Sosyal devlet konusunda düşünceler…-Nevzat Evrim Önal-
Sermayedar sınıf bir kez daha bu ilke üzerinden sınıf uzlaşısı kurmaya girişirse, işçi sınıfının gündelik çıkarları bu uzlaşının kurulmasından, tarihsel çıkarları ise kurulmamasından yana olacak ve işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını savunan komünistlere bu havuca kanılmamasını sağlamak gibi çok önemli bir görev düşecek.
Geçen haftaki yazının son bölümünde, devrimi hedeflemeyen ve kendisini işçi sınıfının kazanımlarını savunma gündemiyle sınırlandıran bir mücadele hattının yenilmeye mahkûm olduğunu söylemiştik. Gerekçemiz şuydu: bu kazanımlara zemin teşkil eden devlet teşkilatlanmaları neoliberalizm tarafından tasfiye edilmiş, kazanımların bazıları ortadan kalkmış, geri kalanının ise altı boşalmıştı. Örneğin, emeklilik kuşkusuz kıymetli bir haktır, ama işçi sınıfının bugünkü düşük ücret düzeyiyle eskiden ifade ettiği anlamı yitirmiştir, zira emeklilerin büyük bölümü çalışmaya devam etmek zorundadır. Ya da, eğitimin devlet okullarında yurttaşlara bedelsiz sağlanması kuşkusuz önemli bir haktır, ama bu hak devlet okullarındaki eğitim bilimsel olmaktan çıkartılıp bu okulların her biri birer kuran kursunu andırır hale geldikçe eski anlamını yitirmiştir.
Varacağımız sonucu baştan söyleyelim ve tartışmayı derinleştirelim: İşçi sınıfının canhıraş bir biçimde kendi devletine ihtiyacı vardır ve sermaye devleti altında yaşandığı müddetçe bunu sorgulamadan kazanımlara odaklanmak pek çok sakınca barındırmaktadır.
Gelin, inceleyelim...
***
“Sosyal devlet” tartışması hiç yeni değildir. Bu kavram yerleşiklik kazanmadan çok önce, kapitalist üretim biçiminin toplumun önemli bir kesimini mahkûm ettiği akut sefaletin iki açıdan çelişki yarattığı fark edilmişti.
Birincisi, bir yanda yurttaşların bireysel özgürlüğüne dayalı bir hukuki yapı, diğer yanda bireyin kendisini asla özgür hissedemeyeceği maddi koşullar içerisinde yaşaması patlamaya hazır bir bombaydı. Kapitalizmin ilk ortaya çıktığı İngiltere bu çelişkiyi başta İrlandalılar olmak üzere emekçi kitleleri Kuzey Amerika kolonisine doğru kaybederek ve sonunda bu büyük koloniyi kaybederek; Fransız burjuvazisi ise neredeyse yüz yıl süren devrim ve karşı devrim sürecinde birden fazla defa iktidarı baldırıçıplaklara kaptırmanın eşiğine gelerek tecrübe etmişti. Kriz dönemlerinde “hepimiz aynı gemideyiz” ayağı çekip emekçi sınıftan fedakârlık istemek mümkündü; ama kapitalizmin başarılı biçimde işlediği ve sermaye birikiminin sağlanıyor olduğu dönemlerde “boş tencere” tehlikeli bir şeydi.
İkincisi, piyasa ekonomisinde her ücretli emekçi aynı zamanda birer müşteriydi ve sefiller üretilen metalara müşteri olamıyorlardı. Bu da, bilhassa üretilen malların kolaylıkla dış pazarlara ihraç edilemediği durumda aşırı üretim sorunu yaratıyordu. Kapitalizmin ilk yıllarında (1600’lerin sonunda), İngiliz tüccarlar sanayi devriminin sağladığı üretkenlik artışını bütün Avrupa’yı ucuz kumaşa boğmak için kullanmış, yoksul işçilere ürettirdikleri metalara yurt dışında pazar buldukları için iç pazarı görece önemsememiş ve ücret artışına hiç yanaşmamıştı. Charles Dickens’ın romanlarında anlatılan ve insanı insanlıktan çıkartan rezil sefalet koşulları böyle ortaya çıkmıştı. Ne var ki, arka arkaya gelen Amerikan ve Fransız devrimlerinin İngiliz tüccarların başlıca pazarlarını serbest erişime kapatmasının hemen ardından İngiltere’de 1802 yılından başlayarak “Fabrika Yasaları” olarak bilinen bir dizi yasa kabul edildi. Sosyal devlet uygulamalarının ilk örneklerini de içeren bu yasalar, bir yanda yaşanan devrimlerin İngiliz işçi sınıfının aklına kötü şeyler getirmesini önlemeye, diğer yanda ise sermayeye talep kapasitesi görece yüksek bir iç pazar sunmaya yönelikti.
