Kuşaklararası isyan -Nevzat Evrim Önal-
Bu enerji üniversite kampüslerinden ve liselerden çağlarken oturduğumuz yerden birkaç günlüğüne umutlanmak ama kalkıp destek vermemek vampirliktir. Sadece kendileri için değil, hepimiz için direnen o gençlere borçluyuz.
İnsanlık gelişimini, ilerlemesini, uygarlıklar kurabilmesini bir ölçüde her kuşağın tecrübelerini bilgiye dönüştürüp sonraki kuşaklara aktarabilme becerisine borçlu. Bu yüzden “tecrübe” de, “bilgi” de biraz sihirli, zaman zaman taşıyabileceğinden fazla anlam ve değer yüklenen kelimeler.
Ne var ki, bazı şeyler başkalarından öğrenilemiyor, ancak yaşanarak tecrübe edilebiliyor. “İsyan” böyle bir şey.
İçinde yaşadığımız uygarlığın, hatta son birkaç bin yıldır kurulmuş neredeyse tüm uygarlıkların temelinde insanın insanı ezmesi var. Dolayısıyla isyan da bu uygarlıkların doğal bir parçası olageldi, hatta bazılarının sonu oldu. Uygarlık yıkan ve yenisini kuran isyanlara devrim diyoruz.
İsyanlar ve devrimler, zaman zaman kendilerine tarihsel köken aradılar. Örneğin İttihatçılar ve devamında Kemalistler de, Bolşevikler de kendileriyle Fransız Jakobenleri arasında güçlü bir yakınlık kuruyordu. Jakobenlerin öncülü olan ideologlardan Voltaire ise tarihe bakıp Spartaküs isyanını gördüğünde bunun “tarihteki tek haklı savaş” olduğunu söylemişti.
Ama Spartaküs ve yoldaşları ne kendi kökenlerini tarihte aramaya çalışmış ne de kölesi oldukları Roma uygarlığını yıkmayı hedeflemişti. Tek istedikleri çekip gitmek, mal değil insan yerine konacakları, yük hayvanı ya da dövüş horozu muamelesi görmeyecekleri vatanlarına geri dönmekti. Geçmişin tecrübesine ihtiyaç duymadılar ve yenildilerse de bunun sebebi geçmiş isyanların bilgisine sahip olmamaları değildi.
İsyan ve devrimin kuşkusuz siyasi ve stratejik tarafları vardır; ama bunları yapan kitleler kendi biricik koşullarına isyan eder ve bu koşulların da sonucu olan, özgün, güçlü ve karmaşık bir psikolojiyle hareket ederler.
90’lıların isyanı Gezi’ydi, 19 Marttan bu yana ise 2000’liler kendi gençliklerinin kitlesel isyanını gerçekleştiriyor ve “yaparak öğreniyorlar.” Hemen öğüt vermeye, akıl öğretmeye başlamak yerine öncelikle onların şu an içinde olduğu güçlü duygulara ve onurlu duruşlarına saygı göstermemiz gerekiyor.
Bu yazıyı, bu saygıyı derinden hissederek ve yaşananlardan büyük heyecan duyarak yazıyorum.
***
Birkaç not düşerek devam edelim.
Kuşaklar ne öncüllerini ne ardıllarını beğenir. Daha basit ifade edersek, herhangi bir verili anda gençlerin yaşlılardan ve aynı anda yaşlıların da gençlerden şikâyet etmesi, saçma olmakla beraber olağandır. Saçmadır, çünkü her kuşak kendi koşullarından yola çıkarak başka koşullarda yaşanmış ve yaşanıyor olan tarihsel tecrübeleri değerlendirmektedir. Ama arada önemli bir fark var. Geçmiş kuşakların tecrübesini ve bıraktıkları mirası beğenmeyen bir genç kuşak bu mirası reddedebilir ve aşabilir, bunun için hem zamanı hem enerjisi vardır. Kendi kıstaslarına göre yeni kuşağı beğenmeyen ve burun kıvıran eski kuşak ise sırasını savmıştır ve artık ikisine de sahip değildir; dolayısıyla yaptığının adı huysuzluktur ve şevk kırmaktan, umutsuzluk yaymaktan başka bir sonucu yoktur.
