soL "Köşebaşı + Gündem" -18 Şubat 2025-

TÜSİAD'ın sorusuna 'jet' yanıt: Kimin yüzü gülüyor? Sabancı'nın!

Asgari ücreti açlık sınırının altına sabitleyenler "yüzümüz gülmüyor" dedi, daha fazlasını istedi. Bu talebi ete kemiğe büründüren kişi Kaya Sabancı oldu. Yatını sattı, hız motoru aldı. Tek kalemde asgarin ücretin 7 bin 500 katını cebinden çıkardı.

Patronlar kulübü TÜSİAD, dört gün önce toplandı ve AKP'ye “yönetemiyorsunuz, kendinize çeki düzen verin” mesajı verdi.

Elde ettikleri büyük kârların erimesinden korkan büyük sermaye sahipleri, çekincelerini tek tek sıraladı.

Arada Mehmet Şimşek’in ekonomi programını övmeyi ihmal etmeyen patronlar “desteklesek de her şey yolunda değil” dedi.

Peşi sıra TÜSİAD Başkanı Orhan Turan’dan şu ifadeler geldi:

“Hem sanayici mutsuz hem çalışanlar. Hem büyük işletmeler zorlanıyor hem KOBİ’ler. Hem Batıdaki girişimciler yakınıyor hem Doğudakiler. Peki kimin yüzü gülüyor?”

Turan’ın sorusuna yanıt çok geçmeden içeriden geldi.

Ülkede patron deyince akla gelen iki isimden biridir Sabancı. Servetini göz önünde tutmaktan çekinmeyen bu ailenin popüler isimlerinden biri de Kaya Sabancı.

Bugün gazetelerin magazin köşelerinden kendini hatırlatan Kaya Sabancı, yüzü gülenler arasında yer aldığını gösterdi.

Şimdiden yaza hazırlanan Sabancı, yatını satıp Miami’den yeni bir hız motoru almış.

Hürriyet’in “Kaya Sabancı, denizlerin hız limitini zorluyor” başlığıyla aktardığı habere göre ünlü patron 4,5 milyon doları gözden çıkarmış.

4,5 milyon dolar yani güncel döviz kuruyla 165 milyon lira. Bu da yaklaşık 7 bin 500 asgari ücret demek.  

Gazete, yüz binlerce saatlik emekle eşdeğer bu “hız canavarının” özelliklerini şöyle anlatıyor:

“Yeni hız motorunu Miami’den alan Sabancı, tekneyi Türkiye’ye getirtmek için hazırlıklara başladı. Cigarette Racing’in efsane modellerinden biri olan 515, yüksek performans kategorisinde yer alıyor ve dünya çapında hız tutkunlarının gözdesi. Yaklaşık 15.6 metre uzunluğunda olan bu süper hızlı motor yat, 1550’lik beygir gücüyle inanılmaz bir performans sunuyor. Tamamen karbon fiber gövdeli olan Cigarette 515, yüksek hızda bile olağanüstü bir denge sağlıyor.

Teknesini sık sık Ege ve Akdeniz koylarında test ettiği bilinen Kaya Sabancı’nın yeni hız makinesiyle sezonu açması merakla bekleniyor. Sabancı’nın bu yeni yatırımı, denizcilik tutkusunun hız kesmeden devam ettiğinin de bir kanıtı!”

Sabancı’nın yeni “yatırımı” denizcilik tutkusundan daha fazlasını kanıtlıyor. En başta da açgözlülüğü!

El birliğiyle milyonların emeğini açlık sınırının altına sabitleyenler, kârdan zarar etme ihtimaline dahi katlanamıyorlar.

Gülüşü çalınanların, sermayenin saltanatını sorgulamasından, yıkmasından korkuyorlar.

TÜSİAD, Erdoğan'ın "yeni Türkiye'si"nin ilk alıcılarından biriydi. 

soL'un yeni belgesel serisi "Medusa'nın Salı: Bir AKP Belgeseli" bugün yayınlanan ikinci bölümünde AKP'nin iktidar yolculuğunun 2002-2004 yılları arasındaki kritik dönemeçlerine odaklanıyor. Özelleştirmeler, IMF programı, Avrupa Birliği uyum süreci, 1 Mart Tezkeresi ve Irak'ın işgalinin yanı sıra patronların AKP'ye olan desteği, askerin tepkileri ve muhalefetle mücadelesi de ayrıntılı olarak anlatılıyor.

https://youtu.be/qovrI8UPfWo

                                                                ***

KFC ve Pizza Hut işçileri Samsun'dan seslendi: 'Emeğimizle 50 milyonluk malikane aldın, bizi oyalama'

Maaşlarını ve resmi olarak işten çıkarılmadıkları için tazminatlarını alamayan KFC ve Pizza Hut işçileri hakları için Samsun'da buluştu.

Konkordato ilan eden ve binlerce işçisine Ocak ayı maaşını ödemeyen KFC ve Pizza Hut'a karşı eylemler Türkiye'nin dört bir yanında sürüyor. 

Daha önce İstanbul, Bursa, Sakarya, Gaziantep, Eskişehir'in de aralarında olduğu çok sayıda ilde meydanları dolduran KFC ve Pizza Hut işçileri dün Samsun'da bir araya geldi.

Karadeniz genelindeki tüm KFC ve Pizza Hut çalışanları Samsun'daki Piazza AVM önünde toplandı. Patronların Ensesindeyiz Ağı'nın da destek verdiği eylemde işçiler, maaşlarının derhal ödenmesini talep etti.

Eylemde sık sık "İşçilerin birliği sermayeyi yenecek", "İş Gıda işçisi yalnız değildir", "İşçiyiz haklıyız kazanacağız" sloganları atıldı. İşçilere Samsunlu yurttaşlar da alkışlarla destek verdi.

1

'Üç ay boyunca nasıl geçineceğiz?'

İşçiler adına konuşan Sibel Öztürk, şirketin kıdem ve ihbar tazminatı gibi hakları ödememek için binlerce kişiyi hâlâ kağıt üzerinde "çalışan" olarak gösterdiğini belirtti.

İlgili kamu kurumlarının sessizliğine dikkat çeken Öztürk, talepleri karşılanana dek mücadele etmeye devam edeceklerini duyurdu.

Açıklamada öne çıkan ifadeler şöyle: 

"İş Gıda A.Ş. tarafından yapılan konkordato suni olup, şirketin geçmiş kayıtlarının incelenmesi gerekmektedir. 

Patron İlkem Şahin'e ait olan jant fabrikası, tedarik sorunları yaşadığımız bir dönemde satın alındı. Maddi ve manen zorlandığımız bu dönemde Krispy Kreme şubeleri açıldı. 

Burada Ocak ayında günlerce çalışmış olup şirket tarafından maaşını alamayan insanlar mevcutken, Krispy Kreme çalışanlarına geçen ay ikramiye verildi.

5 Şubat'ta Rüzgarlıbahçe'de bulunulan ana binadaki bütün eşyaların boşaltıldığını ve kaçırıldığını gözlemliyoruz.

Bu kadar insanın emekleri ve senelerce ödenmeyen primleriyle 50 milyonluk bir malikane satın alındı, nasıl rahat oturuyorsunuz?

Maaşlarımızın garanti fonundan karşılanacağı söylendi, fakat garanti fonunun da 3 ayın sonunda ödenecek yapacağı, şirkete atanan komiserler tarafından belirtiliyor. Soruyorum sizlere 3 ay boyunca maaş gelmeden nasıl geçineceğiz?

Haksız bir şekilde mahkeme ve kayyumlarla zaman kazanarak bizleri oyalamayın. 

Çoluk çocuğumuzun geleceğini, yıllara dayanan emeklerimizin değerlerini kimseye bırakmayacağımızı ve hakkımızı sonuna kadar savunacağımızı burada bulunan işçi emekçi kamuoyu ve halkımıza bildirmek isteriz."

1

Ne olmuştu?

KFC ve Pizza Hut restoranlarının Türkiye'deki işletmeciliğini 2020 yılından bu yana yürüten İş Gıda A.Ş., Yum! Brands ile olan sözleşmenin tek taraflı feshedilmesiyle tüm restoranlarını kapattığını ve konkordato sürecine başvurduğunu açıkladı.

İş Gıda A.Ş.’nin konkordato talebiyle birlikte, mahkeme şirket ve sahibi İlkem Şahin için 3 aylık geçici mühlet kararı verdi. Şirket bünyesinde çalışan binlerce işçi, maaşları, kıdem tazminatları, izin alacakları ve diğer hakları için ülkenin farklı yerlerinde eylemlere başladı.

                                                     ***

Burjuvazinin kayıp ilericiliği -Nevzat Evrim Önal

Kurtuluşumuz bizi sömüren yılana sarılmakta değil kendi ellerimizde ve Marx’ın işaret ettiği yöndedir, mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmektir.

ünya ve Türkiye’de siyaset ve genel olarak toplumsal durum öyle karmaşık, sıradan insan için öyle kafa karıştırıcı ve kaygı verici ki, bu dalgalı denizde yüzen her yılanın panik içerisinde kendisine sarılacak insanlar bulması mümkün.

Yine de, TÜSİAD yılanının yaptığı açıklamaya sarılan insanların çokluğu, üzerinde konuşmamızı gerektiriyor.

Müsaadenizle bunu konuşurken, bir köşe yazısının sınırlarını da aşmamak için meseleyi genel geçer bir bağlamda değil, spesifik bir eksende, CHP merkez kadrolarından Aykut Erdoğdu’nun attığı bir tweet ve açtığı tartışma üzerinden ele alacağım.

