soL "Köşebaşı+Gündem" -15 Nisan 2025 -

 


Kuşaklararası isyan -Nevzat Evrim Önal-

Bu enerji üniversite kampüslerinden ve liselerden çağlarken oturduğumuz yerden birkaç günlüğüne umutlanmak ama kalkıp destek vermemek vampirliktir. Sadece kendileri için değil, hepimiz için direnen o gençlere borçluyuz.

İnsanlık gelişimini, ilerlemesini, uygarlıklar kurabilmesini bir ölçüde her kuşağın tecrübelerini bilgiye dönüştürüp sonraki kuşaklara aktarabilme becerisine borçlu. Bu yüzden “tecrübe” de, “bilgi” de biraz sihirli, zaman zaman taşıyabileceğinden fazla anlam ve değer yüklenen kelimeler. 

Ne var ki, bazı şeyler başkalarından öğrenilemiyor, ancak yaşanarak tecrübe edilebiliyor. “İsyan” böyle bir şey.

İçinde yaşadığımız uygarlığın, hatta son birkaç bin yıldır kurulmuş neredeyse tüm uygarlıkların temelinde insanın insanı ezmesi var. Dolayısıyla isyan da bu uygarlıkların doğal bir parçası olageldi, hatta bazılarının sonu oldu. Uygarlık yıkan ve yenisini kuran isyanlara devrim diyoruz.

İsyanlar ve devrimler, zaman zaman kendilerine tarihsel köken aradılar. Örneğin İttihatçılar ve devamında Kemalistler de, Bolşevikler de kendileriyle Fransız Jakobenleri arasında güçlü bir yakınlık kuruyordu. Jakobenlerin öncülü olan ideologlardan Voltaire ise tarihe bakıp Spartaküs isyanını gördüğünde bunun “tarihteki tek haklı savaş” olduğunu söylemişti.

Ama Spartaküs ve yoldaşları ne kendi kökenlerini tarihte aramaya çalışmış ne de kölesi oldukları Roma uygarlığını yıkmayı hedeflemişti. Tek istedikleri çekip gitmek, mal değil insan yerine konacakları, yük hayvanı ya da dövüş horozu muamelesi görmeyecekleri vatanlarına geri dönmekti. Geçmişin tecrübesine ihtiyaç duymadılar ve yenildilerse de bunun sebebi geçmiş isyanların bilgisine sahip olmamaları değildi.
İsyan ve devrimin kuşkusuz siyasi ve stratejik tarafları vardır; ama bunları yapan kitleler kendi biricik koşullarına isyan eder ve bu koşulların da sonucu olan, özgün, güçlü ve karmaşık bir psikolojiyle hareket ederler.

90’lıların isyanı Gezi’ydi, 19 Marttan bu yana ise 2000’liler kendi gençliklerinin kitlesel isyanını gerçekleştiriyor ve “yaparak öğreniyorlar.” Hemen öğüt vermeye, akıl öğretmeye başlamak yerine öncelikle onların şu an içinde olduğu güçlü duygulara ve onurlu duruşlarına saygı göstermemiz gerekiyor.

Bu yazıyı, bu saygıyı derinden hissederek ve yaşananlardan büyük heyecan duyarak yazıyorum.

***

Birkaç not düşerek devam edelim.

Kuşaklar ne öncüllerini ne ardıllarını beğenir. Daha basit ifade edersek, herhangi bir verili anda gençlerin yaşlılardan ve aynı anda yaşlıların da gençlerden şikâyet etmesi, saçma olmakla beraber olağandır. Saçmadır, çünkü her kuşak kendi koşullarından yola çıkarak başka koşullarda yaşanmış ve yaşanıyor olan tarihsel tecrübeleri değerlendirmektedir. Ama arada önemli bir fark var. Geçmiş kuşakların tecrübesini ve bıraktıkları mirası beğenmeyen bir genç kuşak bu mirası reddedebilir ve aşabilir, bunun için hem zamanı hem enerjisi vardır. Kendi kıstaslarına göre yeni kuşağı beğenmeyen ve burun kıvıran eski kuşak ise sırasını savmıştır ve artık ikisine de sahip değildir; dolayısıyla yaptığının adı huysuzluktur ve şevk kırmaktan, umutsuzluk yaymaktan başka bir sonucu yoktur.

Dahası, tarihte anlamlı bir ilerleme niteliği taşıyan her toplumsal atılım geçmişin ya bir bütün olarak ya da en azından kimi unsurlarının reddine dayanır. Kendisini salt geçmişin devamcısı olarak tanımlayanlar, Doğan Avcıoğlu’nun Mustafa Kemal’den alıntıladığı sözlerle ifade edersek, “esaslı devrim yapamazlar.” Bu yüzden gençliğin eskiyi beğenmemesi, ilerlemenin olmazsa olmaz bir unsurudur.

