Bilal Erdoğan’ın ortağının kaçak oteli bakanlıkta görüşülecek! - Yusuf Yavuz / soL

 

Alanya’daki İncekum Tabiat Parkı’nda, kıyı kanunu da ihlal edilerek inşa edilen 5 yıldızlı "İslami Otel"in 175 odası kaçak çıkmıştı. Bakanlığın 3,5 milyon TL idari para cezası uyguladığı otelin kaçak bölümlerini mevzuata uygun hale getirmek için 26 Şubat’ta Bakanlık’ta İDK toplantısı yapılacak…

Antalya’nın Alanya ilçesinde bulunan İncekum Tabiat Parkı’ndaki mesire yerinde mevzuata aykırı olarak inşa edilen "Wome Deluxe" adındaki tesettür otelini 10 yıldır Bilal Erdoğan’ın iş ortağı olarak gündeme gelen Rize Güneysulu iş insanı Mehmet Gür’ün şirketi işletiyor. Geçmişte Orman Bakanlığı’nın meslek içi eğitim kampı olarak kullandığı İncekum Mesire Yeri’nde inşa edilen otelin 175 odasının kaçak olarak işletildiği, 425 oda için izin verilmesine karşın otelin 600 odaya çıkarıldığı ortaya çıkmıştı. Antik döneme ait arkeolojik kalıntıların bulunduğu kıyıda inşa edilen otele ait bar ve mescit ile bazı taş evlerin ise kıyı kanununa aykırı olarak sahil şeridinin ilk 50 metresinde kaldığı ortaya çıktı. ‘İslami Turizm’ ve ‘Helal Turizm’ gibi etiketlerle 10 yıldır hizmet veren Gür ailesinin otelindeki kaçak bölümlerin mevzuata uydurulması için 26 Şubat’ta Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nda İDK Toplantısı yapılacak.

Başkanlık sistemine geçildiği dönemde 2018’de Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın YSK’ya sunduğu mal varlığı beyanında, 2 milyon TL borçlu olduğu görülen Mehmet Gür, aynı zamanda Bilal Erdoğan’ın yanı sıra Erdoğan’ın eniştesi Ziya İlgen ve kardeşi Mustafa Erdoğan’la ortaklığıyla gündeme gelen bir isimdi.

Erdoğan'ın oğlu, kardeşi ve eniştesinin şirket ortağı

Rize Güneysu kökenli Mehmet Gür, 2014 yılında Bilal Erdoğan, Mustafa Erdoğan ve Ziya İlgen ile ‘Ortadoğu Proje Geliştirme İnşaat Sanayi’ adını taşıyan ortak bir şirket kurmuştu. Söz konusu şirkette, Bilal Erdoğan, Mustafa Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eniştesi Ziya İlgen’in kurucusu olduğu BMZ Denizcilik ile Mehmet Gür’ün şirketi olan Ortadoğu Nakliyat’ın hisseleri bulunuyordu.

Tabiat parkının üçte-biri Gür ailesine tahsis edildi

Gür ailesi, Alanya’nın Avsallar Mahallesi’nde 520/1 parselde bulunan İncekum Tabiat Parkı bünyesindeki mesire yerini Aralık 2011’de burayı işleten şirketten devraldı. Geçmişte Orman Bakanlığı personeli için yangınla mücadele dahil ormancılıkla ilgili birçok konuda meslek içi eğitim yeri olarak kullanılan deniz kıyısındaki 104 bin m2’lik bu alanın kullanım hakkı, 49 yıllığına Gür ailesinin şirketine geçti. Mevzuata göre halkın doğayla buluşarak günübirlik rekreasyon ihtiyacını karşılamak amacıyla ayrılan 270 bin m2’lik tabiat parkının üçte biri Gür ailesine tahsis edilmiş oldu.

İnşaat sırasında antik zeytin işlikleri ortaya çıktı

Burada 5 yıldızlı bir otel inşaatına girişen Mehmet Gür için alanın imar planı değiştirildi. İmar planının henüz bakanlık onayı bile beklenmeden inşaata başlandı. İnşaat çalışmaları sırasında ormanlık bölgeden çok sayıda çam ağacı kesilirken, sahil kesiminde antik çağdan kalma 2 bin yıllık bir zeytinyağı atölyesine de rastlandı. Ancak alanda arkeolojik kalıntıların çıkması da Gür ailesinin otel inşaatını durdurmaya yetmedi.

Önce inşaat bitti, sonra imar planı onaylandı

Otel inşaatı bitmesine yakın dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı imar planını 30 Nisan 2015’te onayladı. Üç ay sonra da Mehmet Gür’ün 100 bin m2’lik alanda çoktan inşa etmiş olduğu ‘Wome Deluxe’ adlı 5 yıldızlı lüks İslami oteli Temmuz 2015’te hizmete girdi. İslami sosyetenin yoğun ilgi gösterdiği otelin daimi müşterileri arasında TRT’de yaptığı programlar ve tarikat şeyhlerine yönelik övgüleriyle tanınan Yeni Şafak yazarı Serdar Tuncer de gibi isimler de vardı.

Bakanlık belgesinde 1092, satış ilanında 1800 yatak görünüyor

Mehmet Gür’ün şirketi, zaman içinde deniz kıyısındaki mesire yerinin her tarafına yayılarak ek binalar inşa ederek otelin kapasitesini büyüttü. Reklam ve satış yapan bazı sitelerde Wome Deluxe Otel’in 1800 yatak kapasiteli olduğu belirtiliyor. Şirketin beyanına göre ise otel mevcutta 1300 yatak kapasitesine sahip. Ancak Kültür ve Turizm Bakanlığı söz konusu tesis için 2018 yılında 535 oda ve 1092 yatak için Turizm İşletme Belgesi vermiş.

Otelin 175 odası kaçak olarak inşa edilmiş

Kıyı kenar çizgisinin ilk 50 metrelik kesiminde de mevzuata aykırı olarak mescit, bar ve çeşitli taş evler inşa ettiği ortaya çıkan Mehmet Gür’ün otelinin 175 odasının da kaçak olarak yapıldığı belirlenince geçtiğimiz yıl geriye dönük bir ÇED raporu hazırlandı. Kıyı kenar çizgisinin günübirlik kullanıma izin verilen ikinci 50 metrelik kesiminde ise yine mevzuata aykırı biçimde otelin ek hizmet binası inşa edildi.

Kaçakları kılıfına uydurmak için beyin yakan ÇED raporu

Antalya merkezli Baysal Çevre Müh. Hzm. Şirketince hazırlanan 538 sayfalık "kapasite artışı" gerekçeli ÇED raporunda, ilgili mevzuata göre bütün ayrıntılar sıralanırken, inşaat aşaması bölümünde herhangi bir inşaat çalışması yapılmayacağı belirtilerek, “Turizm Konaklama Tesisinde ÇED Yönetmeliği kapsamında gerekli izin işlemleri onaylanmadan 175 oda artış yapılmış olup, tesis 5 yıldızlı ve 600 oda kapasite ile işletilmektedir. Yapılması planlanan yeni bir ünite, yapı, bina vb. bulunmamaktadır” deniliyor.


                             ÇED raporunda 175 odanın izinsiz olarak yapıldığı açıkça belirtiliyor.

Halkın katılımı olmasa bile mutlaka bir şeyler olmuştur

Mehmet Gür’ün şirketi, 175 odası kaçak olan otelin ÇED mevzuatına uydurulması için 18 Nisan 2024 tarihinde bir tür ÇED oyunu sergiledi. Daha önce inşa edilmiş bölümler için yönetmelik gereği "Halkın Katılımı Toplantısı" yapıldı, ancak yerel halk bu girişimi protesto ederek toplantının yapılmasını engelledi. Buna rağmen ÇED raporuna "halk bilgilenmek istemedi" diye kaydedildiği görülüyor:

Halkın Katılımı Toplantısında katılımcıların herhangi bir itiraz, görüş ve önerisi olmadığı için proje kapsamında herhangi bir değişiklik yapılmamıştır. Toplantı için belirtilen saat ve yerde hazır bulunulmuş olup halk bilgilendirilme hakkını kullanmamakla birlikte toplantı yapılacak alana girmemiş, katılım sağlamamıştır.”

Kıyı kanununa aykırı yapıları bakanlık, bakanlığa sordu

Kıyı kanununa aykırı şekilde, yapılaşma yasağı bulunan ilk 50 metre içerisinde bar, mescit ve villalar inşa eden şirket, bu yapılarla ilgili de imar affından yararlanarak yapı kayıt belgesi almış. Kültür ve Turizm Bakanlığı, arazi tahsisini yapan Tarım ve Orman Bakanlığı’na konuyla ilgili görüş sorarak “kıyı kenar çizgisine göre ilk 50 metre ve ikinci 50 metrede yer alan ve 'ticari' nitelikli yapı kayıt belgesi bulunan yapılara konaklama fonksiyonu verilip verilemeyeceği hususunda” görüş istedi. Yapı kayıt belgeleri gerekçe gösterilerek kapasite artışına uygun görüş verildi.

Eski belediye başkanı isyan etmişti

Mehmet Gür’ün kaçak otel odaları ve kıyı kanununu ihlal ederek inşa ettiği tesisle ilgili 18 Nisan 2024’te Avsallar’da bir fırın kafede düzenlenen ÇED oyununu, yerel halk protesto etmişti. Burada bir konuşma yapan Avsallar’ın eski Belediye Başkanı (1999-2004) Şerif Kaya, 2002 yılında dönemin Orman Bakanı Osman Pepe’nin alanın tahsisiyle ilgili kendilerine bilgi verdiğini ancak yereldeki belediye başkanlarının bu tahsise karşı çıktığını anlattı.

