soL "Köşebaşı + Gündem" -18 Mart 2025-

 

Sosyal devlet konusunda düşünceler…-Nevzat Evrim Önal-

Sermayedar sınıf bir kez daha bu ilke üzerinden sınıf uzlaşısı kurmaya girişirse, işçi sınıfının gündelik çıkarları bu uzlaşının kurulmasından, tarihsel çıkarları ise kurulmamasından yana olacak ve işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını savunan komünistlere bu havuca kanılmamasını sağlamak gibi çok önemli bir görev düşecek.

Geçen haftaki yazının son bölümünde, devrimi hedeflemeyen ve kendisini işçi sınıfının kazanımlarını savunma gündemiyle sınırlandıran bir mücadele hattının yenilmeye mahkûm olduğunu söylemiştik. Gerekçemiz şuydu: bu kazanımlara zemin teşkil eden devlet teşkilatlanmaları neoliberalizm tarafından tasfiye edilmiş, kazanımların bazıları ortadan kalkmış, geri kalanının ise altı boşalmıştı. Örneğin, emeklilik kuşkusuz kıymetli bir haktır, ama işçi sınıfının bugünkü düşük ücret düzeyiyle eskiden ifade ettiği anlamı yitirmiştir, zira emeklilerin büyük bölümü çalışmaya devam etmek zorundadır. Ya da, eğitimin devlet okullarında yurttaşlara bedelsiz sağlanması kuşkusuz önemli bir haktır, ama bu hak devlet okullarındaki eğitim bilimsel olmaktan çıkartılıp bu okulların her biri birer kuran kursunu andırır hale geldikçe eski anlamını yitirmiştir.

Varacağımız sonucu baştan söyleyelim ve tartışmayı derinleştirelim: İşçi sınıfının canhıraş bir biçimde kendi devletine ihtiyacı vardır ve sermaye devleti altında yaşandığı müddetçe bunu sorgulamadan kazanımlara odaklanmak pek çok sakınca barındırmaktadır.

Gelin, inceleyelim...

***

“Sosyal devlet” tartışması hiç yeni değildir. Bu kavram yerleşiklik kazanmadan çok önce, kapitalist üretim biçiminin toplumun önemli bir kesimini mahkûm ettiği akut sefaletin iki açıdan çelişki yarattığı fark edilmişti.

Birincisi, bir yanda yurttaşların bireysel özgürlüğüne dayalı bir hukuki yapı, diğer yanda bireyin kendisini asla özgür hissedemeyeceği maddi koşullar içerisinde yaşaması patlamaya hazır bir bombaydı. Kapitalizmin ilk ortaya çıktığı İngiltere bu çelişkiyi başta İrlandalılar olmak üzere emekçi kitleleri Kuzey Amerika kolonisine doğru kaybederek ve sonunda bu büyük koloniyi kaybederek; Fransız burjuvazisi ise neredeyse yüz yıl süren devrim ve karşı devrim sürecinde birden fazla defa iktidarı baldırıçıplaklara kaptırmanın eşiğine gelerek tecrübe etmişti. Kriz dönemlerinde “hepimiz aynı gemideyiz” ayağı çekip emekçi sınıftan fedakârlık istemek mümkündü; ama kapitalizmin başarılı biçimde işlediği ve sermaye birikiminin sağlanıyor olduğu dönemlerde “boş tencere” tehlikeli bir şeydi.

İkincisi, piyasa ekonomisinde her ücretli emekçi aynı zamanda birer müşteriydi ve sefiller üretilen metalara müşteri olamıyorlardı. Bu da, bilhassa üretilen malların kolaylıkla dış pazarlara ihraç edilemediği durumda aşırı üretim sorunu yaratıyordu. Kapitalizmin ilk yıllarında (1600’lerin sonunda), İngiliz tüccarlar sanayi devriminin sağladığı üretkenlik artışını bütün Avrupa’yı ucuz kumaşa boğmak için kullanmış, yoksul işçilere ürettirdikleri metalara yurt dışında pazar buldukları için iç pazarı görece önemsememiş ve ücret artışına hiç yanaşmamıştı. Charles Dickens’ın romanlarında anlatılan ve insanı insanlıktan çıkartan rezil sefalet koşulları böyle ortaya çıkmıştı. Ne var ki, arka arkaya gelen Amerikan ve Fransız devrimlerinin İngiliz tüccarların başlıca pazarlarını serbest erişime kapatmasının hemen ardından İngiltere’de 1802 yılından başlayarak “Fabrika Yasaları” olarak bilinen bir dizi yasa kabul edildi. Sosyal devlet uygulamalarının ilk örneklerini de içeren bu yasalar, bir yanda yaşanan devrimlerin İngiliz işçi sınıfının aklına kötü şeyler getirmesini önlemeye, diğer yanda ise sermayeye talep kapasitesi görece yüksek bir iç pazar sunmaya yönelikti.

Özetleyelim ve devam edelim: Sermaye yoksulluk konusuna iki soruyla yaklaşır: (1) Emeğin yeniden üretiminin maddi ve politik koşullarını sekteye uğratıyor mu? (2) Bir iç pazar ihtiyacı var mı ve yoksulluk bu iç pazarın cılız kalmasına neden oluyor mu?
Bu iki sorunun cevabı hayır olduğu müddetçe, sermaye yoksulluk karşısında kılını kıpırdatmaz.

***

20. yüzyılın ekonomi literatüründe “Keynesçi” olarak tanımlanan üçüncü çeyreğinde, gelişkin kapitalist ülkelerde “Refah Devleti”, Türkiye gibi ikinci kuşak kapitalist ülkelerde ise “Kalkınmacı Devlet” kavramı etrafında yaşanan dönem, yukarıda bahsettiğimiz çelişkilerin kapitalist sistem açısından bir dizi nedenle taşınamaz hale gelmesinin sonucuydu. Aslında mesele 2. Dünya Savaşı’yla değil, 2. Dünya Savaşı’nın en önemli gerekçesi olan 1929 buhranıyla başlamıştı. Bu ekonomik krizde sermayenin sınai ve finansal unsurlarının çıkarları birbirlerinden çok sert biçimde ayrışmıştı ve sanayi sermayesinin önemli bir bölümünün de üretken faaliyetleri terk edip spekülasyon alanlarına kaymasıyla birlikte korkunç bir işsizlik dalgası yaşanmıştı.1 Üstelik artık dünyada tüm işçilerin bakıp imrenebileceği Sovyetler Birliği vardı ve bu sosyalist ülke buhrandan hiç etkilenmemişti.

J.M. Keynes, teorisini bu ortamda yazdı. Daha Keynes 1936’da “Genel Teori” kitabını yayınlamadan ABD’de 1933’te Roosevelt’in Başkanlığında “Yeni Anlaşma” (New Deal) denen refah ve istihdam paketi yürürlüğe konmuştu. Almanya’da aynı mesele Nazi partisini iktidara getirmiş ve Hitlerciler hızla sanayi sermayesini toparlayacak ve işsizliği büyük ölçüde ortadan kaldıracak bir savaş ekonomini harekete geçirmişlerdi. Nazi Propaganda Bakanı Goebbels’in meşhur “tereyağı olmadan yaşayabiliriz ama silahlarımız olmadan yaşayamayız” söylevi, toparlanmakta olan Alman ekonomisinin bir kez daha iç tüketime kapanmaması ve sonunda kaçınılmaz biçimde dünya savaşı çıkartacağı yolda kalması için verilmişti.

Sonrası malum. Sermayedar sınıf, egemenlik tarihinin en büyük yenilgisini aldı.

Savaş öncesinde, henüz bütünlüklü bir teori dahi değilken el yordamıyla uygulanmaya başlanmış olan Keynesçilik, tüm kapitalist ülkelerde bu yenilgi ortamında hayata geçirildi. Model, Sovyetler Birliği’nin zaferi karşısında işçi sınıfına hatırı sayılır bir refah sağlamayı ve böylece yeni bir sınıf uzlaşması kurmayı hedefliyordu. Bunun yanı sıra kapitalist ülkelerin sermaye birikim rejimleri olabildiğince iç pazar odaklı hale getiriliyor; uluslararası ticaret ve finans yoluyla sürekli dünya savaşı dinamikleri yaratan emperyalistler arası rekabet bir süreliğine ABD’nin büyük ağabeyliği altında baskılanıyordu.

İşçi sınıfının sosyal devlet ilkesi çerçevesindeki neredeyse bütün kazanımları bu dönemin ürünüydü.

