SÖZCÜ "Gündem" -11 Şubat 2025-

İstanbul'da belediyelere yeni operasyon...

İstanbul Kartal ve Ataşehir Belediye Başkan yardımcıları ile Tuzla, Fatih, Adalar, Şişli Beyoğlu, Fatih belediye meclis üyelerine gözaltı kararı.(https://www.sozcu.com.tr/son-dakika-chp-li-belediyelere-yeni-operasyon-p138107)

                                                           ***

AKP’den aday oldu ihaleleri kaptı -Deniz Ayhan-

AKP’li Mehmet Zeki Peker’in şirketi Zey Yapı, 14 milyar liralık kamu ihalesi aldı. Son ballı sözleşme 4.4 milyar liralık Akdeniz Üniversitesi hastanesi oldu.(https://www.sozcu.com.tr/akp-den-aday-oldu-ihaleleri-kapti-p138094)

                                                              ***

AKP’de Ayhan Bora Kaplan krizi çıktı -Veli Toprak-

AKP’nin yeni Kadın Kolları Başkanı’nın eşi Fatih Akgül’ün, Ayhan Bora Kaplan’la ilişkisi ortaya çıktı. ABK’ya verilen 150 milyon liralık usulsüz kredi için Akgül’e tedbir konulmuş.(https://www.sozcu.com.tr/akp-de-ayhan-bora-kaplan-krizi-cikti-p138098)

                                                             ***

Gri pasaport skandalı! 3 sanık beraat etti, dava kapatıldı -Evren Demirdaş-

SÖZCÜ’nün ilk gündeme taşıdığı 2020 yılında Malatya’nın AKP’li Yeşilyurt Belediyesi’nin "Çevreye Duyarlı Bireyler Yetiştirmek" başlığı ile hazırladığı projeye dahil edilerek Almanya'ya gönderilen 90 kişinin Türkiye'ye dönmemesine ilişkin başlatılan “Göçmen Kaçakçılığı Soruşturması” sonuçlandı. 3 sanık hakkında beraat verilmesinin ardından gerekçeli karar açıklandı.(https://www.sozcu.com.tr/gri-pasaport-skandali-3-sanik-beraat-etti-dava-kapatildi-p138046)

                                                                    ***

SÖZCÜ

soL "Köşebaşı + Gündem" -10 Şubat 2025 -

 

Kamucu sağlık için ileri!-Atilla Özsever-

Hekimlerin düzenlediği sempozyumda, AKP’nin “Sağlıkta Dönüşüm Programı”nın çöktüğü, yerine kamucu–toplumcu bir sağlık sistemine geçilmesi öngörüldü. Sağlıkta özelleştirmenin son bulduğu, herkese eşit, ücretsiz ve nitelikli sağlık hizmeti ile birlikte hekimlere özlük hakları güvenceli bir model önerildi.

Türk Tabipleri Birliği (TTB) ile İstanbul Tabip Odası’nın (İTO) dün Kadıköy Barış Manço Kültür Merkezi’nde ortaklaşa düzenlediği sempozyumda AKP’nin sağlık politikaları masaya yatırıldı ve yeni bir model önerildi.

“Sağlık Sisteminde Çöküş, Kamucu-Toplumcu Çıkış” başlığını taşıyan sempozyumda, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından itibaren uygulamaya koyduğu “Sağlıkta Dönüşüm Programı”nın çöktüğü vurgulandı.

Hekim örgütleri, mevcut sistem yerine herkese eşit, ücretsiz ve nitelikli bir sağlık hizmeti sağlayan, koruyucu hekimliğe önem veren, hastalara yeterli süre ayırabilen, sağlığın ticarileşmediği, hekimlere güvenceli özlük hakları sağlayan bir model önerisini ortaya koydular.

Toplantının sabahki oturumunda, üniversite ve Sağlık Bakanlığı hastanelerinden özel hastanelere, birinci basamaktan acil servislere değin hekimlerin sorunları gündeme getirildi. Öğleden sonraki oturumda ise, sağlık hizmetlerinin finansmanı ve kamucu-toplumcu bir sağlık sisteminin nasıl olması gerektiği ve mücadele yöntemleri üzerinde duruldu.

Hekimlerin ve sağlık çalışanlarını büyük ilgi gösterdiği sempozyum, yedi saat gibi bir süreyi kapsadı ve toplantıya katılanlar da sunumların sonunda soru ve katkılarıyla önerileri zenginleştirdiler.

Sağlık sistemi çöktü

Konuşmacıların sunumlarının yanı sıra ve Türk Tabipler Birliği’nce hazırlanan broşürde, başka bir sağlık sisteminin mümkün olduğu vurgulandı. Toplantıda, AKP’nin işbaşına gelmesiyle birlikte “Sağlıkta Dönüşüm Programı” adı altında SSK hastanelerinin tasfiye edildiği, sağlık ocaklarının kapatılıp “Aile Hekimliği” modeline geçildiği hatırlatıldı.

Sağlık Bakanlığı’nın hastaneleri işletmelere dönüştürdüğü, çalışanlar açısından taşeronlaşmanın yaygınlaştırıldığı belirtildi. TTB’nin broşüründe, daha sonra şöyle denildi:

“Kamu-Özel Ortaklığı Modeli ile yirmi beş senede bütçeye 142 milyar dolar yük getireceği hesaplanan hasta garantiyi şehir hastaneleri kuruldu. Sosyal Güvenlik Kurumu, özel hastanelerden sınırsızca ve kuralsızca hizmet almaya başladı, özel sağlık sektörü kamusal kaynaklarla beslenerek büyütüldü.”

Yüksek hasta talebi ve özel hastanelerin rekabeti karşısında insan gücünü de kaybeden kamu sağlık sisteminin günümüzde tamamen çöktüğü vurgulandı. Günlerce, aylarca hastane randevusu alınamayan yurttaşların durumu, günde 100 hastaya bakmaya zorlanan doktorların beş dakikaya sıkıştırılmış muayene süreleri, hekim ve diğer sağlık çalışanlarına yönelik şiddet görüntüleri birer, birer ortaya kondu.

Kâr amaçlı piyasa koşullarına terk edilen sağlık sisteminin “Yenidoğan Çetesi” adı altında bebek katline kadar sonuç doğurduğu, hastanelerin birer ticarethane, hastaların da müşteri haline getirildiği, hekim ve sağlık çalışanlarının ise ücretli kölelere dönüştürülmek istendiği bir durumun ortaya çıktığı sergilendi.

Kamucu-toplumcu model

Hekim örgütleri ve konuşmacılar, başka bir sağlık sisteminin mümkün olabileceğini belirterek kamucu-toplumcu bir sağlık sistemi için öngörülen modeli şöyle özetlediler:

  • Sağlıkta özelleştirmelere derhal son verilmelidir,
  • SGK, özelden hizmet almayı durdurmalıdır,
  • Genel bütçe başta olmak üzere kamusal kaynaklar, sağlık hizmeti için kullanılmalıdır,
  • Koruyucu hekimliğe ve birinci basamak hizmetlerine öncelik verilmelidir,
  • Hekimlerin hastalara yeterli muayene süresi sağlanmalıdır,
  • Hekimlere ve diğer sağlık çalışanlarına hem çalışırken, hem de emeklilikte insanca yaşayabilecekleri özlük hakları temin edilmelidir,
  • Sağlıkta şiddeti durduracak güvenlik önlemleri ve yasal mevzuat harekete geçirilmelidir.

Sempozyum sonunda son konuşmayı yapan TTB Başkanı Prof. Dr. Alpay Azap, hukuksal mücadeleye önem vermelerinin yanı sıra alternatif sağlık politikaları konusunda da çalışma yaptıklarını, diğer sağlık örgütleri ve sendikalarla da daha sıkı dayanışma içine gireceklerini belirtti.