‘Yazıklar olsun bize, vatandaşı denize sokmuyorlar'

Dönemin Bakanı Pepe’ye, tahsise konu alandaki Roma döneminden kalma antik zeytinyağı işliklerinin varlığından söz ettiklerini ve burada turistik tesise izin verilmesinin uygun olmayacağını söylediklerini anlatan Kaya, “Buranın arkeolojik sit alanı olduğunu, yapılaşmaya açılmasının hukuken mümkün olmadığını anlattım. Delil ve belgeleri sundum. Bakan Pepe bu konuyu dinledi ve değerlendireceğini söyledi. Daha sonra beni telefonla aradı. Bana burasının bir turistik tesise verilmesinin sit ve arkeolojik alanda olmasından dolayı uygun olmayacağını söyledi. Daha sonra bu şirketin burayı aldığını ve bugünkü sorunların bu şekilde karşımıza geldiğini görüyoruz. Bu kadar kıymetli bir şeye sahip olamadık. Yazıklar olsun bize. Vatandaşı denize sokmuyorlar. Denizin içine duvar yapıyorlar. İlgili kurum bizi 10 sene kandırdı. 10 sene önce yapılmış bir otel için ÇED raporu istemek tümüyle hukukla, vatandaşla alay etmektir. Nasıl denize girelim? Nasıl sahilde yürüyelim? Biz insan değil miyiz?” ifadelerini kullanmıştı.

Kaçak odalar mühürlenerek para cezası uygulanmıştı

Avsallar’daki ÇED oyununu gündeme getiren haberimizin ardından kaçak olarak yapılan 175 oda mühürlenerek faaliyeti durduruldu. Kaçak odalar için ayrıca 2872 sayılı Çevre Kanunu kapsamında 13 Mayıs 2024 tarihli tutanağa göre 3 milyon 582 bin TL idari para cezası uygulandı.

Gür'ün tartışmalı oteli 26 Şubat'ta bakanlıkta görüşülecek

Tüm bu gelişmelerin ardından şimdi gündemde kaçak otel odaların mevzuata "uygun" hale getirmek için hazırlanan ÇED raporu 26 Şubat Çarşamba günü Ankara’da Bakanlığa sunulacak. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nda yapılacak olan İnceleme Değerlendirme Komisyonu (İDK) Toplantısında, ilgili kamu kurumlarının görüşleri doğrultusunda nihai karar verilecek. "ÇED Olumlu" çıkması durumunda ise bakanlık bu kararı ilan ederek kamuoyuna duyuracak.

Yusuf Yavuz / soL

Antik kentlerden duble yol geçirmek UNESCO için engel -Yusuf Yavuz / soL

Uzman arkeolog görevlendirilmeden hazırlanan ÇED raporuna dayanılarak antik Likya kentlerinin içinden geçecek duble yol projesinin, 2009 yılında UNESCO geçici listesine alınan Likya Uygarlığı Antik Kentlerinin dünya mirası listesine alınmasına engel olacağı belirtildi.

Kültürel ve Doğal Mirası İzleme Platformu ile Kültürel Mirasın Dostları Derneği, Antalya’da 11 tanesi arkeolojik sit olan toplam 20 ayrı korunan alanı etkileyecek olan, bazı antik kentlerin ise doğrudan koruma alanı içerisinden geçen duble yol projesini Türkiye’nin de taraf olduğu uluslararası mevzuatlar açısından değerlendirdi. 

Antalya ve Muğla illerinde yer alan Likya Uygarlığı Antik Kentlerinin, 2009 yılında Türkiye’nin UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi’ne girdiği belirtilen ortak değerlendirmede, geçici listenin 13.  sırasında yer alan antik kentlerin zorlu adaylık süreçleri tamamlandıktan sonra UNESCO Dünya Mirası Listesine alınacağı vurgulanarak “Bu durumda inşa edilecek otoyol projesi, tartışmalar, sorgulanan ÇED raporu hiç kuşkusuz  ‘Likya Uygarlığı Antik Kentleri’nin UNESCO Dünya Mirası Listesine alınmasına engel olacak büyük bir bariyer olarak karşımıza çıkacaktır” görüşüne yer verildi.

Antalya’nın Demre ve Kaş ilçelerinde yapılması planlanan yeni duble yol projesi arkeoloji camiasında da tartışmaya neden oldu. Geç dönem Likya’nın başkentliğini de yapmış olan Myra antik kenti dâhil toplam 11 ayrı arkeolojik sit alanını etkileyecek olan yol projesi için 17 Ocak’ta ÇED Olumlu kararı verilmişti. Duble yol projesinin güzergahı üzerinde bulunan Myra, Sura, Hoyran ve Kyaneai gibi antik kentler, Türkiye’nin UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine alınmasını önerdiği Likya Uygarlığı Antik Kentleri arasında yer alıyor. 2009’ga geçici listeye alınan Antalya ve Muğla’daki Likya kentlerinin çevresi, madencilik, kontrolsüz yapılaşma ve otoyol gibi projelerin tehdidi altında.

Duble yol projesinin ÇED inceleme alanı içinde yer alan Sura antik kentinde Likya dönemine ait özgün anıtsal mezarlar bulunuyor

‘Bu işlerde uzmanlık istenmez, diplomasının olması yeterli’

Demre-Kaş-Kalkan arasında yapılması planlanan duble yol projesiyle ilgili ÇED raporunda arkeolog olarak imzası bulunan S.Y.’nin herhangi bir uzmanlığı olup olmadığı yönündeki sorulara, çevre danışmanlık firması yetkililerince “Uzmanlık istenmez bu işlerde, diplomasının olması yeterli” şeklinde yanıt verilmesi, tartışma yarattı.

Prof. Dr. Mehmet Tunçer: ‘ÇED raporu başlı başına bir skandal’

Çankaya Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Tunçer, duble yol yapılmak istenen bölgenin korunması gerekli kültürel miraslarla dolu olduğuna işaret ederek, “ÇED Raporunun olumlu çıkması başlı başına bir skandal ve 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasası, 2872 Sayılı Çevre Yasası ve 2873 Sayılı Özel Çevre Yasası vd. (Orman Yasası, Kıyı Yasası) ile Uluslararası Antlaşmalara (Bern Konvansiyonu, UNESCO Sözleşmeleri vd.) aykırıdır. Ayrıca Anayasanın 56. Maddesine de aykırıdır. Anayasa'nın 56. maddesi: ‘Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.’ hükmünü içermektedir. Devlet böyle bir yolu, geçtiği her noktada Doğal ve Tarihsel Çevre Tahribatı getireceğinden ve bu nedenle Anayasa'ya aykırı olduğu için yapamaz” görüşünü dile getirdi.

                       ÇED raporunda Hoyran antik yerleşimindeki sit alanıyla ilgili değerlendirme

Kumid, Likya coğrafyasına duble yol projesini değerlendirdi

Orta Likya olarak anılan biyo-kültürel coğrafyayı ikiye bölecek olan duble yol projesiyle ilgili gündeme gelen tartışmalarının ardından Kültürel ve Doğal Mirası İzleme Platformu ile Kültürel Mirasın Dostları Derneği (KUMID), ortak bir değerlendirmede bulundu. Konuyla ilgili değerlendirmede, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelere atıfta bulunarak çekinceler paylaşıldı.

                                ÇED raporunu hazırlayan ekipte 3 kişinin soyadı aynı.

Koruma hedefine uymayan yatırımlar için finans bulmak güç

Kültürel ve Doğal Mirası İzleme Platformu ile KUMID’in ortak değerlendirmesinde, “Habitat 1999, İstanbul ve Birleşmiş Milletler’in (BM) diğer sürdürülebilir kalkınma programları gereği bir ülke yönetiminin ülkedeki refahı arttırmak amacıyla hazırlayıp uyguladığı kentsel, bölgesel, ulusal kalkınma planlarına ve bu planlar gereği inşa edilecek otoyol, baraj, stadyum gibi büyük, küçük bayındırlık yatırımlarına karşı çıkılamaz. Buna karşın bu yatırımlarda ülkenin tarihi, kültürel, arkeolojik, mimari ve doğal mirasını tahrip edilmemesi birincil hedeftir. Örneğin bu hedefe uymayan büyük yatırımlar için uluslararası finansman bulmak oldukça güçtür” denildi.

Arkeolojik mirasın korunması uluslararası önemde

Tarihi, anıtsal ve doğal değerlerin korunmasına yönelik önlem ve uygulamaların, sadece kalkınma planlarıyla ilişkili olmadığı, aynı zamanda bu planların ayrılmaz bir bileşenini oluşturduğunun daima göz önünde bulundurulması gerektiğine dikkat çekilen değerlendirmede, şu görüşlere yer verildi: “Arkeolojik mirasın korunması, uluslararası mevzuatlar ve sözleşmeler çerçevesinde ele alınan önemli bir konudur. Türkiye; üyesi olduğu Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO) , kurucu üyesi olduğu Avrupa Konseyi (AK) gibi devletlerarası kurumlar ve Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi (ICOMOS)  gibi uluslararası sivil toplum kuruluşları tarafından yayınlanan bu mevzuatlarının büyük bölümünü imzalamış ve meclisinde onaylamıştır.

                                                     Myra antik kenti geçişi

‘Uluslararası mevzuat bağlayıcıdır ve dikkate alınmalı’

Uluslararası hukukta, taraf devletin imzaladığı ve usulüne uygun olarak onaylatıp yürürlüğe koyduğu bu anlaşmalar (konsey kararları, tüzükler, yönetmelikler vb.)  ‘bağlayıcı mevzuat’ olarak nitelendirilir. Bu tür uluslararası mevzuatlar taraf devletin doğrudan ‘iç hukuku’ olarak dikkate alınır ve Anayasası’nın üzerindedir. Taraf devletlerden şayet bulunmuyorsa söz konusu metinlere göre iç hukukunda gerekli düzenlemeleri yapması beklenir. Adı geçen kuruluşların yayınladıkları ilke kararları, tavsiyeler, görüşler, açıklamalar, toplantı, konferans sonuçları vb. ise ‘bağlayıcı özelliği bulunmayan’ tasarruflardır. Bağlayıcı mevzuatlardaki yükümlülüklerini yeterince yerine getirmeyen karar vericiler ve uygulayıcılar, söz konusu tasarrufları ise tamamen göz ardı etmektedir. Oysa görüşümüze göre koruma çalışmalarında bağlayıcı olmayan uluslararası mevzuat genellikle ileride çıkarılacak yasal/bağlayıcı bir mevzuatın ayak sesleridir ve uygulamada dikkate alınması tavsiye edilmektedir.”