Daha önemlisi ise şu: Keynesçi politikalar, liberallerin eleştirdiği üzere “komünizm” falan değildi.2 Keynes’in kripto komünist olduğunu iddia eden ahmaklar, Obama’nın da sosyalist olduğunu zannediyor, dolayısıyla bunlara laf anlatmaya gerek yok. Ama şunu bilelim: Keynesçilik, sermayedar sınıfın 1946 yılında ilerlemekte olan işçi sınıfı karşısında geri çekilme programıydı. Görevini fazlasıyla yerine getirdi ve 1970’lerin ortalarından itibaren, Thatcher, Reagan, Özal gibi halk düşmanları tarafından bugün Arjantin’de Milei’nin yaptıklarına benzer bir hoyratlıkla rafa kaldırıldı.

Gelelim bugüne…

***

Büyük kehanetlerde bulunmayacağım, ama uluslararası rekabetin şu anki gidişatına dair kimi gözlemlerimi paylaşacağım.

Trump, ABD ekonomisini bir “yeniden sanayileşme” sürecine sokmaya çalışıyor. Hayli karmaşık görünen dış ticaret politikası ve dış politikasının en temel amacı bu “u dönüşünü” mümkün hale getirmek. Bu doğrultuda, görünüşe göre şu alt hedefler mevcut: (1) ABD sanayisinin enerji ve doğal kaynak tedarikinin tüm başlıklarda güvence altına alınması, bunun için gerekiyorsa doğal kaynak zengini bazı ülkeler üzerinde politik egemenlik ve/veya askeri baskı kurulması, hatta belki ilhakın gündeme gelmesi (Kanada meselesi buraya oturuyor). (2) Sanayi malları ticaretinde en büyük rakip olan Çin’in metalarını pazarlara ulaştırmak için kullandığı ticaret yollarının kontrol altına alınması ve gerekiyorsa sekteye uğratılması (Panama Kanalı meselesi de buraya oturuyor). (3) Dünya çapında kapitalist ülkelerin iç pazarlarının eskisine göre görece kapalı hale gelmesi ve ABD emperyalizminin sahip olduğu asimetrik baskı gücüyle bu pazarları olabildiğince “kendine açması”.

Bu eğilimler ilerlediği takdirde, doğal bir yönelim, her ülkenin daralan dış pazarlar karşısında kendi iç pazarını büyütmeye, emekçileri daha fazla meta satın alabilecek hale getirmeye yönelik önlemler almasıdır. Nitekim Çin’de geçtiğimiz günlerde açıklanan tüketimi rahatlatma paketi, hayli sınırlı bir kapsamda olsa da, bunu hedefliyor.3
Yukarıda, yazının girişinde, “sosyal devlet politikaları iç pazarı büyütmek için de uygulanabilir” demiştik. Bu eğilim güçlenirse, liberallerin bol keseden “bu sağ popülizm,” “bu da sol popülizm” diye yadsıdığı ekonomik modeller, bilhassa da işçi sınıfının reel ücretlerinin düşük ve dolayısıyla iç pazarın büyüme potansiyeli bulunan ülkelerde uygulanır hale gelebilir. Ülkeler görece kapalı ekonomik yapılar haline gelirse, sermaye sınıfı işçi sınıfıyla ulusal uzlaşıyı böyle bir model üzerinden kurmaya yönelebilir.

Bu konunun bütün boyutlarıyla tartışılması bu yazının kapsamını aşar. Ayrıca, yukarıda belirttiğim üzere, süreç tamamen farklı bir mecraya doğru da akabilir. Ama her durumda “sosyal devlet ilkesi” üzerine baştan düşünmemiz gerekiyor. Sermayedar sınıf bir kez daha bu ilke üzerinden (tabii ilkenin güncelleştirilmiş ve 21. yüzyıla uyarlanmış bir haliyle) sınıf uzlaşısı kurmaya girişirse, işçi sınıfının gündelik çıkarları bu uzlaşının kurulmasından, tarihsel çıkarları ise kurulmamasından yana olacak ve işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını savunan komünistlere bu havuca kanılmamasını sağlamak gibi çok önemli bir görev düşecek.

1Sadece ABD’de işsizlik birkaç hafta içerisinde yaklaşık %0’dan %25’e yükselmişti: https://www.economicshelp.org/blog/162985/economics/unemployment-during-the-great-depression/

2Keynes bu konuda safını açıkça beyan ediyor: “Bana adalet ve sağduyu gibi görünen şeylerden etkilenebilirim; ama Sınıf Savaşı beni eğitimli burjuvazinin yanında bulacaktır.” John Maynard Keynes, “Am I a Liberal?”, Essays in Persuasion içinde, New York ve Londra: W.W.Norton and Company, s.234, [1925] 1963.

3https://www.reuters.com/world/china/china-looks-boost-consumption-amid-consumer-squeeze-2025-03-16/.                                                                        /././

‘Viyadük’ diye onay alan inşaattan Söğütlüçeşme’ye AVM çıktı: 'Bir kent suçu abidesi'

Kadıköy Halk Temsilcileri Meclisi’nin çağrısıyla dün Söğütlüçeşme İstasyonu’nda yapılan eylemde “Bu AVM, Kadıköy’ün merkezine dikilen kara bir lekedir” denildi.

İstanbul’un Kadıköy ilçesinde halkın yapılmaması için yıllardır mücadele verdiği Söğütlüçeşme’deki AVM inşaatı neredeyse açılış aşamasına geldi.

Söğütlüçeşme İstasyonu'nda ek viyadük ayakları yapmak için onay alan inşaat projesi, viyadük bağlantıları tamamlanmadan AVM olarak ortaya çıktı. O alanda viyadük yapılmasının gerekli olup olmadığı tartışmalıyken asıl hevesin viyadük altına yapılan dükkanlar olduğu iyice gün yüzüne çıkmış oldu.

Kadıköy Halk Temsilcileri Meclisi’nin çağrısıyla dün Söğütlüçeşme İstasyonu'nda eylem yapıldı.

Eylemde konuşan Kadıköy Halk Meclisi Kent Suçları Komisyonu sözcüsü Gülsün Gökalp, Söğütlüçeşme’de küçük esnafın yutulduğunu, buradaki ticaret olasılığının büyük sermayeye aktarıldığını vurguladı.

“Bir kent suçu abidesinin önünde toplandık bugün” diyen Gökalp büyük sermaye sahiplerinin “bu ucube yapıyı renkli bir törenle açabilmek için” ramazanın bitmesini beklediğini söyledi.

Buradan gelip geçenlerin kaldırımlardaki büfeleri hatırlayacağını dile getiren Gökalp “O büfeler böylesi heybetli değildi, büyük masraflarla açılmamışlardı. Çünkü sahipleri küçük esnaftı. Belediyeye kira öder anca evlerini geçindirirlerdi, su, çay, tost, sandviç satarak. Ancak gördüğünüz üzere büyük sermaye küçük esnafı yuttu” dedi.

“Siz metrobüse koşanlar, tren bekleyenler, maç günleri çevre büfe ve lokantalardan yararlananlar, sizlerin cebinden çıkacak paralar, onların kasalarını doldurmalı çünkü. Bunu sağlamak için taş atıp kolları yorulmadı” diyen Gökalp, Ulaştırma Bakanlığı’nın bütçesiyle, 49 yıllığına, halkın vergileriyle bu dükkanlara “dünyanın en pahalı çatısı”nın yapıldığını dile getirdi.

'Paravanların ardında çevre katliamı yapıldı'

Paravanlara “Viyadük ve çevre düzenlemesi inşaatı” yazıldığını hatırlatan Gökalp, paravanların arkasındaysa bir çevre katliamı yapıldığını kaydetti: 

250’si bin bir çeşit meyve ağacı tam 500 ağacı bir suçlu gibi, gece yarısından sonra sabaha karşı, herkesten gizleyerek kestiler. Kestikleri ağaçları tırlara koyarak kaçırdılar. O ağaçlarsa Kadıköylü, bir küçük esnaf olarak ömür süren, kızını TEMA gönüllüsü olarak yetiştiren rahmetli İhsan Dedeoğlu’nun kendi elleriyle diktiği ağaçlardı. Cevizinden şeftalisine, dutlarından eriklerine herkesin uzanıp eliyle koparacağı yemyeşil bir cennet yaratmıştı.”

Kuşların cıvıltılarının hâlâ kulaklarında olduğunu söyleyen Gökalp “Sermaye acımadı, halkın olanı gasp etti. Bu AVM, Kadıköy’ün merkezine dikilen kara bir lekedir. Kadıköy tiyatrolarıyla, sinemalarıyla, kültür merkezleriyle, sanatsever mütevazı yaşam süren halkıyla birlikte, İhsan Dedeoğlu’nun ruhuyla bu kara yapıyı lanetleyecektir. Akfen Holding’in patronları, sermayenin iktidarı, bu iktidarın açık veya gizli ortakları, yalancı kahramanları ve onlara boyun eğenlere karşı sesimizi yükseltmeliyiz” diye konuştu.