İnsanlık son elli yılda dünyada ve Türkiye’de üst üste birkaç yenilgi yaşadı. Kapitalizmin savaşlar başta olmak üzere tüm kötülüklerine başkaldıran 68 ve 78 kuşakları savundukları değerlerin düzen tarafından liberalizm ile yozlaştırılıp kapsanmasına yenildi. Bu yenilginin Türkiye’deki kırılma anı 12 Eylül darbesiydi. Ardından, 1991’de emperyalizmin önündeki en büyük engel olan, kapitalizmin alternatifsiz ve aşılamaz olmadığını gösteren Sovyetler Birliği dağıldı ve tüm sosyalist ülkelerde kapitalist sisteme geri dönüş bu ülkelerle sınırlı kalmayan korkunç bir yoksullaşma ve ahlaki yozlaşma dalgası getirdi. 90’lar boyunca süren bu yıkımı Türkiye’de, kuruluşu Sovyetler Birliği’nin kuruluşuyla iç içe olan Cumhuriyetimizin islamcılar ve liberaller tarafından yıkılması izledi. 90’lı yıllarda doğanların ilk isyan deneyimi olan Gezi, halkın Cumhuriyete son sahip çıkma çabasıydı.

Dolayısıyla, bugün lise ya da üniversite öğrencisi olan bir genç dünyanın ve Türkiye’nin haline bakıp isyan ediyor, bu isyanının bir parçası olarak da kendinden önceki tüm kuşaklara öfke duyuyor, onları içinde yaşadığımız mezbelelikten sorumlu tutuyorsa; ona hak verip saygı duymak yerine öfkesini yadsımak ve “biz elimizden gelen her şeyi yaptık, yine de böyle oldu” diye savunmaya geçmek, en kibar tabirle, olgun davranmamaktır.

***

Kapitalizm fazla zenginleşmiş, köhnemiş ve çürümüş bir düzen. Kendisini zenginleştiren dinamikleri yitirmedi ama insanlığı ilerletme becerisini tamamen yitirdi. Teşbihte hata olmaz; içinde yaşadığımız düzen konakta oturan, çocuklarını ve torunlarını kendisine koşulsuz itaat etmezlerse mirasından mahrum bırakmakla tehdit eden ama isimlerini birbirine karıştıran, bastonsuz yürüyemeyen ama kendisini hala sülalenin reisi zanneden zengin ve bunamış bir soyluya benziyor. Bu yüzden dünyanın her yerinde düzen bu hale uygun despotlar tarafından yönetilir hale geldi. ABD, Rusya, Hindistan, Türkiye ve başka pek çok ülke, birbirlerini hayli andıran, benzer ideolojilere ve ruh hallerine sahip, halkının baba figürü olmaya soyunan ve sürekli kendisine itaat etmeyenlere parmak sallayan tipler tarafından idare ediliyor.

Ama düzen iktidardan ibaret değil ve isyan eden gençlere “kes sesini, otur aşağı, yoksa yersin sopayı!” diye bağırıp duran bu tiplerin dışında, konak yanarsa sokakta kalacağını düşünen, bu yüzden halden anlar görünüp tatlı dille gençlerin öfkesini dindirmeye çalışan teyzeler ve amcalar da var. Baba bağırıp duruyor, bunlar gençlere “sabret, nasılsa ölecek, konak sana kalacak” diye nasihat veriyor, hep bir ağızdan, sinsice, “kırıp dökmeyelim çocuklar, devrim değil, reform reform…” diye fısıldıyorlar.

Oysa gençlerin derdi mirasa konmak, konağın yeni sahibi olup kendi çocuklarına aynı eziyetleri etmek değil. Ayrıcalıklı değil özgür olmak, başkalarını ezmek değil ezilmemek, eşit bir insan gibi davranılmak istiyorlar ve tüm bunları sadece kendileri için değil, herkes için istiyorlar.

Bunun için konağı yakmaya hazırlar.

***

Eğer derdimiz konaktan oda kapmak değil de üzerimize çökmüş, ülkemize ve dünyaya musallat olmuş karanlıktan kurtulmaksa; bugün işimiz gençlere nasihat vermek, sonra başlarına bir şey geldiğinde de “ben demiştim” demek değil. Görevimiz onların koluna girmek, isyanlarına destek olmak. Onlardan yayılan umut ve enerji, toplumsal bir kurtuluş için eksikliğini en fazla hissettiğimiz, en fazla ihtiyacımız olan şey.