Dahası, tarihte anlamlı bir ilerleme niteliği taşıyan her toplumsal atılım geçmişin ya bir bütün olarak ya da en azından kimi unsurlarının reddine dayanır. Kendisini salt geçmişin devamcısı olarak tanımlayanlar, Doğan Avcıoğlu’nun Mustafa Kemal’den alıntıladığı sözlerle ifade edersek, “esaslı devrim yapamazlar.” Bu yüzden gençliğin eskiyi beğenmemesi, ilerlemenin olmazsa olmaz bir unsurudur.
İnsanlık son elli yılda dünyada ve Türkiye’de üst üste birkaç yenilgi yaşadı. Kapitalizmin savaşlar başta olmak üzere tüm kötülüklerine başkaldıran 68 ve 78 kuşakları savundukları değerlerin düzen tarafından liberalizm ile yozlaştırılıp kapsanmasına yenildi. Bu yenilginin Türkiye’deki kırılma anı 12 Eylül darbesiydi. Ardından, 1991’de emperyalizmin önündeki en büyük engel olan, kapitalizmin alternatifsiz ve aşılamaz olmadığını gösteren Sovyetler Birliği dağıldı ve tüm sosyalist ülkelerde kapitalist sisteme geri dönüş bu ülkelerle sınırlı kalmayan korkunç bir yoksullaşma ve ahlaki yozlaşma dalgası getirdi. 90’lar boyunca süren bu yıkımı Türkiye’de, kuruluşu Sovyetler Birliği’nin kuruluşuyla iç içe olan Cumhuriyetimizin islamcılar ve liberaller tarafından yıkılması izledi. 90’lı yıllarda doğanların ilk isyan deneyimi olan Gezi, halkın Cumhuriyete son sahip çıkma çabasıydı.
Dolayısıyla, bugün lise ya da üniversite öğrencisi olan bir genç dünyanın ve Türkiye’nin haline bakıp isyan ediyor, bu isyanının bir parçası olarak da kendinden önceki tüm kuşaklara öfke duyuyor, onları içinde yaşadığımız mezbelelikten sorumlu tutuyorsa; ona hak verip saygı duymak yerine öfkesini yadsımak ve “biz elimizden gelen her şeyi yaptık, yine de böyle oldu” diye savunmaya geçmek, en kibar tabirle, olgun davranmamaktır.
***
Kapitalizm fazla zenginleşmiş, köhnemiş ve çürümüş bir düzen. Kendisini zenginleştiren dinamikleri yitirmedi ama insanlığı ilerletme becerisini tamamen yitirdi. Teşbihte hata olmaz; içinde yaşadığımız düzen konakta oturan, çocuklarını ve torunlarını kendisine koşulsuz itaat etmezlerse mirasından mahrum bırakmakla tehdit eden ama isimlerini birbirine karıştıran, bastonsuz yürüyemeyen ama kendisini hala sülalenin reisi zanneden zengin ve bunamış bir soyluya benziyor. Bu yüzden dünyanın her yerinde düzen bu hale uygun despotlar tarafından yönetilir hale geldi. ABD, Rusya, Hindistan, Türkiye ve başka pek çok ülke, birbirlerini hayli andıran, benzer ideolojilere ve ruh hallerine sahip, halkının baba figürü olmaya soyunan ve sürekli kendisine itaat etmeyenlere parmak sallayan tipler tarafından idare ediliyor.
Ama düzen iktidardan ibaret değil ve isyan eden gençlere “kes sesini, otur aşağı, yoksa yersin sopayı!” diye bağırıp duran bu tiplerin dışında, konak yanarsa sokakta kalacağını düşünen, bu yüzden halden anlar görünüp tatlı dille gençlerin öfkesini dindirmeye çalışan teyzeler ve amcalar da var. Baba bağırıp duruyor, bunlar gençlere “sabret, nasılsa ölecek, konak sana kalacak” diye nasihat veriyor, hep bir ağızdan, sinsice, “kırıp dökmeyelim çocuklar, devrim değil, reform reform…” diye fısıldıyorlar.