TTB Başkanı Alpay Azap, halkın daha yakın desteğini sağlamak için çaba göstereceklerini, medya ve kamuoyunda daha görünür hale gelme yönünden de etkinliklerini artıracaklarını söyledi.

                       TTB Merkez Konseyi Başkanı Dr. Alpay Azap

Beyaz yürüyüş

TTB, “Başka Bir Sağlık Sistemi, Başka Bir Hekimlik Mümkün” sloganı ile bir mücadele programı açıkladı. Bu programa göre, 25 Şubat’ta İstanbul’dan başlayıp 1 Mart Cumartesi günü Ankara’da sonlanacak bir “Beyaz Yürüyüş” de gerçekleştirilecek.

Yürüyüşün sonunda Ankara’da “Büyük Hekim Buluşması” var. 14 Mart Tıp Bayramı vesilesiyle de tüm Türkiye’de ve tüm sağlık kurumlarında mücadele programının yeni aşaması gündeme gelecek. Sağlıkçıların tanımıyla muhtemelen bir G(ö)REV ufukta gözüküyor…

                                                        /././

Politikleşmiş işyeri: Hayatımızı kazanırken kaybetmemek için -Gamze Yücesan Özdemir-

Bugün iş cinayetlerinin kader ve fıtrat olmadığını yüksek sesle söylemenin tek yolu, politikleşmiş işyerlerinden geçiyor.

Gün geçmiyor ki, ülkenin bir yerinden işçi ölümü haberi gelmesin. İş cinayetleri en derin, en yakıcı, en kahredici sorun. İşçiler arasındayken şunu duyuyorum, “Bize iki seçenek sunuluyor, ‘ya açlıktan öleceksiniz, ya da çalışırken öleceksiniz’, yani ya ölmek ya da ölmek.” Hayatımızı kazanırken kaybetmemek için tek seçeneğimiz var: Politikleşmiş işyeri. Açıktır ki sermayenin kâr hırsı ile şekillenen rekabet ve birey odaklı yıkıcı günlük hayat normları karşısında politikleşmiş işyeri, bugün artık her şeyden önce işçinin hayatını koruması/kurtarması için gereklidir.

Politikleşmiş işyeri düşüncesi, işyerinin sadece üretime dönük ilişkilerin değil, aynı zamanda üretim dışındaki toplumsal ilişkilerin de üretildiği bir alan olduğuna dayanır. Eğer korunacaksa işçinin ve ailesinin sağlığı, güvenliği, geçimi, güvencesi yani bir bütün olarak yaşamı, üretim noktasından başlayarak korunmalıdır. Politikleşmiş işyeri derken işyerini teknik bir alan değil sınıf mücadelesinin sürdüğü bir alan olarak görmeyi ve işçiyi de salt birey değil sınıfın bir üyesi olarak görmeyi vurguluyorum.

İşin yeri sınıf mücadelesinin yeridir. Burjuva bilimleri bu yeri teknik bir alan olarak ele alır; işçi sağlığını ya da onların son dönem geliştirdiği tanımla “iş sağlığını” hukuki bir uğraş alanına çevirir. Bu alanda her şeyin para cinsinden karşılığı bulunur, ölümünüz bilimsel olarak hesaplanır. Burjuva bilimleri, işyeri olarak bilinen teknik alanı, bireysel işçinin bireysel hareketlerini esas alarak sermaye ve teknoloji eliyle örgütler. İşçi sağlığına yönelik düzenlemeler teknokratik uygulamalar izlenerek yapılmalıdır. Üretim faaliyeti bireysel işçilerin hareketlerinin toplamı olsaydı bu hesaplar anlaşılır olabilirdi belki. Ama öyle değildir. İşyeri, sınıfın kolektif faaliyetinin ve diğer sınıf karşısındaki varlığının üretildiği yerlerden biridir. İşyeri, sınıf mücadelesinin yeridir.

İşçi sağlığına yönelik düzenlemelerde, işçi sınıfına denetim ve söz hakkı tanınmaz ve bu da işyerinin ve üretimin bilgisinin sermaye tekelinde olmasına dayanır. Burjuva bilimleri, üretim noktasını iktisadi yapının ana unsuru olarak görürken, tüm siyasal ve ideolojik alanları üretim noktasının dışına atar. İşyerini böyle tanımlamak, işçi sınıfının mücadele zemininin doğrudan sermayeye terk edilmesini istemektir.

Buna karşı bir kez daha söylemek gerekir ki, işin yeri en az işin kendisi kadar kolektiftir, en az onun kadar toplumsaldır. Burası siyasetin, siyasi pratiklerin ve diğer toplumsal ilişkilerin üretildiği bir alandır. İşçi sağlığı, işyerinde üretilen ve yeniden üretilen toplumsal ilişkilerden soyutlayarak anlaşılamaz. İşçi, sağlığını kaybetme tehlikesine kolektif emeğin bir parçası olarak maruz kalır. İşçi sağlığı kapitalist sisteme içkin sermaye birikim süreçleri ile emek ve sermaye sınıflarının güç dengeleri içerisinde belirlenir.

Kapitalist üretimin amacı işçinin ücretini karşılamak için gerekli emek miktarını azaltmak ve artı-değer yaratan emek miktarını çoğaltmaktır. Sermaye, artı-değeri çalışma saatlerini uzatarak, işçileri aynı üretim süresi içerisinde daha fazla emek sarf etmeye zorlayarak ya da emek verimliğini artıracak teknolojiyi üretime sokarak artırabilir. Dolayısıyla işyeri, daha çok kâr ve sermaye birikimi için çıkarları çatışan iki sınıfın; emek ve sermaye sınıflarının mücadelesine sahne olur. Artı-değer yaratmaya yönelik uzun çalışma saatleri, hızlandırılmış teknoloji ve artan emek yoğunluğu, kapitalist toplumlarda var olan çelişkiyi gözler önüne serer: İşçi sağlığı ya da daha fazla kâr.

Teknokrat bir yaklaşımla hazırlanan ulusal ve uluslararası standartlar, artı-değer yaratmaya yönelik uzun çalışma saatlerini, hızlandırılmış teknolojiyi ve artan emek yoğunluğunu kabul eder ve tüm bu kabuller üzerinden işçi sağlığını düzenlemeyi amaçlar. Oysa ki işçi sağlığına yönelik talepleri ve düzenlemeleri ancak sınıf iradesi şekillendirebilir. Sınıf iradesi, kendi hayatına sahip çıkacak ve yaratıcılığına, enerjisine inanarak geleceği biçimlendirebilecek bir iradedir. İşçi sağlığını sarih bir şekilde ifade ederek ortaya koymayı, taleplere dönüştürmeyi ve bir program çerçevesinde yeniden biçimlendirmeyi irade olarak tanımlayabiliriz.

İşçi birey değil sınıfın bir üyesidir. İşçi sağlığına yönelik burjuva bilimleri “birey”i temel alır. Bu bireyin bireysel güvenliği söz konusudur. Sermayenin etkinlik ve verimlilik konusundaki baskısını hiç sorunlaştırmadan, bireysel güvenliği için tek başına çaba gösteren bir “birey”dir aslolan. Bu “birey”in sorumlulukları vardır: Hata yapmamak ve dikkatsiz davranmamak.

“Birey”in başına gelen, şansla ilişkilendirilir. “İş kazası” işyerinde işçinin karşı karşıya kaldığı, istenmeyen, beklenmeyen ve/veya şanssızlık sonucu meydana gelen bir olaydır. Nihayetinde o bir kazadır. Kaza dediğimiz şey de şanssızlık sonucu meydana gelir. Oysa ki, “şans” sınıfsaldır. Diğer bir deyişle ait olunan sınıf, üretim sürecindeki yerinizi belirlediği gibi iş kazasına maruz kalma “şans”ınızı da doğrudan belirler.