Özetleyelim ve devam edelim: Sermaye yoksulluk konusuna iki soruyla yaklaşır: (1) Emeğin yeniden üretiminin maddi ve politik koşullarını sekteye uğratıyor mu? (2) Bir iç pazar ihtiyacı var mı ve yoksulluk bu iç pazarın cılız kalmasına neden oluyor mu?
Bu iki sorunun cevabı hayır olduğu müddetçe, sermaye yoksulluk karşısında kılını kıpırdatmaz.
***
20. yüzyılın ekonomi literatüründe “Keynesçi” olarak tanımlanan üçüncü çeyreğinde, gelişkin kapitalist ülkelerde “Refah Devleti”, Türkiye gibi ikinci kuşak kapitalist ülkelerde ise “Kalkınmacı Devlet” kavramı etrafında yaşanan dönem, yukarıda bahsettiğimiz çelişkilerin kapitalist sistem açısından bir dizi nedenle taşınamaz hale gelmesinin sonucuydu. Aslında mesele 2. Dünya Savaşı’yla değil, 2. Dünya Savaşı’nın en önemli gerekçesi olan 1929 buhranıyla başlamıştı. Bu ekonomik krizde sermayenin sınai ve finansal unsurlarının çıkarları birbirlerinden çok sert biçimde ayrışmıştı ve sanayi sermayesinin önemli bir bölümünün de üretken faaliyetleri terk edip spekülasyon alanlarına kaymasıyla birlikte korkunç bir işsizlik dalgası yaşanmıştı.1 Üstelik artık dünyada tüm işçilerin bakıp imrenebileceği Sovyetler Birliği vardı ve bu sosyalist ülke buhrandan hiç etkilenmemişti.
J.M. Keynes, teorisini bu ortamda yazdı. Daha Keynes 1936’da “Genel Teori” kitabını yayınlamadan ABD’de 1933’te Roosevelt’in Başkanlığında “Yeni Anlaşma” (New Deal) denen refah ve istihdam paketi yürürlüğe konmuştu. Almanya’da aynı mesele Nazi partisini iktidara getirmiş ve Hitlerciler hızla sanayi sermayesini toparlayacak ve işsizliği büyük ölçüde ortadan kaldıracak bir savaş ekonomini harekete geçirmişlerdi. Nazi Propaganda Bakanı Goebbels’in meşhur “tereyağı olmadan yaşayabiliriz ama silahlarımız olmadan yaşayamayız” söylevi, toparlanmakta olan Alman ekonomisinin bir kez daha iç tüketime kapanmaması ve sonunda kaçınılmaz biçimde dünya savaşı çıkartacağı yolda kalması için verilmişti.
Sonrası malum. Sermayedar sınıf, egemenlik tarihinin en büyük yenilgisini aldı.
Savaş öncesinde, henüz bütünlüklü bir teori dahi değilken el yordamıyla uygulanmaya başlanmış olan Keynesçilik, tüm kapitalist ülkelerde bu yenilgi ortamında hayata geçirildi. Model, Sovyetler Birliği’nin zaferi karşısında işçi sınıfına hatırı sayılır bir refah sağlamayı ve böylece yeni bir sınıf uzlaşması kurmayı hedefliyordu. Bunun yanı sıra kapitalist ülkelerin sermaye birikim rejimleri olabildiğince iç pazar odaklı hale getiriliyor; uluslararası ticaret ve finans yoluyla sürekli dünya savaşı dinamikleri yaratan emperyalistler arası rekabet bir süreliğine ABD’nin büyük ağabeyliği altında baskılanıyordu.
İşçi sınıfının sosyal devlet ilkesi çerçevesindeki neredeyse bütün kazanımları bu dönemin ürünüydü.