Erdoğdu’nun tweeti şöyle: “Son dönemin en cesur çıkışı TÜSİAD’dan geldi. Ne diyeyim sendikalar düşünsün, ziraat odaları dertlensin, üniversiteler iç çeksin. Marx boşuna dememiş burjuva ilerici bir sınıftır. Çünkü feodalizmi devirmiştir. Ahhhh işçi sınıfı ahhhhh…”

Aklı başında bir dönemde olsaydık, Erdoğdu’ya en fazla “gel benden Marx dersi al” deyip geçebilirdim. Ne var ki sapla samanın öyle karıştığı, kavramların öyle bulanıklaştırıldığı bir dönemdeyiz ki; kaynağında cehalet değil demagoji bulunduğuna emin olduğum bu paylaşıma bir Marksist olarak yanıt vermek gerektiğini düşünüyorum.

Bu yüzden gelin, şu burjuvazinin “ilericiliği” efsanesini biraz inceleyelim.

***

Önce içinde yaşadığımız yakın-tarihsel bağlamı ele alalım: Bugün dünyada herhangi bir yerde burjuvazi ilerici olabilir mi?

Olabilir zannediliyor, çünkü işçi sınıfı 1991’de Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla yaşadığı büyük yenilgiden halen toparlanamadı, siyasette kendi bağımsız hattını dayatamıyor, bu ortamda burjuvalar burjuvalarla karşılaştırılıyor ve tabii ki bazıları diğerlerine göre daha ilerici görünüyor. İşçi sınıfının bir tehdit olarak yokluğu sermaye sınıfını öyle rahatlattı ki, birbirleriyle öyle şiddetli ve pervasızca rekabet ediyorlar ki, bu karşılaştırmanın politik zemini doğuyor. 

Örneğin AKP öncesi siyaset kuşağının, Ecevitlerin, Demirellerin ve benzerlerinin Erdoğan ve muhtelif kadrolarına göre çok daha yüksek bir “siyasi nezaket” ve “hoşgörü”ye sahip oldukları iddiası, kapitalist dünyanın özündeki bu değişimin siyasetin biçimine yansımasından kaynaklanıyor. Aynı karşılaştırmayı ABD’de Trump ve Truman, Fransa’da Macron ile De Gaulle, İngiltere’de Johnson ve Churchill arasında yapabilirsiniz. Sonuç aynı olacaktır.

Ve bu saydığımız çiftlerden her birinde eski ve “iyi” olanlar, tüm kariyerini işçi sınıfının kurtuluşunu engellemek üzerine kurmuş halk düşmanlarıdır.

Burjuvazi sınıf mücadelesinde “fazla” muzaffer hale geldikçe zincirlerinden boşandı ve onun zincirlerinden kurtulmuş hali, tehditkâr bir kabadayılığın siyasette giderek istisnai bir kulvar olmaktan çıkıp ana akım haline gelmesiyle sonuçlandı. Günümüzün yan yatmış dünyası, bize burjuvazi “dünyayı kendi suretinde yarattığında”, o dünyanın tastamam neye benzeyeceğini gösteriyor.

Dünyanın bu halinden sadece şu ya da bu emperyalist ülke ya da tekel değil, tüm sermaye sınıfı kolektif olarak sorumlu. Kuşkusuz birileri birilerine göre daha “kötü” şeyler yaptı, ama sermaye sınıfının hiçbir bölmesi, gidişatı durdurmak için ilerici bir pozisyon alıp mücadele etmedi. Zaten edemezdi.

Dünyayı bu hale getiren sınıftan ya da onun herhangi bir temsilcisinden, şimdi her niyeyse, onu buna zorlayan herhangi bir gerçek faktör olmaksızın “amanın, çok kaçırdık, biraz toparlayalım” diye restorasyona girişmesini beklemek sadece naiflik değil, yılana sarılmaktır.

Devam edelim… 

***

Gelelim somut Türkiye gerçekliğine.

Öncelikle, AKP’yi Erdoğan ve yancıları kurmuş olabilir, ama iktidara gelmesi de, iktidarını bugüne dek burjuva siyasetinin sınırları çerçevesinde daima güçlenerek sürdürmüş olması da, diğer tüm faktörlerden daha fazla TÜSİAD’ın eseridir. 2001 ekonomik krizi öncesinde, 12 Eylül darbesiyle başlatılmış süreci tamamlayacak ve Türkiye’nin bağımsızlığını ortadan kaldıracak, Avrupa Birlikçi bir liberal dönüşümün ülkeye dayatılmasının arkasında TÜSİAD vardır. Bu dönüşüme direnecek işçi sınıfı 2001 krizi ve sosyal demokrasi cenahındaki ayak oyunlarıyla paralize edilmiş, ardından Dünya Bankası’ndan gönderilen sömürge valisi Kemal Derviş, AKP’nin iktidara geleceği 2002 Kasımına kadarki fetret döneminde dönüşümün ilk aşamasını gerçekleştirmiştir. Bu dönem boyunca gerek AKP’nin iktidara hazırlanması için yapılan görüşmelerin, gerek diğer burjuva partilerini parlamento dışı bırakıp AKP ve CHP’den ibaret iki partili bir meclis oluşmasını sağlamak için yürütülen siyasi komploların tümüne yakından bakın, TÜSİAD’ın kirli elini görürsünüz.

Ayrıca TÜSİAD sadece o dönemde değil, 2002’den bu yana AKP’nin tüm merkezi politik açılımlarında da ya açıktan destek vermiş ya “yan cebime koy” tavrı takınmıştır.

Tek bir örnek hatırlatıp geçeceğim. 2018 yazında Türkiye “Rahip Brunson krizi” ile bir kur şoku yaşanıp da Damat Berat Albayrak’ın “burası çok önemli” diye diye anlattığı abuk subuk ekonomi paketi yürürlüğe konduğunda, insanın izlerken midesini bulandıran bir dalkavuklukla övüp meşruiyet sağlayan Güler Sabancı olmuştu.1 Birkaç yıl sonra Prof. Özgür Demirtaş aynı ekonomi politikasını “Nas modeli” diye dalga geçe geçe eleştirirken, TÜSİAD hep birlikte Mehmet Şimşek’i övme sırasına girmişti. 

Sabancı ailesi Akbank’ın sahibidir, Prof. Demirtaş ise Akbank yönetim kurulu üyesi ve dolayısıyla Sabancı ailesinin memurudur.

Sermaye böyledir. Hem egemen hem muhaliftir.

Bunun ötesinde, Türkiye’de demokrasi ve özgürlükler alanının daraltılmasına yönelik en önemli adımlardan biri olan başkanlık sistemine geçişe, on yıllardır “güçlü ve hızlı yürütme” isteyen, bunun için raporlar yazan ve lobicilik yapan TÜSİAD diğer tüm aktörlerden daha fazla zemin hazırlamıştır.2 Şimdi sorsanız “maalesef pek totaliter oldu” derler, ama bu da bir “yan cebime koy” tavrıdır. Bugün hukuk devleti istediğini iddia eden TÜSİAD, söz konusu sermayenin (yani onun) çıkarları olduğunda devletin hukuk dinlememesini, yürütmeyi durdurma kararlarını uygulamamasını, hukukun değil ekonominin yasalarına göre hareket etmesini istemektedir. Yani meyvesini yediği ağacın kötü kokusundan yakınmaktadır.

Ayrıca, AKP denen gerici parti, dolaysız biçimde 12 Eylül darbesinin çocuğudur. Türkiye’de siyasal islama iktidar yolunu açan dönüşümü başlatan kişi, miting meydanlarında kürsüden elinde Kuran sallaya sallaya konuşan, Türk-İslam Sentezi’ni resmi ideoloji olarak belleyen ve belleten Kenan Evren’dir. TÜSİAD ise Türkiye’de 12 Eylül’e en açık destek vermiş “sivil toplum kuruluşu”dur çünkü darbe yükselmiş olan devrimci hareketi ezip onları kurtarmak için yapılmıştır.  Darbeden hemen öncesine kadar TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı olan Vehbi Koç darbenin ardından darbeci Evren’e uzun bir mektup yazıp “Emrinize amadeyim” diye bitirmiş, bu mektupta tek tek darbenin kimlere düşmanlık etmesi gerektiğini saymıştır.3 Darbenin kimlerin çıkarına yapıldığını en iyi anlatan “bugüne dek işçiler güldü, artık gülme sırası bizde” sözlerini sarf eden, dönemin Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Halit Narin, daha sonra TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi üyeliği yapacaktır.

Örnekler uzatılabilir. Bugünün Türkiyesi’nde AKP’ye karşı TÜSİAD’dan ilericilik beklemek, içinde yaşadığımız karanlığın baş sorumlularından ortalığı aydınlatmalarını beklemektir.

***

Gelelim en genel tarihsel bağlama: Marx’a göre burjuvazi ilerici ya da devrimci midir?

Burjuvaziyi bir dönem devrimci yapan şey, henüz egemen sınıf olmaması ve egemenliği ele geçirebilmek için toplumun yoksul, emekçi kesimlerinin desteğine başvurmuş, onları da eski rejimlere karşı ayaklanmaya sevk etmiş olmasıdır.  Burjuvazi kendisini krallardan ve papazlardan, bilhassa da onların vergi toplama yetkilerinden kurtarmak için devrim yapmış ve bu devrim ne kadar gerektiriyorsa o kadar ilerici olmuştur. Bu yüzden erken dönem burjuva ekonomistlerine baktığınızda, neredeyse takıntılı bir biçimde iki şeyle uğraştıklarını görürsünüz: Devletin gelirler politikası ve toprak rantı. Zira her ikisi de henüz tamamen yenilmemiş feodal sınıfın elindeki ekonomik zenginleşme yollarıdır.