'Yerel yönetimler bizim için sınıfta kaldı'

Kadıköy Halk Temsilcileri Meclisi sözcüsü Fulya Girginer ise halkın mücadele ettiğini, Kadıköylülerin üzerine düşeni yaptığını ama sermaye saltanatı yaşandığı için kaybedildiğini anlattı.

“Söğütlüçeşme’de AVM yapılmasın diye çok mücadele ettik. Ama olmadı. Neden olmadı? Çünkü paranın saltanatını yaşıyorlar” diyen Girginer, “Kamu alanını ticari alana çevirmek için viyadük ayağı yapma bahanesi buldular. Şimdi burada gördüğümüz nedir? Viyadük ayağı değil dev gibi bir AVM” ifadesini kullandı.

Bu alan için mücadele ederken meslek odalarından, medyadan, yerel yönetimlerden destek istediklerini kaydeden Girginer “Yerel yönetimler bizim için sınıfta kaldı” dedi.

Girginer şöyle konuştu:

Bu mücadeleler içinde iyice anladık ki düzen siyasetinin AKP’si, CHP’si, MHP’si birbirinden farklı değil. ‘Yetkim yok’ diyerek savuşturulduk, bilgilendirilmedik. CHP’li Kadıköy Belediyesi’nin de burada olup bitenlerde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kadar, TCDD işletmesi kadar suçu var.

Projenin ismini değiştirip temizlemeye çalışıyorlar. Burada, Söğütlüçeşme’de, 500 ağaç kesilerek AVM yapıldı. Bunu hiç unutmayacağız, unutturmayacağız.”

Eylemde taşınan dövizlerde ve atılan sloganlarda halkın tepkisi açıkça görülüyordu:

‘Hamdi Akın gibi olma, halkın malına göz koyma’, ’AKFEN viyadük diye başladı AVM yaptı’, ‘Yaşasın depremde sığınabileceğimiz bir AVM'miz var’, ’Haydarpaşa gardır, Söğütlüçeşme İstasyon’, ‘Buraya AVM yapmak için 500’den fazla ağaç kesildi’, ’Sermaye Kadıköy’den defol’, ‘Söğütlüçeşme halkındır, sermayenin değil!’, ‘Rantın değil, halkın Kadıköy’ü’, ‘Sermaye halkın olana yine el koydu’,  ‘500 ağaç kesip yaptığınız AVM'niz hayırlı olsun’…

                                                      ***

Marmara Üniversitesi'nden kadın cinayetlerini protesto eden öğrencilere ceza

Kadınlar ve çocuklara yönelik şiddet ve istismar haberleri Ekim ayında Türkiye'yi sokağa dökmüş, öğrenciler kampüslerde protestolar düzenlemişti. Marmara Üniversitesi o eylemlerden birine katılan öğrencilere kınama cezası verdi.(https://haber.sol.org.tr/haber/marmara-universitesinden-kadin-cinayetlerini-protesto-eden-ogrencilere-ceza-396817)

                                                                           ***

Emekli, Avrupa’da sondan ikinci -Atilla Özsever-

Emekli ikramiyesi 3 bin liradan 4 bin liraya çıktı. İkramiye, ilk çıktığı 2018’de en düşük emekli aylığından daha yüksek iken bugün yüzde 28’ine geriledi. Türkiye, Avrupa’da Bulgaristan’dan sonra en düşük emekli aylığına sahip ülke…

Emeklilerin bayram ikramiyesini 3 bin liradan 4 bin liraya yükselten kanun teklifi, TBMM (Türkiye Büyük Millet Meclisi) Plan ve Bütçe Komisyonu’nda kabul edildi. Bu hafta içinde de kanun teklifinin meclis genel kurulunda kabul edilip bayramdan önce yürürlüğe girmesi bekleniyor. Emeklilere Şeker (Ramazan) Bayramı ile Kurban Bayramı’nda ödenmek üzere iki kez ikramiye veriliyor.

Torba yasayı içeren aynı teklifte, Cumhurbaşkanı’nın emekli aylığı da artırılarak 2025 yılı için 142 bin 456 liraya çıkartıldı. Cumhurbaşkanının emekli aylığı yüzde 52,8 oranında artarken emekli ikramiyesi ise yüzde 33 oranında artmış oldu.

Ocak 2025 itibariyle işçi ve Bağ-Kur emekli aylıklarına yüzde 15,75, memur emekli aylıklarına da yüzde 11,54 oranında zam yapılmıştı. En düşük işçi ve Bağ-Kur emekli aylığı da, yılbaşı itibariyle 14 bin 469 lira olarak belirlenmişti. Ortalama emekli aylığı da 17 bin 500 TL dolayında bulunuyor. Ülkemizde 16,5 milyon da emekli var.

Erdoğan’ın ikramiye yanıtı

CHP milletvekilleri meclis komisyonu çalışmaları sırasında “ikramiye değil sadaka” şeklinde dövizleri gösterip tepkilerini ortaya koydular. Aslında AKP Hükümeti, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in ağzından emeklileri bir anlamda “bütçeye yük” olarak görüyor.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da, TBMM’de bir gazetecinin emeklilerin ikramiyesinin düşük bulunması üzerine sorduğu bir soruya şöyle bir yanıt verdi: “3 bin liradan 4 bin liraya çıktı. Sen beni dolduruşa mı getiriyorsun, daha ne olsun”  

İkramiye yüzde 28’e geriledi

Emekli ikramiyesi ilk kez 2018 yılında 1.000 TL olarak belirlenmişti. Aynı yıl en düşük emekli aylığı ise 939 TL idi. Yani, emekli ikramiyesi, en düşük emekli aylığından daha fazlaydı, oranı 1,06 idi.

Emekli ikramiyesi, 2021’de 1.100 TL, 2023’te 2.000 TL, 2024’te de 3.000 TL olarak uygulandı. 2025’te ise 4.000 TL olarak belirlendi. En düşük emekli aylığı da 14.469 TL olduğuna göre, emekli ikramiyesi en düşük emekli aylığının yüzde 28’e kadar inmiş oluyor.

Asgari ücret yönünden ise; 2018’de asgari ücret 1.603 lira idi, ikramiye de 1.000 lira olarak asgari ücretin yüzde 62’sini oluşturuyordu. Şimdi ise 4.000 liralık ikramiye, 22 bin 104 liralık asgari ücretin yüzde 18’ine denk geliyor.

DİSK: 13 bin 793 TL olmalı

DİSK-AR’ın (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Merkezi) araştırmasına göre, emekli ikramiyesinin 2018’deki asgari ücretin yüzde 62,4’üne karşılık geldiği dikkate alındığında bu oranın bugün korunması halinde ikramiyenin 13 bin 793 lira olması gerekiyor.

Öte yandan 14 bin 469 lira olan en düşük emekli aylığı, hem 22 bin 104 lira olan asgari ücretin, hem de şubat sonu itibariyle 23 bin 324 lira olan açlık sınırının altında bulunuyor.

Emekli aylıklarının çok düşük olması nedeniyle emekliler çalışmak zorunda kalıyorlar. Çalışan ve iş arayan emeklilerin tüm emeklilere oranı, 2023 yılı itibariyle yüzde 55,3 idi. Yani emeklilerin yarıdan fazlası, çalışmak ve iş aramak zorunda kalıyor.   

Avrupa’da sondan ikinciyiz

Öte yandan DİSK-AR’ın Mart 2024 tarihli “Avrupa’da ve Türkiye’de Emeklilerin Durumu” isimli raporuna göre, Türkiye ortalama emekli aylığı açısından en düşük emekli aylığına sahip sondan ikinci ülke durumunda bulunuyor.

Raporda Türkiye, 32 Avrupa ülkesi içinde 2012’de ortalama emekli aylığı açısından en düşük emekli aylığına sahip onuncu ülkeydi. 2021’de ise Türkiye sondan ikinci sıraya geldi. En son sıradaki Bulgaristan’da ortalama emekli aylığı 224 Euro, bizde ise 237 Euro idi.

Birinci sırada 2.734 Euro ile Lüksemburg yer alıyor. Diğer bazı ülkelerdeki ortalama emekli aylıkları ise şöyleydi: Hollanda 2.003 Euro, Almanya 1.552 Euro, Fransa 1.485 Euro, Yunanistan 1.026 Euro, Slovenya 654 Euro, Romanya 351 Euro.

