sonlarında Ekim Devriminin etkilerinin neredeyse süpürülmesiyle taçlandı. Ama bu son zafer, tartışmayı durdurmadı. Uzun zamandır ABD’nin dünyanın bir numaralı gücü, hegemonik devleti, baş emperyalisti olduğunu söylüyoruz. Baksanıza, her sabah ABD Başkanının ne dediğini dinlemek üzere uyanıyor insanlık. Delilikle öncülük arasında gidip gelen bir yeni mesaj, tek gün bile eksik olmuyor. Böylece ABD’nin gücü her gün yeniden kanıtlanıyor ve hatırlatılıyor.
Ama bir Pax Americana’dan söz edemiyoruz.
O büyük “barışların” da tarihini mücadeleler yazıyordu. Statükodan ziyade kaotik görünüm veren dönemlerde de, aslolan elbette değişimdir.
Ama arada ciddi fark var. Dünyamız 21. yüzyıla dağınık girdi ve toparlanamıyor. Bir büyük Barış veya statükonun inşa edilmesine kimse imza atamayınca, başka bir kriter öne çıktı: O da inisiyatif almak.
İşte Trump, çılgınca, akıl almaz bir acele, hatta telaş içinde ABD emperyalizminin birbirini kovalayan inisiyatiflerini dile getiriyor. Buradan bir düzenin çıkacağı yok. Ama bu uzun süreli düzensizlik, daha önceki örneklerde olduğu gibi bir devrim çağına da denk düşmüyor. Tersine işaret fişekleri 1970’lerde atılmaya başlanan karşıdevrimi yaşamaya devam ediyoruz.
Karşıdevrim düzenini kuramıyor. Bu delilik çağına Pax adını vermek, Barış demek, toz dumanın arasından oturaklı bir hegemonyayı ayrımsamak imkânsız.
Amerikan inisiyatiflerinin önemli bir bölümünün herhangi bir karşılığının olmayacağını öngörmek için dahi olmak gerekmez. Gazze’nin bir Rivieara’ya dönüşmesi, Filistinlilerin Suudi Arabistan veya İspanya’ya göçmeleri, bir göktaşının çarpması sonucu gezegenimizin yok olması kadar olası olabilir ancak. Ama artık bunlar telaffuz edilebiliyor. Mücadelenin ekseni sağa, daha sağa, insanlık dışı koordinatlara taşınıyor. Bu bir statüko olmayacak, kalıcılaşamayacak. Ve dünya böyle böyle köklü bir hesaplaşmaya yaklaşacak.
Büyük Devrimler köklü hesaplaşmalardan çıkar.
* * *
Başka ülkeler bir yana, Türkiye’de de bir statükodan, bir Erdoğan düzeninden söz edemiyoruz. Bir karşıdevrim tablosunun içindeyiz. Tabloda kendine özgü bir düzen de seçilmiyor. Türkiye’de olup biten yönetilmiyor.
Depremin üstünden iki yıl geçmiş ve ortalık gözümüzün içine bakarak söylenen yalanlardan geçilmiyor. Egemenlerin yapabildiği felaketi fırsata çevirmek, yani tüccar siyaseti. Ama bu icraatın bir adı zaten var: Yağma.
Sömürgeler önce yağmalanır; bu politikaya kolonyalizm diyoruz. Ama sömürgeci ülkeden gelip sömürgeye yerleşenler, çoğu örnekte, eninde sonunda yağmadan farklı bir işleyişe ihtiyaç duyacaklar, var olanı tüketmekten üretmeye geçecekler, giderek yeni toprakları vatan belleyeceklerdir. Yağma ne kadar sürerse sürsün, geçici olmak zorundadır. Yönetmek başka bir şeydir.
Türkiye’de karşıdevrim, kendisinden önceki bütün toplumsal ilerlemeyi yağma konusu olarak gördü. Kamusal ekonomiyi yok ederek başladılar. Sağlığı gerçek anlamda tüketip hastaneleri sağlık turizmi kapsamına alıyorlar. Eğitimi yağmalayıp çocuk emeğine çöktükleri gibi... Her gün birkaç işçinin işbaşında öldüğünü görüyorlar ve bu sayıyı azaltmak için herhangi bir adım atmıyorlar. Her gün bir ya da birkaç kadın öldürülüyor; yargı ise katillere ceza değil indirim üstüne çalışıyor. Bir de kamu spotları hazırlanıyor: Tehlikedeki kadının çağrısına anında koşup yetişen polis teşkilatını varmış gibi gösteren bu spotlar reklam sektörüne devletten para aktarmaya yarıyor olmalı! Toplumun tamamını uyuşturucu bağımlısı haline getirmekte de bir beis görmüyorlar. Çünkü bu ülkeyle, bu toplumla kendileri arasında bir bağ kuramıyorlar, kurmuyorlar.