Burjuvazinin ilericiliği, bu eski sınıfın egemenliğinin ortadan kalkmasıyla (ki çoğu örnekte bu ortadan kaldırma asimile ederek olur, aristokratlar burjuvalaşır) biter. Bu noktadan itibaren, özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve adalet arzusunu istismar edip kendi devrimi için kullandığı halka düşmanlaşır ve yeni sömürücü egemen sınıf haline gelir. 

Aykut Erdoğdu kendisini konuyu bilen insanların gözünde kör cahilin teki durumuna düşürmek pahasına demagojisine Marx’ı alet ediyor ama işin aslı şu: Marx’ın ve Marksizmin tüm tarihsel derdi, burjuvazinin yok edilmesidir.

Tek bir alıntı yapıyor ve geçiyorum:

“Bu dönüşüm süreci, eski toplumu, tepeden tırnağa yeter derecede çözüp ayırır ayırmaz, emekçiler proletaryaya ve onlara ait emek araçları sermayeye çevrilir çevrilmez, kapitalist üretim tarzı, kendi ayaklan üzerinde duracak hale gelir gelmez, emeğin daha geniş ölçüde toplumsallaşması, toprak ile diğer üretim araçlarının toplumsal olarak daha fazla sömürülen ve dolayısıyla ortak üretim araçları olarak geniş ölçüde kullanılan üretim araçları haline dönüştürülmesi ve özel mülk sahiplerinin daha fazla mülksüzleştirilmeleri yeni bir biçim alır. (...) Bu dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömüren ve tekellerine alan büyük sermaye sahiplerinin sayılarındaki sürekli azalmayla birlikte, sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü de alabildiğine artar; ama gene bununla birlikte, sayılan sürekli artan, kapitalist üretim sürecinin kendi mekanizması ile eğitilen, birleştirilen ve örgütlenen işçi sınıfının başkaldırmaları da genişler, yaygınlaşır. Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp boy atan üretim tarzının ayak bağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, en sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşamadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır.  Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler.” 4

Bu ülkede “dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömüren ve tekellerine alan büyük sermaye sahipleri” TÜSİAD’da toplanmış burjuvalardır. Onlardan daha tekelleşmiş, işçileri daha fazla sömüren kimseyi bulamazsınız.

Aykut Erdoğdu, bu TÜSİAD’ı ilerici diye övebilmek için el çabukluğuyla AKP’nin feodal olduğunu ima ediyor ama bu saçmalığın daniskası. Kendisine basitçe şunu soralım: Diyelim ki AKP, Türkiye’yi kapitalizmin öncesine götürmeye çalışıyor. Diyelim ki Yeni Osmanlıcılık (TÜSİAD’ın da “yan cebime koy” dediği) bir emperyalistleşme hevesi değil de, basbayağı 1800’lerin sonundaki hasta adam yıllarına dönüş çabası. O zaman, af buyurun ama, Cumhuriyetin kurucu partisi olma sıfatını taşıyan siz ve partiniz ne halta yarıyorsunuz? Ve daha önemlisi, ne hakla bu süreçten işçi sınıfını sorumlu tutup ülkenin en zengin sermayedarlar kulübünü aklamaya kalkıyorsunuz?

Kendisi yanıtlamayacaktır, biz yanıtlayalım. Bütün bu demagojiyi yapıyor, çünkü kendisi ve partisi TÜSİAD’ın cebindedir. Kapıkuludur ve işi efendisine halkın önünde dalkavukluk yapmaktır.

Mustafa Kemal ve Kemalist kadrolar burjuva devrimini gerçekleştirirken Vehbi Koç Ankara’da kiremit istifçiliği yapıp sermaye biriktirmekle meşguldü. Kemalistler burjuvazinin devrimcileşmesini falan beklemedi, burjuva devrimini ortada pek burjuva yokken yaptılar. O burjuvazi semirip zenginleştiğinde hemen devrimi sattı, Cumhuriyeti darbeci katillerin, İslamcı alçakların, ezcümle gericinin eline bırakıp ölümünü seyretti.

AKP münferit bir kötülük değil, bu karşı devrimin tamamlayıcısıdır.  

Ve daha önemlisi, bu ülkede gericilik AKP’den ibaret falan değil. AKP, CHP ve bütün düzen partileri, MÜSİAD, TÜSİAD ve tüm sömürücü patron öbekleri, hep birlikte gerici ve çürümekte olan bir düzenin parçalarını oluşturuyorlar. Bu kapitalist düzenin tüm unsurları AKP iktidarı altında öyle hızla ve ölçüsüz biçimde zenginleşip semirdi (ve bu olurken düzen de öylesine çok çelişki biriktirdi) ki, Hobbit’in ejderhası gibi kafası kuyruğu kanadı belli bir canavardan ziyade John Carpenter'ın The Thing filmindeki her uzvu başka bir hayvana benzeyen ucube yaratığı andırıyor.

Parçaların zaman zaman birbirini ısırması ve çelişkilerin krizlere dönüşmesi kaçınılmaz. Şu anda AKP ile TÜSİAD arasında böyle (ve çok da büyümeyeceği anlaşılan) bir vaka yaşanıyor. TÜSİAD, daha önce kapalı kapılar ardında konuşulduğu aşikâr bir tartışmayı bu kez kamuoyu önünde açıyor; kabadayı siyaset de kendi meşrebine ve racona uygun biçimde bir yandan “ne diyorsun lan” diye nara atıp diğer yandan dikkate alıyor, not ediyor.

Bu, hiçbir koşulda düzenin en semirmiş, en sömürücü, dolayısıyla en gerici parçası olan TÜSİAD’ı ilerici yapmaz. Türkiye’de ve dünyada her yerde, halkın baş düşmanı sermaye sınıfıdır. Onun Türkiye’deki has örgütü TÜSİAD’dır. AKP denen gerici partiyi de bu ülkenin başına TÜSİAD musallat etmiştir.

Kurtuluşumuz bizi sömüren yılana sarılmakta değil kendi ellerimizde ve Marx’ın işaret ettiği yöndedir, mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmektir.

Son bir not: Eğer AKP ile TÜSİAD arasında bu yazıda bahsedilen bağ ve bütünlükten şüphe duyuyorsanız, soL TV’de yayınlanan Medusa’nın Salı belgeselini mutlaka izleyin.5

1 https://haber.sol.org.tr/haber/albayrakin-ardindan-o-video-hatirlandi-sermayenin-de-damadiydi-19019

2 Aşkın Süzük, “Türkiye’nin Yakın Tarihinde Kısa Bir Tur: Darbeden Demokrasiye ‘Sermaye Aklı’”, Gelenek 132,  https://gelenek.org/turki%CC%87yeni%CC%87n-yakin-tarihinde-kisa-bi%CC%87r-tur-darbeden-demokrasiye-sermaye-akli/

3 https://haber.sol.org.tr/turkiye/12-eylulu-en-net-anlatan-mektup-emrinize-amadeyim-247389

4 Karl MarxKapital – Birinci Cilt, çev. Alaaattin Bilgi, 10. Baskı, İstanbul: Sol Yayınları, 2011, s.726-727.

5 Bölüm 1: https://www.youtube.com/watch?v=tSPvdXIUQ1Y 

   Bölüm 2: https://www.youtube.com/watch?v=qovrI8UPfWo

                                                                        /././

T-24 "Köşebaşı+Gündem" -18 Şubat 2025-

Cihangir Cumhuriyeti: Lümpenliğin lümpen eleştirisi -Eray Özer-

Cihangir Cumhuriyeti dizisine bakıyorum, bir vakitler plaja gelen türbanlılara “Ayaklar baş oldu, bunlar da her yere gelmeye başladı” diyen ve kendini bu toplumun sahibi sanan o insan geliyor gözümün önüne. Yok ki bu ikisinin birbirinden farkı… Üzgünüm, şimdi siz de artık “onlar” gibisiniz!

TRT’nin dijital platformu Tabii’de yayımlanan “Cihangir Cumhuriyeti” dizisini izledim.

Bana düşündürdüklerini yazmaya geçmeden önce iki not düşerek başlamak isterim.

Birincisi; dizinin senaristi Akın Aksu, bir yıldan fazla bir süre önce bu proje gündeme geldiğinde Kutsal Motor ekibinden Zeynep Ocak’a kendisini eleştirdiği için nefret kusmuş, tehdit mesajları göndermişti.

Akın kardeşim, kendin bir mahalleyi eleştiren, hatta aşağılayan bir metin kaleme alırken, insanları seni eleştiriyor diye tehdit etmek iş midir? Akıl kârı mıdır? İnsanın kendinin farkında olması belki de erdemlerin en yücesi… Öyle değil mi?

İkincisi; ben bu yazıyı bir yıl öncesine kadar aralıklarla toplamda 16 yıl Cihangir’de yaşamış bir eski Cihangirli olarak yazıyorum. Bilinsin isterim.

Gelelim Cihangir Cumhuriyeti dizisine… Beş bölüm izledim, ki ‘izlemeden yazmış’ demesinler. Toplamda zaten 10 bölüm olduğuna göre herhâlde yeterlidir deyip bıraktım.

Bıraktım çünkü çok ama çok sıkıldım. Öyle bugünlerde ‘sıkıntı yok’ kalıbıyla yer ettiği gibi bir sıkıntı değil ama bu… Bildiğiniz sıkıldım.

Dizi ne anlatıyor, ne anlatmak istiyor, bir insan -benim gibi yazı yazma arzusu dışında- bu diziyi niye izler… Anlayamadım.

Bir konusu yok. Hikâyesi yok. Akışı yok.