Oysa gençlerin derdi mirasa konmak, konağın yeni sahibi olup kendi çocuklarına aynı eziyetleri etmek değil. Ayrıcalıklı değil özgür olmak, başkalarını ezmek değil ezilmemek, eşit bir insan gibi davranılmak istiyorlar ve tüm bunları sadece kendileri için değil, herkes için istiyorlar.
Bunun için konağı yakmaya hazırlar.
***
Eğer derdimiz konaktan oda kapmak değil de üzerimize çökmüş, ülkemize ve dünyaya musallat olmuş karanlıktan kurtulmaksa; bugün işimiz gençlere nasihat vermek, sonra başlarına bir şey geldiğinde de “ben demiştim” demek değil. Görevimiz onların koluna girmek, isyanlarına destek olmak. Onlardan yayılan umut ve enerji, toplumsal bir kurtuluş için eksikliğini en fazla hissettiğimiz, en fazla ihtiyacımız olan şey.
Bu enerji üniversite kampüslerinden ve liselerden çağlarken oturduğumuz yerden birkaç günlüğüne umutlanmak ama kalkıp destek vermemek vampirliktir. Sadece kendileri için değil, hepimiz için direnen o gençlere borçluyuz.
Üstümüze düşeni yapmak istiyorsak, ilk işimiz onları savunmak olmalı. Gerici iktidarın ilk aklına gelen ve en iyi becereceği şey çocukları polis sopasıyla ve geleceklerini karartma tehdidiyle korkutmak. Ne kadar iktidar borazanı şerefsiz varsa ekranlardan bu tehdidi savuruyor ve Yılmaz Özdil gibi riyakârlar da “delikanlıdır hata yapar” diye sözde destek olurken çanak tutuyor. Buna izin vermemeliyiz. Gençlere kalkan olmalı, onları düzenin sopası karşısında yalnız bırakmamalı; mecazen de, gerekirse fiziken de araya girmeliyiz.
İkincisi; isyanda ya da devrimde kıdeme bakılmaz, hepimiz eşitiz. Bunu unutmamalı, büyük bir cesaretle mücadeleye atılan gençlere çocuk muamelesi yapmamalıyız.
Sonuncusu ve en önemlisi, mücadelenin ufku konusunda onların hayallerinden ilham almalıyız.
Nasıl mı?
1917’de iktidara el koyduklarında, Bolşevikler sadece Rusya’nın değil dünyanın en genç partisiydi. Devrimden önce yaptıkları son kongrede delegelerin yaş ortalaması 29’du. 47 yaşında devrime önderlik eden Lenin’in lakabı ise Starik’ti: İhtiyar. Birlikte dünyayı değiştirdiler.
Ya da, Mustafa Kemal Voltaire’in Çin’in Yetimi piyesini okurken, “Je n'en veux qu'a des rois; mes sujets doivent vivre” mısraının altını çizip, yanına Arap alfabesiyle “Yalnız krallar ölsün istiyorum, tebaaları yaşamalı” biçiminde tercümesini not düştüğünde tam olarak kaç yaşındaydı bilmiyoruz, ama gencecikti. Bu gençliği hiç eksilmedi. Milyonları bu heyecana ikna etti. Birlikte dünyayı değiştirdiler.
Bugün işimiz, birlikte dünyayı değiştirmek için gençlerin koluna girmek, kuşakları aşacak bir isyanın köprülerini kurmaktır.
Gençlik, amansızca dünyanın değişmesini arzulamaktır. Eğer gerekiyorsa, bunun için dünyanın yanıp kül olmasını isteme, bir Zümrüdüanka gibi küllerinden yeniden, gençleşerek doğacağına güvenme coşkunluğudur. Bu coşkunluk, köhnemiş kapitalizmin yüzlerce yaşındaki uzlaşmacı, pazarlıkçı, ne şiş yansın ne kebapçı “bilgeliğinden” bin kat değerlidir.