UNECSO dünya mirası listesine girmeye engel olacak

Antalya ve Muğla illerindeki Likya Uygarlığı Antik Kentlerinin 2009 yılında Türkiye’nin UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi’ne girdiğine işaret edilen değerlendirmede, geçici listenin 13.  sırasında yer alan antik kentlerin zorlu adaylık süreçleri tamamlandıktan sonra UNESCO Dünya Mirası Listesine alınacağı vurgulanarak “Bu durumda inşa edilecek otoyol projesi, tartışmalar, sorgulanan ÇED raporu hiç kuşkusuz ‘Likya Uygarlığı Antik Kentleri’nin UNESCO Dünya Mirası Listesine alınmasına engel olacak büyük bir bariyer olarak karşımıza çıkacaktır” görüşüne yer verildi.

                                     Otoyol güzergahında bulunan tescilli korunan alanlar

Arkeolojik kalıntılar zarar görürse yeri doldurulamaz

Arkeolojik Mirasın Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi’nin, 1980'lerden itibaren tüm Avrupa'da gerçekleştirilen büyük inşaat projelerinin arkeolojik alanlara zarar vermesi endişesiyle yapıldığı belirtilen değerlendirmede, “Sözleşmenin ikinci maddesinde ‘Maddî izlerin gelecek kuşaklar tarafından incelenmek üzere korunması için, toprak üstünde ya da su altında görünür bir kalıntı olmasa bile, arkeolojik rezerv alanları oluşturulması’ gerektiğine işaret ediliyor. Son zamanlardaki gelişmelere bakınca Sözleşme’nin ikinci maddesine göre gelecekteki arkeolojik araştırmalarda kullanılmak üzere rezerv alanı bırakmak bir yana, planlanan otoyol inşaatının bölgedeki önemli antik kentleri geri dönülemez bir şekilde tahrip edeceğinden endişe edilmektedir. Asla unutulmamalıdır ki kent, bölge, yatırım planlamacılarının kararları arkeolojik mirası geri çevrilemez olarak etkileyebilir. Arkeolojik kalıntılar bir kere zarar görürse yeri doldurulamaz” denildi.

Miras alanları yerinde ve özgün şekliyle korunmalı

Türkiye’nin 1974 yılında üye olarak mevzuatını uygulamaya koyduğu Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi (ICOMOS)’un, UNESCO Dünya Mirası Komitesi'ne Dünya Mirası Listesi'ne kaydedilmesi önerilen kültürel varlıklarla ilgili koruma durumu hakkında raporlar hazırladığı bilgisine yer verilen değerlendirmede, şu bilgilere yer verildi: “ICOMOS’un 1990 yılında kabul ettiği Arkeolojik Mirasın Korunması ve Yönetimi Tüzüğü, arkeolojik alanların sürdürülebilir korunması ve yönetimine yönelik uluslararası ilkeleri belirleyen önemli bir belgedir. Bu tüzük, arkeolojik mirasın yalnızca bilimsel araştırma açısından değil, aynı zamanda kültürel ve toplumsal değerleriyle birlikte yerinde ve özgün bir şekilde korunmasını vurgular.

                           Kyaneai antik kentinde Likya tipi lahit mezarlar ve tiyatro

Arkeolojik mirasın yönetiminde yüksek akademik standart

Tüzüğün üçüncü maddesine göre ‘Bayındırlık projeleri arkeolojik miras için en büyük tehditlerden birini oluşturmaktadır. Bu nedenle, uygulama projelerine geçilmeden önce arkeolojik etkilenme araştırmalarının yapılması zorunluluğu getirilmeli, bu tür araştırmaların maliyetlerinin proje masraflarına eklenmesi koşulu, yasaya konulmalıdır. Bayındırlık projelerinin arkeolojik mirasa en az zarar verecek şekilde planlanması gereği yasanın temel ilkelerinden biri olmalıdır.’ Tüzüğün sekizinci maddesine göre ‘Arkeolojik mirasın yönetiminde birçok disiplinden yüksek akademik standartlara sahip kişilere gerek vardır…’

Tüzük, geleceğe rezerv alan bırakmayı öngörüyor

Tüzüğe göre; Arkeolojik mirasın yönetimi, yasal düzenlemeler, koruma politikaları ve sürdürülebilir planlama ile desteklenmelidir. Yeni gelişmeler (inşaat projeleri vb.), arkeolojik alanlara zarar vermeyecek şekilde planlanmalıdır. Koruma süreçleri çok disiplinli bir yaklaşım gerektirir; arkeologlar, mimarlar, şehir planlamacıları ve toplum işbirliği içinde çalışmalıdır. Sözleşmenin ikinci maddesine göre gelecekteki arkeolojik araştırmalarda kullanılmak üzere rezerv alanı bırakmak bir yana planlanan otoyol inşaatının bölgedeki önemli antik kentleri geri dönülemez bir şekilde tahrip edeceği ön görülmektedir.

‘ICOMOS mevzuatına uygun olmayan işlemler’

Proje sahibi Karayolları 13. Bölge Müdürlüğü, ÇED Raporunu hazırlayan firma, arkeologlar, koruma uzmanları arasındaki tartışmalar Tarihi Likya Yolu üzerindeki yapılacak otoyol inşaatı için AK ve ICOMOS’un yayınladığı mevzuatlara uygun olmayan işlemler yapıldığının işaretleri olarak değerlendirilmektedir. Bu tartışmaları sonlandıracak yeni önlemler alınması planların revize edilmesi ‘Likya Uygarlığı Antik Kentleri’nin UNESCO Dünya Mirası Listesine alınmasına engel olmaktan çıkacaktır.”

Arkeolojik sitlerle ilgili ilke kararı hatırlatması

Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nun 5 Kasım 1999 tarihinde aldığı 658 Nolu İlke Kararı’nda, 1. derece arkeolojik sitlerde ‘kesinlikle hiçbir yapılaşmaya izin verilmemesi, imar planlarında aynen korunacak sit alanı olarak belirlenmesi, bilimsel amaçlı kazıların dışında hiçbir kazı yapılamayacağı’nın belirtildiğine işaret edilen değerlendirmede, “Kurulun bu kararında, ülkemize özgü geliştirilen çözüm yollarının,  alınacak önlemlerin uluslararası çağdaş yaklaşım ve uygulama ilkeleriyle uyum sağladığı ve örtüştüğü görülmektedir” denildi.

                                                      Yavru şantiye

Uzmanların ve toplumun görüşü alınarak revize edilmeli

Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ve temel ulusal mevzuat açısından ele alınan konuyla ilgili yapılan değerlendirmenin sonuç bölümünde ise şu önerilere yer verildi:

“Ülkemizin taraf olduğu uluslararası ve ulusal mevzuatlar ışığında Tarihi Likya Yolu üzerindeki Finike-Demre-Kaş-Kalkan Duble Yol Projesi’nde ve ÇED Raporunda yüksek nitelikli uzmanların ve toplumun görüşlerini alarak gerekli revizyonun yapılması, Söz konusu otoyol projesinin, UNESCO Geçici Dünya Miras Listesine 2009 yılında girmiş olan  ‘Likya Uygarlığı Antik Kentleri’nin UNESCO Dünya Mirası Listesine alınmasına engel olmasının önüne geçilmesi, Geçici Listedeki ‘Likya Uygarlığı Antik Kentleri’nin UNESCO Dünya Miras Listesine alınması için gerekli çalışmaların ivedilikle başlatılması önerilmektedir.”

Yusuf Yavuz / soL

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -25 Şubat 2025-

Avrupa'da faşist bir hayalet dolaşıyor: Aşırı sağın yükselişi ve 21. yüzyıl faşizmi (I)-Mustafa Dursun-

Faşizme daha yakın ama geçen yüzyıldaki faşizm uygulamalarından da belli ölçülerde farklılaşan, gelip geçici de olmadığın düşündüğümüz bir faşist tırmanış yaşanıyor

Avrupa'da faşist bir hayalet dolaşıyor: Aşırı sağın yükselişi ve 21. yüzyıl faşizmi (1)AfD'nin göç ve İslam karşıtı Robert Sesselmann Thüringen eyaletine bağlı Sonneberg'teki seçimleri kazanarak ülkenin ilk aşırı sağcı kaymakamı olmuştu

Her geçen gün (ve son yıllarda hızlanan bir şekilde), 20. yüzyılın iki dünya savaşı arasındaki faşizmin yükseliş dönemine benzer bir şekilde, küresel ölçekte aşırı sağın yeni bir yükseliş dönemine tanıklık ediyoruz.

Avrupa’da faşist bir hayalet dolaşıyor!

İtalya’da faşist Giorgia Meloni’nin başbakanlığının ardından, geçen Eylül ayında Avusturya’da aşırı sağcı Özgürlük Partisi’nin (FPÖ) birinci parti seçilmesi, Donald Trump’ın ABD’de ikinci kez başkan seçilmesi ve son olarak yüzde 84 gibi rekor bir katılımla Almanya’da neredeyse her beş seçmenden birinin faşist AfD partisine (Almanya için Alternatif Partisi) oy vermesi, üzerinde durup düşünülmesi gereken önemli bir konu.

Alman Parlamento seçimlerinin kesin sonuçları muhafazakâr Hristiyan Demokrat-Hristiyan Sosyal Birlik İttifakı’nın (CDU-CSU) yüzde 28,5 ile en yüksek oy oranına sahip olduğunu gösteriyor (2021 yılına oranla yüzde 4,4 geriledi). İktidardaki Sosyal Demokratlar ise yüzde 16,4’lük bir oy aldılar ki bu tarihlerindeki en kötü sonuç (yüzde 9,3 puan kaybettiler). Yeşiller yüzde 11,6 civarında oy alırken (yüzde 3,1 puan kaybettiler), solcu Die Linke'nin yüzde 8,8 ile beklenenden çok daha iyi bir performans göstermesi (yüzde 3,9 puan artış sağladılar) sevindirici olsa da; aşırı sağcı, ırkçı ve göçmen karşıtı AfD’nin yüzde 20,8 oy alarak ikinci parti konumuna gelmesi (1) yukarıdaki tespitimizi ve endişemizi haklı çıkarıyor.

Aşırı sağ toplumu nasıl manipüle ediyor?