“Birey” kaderle de ilişkilendirilir. İş cinayetleri “işçinin kaderi” ya da “işin fıtratı” olarak ifade edilir. Bugün iş cinayetlerinin kader ve fıtrat olmadığını yüksek sesle söylemenin tek yolu, politikleşmiş işyerlerinden geçiyor.

Sonuç olarak işçi sağlığı, üretim noktasına içkin, sınıf mücadelesinin konusu olan siyasal ve ideolojik bir alandır. Politikleşmiş işyerinde işçi sınıfının iradesini koymasının yollarını, imkanlarını, pratiklerini aramalı ve örgütlemeliyiz. Hayatımızı kazanırken kaybetmemek için…

                                                              /././

Hakkı’nın hakkını kim çiğnedi?-Engin Solakoğlu-

Peki, hakkı yenen Hakkı Bey, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki limanlarının hangi yabancı şirketlerin ellerinde olduğunu biliyor mudur? Bence o “detay”ı atlamış olabilir.

Suriye’deki gelişmeler iki eksende sürüyor. Bunlardan birincisi sahada yaşananlar kuşkusuz. HTŞ yönetiminin ülkenin neresini ne kadar kontrol ettiği bir muamma. Özellikle Aleviler ve daha küçük ölçekte Şiilere dönük saldırılar devam ediyor. Bunlarla ilgili bir örüntü var. Silahlı ve maskeli birileri gelip Alevilerin azınlık olarak yaşadıkları yerlerde önceden belirlendiği anlaşılan evleri basıyor, bir ya da birkaç kişiyi kaçırıyor ve arazide infaz ediyor. HTŞ’nin sözde kolluğu ise birkaç saat sonra gelip “olayın HTŞ”yle ilgili olmadığını, faillerin soruşturulacağını” söyleyip gidiyor. Hipster sakallı yeni nesil ve “makbul” cihatçıların Batılı avukatları ise hemen yetişip bunların münferit hadiseler olduğunu söylüyorlar. 

Arazideki bir diğer çatışma ise Lübnan sınırında yaşanıyor. Kaçakçılık yaptığı söylenen Şii gruplar ile HTŞ güçleri çarpışıyorlar. Hizbullah’ın meseleye dahil olup olmadığı ise çok net değil. Yukarıda sözünü ettiğim İsrail/ABD uzantısı çevreler Hizbullah’ın uyuşturucu kaçakçılığı yaptığını ve bunu önlemek isteyen “iyi niyetli” HTŞ kuvvetleriyle çatıştığını ileri sürüyorlar. Bölgeyi biraz daha yakından bilenlerin iddiası ise, sınır bölgesinde gerçekten uzun yıllardır kaçakçılıkla iştigal eden kimi Şii grupların bulunduğu ancak bunların Hizbullah’la bir ilişkisi olmadığı, HTŞ’nin ise o bahaneyle Hizbullah mevzilerine saldırdığı yönünde.

İkinci ve daha dallı budaklı kol ise diplomasi. Suriye’nin başına getirilen Colani’nin Akepe Genel Başkanı’nın konuğu olarak Ankara’da ağırlanması iki rejim arasında en üst düzeyde ilişki kurulduğunu teyit etmiş oldu. Colani’nin dünyanın birçok ülkesi ve Türkiye’de aranan bir terörist olduğu gerçeği halının altına çoktan süpürüldü. Suriye’de kendisini Cumhurbaşkanı ilan eden Colani’nin Ankara ziyareti sırasında nelerin görüşüldüğü de bir muamma. Yandaş basına bakılırsa Türkiye’ye birkaç yerde askeri üs verilmesi dahi ele alınmış. Hava sahası da Türkiye’nin denetiminde olacakmış. İlk bakışta bunlar acıkmış tavuğun arpa ambarına dair düşleri olarak önemsenmeyip geçilecek lakırdılar gibi görünebilir.

Ben o kadar basit olduğunu sanmıyorum. Bu haberlerin köpüğünü ayırıp içeriğine dair fikir yürütmeye çalışmak daha doğru olur. HTŞ ve Colani’yi iktidara taşıyan uluslararası koalisyonun Suriye için yaptığı “master plan”da Akepe rejimine hangi işlevin verileceği tartışılmış olabilir. Bunların arasında HTŞ çetelerinin bir silahlı kuvvete yani orduya dönüştürülmesi mutlaka yer alıyor olsa gerektir. Ne de olsa Akepe bu konuda deneyim sahibi bir iktidar. O deneyimden söz etmişken Suriye Milli Ordusu denen yapının da HTŞ’nin ana gövdesini oluşturacağı bu silahlı kuvvete katılma kararını aldığını anımsayalım. Bu yeni “ordu”nun eğitiminin artık Suriye’de gerçekleşmesinin önünde bir engel yok. O halde belirli askeri üslerin TSK’nın eğitim merkezlerine dönüştürülmesi mümkündür. Ancak bu olgu ile “Türkiye’nin Suriye’deki hava üsleri” kurması arasında uzun mesafe var. Toparlarsak, Türkiye’nin Suriye’de eğitim amaçlı görünen bir asker varlığı bulunacak ancak bunlar hava üssü filan olmayacaktır. Hava sahası kontrolü ise çok uzaklarda bir hayal olarak kalır.

HTŞ ile SDG arasındaki görüşmeler de sürüyor. Her iki tarafın da çok sayıda amiri  var. Bu amirlerinin en azından bir kısmının ortak olduğunu herkes biliyor. ABD, İngiltere ve Fransa bunların önde gelenleri. Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un Colani’yle bu hafta yaptığı telefon görüşmesi ve kravatlı cihatçı lideri Fransa’ya davet etmesi iki açıdan önemli. Bunlardan birincisi elbette HTŞ ve SDG arasındaki müzakereye dönük bir baskı/etkileme çabasını göstermesi. İkincisi ise parsel parsel satılacak Suriye’den pay alma isteğiyle doğrudan ilintili.

Macron’un Colani’yle bu ilk temasını Akepe Genel Başkanı’yla görüşmesi takip etti. Fransa tarafından yapılan kısa açıklamaya bakılırsa, Macron o görüşmede öncelikle “depremzedelere destek olmayı sürdüreceğiz” mesajı vermiş. Ne yaptıklarını bilmiyorum ama pek zarif bir davranış. Açıklamanın devamında Suriye konusunun konuşulduğu ve özellikle de “DAEŞ’le mücadeleye ve Suriye muhalefetinin Kürt savaşçılar da dahil bütün unsurlarının bu mücadelede yer almalarının önemine” vurgu yapıldığı belirtiliyor. Görüşmede Macron iki ülke arasındaki ilişkilerde pozitif gündem geliştirilmesi dileğini de yeniden iletmiş.

Suriye meselesinden biraz ayrışmakla birlikte bu pozitif gündem ifadesine biraz eğilmekte yarar var. Bir süredir Türkiye’nin AB’nin hızlanan silahlanma faaliyetine katkı verme arzusu gündemde. Geçen ay Fransa’nın bu konuda sürdürdüğü engeli kaldırdığı, Türkiye’nin Avrupa’nın üretmek niyetinde olduğu yeni nesil avcı uçakları projesine destek vermesinin tartışıldığı Fransız basınında yer buldu. Bir diğer haber ise Baykar’la ilgiliydi. Fransa Dışişleri Bakanlığı'nın fonlandığı Jeune Afrique  dergisinin paylaştığı habere göre, Baykar Fas’ta bir SİHA/İHA tesisi kuracakmış. Haberde muğlak bırakılan kısım bunun lojistik bir merkez mi yoksa gerçekten bir üretim tesisi mi olacağı. Her koşulda böyle bir tesisin Baykar’ın Afrika pazarındaki ağırlığını artıracağı tahmine müsait. Bu aşamada önemli olan konu, Fas gibi, ABD ve Fransa’dan icazet almadan hiçbir diplomatik adım atmayan bir ülkenin böyle izni nasıl verebildiği. Bu gelişmeyi, Fransa ile Türkiye arasında özellikle Avrupa savunması konusunda yaşanan yakınlaşmayla bağlantılı görmek çok abes olmaz sanırım.