Bu heyecanla, başta yedi yılımı geçirdiğim Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi’nin üst bahçe parmaklıklarından “Boyun Eğme, hocana sahip çık” pankartı sallandıran genç sıra arkadaşlarım olmak üzere, direnen, mücadele eden tüm gençlerin önünde saygıyla eğiliyorum. Yanlarındayım.
Siz de yanlarında olun.
/././
Almanya Kültür Bakanı Roth: 19 Mart'tan sonra Erdoğan AB'yle el sıkışamaz, İmralı barış sürecine hizmet etmiyor.
Almanya Kültür ve Medya Bakanı Roth, 19 Mart'ta yaşananların ardından Türkiye'yle AB arasındaki müzakerelerin zora gireceğini belirtti, İmralı görüşmelerinin Kürt sorununa dair bir çözüm getireceğini düşünmediğini ifade etti.
Almanya'da kısa süre sonra görevi tamamlanacak olan Yeşiller Partisi'nden Kültür ve Medya Bakanı Claudia Roth, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve CHP'nin Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu'nun tutuklanması ve Ankara'yla İmralı arasındaki görüşmelere dair değerlendirmelerde bulundu.
T24'ten Cansu Çamlıbel'e verdiği röportajda, 19 Mart'ta yaşananların ardından Türkiye'yle Avrupa Birliği (AB) arasındaki müzakerelerin zora gireceğini belirtti.
AKP'yi iktidara geldiği ilk yıllarda açıkça destekleyen isimlerden biri olan Roth, İmralı görüşmelerinin de Kürt sorununa dair bir çözüm getireceğini düşünmediğini ifade etti.
'Bu koşullar altında AB hiçbir şey olmamış gibi Erdoğan ile el sıkışamaz'
Ekrem İmamoğlu'nun tutuklanması ve sonrasında eylemlere yapılan müdahalelerin ardından AB'nin Erdoğan'la anlaşmasının mümkün olmadığını dile getiren Roth, Erdoğan'ın Kürt açılımının asıl amacının muhalefeti bölmek olduğunu savundu.
Roth, olası AB-Türkiye müzakerelerine ilişkin şu değerlendirmede bulundu:
"Bu koşullar altında, gerçekten hayal edilemez. Son zamanlarda olan biten her şey ortadayken bunu yapamazsınız. Ve bir nokta daha eklemek istiyorum. Tıpkı AB'nin bu koşullar altında hiçbir şey olmamış gibi Erdoğan'la el sıkışmaması gerektiği gibi, Kürt halkının da Erdoğan'ın Kürt girişiminin arkasındaki gerçek stratejiyi görmesini umuyorum. Ben bunu muhalefeti bölme girişimi olarak görüyorum."
'Erdoğan, Kürtlerin CHP'ye oy desteğini bölmek istiyor'
İmralı'yla yapılan görüşmelerin bir "barış süreci" olup olmadığına dair şüphesini dile getiren Roth, şunları söyledi:
"Eğer bir barış süreci olsaydı, tüm siyasi tutuklular derhal serbest bırakılmalıydı ya da yarın hemen serbest bırakılmalılar. Ahmet Türk ve diğerleri derhal tekrar belediye başkanı olarak görevlerine dönmeli. Biliyorsunuz, demokratik olarak seçilen çok sayıda Kürt belediye başkanı görevlerinden alındı, hatta tutuklananlar oldu. Dolayısıyla ben diyorum ki; bu gerçekten bir barış süreciyse, bunu göstermenin hızlı ve basit yolları var. Bu kişilerin serbest bırakılması ve atanan kayyımların görevden alınması kuvvetli bir işaret olurdu. Selahattin Demirtaş neredeyse 9 yıldır hapiste. Bu tabloya bakınca, bu son hamlenin CHP adaylarına oy veren Kürtlerin desteğini bölmek için Erdoğan’ın devreye soktuğu bir oyun olmasından endişe ediyorum. Çünkü Kürt halkının bir CHP adayını desteklemesi durumunda, o CHP adayının oyların çoğunluğunu alacağını biliyor. Ama muhalefeti bölebilirse, belki yine de çoğunluğu elde edebilir. Ben onun böyle baktığını düşünüyorum."