Daha önemlisi ise şu: Keynesçi politikalar, liberallerin eleştirdiği üzere “komünizm” falan değildi.2 Keynes’in kripto komünist olduğunu iddia eden ahmaklar, Obama’nın da sosyalist olduğunu zannediyor, dolayısıyla bunlara laf anlatmaya gerek yok. Ama şunu bilelim: Keynesçilik, sermayedar sınıfın 1946 yılında ilerlemekte olan işçi sınıfı karşısında geri çekilme programıydı. Görevini fazlasıyla yerine getirdi ve 1970’lerin ortalarından itibaren, Thatcher, Reagan, Özal gibi halk düşmanları tarafından bugün Arjantin’de Milei’nin yaptıklarına benzer bir hoyratlıkla rafa kaldırıldı.
Gelelim bugüne…
***
Büyük kehanetlerde bulunmayacağım, ama uluslararası rekabetin şu anki gidişatına dair kimi gözlemlerimi paylaşacağım.
Trump, ABD ekonomisini bir “yeniden sanayileşme” sürecine sokmaya çalışıyor. Hayli karmaşık görünen dış ticaret politikası ve dış politikasının en temel amacı bu “u dönüşünü” mümkün hale getirmek. Bu doğrultuda, görünüşe göre şu alt hedefler mevcut: (1) ABD sanayisinin enerji ve doğal kaynak tedarikinin tüm başlıklarda güvence altına alınması, bunun için gerekiyorsa doğal kaynak zengini bazı ülkeler üzerinde politik egemenlik ve/veya askeri baskı kurulması, hatta belki ilhakın gündeme gelmesi (Kanada meselesi buraya oturuyor). (2) Sanayi malları ticaretinde en büyük rakip olan Çin’in metalarını pazarlara ulaştırmak için kullandığı ticaret yollarının kontrol altına alınması ve gerekiyorsa sekteye uğratılması (Panama Kanalı meselesi de buraya oturuyor). (3) Dünya çapında kapitalist ülkelerin iç pazarlarının eskisine göre görece kapalı hale gelmesi ve ABD emperyalizminin sahip olduğu asimetrik baskı gücüyle bu pazarları olabildiğince “kendine açması”.
Bu eğilimler ilerlediği takdirde, doğal bir yönelim, her ülkenin daralan dış pazarlar karşısında kendi iç pazarını büyütmeye, emekçileri daha fazla meta satın alabilecek hale getirmeye yönelik önlemler almasıdır. Nitekim Çin’de geçtiğimiz günlerde açıklanan tüketimi rahatlatma paketi, hayli sınırlı bir kapsamda olsa da, bunu hedefliyor.3
Yukarıda, yazının girişinde, “sosyal devlet politikaları iç pazarı büyütmek için de uygulanabilir” demiştik. Bu eğilim güçlenirse, liberallerin bol keseden “bu sağ popülizm,” “bu da sol popülizm” diye yadsıdığı ekonomik modeller, bilhassa da işçi sınıfının reel ücretlerinin düşük ve dolayısıyla iç pazarın büyüme potansiyeli bulunan ülkelerde uygulanır hale gelebilir. Ülkeler görece kapalı ekonomik yapılar haline gelirse, sermaye sınıfı işçi sınıfıyla ulusal uzlaşıyı böyle bir model üzerinden kurmaya yönelebilir.
Bu konunun bütün boyutlarıyla tartışılması bu yazının kapsamını aşar. Ayrıca, yukarıda belirttiğim üzere, süreç tamamen farklı bir mecraya doğru da akabilir. Ama her durumda “sosyal devlet ilkesi” üzerine baştan düşünmemiz gerekiyor. Sermayedar sınıf bir kez daha bu ilke üzerinden (tabii ilkenin güncelleştirilmiş ve 21. yüzyıla uyarlanmış bir haliyle) sınıf uzlaşısı kurmaya girişirse, işçi sınıfının gündelik çıkarları bu uzlaşının kurulmasından, tarihsel çıkarları ise kurulmamasından yana olacak ve işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını savunan komünistlere bu havuca kanılmamasını sağlamak gibi çok önemli bir görev düşecek.
1Sadece ABD’de işsizlik birkaç hafta içerisinde yaklaşık %0’dan %25’e yükselmişti: https://www.economicshelp.org/blog/162985/economics/unemployment-during-the-great-depression/.