Türkiye’de enayi silkeleme kabilinden pazarlanan sözde “bağımsız” ve “antiemperyalist” dış politika yürütüldüğü söyleminin gerçekle sınandığı bir döneme tanıklık ediyoruz aslında. Yıllardır bu söylemin bir parlak bir kabuktan ibaret olduğu, Akepe ve birlikte hareket ettiği Türkiye sermayesinin özgül emperyal hedeflerinin emperyalist kampın açtığı alanları azami ölçüde kullanmak ve uyarına gelirse bir miktar genişletmekle sınırlı olduğunu söyleyenleri bilmem kaçıncı kez doğrulayan işaretler bunlar. 

Trump’ın Gazze’den “Riviera” yaratma “procesi” görünümlü tehcir fikrine uzun süre sessiz kalmanın arkasında da aynı gerçekliğin büyük bir parçasını görebiliriz. İktidarda olmadan hayatta kalamayacak siyasi akımların bir tür kalecinin penaltı anındaki endişesini1 taşımasını olağan karşılamak gerekir ne de olsa!

Diplomatik alanda yaşanan bağlantılı bir başka gelişme de MİT Başkanı Kalın’ın İran ziyareti. Ziyaretin Suriye’nin paylaşıldığı ve İran’dan arındırıldığı, benzer bir çabanın Irak için de gündemde bulunduğu, ayrıca dini lider Hamaney’in “ABD’yle görüşen taş olsun” mealindeki çıkışının gerçekleştiği günlere denk düşmesi ilgi çekici. Önümüzdeki dönemde ABD/İsrail ve çete arkadaşlarının hedefine girmesi sürpriz olmayacak İran’a yapılan bu istihbarî ziyaretin salt o konuyla değil, Türkiye’de devam eden Öcalan süreciyle de bağlantılı olması güçlü  bir olasılık.

Geçen haftanın Suriye merkezli gelişmelerini özetlemeye çalıştıktan sonra bir de başlığa esin kaynağı olan “Hakkı”nın durumuna bakalım. Somut olay şu: Suriye’nin Lazkiye limanının konteyner terminalinin işletilmesi bir Fransız şirketine verilmiş. Firmanın adı CMA CGM. Dünyanın üçüncü büyük konteyner taşımacılığı şirketi olarak biliniyor. Haberlerden çok net anlaşılmamakla birlikte benim aldığım izlenim bu şirketin geçmişte de muhtemelen Suriye’ye yönelik yaptırımlar devreye girene kadar  o limanı işletmiş olduğu. Zira sözleşmenin yeni koşullarla yenilenmesinden söz ediliyor. 
Esasen bunda şaşılacak bir şey yok, Suriye -kimi iyi niyetli dostların düşündükleri gibi- Beşar Esat döneminde de sosyalist bir ülke değildi. Konumuz o değil elbette. Esas konumuz “Hakkı’nın çiğnenen hakkı”.

Monşerlik gereği Hakkı Bey diye adlandıracağımız, boş zamanlarında elindeki sopayla halkımıza strateji öğretmeyi görev edinmiş bu “çok muhalif” kişi sözleşmenin imzalanmasından çok incinmiş! Hakkı Bey sosyal medyada özetle şöyle bir paylaşım yapmış:

“Bu sözleşme Türkiye’nin hakkıydı. Türkiye bu konuyu not etmeli.”

Lazkiye limanının konteyner terminalinin işletmesini alan şirketin yüzde 24 hissesinin bir Türk holdingine ait olduğunu bildiğinden emin değilim ama Hakkı Bey Suriye’yi, ekranlarda muhalif pozu kestiği iktidarın fethettiğini düşünüyor olmalı ki kılıç hakkının peşine düşmüş. Rezaleti, skandalı görüyor musunuz? Hakkı’nın hakkını yemişler! Nerede yemişler? Suriye’de yemişler. Hay Allah!

Peki, hakkı yenen Hakkı Bey, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki limanlarının hangi yabancı şirketlerin ellerinde olduğunu biliyor mudur? Bence o “detay”ı atlamış olabilir. Biliyor olsaydı, belki Kuleli Askerî Lisesi’nden beri kim bilir kaç kez söylediği Harbiye Marşı’nda “kanla, irfanla kurulduğu” anımsatılan Cumhuriyetin limanlarının yerli ve yabancı tekellerin elinde olmasından rahatsızlık duyar ve bunu not eder, başka bir ülkeden koparılacak savaş ganimeti az geldi diye feryat etmezdi.

Hakkı Bey’e haksızlık da etmeyelim. Kendisi yalnız ve ayrıksı sayılmaz. Salt iktidar cenahında değil, karşısında durduğu söylenen cenahta da aynı anlayışı paylaşan birçok “analist” var. Sermaye genişlemek istiyorsa, onlar da istiyorlar. Sermaye talan peşindeyse, onlar da ellerinde sopalarla komşu ülkelerin nasıl işgal edilebileceğini, nasıl paylaşılacağını iştahla anlatıyor, ganimetin azlığından yakınıyorlar.

Bu güruh, sermaye izin vermeyeceği için refah ve eşitlik sağlamaları mümkün olmayan Türkiye halkını savaş uçurumuna sürüklemek uğruna hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyor.

Halka ellerine sermayenin tutuşturduğu sopayı haritalar üzerinde sallayarak hayal satanlarla her an ve mümkün olan her mecrada mücadele etmek, halka yalan söylemenin suç olduğu bir düzen için mücadele etmek işte bu yüzden öncelikli bir yurtseverlik görevi.

  • 1

    Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi, Peter Handke’nin bir romanıdır. İçeriğinden çok başlığıyla sürekli hatırladığım bir yapıttır. Aynı  isimle sinemaya da uyarlanmıştır.

  • soL

  •                                      

CUMHURİYET "Köşebaşı + Gündem" -10 Şubat 2025-


Almanya’da büyük tehlike -Ergin Yıldızoğlu-

Gazze’de soykırım, ABD’de faşizm, Türkiye’de aniden artmaya başlayan baskı derken önemli bir konuyu gözden kaçırmayalım: 23 Şubat 2025’te Almanya, son yılların en kritik federal seçimlerinden birini yaşayacak. Seçim sonrasında şekillenecek siyasi tablo, sadece Almanya’nın iç politikasını değil, Avrupa ve dünya siyasetini de derinden etkileyecek.

KOALİSYON KRİZİ KAPIDA

Sosyal Demokratlarla Yeşillerin koalisyon hükümetinin çökmesiyle gündeme gelen bu erken seçimler demokrasiye, siyasi istikrara yönelik ciddi riskleri beraberinde getiriyor. Bu risklerin başında, Alternatif für Deutschland (AfD) adlı faşist partinin ikinci parti konumuna yükselmesi.

Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi (CDU), Federal Meclis’te en çok iskemleye sahip parti olacak gibi görünse de tek başına iktidara gelmesi beklenmiyor. CDU, AfD’yi dışlamak için Sosyal Demokrat Parti (SPD) ve Yeşiller ile, diğer bir deyişle, politikalarına son vermeyi vaat ettiği iki partiyle koalisyon kurmak zorunda kalacak. CDU mali muhafazakârlığı giderek sertleşen bir göçmenler politikasını savunurken SPD ve Yeşiller daha çok sosyal harcamaları, yeşil enerjiyi, insan haklarını gözetmeye çalışan (ama giderek sertleşen) bir göçmenler politikasını destekliyor. SCU, SPD ve yeşiller arasındaki ideolojik farklılıklar, istikrarlı bir koalisyon hükümeti kurmayı çok zorlaştırıyor.Bu koalisyon kurulabilse bile ortaya çok kırılgan bir hükümet çıkacak. CDU politikalarını sulandıracak, taraftarlarında düş kırıklığı yaratacak. Bu kırılgan hükümet karşısında, AfD, hem bu düş kırıklığından hem de ana muhalefet partisi konumuna yükselmiş olmaktan yararlanacak. CDU’nun AfD ile asla işbirliği yapmayacağını iddia etse bile koalisyon kurma çabaları başarısız olursa ya da kurulduktan sonra dağılırsa CDU’nun yeni koalisyonu AfD’ile kurması olasılığı zayıf değil.

AFD, DEMOKRASİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER

AfD, özellikle Almanya’nın doğu eyaletlerinde güçleniyor, göçmen karşıtı söylemiyle oy oranını artırıyor. Partinin Avro bölgesine karşıt tavrı, Nazi döneminin yeniden yorumlanmasıyla ilgili tartışmaları, Avrupa Birliği’nden uzaklaşma planları, Elon Musk’ın verdiği destek, Almanya’da demokrasiyi tehdit ediyor. CDU lideri Friedrich Merz’ın, AfD’nin yükselişini durdurmak için muhafazakâr seçmenleri kazanmaya çalışırken önerdiği daha sert göç politikaları, tam tersi bir etki yaratıyor.

AfD’nin yükselmesinin hızlanmasında, göçmen karşıtı havanın, artan ırkçılığın yanı sıra Almanya’nın ekonomisindeki uzun durgunluk, enerji maliyetlerinin yüksek seyretmesi ve sanayi üretiminde düşüş önemli bir rol oynuyor. Bu koşullarda seçmen giderek ekonomik kaygılara odaklanırken AfD’nin ucuz enerji için Rusya ile ilişkileri düzeltme, sanayiyi canlandırma adına küresel ısınmaya karşı önlemleri ikinci plana itme önerileri ilgi çekiyor, CDU, şirketler için vergi indirimi ve yatırım dostu politikalar sunarken, SPD ve Yeşiller’in yeşil enerji yatırımlarını savunmaları, iki farklı ekonomi politikası eğilimini temsil ederken CDU ile AfD politikaları arasındaki benzerlikler giderek artıyor.

Seçimler, Almanya’nın NATO’daki rolü, Ukrayna savaşına verdiği destek, ABD ile ilişkileri açısından da kritik. AfD NATO’yu, NATO savunmada kaldığı sürece destekleyeceğini, ABD üstlerinin, nükleer silahlarının Almanya’yı terk etmesi gerektiğini savunuyor. AfD Avrupa Birliği’nin ulusal egemenliği sınırlayan bürokratik yapısından yakınıyor: Reform olmazsa çıkmaktan, Alman Mark’ına dönmekten yana. AfD liderleri sık sık, Almanya’nın Rusya ve Çin ile ekonomik ilişkilerini geliştirmesinin ucuz enerji ve dış pazarları koruma bağlamında önemini vurguluyorlar. AfD’nin yaklaşımını, CDU’nun muhafazakâr dış politikasının, Almanya’nın Avrupa Birliği liderliğindeki rolünü zayıflatma riskiyle birlikte düşününce, korumacılık dalgası yükselirken Almanya’nın transatlantik ilişkilerinde de bir kriz yaşama olasılığı artıyor.

AfD’nin büyüyen gücü, merkez partilerin koalisyon oluşturmadaki zorlukları, ekonomik belirsizlikler, “Almanya, demokrasiyi, Avrupa’daki liderlik rolünü koruyabilecek mi, yoksa AfD’nin yükselişi faşizmin devlete erişmesine olanak verecek yeni bir dönemin kapısını mı açacak” gibi soruları gündeme getiriyor.

                                                       /././

‘Güçlü olan haklıdır’ çağı -Ergin Yıldızoğlu-

Modern zamanlarda, emperyalist toprak ilhakları hep “kılıfına uydurulur”, meşruiyet arayan gerekçelere dayandırılırdı. Sömürgecilik “uygarlaştırıcıydı”, BOP demokratikleştirecek, terörün kültürel ekonomik köklerini kazıyacaktı. Hitler bile Polonya’ya girerken tarihsel gerekçeler ileri sürüyordu. Şimdi, Amerika First (uber alles) diyerek iktidara gelen ABD faşizmi açıkça söylüyor: Panama, Kanada ve Grönland topraklarını ve kaynaklarını istiyoruz; Gazze’yi ilhak edeceğiz halkı da başka yerde yaşasın. Artık “Güçlü olan haklıdır” (‘La raison du plus fort est toujours la meilleure’, La Fontain)! “Emperyalist Yeniden Paylaşım” çağına hoş geldiniz.

GELECEĞİN RESMİ OLARAK AFRİKA
Son 10 yıldır Afrika’da yaşananlar dünyanın nereye doğru gittiğine ilişkin önemli ipuçları sunuyor.

Afrika’da 1940’lardan bu yana görülmemiş, son on beş yılda iki kat artmış bir şiddet dalgası yaşanıyor (Wall Street Journal, 31/12 2024). Kuzey Nijerya, Somali, Doğu Kongo, Etiyopya ve Sudan’daki çatışmalara ek olarak Sahel bölgesi, El Kaide ve IŞİD gibi cihatçı grupların savaş alanına dönüştü.

Afrika’daki krizlerin temelinde, geçmişin sömürgecilik mirası olduğu kadar günümüzde, ABD, Rusya ve Çin gibi büyük güçler arasında kaynaklar ve ticaret yolları üzerine derinleşmekte olan rekabet yatıyor. Çünkü jeopolitik açıdan Afrika, 1.4 milyar nüfusa, sermaye ve mal ihraç edilebilecek, kaynak çıkarılabilecek bir mekândır. Çin, Kuşak ve Yol Girişimi (BRI) aracılığıyla Afrika’da altyapı ve ekonomik yatırımlar yaparak etki alanını genişletirken Rusya ise paralı askerler ve dezenformasyon kampanyalarıyla kendine yer açıyor. ABD Batı Afrika’daki askeri varlığını Cezayir ile geçen hafta imzalanan savunma işbirliği anlaşmasıyla derinleştiriyor. ABD uçakları Trump’ın talimatıyla Somali’de IŞİD’i bombalıyor.

Libya’nın, 2011’de NATO’nun müdahalesiyle çökmesinden sonra Sahel bölgesinde cihatçı grupların istikrarsızlaştırıcı eylemleri, dış müdahalelere için gerekçe yarattı. Rusya’nın Mali ve Orta Afrika Cumhuriyeti’ne paralı asker göndermesi, Birleşik Arap Emirlikleri’nin Sudan’daki taraflara silah sağlaması, yerel çatışmaların ateşine benzin döktü.

Büyük güçler arası rekabet aslında, “nüfuz alanları” üzerinde bir hegemonya mücadelesidir. Çin’in ekonomik yatırımları, Rusya’nın güvenlik alanındaki müdahaleleri, Batı’nın diplomatik askeri hamleleri, Afrika ülkelerini büyük güçlerin politik oyunlarının piyonlarına dönüştürüyor. Bir, “yeni-sömürgecilik” süreci daha da belirginleşiyor.