Bu enerji üniversite kampüslerinden ve liselerden çağlarken oturduğumuz yerden birkaç günlüğüne umutlanmak ama kalkıp destek vermemek vampirliktir. Sadece kendileri için değil, hepimiz için direnen o gençlere borçluyuz.

Üstümüze düşeni yapmak istiyorsak, ilk işimiz onları savunmak olmalı. Gerici iktidarın ilk aklına gelen ve en iyi becereceği şey çocukları polis sopasıyla ve geleceklerini karartma tehdidiyle korkutmak. Ne kadar iktidar borazanı şerefsiz varsa ekranlardan bu tehdidi savuruyor ve Yılmaz Özdil gibi riyakârlar da “delikanlıdır hata yapar” diye sözde destek olurken çanak tutuyor. Buna izin vermemeliyiz. Gençlere kalkan olmalı, onları düzenin sopası karşısında yalnız bırakmamalı; mecazen de, gerekirse fiziken de araya girmeliyiz.

İkincisi; isyanda ya da devrimde kıdeme bakılmaz, hepimiz eşitiz. Bunu unutmamalı, büyük bir cesaretle mücadeleye atılan gençlere çocuk muamelesi yapmamalıyız. 

Sonuncusu ve en önemlisi, mücadelenin ufku konusunda onların hayallerinden ilham almalıyız.

Nasıl mı?

1917’de iktidara el koyduklarında, Bolşevikler sadece Rusya’nın değil dünyanın en genç partisiydi. Devrimden önce yaptıkları son kongrede delegelerin yaş ortalaması 29’du. 47 yaşında devrime önderlik eden Lenin’in lakabı ise Starik’ti: İhtiyar. Birlikte dünyayı değiştirdiler.

Ya da, Mustafa Kemal Voltaire’in Çin’in Yetimi piyesini okurken, “Je n'en veux qu'a des rois; mes sujets doivent vivre” mısraının altını çizip, yanına Arap alfabesiyle “Yalnız krallar ölsün istiyorum, tebaaları yaşamalı” biçiminde tercümesini not düştüğünde tam olarak kaç yaşındaydı bilmiyoruz, ama gencecikti. Bu gençliği hiç eksilmedi. Milyonları bu heyecana ikna etti. Birlikte dünyayı değiştirdiler.

Bugün işimiz, birlikte dünyayı değiştirmek için gençlerin koluna girmek, kuşakları aşacak bir isyanın köprülerini kurmaktır.

Gençlik, amansızca dünyanın değişmesini arzulamaktır. Eğer gerekiyorsa, bunun için dünyanın yanıp kül olmasını isteme, bir Zümrüdüanka gibi küllerinden yeniden, gençleşerek doğacağına güvenme coşkunluğudur. Bu coşkunluk, köhnemiş kapitalizmin yüzlerce yaşındaki uzlaşmacı, pazarlıkçı, ne şiş yansın ne kebapçı “bilgeliğinden” bin kat değerlidir.

Bu heyecanla, başta yedi yılımı geçirdiğim Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi’nin üst bahçe parmaklıklarından “Boyun Eğme, hocana sahip çık” pankartı sallandıran genç sıra arkadaşlarım olmak üzere, direnen, mücadele eden tüm gençlerin önünde saygıyla eğiliyorum. Yanlarındayım.

Siz de yanlarında olun.

                                                     /././

Almanya Kültür Bakanı Roth: 19 Mart'tan sonra Erdoğan AB'yle el sıkışamaz, İmralı barış sürecine hizmet etmiyor.

Almanya Kültür ve Medya Bakanı Roth, 19 Mart'ta yaşananların ardından Türkiye'yle AB arasındaki müzakerelerin zora gireceğini belirtti, İmralı görüşmelerinin Kürt sorununa dair bir çözüm getireceğini düşünmediğini ifade etti.

Almanya'da kısa süre sonra görevi tamamlanacak olan Yeşiller Partisi'nden Kültür ve Medya Bakanı Claudia Roth, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve CHP'nin Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu'nun tutuklanması ve Ankara'yla İmralı arasındaki görüşmelere dair değerlendirmelerde bulundu.

T24'ten Cansu Çamlıbel'e verdiği röportajda, 19 Mart'ta yaşananların ardından Türkiye'yle Avrupa Birliği (AB) arasındaki müzakerelerin zora gireceğini belirtti. 