Emekli aylığının asgari ücrete oranı yönünden de Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında en düşük orana sahip ülkeler arasında yer alıyor, sondan dördüncü sırada bulunuyor.

AB’linin emekli aylığı yüzde 70

Avrupa Birliği’nde (AB) çalışana ortalama olarak son ücretinin yüzde 68’i emekli aylığı olarak bağlanıyor. İspanya’da bu oran yüzde 86. Yani Avrupa’da bir çalışan, emekli olduğu zaman yuvarlak olarak son ücretinin yüzde 70’i oranında bir aylık alabiliyor.

Türkiye’de ise 1999 yılında çıkarılan 4447 sayılı yasayla 25 yıllık bir sigortalının emekli aylığı bağlama oranı yüzde 65 olarak belirlenmişti. AKP iktidarı döneminde 2008’de çıkarılan 5510 sayılı yasayla bu oran yüzde 50’ye düşürüldü.

Daha önce emeklilere aylık bağlanması sürecinde büyümenin yüzde 100’ü oranında bir refah payı verilirken bu oran 5510 sayılı yasayla yüzde 30’a düşürüldü. Yani, Türkiye’de AKP döneminde emekli aylıklarının düşük olmasında, hem aylık bağlama oranının düşürülmesi, hem de refah payının azaltılması son derece etkili oldu.

Batı’daki emekli örgütleri

Avrupa’daki emeklilerin örgütlenmesi üç düzeyde oluyor. İtalya, Lüksemburg ve Malta’da çalışanlar emekli olduktan sonra bağlı oldukları konfederasyon bünyesindeki emekli sendikalarına üye olabiliyorlar.

Özellikle İtalya’da güçlü emekli federasyon ya da sendikaları var. 4.5 milyon üyeli İtalyan CGIL konfederasyonunun 2,5 milyon üyeli ISP adında bir emekliler sendikası bulunuyor.

Fransa, Danimarka, İsviçre, İspanya, Portekiz ve Kıbrıs Rum Kesimi’nde ise, emekliler ayrı bir emekli federasyonu çatısı altında örgütlenebiliyorlar.

Finlandiya, İrlanda, Almanya, Avusturya, İngiltere, Belçika, Norveç, Hollanda ve İzlanda’ da çalışanların daha önce çalıştığı işkolundaki sendikaya emekli olarak da üyeliği devam ediyor.

İtalya’daki emekliler sendikası, hükümet ve işveren tarafıyla emekli aylığı pazarlığı yapıyor. Belçika’da işçi emekli olduğu zaman sendikasından ayrılmıyor, hükümetle pazarlık yapıyor, işsizlik parasını da sendikalar veriyor. Devlet de sendikalara katkı sağlıyor.

Türkiye’de emekliye sendika yasak

Türkiye’de ise, yasal olarak sadece işçi ve işverenlerin sendika kurması mümkün olduğundan emeklilerin kurduğu sendikalar valiliklerce kapatılıyor. Hukuk yoluna da başvurulduğu zaman mahkemeler, genelde yasal mevzuatı esas alıyorlar, emeklilerin sendika hakkına sahip olmadığı ileri sürülüyor.

Mevcut anayasa, işçi ve işverenlerin sendika kurma hakkına olanak tanımakla birlikte Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde herkesin sendika kurma hakkından söz ediliyor.

Türkiye, her iki sözleşmeyi de onaylamıştır. İç hukukumuzda uluslararası sözleşmelere uygun değişiklik yapılmamış olması, sendika hakkının kullanılmasına engel değildir. Anayasanın 90. Maddesinde,  uluslararası sözleşmeler ile iç hukukun çelişmesi durumunda uluslararası sözleşmelerin esas alınacağına dair bir hüküm vardır. O nedenle emeklilerin sendika hakkının da yasal statüye kavuşturulması uygun olacaktır.

Ülkemizde DİSK’e bağlı Emekli-Sen, Tüm Emeklilerin Sendikası, Birleşik Emekli Sendikası, Emekliler Dayanışma Sendikası, Emekli Meclisleri Sendikası gibi çeşitli emekli sendikaları bulunuyor. Ancak maalesef hiçbiri yasal bir statüye sahip olmadığı için resmi makamlarca tanınmıyor, emekli aylıklarının artırılması ve diğer talepleri konusunda toplu görüşme olanağına sahip bulunmuyor…

                                                      /././

İstanbul Demiryolu Müzesi kapatılacak! -Yusuf Yavuz / soL

 

Türkiye’nin unuttuğu demiryolu okulları, demiryolu hastaneleri ve Türk demiryolu tarihinin belleğinin sergilendiği Sirkeci Gar’daki İstanbul Demiryolu Müzesi’nin kapatılacağı öne sürüldü.

İstanbul’un hafıza mekânlarından biri olan Sirkeci Gar binasında 2005 yılında açılan ve demiryoluyla ilgili 500’ün üzerinde obje ve belgenin sergilendiği İstanbul Demiryolu Müzesi’nin kapatılarak sergilenen eserlerin bir depoya kaldırılacağı öne sürüldü. Demiryolu kültürünü yansıtan müzenin de bulunduğu Sirkeci Gar, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı tarafından Ağustos 2024’te 29 yıllığına Kültür ve Turizm Bakanlığı’na kiralanmıştı. Romanlara ve filmlere konu olan ünlü Orient Ekspres’in 19-22 Mayıs 1977 tarihlerinde yapılan son seferinde yolcularına dağıtılan hatıra madalya ile bu trende kullanılan gümüş yemek takımlarının da yer aldığı müzede, 19. ve 20. yüzyıla ait eserler sergileniyor.

Paris-İstanbul arasında seferler yapan ünlü Orient Ekspres’in son durağı olan Sirkeci Gar, 1890’da hizmete açıldı. Alman mimar ve mühendis August Jasmund’un eseri olan Gar, Oryantalist bir tasarıma sahip. Doğu ve batı tarzlarını yansıtan Gar binası, birçok ünlü ismi ağırlamış. Ünlü polisiye yazarı Agatha Christie de bunlardan biri. Chiristie’nin filmlere de konu olan ‘Doğu Ekspresinde Cinayet’, Sirkeci Gar’ı dünyaca tanınmasını sağladı.

İlk elektrikli trene geçişin izleri

Sirkeci Gar’ın görkemli binasının içinde Eylül 2005’de açılan İstanbul Demiryolu Müzesi, demiryolu kültürünü yansıtan 500’ün üzerinde obje ve belgeyi barındırıyor.

Türkiye’de 1955 yılında ilk elektrikli tren işletmeciliğine geçişin simgesi olan banliyö trenlerinden birinin makinist bölümü, müzede en ilgi çekici sergi materyallerinden biri.

Müzede ilk elektrikli banliyö trenlerinden birini makinist bölümü de sergileniyor.

 Demiryolu okulları ve hastaneleri anılarda kaldı

Türk demiryolu tarihinin unutulan demiryolu okulları ve demiryolu hastanelerine ait objeler ile çok sayıda belge, çizim, plan ve fotoğraflar da müzede sergileniyor. Orient Ekspres’in 19-22 Mayıs 1977 tarihlerinde yaptığı son seferinde yolcularına dağıtılan hatıra madalya ve bu trende kullanılan gümüş yemek takımları da müzede sergileniyor.

orient ekspres


'Kapatılıp depoya kaldırılacak'

Ancak toplumsal kültürün bir parçası olan İstanbul Demiryolu Müzesi’nin 20 yıllık eğitim ve kültürel hizmeti sona ermek üzere. Haftada 5 gün ücretsiz olarak hizmet veren müzenin boşaltılarak bir depoya kaldırılacağı öne sürüldü.

İstanbul Demiryolu Müzesi’nin kurucu Müdürü Ruhan Çelebi, konuyla ilgili sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, “Ali Sirmen, Haydarpaşa yok edilirken ‘anılarımız iğfal edildi’ diye yazmıştı. Avrupa kapımız İstanbul (Sirkeci) Garı'nda da bir devir kapandı. Gar içindeki küçücük müzede tüm anılar saklıydı. Duydum ki müze kapatılıp bir depoya kaldırılacakmış. Demiryolcuların kıymetli hatıraları da silinecek desenize. Ulusal demiryolu ağına en son katılan hattı Sirkeci Gar ve Trakya hattı ilk elektrikli tren seferinin yapıldığı, efsane tren Orient Ekspresin son durağı. Kurucu Genel Müdürümüz Behiç Erkin'in sözleriyle ‘yazık oldu tüm emeklere…’ Çalışan demiryolcular nasıl katlanabiliyor kültürel mirasımızın gözlerinin önünde yok edilişine?” ifadelerine yer verdi.