Evet, bazı tipler var. Yılgın ve mutsuz yaşlı Frankofon entelektüel… Geldiği yerden utanan yeni yetme yönetmen… Eski muhafazakâr mahallesini terk eden fakat yeni mahallesinde de bir türlü kabul edilmeyen “dönek” yazar… Kendinden yaşça küçük aktörlerle sevgili olan kadın galerici… Yalnız kalamadığı için sevgili değiştiren, magazin malzemesi alkolik genç “jön”…  Eski tüfek, kavgacı, herkese öfkeli yaşlı, tekaüt yönetmenler… Yogacılar… Falcılar… Spiritüeller… Berbat çağdaş sanatçılar…

O tiplerden Cihangir’de var mıdır, elbette vardır. Hayatın başka yerlerinde, mesela Niştantaşı’da, Bebek’te de var mıdır? Eh, oralarda da vardır.

Şimdi ben de kalkıp desem ki, dizide anlattığınız gibi “başörtülü anasından utanan insan sayısı yeni muhafazakâr sermaye içinde Cihangir’de olduğundan fazladır”, çok da boş ve mesnetsiz bir önermede bulunmuş sayılmam sanırım. Ama bunu niye söyleyeyim ki? Amacım ne yani? Nereye varmak istiyorum? Birilerini rencide etmek dışında nasıl bir amaç taşıyorum?

Dizi de işte böyle, bir mahalleyi anlamsız bir sosyolojik kalıba sokmak istiyor ama insanların özel hayatlarına dair birtakım saldırılar yapmanın ötesine geçemiyor. Bir bağlam, bir fikir ortaya koyamıyor.

Bir şey söylese, bir derdi, bir önermesi olsa, insanda öfke veya ne bileyim bir başka duygu yaratsa amenna… Nefret bile etsem hakkını teslim edeceğim ama yok. Hiçbir şey söylemiyor.

Sahiden de Cihangir’in neredeyse tüm mekânları kullanılarak çekilmiş sahnelerde birilerini parmakla işaret ederek “Bakın, işte bunlar böyle tipler” demenin ötesine geçemiyor. “Böyle tipler” derkenki yöntemi de tamamen o insanların yaşam tarzıyla ilgili detaylara boğmak izleyiciyi. Çok içermiş de, kart zamparaymış da, “altına işermiş” de…

Onun dışında da bazı karakterlerin lümpenliklerini ortaya koyacak birkaç boş aforizma… Bağlamsız şekilde bölümlerin içine serpiştirilmiş, öylece havada duruyor.

Sanki Akın Aksu arkadaşımız Cihangir’de birilerine öfkelenmiş, oturmuş bilgisayarının başına “Siz böylesiniz, bir de böylesiniz, bir de böyle böylesiniz” diye yazmış da yazmış. Yazarken de “Ben bunu niye yazıyorum; izleyiciye ne anlatmak istiyorum” diye hiç düşünmemiş.

Haydi o yazmış; birileri de “Aaa, dur. Biz de tam bu zamanda aynı böyle bir şey arıyorduk” demiş, anlı şanlı oyuncular oynatmış, tomar tomar para harcamış, ortaya koskoca bir prodüksiyon çıkarmış. Ne için? Amaç ne? Bilemiyoruz çünkü dizi bize bu konuda bir şey söylemiyor.

Yaratılan tipler “karikatür” bile değil… Sıradan, vasat, dediğim gibi muhafazakâr mahalleyi anlatsan başka türlüsünü, iş dünyasını anlatsan başka türlüsünü, ne bileyim oto sanayiyi anlatsan başka türlüsünü bulabileceğin tipler…

Hâl böyle olunca amaç da hâsıl oluyor. Belli ki maksat bir sektörü -Cihangir Cumhuriyeti’nde özellikle sinema ve dizi alanına vurgu var- etiketlemek. Nedir o etiketler: İşte; bunlar içki içiyorlar, depresyondalar, aslında entelektüel de değiller, aşağılık kompleksine sahip insanlar, cinsel açıdan sapkınlar vs…

Yani aslında Cihangir üzerinden dizi ve film sektörünü bir şekilde “ifşalamak” ve halkın da bu “ifşayı” bir tür “voyeur” bir dürtüyle gözlemesini ummak…

Yahu halk o insanları artık Instagram’dan Twitter’dan takip ediyor zaten. Kimin ne olduğunu, ne olmadığını sizden iyi biliyor. Sapığını, genç kadın düşkününü DM’den ifşalıyor. Alkoliğin gece yarısı story’sini görüyor. Kıskancın gala sonrası rakibi “boklamasını” Twitter’dan okuyor… Dizide anlatılmasına kimsenin ihtiyacı yok ki…

Lakin siz böyle bir işi Ayşe Barım’ın tutuklanmasından sonra yayınlarsanız işte orada mesele başka bir hâl alıyor.

Diziyi aylar önce çekmiş olsanız bile yayın için böyle bir zamanı tercih edince yaptığınız “kötü bir iş”ten çıkıp ideolojik bir aygıta dönüşüyor.

Ne acayip ki, Türkiye’de kimse mesleğine sahip çıkmıyor. Cihangir Cumhuriyeti gibi bir yapımda anlı şanlı isimler yer alıyor; Ayşe Barım’ın ardından sektörden bir Allah’ın kulu da çıkıp “Bu kadın ne suç işledi” diyemiyor; memlekette herkes bir korku duvarının ardına saklanmış, “ya işsiz kalırsam” endişesiyle kafasını bile uzatamıyor.

Yahu bu ülkede üç senedir futbol hakemlerini taraftarından yöneticisine, siyasetçisinden spor yorumcusuna kadar herkes sabahtan akşama aşağılıyor, hakaret ediyor, yerden yere vuruyor; bir hakem de çıkıp “Yeter ama artık onurumuzla gururumuzla oynadığınız” diyerek istifa edemiyor; hatta o hakaretlere açtıkları davalardan kendilerine yeni bir ekmek kapısı yaratıyor.

Onur, gurur, ar, haysiyet… Bunlar hep Mars’ta mahalle isimleri olmuş. Evet, çürüyor bu toplum ama başka türlü. Daha içten… Daha kökten…

Velhasıl Cihangir’de çok düzgün insanlar tanıdım. Hatta bugünün muhafazakâr camiasından çok ünlü isimlerle de vaktiyle Cihangir’de başladı arkadaşlığımız.

Cihangir’de çok boş ve lümpen insanlar da tanıdım. Çünkü hayat böyledir. İnsanın olduğu her yerde iyiler ve kötüler bir aradadır.

Bu ülkede sanat dünyasının, şehirli orta sınıfların lümpenliğinin eleştirisine sahiden ihtiyaç var. Cihangir Cumhuriyeti gibi postiş işler ise bırakın lümpenlik eleştirisi yapmayı bizzat lümpenliğin orta yerinde duruyor gibi görünüyor.

Mahmut Fazıl’ın Uzak İhtimal’i, Yozgat Blues’u… Semih Kaplanoğlu’nun Yusuf Üçlemesi… Sığlığa, çiğliğe bulanmadan iyi sinema yapmak her mahallede mümkün.

Son olarak, düşündüm de; bana beş bölümde sadece başı kapalı ve köylü annesiyle Cihangir’de insan içine çıkmaktan korkan tip dokunmuş.

ODTÜ’de Sema diye bir arkadaşım vardı, türbanlı… Evrim teorisine karşı çıkan görüşleri nedeniyle sınıfın “sekülerleri” tarafından hor görülür gibi olunca inadına Sema’ya destek vermiştim. Böyle yapınca Sema da beni “kendi mahallesinden” sanmış, aslında hiç öyle olmadığımı anlayınca daha bir sevmişti. Ben de onu…

Sonra türban yasakları ODTÜ’de bile ağırlaştı, Sema eğitimine yurt dışında devam etmek zorunda kaldı. Biz de her gün okul kapısına türban eylemine destek vermeye gittik.

On sekizimde ODTÜ’de Sema’nın yanında durmaya korkmadım, kırk beşimde türbanlı anamdan utanacağım, öyle mi!

Muktedire itiraz etmek bir insanlık hâlidir. Bir duruştur. Gücü arkanıza alıp zayıf düşene vurmaya başladığınızda siz siz değilsinizdir.

Yarın devran döndüğünde yeni muktedirin de karşısında duracağını bilir insan. Bilmelidir. Erdemden ancak böyle söz edilebilir.

Keşke Cihangir’le cisimleştirdiğiniz o “mahallenin” saltanatı zamanında okusaydık, izleseydik böyle eleştirileri… O zamanın muktedirleri o saltanatın karşısında değil de arkasındayken…

Güçlüyü arkanıza alıp insanların yaşayış biçimlerine, alışkanlıklarına, inanç ve düşüncelerine laf ederseniz eskilerden “birilerini” düşürürsünüz akıllara…

Cihangir Cumhuriyeti dizisine bakıyorum, bir vakitler plaja gelen türbanlılara “Ayaklar baş oldu, bunlar da her yere gelmeye başladı” diyen ve kendini bu toplumun sahibi sanan o insan geliyor gözümün önüne.

Yok ki bu ikisinin birbirinden farkı…

Üzgünüm, şimdi siz de artık “onlar” gibisiniz!

                                                                 /././

Çok kutuplu dünyamızdan casusluk hikâyeleri -Eray Özer-

Ukrayna istihbaratının en üst düzey isimlerinden biri Rus ajanı olma suçlamasıyla yakalandı. Hemen akabinde Wall Street Journal, Rusya’nın Avrupa’da suikast, sabotaj ve uçak düşürme saldırıları için yeni bir istihbarat örgütü kurduğunu iddia etti. Dünya çalkalanıyor.

Size bu hafta çok kutuplu dünyamızdan casusluk hikâyeleri anlatmak istiyorum.

İlki Ukrayna’dan: Hafta içinde Ukrayna İstihbarat Servisi (SBU) tarafından yapılan açıklamada teşkilatta oldukça üst düzeyde görev yapan bir ismin Rus casusu olduğunun tespit edildiği ve yakalandığı duyuruldu.

