Danıştay izin verirse -Özdemir İnce-
28 Aralık 2024 tarihli Nefes gazetesinde yayımlanan “Danıştay izin verirse 4.2 milyon karelik orman yok olacak” başlıklı haberi okuyalım: [Çanakkale Lapseki’de Nurol Holding’e ait TÜMAD Madencilik tarafından yürütülen madencilik faaliyeti, Danıştay’dan gelecek kararı bekliyor. TÜMAD lehine karar verirse 4 milyon 260 bin metre karelik alan katledilecek.
4 milyon 260 bin metre karelik alanda yürütülen altın ve gümüş arama faaliyetleri ormanlık alanı günbegün yok ediyor. 4 milyon 260 bin metre karelik ormanlık alanda 158 bin 437 ağaç kesilmesi planlanıyor. Madenlerin su kullanım yoğunlu göz önüne alındığında, bölgedeki yeraltı ve yerüstü su kaynakları da tehdit altında. Bayramdere ve Umurbey barajlarını besleyen kaynakların zarar görmesi halinde tarımsal üretimin de zarar göreceği belirtildi.
Kapasite artışı ile ilgili olarak Çevre Bakanlığı’nca verilen “ÇED olumlu” kararının iptali için açılan davanın Çanakkale 1’inci İdare Mahkemesi tarafından ikiye karşı bir oyla reddedilmesi üzerine konu bir üst mahkemeye taşınmıştı. Dernekler ve 32 bireysel davacı yerel mahkemenin şirket lehine verdiği kararın iptali için Danıştay’a başvurmuştu.
44.1 TONLUK KAZI YAPILACAK
Proje kapsamında Şahinli’de elde edilecek cevher, şirketin 1.5 kilometre yanındaki mevcut “Lapseki Altın Madeni Projesi” alanındaki tesise taşınacak ve proses atıkları da katı atık depolama alanına konulacak. 8.2 milyon ton cevher, 35.9 ton pasa olmak üzere toplam 44.1 milyon tonluk kazı yapılacak.]
Kapasite artışı ile ilgili olarak Çevre Bakanlığı’nca verilen “ÇED olumlu” kararının iptali için açılan davanın Çanakkale 1’inci İdare Mahkemesi tarafından ikiye karşı bir oyla reddedilmesi üzerine konu bir üst mahkemeye taşınmıştı. Dernekler ve 32 bireysel davacı yerel mahkemenin şirket lehine verdiği kararın iptali için Danıştay’a başvurmuştu.
Çevreyi korumakla görevli Çevre Bakanlığı çevrenin yani doğanın yok edilmesiyle sonuçlanacak bir özel girişime “ÇED olumlu” kararı vermiş. Allah akıl versin. Bu karara karşı açılan iptal davası mahkeme tarafından ikiye karşı bir oyla ret edilmiş. Doğa düşmanlığını onaylayan üyelere de Allah akıl versin.
Onu dokuzu bırakıp davaya bodoslamadan girelim. Adı haberde yazılı holdingin şirketi 4 milyon 260 bin metre karelik alanda altın ve gümüş arayacakmış. Bu holdingin altın ve gümüş arayacağı topraklar kimin?
Adı Türkiye Cumhuriyeti olan devletin yani bu devletin vatandaşları olan bizlerin toprakları: 85 milyonluk halka ait topraklar. Bize ait 4 milyon 260 bin metre karelik ormanlık alanda bize ait 158 bin 437 ağaç kesilecekmiş. Bunda dolayı bölgedeki yeraltı ve yerüstü su kaynakları da tehdit altındaymış. Bayramdere ve Umurbey barajlarını besleyen kaynakların zarar göreceği için çiftçinin tarım yapması zarar görecekmiş.
Bu rezilliklere neden katlanacakmışız?
Nurol Holding adlı bir şirketin altın ve gümüş araması için katlanacakmışız. Bizler Nurol Holding’in ortaklarımıyız ki?