Ruhan Çelebi

Kurucu Müdür Ruhan Çelebi (sağda)

Müzenin kapatılacağı yönündeki iddiaların kaygı verici olduğunu dile getiren kurucu Müdür Ruhan Çelebi, demiryoluyla ilgili insanların kişisel anılarını yansıtan materyallerin depoya kaldırılacak olmasının üzüntü verici olduğunu söyledi.

Gar binası 29 yıllığına Kültür ve Turizm Bakanlığı'na kiralandı

Sirkeci Garı

Tarihi Sirkeci Gar binası, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı ile Kültür ve Turizm Bakanlığı arasında yapılan protokol ile Ağustos 2024’te Kültür ve Turizm Bakanlığı’na devredildi. Haydarpaşa Garı’nı da kapsayan kiralama protokolü, 29 yıllık süreyi kapsıyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı, tarihi yapılarda yapacağı onarım, restorasyon vb. projelerin maliyetini karşılayacak ve ayrıca kira ödemesi yapmayacak. Bakanlık, kiraladığı bu alanları alt kira sözleşmeleri ile tüzel kişiliklere ve ortaklık yapılarına kullandırabilecek.

Bakan Ersoy: Göç Müzesi, Tematik Müze, resim galerisi olacak

Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, kiralama protokolünün ardından 31 Ekim 2024 tarihinde yaptığı açıklamada, Haydarpaşa ve Sirkeci garlarıyla ilgili kültür sanat projesi çalışmalarına başladıklarını belirtmişti. Sirkeci Garı’nda çalışmaların tamamlanmasının ardından şu anda atıl durumda olan tescilli yapıların Göç Müzesi, Tematik Müze, resim galerisi gibi kültür sanat alanlarında kullanılacağını söyleyen Bakan Ersoy, “Sirkeci Garı'nda çalışmaların tamamlanmasının ardından İstanbul Avrupa yakasında bölge tarihinin izlerinin gelecek nesillere aktarılması sağlanacak. Hem Haydarpaşa'da hem Sirkeci'de tren olacak, kültür ve sanat olacak, millet bahçesi olacak ama burada asla AVM ve otel olmayacak” ifadelerini kullanmıştı.

Yusuf Yavuz / soL


GÜNDEM "18 Mart 2025"

 

Yasadışı bahis operasyonunda, Flash TV'nin sahibi Erkan Kork tutuklandı -T24-

Yasadışı bahis operasyonunda, Flash TV'nin sahibi Erkan Kork tutuklandı

Yasa dışı bahis operasyonunda gözaltına alınan Pozitifbank, Payfix ve Flash Haber'in sahibi Erkan Kork dahil 21 kişi tutuklandı. 14 Mart'ta başlayan ve 59 kişi hakkında gözaltı kararı verilen yasadışı bahis operasyonunda Pozitifbank, Payfix ve Flash Haber Tv'nin de aralarında olduğu 23 şirkete el konulurken, örgüt lideri olduğu iddia edilen Kork'un da aralarında olduğu 51 şüpheli gözaltına alındı. Gözaltı işleminin ardından adliyeye sevk edilen 31 şüpheliden Kork'da aralarında bulunduğu 21'i tutuklanırken 10 kişi adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Kork'a isnat edilen suçlar arasında "suç işlemek amacıyla kurulan örgüte üye olma", "malvarlığı değerlerinin meşru bir yolla elde edildiği konusunda kanaat uyandırmak" ve "Futbol ve Diğer Spor Müsabakalarında Bahis ve Şans Oyunları Düzenlenmesi Hakkında Kanun'un 5.1-c maddesine muhalefet" de var.

                                                    ***

Çanakkale’yi bile Atatürk’süz andı -Deniz Ayhan/Sözcü-

Çanakkale Deniz Zaferi öncesindeki hutbesinde Ulu Önder’i anmadı, Diyanet takviminde de şanlı zaferden bahsederken mimarı Atatürk’e tek satır yer vermedi.(https://www.sozcu.com.tr/canakkale-yi-bile-ataturk-suz-andi-p151892)

                                                           ***

Golf için köylünün rızkına çöktüler -Yaşar Anter/Sözcü-

Muğla’da 67 yıldır köylünün bedelini ödeyerek ekip biçtiği tarım arazileri Hilton’a peşkeş çekildi. Köylünün tarım yaparak para kazandığı araziye golf sahası yapılacak. 

Muğla’nın Ortaca ilçesine bağlı Fevziye Mahallesi’nde, köylülerin 67 yıl önce bataklığı kurutarak tarım arazisine çevirdiği alanın 200 dönümü, Hilton’a golf sahası yapılması için tahsis edildi. Otel işletmesi, kendilerine tahsis edilen alanı tel örgülerle çevirmek, golf sahasını turizm sezonuna yetiştirmek için Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı ekiplerinin de katılımıyla Fevziye ve Sarıgerme mahallelerine iş makineleriyle girdi. Alanda jandarma ekipleri güvenlik önlemi aldı. Araziyi ecrimisil ödeyerek kullanan vatandaşlar, topraklarının ellerinden alındığı gerekçesiyle bölgeye gelen ekiplere ve otel işletmesine tepki gösterdi.(AĞAÇLAR KESİLİYOR)  376 bin m2’lik alanın bölünerek 200 bin m2’lik kısmının golf sahası olarak tahsis edildiğini belirten Fevziye Mahallesi Muhtarı Ruhan Altınok, “Hilton, babasının çiftliği gibi racon kesiyor. Halka hiçbir bilgi verilmiyor. İdare Mahkemesi’nde dava açtık. Ağaçlar kesiliyor. Vatandaşın elinde evrak var, yine de çalışma devam ediyor” dedi.(ARAZİLERE EL KOYUYORLAR)  Köylüler “Sınır çizip, tel çekip, arazilerimize el koyuyorlar. Yetiştirdiğimiz ürünlerle geçiniyor, hayvanlarımıza bakıyoruz” diyerek isyan etti.                                          

                                                       ***

Erdoğan'ın elini öptü başkan yardımcılığını kaptı!-Sözcü-


2006 Miss Turkey Güzellik yarışmasında Türkiye Güzeli seçilen Seda Sarıbaş, AKP'nin AR-GE Başkan yardımcılığı görevine getirildi.
(https://www.sozcu.com.tr/eski-guzellik-kralicesi-akp-de-baskan-yardimcisi-oldu-p151853)

                                                             ***

CUMHURİYET "Köşebaşı + Gündem" -17 Mart 2025 -

 

Aptallıktan söz açılmışken -Ergin Yıldızoğlu-

Aptallık, bir tür bilişsel, ahlaki körlüktür. Aptal, gerçeği kabul etmek istemez, onu mantıkla, bilimle ikna etmek de zor, hatta imkânsızdır.

Aptallıktan söz açılmışken totaliter rejimleri, liderleri (kapitalizm de bunlara faşist demek gerekir) destekleyenlerin yanı sıra totaliter bir rejim kurmaya ya da yönetmeye çalışan elitlerin aptallığını da konuşmak gerekir. Bunların aptallığı halkların başına büyük dertler açıyor. 

Bu tiplerde en sık görülen aptallık türü, bir alanda başarılı olunca, her alanda konuşabileceğine inanmaktır. Başarılı bir iş insanı, sporcu hatta siyasetçi, sanat, askerlik, ekonomi gibi alanlarda da bilgiçlik taslayabileceğine inanabilir. Bu çoğu zaman gülünç düşmekle, kimi zaman da ekonomik siyasi felaketlerle sonuçlanır. 

MUSK VE TRUMP

Musk, dünyanın en zengin adamı olabildiğine göre, ABD’de hatta tüm Avrupa’da siyaseti şekillendirebileceğine inanıyor. Musk, devlet bürokrasisini, sosyal hizmetleri, emeklilik, sağlık sistemlerini parçalamaya başladı; Avrupa ülkelerinde faşist partileri destekliyor. Musk ve “adamlarının” ABD vatandaşlarının en önemli ve gizli demografik verilerine ulaşmaya başladığı görülüyor. 

Devletin, ne seçilmişler ne de atanmışlar kesimine ait Musk’ı tasfiye ederek aptallıklarından kurtulmak zor değil. Ancak Trump seçimle geldi ve dört yıl daha iş başında kalarak aptalca politikalarını uygulamaya devam edebilir. Bu politikaları üç başlık altında toplayabiliriz: (1) Güçler ayrılığını etkisizleştirirken güvenlik bürokrasisini tasviye etmeye, partizanlaştırmaya başladı. (2) Ticarette korumacı tarifeleri dış politika silahı olarak kullanıyor. (3) Başka ülkelerden toprak ve haraç isteyerek ilhakçı anlayışı canlandırıyor. 