BİR KAYNAK SORUNU
Yeni teknolojilerin, yenilenebilir enerji sektörünün yükselişi Afrika’nın önemini daha da artırdı. Batı, Çin ve Rusya gibi güçler, Afrika’nın lityum, kobalt, bakır ve nadir toprak elementleri gibi elektrikli araç bataryaları, güneş panelleri ve yarı iletkenler için kritik kaynakları üzerindeki kontrolü ele geçirmek için kıyasıya rekabet ediyorlar. Bu rekabet Afrika’da ekonomik ve siyasi istikrarsızlığı daha da derinleştiriyor. Batılı şirketler, hükümetler bir taraftan Çin ve Rusya gibi aktörler diğer taraftan doğal kaynaklara erişimlerini sürdürmek için Afrika’daki zayıf yönetimleri destekliyor, baskıcı rejimlerle işbirliği yapıyor, kendi kaynakları üzerinde kontrolü sağlamak isteyen hükümetleri baskı altına alıyorlar.

Küresel ısınmanın etkileri, iklim krizi, Afrika’daki istikrarsızlığı daha da derinleştiriyor, tarımı ve su kaynaklarını olumsuz etkileyerek milyonlarca insanı göç etmeye zorluyor. İklim değişikliği, hali hazırda kırılgan olan yönetimleri daha da zayıflatırken, silahlı cihatçı gruplar, yerel milisler güçleniyor. Kuraklık nedeniyle göç etmek zorunda kalan topluluklar, yeni kaynak savaşlarının fitilini ateşleyerek çatışmaları körüklüyor. Afrika, iklim krizine en az katkıda bulunan kıtalardan biri olmasına rağmen en ağır bedeli ödüyor. Emperyalist rekabetin aktörleri, kıtanın doğal kaynaklarını daha az maliyetle ele geçirmek için çevresel krizleri de kullanıyorlar.

Bu yazıyı, Afrika yerine Büyük Ortadoğu, Asya, Latin Amerika ülkelerinden birini koyarak da okuyabiliriz. Artık, güçlü devletlerin, zayıf devletlerin topraklarına göz diktiği, “emperyalist yeniden paylaşım”, savaşlarının, faşizmin giderek kanıksandığı, güçlü olanın hep haklı olduğu bir dünyada yaşıyoruz!
                                                   /././
Trump’ın ‘güç yoluyla barış’ stratejisi -Mehmet Ali Güller

ABD Başkanı Donald Trump’ın seçimden önce ve seçimden sonra hemen her konuşmasında vurguladığı “Amerika’yı yeniden büyük yapma”, bir doktrinden ziyade hedeftir. Trump’ın konuşmalarında işaret ettiği “güç yoluyla barış” ise Ronald Reagan döneminden kopyaladığı o hedefe ulaşabilmenin stratejidir.

Tabii soru şu: Trump’ın 2025 ABD’si, Reagan’ın 1981 ABD’sinin “güç yoluyla barış” stratejisini izleyebilir mi?

REAGAN'IN EKONOMİ GÜCÜ
Yanıta geçmeden belirtelim: Burada kastedilen barış, sözlük anlamındaki barış değil elbette; üstündeki diplomatik yaldızı kazıdığımızda kelimenin anlamı “biat”a dönüşür; tıpkı ABD sözlüğünde demokrasinin ve insan haklarının işgal, kırım, katliam, darbe vb. anlamlara gelmesi gibi.

Reagan’ın “güç yoluyla barış” stratejisi, SSCB’yi güç yoluyla yenmek ve dünyaya yeni düzeni kabul ettirmek içindi.

1980’ler ABD’si bunu başardı. Başarıyı sağlayan güç, askeri güç değil, esas olarak ekonomik güçtü. ABD, SSCB’yi çevreleyerek askerileşmeye mecbur etti ve askerileşen Sovyet ekonomisini rekabet edemez hale dönüştürdü. (Kuşkusuz SSCB’nin dağılmasının başka nedenleri de var ama bu yazının konusu değil.)

TRUMP'IN HAMLELERİ
Dolayısıyla asıl soru şu: SSCB’yi ekonomik gücüyle yenerek tek kutuplu dünya kuran, yeni dünya düzeni oluşturan, Pax Americana (Amerikan barışı) sağlayabilen ABD, bugün ekonomik gücüyle aynı şeyi yapabilir mi? İşte Trump, bunu denemenin temsilcisi olarak ABD’nin başında.

Trump’ın bu konuda attığı ilk adımlarından sonuçlar aldığını söyleyebiliriz. Suudi Arabistan’a 600 milyar dolar, Japonya’ya 1 trilyon dolar yatırım yapmayı kabul ettirmesi, Panama Kanalı’na el koyma baskısı üzerinden Panama hükümetini Çin’in inisiyatifindeki Kuşak ve Yol’dan çekilmeye mecbur etmesi hanesine artı olarak yazılabilir.

Trump’ın süren hamleleri ise Grönland’ı satın almaya çalışması ve Gazze’ye sahip olma hedefini ilan etmesidir. ABD’nin İsrail’in güvenliği merkezli üç politikası, İsrail-Kıbrıs ekseni çabası, İsrail’e müttefik bir Kürt devleti kurulması ve İran’ı teslim alma ise doğrudan Türkiye’yi ilgilendiren konular.

TRUMP'IN İKİ DEZAVANTAJI
Reagan’ın iki şansı vardı: Birincisi ABD ekonomisi hâlâ yükselişteydi, ikincisi ise tek rakibi SSCB’ydi. Trump bu iki avantajdan da yoksun:

1) ABD ekonomisi yükselişte değil, tersine ekonomik liderliği Çin’le paylaşıyor. Diğer yandan doların rezerv para olma oranı ile uluslararası ticarette kullanılma oranı da azalıyor. ABD dünyanın en çok üreten ve en çok ticaret yapan ülkesi değil artık.
2) ABD’nin karşısında bu kez tek ülke değil, hasım ilan ettiği Çin, Rusya ve İran başta ülkeler grubu var. ABD’nin liderlik ettiği zenginler kulübü G7’nin karşısında BRICS var. Öte yandan ABD’nin ekonomik zorlukları, Trump’ı müttefiklerine de “düşmanlık yapmaya” zorluyor; Kanada ve AB ülkelerine yaptırım uygulaması “ekonomik düşmanlık”tır. (ABD’nin müttefiklerine “ekonomik düşmanlığı” kısa vadede sınırlı getiri sağlasa bile uzun vadede kesin kayıp demektir.) Türkiye’ye ise hem “ekonomik düşmanlık” uyguluyor hem de yukarıda işaret ettiğimiz İsrail merkezli politikaları nedeniyle Türkiye’yi fiilen hedef alıyor.

ÇİN'İN ZAMANI GENİŞ, ABD'NİN ACELESİ VAR
Kısacası Reagan’ın avantajları Trump’ta yok. Üstelik dünyanın artık emperyalizmle mücadele konusunda 40 yıllık deneyimi var. İran’ın dini lideri Hamaney’in “ABD ile müzakereyi mantıklı, akıllıca ve onurluca”  bulmadığını ilan etmesi ve bunu “yaşanılan tecrübelere” dayandırması önemli. Hamaney cephesi o tecrübeyi, “Kaddafi’nin ABD ile müzakere yapmaya güvenmesi Libya’yı harabeye dönüştürdü” diye açıklıyor. (Mehr, 8.2.2025)

Tabii Trump’ın asıl çıkmazı Çin’dir. Çin’in üç bin yıllık birikime dayanan “büyük sabrı” ve problemleri geniş zamana yayarak en az maliyetle çözme yöntemi ABD’nin açmazıdır. Çünkü Çin’in zamanı var ama ABD’nin yok!
                                                      /././
Haydut devlet -Mehmet Ali Güller-

Haydut devlet, emperyalist ABD’nin hedef aldığı ülkeleri şeytanlaştırmak amacıyla kullandığı bir kavramdır. ABD’nin resmi belgelerinde İran, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (Kuzey Kore) ve Venezüella (daha önce Irak, Libya ve Suriye) haydut devlet kategorisindedir.