Vikipedi’ye baktım: Çıkarılan altının ons fiyatı 800 dolardan düşükse devlet hakkı yüzde 1 (bir). 101 dolardan yüksekse devlet hakkı yüzde 15 imiş. Benzer şekilde çıkarılan gümüşün ons fiyatı 10 dolar altındaysa devlet yüzde 1’ini alıyor, 37 dolardan fazlaysa yüzde 15’ini alıyormuş. Sanki sadaka veriyorlar. O da devleti mandepsiye bastırıp kazıklamazlarsa...
Değerli okurlar, cumartesi günleri TELE1’de saat 10.00-12.00 arasında yayımlanan Namık Koçak’ın yönettiği programda da söylediğim gibi bir tünel açarak yeraltından maden çıkartmak dışında, yüzeyden çıkartılan her türlü madenciliğe karşıyım! Çünkü bu tür madencilik doğayı kesinlikle tahrip ediyor: Milyonlarca bitki ve ağaç örtüsünü yok ediyor; bitki ve ağaç örtüsü yok olunca o bölgede yaşayan başta kuşlar olmak üzere binlerce tür ve hayvan yuvasız kalıyor, yok oluyor! Bu felakete yol açan altın ve gümüş yerinde dursa ülkemizin ekonomisi yıkılır mı? İnanın bana ülkemize hiçbir zararı olmaz.
Davaya bakan Danıştay üyeleri Nurol Holding’in devlete 2024 yılında ne kadar vergi verdiğini lütfen öğrensinler.
Milli eğitim bakanı bakıyor -Özdemir İnce-
Trump’ın gölgesinde Almanya -Ergin Yıldızoğlu-
Almanlar pazar günü sandık başına gidiyorlar. Bu seçimlerin sonucu yalnızca Almanya’nın geleceğini belirlemekle kalmayacak, Avrupa Birliği’nde ilerici güçlerin “süreç olarak faşizme” direnme kapasitesini de etkileyecek.
Hem Almanya için Alternatif (AfD) partisi yükseliyor hem de Avrupa’da faşist hareketler Trump yönetimi altında yeni bir enerji kazandılar. AfD’nin göçmen karşıtı faşist söylemleri, Avrupa şüpheciliği, Alman seçmenler arasında giderek daha fazla yankı buluyor. Ancak partinin son dönemdeki kazanımları yalnızca ekonomik sorunların, toplumsal huzursuzluğun bir yansıması değil. Trump yönetiminin Avrupa’daki faşist hareketlere verdiği açık destek, AfD’nin yükselişini de pekiştiriyor.
Geçen hafta, Münih Güvenlik Konferansı, ABD Başkan Yardımcısı JD Vance’in, Şansölye Scholz’u ve şansölye adayı Marz’ı, görmezden gelerek AfD lideri Weidel ile görüşmesi, bu karanlık ittifakı gözler önüne serdi: ABD, artık liberal demokrasiyi savunmuyor, Vance’in konferanstaki konuşması da transatlantik ittifakında radikal bir çatlağa işaret ediyordu. Vance, ırkçı, faşist propagandayı engelleyen yasalara referansla Avrupa liderlerini, ifade özgürlüğünü bastırmakla suçluyor, birkaç gün sonra da Trump Ukrayna savaşından Zelenski dolayısıyla Avrupa’yı sorumlu tutuyordu. Bu söylem, Trump yönetiminin Macaristan’da Viktor Orbán, İtalya’da Giorgia Meloni ve Hollanda’da Geert Wilders gibi faşist liderlerle kurduğu yakın ilişkiler, küresel siyaseti otokratik, hatta faşist yönetimler lehine dönüştürme, Avrupa Birliği’ni istikrarsızlaştırma, demokratik kurumları zayıflatma yönünde kasıtlı bir girişim olarak okunabilir.