Aşırı sağcı-faşist hareketler dünya çapında nasıl bu kadar hızlı bir yükselişe geçtiler? Teorik olarak, kapitalizm (ve emperyalizm) var olduğu sürece faşizm tehlikesinin her zaman var olduğunu biliyoruz. Son gelişmeler aslında bunu doğruluyor: Faşizmin döl yatağı kapitalizmdir!

Ancak bu genel tespit yeterli değil. Kitlelerin, özellikle de ana akım liberal sağ ve sol politikalardan bıkmış, kendilerini yönetim süreçlerinden ve toplumdan dışlanmış hissedenlerin (ki bunların başında yoksullar, gençler ve işçi sınıfı geliyor) aşırı sağa kaydığı ve faşist hareketleri desteklediği görülüyor.
Yani burjuva demokrasilerinin defoları ve aşırı boyutlara erişen gelir ve servet dağılımı ve yoksulluk aşırı sağı ve faşist hareketleri besliyor. Son zamanlarda artan göçler ve sığınmacılıkla beraber artan sosyal ve ekonomik problemler ise bardağı taşıran son damla oldu.

Siyaset boşluk tanımıyor?

Sosyalist solun etkili olmadığı ve işçi sınıfı hareketinin güçsüz olduğu dönemlerde kapitalizmin içinde oluşan bu boşluk ya da yarıklar aşırı sağ hareketler ve partiler tarafından dolduruluyor.

Aşırı sağ hareketler ve siyasal partiler fikirlerini normalleştirmek ve meşrulaştırmak için eğitim sistemlerine, devlet kurumlarına ve medyaya bilinçli bir biçimde ve kurnazca sızıyorlar.

“Kontrollerindeki büyük sermaye medyasını ve sosyal medyayı kullanarak dezenformasyonu geniş kitlelere yayıyorlar, insanları korku ve kızgınlık temelinde harekete geçiriyorlar. Spor kulüplerinden dini örgütlere kadar, çeşitli kesimlerde kendilerini var ediyorlar ve çoğunluktaki kimlikleri istismar ederek kendilerine kitlesel bir taban oluşturuyorlar. Seçkinlere karşı “halkı” temsil ediyormuş gibi davranırken gerçekte, karşı çıktıklarını iddia ettikleri seçkinlerle derin bağlantılarını sürdürüyorlar. Demokratik muhalefeti susturmak ve sol hareketleri tasfiye etmek için devletin baskı araçlarını (kolluk, gözetim-yargı ve yasalar) sonuna kadar kullanıyorlar ve toplumda korku ve bölünme yaratacak kadar şiddete başvuruyorlar. Milliyetçilik, din ve diğer kimlik siyaseti biçimleri aracılığıyla oluşturdukları aidiyet duygusuyla izolasyon ve yabancılaşma yaratıyorlar ve sonrasında bunu istismar ediyorlar”. (2)

Faşizmin tipik özellikleri

Bir ideoloji olarak faşizm kabaca, aşağıdaki temel unsurlarla karakterize edilen aşırı sağcı, otoriter ve totaliter bir siyasi ideolojidir:
“Genellikle mitolojik bir geçmişe bağlı olan ulusal veya ırksal üstünlüğe vurgu (aşırı milliyetçilik). Siyasal ve toplumsal muhalefete karşı çok az hoşgörüyle gücün tek bir lider ya da partide toplanması (gücün merkezileştirilmesi). Liberal kurumları zayıflatarak, demokratik normların ve süreçlerin reddedilmesi (anti-demokratik eğilimler). Sansür, sindirme ve bazen devlet onaylı şiddet yoluyla muhalefetin susturulması (muhalefetin bastırılması). Şiddetin, militarizmin ve siyasi hedeflere ulaşmak için güç kullanımının yüceltilmesi (militarizm ve şiddet). Tarikat benzeri bir takipçi kitlesi yaratmak için kitlesel seferberliğe, propagandaya ve duygusal çağrılara büyük ölçüde güvenmek (kitlesel seferberlik ve propaganda). Ekonomik ve sosyal politikaları yönlendirmek için devlet ve sermaye gücünün birleştirilmesi, genellikle örgütlü emeğin ve bağımsız sendikaların ezilmesi, sermaye gücü ile siyasi etkinin iç içe geçmesi, servet ediniminin kuralsızlaştırılması ve merkezileştirilmesi çabaları” (3). Kadınların, LGBTİ bireylerin ve farklı inanç grupları ve etnisitelerin hedef gösterilmesi.

Türkiye ilk kez gerçek bir faşizm tehlikesi ile karşı karşıya!

Bu günlerde Türkiye ekonomisi 12 Eylül Askeri Darbesinden bu yana karşılaştığı en derin ekonomik krizlerinden ve emekçiden sermayedara olmak üzere iyi planlanmış büyük çapta sermaye ve servet transferlerinden birini yaşıyor. Devasa bir soygun ve talana dönüşmüş olan bu servet transferi üstelik açıktan yapılıyor. Dahası kapitalizmin bu krizi sosyal, siyasal ve ekolojik krizlerle birlikte “çoklu bir krize” dönüşmüş durumda.

Diğer yandan hem özel hem de kamusal alanda sık sık karşılaştığımız sistemik yolsuzluklar, kamu kaynaklarının kullanımındaki usulsüzlükler, liyakatsizlik, etik ihlalleri, işçi ve kadın cinayetleri, çocuklara, bebeklere dönük taciz ve istismar ve toplu sokak hayvanı katliamları ülkedeki mevcut durumun kriz kavramıyla açıklanamayacak kadar ciddi bir durum olduğunu, bunun “toplumsal bir çöküş” olduğunu gösteriyor.

Bu yolu açan 45 yıl önce yapılan bir askeri darbe ve ardından kurulan askeri diktatörlüktü. Bu darbe ile toplumu devrimci-ilerici, emekten, doğadan, barıştan, toplumsal cinsiyet eşitliğinden ve sosyal adaletten yana dönüştürecek olan kesimleri silindir gibi ezildiler. Buna karşılık, ortaya çıkan boşluk militarist-milliyetçi, siyasal İslamcı yapılar, dinci cemaatler ve gerici siyasal parti ve hareketler tarafından dolduruldu. Askeri diktatörlük neo-liberal ekonomi politikalarının yanı sıra, bu kesimlerin de güçlenmesini sağladı. Son 22 yıldır bu gelişme ülkeyi yöneten “İktidar Bloku” aracılığıyla doruğa çıkartıldı. Bunun faturası da her alanda yaşanan çöküşler oldu ve neredeyse tüm toplum bu çöküşün altında kaldı.

Ancak Türkiye’deki, özellikle de bu yıldan itibaren hızlanan, bu gelişmeleri artık “neo-liberal otoriterleşme” kavramı ile açıklayabilmek giderek zorlaşıyor. İşin özü, faşizme daha yakın ama geçen yüzyıldaki faşizm uygulamalarından da belli ölçülerde farklılaşan, gelip geçici de olmadığın düşündüğümüz bir faşist tırmanış yaşanıyor.

Dünya çapında artan bu tehlike ile etkin bir biçimde mücadele etmenin ön koşulu bu süreci iyi analiz etmektir. Bu yüzden de bu süreci “Neo-faşizm/Yeni Faşizm” ya da “21.Yüzyıl Faşizmi” olarak adlandırmak çok daha isabetli olacaktır.

Anahtar sözcükler: 21.Yüzyıl Faşizmi, Aşırı Sağ, Neo-faşizm, Otoriterlik, Yeni Faşizm.

Dip notlar:
(1) https://www.zdf.de/nachrichten/politik/deutschland/bundestagswahl-2025-prognose-hochrechnung-ergebnisse-liveticker-100.html (24 February 2025).
(2) https://znetwork.org/znetarticle/breaking-down-the-far-right-strategies-for-resistance (21 August 2024).
(3) https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/is-it-fascism-yet (30 Jan 2025).

                                                                           /././

III. Dünya Savaşı iptal -Akdoğan Özkan-

Dördüncü yılına giren Ukrayna Savaşı ile birlikte gerçekleşme ihtimali her geçen gün artan III. Dünya Savaşı, ABD’nin yeni Başkanı Donald Trump tarafından “iptal edildi.” Yekpare Batı algısını yerle bir eden Trump, Zelenski’nin de siyasi kariyerini bitirmeye oynarken, Putin, Batılı şirketlerin ülkesine dönüşünün önünü açacak hazırlık yapmaya başladı. Avrupa yüksek bürokrasisinin siyasi elitleri ise dönen havanın şokunda!

rusya abd üçüncü dünya savaşı savaş

ABD ile Rusya arasında Donald Trump’ın başkanlık görevine yeniden gelmesi akabinde başlayan yumuşama ile birlikte, son yıllarda gerçekleşme ihtimali giderek artan III. Dünya Savaşı’nın da iptal olduğunu söylersek, sanırım yanlış bir ifade kullanmış olmayız. En azından geçici olarak!

Bakın son haftalar ve günler içinde bize “III. Dünya Savaşı iptal” dedirtecek hangi gelişmeler meydana geldi ve şimdi neyi bekliyoruz:

BİR) Trump, 11 Şubat’ta Biden’ın NATO proksisi olarak Rusya’ya karşı parayla savaştırdığı Ukrayna’ya yapılan yardımların karşılığında bu ülkeden 500 milyar dolar değerinde nadir toprak elementleri istedi. Trump bununla da yetinmedi ve Kiev’i olası barış görüşmelerinin baş aktörü olmaktan alıp bir pazarlık kozuna indirgedi.

İKİ) ABD Başkanı Donald Trump, 19 Şubat günü, “seçim yapmayan bir diktatör olan Zelenski, elini çabuk tutsa iyi olur yoksa ülkesini kaybedecek,” diyerek Ukrayna liderinin siyasi kariyerini bitirmeye dönük zehir zemberek bir açıklama yaptı.

ÜÇ) ABD ve Rusya heyetleri ikili ilişkileri normalleştirme hedefiyle Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da 21 Şubat’ta bir araya gelerek müzakerelere başladılar. Ekipler Ukrayna’da barış için görüşmeler yürütmek ve iki ülke arasında ekonomik işbirliğini teşvik etmek için üst düzey ekip oluşturma konusunda anlaşmaya vardılar.