Bunun adı yönetmek değil. Yukarıda, dünyada kurulan Pax’lardan söz ettik ya. Britanya dünyaya parlamentarizmi, ölçü sistemini armağan ediyor, kendi içinde de, Engels’in ortaya attığı kavramla “işçi aristokrasisi” yaratıyordu. Britanya emekçileri Pax Britannica içinde bir konum elde edebiliyorlardı. 20.yüzyılda “Amerikan yaşam tarzı” beyaz eşya parası biriktirebilen emekçileri de heyecanlandırıyordu.
Bizde bunlar yok, ama dahası var. Ortalaması laik bir toplum laiklikle yönetilmiyor. 10 milyon kişinin katıldığı, çoğunluğun da yürekten desteklediği Gezi hakkında uyduruk dosyalar hazırlanıyor. Bu saçmalıklar konuşulamasın diye her gün sopa sallanıyor.
Açıkçası AKP’nin yeni bir düzen kurmak için minicik bir şansı var idiyse, o da yok oluyor.
Türkiye’de de bu düzensiz yağma bir hesaplaşmanın habercisidir. Büyük Devrimler köklü hesaplaşmadan çıkar dedim. Ama acele etmeye gelmez. Devrim gökten düşmez. Önceden kendini hissettirir, öncü sarsıntıları duyulur. Ne biz ne dünya yolun o noktasında değiliz henüz. Olsak hissederiz…
Ama yolun başka bir çıkışı da yok. Yönetmiyorlar, yönetemiyorlar. Denemiyorlar bile.
/././
Palmiye Sitesi'nin asli kusurlu sanığı ‘yaşlılık ve sağlık' gerekçeleriyle tahliye edildi ve firar etti.
Davanın asli kusurlu sanığı Hacı Mehmet Ersoy, sağlık raporu ve yaşlılık gerekçesiyle 26 Aralık 2024'te tahliye edildi ancak kısa süre sonra hakkında yeniden tutuklama kararı çıkarıldı. Ersoy, bu kararın ardından kayıplara karıştı.(https://haber.sol.org.tr/haber/palmiye-sitesinin-asli-kusurlu-sanigi-yaslilik-ve-saglik-gerekceleriyle-tahliye-edildi-ve)
***
Katı olan her şey -Ayşe Şule Süzük-
Kapitalist düzenin bugün geldiği nokta ne vadediyor bize? Artık politika bir oyun alanı, temsilî demokrasi denilen şey gösteri toplumunun şekilsiz bir yansıması.
Karmakarışık bir dünya, kafamın içi de karmakarışık. “Her şeyi yakala” (catch all) dürtüsü ile saçma bir koşuşturma içinde nefessiz ve bu durumun zorunluluğu olarak hedefsiz sürekli bir çember çiziyorum sanki. Bazen tekil “ben” bazen çoğul “biz” demek istiyorum. Çünkü bu durumun yalnızca beni sıkıştıran bir kerpeten olmadığını düşünüyorum. Her şey seyirlik hâle dönüşüyor, bunu gözlemliyorum hem çevremden hem de kendi yapıp etmelerimden. Bir kadın olarak ben John Berger’in dediği gibi “bakılma” ve “görülme” durumuna zaten yabancı değilim, toplumsal cinsiyet rolleri, toplumun dayattığı cinsiyetçi bakış ile büyürken içkinleştirdik kaçınılmaz olarak bu olguyu. Ancak bu kez sadece kadınlar değil, her cins ve cinsel yönelimden kişiler kendi özel dünyalarını çok fazla yansıtmak istiyor.
Osmanlı’nın son döneminde özellikle de Tanzimat edebiyatında yazılan romanlarda işlenen “kadınsılaşmış” erkek hikâyesi bir bakıma Batı karşısında gücünü yitirmek diğer yandan fazla batılılaşmak anlamı taşıyor. O günden bugüne öyle çok zaman geçti ki… Ama marjinalize edilen, eleştirilen ve monden bulunan durumların bir düstur hâline gelmesine tanık oluyoruz bugün.
Konuşulacak ve yazılacak çok şey var, şüphesiz.