ABD bu devletleri “haydut” ilan etmiştir çünkü bu devletler ABD’nin çıkarlarına direnmiş, direnmektedir. Asıl haydut devletler ise ABD’nin kendisi ile Ortadoğu’daki ileri karakolu İsrail’dir.

ABD’NİN HAYDUTLUKLARI
ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio’nun Dominik Cumhuriyeti ziyareti sırasında, Washington bu ülkedeki Venezuela uçağına el koydu. ABD daha önce de İran’ın Venezüella’ya sattığı bir kargo uçağına Arjantin’de el koymuştu.

Haydut ABD; Venezüella’nın petrol yüklü tankerlerine de el koymuştu, ortağı İngiltere ile birlikte altınlarına da çökmüştü; dünyanın en büyük petrol rezervine sahip bu ülkenin petrol üretip zenginleşmemesi için ve halkı yoksulluk nedeniyle hükümete isyan etsin diye petrol rafinerisine sabotaj düzenlemeye bile kalkmıştı. Devlet başkanları Hugo Chavez ve Nicolas Maduro’yu hedef alan başarısız darbe girişimlerinin sayısını unuttum bile.

ABD’nin yaptırımları da haydutluk örneğidir. Emperyalist ABD, kurallarını kendi yazdığı uluslararası ticarete aykırı bir şekilde hem hasım gördüğü Çin, Rusya ve İran başta pek çok ülkeye hem de müttefiki olan Kanada, Meksika ve AB ülkelerine yaptırım uyguluyor.

Trump’ın Kanada için “ABD’nin 51. eyaleti” muamelesi yapması, Meksika Körfezi’nin adını Amerikan Körfezi ilan etmesi, Panama Kanalı’na el koymaya kalkması ve Grönland’ı satılmaya zorlaması karşısında haydutluk kavramı bile masum kalır.

İSRAİL’İN HAYDUTLUKLARI
İsrail’in Filistinlilerin evlerine, topraklarına adım adım el koymasından sonra Gazze’de işi bir soykırıma vardırması ise elbette haydutluk kavramıyla açıklanamaz. Bu insanlık suçununu nitelemeye yetecek kavram yok.

Şimdi ABD ve İsrail, bu soykırıma bir de sürgün eklemeye çalışıyor. Donald Trump ve Binyamin Netanyahu ikilisi, Filistinlileri Gazze’den kovmayı ve ABD’nin Gazze’yi devralmasını planlıyorlar.

Ve bu konuda öyle küstahlar ki...

Örneğin Trump’ın Filistinlileri Gazze’den sürgün planına destek veren İsrail Savunma Bakanı Yisrael Katz adres gösteriyor: “İsrail’i suçlayan İspanya, İrlanda, Norveç ve diğerleri, Gazzelileri kendi topraklarına alsın.

İsrail’in soykırım hükümlüsü başbakanı Netanyahu, “Suudi Arabistan Filistin devleti istiyorsa kendi topraklarında kursun, geniş toprakları var” diyor.

Dün Avrupa’dan gelip Filistinlilerin yurduna çökenlerin, bugün Filistinlileri kendi geldikleri Avrupa’ya kovmaya çalışmaları, en hafifinden, bir tarafı ahlaksızlık diğer tarafı alçaklık olan insanlıkdışı bir durumdur.

Bu arada Trump’ın, İsrail Başbakanı Netanyahu için yakalama kararı çıkaran Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (UCM) yaptırım öngören başkanlık kararnamesi imzaladığını da belirtelim.

HEDEFLERİ İRAN
ABD ve İsrail’in şu anda asıl hedefi İran’dır. İsrail Başbakanı Netanyahu’nun ABD Başkanı Trump ve ABD Savunma Bakanı Pete Hegseth’le görüşmelerinde İran’a karşı yol haritası oluşturuldu.

Trump “İran’a azami baskı” kararnamesi imzaladı. Pentagon, Hegseth-Netanyahu görüşmesine dair yaptığı açıklamada, “ABD İsrail’in güvenliğine yüzde yüz bağlılığını sürdürüyor. İkili, İran’ın bölgesel güvenlik için tehdit oluşturduğu konusunda mutabık. İran’a karşı işbirliği yapılacak” dedi. Ve Washington İsrail’e yeni silahlar sevketme kararı aldı.

Bizi asıl ilgilendiren durum ise şu: Türkiye’deki açılım ile ABD’nin Suriye’deki varlığı konusu da bir yanıyla ABD-İsrail’in İran ajandasını ilgilendiriyor. Bunu da ayrıca inceleyeceğiz.
                                                 /././
Gazze’yi alan, Kaliforniya’yı verir -Mehmet Ali Güller-

ABD Başkanı Donald Trump el yükseltti: Daha önce Filistinlileri Gazze’den sürme niyetini açıklayan Trump, İsrail Başbakanı Netanyahu’yla ortak basın toplantısında “ABD Gazze’yi devralacak, oraya sahip olacağız” dedi.

Ama baştan belirtelim: Gazze’yi almaya kalkan, Kaliforniya’yı verir! Çünkü:

YAYILMACI TRUMP
Evet, Trump “Filistinlileri Gazze’den Mısır ve Ürdün’e sürme” hedefini ilan etti; Netanyahu “Ortadoğu’da Trump’la yeni harita çizeceklerini” söyledi; Trump Netanyahu’ya hak verdi, “masası Ortadoğu büyüklüğünde ise kaleminin İsrail küçüklüğünde olduğunu” belirtti; ardından Trump “ABD’nin Gazze’ye sahip olacağını” açıkladı, Netanyahu bunun “tarihi değiştirecek” önemde bulduğunu belirtti. Böylece Trump “Amerika’yı yeniden büyük yapma” programının yayılmacı içeriğine Grönland, Kanada ve Panama Kanalı’ndan sonra Gazze’yi de ekledi. Yayılmacı Trump’ın söylemesiyle Google Harita, Meksika Körfezinin adını Amerika Körfezi diye değiştirdi bile...

USAID’I YAYILMACI PROGRAMA UYARLAMA
Trump koltuğa oturmasının üzerinden daha 15 gün geçmeden, ABD’yi dört uluslararası organizasyondan çekti: Çin ve Küresel Güney’e tepki nedeniyle Dünya Sağlık Örgütü ve Paris İklim Anlaşması’ndan; Filistin’e destek verdiği için BM İnsan Hakları Konseyi ile BM Yakındoğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındılık Ajansı’ndan (UNRWA) çekildi.

Trump ayrıca “İran’a azami baskı” politikası için bir başkanlık kararnamesi imzaladı.

Trump ve Devlet Verimlilik Dairesi’nin (DOGE) başına atadığı Elon Musk’ın ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı‘na (USAID) karşı yaptığı hamleler ise kirli geçmişe sahip bu örgütü yok etmek için değil, bu örgütü daha kirli bir şekilde kullanabilmek içindir.

Evet, emperyalist ABD’nin yumuşak güç aygıtlarından USAİD özellikle 90’larda Doğu Avrupa’daki antikomünist dönüşümde, sonrasında çeşitli renkli darbelerde görev aldıysa da son yıllarda daha çok kültürel konularda çalışmaktaydı. Bunu yetersiz göre Trump ve Musk’a göre USAID bütçesinin hakkını vermiyor, ağırlıkla LGBT’lileri destekliyor!