DÖRT) Brüksel’i “cehennem çukuru” olarak niteleyen Trump’ın Savunma Bakanı Pete Hegseth, şimdiye kadar Ukrayna'ya 134 milyar avronun üzerinde askeri yardım yapan AB üyesi müttefiklerine 12 Şubat tarihinde sert mesajlar iletirken aynı masa etrafında bir araya geldiği Ukraynalı ve AB'den mevkidaşlarına “Ukrayna'nın NATO üyesi olmadığını, savaş sonrasında güvenlik garantilerinin Avrupa ülkeleri tarafından verilmesi gerektiğini” söyledi. ABD’nin Ukrayna ve Rusya Özel Temsilcisi Keith Kellogg da, Ukrayna barış görüşmelerinde AB’nin masada olmayacağını duyurdu. Biden’ın kuyruğuna tutunup Rus düşmanlığından kendi bacaklarına sıkacak kadar gözü dönmüş AB liderlerinde panik havası esmeye başladı.

BEŞ) Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, bakanlarına Batılı şirketlerin Rusya’ya dönüşünün sağlanması yolunda gerekli hazırlıkların yapılması talimatını verdi. Boeing’in Rusya pazarına dönme planları yaptığı iddia edildi.

Brüksel’in son dönemdeki üst düzey diplomatları Rusya ile mücadeleyi öylesine bir obsesyon haline getirmişlerdi ki Orta Doğu’ya barışı bile Moskova’ya sopa sallayarak getirebilecekleri yanılması içine girmişlerdi. Trump’ın onlar için de en büyük sürpriz hamlesi, bırakın AB’yi Ukrayna’yı dahi barış masasının dışında bırakması oldu. Çok değil bundan birkaç ay öncesine kadar barış için Rusya ile görüşme yapılmayacağını, o yüzden müzakere seçeneğin tamamen kapalı olduğunu söyleyen, hatta kurulacak “barış masasında” Rusya’nın bile yer almayacağını “öngören” AB liderleri şimdi Washington’un kendilerini müzakere masasının dışında tutmasının şokunu yaşıyorlar.

Şiddetli bir fırtına

Donald Trump başkanlık görevine başlamadan önce kaleme aldığım “Avrupa’nın ufkunu Trump bulutları karartırken” başlıklı yazımda, “Avrupa asıl mücadeleyi 20 Ocak’ta yemin ederek göreve başlayacak olan ABD Başkanı Donald Trump yönetimine karşı vermek zorunda kalabilecek gibi gözüküyor. (…) Trump ile birlikte AB ufkunda sanki daha fazla azar, fırça ve tedip gözüküyor. Bir ‘mükemmel fırtına’ bizi bekliyor gibi. (…) Bu teslimiyetçiliğin ve kraldan çok kralcılığın Avrupa’ya Trump karşısında bir faydası olacak mı, orası tamamen şüpheli!” yazmıştım. Evet, gelişmeler tam da öngördüğümüz şekilde gelişiyor ve Trump’ın azar ve fırçasını yemeyen Avrupalı neredeyse kalmıyor. Buna, ABD Başkanı’nın “diktatör” diye seslendiği Ukrayna lideri Zelenski de dahil. “Mükemmel” mi tam bilemem ama kesinlikle şiddetli bir fırtına yaşandığını söylemek lazım.

Kendilerine ucuz doğalgaz taşıyan Nord Stream boru hattını dahi patlat(tır)acak denli gözlerini karartan ve kıtayı pahalı gaza mahkûm eden, ama bu sabotaj eylemini kimin gerçekleştirdiğini bilmiyormuşçasına aylarca üç maymunu oynayan Avrupalı liderler 17 Şubat’ta telaşla Fransa başkenti Paris’te buluştu. Elysee Sarayı'nda bir araya gelen AB, İngiltere, Almanya, İtalya, İspanya, Polonya, Danimarka, Hollanda liderleri ile NATO Genel Sekreteri Mark Rutte “fırtına” niteliği atfettiğim bu gelişmeleri görüştü. Liderler, zirvenin sonucunda Avrupa'nın da kendi savunmasını güçlendirmek konusunda hazır ve istekli oldukları yönünde açıklama yapmakla yetindiler.

Bu arada NATO’ya üye Avrupa ülkelerinde endişe içinde beklenen yeni savunma harcamaları skalası da ilk kez Washington’un resmi ağzından müttefiklere yüzde 5 olarak iletildi. Halihazırda gayrisafi yurt içi hasılanın (GSYİH) yaklaşık ortalama yüzde 2’sini savunmaya ayıran Avrupa ülkeleri için bu rakam rekabet güçlerini biraz daha zayıflatabilecek yeni bir baskı unsuru özelliği taşıyor.

Tabii Trump’ın Ukrayna meselesinde değerler temelinde bir siyaset yürütmekten ziyade anlaşma imzalama peşinde olan bir iş adamı, bir CEO gibi meseleye yaklaştığını da unutmayalım. Pazarlıkta karşı tarafı psikolojik baskı altına alacak şekilde çıtayı yukarıda tutarak işe koyulmayı seviyor.

“Çirkin bir şeye çirkin yüz veriyor”

Neden böyle yapıyor? Çünkü “Masum liberallerin gözyaşları ve pragmatik plütokrat” başlıklı yazımda da dile getirdiğim gibi, “Trump, kötü imparatorluğa güzel bir yüz takmada çok yetenekli olan Obama’nın tam tersi; çok çirkin bir şeye çok çirkin bir yüz takıyor. O yüzden imparatorlukta çok daha dürüst bir yüz. Diğer plütokratlar tarafından sahiplenilen kaba, aptal bir plütokrat olarak zalim güç yapısının mükemmel bir temsilcisi.” Avustralyalı gazeteci Caitlin Johnstone, Trump’ta sevdiği tek şeyin, “imparatorluk yöneticilerinin çoğunun onda nefret ettiği şey olduğunu, yani oyunu ele vermesi” olduğunu dile getirmişti. Susmayıp “oyunu ele veren” yani ABD’nin gerçek maskesini indiren, ona ihtiyaç duymayan bu pervasız yaklaşımının ardında da öyle dürüstlük ya da samimiyet filan değil, kibir yüklü muazzam bir özgüven var. Öyle fotoğrafa sinsice balyoz sopası yerleştirerek sallamıyor sopasını. Bodoslomadan azar ve tedip ile giriyor, hasmını paralize edip bunun özgüveniyle açıyor müzakere pazarlıklarını:

- Gazze’yi sahiplenerek Costa Brava yapacağını söylerken iktidarlarını yitirme korkusu üflediği Mısır ve Ürdün’den “iyi” bir karşı teklif bekliyor.

- Kanada'nın "51. eyalet" olarak ABD'ye dahil edilmesi gerektiğini dile getirip Kanada Başbakanı Trudeau’ya “ezik” derken, karşı taraftan ticari dengeyi Washington lehine çevirecek sağlam birkarşı teklif bekliyor.

- Avrupa Birliği'nin ABD ile arasındaki “muazzam ticaret açığını” dikkati çekip AB’ye ticari ültimatom niteliği taşıyan sert mesaj verirken Birliğin Amerika’nın petrol ve doğalgazını büyük ölçekte satın alarak bu açığı kapatması gerektiğini istiyor.

- “Dürüst olmak gerekirse Zelenski'nin müzakerelere katılmasının çok önemli olduğunu düşünmüyorum” diyerek Ukrayna liderine siyasini kariyerini bitirebileceğini ima ederken, Ukrayna’nın Kiev’in kontrolündeki maden ve mineral yataklarıyla ilgili ABD’ye Rusya görüşmeleri öncesi kapitülasyonlar sağlaması gerektiğini dikte ediyor.

- Bu yaklaşımla pazartesi ve salı günü görüşeceği Fransa lideri Macron ile İngiltere lideri Keith Starmer’ı da şöyle bir sarsması mümkün.

Tarafsızlık şansını iterek gelinen nokta

Malum, Ukrayna lityum (%2 küresel rezerv), grafit (%4), nikel (%0,4), mangan, uranyum ve nadir toprak metalleri de dahil olmak üzere değerli mineral rezervlerine sahip bir ülke. Özellikle titanyum bahsinde Ukrayna'nın dünya rezervlerinin %20'sini elinde tuttuğu tahmin ediliyor. Ancak, bu maden ve mineral yataklarının yaklaşık yüzde 40'ı ya Rus güçlerinin kontrolü altında ya da cephe hattında bulunmakta. ABD merkezli şirketler Ukrayna anayasasının doğal kaynakların özelleştirilmesini açıkça yasaklayan 13. Maddesi nedeniyle bağımsızlığını kazandığından bu yana Ukrayna’da yeni projelerden büyük ölçüde kaçındılar. Trump’ın bu maddenin kaldırılarak Batılı şirketlere ülkenin doğal zenginliklerini daha kolay sömürme imkânı tanınmasını istediğine ve buna oynadığına da kuşku yok. Bir zamanlar Kiev yönetiminin elinde “Ukrayna’nın tarafsızlığını koruduğunu ilan etmesi” gibi bir ihtimal, bir şans vardı, ama onlar bunu ellerinin tersiyle ittiler ve Batı’nın para ve silahı, gençlerinin canıyla “son Ukraynalıya kadar” bir vekalet savaşı vermeyi tercih ettiler. O tarihte tarafsızlığı salık verenleri dinlemeyenlerin Trump’ın Zelenski’ye yolladığı söylenen ve “ihtilaf halinde New York mahkemelerini yetkili” kılan “Ukrayna madenleri” anlaşmasının taslağına bakıp, ülkenin geldiği/getirildiği şu trajik ekonomik sömürge adaylığı konumuna şaşırmaları da enteresan doğrusu.

Bu arada, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un da bugün Ankara’yı ziyaret ederek, Ukrayna'daki savaşı sona erdirmek üzere ABD yetkilileriyle yaptığı son görüşmeleri aktaracağı ve Türkiye’nin 2022’de İstanbul’da çok yaklaşılmış barış sürecine bu kez nasıl katkıda bulunabileceğini görüşeceği ileri sürülüyor.