Trump’ın gümrük tarifeleri, ticaret savaşları politikası Başkan McKinley’nin 19. yüzyıldaki korumacılığının aptalca bir okunmasına dayanıyor. Trump yaklaşık 150 yıllık bir stratejiyi 21. yüzyılın çok daha bağlantılı ve kırılgan dünyasında uygulayarak ABD’de sanayiyi canlandırabileceğini halkın refahını artıracağını iddia ediyor. Buna karşılık mali piyasalar olumsuz tepkiler veriyor, fiyatlar artmaya başlıyor ve Wall Street Journal bir resesyondan (dolayısıyla stagflasyondan) söz ediyor. Bu politikalar en çok Trump’ın kendi sosyal tabanının, emekçi sınıfların refahını tehdit ediyor. 

Bu tarifeleri, sadece yanlış yönlendirilmiş bir ekonomik kumar değil. Trump, tarifeleri yerli sanayiyi kademeli olarak güçlendirmek için değil, bir zorbalık aracı olarak kullanıyor. Kanada, Meksika, Çin ve Avrupa Birliği’ne uyguladığı son tarifeler, ekonomik öz yeterlilikten çok tedarik zincirlerini istikrarsızlaştırıyor, ithalata bağımlı Amerikan işletmelerini zorluyor ve ABD’li çiftçilere ve üreticilere zarar veren misillemelere yol açıyor. Bu tarifelerin başka ülkelerin topraklarına, kaynaklarına el koymaya yönelik baskı araçları olarak kullanılması, ABD’nin 1950’lerden bu yana hegemonyasını destekleyen ittifaklar ve kurallar sistemini yıkarken kaynak savaşlarını körüklüyor, toprak ilhak ederek genişleme (sömürgecilik) uygulamalarını yeniden canlandırıyor. Dahası, bu tarifelerin, üretim maliyetleri, artan işsizlik ve enflasyon nihayet mali istikrarsızlık üzerinden, ABD’ye rakiplerinden daha fazla zarar vereceği anlaşılıyor.

Musk ve Trump’ın aptallıkları karşısında, başta ABD olmak üzere dünya borsaları hızla düştüler, S&P 500 bir haftada yüzde 10 geriledi, altın 3 bin dolara vurdu, Musk bir günde 29 milyar dolar kaybetti. Bu aptallıklar, ABD egemen sınıflarının ve halkının, iç ve dış güvenlik risklerini büyütüyor; muhalefet de canlanmaya başladı. 

Uluslararası alanda, tarifelerle, körüklenen kaynak milliyetçiliği, ülkeleri hayati materyallere erişim sağlamak için çatışmaya sürükleme riskini artırıyor. Tarih bize ticaret ağları çöktüğünde devletlerin sıklıkla emperyal genişleme ve fetih yoluna başvurduklarını gösteriyor. 

Aptallıklar, hükümetleri, küresel ısınmayla mücadele için ayrılan kaynakları militarizme yönlendirmeye, yapay zekânın gelişmesini denetlemek yerine silah sistemlerini geliştirmeye yönlendiriyorlar. Canlanan militarizm, yeni bir “büyük savaş” olasılığını giderek artırıyor. “Tanrılar mahvedecekleri insanları önce delirtirlermiş”, şimdi “aptallaştırıyorlar”.

                                                   /././ 

Aptallığın Teorisi -Ergin Yıldızoğlu-

Günümüzde, “süreç olarak faşizm”, gerek Hıristiyan gerekse Müslüman dünyada kitleselleşerek yükselirken Protestan papaz, Dietrich Bonhoeffer’i, Nazi hapishanesinde, idam edilmeden önce yazdığı mektuplarda geliştirdiği “Aptallığın Teorisi”ni anımsamamak elde değil.

                                                   Dietrich Bonhoeffer

Gerçekten de MAGA (Make America Great Again), “büyük yer değiştirme”     (Yahudilerin yardımıyla gelen göçmenler, Avrupalı ırkın, kültürün yerine geçiriliyor), “yeni Osmanlıcılık”, “üst akıl”, siyasal İslamdan demokratik çözüm beklemek gibi “aptallıklar” yaygınlaştı. Bonhoeffer’inkine benzer bir tarihsel dönemde olduğumuzu, düşünerek “Aptallığın teorisi”ne (YouTube, Vikipedia ve çeşitli makalelerden derlenediğim notlarla) kısaca değinmek istiyorum.

TEMEL FİKİRLER

Aptallık bir entelektüel zaaf değildir, ahlaki bir sorundur. Zekâ eksikliğinden kaynaklanmaz, zeki insanlar da aptallaşabilir. Asıl sorun, bireyin eleştirel düşünme, ahlaki muhakeme yapma yetisini kaybetmesinden kaynaklanır.

Aptallık bireysel değil, toplumsal bir olgudur. Birey yalnızken aptallık nadiren ortaya çıkar. İnsanlar grup içindeyken daha kolay manipüle edilir, otoriteye itaat etmeye meyilli hale gelir. Otoriter rejimler ve propaganda mekanizmaları, insanları bağımsız düşünmekten alıkoyarak aptallığı yaygınlaştırır. En büyük tehlike kötülük değil, aptallıktır çünkü aptal insan kötü olanı desteklediğini fark etmez.

Aptal insanın, gerçeğe karşı bağışıklığı vardır. Aptallık bir tür bilişsel, ahlaki körlüktür. Aptal kişi, gerçeği kabul etmek istemez, bilgi veya mantıklı argümanlar, aptal bir insana ulaşmaz; onu mantıkla, bilimle ikna etmek zor, hatta imkânsızdır. Çünkü bunlar onun dünya görüşünü, duygusal ve ideolojik gerçekliğini, bu gerçeklik içinde şekillenmiş kimliğini tehdit eder.

Aptallık baskıcı rejimler altına yaygınlaşır. Aptallık özellikle tek adam rejimlerinin, yükseldiği dönemlerde, diktatörlükler altında yaygınlaşır. İnsanlar özgür düşünceyi bırakıp güçlü bir lidere ya da ideolojiye bağlandıklarında aptallaşırlar. Friedrich Kellner de Nazi rejimi altında tuttuğu güncelerinde bu aptallaşmanın günbegün ilerleyişini sergiler.

VE ‘YARARLI SALAKLAR’

“Aptallığın teorisi”, özellikle Nazizm döneminde Almanya’da insanların faşizme nasıl boyun eğdiğini, aptallaştığını açıklamak için geliştirilmişti. Bu analiz, günümüzde de “süreç olarak faşizm” yükselirken yalnızca büyük kalabalıklar değil kimi entelektüeller, sanatçılar bağlamında da hâlâ geçerliliğini koruyor.

Süreç olarak faşizmin rejimleri, medya tekeli kurar, muhalefeti, muhalif entelektüelleri, sanatçıları susturur (bazen satın alır). Bunlar “yararlı salaklar” olmayı gönüllü kabullenerek “adamların” yalanlarının, fantezilerinin, türlü komplo teorilerinin peşinden giderken sosyal medya, izleme dinleme sistemleri, keyfi yasal işlemler ile yaratılan kitlesel manipülasyon ortamında Bonhoeffer’i ve saptamalarını anımsamak çok yararlı olacaktır:

Aptallık sadece bir bilgi eksikliği değil, ahlaki bağımsızlığın kaybıdır. Bu yüzden, eğitimle ya da mantıklı tartışmalarla üstesinden gelinemez. Yalnızca bir özgürleşme eylemi aptallığı yenebilir. Bir kişi, kendisini baskılayan dış güçlerden kurtulmadıkça, içsel olarak değişemez. O zamana kadar, onu ikna etmeye çalışmak beyhude bir çabadır.

“Süreç olarak faşizm” yükselirken eleştirel düşünceyi (Sapere Aude-kendi aklınla düşünmeye cesaret et) yücelten Aydınlanma geleneğine dayanan eğitim sistemlerine saldırır, cahilliği yüceltir. Örneğin Trump yönetimi eğitim bakanlığını kapatıyor, eşitliközgürlük-dayanışma paradigmasına ait birçok kavramın federal bürokraside kullanılmasını yasaklıyor. Türkiye’de müfredat, evrim teorisini dışlayarak hurafelere dayanmak üzere yeniden yazılıyor.