AKP'yi iktidara geldiği ilk yıllarda açıkça destekleyen isimlerden biri olan Roth, İmralı görüşmelerinin de Kürt sorununa dair bir çözüm getireceğini düşünmediğini ifade etti.

'Bu koşullar altında AB hiçbir şey olmamış gibi Erdoğan ile el sıkışamaz'

Ekrem İmamoğlu'nun tutuklanması ve sonrasında eylemlere yapılan müdahalelerin ardından AB'nin Erdoğan'la anlaşmasının mümkün olmadığını dile getiren Roth, Erdoğan'ın Kürt açılımının asıl amacının muhalefeti bölmek olduğunu savundu.

Roth, olası AB-Türkiye müzakerelerine ilişkin şu değerlendirmede bulundu:

"Bu koşullar altında, gerçekten hayal edilemez. Son zamanlarda olan biten her şey ortadayken bunu yapamazsınız. Ve bir nokta daha eklemek istiyorum. Tıpkı AB'nin bu koşullar altında hiçbir şey olmamış gibi Erdoğan'la el sıkışmaması gerektiği gibi, Kürt halkının da Erdoğan'ın Kürt girişiminin arkasındaki gerçek stratejiyi görmesini umuyorum. Ben bunu muhalefeti bölme girişimi olarak görüyorum."

'Erdoğan, Kürtlerin CHP'ye oy desteğini bölmek istiyor'

İmralı'yla yapılan görüşmelerin bir "barış süreci" olup olmadığına dair şüphesini dile getiren Roth, şunları söyledi:

"Eğer bir barış süreci olsaydı, tüm siyasi tutuklular derhal serbest bırakılmalıydı ya da yarın hemen serbest bırakılmalılar. Ahmet Türk ve diğerleri derhal tekrar belediye başkanı olarak görevlerine dönmeli. Biliyorsunuz, demokratik olarak seçilen çok sayıda Kürt belediye başkanı görevlerinden alındı, hatta tutuklananlar oldu. Dolayısıyla ben diyorum ki; bu gerçekten bir barış süreciyse, bunu göstermenin hızlı ve basit yolları var. Bu kişilerin serbest bırakılması ve atanan kayyımların görevden alınması kuvvetli bir işaret olurdu. Selahattin Demirtaş neredeyse 9 yıldır hapiste. Bu tabloya bakınca, bu son hamlenin CHP adaylarına oy veren Kürtlerin desteğini bölmek için Erdoğan’ın devreye soktuğu bir oyun olmasından endişe ediyorum. Çünkü Kürt halkının bir CHP adayını desteklemesi durumunda, o CHP adayının oyların çoğunluğunu alacağını biliyor. Ama muhalefeti bölebilirse, belki yine de çoğunluğu elde edebilir. Ben onun böyle baktığını düşünüyorum."

'Kritik anlarda İmralı’dan çözüme hizmet etmeyen tuhaf açıklamalar geldi'

PKK lideri Abdullah Öcalan'ı hiç desteklemediğini belirten Roth, şu ifadeleri kullandı:

"Öcalan'la hiç tanışmadım ve tanışmak da istemedim. Öcalan'ı hiç de desteklemedim. DEP’in, HADEP'in, BDP’nin… Yani DEM Parti öncüllerinin siyasi olarak kazanımlar elde etme ihtimali olan pek çok durumda İmralı Adası’dan tuhaf açıklamalar geldiğini izledik. Ve bu açıklamalar nihayetinde Kürt sorununun çözümüne hizmet etmedi. Bugün gerçekten bir barış süreci olsaydı ne kadar da iyi olurdu. Ama barış dediğiniz şey her şeyden önce demokrasiye dayanır. Barış demokrasi olmadan olmaz. Ve bugün Türkiye’de öğrencilere, gazetecilere, üniversitelere ve Ekrem İmamoğlu'na yapılan şey demokrasiyle izah edilemez."

                                                    ***

Şehrin hafızası ayaktadır!-Kaya Tokmakçıoğlu-

Hasip Akgül ve Hüseyin Ortak’ın kaleme aldığı Ezilenler İçin İstanbul Gezi Rehberi, şehrin bastırılmış öykülerini, mücadeleyle yoğrulmuş mekânlarını ve unutturulmak istenen toplumsal belleğini sokak sokak yeniden hatırlıyor. İstanbul’un görünmeyen tarihini artık yürünebilir bir direniş atlasına dönüştürüyor.