Tabii, ABD ve Rusya heyetlerinin Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da bir araya gelerek müzakerelere başlaması Ukrayna’da silahların kısa süre içinde susacağı anlamına gelmiyor. Eğer Ukrayna ordusunda ani bir çözülme meydana gelmez veya Kiev’i Zelenski sonrasına taşıyacak bir iktidar değişimi/darbe yaşanmazsa cephede silahların susması aylar alabilir.

“Kolektif Batı” algısı yerle bir

Zaten unutmayalım ki iki ülke arasındaki görüşmeler sadece ve sadece Ukrayna Savaşı’nı sonlandırma gündemi içermiyor. İki ülke arasındaki ilişkilerden Rusya’ya yönelik yaptırımlara, Avrupa ile Rusya arasındaki ticari ilişkilerin geleceğinden NATO’nun genişleme planlarının akıbetine kadar masada çok sayıda gündem maddesi bulunuyor. Ayrıca, Ukrayna’ya barışın bir dönem savaşın fitilini ateşlemiş Washington’a zevahiri kurtaracak bir aranjmanla formüle edilmesini bu masa sağlayacak. Dolayısıyla Putin’in Trump’a bir Nobel Barış Ödülü armağan etme ihtimalinin dahi yolunu açabilecek böylesi bir gelişmenin kolay finalize edilmeyeceği ve zorlu tartışmalara sahne olacağı da bir hakikat.

Şimdi asıl soru şu: Soğuk Savaş döneminin iki büyük hasmı, ABD ve Rusya bir kez daha barış içinde bir arada yaşama zemini için müzakerelere oturmuşken tarihi yeniden yazabilirler mi? Yekpare bir Batı algısını, “kolektif Batı” cephesini yerle yeksan eden Donald Trump, diplomaside nadiren beliren bu tarihsel fırsat ve momenti iyi kullanarak Putin ile makul temellerde bir uzlaşıya varabilecek mi? İki lider sadece Ukrayna’daki çatışmaları değil Moskova’nın 2007’den beri dile getirdiği güvenlik endişelerini de sona erdirebilecek ve uzun yıllar korunabilecek yeni bir jeopolitik denge yakalayabilecekler mi? Bir diğer deyişle, geçici olarak “iptal edildiğini” düşündüğümüz III. Dünya Savaşı tamamen rafa kaldırılaabilecek mi?

Batı ile anlaşmaya yürümenin her zaman için bir tuzak olduğunu düşünen İgor Girkin gibi Rus “türbo-vatanseverler” ile Rusya’yı dünyadaki “yegâne beyaz güç” olarak gören ve onlarla ulusaşırı bağ kurarak Putin'i bir umut ışığı olarak gören Richard Spencer gibi beyaz ırk üstünlükçüsü Amerikalılar dahi nefeslerini tutmuş gelişmeleri izliyorlar.  Umarız tarih hiçbir ultra-milliyetçi kanadı kayırmadan, savaştan çok çekmişleri öncelikle dikkate alan bir seyir izler ve sonunda barış, kalıcı barış kazanır.

                                                                /././

Suç örgütü lideri emekli polise parasal yardım yaptı, emniyetten ses yok!-Tolga Şardan-

Şimdi acaba dengeler nasıl değişti de Soylu’nun MHP’deki en etkin irtibat kurduğu ve yakın olduğu isimler arasındaki Yönter, Peker’i öven paylaşım yaptı?

sedat pekerOrganize suç örgütü lideri Sedat Peker, felç olup emekliye ayrılan Özel Harekât polisi Ömer Korkmaz’ın kök hücre tedavisi ve bakım masrafları için 1 milyon 800 bin TL’lik yardımda bulunmuştu

Ülkenin çivisi çıkalı epeyce oldu. Her gün yeni örneklerle karşılaşılıyor.

Üstelik yeni gündeme gelen örnek / örnekler, eskiyi / eskileri aratır cinsten oluyor.

Son örneklerden birisinde; organize suç örgütü liderliğinden hükümlü ve halen Interpol’ün kırmızı bülteniyle aranan Sedat Peker, emekli polisin sağlık sorununun çözümü için gereken parayı sağlamış!

Emekli Özel Harekatçı polisin sağlığına kavuşmasından bağımsız düşünmek gerekirse, neresinden tutarsanız elinizde kalacak bir durum kuşkusuz.

Yıllarca ülkeyi kasıp kavuran suç örgütü lideri, devletin polis gücünün personelinin sağlığına kavuşması için 1,8 milyon lira parayı avukatı aracılığıyla göndermiş.

Bu ülkenin milyonlarca liralık Örtülü Ödeneği’ni yöneten İçişleri Bakanlığı, sağlığını yitiren polisin yıllarca emek verdiği, üniformasını giydiği Emniyet teşkilatı ne iş yapar acaba?

Sağlığını kaybeden emekli bir teşkilat mensubunu sağlığına kavuşması için gereken paranın suç örgütü liderinden sağlanmasına nasıl göz yumulur, bakanlık ve Emniyet yönetimince?

Efendim, sağlığını kaybeden polis memurunun emekli olması sonucu değiştirmez!

Nihayetinde, üniformasıyla devlete ve kamu güvenliğine hizmet etmiş polisin sağlığına kavuşması gereken bedeli ödemek, İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün görevi değil midir? Yurt içine yaptıkları havayolu seyahatlerinde birkaç kez tarifeli uçak kullanılsa, emekli polisin ihtiyacı olan bedeli karşılamaları mümkün.

Diyelim ki; Örtülü Ödenek’ten karşılanması mümkün değilse, teşkilatın Polis Vakfı ve Polis Sandığı gibi sivil toplum örgütleri ne güne duruyor?

Yine diyelim ki; iki kurumdan da para çıkmadı. Her hafta kendisini ziyaret eden iş insanlarının temaslarını bir çok kez paylaşarak iş dünyasıyla bağlantılarını gözlere sokan Emniyet Genel Müdürü Mahmut Demirtaş, böylesi ulvi bir konuda hangi iş insanı arkadaşından destek istese, “hayır” cevabını almazdı.

Ama bir emekli polisin sağlığına kavuşması için devreye girmekten çekinen İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü yönetimi, organize suç örgütü lideri olduğu gerekçesiyle hüküm giyen ve kırmızı bültenle aranan kişinin parasal destek vermesinde hiç sakınca görmemesi, ülkede çivi çıkmasının en dikkat çekici örneği olarak kayıtlara girdi.

Gerçi, bu coğrafyanın kimi gazetecileri bile suç örgütü liderinden “sitayişle” söz etmekte bir sakınca görmüyorsa, İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün aynı suç örgütü lideri hükümlüsünün parasal desteğine sessiz kalması, pek de şaşırtıcı olmasa gerek.

MHP’li Yönter’in dikkat çeken paylaşımı

Suç örgütü liderliğinden hükümlü Peker’in emekli polisin sağlığına yaptığı parasal desteğe MHP’nin önde gelen isimlerinden İzzet Ulvi Yönter’in “Allah razı olsun” paylaşımı da aynı kapsamda değerlendirilmeli.

Yönter’in, Peker’le ilgili söz konusu paylaşımını bir başkası yapsaydı, hakkında “suç örgütü liderini övme” iddiasıyla adli soruşturma başlatılırdı. Fakat, paylaşımın sahibi Yönter olunca, herhangi bir işlem yapılmıyor doğal olarak.

                          Bu arada, Yönter’in Peker’i öven söz konusu mesajı siyasi açıdan da önemli.

Zira Yönter’in, Peker’in Eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile kapıştığı dönemde, Peker’in aleyhine yaptığı paylaşımlar arşivde duruyor!

Şimdi acaba dengeler nasıl değişti de Soylu’nun MHP’deki en etkin irtibat kurduğu ve yakın olduğu isimler arasındaki Yönter, Peker’i öven paylaşım yaptı?

Bu paylaşımı, Soylu’nun görmemesi mümkün değil. Kendisi görmese bile, yakın ekibi mutlaka aktarmıştır.

Ankara kulislerine yansıyanlar bunlarla sınırlı değil elbette.

Dikkat çeken bir bilgi, Peker’in yakın zamanda hatta büyük olasılıkla martta Türkiye’ye geleceği yönünde. Emniyet’te bu bilgi mevcut. Siyasi kulislerde de konuşuluyor.

Hatta öyle ki; Abdullah Öcalan’ın olası ev hapsine çıkma olasılığına karşı aynı dönemde Peker’in de Türkiye’ye ayak basacağı, kapalı kapılar ardında dillendiriliyor.

AKP’nin pazar günkü kongresinde MKYK’ya yapılan görevlendirmelerde adı listede bulunmayan Eski İçişleri Bakanı Soylu’nun mevcut siyasi konumunu ve “siyaseti bırakıyorum” açıklamasını, Peker’le ilgili takvimle birlikte okumakta fayda var, zannımca.

Eski FETÖ’cü Özdemir’e verilen hapis cezası

Ankara gündeminde geçen haftanın dikkat çeken ancak üzerinde fazlaca yorum yapılmayan konu başlıklarından birisi eski FETÖ’cü Kemalettin Özdemir’e verilen hapis cezası oldu.

Bu sürecin şöyle bir özelliği var.

FETÖ konularını yakından takip edenlerin bildiği üzere; Kemalettin Özdemir, uzunca bir süre Fetullah Gülen’in en önemli isimlerindendi.

Uzun yıllarca Gülen cemaatinin Emniyet İmamı idi. Emniyet teşkilatında cemaatin attığı her adımda sorumluluğu olan güçlü isimlerdendi.

Sonrasında cemaatle yollarının ayrılmasının akabinde 17-25 Aralık 2013 sürecinde yaşananlardan sonra devlete yanaştı.

Cemaatin bilinmeyenleriyle ilgili başta MİT Başkanlığı olmak üzere devlete pek çok bilgi verdi. Bir bakıma itirafçı oldu. Bu sebeple devletin koruması altına girdi. İtibarlı biçimde yaşamaya devam etti.

AKP iktidarı da Özdemir’e fazlaca sıkıntı yapmadı. Hem de emniyet imamı olmasına rağmen.