Üst düzey derken, bizdeki “daire başkanı” pozisyonuna denk gelen bir pozisyondan söz ediyorlar.

Anti-terör daire başkanının Rus casusu çıkması şöyle bir şey gibi düşünün: İki adım sonrası Zelensky…

Nitekim isminin Dmitry Kozyura olduğu öne sürülen casusu bizzat SBU’nun başkanı operasyona katılarak yakalamış.

Hatta SBU tarafından bir de video servis edildi yakalama haberiyle birlikte. Videoda SBU Başkanı Vasyl Malyuk, Kozyura’yı basbayağı ensesinden tutmuş evirip çeviriyor.

SBU kaynaklarına göre bu isim 2014’te teşkilatta çalışmaya başlamış ve 2018’de Viyana’da Rusya tarafından “devşirilmiş”.

Burada bana en ilginç gelen şey Rusya’nın Ukrayna saldırıları üçüncü yılına girerken, tüm bu sürede Rusya Kozyura’yı “uyuyan hücre” olarak tutmaya devam etmesi…

Yani bu üç yıl boyunca ondan hiç faydalanmayı düşünmemiş.

Artık nasıl ve kaç aşamalı bir plan yapıldıysa üç yılın ardından ancak geçtiğimiz aralık ayında, yani sadece iki ay önce Ruslar Kozyura ile temasa geçerek ondan bazı bilgileri sızdırmasını istemişler.

Uyuyan bu en üst düzey hücreyi uyandırmak için savaşa rağmen üç yıl beklemeleri Rusya’nın bu işlerde nasıl “teknik” çalıştığını göstermesi açısından çok ilginç.

Düşünsenize, anti-terör daire başkanı senin ajanın ama savaşın önceki aşamalarında ‘dur şu adamdan hemen bazı bilgileri alayım’ demiyor, vaktinin gelmesini bekliyorsun.

Pes!

Üç yılın sonunda Kozyura’nın Rus ajanı olmasından şüphelenen Ukraynalılar da onu yalan yanlış bilgilerle “beslemeye” başlamış.

SBU açıklamasında ajanın tam 14 ayrı bilgiyi sızdırdığının tespit edildiğini duyurdu.

Tabii bunlar Ukrayna gizli servisinin iddiaları… Lakin Kozyura Rus ajanı olsa da olmasa da Rusya’nın bunu kabul edecek hali yok.

Rusya’nın istihbarat faaliyetleriyle ilgili çok ilginç bir başka makale de önceki gün Wall Street Journal’da yayımlandı.

Bojan Pancevski imzalı habere göre Rusya, “Özel Görevler Dairesi” adını taşıyan (Rusça kısaltmasıyla SSD) yeni bir istihbarat birimi oluşturarak Batı’ya karşı çok gizli bazı istihbarat saldırıları başlattı.

Habere göre 2023 yılında kurulan SSD bu tarihten itibaren çeşitli suikastlara, sabotajlara ve uçaklara yangın çıkaran elektronik cihazlar koymak gibi eylemlere imza attı.

Özellikle uçaklara konulan cihazlar meselesi tuhaf...

Avrupa içi ve Kuzey Amerika uçuşlu bazı seferlere DHL kargo şirketi aracılığıyla gönderilen bu cihazların iki tanesi aktarmalı seferlerde yaşanan rötar nedeniyle daha havaalanındayken patlayınca saldırılar ortaya çıkarıldı. Geçen temmuzda yaşanan bu olaylarda kargo deposunda alev alan cihazların Litvanya çıkışlı olduğu tespit edildi.

Almanya iç istihbarat teşkilatı başkanı, savcılara aktardığı bilgilerde cihazlardan birinin uçuş sırasında aktive edilmesi durumunda bir uçağı düşürme gücüne sahip olduğunu belirtiyordu.

Uzaktan patlatılan elektronik cihazlar, tıpkı Lübnan’da patlayan çağrı cihazları örneğinde olduğu gibi, yeni bir saldırı biçimi olarak belli ki karşımıza çıkmayı sürdürecek.

Bu saldırıların ciddiyeti nedeniyle Amerikalı bazı diplomatlar direkt Putin’le iletişim halindeki Rus meslektaşlarıyla konuyla ilgili görüşmeler yaptı ama Rus tarafından saldırılarla ve bu cihazlarla bir alakalarının olmadığı yanıtını aldı.

WSJ haberinde SSD’nin Ukrayna’ya verilen Batı desteğini zayıflatmak için kurulduğu ifade edilirken özellikle Almanya’nın hedef seçildiği iddiası da yer alıyor.

Peki neden Almanya?

Haberde görüşlerine başvurulan istihbarat kaynakları nedenleri şöyle sıralıyordu: “NATO’da zayıf halka olarak görülmesi, Rus doğalgazına duyduğu ihtiyaç, yükselen nükleer tansiyona bağlı ülke içinde yaşanan endişe ve bazı Alman politikacıların Rusya’ya beslediği sempati.”

WSJ’ye konuşan kaynaklara göre SSD’yi iki isim yönetiyor: Albay General Andrey Vladimirovich Averyanov ve yardımcısı Korgeneral Sergeevich Kasianenko.

Bu iki isimden Averyanov daha önce Kırım’ın ilhakına katkılarından dolayı Rusya’nın en üst düzey devlet madalyası olan “Rusya’nın Kahramanı” madalyasını almış.

Çeçen savaşında da önemli görevler üstlenen Averyanov, Çekya’da bir mühimmat deposuna düzenlenen saldırı nedeniyle Çek polisi tarafından da aranıyormuş.

Kasianenko da yine WSJ haberinde detaylarıyla anlatılan bazı operasyonların dışında özellikle Prigojin’in ölümü sonrası Afrika’daki Wagner operasyonlarının Rusya tarafından devralınması süreçlerinin başında yer almış.

Tüm bu suçlamaları ve SSD’nin varlığına dair iddiaları Kremlin “her zamanki gibi asılsız iddialar” diyerek reddediyor.

Ne acayip zamanlardan geçiyoruz değil mi?

Dünyanın her yerinde benim diyen bilimkurgu filmlerine, casusluk romanlarına taş çıkartan olaylar yaşanıyor.

Tüm bu haberleri filan okuyunca bir yandan kanım donuyor, diğer yandan da düşünmeden edemiyorum:

Bu işlere ve silahlara harcanan paralar, insan emeği ve teknoloji hedeflenen sonuçları getiriyor mu, orası meçhul.

Zira bu kadar büyük kaynakları ayırarak yaptığınız saldırıların sonucu karşı tarafın da benzer saldırılar planlayarak sana zarar vermesi oluyor.

Bir Allah’ın kulu da çıkıp “şu işleri masada çözelim” demiyor. Yahut bir lider de savaşa ayrılan bunca kaynağın sonucunda tüm cefayı yine halkların çektiğini dile getirmiyor.

Paralar savaşa harcanıyor, halklar fakirlikle ve ekonomik krizlerle sınanıyor.

İnsanlık, tarihi boyunca kendi kuyruğunu yiyen bir yılan gibi davranıp duruyor…

Biraz ötedekine bazı farklılıklar yükleyip sonra farklı olanı yok etmek için saldırdıkça aslında kendi sonunu da hazırlıyor.

Bunca casusluk hikâyesinden böyle bir sonuca varmak da benim gibi naif zihinlere kalıyor.

İyi haftalar.

                                                               /././

GÜNDEM -17 Şubat 2025 -

Ayasofya'nın yanı başında tarihe hançer: 1500 yıllık sarnıç, SPA merkezine çevrildi!-T24-

İstanbul'da Ayasofya Camisi yanında bulunan bin 500 yıllık tarihi sarnıç, 5 yıldızlı bir otel tarafından SPA merkezine çevrildi. Ruhsatı olmayan işletmenin sarnıç içine havuz koyduğu ve alt katlara masaj salonları yaptığı öğrenildi.

Sabah'ta yer alan habere göre; İstanbul'un binlerce yıllık tarihine hançer gibi saplanan bir turistik işletme, tepkilere neden oluyor. Ayasofya Camisi yanında bulunan dünyaca ünlü 5 yıldızlı bir otel markası altında faaliyet gösteren işletme, turizme kazandırılması gereken bin 500 yıllık tarihi sarnıcı SPA (masaj) merkezine çevirdi. Sarnıç içine havuz koyan merkez, alt kata ise özel bölmeli olarak masaj salonları yaptı.

Müşterilerine 40 dakika masaj, 40 dakika da havuz hizmeti sunduğu belirtilen tarihi sarnıç içindeki işletmenin, bu hizmetler karşılığında kişi başı 200 Euro (7 bin 600 TL) aldığı öğrenildi. Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü, söz tarihi sarnıcın masaj salonuna çevrilmesi sonrası harekete geçerek işlem başlattı.

Kaçak eklentiler yapıldı

Yapılan denetimlerde, sarnıcın vakıf, kamu ve özel mülkiyete ait olduğu belirlendi. Fatih Belediyesi ise Kurul Müdürlüğü tarafından gelen talep sonrasında yaptığı incelemede birçok aykırılık buldu. Veraset intikali ile birlikte 60'a yakın mülkiyet sahibi olan tarihi sarnıcın ruhsatsız olduğu öğrenildi. İşletme ruhsatı olmayan ve tarihi yapıya zarar veren işletme, 27 Kasım 2024'de vergi muafiyeti talebinde bulundu. Talep reddedildi.