Bonhoeffer’den bu yana, faşizm teorileri, psikanaliz (Lacan), sosyoloji (Bourdieu) ve güç teorileri (Foucault) alanında yaşanan gelişmeleri de düşünerek belki şöyle bir ekleme yapılabilir. Baskılayarak ideolojiyle, kişilerin/kitlenin kimliğini şekillendiren “dış güçlerin” karşısında, onlara benzemeye çalışmak yerine, güçlü (duygular ve fanteziler alanında da geçerli) özgürleştirici bir seçenek kurmak gerekiyor.                                      /././

Cumhurbaşkanlığı çarpışması -Mehmet Ali Güller-

Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en sert cumhurbaşkanlığı çarpışmasını yaşıyoruz. Sertliğin derecesi üç nedenle arttı: Erdoğan’ın rakibinin gücü, Erdoğan’ın meşruiyet sorunu ve meselenin seçim değil rejim konusu olması.

Açalım: 

RAKİBİN GÜCÜ

Gündemdeki diploma konusuyla başlayalım. Diploma konusu aslında bir hukuk konusu değil, İmamoğlu’nun adaylığını önleme operasyonudur. Neden? Çünkü Erdoğan’ı 23 yılda yenen, hem de üç kez yenen tek isim Ekrem İmamoğlu’dur. İktidar bu nedenle İmamoğlu’nu bir kaç cepheden birden sıkıştırmaya çalışıyor. Kuşkusuz İmamoğlu’nun adaylığını bu şekilde kesmek, Erdoğan’a umduğunu vermeyebilir, ters tepebilir. Saray bu nedenle “İmamoğlu’nun kolunu kanadını kırma” operasyonu uyguluyor. 

Yani aday olması engellenemezse yıpratılmış bir aday konumuna düşürülmesi isteniyor. İşte CHP’li belediyelere, İmamoğlu’nun yakın çalışma arkadaşlarına, İBB birimlerine yapılan operasyonlar İmamoğlu’nun itibarını zayıflatmaya çalışma operasyonlarıdır. Ayrıca CHP ve medya içinden “adam devşirme” operasyonları, CHP içinde ikilik yaratmak içindir. 

SİYASİ REHİNLER  

Konumuz CHP’nin çizgisi, Özgür Özel’in normalleşme diyerek yola yanlış taraftan girmesi ya da İmamoğlu’nun ideal aday olup olmaması değildir. Bu konuda ne düşündüğüm, Ufuk Ötesi’nin arşivinde var.Konumuz bugün, sınırsız başkanlıkla yeni rejim inşası için Saray’ın nasıl bir mücadele yürüttüğüdür. Osman Kavala’dan  Ümit Özdağ’a, Ahmet Özer’den Selahattin Demirtaş’a, içerideki pek çok aktör, cumhurbaşkanlığı çarpışmalarının siyasi rehinlerdir. Ve evet, Erdoğan, muhalefetin de etkisizliğiyle, bu çarpışmayı şu ana kadar getirebildi. Baksanıza, dün “Seni başkan yaptırmayacağız” diyerek siyasi rehin durumuna düşen Demirtaş, bugün “Erdoğan, Bahçeli ve Öcalan’ın başarılı olabilmesi için elimden gelenin fazlasını yapacağım” deme durumunda. Arada Erdoğan’ın “Edirne’deki (Demirtaş), İmralı’dakine (Öcalan) hesap verecek” demişliği de var. 

MEŞRUİYET SORUNU  

Cumhurbaşkanlığı çarpışmasının daha da sertleşmesinin ikinci nedeni, meşruiyet sorununun ağırlaşmasıdır. Erdoğan, anayasa hukukçularının da önemle belirttiği gibi, anayasaya aykırı olarak üçüncü kez “seçilmiş” durumda. 

Bu, Erdoğan açısından özellikle “içeride” zaten bir meşruiyet sorunu yaşatıyor.  Ancak bunun zorla dörtlenmesi, dışarıda da meşruiyet sorununa dönüşecektir. Devletlerarası hukukun ayaklar altına alındığı,  Trump’ın Zelenski’yi meşru görmediğini açıkça ilan edebildiği, yazılı kuralların bile takılmadığı bir süreçte,  Erdoğan’ın anayasayı değiştirmeden zorla dördüncü kez seçilmesi, hem Erdoğan  için risk ama hem de Türkiye’den taviz koparmak isteyenler için koz olacaktır.  

Erdoğan bu nedenle yeni bir anayasa ile yeniden ve hatta bu kez sınırsız seçilme hakkı kazanmak istiyor.  Bahçeli’nin koçbaşılığında başlatılan Öcalan’la anlaşma sürecinin “iç nedeni” budur. Erdoğan Öcalan’ın talimatıyla DEM oylarını alarak önce anayasayı değiştirebilmeyi, ardından da seçimi kazanabilmeyi umuyor.  

REJİM KONUSU 

Ne yazık ki DEM’in demokrasi, laiklik, rejim diye temel bir kaygısının olmadığı daha net ortaya çıkıyor. Erdoğan’ın ihtiyacını fırsata çevirerek statü elde etmeyi laiklikten de demokrasiden de daha önemli görüyorlar. Kürt etnik milliyetçiliği ile NATO’Türkçü ülkücülük, siyasal İslamcılığın potasında birleştiriliyor adım adım. AKP-MHP koalisyonu, yani Türk-İslam sentezi, DEM’in katılımıyla Türk-Kürt-İslam sentezine  dönüşüyor. Elbirliğiyle adım adım duvarlarını ve çoğu kolonlarını yıktıkları laik demokratik hukuk devletinin kalan birkaç sağlam kolonunu da kırarak yeni bir rejim inşa etmeyi amaçlıyorlar. İmamoğlu’nun diploması, Vedat Milor’un hesaplı yemek videosu, İsmail Saymaz’ın haberleri, Ahmet Özer’in on yıl önceki taziye telefonu vb. hepsi ama hepsi cumhurbaşkanlığı çarpışması nedeniyle probleme dönüştürülmüştür.

                                                      /././

Avrasya güvenlik mimarisi -Mehmet Ali Güller-

Türkiye’nin güvenliği Avrupa güvenlik mimarisinin mi yoksa Avrasya güvenlik mimarisinin mi içinde olmalıdır? Bu soru, önümüzdeki dönemin en temel sorusudur. Çok kutuplu dünya inşası, ABD ile AB’nin ilişkilerindeki yeni dönem, Asya’nın yükselişi gibi etkenler, bu sorunun yanıtını daha yakıcı hale getiriyor. 

RUSYA’YI HEDEF ALAN STRATEJİLERİN AÇMAZI 

Rusya’nın yeri konusu, coğrafyamızın son iki yüzyıldaki en önemli sorunlarından biri olmuştur. 19. yüzyılın başında Napolyon Fransa’sının, 20. yüzyılın ortalarına doğru Hitler Almanya’sının Rusya’yı hedef alan genişleme stratejileri büyük yıkım yarattı. SSCB’nin dağılması sonrasında ABD’nin NATO’yu Doğu Avrupa’da Rusya’ya doğru genişletme stratejisi de benzer niteliktedir. 30 yıldır süren bu genişleme, en sonunda Rusya’nın çevrelemeyi yarma harekâtıyla başka bir boyut kazandı. ABD’nin şimdi Ukrayna’da barış aramak zorunda kalmasının bir nedeni de bunun sürdürülemezliği. Konu, daha önce bu köşede incelediğimiz gibi ABD’nin Rusya-Çin ortaklığını zayıflatma stratejik amacını da içeriyor ama Avrupa’yla ilişkisine olumsuz yansıma potansiyeli de taşıyor. Son tahlilde “nasıl bir güvenlik mimarisi” sorusunun yanıtına dayanıyor elbette.

TÜRKİYE İÇİN TUZAK 

Biden dönemi ABD’si, Avrupa ile Rusya arasına yeni bir demir perde inşa ederek Ukrayna’da “uzun savaş” stratejisiyle Moskova’yı batısından ve güneyinden geri çekilmeye zorlamayı esas almıştı, tutmadı. Trump dönemi, şimdilik bu stratejiyi değiştirme iradesini ortaya koyuyor, sürdürüp sürdüremeyeceği hâlâ kesin değil. Avrupa, bu belirsizlik nedeniyle “Avrupa güvenlik mimarisi” için yeni bir savunma yol haritası hazırlıyor. Bunun Türkiye’ye fırsatlar doğurduğunu düşünen iktidarın, güvenlik katkısı sunarak AB üyeliğini zorlamaya çalıştığını daha önce incelemiştik.  