İlginç olan durum ise, iktidarın koruması altındaki Özdemir’e yönelik Ankara Adliyesi’nde “silahlı terör örgütü kurma veya yönetme” iddiasıyla iddianame hazırlanmasıydı. Özdemir’e yönelik iddianamenin hazırlandığı bürodan sorumlu başsavcı vekili Veysel Kaçmaz’dı. Kaçmaz, yargı camiasında MHP’ye ve Eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya yakınlığıyla biliniyor.

Kaçmaz’ın sorumlu olduğu büro, Özdemir hakkında 22.5 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açtı. Yargılama sırasında savcılık mütalaasında 22.5 yıllık hapis cezasında ısrarcı oldu. Geçen hafta sonuçlanan yargılamada mahkeme Özdemir’i 3 yıl bir ay hapisle cezalandırdı!

Yargılama sonucunda verilen kararda Özdemir’in etkin pişmanlıktan yararlandığı ifade edildi.

Kaldı ki, Özdemir’in hem AKP üst yönetiminde hem de kabinede “birebir” görüştüğü isimlerin varlığı biliniyor. Böylesi kritik bir ismin yargılanması ve hapis cezasına çarptırılmasının “AKP – MHP” koalisyonunda elbette bir anlamı olsa gerek.

Bahçeli’nin sağlık durumu

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin sağlık durumu, Ankara’nın son iki haftadır önemli gündem maddelerinden.

Kalp kapakçığı değiştiği ifade edilen Bahçeli’nin sağlık durumuyla ilgili bir merak söz konusu. Başkentte siyasetle uğraşsın uğraşmasın hemen herkesin merakı bu yönde.

Gerek kendisinin doğrudan paylaşımları, gerekse bizzat kendisiyle görüşenlerin verdiği bilgiler ışığında MHP Genel Başkanı’nın sağlık durumu hakkında kamuoyu bilgi sahibi olabiliyor.

Ancak süreç öyle bir şekle büründü ki; MHP Genel Başkanı’nın sağlık durumunu merak etmek neredeyse vatan hainliğiyle eş değer.

Türkiye’de kim olursa olsun siyasi parti liderlerinin sağlık durumu bu coğrafyada nefes alan 7’den 70’e herkesin ilgisindedir.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın veya CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in sağlık durumunun merak edilmesi değil de, MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin durumunun merak edilmesi neden böyle tepki çeker acaba?

Ayrıca, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da, yaşadığı sağlık sorunu sonrasında iyileşmeye başladığı ifade edilen Bahçeli’yi henüz ziyaret etmediğini hatırlatayım. 
Demek ki Bahçeli, geçmiş olsun ziyaretine hazır değil.


Bahçeli ile görüşen hemen herkes, yaptığı sosyal medya paylaşımlarında bilgileri sanki vatan hainliği ile örtüştürüp kitlelere mesaj vermeyi benimsedi bir süredir.

MHP camiasının yaklaşımı bir dereceye kadar anlaşılabilir. Bahçeli, ülkücü camia için çok şey ifade ediyor.

Ancak, Cumhur İttifakı öncesinde AKP’li olup MHP Genel Başkanı’na hakaret eder derecede söz söyleyenler de bu akımdan etkilenmiş durumda.

Bahçeli’yi yakından tanıyanlar, kendisinin böylesi yaklaşımlardan mutlu olmadığını tam tersine üzüldüğünü ifade ediyor.

Unutmadan, Bahçeli taraftarlarını üzen sağlık durumuyla ilgili kimi yanlış bilgilerin, ittifak ortağındaki bazı isimlerce kulaklara fısıldandığını aktarayım.

Son olarak, MHP Genel Merkezi’nce, Genel Başkan Bahçeli’nin “askıda buğday” kampanyası başlattığı duyurusunun zamanlaması, hedef kitlesi ve amacının, Ankara’nın “gizli gündemi”nde nasıl değerlendirilmesi gerektiğini sizlere bıraktım.

                                                               /././

Seçimin kazananı muhafazakar CDU/CSU, aşırı sağcı AfD ve Sol Parti oldu + 10 maddede Ukrayna savaşının üç yılı -Yücel Özdemir / Evrensel

Seçimin kazananı muhafazakar CDU/CSU, aşırı sağcı AfD ve Sol Parti oldu

Almanya’daki erken genel seçimlerin kazananı muhafazakar CDU/CSU, aşırı sağcı AfD ve Sol Parti oldu. Kaybedenler ise 2021’den bu yana ortaklık yapan SPD, Yeşiller ve FDP oldu.

Köln - 23 Şubat Pazar günü yapılan erken genel seçimlerinin ortaya çıkardığı sonuçlar birkaç açıdan önem arz ediyor. Bunların başında, seçimlere katılım oranının iki Almanya’nın birleşmesinden bu yana en yüksek seviyeye ulaşması geliyor. 2021’deki erken genel seçimlere katılım oranı yüzde 76 olurken, bu seçimlere katılım yüzde 83 olarak gerçekleşti.

Seçimlere katılım oranının artmasında aşırı sağın güç kazanması önemli rol oynadı. Daha önce sandık başına gitmeye gerek görmeyen seçmenlerin bir kısmı bu sefer sandık başına giderek oy kullandı.

Kesin olmayan sonuçlara göre Hristiyan Demokrat Birlik (CDU/CSU) partileri bir önceki seçimlere göre oyunu yüzde 4,5 artırarak yüzde 28,6’ya çıkardı. Anketlerde Birlik partilerinin daha fazla oy alacağı ifade ediliyordu. Sonuçlar anketlerin gösterdiği en düşük orana yakın oldu. Birlik partileri seçimlerden birinci çıktığı halde, Federal Almanya tarihinde aldığı ikinci düşük oy oranı oldu. Bu da “merkez” partilerindeki zayıflamanın devam ettiğini gösteriyor.

Hükümet partileri yüzde 18,5 oy kaybetti

2021’deki seçimlerden sonra “trafik lambası koalisyonu” kuran Sosyal Demokrat Parti (SPD), Yeşiller ve Hür Demokrat Parti (FDP) seçimlerin asıl kaybedenleri oldu. 2021 seçimlerine göre yüzde 9,4 oy kaybederek yüzde 16,3 ile tarihinin en düşük oyunu alan SPD, seçimlerin asıl kaybeden partisi oldu. İzlediği neoliberal politikalar nedeniyle tabanını kaybeden SPD, seçimlere Başbakan Olaf Scholz ile katılmıştı. Neoliberal politikaların yanı sıra Ukrayna savaşına verdiği destek ve silahlanma için ayırdığı devasa bütçe SPD’nin oy kaybetmesinin başlıca nedenleri arasında.

Koalisyon hükümetinin diğer ortağı olan Yeşiller, SPD’de kadar olmasa da yüzde 2,4 oy kaybıyla yüzde 12,3 oy alabildi. Erken seçimler için koalisyon hükümetini bozma planları yapan FDP ise yüzde 5 barajının altında kalarak faturayı ödedi. 2021’deki seçimlere göre yüzde 6,7 oy kaybeden FDP ancak yüzde 4,7 oy alarak yüzde 5 barajın altında kaldı. FDP Genel Başkanı Christian Lindner, seçimlerin kendisi için bir yenilgi olduğunu ifade ederek, bir daha başkanlığa aday olmayacağını açıkladı.

Barajın altında kalan bir diğer parti ise Sahra Wagenknecht İttifakı (BSW) oldu. 2024’ün başında kurulan BSW ilk başlarda anketlerde yüzde 7-8 arasında görünüyordu. Sol Parti’den ayrılanların kurduğu BSW, göç ve mülteciler politikasında sağ-muhafazakar partilerle birlikte hareket ettiği için tepki çekmişti. Bunun faturasını da seçimlerde ödemiş oldu.

Seçimin kazananları: AfD ve Sol Parti

CDU/CSU’nun yanı sıra seçimlerin asıl kazananları aşırı sağcı, Almanya için Alternatif (AfD) partisi oldu. 2021’deki seçimlere göre oylarını yüzde 10 artırarak yüzde 20,4’e çıkaran AfD böylece yeni Mecliste ikinci büyük parti oldu. AfD’nin özellikle Doğu Almanya’daki eyaletlerde aldığı oy oranı ortalama olarak yüzde 30’un üzerinde oldu. Her fırsatta CDU/CSU ile birlikte koalisyon ortaklığı mesajı veren AfD’ye, müstakbel Başbakan Friedrich Merz kapıyı kapattı. Merz’in başbakanlığını yapacağı yeni hükümette AfD’nin olmayacağına kesin gözüyle bakılıyor. Bu nedenle koalisyon hesapları AfD’siz yapılıyor.

Seçim sonrasında yapılan analizlerde AfD en fazla oyu daha önce sandık başına gitmeyen seçmenlerden, CDU/CSU ve FDP’den aldı.

Sol Parti, sosyal konular nedeniyle kazandı

Seçimlerin bir diğer kazananı Sol Parti (Die Linke) oldu. 2021’deki seçimlerde yüzde 4,9 oy alarak baraj altında kalan, ancak kazandığı üç doğrudan milletvekili sayesinde parlamentoya 39 milletvekili gönderen Sol Parti, bölünmesine rağmen bu seçimlerde oylarını yüzde 3,6 artırarak yüzde 8,5’e çıkardı. Haziran 2024’te yapılan seçimlerde yüzde 2,7 oy alan Sol Parti’nin yüzde 5 barajını geçeceği şubat ayının başına kadar anketlerde görünmüyordu. Ancak, ocak sonunda Federal  Parlamento’ta yapılan mülteci karşıtı oylamadan sonra Sol Parti’nin oyları artmaya başladı. BSW’nin aşırı sağ ve muhafazakar partilerle birlikte oy kullanmasına tepki gösteren BSW seçmenlerinin tercihi seçimlerde Sol Parti oldu.

Diğer partiler göçmenler ve mülteciler üzerinden bir kampanya yürütürken Sol Parti yüksek kiralar, düşük ücretler, hayat pahalılığı başta olmak üzere sosyal konuları işlemeye devam etti. Bu dönemde başlayan aşırı sağ karşıtı eylemler de Sol Parti’nin güçlenmesinde rol oynadı. Eylemlere katılan gençlerin bir bölümü sadece oy kullanmakla kalmadı aynı zamanda aktif bir şekilde seçim kampanyasında yer aldı.