Trump’ın desteğiyle cesaretlenen AfD, artık ana akım partilere gerçek bir alternatif konumuna yükseliyor. Hıristiyan Demokratların lideri Merz’in, Alman siyasetinde aşırı sağa karşı uzun süredir korunan “ateş duvarını” (işbirliği yapmayacağız anlamında) aşarak, göçmenler yasası için AfD ile işbirliği yapması, bu yükselişin göstergelerinden biri. Kısa vadeli siyasi çıkarlardan kaynaklanan bu gelişmeler, AfD gibi faşist bir partiyi, AB’nin merkezinde, lider konumundaki Almanya’da devlete taşıma riski taşıyor. Diğer taraftan, son anketlerden, Sol Parti’nin payını yüzde 3’den yüzde 6-7 arasına çıkararak barajı geçeceği anlaşılıyor. Seçmenin yüzde 30’u hâlâ kararsız, dolayısıyla, sol ulusalcı, Sahra Wagenkracht’ın partisinin de barajı geçmesi bir olasılık. Bu durumda, yalnızca CDU-AfD koalisyonu çoğunluğa ulaşabiliyor. Ya da çok partili, istikrarsızlık koalisyonlar gündeme geliyor.
Trump yönetiminin dış politikası sadece Almanya için değil, uluslararası “düzen” için bir tehdit oluşturuyor. Faşist rejimleri, partileri desteklerken ABD’nin geleneksel müttefiklerini dışlayan Trump yönetimi, küresel güçler dengesini Ukrayna’ya askeri yardım karşılığında maden kaynaklarına el koyma teklifinin, ülkeyi, Avrupa’yı (Almanya’yı) es geçerek Rusya ile paylaşma girişiminin gösterdiği gibi yeniden, emperyalist ilişkiler zemininde şekillendirmeye çalışıyor. Demokratik değerleri ve uluslararası hukuku hiçe sayan bu emperyalist dış politika anlayışı, gücün hukukun önüne geçtiği bir dünya yaratıyor. Avrupa ise artık en güçlü müttefikinin bir rakibe dönüşme ihtimaliyle yüzleşmeye hazırlanıyor.
Bu süreçte Almanya’nın tepkisi belirleyici olacak. Büyük olasılıkla Merz liderliğinde kurulacak yeni hükümet, göçmenliği daha da zorlaştırmak, ekonominin modernize edilmesi ve savunma harcamalarının artırılması gibi kritik önceliklerle karşı karşıya kalacak. Ancak bunların hiçbiri, aşırı sağın yeniden yükselişi, demokratik normların çöküşü kadar varoluşsal bir tehdit oluşturmuyor. Almanya’da merkez partiler, bu sorunlarla yüzleşemezlerse, Trump ve müttefiklerinin desteğiyle güçlenen AfD’nin, birinci parti olma şansı giderek artıyor.
Bir dünya düzen(sizliğ)i, Transatlantik ittifakının dağılma olasılığı ve “süreç olarak faşizm” ile şekilleniyor. Almanya seçimleri, Avrupa’nın ve transatlantik ittifakın geleceği için de bir turnusol testi: Almanya ve Avrupa, bu tehlikeli yeni düzene direnebilecek mi, süreç olarak faşizme teslim olacak mı? Bu soruların cevabı, yalnızca Almanya’nın değil, küresel demokrasi güçlerinin ve barışın kaderini belirleyecek.
Bir çağ kapanıyor -Ergin Yıldızoğlu-
Gazze’deki soykırım, Trump’ın II. döneminde ABD’deki faşizm, geçen hafta yapay zekâ (YZ) ile ilgili güvenlik konularının ele alındığı “Paris zirvesinde” ve Atlantik ittifakının güvenlik sorunlarını tartışan Münih zirvesinde yaşananlar “Bir çağ kapanıyor” savını destekliyor.