Sonuç olarak Trump ve ekibi, USAID’i Dışişleri Bakanlığı’na bağlayıp (belki adı dahil) yeniden dönüştürerek, yayılmacı programa uygun bir şekilde kullanmak istiyor. Musk’ın USAID’i -öyle olmadığı halde- “ABD’den nefret eden radikal solcu Marksistlerden oluşan bir yılan yuvası” diye nitelemesi ise işte bu dönüşüm için gerekli olan neo-McCarthy’ciliktir.

DİJİTAL/TEKNO-NEOLİBERALİZM
Trump ve ekibi, esas olarak neoliberal programdan daha ötesini temsil ediyor. Trump’ın orkestra şefliğindeki yeni iktidar, ağırlıkla sosyal medya devleri, yeni teknoloji şirketleri, kripto paracılar, yeni finans kapital şirketlerinin doğrudan ya da dolaylı temsilcilerinden oluşuyor. (Bu sermaye ve programı için yeni bir kavramsallaştırma şart; örneğin Yanis Varoufakis’in “tekno feodalizm”i dar kalıyor bu “dijital/tekno-neoliberalizm” için.)

Son 20 yılda adım adım semirerek ABD’nin en büyük sermaye grubu haline gelen ve bugün Trump’ın arkasına dizilen bu kesim, Amerikan devlet aygıtını kendi çıkarlarına göre yeniden biçimlendirmeye çalışıyor. Trump-Musk sağcılığı üzerinde şekillenen bu girişim ise kaçınılmaz olarak ABD içindeki güç mücadelesini sertleştirecektir.

Bu mücadelenin sertleşmesi ise hem bazı eyaletlerin (aslında devletlerin) Amerika Birleşik Devletleri’nden ayrılma eğilimini hem de iç savaş riskini artıracaktır. O nedenle Gazze’yi almaya kalkan, Kaliforniya’yı vermek zorunda kalacaktır.

15 gün içinde Grönland nedeniyle müttefiki AB ile ve Gazze nedeniyle müttefiki Körfez ile gerilen ABD, asıl içeride gerilecek sorunlara gebedir.
                                                   /././
AKP’nin yeni cinliği uzay hakkı! -Jale Özgentürk-

Depremler Türkiye’nin en büyük ve en acı gerçeği. Sadece 100 yıllık Cumhuriyet döneminde resmi rakamlara göre Erzincan’da 33 bin, İzmit’te 17 bin, iki yıl önce Türkiye’nin 11 ilinde ise 53 bin 500 insanımızı hayattan kopardı.

Bugünlerde Ege’de Santorini Adası’nda yaşanması kuvvetle muhtemel depremi bekliyoruz korkulu biçimde. Ve elbette uzmanlarca “eli kulağında” olduğu söylenen muhtemel İstanbul depreminin de sırada olduğunu biliyoruz. Türkiye’ye beka sorunu yaşatabilir, yüz binlerce insan ölebilir diye tanımlanan İstanbul depremi.
Deprem sadece yapıların göçtüğü bir doğa olayı değil. Yarattığı ruhsal ve toplumsal yıkımı onarması da çok zor.

En son büyük depremin ikinci yıldönümünde Adıyaman’daydım. Depremden sonra hâlâ 22 metrekarelik konteyner kentlerde yaşamak zorunda bırakılanların çaresizliğini gördüm. Özellikle de kadın ve çocukların.

Kentte bir inşaat furyası sürüyor. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği  Bakanı Murat Kurum’un övünerek lanse ettiği “pırıl pırıl şantiyelerde” ise yeni sorunlar birikiyor.
Toplu Konut İdaresi ve Emlak Konut’un sürdürdüğü, yandaş müteahhitlere verilen ihalelerle sürmekte olan konut projelerinden kimse memnun değil. Hak sahibi vatandaş, rezerv alan ilan edilen arsalarında ne olacağını, kendisine nasıl bir maliyet çıkarılacağını bilmiyor. Çünkü bu inşaatların amacı depremzedenin başını sokacağı bir ev üretmek değil, yine rant yaratmak. AKP bu arada yeni bir kavram yaratmış: “Uzay boşluğu hakkı.” Bu yeni “cinliği   bir depremzede hak sahibi şöyle anlatıyor:

RANTTAN VAZGEÇEMİYORLAR
“Yıkılıp yeniden yapılmakta olan çarşıda beş kat izinli ama iki katını yapabildiğimiz bir yerimiz vardı. Bakanlık bize iki kat verecek ama üste yapılan üç katı kendisi alacak. Buna uzay boşluğu hakkı diyorlar. İhaleyle satacak. İhalede bizim önceliğimiz de yok. Diğer iki katın maliyeti ise bittiğinde belli olacak. Ne kadar ödeyeceğimiz belli değil.”

NEDEN ÇELİK YAPI YOK?
Bu arada kentsel dönüşümde yeniden inşa edilen konutlara da güven yok. Depremlerde en büyük sorunun yapı stoku olduğu ortada. Kahramanmaraş depreminden 6 ay sonra Japonya’da 7.4, 3 ay sonra ise Tayvan’da 7.6 büyüklüğünde depremler gerçekleşti. Bu depremlerin birinde 120 kişi, diğerinde ise 4 kişi hayatını kaybetti.
Adıyaman’da Japon deprem uzmanı Yoshinori Moriwaki’nin konferansı vardı. Bu kadar az ölümü uygun yapı stokuna bağlıyor. O bölgelerde yıkılmayan yapılar da bu çelik yapılar. Moriwaki Türkiye’nin depreme hazır olmadığını söylüyor. Betona tutkun Türkiye’de çelik yapılara neden ilgi gösterilmediğini Türk Yapısal Çelik Derneği Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Melih Şimşek’le konuştuk.

Şimşek Şubat 2023 depremlerinde hiçbir çelik yapının göçmediğini anlatıyor ve şunları söylüyor: Çelik taşıyıcı sistemleri tercih eden ülkelerin sayısı her geçen gün artarken ülkemizde konutların yüzde 1 ile 1.5 kadarı çelik yapılardan oluşuyor. Buna karşın Amerika ve İngiltere’de yapıların yaklaşık yüzde 50’si, Almanya ve Fransa’da yüzde 30’u, İran’da ise yüzde 50’sinden fazlası çelik taşıyıcı sistemle inşa ediliyor.”
Şimşek, çelik yapıların “pahalı” olduğu iddiasının ise kesinlikle doğru olmadığını söylüyor.

Geleneksel yöntemlere göre inşa edilen yapıların kısa ömürlü olduğunu da ekleyen Şimşek, “Yıkılmayacak binalar yapmak zorundayız. Senede 300 bin deprem dirençli modüler çelik konut üretilebilir” diyor.

Biz İstanbul’da yaşıyoruz ve yaşadığımız hiçbir binaya güvenmiyoruz! İktidarın sahibi AKP ise henüz gerçekleşmemiş depremin sorumluluğunu şimdiden kredi musluklarını kapadığı ve en büyük rakibi olarak gördüğü yerel yönetime atma derdinde.

Umarız bu siyasal öfkeyle yeni ve daha büyük acıları yaşamayız!
                                                   /././
Cumhuriyet


      

                                            

Öne Çıkan Yayın

Gerici Akit yazarı gençlerin spor yapmasını hedef aldı: 'PKK kadar tehlikeli' -soL-

Yeni Akit yazarı gerici Ahmet Gülümseyen gençlerin spor yapmasını ve okullarda mezuniyet törenleri yapılmasını hedef aldı. Gençlerin "s...