2Keynes bu konuda safını açıkça beyan ediyor: “Bana adalet ve sağduyu gibi görünen şeylerden etkilenebilirim; ama Sınıf Savaşı beni eğitimli burjuvazinin yanında bulacaktır.” John Maynard Keynes, “Am I a Liberal?”, Essays in Persuasion içinde, New York ve Londra: W.W.Norton and Company, s.234, [1925] 1963.
3https://www.reuters.com/world/china/china-looks-boost-consumption-amid-consumer-squeeze-2025-03-16/. /././
‘Viyadük’ diye onay alan inşaattan Söğütlüçeşme’ye AVM çıktı: 'Bir kent suçu abidesi'
Kadıköy Halk Temsilcileri Meclisi’nin çağrısıyla dün Söğütlüçeşme İstasyonu’nda yapılan eylemde “Bu AVM, Kadıköy’ün merkezine dikilen kara bir lekedir” denildi.
Söğütlüçeşme İstasyonu'nda ek viyadük ayakları yapmak için onay alan inşaat projesi, viyadük bağlantıları tamamlanmadan AVM olarak ortaya çıktı. O alanda viyadük yapılmasının gerekli olup olmadığı tartışmalıyken asıl hevesin viyadük altına yapılan dükkanlar olduğu iyice gün yüzüne çıkmış oldu.
Kadıköy Halk Temsilcileri Meclisi’nin çağrısıyla dün Söğütlüçeşme İstasyonu'nda eylem yapıldı.
Eylemde konuşan Kadıköy Halk Meclisi Kent Suçları Komisyonu sözcüsü Gülsün Gökalp, Söğütlüçeşme’de küçük esnafın yutulduğunu, buradaki ticaret olasılığının büyük sermayeye aktarıldığını vurguladı.
“Bir kent suçu abidesinin önünde toplandık bugün” diyen Gökalp büyük sermaye sahiplerinin “bu ucube yapıyı renkli bir törenle açabilmek için” ramazanın bitmesini beklediğini söyledi.
Buradan gelip geçenlerin kaldırımlardaki büfeleri hatırlayacağını dile getiren Gökalp “O büfeler böylesi heybetli değildi, büyük masraflarla açılmamışlardı. Çünkü sahipleri küçük esnaftı. Belediyeye kira öder anca evlerini geçindirirlerdi, su, çay, tost, sandviç satarak. Ancak gördüğünüz üzere büyük sermaye küçük esnafı yuttu” dedi.
“Siz metrobüse koşanlar, tren bekleyenler, maç günleri çevre büfe ve lokantalardan yararlananlar, sizlerin cebinden çıkacak paralar, onların kasalarını doldurmalı çünkü. Bunu sağlamak için taş atıp kolları yorulmadı” diyen Gökalp, Ulaştırma Bakanlığı’nın bütçesiyle, 49 yıllığına, halkın vergileriyle bu dükkanlara “dünyanın en pahalı çatısı”nın yapıldığını dile getirdi.
'Paravanların ardında çevre katliamı yapıldı'
Paravanlara “Viyadük ve çevre düzenlemesi inşaatı” yazıldığını hatırlatan Gökalp, paravanların arkasındaysa bir çevre katliamı yapıldığını kaydetti:
“250’si bin bir çeşit meyve ağacı tam 500 ağacı bir suçlu gibi, gece yarısından sonra sabaha karşı, herkesten gizleyerek kestiler. Kestikleri ağaçları tırlara koyarak kaçırdılar. O ağaçlarsa Kadıköylü, bir küçük esnaf olarak ömür süren, kızını TEMA gönüllüsü olarak yetiştiren rahmetli İhsan Dedeoğlu’nun kendi elleriyle diktiği ağaçlardı. Cevizinden şeftalisine, dutlarından eriklerine herkesin uzanıp eliyle koparacağı yemyeşil bir cennet yaratmıştı.”
Kuşların cıvıltılarının hâlâ kulaklarında olduğunu söyleyen Gökalp “Sermaye acımadı, halkın olanı gasp etti. Bu AVM, Kadıköy’ün merkezine dikilen kara bir lekedir. Kadıköy tiyatrolarıyla, sinemalarıyla, kültür merkezleriyle, sanatsever mütevazı yaşam süren halkıyla birlikte, İhsan Dedeoğlu’nun ruhuyla bu kara yapıyı lanetleyecektir. Akfen Holding’in patronları, sermayenin iktidarı, bu iktidarın açık veya gizli ortakları, yalancı kahramanları ve onlara boyun eğenlere karşı sesimizi yükseltmeliyiz” diye konuştu.