'Kritik anlarda İmralı’dan çözüme hizmet etmeyen tuhaf açıklamalar geldi'
PKK lideri Abdullah Öcalan'ı hiç desteklemediğini belirten Roth, şu ifadeleri kullandı:
"Öcalan'la hiç tanışmadım ve tanışmak da istemedim. Öcalan'ı hiç de desteklemedim. DEP’in, HADEP'in, BDP’nin… Yani DEM Parti öncüllerinin siyasi olarak kazanımlar elde etme ihtimali olan pek çok durumda İmralı Adası’dan tuhaf açıklamalar geldiğini izledik. Ve bu açıklamalar nihayetinde Kürt sorununun çözümüne hizmet etmedi. Bugün gerçekten bir barış süreci olsaydı ne kadar da iyi olurdu. Ama barış dediğiniz şey her şeyden önce demokrasiye dayanır. Barış demokrasi olmadan olmaz. Ve bugün Türkiye’de öğrencilere, gazetecilere, üniversitelere ve Ekrem İmamoğlu'na yapılan şey demokrasiyle izah edilemez."
***
Şehrin hafızası ayaktadır!-Kaya Tokmakçıoğlu-
Hasip Akgül ve Hüseyin Ortak’ın kaleme aldığı Ezilenler İçin İstanbul Gezi Rehberi, şehrin bastırılmış öykülerini, mücadeleyle yoğrulmuş mekânlarını ve unutturulmak istenen toplumsal belleğini sokak sokak yeniden hatırlıyor. İstanbul’un görünmeyen tarihini artık yürünebilir bir direniş atlasına dönüştürüyor.
İstanbul, sadece bir şehir değil, sınıf mücadelelerinin katman katman üst üste bindiği tarihsel bir coğrafyadır. Onu sadece bir metropol, bir kültür başkenti, turistik bir silüet olarak görenler; grev çadırlarının, cezaevlerinin, üniversite amfilerinin, miting meydanlarının ve duvar yazılarının üzerine kalın bir sis perdesi çekmek ister. Bu sis, egemenlerin tarihidir. Ve bu tarih, susturulanların, unutturulanların, ezilenlerin üzerine kuruludur.
İstanbul, hep anlatıldığı gibi “medeniyetlerin buluşma noktası” değildir. O, daha çok sınıfsal çelişkilerin, bastırılmış öfkenin üst üste yığıldığı bir bellektir. Her kaldırım taşı, her köprü ayağı, her yıkılmış bina; toplumsal belleğin, direnişin ve yeniden yazılan tarihin bir parçasıdır. Fakat bu parçalar, çoğu zaman turistik rehberlerin, kültür bakanlığı afişlerinin ve belediye tanıtım broşürlerinin dışında tutulur. Çünkü bu şehir, yalnızca güzellikleriyle değil; mücadeleleriyle de konuşur.
İstanbul’a dair anlatıların çoğu, sarayların görkemi, camilerin kubbeleri, köprülerindeki mühendislik dehası ya da kulelerin göğe uzanan taşları etrafında döner. Tarih burada egemenlerce yazılmış, turizm broşürlerinde parlatılmış, belleği cilalanmış bir metaya dönüştürülmüştür. Oysa bu şehir, halkın ayak sesleriyle, toplumsal mücadelenin şiddetiyle, gözaltı merkezlerinden yükselen çığlıklarıyla, gecekondu sokaklarının ıslak taşlarıyla da yazılmıştır.
İstanbul’da yürümek, çoğu zaman yalnızca bir yerden bir yere gitmek değildir. Bazen geçmişin bastırılmış bir anısını, kimi zaman bugünün sessiz öfkesini taşır adımlar. Birkaç hafta önce korku duvarını aşıp Saraçhane’ye doğru yürüyen on binlerce insan, bunu çok iyi biliyor. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınıp tutuklanmasının ardından başlayan ve ülke genelinde etkisini gösteren protesto dalgası, kentin mücadele tarihine yeni bir sayfa daha ekliyor.