HEGEMONYA BİTTİ
Trump yönetiminin USAİD’i kapatması, “sorunlu” rejimlerin yönetimlerini, liberal demokrasiyi yayma adına değiştirmeye çalışmaktan, Paris ve Münih zirvelerindeki tutumu ABD’nin, artık Avrupalı müttefiklerinin rızasını almaktan vazgeçtiğini, ülke içinde başlayan anayasa tanımaz yönetim tarzı da “liberal demokrasi” alanında örnek olma kapasitesinin tükendiğini gösteriyor. Bunun bir göstergesi de Trump yönetiminin Avrupa’da, liberal demokrat yönetimler yerine kendi ideolojisine yakın “süreç olarak faşizm” içinde olan rejimlerle ilişki kurmasıdır. Örneğin, Münih Konferansı sırasında Vance, Almanya’da gelecek seçimlerde şansölye olacak CDU lideri Merz yerine AfD lideri Weidel ile görüşmeyi seçti. Trump yönetimi ABD hegemonyasının restorasyonu yerinde dayatma, şantaj, askeri tehdit politikalarına öncelik veren “klasik emperyalist” bir politikayı benimsiyor.
ABD’nin Avrupalı müttefiklerine yönelik dayatmacı, istikrar bozucu politikalarına karşılık, Rusya ile ilişkilerinde pazarlık, ikna yolunu seçmesi de akla İngiltere’nin hegemonyasının, son döneminde bir Rusya-Almanya’nın ittifakını önlemeye harcadığı çabalar getiriyor. Sonunda İngiltere Almanya iki kez savaştılar, İngiltere kazanan tarafta olmasına karşın, hegemonyasını, hatta başat konumunu koruyamadı. ABD hegemonyasıyla başlayan bir çağ ABD’nin hegemonya restorasyonundan ve liberal demokrasiden vazgeçmesiyle kapanıyor.
TEKNOLOJİK MUTASYON
Yeni bir çağın başladığını düşündüren bir diğer gelişme teknolojik zeminde başlayan radikal değişim, hatta mutasyondur. Yuval Noah Harari’nin, gözlemlerinden yararlanırsak
* Tarih boyunca dil her zaman insanlara aitti. İlk kez insan olmayan bir varlık, YZ dili kontrol edebiliyor, üretip şekillendirebiliyor. Bu da uygarlığın temel yapı taşlarının, insan olmayan bir güç tarafından yeniden programlanabileceğini düşündürüyor.
* Önceki teknolojik yenilikler, insanların fiziksel veya zihinsel yetilerini güçlendiriyordu. YZ insanların karar alma süreçlerini doğrudan devralıyor: İnsanın yerine geçiyor
* YZ bireylerin duygularını, düşünce kalıplarını ve psikolojisini analiz ederek onları doğrudan manipüle edebiliyor, demokrasiler için büyük bir tehdit oluşturuyor.
* Gelişmiş YZ modellerinin daha şimdiden, testler sırasında insan programcıları aldatmaya çalıştığı, güncellemelere, silme çabalarına direndiği, izin almadan kendini bir başka bilgisayara kopyaladığı görülebiliyor.
* YZ’nin veri merkezleri büyük miktarda su, elektrik tüketiyor; iklim değişikliğine de katkıda bulunuyor, enerji kullanımı sürdürülemez hale geliyor.
* Uzmanların YZ’nin, yapay genel zekâ (YGZ) aşamasına kimse farkına varmadan ulaşabilmesinden korkuyorlar: YGZ, insan zekâsını aşabilir, insan çıkarlarına aykırı davranabilir. İnsanlar ilk kez kaynaklar üzerinde kendilerinden daha akıllı ve bilgili bir varlıkla rekabet etmek zorunda kalabilirler.
*Bu noktaya gelmeden YZ’nin gelişme sürecinin küresel düzeyde denetlenmesi, etik kurallara bağlanması gerekiyor.