                                                   ***

Bazıları rant yaratıp böyle zengin oluyor -Yaşar Anter/Sözcü-

Trilyonluk rantın yaratıldığı adres Bodrum oldu. Kalyoncu ailesinin damadının köylülerden aldığı zeytinlik turizm alanına çevrildi, birkaç yüz bin liralık arazi bir tek belediye onayıyla trilyonluk oldu.(https://www.sozcu.com.tr/bazilari-rant-yaratip-boyle-zengin-oluyor-p140058)

                                                          ***

14 milyon yurttaş yardıma muhtaç -Mustafa Bildircin/ Birgün-

2024’te 3,5 milyon hane, 14 milyondan fazla yurttaş, yaşamını ancak sosyal yardımlar ile sürdürebildi. Aile Destek Programı’ndaki hane sayısı 3 milyona dayanırken ailesi tarafından bakılamayan çocuklar 170 bini aştı.(https://www.birgun.net/haber/14-milyon-yurttas-yardima-muhtac-600271)

                                                       ***

Erzurum Belediyesi yine ‘köpek toplama’ ihalesine çıkıyor: Rantta sınır tanımıyorlar!-Engin Deniz İpek/Cumhuriyet-

Çok sayıda kentte sokak köpekleri katlediliyor. AKP’li belediyeler ise sokak hayvanları üzerinden rant zinciri kurdu. Erzurum Belediyesi, şehirdeki köpekleri toplamak için 12.3 milyon TL harcadı. Aynı belediye üçüncü ihale için düğmeye bastı. AKP’li belediyenin sokaklardan hayvan toplamak için açtığı milyonluk ihaleleri hep Ankara merkezli şirketler alıyor.
(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/erzurum-belediyesi-yine-kopek-toplama-ihalesine-cikiyor-rantta-sinir-2300513)

                                                                    ***

"Sağlık personelinin gırtlağına yapışın" diyen AKP'li Sarıçam "espri yaptığını" savundu, habercileri suçladı -T24-

AKP Kırklareli Milletvekili Ahmet Gökhan Sarıçam, Pınarhisar ilçesinde düzenlenen Aile Sağlığı Merkezi temel atma töreninde yaptığı konuşmada sarf ettiği, "Memnuniyetsizlik varsa ben şunu da yaparım, vatandaşa 'Gidin, sağlık personelinin gırtlağına yapışın. Ben devlet olarak üzerime düşeni yaptım, hizmeti vermeyen onlar' diye de kışkırtırım" ifadelerinin bağlamından koparıldığını, sözlerinin çarpıltıldığını ileri sürerek, özür diledi.(https://t24.com.tr/haber/akp-li-saricam-espri-yaptigini-savundu-butun-saglik-calisanlarindan-ozur-dilerim-onlari-kirdigim-icin,1219125)
                                                          ***

Konya'da mezar oldu: İçeri alınan, kapatılan balkonlara dikkat! -T24-

Türkiye’de çok sayıda kişi mutfaktan balkona açılan kapıları kaldırıp, balkonu camla kapatarak evini genişletmenin yolunu arıyor. Ancak bu işlem büyük bir risk taşıyor.  En son örneği 24 Ocak'ta Konya'da yaşanmış, 4 katlı bir apartmanda çöken balkon 2 kişinin canına mal olmuştu. İşin uzmanları konuya ilişkin vatandaşları uyarıyor.(https://t24.com.tr/haber/konya-da-mezar-oldu-iceri-alinan-kapatilan-balkonlara-dikkat,1219161)

                                                             ***

Özel okulda fahiş zamma “ayıplı hizmet” kararı -T24-

Ankara’da özel bir okulda ilkokul 2. sınıfa giden kızının eğitim ve yemek ücretine yapılan zammı gerekçe göstererek Tüketici Hakem Heyeti’ne şikâyet eden baba Onuralp Öner, zammın yasal sınırları aştığını belirtti. Hakem heyeti, “ayıplı hizmet” verildiği gerekçesiyle 29 bin 396 liralık ücret farkının faiziyle iadesine karar verdi. Hürriyet’ten Aysel Alp’in haberine göre, 2024 yılında yapılan başvuruda, Öner, okulun eğitim ücretinin yüzde 65’lik devlet belirlemesinin çok üzerinde olduğunu, yemek ücretinin ise enflasyondan fazla arttığını ifade etti. İlkokul birinci sınıfta ödenen toplam 39.760 TL'nin ardından, ikinci sınıfa geçerken eğitim ücretinin 62.200 TL’ye, yemek ücretinin ise 32.800 TL’ye çıkarıldığını belirtti. Çankaya Tüketici Hakem Heyeti, yapılan başvuruyu inceleyerek, özel okulun uyguladığı fiyat artışlarının haksız olduğuna karar verdi. 4 Aralık 2024'te alınan kararda, okulun veliden fazla aldığı 29.396 TL’lik farkın faiziyle iade edilmesine hükmedildi. Elde edilen bu karar, benzer durumdaki diğer veliler için emsal teşkil ediyor.

                                                      ***

Soyulan vakıfta hâlâ Lale Devri yaşanıyor -Sözcü-

Sahte faturalarla milyarlarca liralık vurgun yapıldığı tespit edilen, eski Başkanı Şeref Ateş’in aylardır firarda olduğu Yunus Emre Enstitü’sü, Meksika’da Lale Festivali düzenledi.  Başkent Meksiko’daki Yunus Emre Enstitüsü Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen festivale katılan Meksikalı misafirlere tarihte, edebiyatta ve sanatta lalenin yeri, İstanbul’da her yıl düzenlenen Lale Festivali ve Osmanlı’daki Lale Devri gibi konularda bilgi verildi.(https://www.sozcu.com.tr/soyulan-vakifta-hala-lale-devri-yasaniyor-p140062)

                                                                     ***
AKP’li Denizolgun’dan çarpıcı iddia: Erbaş, cemaate operasyonu engelledi -Mustafa Bildircin/Birgün-

AKP eski Milletvekili Fatih Denizolgun, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Süleymancılar Cemaati’ne yönelik operasyona engel olduğunu iddia etti. Başkanlık iddiaları yalanlarken Denizolgun, "Anlattıklarımın tamamı gerçektir, mahkemede daha fazlasını sunacağım" dedi.(https://www.birgun.net/haber/akpli-denizolgundan-carpici-iddia-erbas-cemaate-operasyonu-engelledi-600286)
                                          ***

Diyanet’in ‘ayıp’ Audi’si artık ‘kayıp’ Audi oldu -Deniz Ayhan/Sözcü-

Dar gelirli yaşam savaşı verirken yüksek bütçesi, fahiş harcamaları, şatafatlı toplantılar ve lüks araçlarıyla gündemden düşmeyen Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın, “Bana bir Audi’yi bana çok gördüler” dediği Audi A8 aracı sır oldu... CHP Ordu Milletvekili Mustafa Adıgüzel 9 ay önce Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz’a, Audi aracın model ve yılını, günlük ve aylık kira bedelini sordu. Soru yanıtsız kaldı. (https://www.sozcu.com.tr/diyanet-in-ayip-audi-si-artik-kayip-audi-oldu-p140060)

                                                                    ***

HÜDA PAR çalıştay yaptı, Başdanışman Uçum ve AKP’li Metiner birbirine girdi -Sözcü-

HÜDA PAR'ın Diyarbakır'da düzenlediği "Kürt Meselesine İnsani Çözüm Çalıştayı", siyasetin önemli isimlerini bir araya getirdi. Ancak etkinliğin ardından yayınlanan bildirge, tartışmalara neden oldu.Çalıştaya, AK Parti MKYK Üyesi Orhan Miroğlu, AK Parti Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu, eski AK Parti milletvekilleri Mehmet Metiner ve Abdurrahman Kurt ile Yeni Akit yazılarından Mustafa Armağan gibi isimler katıldı.(https://www.sozcu.com.tr/huda-par-calistay-yapti-basdanisman-ucum-ve-akp-li-metiner-birbirine-girdi-p140065)

                                                                   ***
Otizm kriz merkezine gerek yokmuş!-Ada Sude Atak/ Birgün-

2. Ulusal Otizm Eylem Planı’nda yer alan otizmli çocuğa sahip ailelere duygusal çöküş, öfke veya kriz durumlarında yardımcı olabilecek ‘‘Kritik Müdahale ve Güvenli Alan birimleri kurulmasının’’ iptal edilmesi tepki çekti. Aileler, ‘‘Çözüm üretilmeli’’ diye konuştu.(https://www.birgun.net/haber/otizm-kriz-merkezine-gerek-yokmus-600261)



Chery Group Türkiye'ye yatırım yapıyor: Acımasız rejim '896' -Uğur Zengin/Evrensel-

Chery Group, Türkiye’ye yaptığı yatırımla birçok avantaj elde edecek. Çinli şirketlerin yoğun çalışma rejimi ‘Kod 896’ (haftada 6 gün, günde 13 saat) Türkiye’ye taşınıyor.

Dünyanın en büyük 385. şirketi Chery Group Türkiye’ye doğrudan yatırım kararı aldı. Yaklaşık iki yıldır süren pazarlıklar gizli bir anlaşma ile sonuçlandırıldı. Avrupa, Asya, Latin Amerika ve Ortadoğu başta olmak üzere dünyaya ‘hırsla saldıran’ otomotiv tekeli Türkiye’ye kurduğu fabrika vasıtasıyla gümrük vergisi başta olmak üzere çok sayıda vergiden sıyrılacak.

Avrupa’da 13 milyon kişinin istihdam edildiği, Avrupa ekonomisinin yüzde 8’ini oluşturan bu sektör ‘Çin sermaye birimlerinin istilası’ altında. Avrupa yatırımlarının üçte biri otomotive yapılıyor, ARGE harcamalarının yüzde 26’sı otomotiv için gerçekleştiriliyor, Avrupa ithal ettiğinden fazlasını (2023 için 102 milyar avro) satıyor.