'Yerel yönetimler bizim için sınıfta kaldı'
Kadıköy Halk Temsilcileri Meclisi sözcüsü Fulya Girginer ise halkın mücadele ettiğini, Kadıköylülerin üzerine düşeni yaptığını ama sermaye saltanatı yaşandığı için kaybedildiğini anlattı.
“Söğütlüçeşme’de AVM yapılmasın diye çok mücadele ettik. Ama olmadı. Neden olmadı? Çünkü paranın saltanatını yaşıyorlar” diyen Girginer, “Kamu alanını ticari alana çevirmek için viyadük ayağı yapma bahanesi buldular. Şimdi burada gördüğümüz nedir? Viyadük ayağı değil dev gibi bir AVM” ifadesini kullandı.
Bu alan için mücadele ederken meslek odalarından, medyadan, yerel yönetimlerden destek istediklerini kaydeden Girginer “Yerel yönetimler bizim için sınıfta kaldı” dedi.
Girginer şöyle konuştu:
“Bu mücadeleler içinde iyice anladık ki düzen siyasetinin AKP’si, CHP’si, MHP’si birbirinden farklı değil. ‘Yetkim yok’ diyerek savuşturulduk, bilgilendirilmedik. CHP’li Kadıköy Belediyesi’nin de burada olup bitenlerde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kadar, TCDD işletmesi kadar suçu var.
Projenin ismini değiştirip temizlemeye çalışıyorlar. Burada, Söğütlüçeşme’de, 500 ağaç kesilerek AVM yapıldı. Bunu hiç unutmayacağız, unutturmayacağız.”
Eylemde taşınan dövizlerde ve atılan sloganlarda halkın tepkisi açıkça görülüyordu:
‘Hamdi Akın gibi olma, halkın malına göz koyma’, ’AKFEN viyadük diye başladı AVM yaptı’, ‘Yaşasın depremde sığınabileceğimiz bir AVM'miz var’, ’Haydarpaşa gardır, Söğütlüçeşme İstasyon’, ‘Buraya AVM yapmak için 500’den fazla ağaç kesildi’, ’Sermaye Kadıköy’den defol’, ‘Söğütlüçeşme halkındır, sermayenin değil!’, ‘Rantın değil, halkın Kadıköy’ü’, ‘Sermaye halkın olana yine el koydu’, ‘500 ağaç kesip yaptığınız AVM'niz hayırlı olsun’…
***
Marmara Üniversitesi'nden kadın cinayetlerini protesto eden öğrencilere ceza
Kadınlar ve çocuklara yönelik şiddet ve istismar haberleri Ekim ayında Türkiye'yi sokağa dökmüş, öğrenciler kampüslerde protestolar düzenlemişti. Marmara Üniversitesi o eylemlerden birine katılan öğrencilere kınama cezası verdi.(https://haber.sol.org.tr/haber/marmara-universitesinden-kadin-cinayetlerini-protesto-eden-ogrencilere-ceza-396817)
***
Emekli, Avrupa’da sondan ikinci -Atilla Özsever-
Emekli ikramiyesi 3 bin liradan 4 bin liraya çıktı. İkramiye, ilk çıktığı 2018’de en düşük emekli aylığından daha yüksek iken bugün yüzde 28’ine geriledi. Türkiye, Avrupa’da Bulgaristan’dan sonra en düşük emekli aylığına sahip ülke…
Emeklilerin bayram ikramiyesini 3 bin liradan 4 bin liraya yükselten kanun teklifi, TBMM (Türkiye Büyük Millet Meclisi) Plan ve Bütçe Komisyonu’nda kabul edildi. Bu hafta içinde de kanun teklifinin meclis genel kurulunda kabul edilip bayramdan önce yürürlüğe girmesi bekleniyor. Emeklilere Şeker (Ramazan) Bayramı ile Kurban Bayramı’nda ödenmek üzere iki kez ikramiye veriliyor.
Torba yasayı içeren aynı teklifte, Cumhurbaşkanı’nın emekli aylığı da artırılarak 2025 yılı için 142 bin 456 liraya çıkartıldı. Cumhurbaşkanının emekli aylığı yüzde 52,8 oranında artarken emekli ikramiyesi ise yüzde 33 oranında artmış oldu.