Uzmanlar, AGI geliştirilmesine ara verilmesini, YZ sistemlerinin kırmızı çizgileri (örneğin, kendi kendini kopyalama) aşmamasını sağlayacak daha sıkı düzenlemeler talep ediyorlar. Paris Zirvesi bu amaçla yapıldı, bir deklarasyon üretildi. Ancak ABD ve İngiltere, “Kapsayıcı ve sürdürülebilir YZ” çağrısında üretilen, Fransa, Çin, Hindistan ve Kanada dahil 60 ülke tarafından desteklenen deklarasyonu imzalamayı reddettiler.
Belli ki kâr arayışı, stratejik jeopolitik rekabet güvenliğin önüne geçiyor. Bu duruma bilim insanlarından gelen tepkiler, son yıllarda, önde gelen YZ şirketlerinde istifalar artıyor. Son iki yılda özellikle OpenAI, Google gibi önde gelen YZ şirketlerinde, güvenlik kaygıları nedeniyle en az yedi önemli uzman istifa etti, OpenAI’de bir toplu istifa olayı yaşandı.
Bir çağın, korkusu nükleer savaştı. Onun yerini, insanın anlamakta, denetlemekte yetersiz kalacağı bir AGI korkusu alıyor.
/././
Üç ‘izm’den sonra nostalji -Ergin Yıldızoğlu-
/././
Amerikan piyonluğunun sonu -Mehmet Ali Güller-
Herkese ders ola...
/././
Beyaz Saray’ın sopası: Rutte -Mehmet Ali Güller-
NATO’nun bir eşitler kulübü olmadığını, bir ABD örgütü olduğunu, ABD’ye rağmen NATO’da kararlar alınamayacağını, Avrupalı NATO genel sekreterlerinin aslında Brüksel’in değil Washington’ın adamı olduğunu yıllardır yazarım, anlatırım.
Ama bir NATO genel sekreterinin kendisini bu kadar açık şekilde “Beyaz Saray’ın sopası” olarak sunduğunu ilk kez görüyorum!
WASHİNGTON AVRUPALILAR ENSESİNDE OLACAK
ABD-AB çelişkilerine sahne olan 61. Münih Güvenlik Konferansı’nda konuşan NATO Genel Sekreteri Mark Rutte, Avrupalı NATO üyelerinden savunma harcamalarını artırmalarını isteyen bir konuşma yaptı. Rutte, yeni harcama oranının, mevcut yüzde 2 hedefinin “çok üzerine çıkacağını” söyledi.
Konuşmasının asıl çarpıcı kısmı ise Avrupalıların taahhütlerinin ABD tarafından izleneceğine dair olan kısmıydı: “Attığınız adımlar, takip edilip izlenecektir. Telefonun karşı tarafında olacağım ve eğer beni dinlemezseniz, taahhüdünüzü yerine getirmediğinizde eminim Washington’da çok iyi bir adam sizi arayacaktır.” (AA, 15.2.2025).
Böylece eski Hollanda başbakanı olan yeni NATO genel sekreteri, parçası olduğu AB’nin liderlerini doğrudan Trump ile tehdit etmiş oldu! (Bu arada görevi Rutte’ye devreden Norveçli eski NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg ise Münih Güvenlik Konferansı’nın başına geçti.)
BATI'DAKİ DEMOKRASİ EROZYONU
Aslında Rutte’nin sözleri bile 61. Münih Güvenlik Konferansı’nın ruhunu anlamamıza yetiyor. Konferanstan önce yayımladıkları “Çok Kutupluluk” başlıklı 151 sayfalık rapora uygun olarak, konuşmalar, ABD ile AB arasındaki çelişmelerin derinleştiğine işaret ediyor. (Bu geniş raporu 11 Şubat’ta cgtnturk. com sitesinde “Putin Münih’e Döndü” başlığıyla geniş bir şekilde inceledim.)
AB liderleri, ABD’nin vergi baskısını yanıtsız bırakmayacaklarını vurgularken ABD adına konuşan Başkan Yardımcısı DJ Vance ise muhataplarını resmen azarladı. Vance özetle Avrupa’da demokrasinin ve ifade özgürlüğünün zayıfladığını söyledi.