Risk şuydu: Avrupa güvenlik mimarisi, tehdidin Rusya olmasına göre bir savunma planı hazırlıyor. Bu, haliyle Ankara’yı Moskova’yla karşı karşıya getiren bir durum  Nitekim İngiltere “güvenlik koalisyonu” adı altında Türkiye de dahil Ukrayna’ya asker göndermeyi tasarlıyor; Fransa Savunma Bakanı Lecornu“Avrupa’nın savunması  Karadeniz’deki güç dengesi dikkate alınmadan düşünülemez” diyor; Polonya Başbakanı Tusk, “Ankara, Avrupa’nın güvenlik çabalarına katılım yollarını nasıl artırabilir, Türkiye ziyaretimde bunu masaya yatıracağız” diyerek Ankara’ya geliyor; Almanya Başbakanı Scholz Türkiye’yi 20-21 Mart’ta yapılacak AB liderleri zirvesine davet ediyor...

TEK KITA, TEK GÜVENLİK 

Görüleceği üzere Türkiye’nin “Avrupa güvenlik mimarisine” katkı koyması demek, Avrupa adına Rusya’yla karşı karşıya gelmesi demektir. Daha geniş planda şöyle de söyleyebiliriz:  Rusyasız bir Avrupa güvenlik mimarisi tasarlamak, yine ve daha büyük savaş riski demek. Peki bu, Brüksel için Londra için Paris için Berlin için hatta Ankara için bir çıkmaz mı? Bu coğrafyanın güvenlik mimarisi Rusya’ya karşı bir “Avrupa güvenlik mimarisi” olmak zorunda mı? Değil elbette. Çünkü aslında coğrafi olarak Avrupa başka, Asya başka kıta değil öncelikle. İkisini birbirinden ayıran bir okyanus yok ve ikisi birden tek bir kıtayı oluşturuyor. Buna Avrupa+Asya üzerinden pek tabii ki Avrasya diyebiliriz. 

TÜRKİYE’NİN STRATEJİK İHTİYACI 

İşte “Avrupa güvenlik mimarisi” yerine “Avrasya güvenlik mimarisi” inşası amaçlanırsa ve buradan hareketle hem Rusya’ya hem de Ukrayna’ya güvenlik garantisi sağlanırsa, çıkmaz denilenden çıkılır. Rusya zaten bunu istiyor. ABD’nin barış masası kurmaya çalıştığı süreçte Moskova bunu yeniden gündeme getirdi. Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanı Lavrov, “Avrasya’da tüm kıta ülkelerine açık bir güvenlik mimarisi oluşturulabilir” dedi. 

Ankara, AB üyeliği hayaliyle Avrupa’ya güvenlik katkısı sağlayarak Rusya’yla düşman olmak yerine, “Avrasya güvenlik mimarisi” ihtiyacını gündeme taşımalıdır.  Aslında Avrasya güvenlik mimarisinin inşasına en çok ihtiyaç duyan ülkelerin başında da coğrafyası nedeniyle Türkiye gelmektedir. Ankara’nın 21. yüzyılın ikinci çeyreğindeki stratejik yaklaşımı bu olmalıdır. Karadeniz’in güvenliğinin de Akdeniz’de işbirliğinin de hatta Kürtlerin ve Türklerin ortak yararına bir bölgesel çözümün zemini de Avrasya güvenlik mimarisidir.

                                                           /././

Federal Suriye ön anlaşması -Mehmet Ali Güller-

HTŞ lideri Ahmet Şara ile SDG lideri Mazlum Abdi’nin imzaladığı sekiz maddelik anlaşma, Suriye’yi federalizme götürecek sürecin ön anlaşmasıdır, ABD’nin mimarlığıyla projelendirilmiştir ve PYD’yi Suriye devletine ortak yapmaktadır. İnceleyelim:

1) Anlaşmanın mimarı ABD Şara ile Abdi’yi masaya oturtan kuvvet ABD’dir. Abdi, ABD Merkez Kuvvetleri (CENTCOM) Komutanı Michael Kurilla ile görüştükten sonra ABD helikopteriyle Şam’a götürüldü ve Suriye’nin geçiş dönemi Cumhurbaşkanı Şara’yla imza masasına oturtuldu. Nitekim önce SDG Sözcüsü  Ferhad Şami, “ABD bu anlaşmanın ana taraflarından biri” dedi, ardından SDG Komutanı Mazlum Abdi “ABD’nin aktif arabulucu” olduğunu doğruladı. 

2) Federal anayasanın ön kabulü Bu ön anlaşma ile Suriye’nin siyasal birliğinin yerini önümüzdeki süreçte federasyonun alacağı görülmektedir. Anlaşmanın 2. maddesinde  “Kürt toplumu Suriye’nin ayrılmaz bir parçası olarak tanınacak ve anayasal hakları garanti altına alınacak” denerek yeni anayasaya kimliklerin gireceği kabul edilmiş oluyor. Böylece anayasada Araplık, Kürtlük, Türklük, Ermenilik, Çerkeslik şeklinde etnisiteler yer bulmuş olacak. Nitekim Mazlum Abdi de anlaşmayı değerlendirdiği açıklamasında “toprak bütünlüğü, tek başkent, tek bayrak” dedi. Yani Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunduğu ama siyasal birliğinin kalktığı bir federasyona işaret etmiş oldu. 

3) Tek ordu değil, birleşik ordu Anlaşmanın 4. maddesinde “askeri kurumların devlet yönetimi altında bütünleştirileceği” belirtiliyor. Bu SDH/ YPG’lilerin tek tek Suriye ordusuna entegre edilmesi anlamına gelmiyor. Nitekim Mazlum Abdi de “toprak bütünlüğü, tek başkent, tek bayrak” dediği açıklamasında “tek ordu” ifadesini kullanmadı, “birleşik ordu” dedi.  Abdi ayrıca “Savunma Bakanlığı’nın parçası olma yöntemi ve uygulamasında söz sahibi olacaklarını” söyledi. “Tek ordu” yerine “birleşik ordu” denmesi, SDG ordusunun Suriye ordusu içinde dağıtılmadan yer alacağı, dahası SDG’nin son tahlilde Suriye ordusuna ortak olacağı anlamına gelir. 

4) PYD devlete ortak oldu SDG Sözcüsü Ferhad Şami’nin altını çizdiği gibi bu sekiz maddelik anlaşma “ön hazırlık” niteliğinde. Nitekim Mazlum Abdi “mevcut özerk yönetim sisteminin olduğu gibi kalmasında ısrarcı olmadıklarını, konunun anayasa tartışmalarında ele alınacağını” belirtiyor. Sonuçta taraflara göre önemli olan imzalanan “ön hazırlık” anlaşmasının, ABD’nin mimarlığıyla çizilen projenin ruhunu yansıtıp yansıtmadığıdır. Bunun yanıtını da PYD’nin deneyimli yöneticilerinden Salih Müslim’in anlaşmayı yorumladığı açıklamasında görüyoruz: “Bu devletin her şeyine ortak oluyoruz. Yönetimine, anayasasına, yaşamına, ekonomisine ortak oluyoruz.”   

SONUÇLAR 

1. Sonuç: ABD ve İsrail’in “Suriye’yi parçalamak üzere federalleştirmesi” projesi, tıpkı Irak’ta olduğu gibi, yine Türkiye’nin “kullanışlı desteğiyle” hayata geçiriliyor: Ankara, önce Esad’ı devirme hedefiyle federal Suriye’ye gidecek kapıyı açtı, sonra terörle mücadele üzerinden ABD’nin “nüfuz bölgesini” kabule zorlandı, şimdi de Öcalan’la “silah bırakma” müzakeresi üzerinden PKK/PYD’nin Suriye ordusuna ve devletine ortak yapılmasını onaylıyor. PYD yöneticisi Salih Müslim “anlaşma Öcalan’ın mektubuyla uyumlu” derken, Erdoğan da anlaşmayı “doğru yönde atılmış bir adım” olarak yorumladı. 

2. Sonuç: Saddam’a diktatör deyip aşiret lideri Barzani’ye komşu olundu, Esad’a diktatör deyip Öcalan’ın manevi evladı Mazlum Abdi’ye komşu olunuyor. 

3. Sonuç: Türk-Kürt-İslam sentezli yeni Cumhur İttifakı, Türkiye tarihinin en antidemokratik rejiminin taşlarını döşüyor. Demokratik yaşam sorunu, ne yazık ki bölgenin en temel sorunlarının başında gelmektedir. Sadece Türkiye’deki Kürtlerin değil, Türklerin de demokratik yaşam sorunu vardır. Türkiye’nin komşularındaki demokratik yaşam sorunu çok daha büyük sorundur. Ama mesele şu ki ABD’nin mimarlığını yaptığı projelerle, ABD-İsrail’in etnik ve mezhep haritalarıyla, demokrasinin ana bileşeni olan laiklikliğin budanmasıyla, Saray rejimiyle demokratik yaşam sağlanmaz, tersine, olan demokrasinin de gerisine düşülür.

                                                     /././

(Cumhuriyet)

  

 

Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...