Ocak 2025 itibariyle işçi ve Bağ-Kur emekli aylıklarına yüzde 15,75, memur emekli aylıklarına da yüzde 11,54 oranında zam yapılmıştı. En düşük işçi ve Bağ-Kur emekli aylığı da, yılbaşı itibariyle 14 bin 469 lira olarak belirlenmişti. Ortalama emekli aylığı da 17 bin 500 TL dolayında bulunuyor. Ülkemizde 16,5 milyon da emekli var.
Erdoğan’ın ikramiye yanıtı
CHP milletvekilleri meclis komisyonu çalışmaları sırasında “ikramiye değil sadaka” şeklinde dövizleri gösterip tepkilerini ortaya koydular. Aslında AKP Hükümeti, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in ağzından emeklileri bir anlamda “bütçeye yük” olarak görüyor.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da, TBMM’de bir gazetecinin emeklilerin ikramiyesinin düşük bulunması üzerine sorduğu bir soruya şöyle bir yanıt verdi: “3 bin liradan 4 bin liraya çıktı. Sen beni dolduruşa mı getiriyorsun, daha ne olsun”
İkramiye yüzde 28’e geriledi
Emekli ikramiyesi ilk kez 2018 yılında 1.000 TL olarak belirlenmişti. Aynı yıl en düşük emekli aylığı ise 939 TL idi. Yani, emekli ikramiyesi, en düşük emekli aylığından daha fazlaydı, oranı 1,06 idi.
Emekli ikramiyesi, 2021’de 1.100 TL, 2023’te 2.000 TL, 2024’te de 3.000 TL olarak uygulandı. 2025’te ise 4.000 TL olarak belirlendi. En düşük emekli aylığı da 14.469 TL olduğuna göre, emekli ikramiyesi en düşük emekli aylığının yüzde 28’e kadar inmiş oluyor.
Asgari ücret yönünden ise; 2018’de asgari ücret 1.603 lira idi, ikramiye de 1.000 lira olarak asgari ücretin yüzde 62’sini oluşturuyordu. Şimdi ise 4.000 liralık ikramiye, 22 bin 104 liralık asgari ücretin yüzde 18’ine denk geliyor.
DİSK: 13 bin 793 TL olmalı
DİSK-AR’ın (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Merkezi) araştırmasına göre, emekli ikramiyesinin 2018’deki asgari ücretin yüzde 62,4’üne karşılık geldiği dikkate alındığında bu oranın bugün korunması halinde ikramiyenin 13 bin 793 lira olması gerekiyor.
Öte yandan 14 bin 469 lira olan en düşük emekli aylığı, hem 22 bin 104 lira olan asgari ücretin, hem de şubat sonu itibariyle 23 bin 324 lira olan açlık sınırının altında bulunuyor.
Emekli aylıklarının çok düşük olması nedeniyle emekliler çalışmak zorunda kalıyorlar. Çalışan ve iş arayan emeklilerin tüm emeklilere oranı, 2023 yılı itibariyle yüzde 55,3 idi. Yani emeklilerin yarıdan fazlası, çalışmak ve iş aramak zorunda kalıyor.
Avrupa’da sondan ikinciyiz
Öte yandan DİSK-AR’ın Mart 2024 tarihli “Avrupa’da ve Türkiye’de Emeklilerin Durumu” isimli raporuna göre, Türkiye ortalama emekli aylığı açısından en düşük emekli aylığına sahip sondan ikinci ülke durumunda bulunuyor.
Raporda Türkiye, 32 Avrupa ülkesi içinde 2012’de ortalama emekli aylığı açısından en düşük emekli aylığına sahip onuncu ülkeydi. 2021’de ise Türkiye sondan ikinci sıraya geldi. En son sıradaki Bulgaristan’da ortalama emekli aylığı 224 Euro, bizde ise 237 Euro idi.
Birinci sırada 2.734 Euro ile Lüksemburg yer alıyor. Diğer bazı ülkelerdeki ortalama emekli aylıkları ise şöyleydi: Hollanda 2.003 Euro, Almanya 1.552 Euro, Fransa 1.485 Euro, Yunanistan 1.026 Euro, Slovenya 654 Euro, Romanya 351 Euro.