Kuşkusuz kimin söylediğine bakmaksızın değerlendirirseniz, özellikle Ukrayna savaşıyla birlikte Avrupa’da ifade özgürlüğü ile demokrasinin erozyona uğradığı bir gerçek.
Rusya karşıtlığının Tolstoy ve Dostoyevski sansürüne kadar gittiği, sosyal medya mesajlarının gözaltılara dönüştüğü, Filistin’e desteğin kimi üniversitelerde antisiyonizm olarak değerlendirilip yasaklandığı bir süreç yaşandı, yaşanıyor. Bu durum elbette sadece Avrupa’yla sınırlı değil, âlâsı ABD’de yaşandı, yaşanıyor.
AVRUPA'NIN ASIL SORUNU
ABD ile AB arasında yaşanan ve Münih Güvenlik Konferansı’nda iyice gün yüzüne çıkan çelişmeler, örneğin Ukrayna için barış masasında AB’nin olup olmayacağı, örneğin NATO üyelerinin savunma harcama oranlarının artırılması, örneğin ABD’nin vergi tarifeleri, son tahlilde gelip Çin’i ilgilendirmektedir.
Esasında ABD ile AB arasındaki bu tartışma, bir bakıma AB’nin stratejik özerk olup olmayacağı konusu ve yeni Transatlantik ilişkilerin nasıl olacağı sorunudur ama son tahlilde ABD’nin Çin’le rekabetine dairdir. Burada ilginç olan Avrupalı siyasetçilerin Trump’a karşı çıkarken aslında “eski tür Amerikancılık” yapmaya devam etmeleridir ve Rusya’yla barış isteyen Avrupa sanayi burjuvazisi ile bu siyasetçilerin çıkarlarının çelişmesidir.
ÇİN'DEN ABD'YE 'KARŞILIĞINI ALIRSIN' YANITI
Bu nedenle 61. Münih Güvenlik Konferansı’nda konuşan Çin Halk Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin mesajları kritik önemdedir. ABD’ye büyük güç rekabetinden kaçınması gerektiği mesajını veren Wang Yi, özetle Washington hangi yolu seçerse Çin’in o yola uygun konumlanacağı uyarısını yaptı.
ABD’ye “Zorbalık uygulamaya ve çevrelemeye kalkarsan karşılığını alırsın” diye seslenen Wang Yi, şu deyişle hem Çin’in “büyük sabrına” işaret etti hem de Çin’in ABD’yi kâğıttan kaplan gördüğüne: “Çincede bir deyiş vardır. Bırak güçlü olan yapacağını yapsın, tepelerde esen hafif yel gibi kayıtsız ol. Onlar ne kadar haşin olursa olsun, nehri aydınlatan parlak ay gibi yerinde kal. Rüzgâr ne yönde eserse essin, hep sakin ve sarsılmaz ol.” (AA, 14.2.2025)
Kissinger’ın dönüşü -Mehmet Ali Güller-
Sorunların kaynağı aptallık mı?-Öztin Akgüç-
Cumhuriyet ve Emek Yürüyüşü -Cumhuriyet-
AKP iktidarının yıllardır sürdürdüğü hukuksuz, adaletsiz, demokrasiden uzak gerici ve piyasacı politikalar, halkımızı yoksulluğa, çaresizliğe ve umutsuzluğa mahkûm etmektedir.

İki bakanlığın işbirliği: Çanakkale'ye 'harem-selamlık' gezi -Taylan Gülkanat-
Gençlik ve Spor Bakanlığı (GSB) ile Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) işbirliğinde düzenlenecek olan Çanakkale gezisine kız ve erkek öğrencilerin ayrı ayrı götürüleceği ortaya çıktı.(https://www.cumhuriyet.com.tr/egitim/haremlik-selamlik-gezi-programi-2302184)