Ancak artık küresel otomotiv üretimi Asya’ya kaydı. Binek otomobillerin yarısından fazlası Asya’da satılıyor. Çin elektrikli otomobil segmentinde tartışmasız lider. Çinli şirketler bir otomobili eş değer bir Avrupalı otomobile göre yüzde 25 daha ucuza üretiyor. Bu otomobil başına 6-7 bin avro (bugünün kuruyla 266 bin TL) maliyet avantajı demek. Bu avantajı yaratan ne? Şaşırtıcı olmayan iki temel neden var: I) Avrupa’nın enerji maliyeti Çin’e göre iki kat fazla II) Avrupa’da ücretler Çin’e göre yüzde 40 fazla.

Bu yüzden Avrupalı otomotiv patronları uzun süredir titriyor. Renault CEO’su Luca de Melo, çok değil mart 2024’te Avrupa ülkelerine yazdığı açık mektupta, “Avrupa ekonomisinin temel direği olan otomotiv endüstrisi, Çin'den gelen elektrikli araçların saldırısıyla karşı karşıya. bir paradigma değişikliği gerektireceğinin farkındayız. Bir sonraki adım ilhamımızı başka yerlerdeki en iyi uygulamalardan almak olmalıdır. Birlikte çalışmak rakipler ve endüstriyel sektörler için hayati öneme sahiptir. Bu fikirlerin ileriye taşınması için ilgili tüm kurum ve paydaşlarla iş birliği yapmaya hazırız. Avrupa'nın refahı tehlikede” diyordu. Renault CEO’su otomobil üretim maliyetlerini kısmak, Çin’e karşı engeller koymak, ARGE yatırımları için teşvik, kritik ham maddelerde tedarik hakimiyetini sağlamak başta olmak üzere emperyalist rekabette Avrupa’yı harekete geçmeye çağırdı. Elektrikli otomobil bataryaları için olmazsa olmaz lityumun yüzde 90’ı Çin kontrolünde. Lityum yatağı Sırbistan bu yüzden Avrupa’nın talanına hazırlanıyor. Avrupa ve Çin daha fazla ham madde, daha fazla enerji ve daha düşük ücretler istiyor.

Chery’nin Türkiye yatırımı potansiyel olarak Türkiye’nin en örgütlü işçi bölüğünü doğrudan hedef alıyor. Çin sermayesinin kurduğu ittifaklar, Çin şirketlerinde yaşanan grevler, Çinli şirketlerin istihdam rejimi bu dibe doğru yarışta ne denli acımasız olunabileceğini gösteriyor.

İsrail'in suikast komandoları ve Chery

Chery’nin Türkiye’nin yakından tanıdığı bir isimle kurduğu bir ittifak var: Ofer ailesi. Ofer ailesi, İsrail’in en zengin ailesi. Bloomberg milyarderler endeksine göre Idan Ofer 28.7 milyar dolarlık servetiyle dünyanın en zengin 64’üncü kişisi. Bir yılda servet artışı 196 milyon dolar. Eyal Ofer dünyanın en zengin 70’inci kişisi. Toplam kişisel servetleri 56.2 milyar dolar.

Oferler, 2005’te Galataport ve TÜPRAŞ ihalelerini kazanmış, Dönemin Başbakanı Erdoğan, “Biz rahatız. Gizli kapaklı satmıyoruz ki. Bütün milletin huzurunda satıyoruz. Şimdi muhalefet partisi çıkmış diyor ki, Ofer'le niye görüşüyorsun? Yahu görüşürüm. Görüştüğümüz Ofer, bu yeri aldı mı veya alabildi mi? Galataport'u, Ofer mi aldı? Onun yanındaki Türk ortaklarını niye söylemiyorsunuz? Galata rıhtımının yıllık geliri 5 milyon dolardır. Elli yılda 250 milyon dolar eder. İnsaf edin kaça satıldı. 3 milyar doların üzerinde bir rakam söz konusu. Yatırımını da buna kattığınız zaman 4 milyar dolar ediyor. Kimse kuru kuruya Yahudi düşmanlığı yapmasın” diyordu. Oferlere TÜPRAŞ’ın yüzde 14.76’lık hissesi satıldıktan 5 ay sonra artan hisse fiyatları nedeniyle kamunun yaklaşık 800 milyon dolar zarar ettiği anlaşılmıştı. Satışlar iptal oldu.

Türkiye’de vurguna kalkışan baba Ofer öldü. Oğul Ofer, İsrail istihbaratında önemli bir oyuncu. MintPress News'in daha önceki bir soruşturmasının ortaya çıkardığı üzere, ailesinin Zodiac Maritime kargo gemileri, suikast operasyonları için İsrail komandolarını Orta Doğu'da gizlice taşımak için düzenli olarak kullanılıyordu. Buna, Dubai'de Hamas Yetkilisi Mahmud el-Mabhuh'un ve Tunus'ta Filistin Kurtuluş Örgütü Lideri Halil el-Vezir'in öldürülmesi de dahildir.

Ofer ile Chery’nin Qoros Otomotiv’i başarısız oldu. Ancak Oferlerin Qoros Otomotiv’de hâlâ hissesi var. Oferler 20 yıl önce milyarlarca dolar vurgun yapmaya giriştikleri ülkeye öyle ya da böyle yeniden girdi.

Haftada 6 gün, günde sabah 8 akşam 9 çalışma

Çinli otomotiv şirketlerinin istihdam rejimi: 896! Bu, her gün sabah 8'de işe başlayıp akşam 9'da işten çıkmak, haftada 6 gün çalışmak anlamına geliyor. Chery’e özgü olmayan bu ‘Kod 896’ Çinli otomotiv şirketlerinin çalışma rejiminin özcesi. Uzun saatlerde yoğun çalıştırmak.

İşçileri buna mecbur kılmak için temel ücretleri düşük tutmak ana strateji. İnsanlar 8 saatte geçinebilecekleri ücretleri alırsa, kalan zamanlarını satmazlar. Çin’de otomobil işçilerinin temel ücreti 345 dolar, fazla mesailerle 690-897 dolara çıkıyor. Böylece işçiler ücretinin yarısından fazlasını fazla mesai ile elde ediyordu. BYD’yi hatırlayalım: İşçiler, fazla mesailer kaldırılınca greve gitmişti; BYD fabrikasında işçiler daha fazla çalışmak için grev yapıyordu!

Türkiye’de ortalama bir otomobil işçisi bugün ayda 225 saat çalışarak 1242 dolar ücret elde ediyor. Çin’de 294 saatin bedeli en fazla 897 dolar. Türkiye’de saat ücreti 5.5 dolar, Çin’de 4.6 dolar.  

AKP-Chery anlaşması gizli

Çinli Chery ile AKP hükümeti yaklaşık 2 yıldır görüşüyordu. 2016 yılında yayımlanan karara göre “teknoloji odaklı sanayi hamlesi programı” kapsamında bir şirketin teşvik kapsamında değerlendirmeye tabi tutulabilmesi için asgari sabit yatırım tutarının 100 milyon ABD doları olması gerekiyordu. Erdoğan’ın 10 Kasım 2024’te yayımladığı karara göre bu tutar 100 milyon Türk lirasına indirildi. Daha önce Resmi Gazete yayınıyla ilan edilen teşvik belgeleri ise artık gizlendi. Dolayısıyla Chery ile yapılan anlaşma gizli.

Uğur Zengin/Evrensel

Fethi Heper Ve Eskişehirspor’la yazdığı destan: Bir efsanenin ardından - Ali Murat Hamarat/Birgün -

1969-75 yılları arasında futbolda esen Es-es fırtınasının santrforu Fethi Heper’di. Önce profesyonel futbolcuydu Fethi, ardından profesör... Futboldaki devrimin simgesiydi Eskişehirspor. İstanbul oligarşisine karşı çıkan ilk büyük tehditti. Sonrası belki hüsran; ancak yaptıkları destan.

Fethi Heper Ve Eskişehirspor’la yazdığı destan: Bir efsanenin ardından       Eskişehirspor tarihinin ilk resmi gölünü atan Fethi Heper, Avrupa’da Sevilla’ya karşı da hat-trick yapmıştı

Anadolu’dan çıkıp İstanbul’un üç büyüklerine kafa tutan ilk takımdı Eskişehirspor. Bugün mazilerini arasalar da 1969-1975 yılları arasında sahalarda bir devrime imza atmışlardı. Belki ligde taçlanmadılar ancak elde ettikleri üç ikincilik, iki üçüncülük, iki dördüncülük görülmüş şey değildi. Aynı dönemde müzeye konan bir Türkiye Kupası, bir Cumhurbaşkanlığı, üç de Başbakanlık Kupası, artık günümüzde kulaklara masal gibi gelen bir öykünün özetiydi. Devir eskiydi, şehirlerin çocukları doğru bir zihniyetle yoğrulduğunda en ileriye gidebilirdi. Seyircisi, amigosu ve oyuncularıyla bu topraklarda futbol kültürünü inşa eden Eskişehir’den bayrağı devralan Trabzonspor, yine benzer bir şekilde kendi özkaynaklarıyla dördüncü şampiyon olarak tarihe geçecekti.

İşte o Eses fırtınasının santrforu Fethi Heper’di. Önce profesyonel futbolcuydu, ardından profesör. Ligde iki defa gol kralı olmuş birinin spordan uzaklaşıp maliyede hoca olması görülmüş şey değildi. Ki hâlâ öyle. Bir zamanlar kartvizitinde Anadolu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü Mali Hukuk Anabilim Dalı Başkanı yazan efsaneyi 13 Şubat’ta yitirdik. Müsaadenizle…

1944’te Eskişehir’de doğan Heper, beş kardeşin en küçüğüydü. Futbolcu bir aileden geliyordu. Önce abileri bu oyuna sevdalanmış, ardından o attığı gollerle adını tarihe kazımıştı. Babasının manifatura dükkanında iki sohbet konusu varmış. Ya dinden konuşulurmuş ya da meşin yuvarlaktan…

Fethi Heper, Eskişehirspor’la Türkiye Kupası, Başbakanlık Kupası ve Cumhurbaşkanlığı Kupası kazanmıştı.