Emekli aylığının asgari ücrete oranı yönünden de Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında en düşük orana sahip ülkeler arasında yer alıyor, sondan dördüncü sırada bulunuyor.
AB’linin emekli aylığı yüzde 70
Avrupa Birliği’nde (AB) çalışana ortalama olarak son ücretinin yüzde 68’i emekli aylığı olarak bağlanıyor. İspanya’da bu oran yüzde 86. Yani Avrupa’da bir çalışan, emekli olduğu zaman yuvarlak olarak son ücretinin yüzde 70’i oranında bir aylık alabiliyor.
Türkiye’de ise 1999 yılında çıkarılan 4447 sayılı yasayla 25 yıllık bir sigortalının emekli aylığı bağlama oranı yüzde 65 olarak belirlenmişti. AKP iktidarı döneminde 2008’de çıkarılan 5510 sayılı yasayla bu oran yüzde 50’ye düşürüldü.
Daha önce emeklilere aylık bağlanması sürecinde büyümenin yüzde 100’ü oranında bir refah payı verilirken bu oran 5510 sayılı yasayla yüzde 30’a düşürüldü. Yani, Türkiye’de AKP döneminde emekli aylıklarının düşük olmasında, hem aylık bağlama oranının düşürülmesi, hem de refah payının azaltılması son derece etkili oldu.
Batı’daki emekli örgütleri
Avrupa’daki emeklilerin örgütlenmesi üç düzeyde oluyor. İtalya, Lüksemburg ve Malta’da çalışanlar emekli olduktan sonra bağlı oldukları konfederasyon bünyesindeki emekli sendikalarına üye olabiliyorlar.
Özellikle İtalya’da güçlü emekli federasyon ya da sendikaları var. 4.5 milyon üyeli İtalyan CGIL konfederasyonunun 2,5 milyon üyeli ISP adında bir emekliler sendikası bulunuyor.
Fransa, Danimarka, İsviçre, İspanya, Portekiz ve Kıbrıs Rum Kesimi’nde ise, emekliler ayrı bir emekli federasyonu çatısı altında örgütlenebiliyorlar.
Finlandiya, İrlanda, Almanya, Avusturya, İngiltere, Belçika, Norveç, Hollanda ve İzlanda’ da çalışanların daha önce çalıştığı işkolundaki sendikaya emekli olarak da üyeliği devam ediyor.
İtalya’daki emekliler sendikası, hükümet ve işveren tarafıyla emekli aylığı pazarlığı yapıyor. Belçika’da işçi emekli olduğu zaman sendikasından ayrılmıyor, hükümetle pazarlık yapıyor, işsizlik parasını da sendikalar veriyor. Devlet de sendikalara katkı sağlıyor.
Türkiye’de emekliye sendika yasak
Türkiye’de ise, yasal olarak sadece işçi ve işverenlerin sendika kurması mümkün olduğundan emeklilerin kurduğu sendikalar valiliklerce kapatılıyor. Hukuk yoluna da başvurulduğu zaman mahkemeler, genelde yasal mevzuatı esas alıyorlar, emeklilerin sendika hakkına sahip olmadığı ileri sürülüyor.
Mevcut anayasa, işçi ve işverenlerin sendika kurma hakkına olanak tanımakla birlikte Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde herkesin sendika kurma hakkından söz ediliyor.
Türkiye, her iki sözleşmeyi de onaylamıştır. İç hukukumuzda uluslararası sözleşmelere uygun değişiklik yapılmamış olması, sendika hakkının kullanılmasına engel değildir. Anayasanın 90. Maddesinde, uluslararası sözleşmeler ile iç hukukun çelişmesi durumunda uluslararası sözleşmelerin esas alınacağına dair bir hüküm vardır. O nedenle emeklilerin sendika hakkının da yasal statüye kavuşturulması uygun olacaktır.
Ülkemizde DİSK’e bağlı Emekli-Sen, Tüm Emeklilerin Sendikası, Birleşik Emekli Sendikası, Emekliler Dayanışma Sendikası, Emekli Meclisleri Sendikası gibi çeşitli emekli sendikaları bulunuyor. Ancak maalesef hiçbiri yasal bir statüye sahip olmadığı için resmi makamlarca tanınmıyor, emekli aylıklarının artırılması ve diğer talepleri konusunda toplu görüşme olanağına sahip bulunmuyor…
/././