Narsistlik mi? Evet, kendini fazlasıyla önemseme, kendinde her türden dayatmayı hak görme ve bu doğrultuda karşıdakini yönlendirme, başkası ile duygudaşlık kuramama, sığlık, böbürlenme… Bunun yanında yazık ki çok sık karşılaştığımız ve bugünün siyasetini de önemli ölçüde belirleyen kişinin yapıştığı kimlikler üzerinden var olma çabası.
Korkunç.
Bitmiyor dahası bu yapışılan kimlik üzerinden bağnazca kendinin dışındaki herkesi ötekileştirme pratiği kişileri ve siyasi hatları deforme ediyor. Bakınız çevrenize, göreceksiniz. Kimlik siyaseti yaparak aslında kimlik toplumları yaratıyor ve bu çember içinde bizleri yaşamaya zorluyorlar. Bu bir bakıma körlük siyaseti demek, bu ise bencillik ve narsistlik çağı ile çok örtüşüyor. Nihayetinde başta milliyetçilik olmak üzere her türden kimliğin üzerinde tepinmek elbette kollektif bir narsizm içeriyor.
Kapitalist düzenin bugün geldiği nokta ne vadediyor bize? Artık politika bir oyun alanı, temsilî demokrasi denilen şey gösteri toplumunun şekilsiz bir yansıması. Şımarık zenginlerin doymak bilmez hırsları, Trump ve Netanyahu’nun kutsal biraderlik gösterisi ile aba altından dünyanın ezilenlerine, yersiz yurtsuzlarına, yerden göğe kadar haklılarına kısaca bizlere sopa sallamaları gına getirdi artık. Marx, “Komünist Manifesto”da şöyle diyor: “Modern burjuva toplumu, böylesine devasa üretim ve mübadele araçlarını bir araya getirebilmiş olan bu toplum, tılsımlarla çağırdığı yer altı güçlerini artık kontrol edemeyen bir büyücüye benziyor.” Acep bugünü görse ne derdi?
Peki, ne yapmalı?
Bu VIP’lere [very importan person (çok önemli kişi)], deli evinde birbirinin sırtını sıvazlayıp gaza getirenlere, oturdukları Kafdağı’ndan aşağıya bize, böcek olarak gördükleri halka bakan zalım yeni tür liderlere bize yaptıklarını iade etmeli, dünyanın ezilenleri olarak ne istatistiki veri ne de böcek olduğumuzu gözlerine sokmalıyız.
Nasıl?
Nasılı şu: Ancak başta kendimizden başlayarak bir şeyleri değiştirmeye başladığımızda. Bizler, o çok eleştirdiğimiz kapitalist toplum içinde sürüler hâlinde tüketiyor, toplumsal ilişkileri seyirlik vodvillere dönüştürüyor, imaj denizinde derinliksiz ve sahte ilişkiler kuruyoruz. Teslim olduğumuz tüketim kültürü bizi silahsız ve savunmasız bırakıyor. Gerçek ilişkiler yerini sosyal medyaya, film platformlarına, insansızlığa ve başkası için kılını kıpırdatmama hareketsizliğine, dedikoduya bıraktıkça deli başkanlar büyüyor, şişiyor, semiriyor ve kuyrukları ile (annemin deyişi ile) kum oynuyor. Büyük siyaseti çekirdek çitleyerek izlerken kendimize hiç pay çıkarmayarak sürekli söylenip duruyoruz; mutsuzluk içinde ama gerçekten söylemeye sıra gelince sessizlik hâkim oluyor. O vakit, bu oyunu bozarak, bu sanal büyüyü etkisizleştirerek gerçek deneyimlere yönelmek gerekmiyor mu? Kesinlikle bu konuda eski tarz ilişkilere dönmek önümüze koymamız gereken hedeflerin en başında yer almalı. Yan yana, diz dize, bir arada. İşte buna örgütlülük diyorum.
Not al yavrum.
O zaman Goethe’nin Faust’undan bir bölüm:
“İşitmiyor mumsun? Aklımdan bile geçmez neşe;
döne döne sarsılmak, kendimden geçmek
benim istediğim,
en kederli aşırılıklar,
Aşkın nefreti ve hayat veren düşkırıklığı.
… zihnim
bundan böyle hiçbir kedere kapamayacak kendini;
tüm insanlığa düşen neyse,
ben de alacağım payımı, tüm yüreğimle,
taşıyacağım
zirvesinde ruhumun ve en derin kuyularında,
onların mutluluk ve kederlerini göğsümde
biriktireceğim.
ve kendi benliğimi onlarınkine bırakacağım olduğu gibi
tâ ki ben de sonunda onlar kadar yıkılıncaya dek.”
/././