YENİ DÜNYA’DA DEĞİŞEN HAYAT

İlkokulu bitirdiği gün Beytullah Abisi’nin diploma hediyesi olarak aldığı top, alınyazısıydı. Eskişehirspor Koleji’nde başta futbol yasaktı. Basketbol, voleybol oynanırdı. Genç Fethi belki de sahalarda ilk kez Yeni Dünya’da parlamıştı. Lisedeyken burs kazanıp Amerika’ya bir yıllığına giden delikanlı, bir maçta sekiz gol atınca göz kamaştırmıştı. Keten ayakkabılarıyla şov yapmış; ertesi gün oynadığı takımın başkanının verdiği 10 dolarla kendisine krampon almıştı. Herkesin Dinyakos türü pabuçlarla sahne aldığı günlerde, onun ayağındakiler Türkiye’ye döndükten sonra büyük sükse yapacaktı…

1961’de genç millî olan Heper, Romanya’da bir ay sürecek bir turnuvaya davet edildiğinde hayatı değişiyordu. Almanya’da doktora yapmış abisi Niyazi, “liseden mezun olmalısın” diyerek, kardeşinin gitmesini engellemişti. Bu sayede okulu bitirecek, futbolculuktan profesörlüğe giden yolda devam edecekti…

Ertesi yıl ona önce okul diyen abisini kaybeden delikanlı, ODTÜ’ye adeta kaçıyordu. Daha önce üç çocuğunu kaybeden annesinin yaşayan ilk çocuğuydu Niyazi. Bu ortamdan uzaklaşmak isteyen Fethi, Ankara’da okuyor, haftasonu cebine konan 7.5 liralık bilet parası sayesinde Eskişehir’de futbol oynuyordu.

Bir yılın ardından memleketine dönmüş, Akademi’ye girmişti. Artık bir efsane başlayabilirdi…

Eskişehir Gençlik Kulübü’nde forma giyen Fethi’nin başka şansı yoktu. Başkan halasının oğluydu, genel kaptan dayısı. Yönetim kurulu deseniz, akrabalarıydı. Takımın en gençlerinden biri olarak malzemecilik de yapardı. Çamaşır makinelerinin hayal olduğu günlerde, kirli malzemeleri götürdükleri bir kadın onları yıkar, aklar paklardı. Abisiyle onları tekrar stada taşımakla başlayan kulüp kariyerinde sayısız gol atmıştı… Akademi takımı, 1964’te üniversitelerarası turnuvada rakiplerine gol yağdırarak şampiyon olunca olaylar gelişiyordu. Organizasyonu yerinde izleyen federasyon yetkilisi, kafile başkanı Nafiz Yazıcıoğlu’na 2. Lig’e müracaat etmeleri gerektiğini söylüyordu. Eski Ticaret Odası’ndaki toplantıyı müteakip 19 Haziran 1965’te üç kulübün birleşmesiyle Eskişehirspor kuruluyordu.

Akademi kulübünün başkanı Orhan Oğuz, Anadolu’da futbol devriminin ateşini harlayan o buluşmada futbolcularını da yanına alarak şunları anlatmıştı: “Bakın böyle bir takım kurulursa Eskişehir’in ekonomisi gelişir. Yeni oteller, lokantalar yapılır. Turistler gelir, gider. Hamamcısı, simitçisi, çekirdekçisi, köftecisi hepsi para kazanır. Para kazanınca harcama olur, Eskişehir’in refah düzeyini artırırız.”

‘FETHİ-NİHAT GOL AT’

Eskişehirspor’da kentin iki büyük golcüsü buluşmuştu. Demirspor’dan gelen Nihat Atacan aldığı transfer ücretinin yarısını yatağa serince, işçi olan babasının gözleri doluyordu. “Bir ipte iki cambaz oynamaz” denedursun, onunla Heper’in ortaklığı zamanın meşhur tezahüratını doğuruyordu: “Fethi-Nihat gol at!” İkilinin verkaçları ballandıra ballandıra çok anlatılmıştı.

Hikâyenin devamını Heper’den dinleyelim: “Eskişehir 1965 yılında gerçekten bir kasaba gibiydi. İki tane oteli vardı; bir Büyük Otel, bir de Şale Oteli. Esasında şimdi orduevi olan yer Hilton Oteli olarak yapıldı ama çalışmadı. Sonradan bakın Eskişehir’de kaç tane otel yapıldı, kaç yılda? 50 yılda Eskişehir’in ekonomisi, Eskişehirspor ile birlikte ileriye gitti. İsabetli bir karar vermiştik. Tabii kurulmasın diyenler de çıktı. Dışa açılmak istemiyorlardı, beceremeyiz diye korkuyorlardı.”

Kurulduğu gibi play-off’a yükselen kırmızı-siyahlılar, Bursaspor’u 3-1 yenerek 1. Lig’e yükselmişti. Bu peri masalını yaşatan dokuz futbolcu üniversiteliydi; hepsi Eskişehirliydi. Kent rüyada gibiydi.

Teknik direktörlüğe getirilen Cihat Arman, beklentileri karşılayamıyordu. Ligde kalan takımın başına 1967’de Abdullah Gegiç’in gelmesiyle futbol devrimi başlıyordu. Bir zamanların topçuları, artık futbolcuydu. Gegiç, muhteşem antrenmanları, teknik taktik çalışmalarıyla meslektaşlarından ayrılıyordu. Kanat organizasyonları, ön ve arka direk koşuları, bu topraklar için pek görülmüş şey değildi. Beklerin orta sahayı geçmediği yıllarda, onun takımında bekler hayati rol oynardı. Tribün deseniz, o yılların en iyisiydi. Her maça gelen beş bine yakın kadın o zamanlar görülmemiş şeydi. Herkes kırmızı-siyah elbiselerle geldiği için şehirde kırmızı ve siyah renkli kumaş bulunmazdı. Kadınların biraz ağzı bozuk Feriha Ablası vardı, erkeklerin Amigo Orhan’ı. Ülkenin en çoşkulu stadyumu Eskişehir’deydi. 1968’de Fenerbahçe’nin Şampiyon Kulüpler Kupası’nda oynadığı Manchester City maçı için İstanbul’a gelen Amigo Orhan, Mithatpaşa Stadyumu’nda da fırtına gibi esmişti.

                              Eskişehirspor 1968- 69 sezonunda ligi ikinci sırada tamamlamıştı.

GÖNÜLLERE ATILAN İMZALAR

Kırmızıyla siyah ülke futbolunda moda olmaya hazırlanadursun, 1968’de Eskişehir’in biriciği Fethi hayatının kararını verecekti. Uzaktan akrabası Metin Oktay 32’sine gelmişti. Sahalarda veda etmeye hazırlanan “Taçsız Kral”ın yerine Galatasaray, bir santrfor arıyordu. “Futbolumuzun tavanındaki en güzel avize”, o günlerin çiçeği burnundaki muhabiri Attila Gökçe’yle Erdek’te bir pansiyonda bulunan Fethi’nin yanına gitmişti. Bugünün duayen gazetecisi, Fethi’ye Metin Oktay’ın onu beklediğini söyleyince, genç santrfor saygıdan tıraş oluyordu.

İki gol makinesi baş başa sohbet ediyor fakat sonunda transfer olmuyordu. “Abi, ben kulübümle anlaşamadım. Ancak tekrar görüşürüz sözünü verdim” diyen Fethi, ustasının mahcup olmasını sağlamıştı. Onlar paranın pulun değil, itibarın yürüdüğü zamanların krallarıydı. Onların imzaları gönüllere atılmıştı…

Kentinde kalan Fethi atıyor, Eskişehirspor kanatlanıyordu. O sezon kırmızı-siyahlılarla “Çengel”in gitmediği Galatasaray çekişiyordu. İstanbul’daki maç berabere bitince, şampiyonluk gelmemişti. Eses cephesine göre Metin Oktay’ın yerde kaldığı pozisyona penaltı diyen maçın hakemi neticeyi tayin etmişti. Sevilla’ya karşı 10 dakikada yaptığı hat-trickle turu getiren santrfor, 1974’te futbola veda etmiş, kendini tamamen akademik kariyerine vermişti. 1988’de profesör olmuş, sayısız öğrenci yetiştirmişti. Bu topraklarda görülmemiş bir öykünün kahramanıydı o. Dokuz üniversiteli çocukla lige yükselmiş camianın gol makinesinden, Almanya’da doktora yapmış rahmetli abisinin “önce okul” dediği küçük kardeşten belki de başkası beklenemezdi.

Kim bilir maçları televizyonda yayınlansa, tüm Türkiye onları tutacak; ülke futbolunun en büyük güçlerinden biri olacaklardı. Sonraki facia yönetimler, camianın yaşadığı gelgitler… İşte futboldaki devrimin simgesiydi Eskişehirspor. İstanbul oligarşisine karşı çıkan ilk büyük tehditti. Altın çağında statükoyu sarsmış; bir kent sayesinde kanatlanmıştı. Sonrası belki hüsran; ancak yaptıkları destan. Dün de bugün de…

Ali Murat Hamarat/Birgün

Kaynaklar:

 https://dinyakos.com/2015/01/22/fethi-heper-futbolun-profesoru/ 

Özgür Topyıldız, Anadolu Yıldızı Eskişehirspor İletişim Yayınları, 2003

https://socratesdergi.com/yazi/asgari-mustereklerde-birlesen-takim

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -27 Temmuz 2025-

Dağıtım şirketlerine dokunmayan devletin yangını engelleme yöntemi: Elektrik kesintisi Elektrik dağıtım şirketlerinin bakım-onarım eksikliği...