Böyle anlarda bazı kitaplar sessizce raflara girer. Hasip Akgül ve Hüseyin Ortak’ın birlikte kaleme aldığı Ezilenler İçin İstanbul Gezi Rehberi işte o kitaplardan biri. Bir gezi rehberi gibi görünse de aslında başka türden bir harita: bastırılanların, ezilenlerin, görünmez kılınanların haritası. Kitap, klasik İstanbul güzellemelerini altüst ediyor. Anlatı, Boğaz'ın serin sularından değil, Haliç’in kokuşmuş kıyısından başlıyor; Topkapı’nın altın yaldızlı kapılarından değil, Tarlabaşı’nın sökülmüş kapı pervazlarından söz ederek devam ediyor. Turistlerin “kaçılması gereken” mahallelerinde soluklanıyor, polis baskınlarından sonra parçalanmış evleri anlatıyor. Ama hepsinden önemlisi “umut mekânlarını” işaretliyor. Kitabın sayfalarını çeviren okuru, geçmişin grev çadırları, yıkılmış gecekondu mahalleleri, sokak çatışmaları ve mahalle komiteleri selamlıyor.
Direnişin rotaları: Ezilenlerin haritası
Edebî bir bellek, politik bir atlas
Hasip Akgül ve Hüseyin Ortak’ın kaleme aldığı çalışma, sıradan bir gezi kitabı değil; İstanbul’un haritasını tepetaklak eden, mekâna sınıfın belleğini kazıyan, politik bir anlatı örgüsü. Kitap, turistlerin değil, eşit ve özgür bir ülke için mücadele edenlerin, kayıplarını arayanların, taş üstünde taş bırakmayanların rehberi. İstanbul’u sadece gözle değil, vicdanla, bellekle, mücadeleyle gezmeyi öneren politik bir atlas. Kitabın dili sade ama güçlü. Her durağa eşlik eden anlatılar, tarihsel belgelerle ve kısa öyküsel pasajlarla beslenmiş. Bu yönüyle kitap, düz bir rehber olmaktan çok, edebî bir topografya çalışması gibi de okunabilir. Bir yandan Yaşar Kemal’in “İnce Memed”i gibi Çukurova’daki isyanın dili, diğer yandan Nâzım’ın şiirlerindeki gibi kentli bir mücadele sesi yankılanıyor satırlarda. Kimi bölümlerde sokağın taşına sinmiş bir başkaldırı; kimi bölümlerde unutulmuş bir öğrencinin gözaltı hikâyesi; kimi bölümlerde 1970’ler TKP’sinin Marangoz Halturin’i çıkıyor karşımıza. Bu çokkatmanlılık, kitabın edebî gücünü de oluşturuyor.

Unutmak, iktidarın armağanıdır; geleceğimiz için hatırlayalım…
Ezilenler İçin İstanbul Gezi Rehberi, klasik bir kent rehberi gibi okunamaz. O, bir yürüyüş çağrısı, bir işaret fişeğidir. 1970’te Galata Köprüsü’nün ayağından karşı yakaya seslenen bir işçiyle Gazi Mahallesi’nde duvar yazılaması yapan bir genç arasında köprü kurar. Kentin toplumsal belleğini geri çağırır. Ezileni görünür, silineni okunur kılar. Tarihle bağ kuran, kendini geçmişin direniş geleneğiyle ilintilendiren bir şehir haritası sunar. Ve belki tam da bu yüzden, bugünün eylemlerinde yeniden anlam kazanır. Saraçhane’den bakınca, İstanbul’un gerçek yüzü görünür hale gelir. Geçtiğimiz haftalarda Saraçhane yeniden dolmuşsa, bu yalnızca bugünün öfkesiyle değil, geçmişin bastırılmış seslerinin de yükselişiyle gerçekleşir. Ezilenler İçin İstanbul Gezi Rehberi, bu sesi yankılamakla kalmıyor; egemenlerin İstanbulu’na karşı, halkın İstanbulu’nu kurma çağrısına davet ediyor. Çünkü biliyoruz, bu kentin tarihi, yalnızca saraylarda değil, terk edilmiş fabrikaların, üniversite amfilerinin ve yıkılmış gecekonduların duvarlarına da yazılıyor.
/././