Seçimlerin ardından yapılan anketlerde Sol Parti, 18-24 yaşları arasındaki gençlerden, yüzde 25 ile en fazla oy alan parti oldu. Sol Parti’yi yüzde 20 ile AfD takip etti.

Tek koalisyon seçeneği: CDU/CSU-SPD

FDP ve BSW’nin yüzde 5 barajını geçmemesinin kesinleşmesi durumunda 630 sandalyeli yeni mecliste CDU/CSU’nun 209, AfD’nin 149, SPD’nin 119, Yeşiller’in 90, Sol Parti’nin 62, azınlık partisi Güney Şlezya Seçmenler Birliği (SSW) 1 sandalyeye sahip olacak. Bu durumda Friedrich Merz başbakanlığında CDU/CSU-SPD koalisyonu tek seçenek olarak görünüyor. Günün sonunda BSW’nin meclise girmeye hak kazanması durumunda ise koalisyon kurma hesapları çok daha zor olacak. Zira CDU/CSU-SPD koalisyonu salt çoğunluğu sağlayamıyor.

Acil hükümet kurma hesabı

Seçimlerin ardından partisinin genel merkezinde bir konuşma yapan Merz, en kısa zamanda güçlü bir hükümet kurarak işe başlamak istediğini söyledi. Merz’in liderliğinde kurulacak bir hükümetin her bakımdan emekçilere karşı daha saldırgan ve militarist bir hükümet olacağının mesajı önceden verilmişti. Merz, Paskalya tatili öncesinde hükümeti kurmak istediğini de açıkladı.

Başbakan Scholz da güçlü bir hükümetten yana olduğunu ifade ederken, Merz’in liderliğindeki bir hükümette yer almayacağını açıkladı.

                                                                 /././

 10 maddede Ukrayna savaşının üç yılı 

Ukrayna savaşı üçüncü yılını doldururken savaşı dayatan taraflardan ABD, şimdi de kendi barışını dayatıyor. Trump ve ekibinin artık mecbur kalmadıkça Avrupa’yı müzakerenin parçası yapmayacağı da açık.

24 Şubat 2022’de Rus ordusunun saldırısıyla başlayan Ukrayna savaşı bugün üçüncü yılını dolduruyor. Bu üç yılda her iki taraftan ölen asker ve sivil sayısının 500 bini aştığı tahmin ediliyor. Ukrayna’yı Rusya’ya karşı bir ön cephe ülkesi olarak kullanmak isteyen ABD, NATO ve AB’nin Ukrayna'nın tamamını kazanma stratejisi üç yılda hayat bulmadı. Rusya’nın her fırsatta Ukrayna’nın NATO üyeliğine koyduğu “kırmızı çizgi” belirleyici olmaya devam ediyor. Savaşla birlikte Ukrayna’nın yaklaşık üçte birini işgal eden Rusya’nın bu toprakların ne kadarından nasıl feragat edeceği de belirsiz.

Ukrayna karşıtı hava

Üç yıl önce Ukrayna ve Lideri Volodimir Zelenskiy’nin sırtını sıvazlayan, bağlandığı ya da katıldığı her toplantıda kahraman gibi karşılayan ABD, Donald Trump’ın başkanlık koltuğuna oturmasından sonra strateji değiştirerek Rusya ile doğrudan müzakere sürecini başlattı. Savaşın dördüncü yılına girdiği şu günlerde Washington’da Ukrayna ve Zelenskiy karşıtı hava esiyor. Trump’ın geçen hafta Zelenskiy için kullandığı “seçilmemiş diktatör” tanımlaması dün de Başkan Yardımcısı JD Vance tarafından kullanılarak sürdürüldü. ABD’nin savaşın üçüncü yıl dönümü arifesinde Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kuruluna getirmeyi planladığı taslakta ise Rusya saldırgan olarak nitelendirilmiyor. Üstelik bu AB ve Ukrayna tarafından hazırlanan bir karar taslağına karşı bir öneri olarak görülüyor. Alman Haber Ajansı (DPA) tarafından aktarılan Washington taslağında, Rus askerlerinin Ukrayna topraklarından çekilmesi de yer almıyor.

ABD’nin bu çıkışlarının, Suudi Arabistan’da Rusya ile sürdürülen görüşmeler kapsamında sağlanacak bir uzlaşmanın Ukrayna’ya dikte ettirilmesini amaçladığı anlaşılıyor. Aynı dönemde ABD yönetiminin Ukrayna’nın yer altı kaynaklarına, limanlarına el koymak için ayrı bir anlaşmayı daha Kiev yönetimine dayattığı ortaya çıktı.

Üç yılda neler oldu?

Üç yılın sonunda bütün bu olup bitenleri şu şekilde sıralamak mümkün:

1-Ukrayna savaşının başlaması için Kiev yönetimine açık çek vererek cesaret veren ülke ABD idi. Başta Almanya ve Fransa olmak üzere birçok ülkenin savaşı durdurmak için başlattıkları diplomatik görüşmeler, ABD’nin dayatmaları sonucunda başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Savaşı dayatan ABD, Avrupa ile Rusya arasında ekonomik ve siyasi ilişkilerin kesilmesiyle belirlediği hedeflerinden birinde daha en başta ulaştı.

2-Savaşla birlikte Avrupa’da başlayan ABD’den ayrı bir güç merkezi olma hesapları altüst oldu ve AB ülkeleri yeniden ABD eksenine mecbur bırakıldı.

3-Savaştan en fazla zarar gören ülkelerden biri ekonomik olarak ABD’nin rakipleri arasında yer alan Almanya oldu. Rusya’dan ucuz enerji seçeneğini yok etmek zorunda bırakıldı. Rus doğal gazını doğrudan Almanya’ya taşıyan Kuzey Akımı I ve II devre dışı bırakıldı. Almanya ihtiyaç duyduğu doğal gazın bir bölümünü ABD’den daha pahalıya satın almak zorunda kaldı. ABD’nin Avrupa’ya sattığı sıvılaştırılmış doğal gazın (LNG) yüzde 80’i Almanya’ya gönderiliyor.

4-Savaşta Ukrayna’ya askeri ve mali olarak en fazla destek veren ülke ABD oldu.

5-Ukrayna’ya son üç yılda toplamda yaklaşık 267 milyar avro yardım yapıldı. Bunun yaklaşık 130 milyar avrosu (yüzde 49) askeri, 118 milyar avrosu (yüzde 44) mali ve 19 milyar avrosu (yüzde 7) insani yardıma tahsis edildi. Avrupa toplam yardım bakımından ABD’yi geride bıraktı. Avrupa 70 milyar avro mali ve insani yardım, 62 milyar avro askeri yardım yaptı. ABD, 64 milyar avroluk askeri, 50 milyar avroluk mali ve insani yardım yaptı. Ülke olarak en fazla yardımı yapan ABD olurken, ikinci olarak onu Almanya takip ediyor.

6-ABD ve Avrupalı silah ve enerji tekelleri son üç yılda kâr rekorları kırarken, bu tekellerin borsadaki değeri de savaş nedeniyle katlanarak büyüdü.

7-Rusya tehdidi ya da korkusunu kullanılarak Finlandiya ve İsveç bu üç yıl içinde NATO’ya üye yapıldı. Böylece NATO’nun Rusya sınırına dayanma planı Ukrayna üzerinde olmasa da, en uzun sınıra sahip Finlandiya üzerinden gerçekleşmiş oldu. Bu nedenle Ukrayna’nın NATO üyeliği bundan sonra ABD ve müttefikleri için çok belirleyici olmayabilir.

Başlatırken sormadı, bitirirken de sormuyor

8-Savaşın başında Avrupa’daki müttefiklerini muhatap görmeyen, onları sürecin dışında bırakarak Kiev yönetimiyle birlikte savaş planları hazırlayan ABD, savaşın sonunda da aynı yöneteme başvurmaya hazırlanıyor. Savaşı durduramadıkları için parçası olan Avrupalı emperyalist devletler şimdi müzakere sürecinin dışında tutulmanın sancısını yaşıyor. Bu nedenle Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Trump’ı ziyaret edecek. Ancak Trump ve ekibinin bundan sonra mecbur kalmadıkça Avrupa’yı müzakerenin parçası yapmayacağı, Ukrayna’nın yer altı ve yer üstü zenginliklerini paylaşmayacağı görülüyor. Bu nedenle Rusya ile varılacak bir anlaşma sadece Ukrayna’ya değil, aynı zamanda Avrupa’ya da dayatılacak. Ukrayna ve Avrupa’nın Rusya’yı karşısına “ABD’siz” alma olasılığı zayıf olduğu için, Trump’ın eli güçlü görünüyor.

9-Savaşın asıl kaybedeni ise Ukrayna; Ukrayna halkı ve bölge halkları oldu. Yüz binlerce Ukraynalı, emperyalistler arası savaşın kurbanı olurken, milyonlarcası yerini yurdunu terk etmek zorunda kaldı. Bölge halkları ise savaş ve silahlanma nedeniyle daha fazla yoksullaştı. Doğal gaz ve petrolü Rusya’dan alan ülkelerde enerji fiyatları kısa sürede iki katına çıkarıldı, fatura emekçilere kesildi.

10-Ukrayna savaşı nedeniyle Rusya’nın emperyalist yayılma planları daha somutluk kazandı. Bu nedenle özellikle Rusya’ya sınırı olan Baltık ülkelerinden başlayarak diğer Avrupa ülkelerine kadar, savaş nedeniyle askeri harcamalar rekor düzeyde arttırıldı. NATO’nun yüzde 2 kriterini kısa sürede yerine getiren bu ülkeler Batılı emperyalist ülkeler tarafından bundan sonra da Rusya korkusuyla silahlandırılmaya devam edilecek.

Yücel Özdemir / Evrensel


Öne Çıkan Yayın

Cumhuriyet "Köşebaşı" -28/Temmuz/2025-

‘Süreç’ üzerine notlar - Ergin Yıldızoğlu- Kürt hareketinin siyasi ve askeri temsilcileri uzun erimli bir proje bağlamında süreci ilerletebi...