İstanbul, sadece bir şehir değil, sınıf mücadelelerinin katman katman üst üste bindiği tarihsel bir coğrafyadır. Onu sadece bir metropol, bir kültür başkenti, turistik bir silüet olarak görenler; grev çadırlarının, cezaevlerinin, üniversite amfilerinin, miting meydanlarının ve duvar yazılarının üzerine kalın bir sis perdesi çekmek ister. Bu sis, egemenlerin tarihidir. Ve bu tarih, susturulanların, unutturulanların, ezilenlerin üzerine kuruludur.

İstanbul, hep anlatıldığı gibi “medeniyetlerin buluşma noktası” değildir. O, daha çok sınıfsal çelişkilerin, bastırılmış öfkenin üst üste yığıldığı bir bellektir. Her kaldırım taşı, her köprü ayağı, her yıkılmış bina; toplumsal belleğin, direnişin ve yeniden yazılan tarihin bir parçasıdır. Fakat bu parçalar, çoğu zaman turistik rehberlerin, kültür bakanlığı afişlerinin ve belediye tanıtım broşürlerinin dışında tutulur. Çünkü bu şehir, yalnızca güzellikleriyle değil; mücadeleleriyle de konuşur.

İstanbul’a dair anlatıların çoğu, sarayların görkemi, camilerin kubbeleri, köprülerindeki mühendislik dehası ya da kulelerin göğe uzanan taşları etrafında döner. Tarih burada egemenlerce yazılmış, turizm broşürlerinde parlatılmış, belleği cilalanmış bir metaya dönüştürülmüştür. Oysa bu şehir, halkın ayak sesleriyle, toplumsal mücadelenin şiddetiyle, gözaltı merkezlerinden yükselen çığlıklarıyla, gecekondu sokaklarının ıslak taşlarıyla da yazılmıştır.

İstanbul’da yürümek, çoğu zaman yalnızca bir yerden bir yere gitmek değildir. Bazen geçmişin bastırılmış bir anısını, kimi zaman bugünün sessiz öfkesini taşır adımlar. Birkaç hafta önce korku duvarını aşıp Saraçhane’ye doğru yürüyen on binlerce insan, bunu çok iyi biliyor. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınıp tutuklanmasının ardından başlayan ve ülke genelinde etkisini gösteren protesto dalgası, kentin mücadele tarihine yeni bir sayfa daha ekliyor.

Böyle anlarda bazı kitaplar sessizce raflara girer. Hasip Akgül ve Hüseyin Ortak’ın birlikte kaleme aldığı Ezilenler İçin İstanbul Gezi Rehberi işte o kitaplardan biri. Bir gezi rehberi gibi görünse de aslında başka türden bir harita: bastırılanların, ezilenlerin, görünmez kılınanların haritası. Kitap, klasik İstanbul güzellemelerini altüst ediyor. Anlatı, Boğaz'ın serin sularından değil, Haliç’in kokuşmuş kıyısından başlıyor; Topkapı’nın altın yaldızlı kapılarından değil, Tarlabaşı’nın sökülmüş kapı pervazlarından söz ederek devam ediyor. Turistlerin “kaçılması gereken” mahallelerinde soluklanıyor, polis baskınlarından sonra parçalanmış evleri anlatıyor. Ama hepsinden önemlisi “umut mekânlarını” işaretliyor. Kitabın sayfalarını çeviren okuru, geçmişin grev çadırları, yıkılmış gecekondu mahalleleri, sokak çatışmaları ve mahalle komiteleri selamlıyor.

Direnişin rotaları: Ezilenlerin haritası

Rehber dört ana rotada ilerliyor ve ardından bağımsız duraklar öneriyor. Her rota, bir başka çatışma alanını, bir başka direniş uğrağını işaretliyor. Sirkeci’den Sultanahmet’e, Beyazıt’tan Fatih’e, Gedikpaşa’dan Yedikule’ye, Galata Köprüsü’nden Taksim’e ve ardından Gazi Mahallesi’nden Tophane’ye, Maçka’dan Kavel’e yayılan bir anlatı zinciri ekseninde yürümeye davet edilen okur, yalnızca fiziksel bir yolculuk yapmıyor; devrimci mücadelelerin izini, ezilenlerin tarihini ve sınıf çatışmasının yankılarını takip ediyor.
Tabutluktan lükse otele San(a)saryan Han

Sirkeci’den başlayıp San(a)saryan Hanı’na, Tan Baskını’na, Mekteb-i Mülkiye’deki ilk öğrenci eylemine uzanan birinci rotada her biri İstanbul’un eşitlik ve özgürlük mücadelesine damga vurmuş duraklarda soluklanıyor. İkinci rotada Beyazıt Meydanı çıkıyor okurun karşısına; Talebe Yurtları’ndan 1940’ların Fatih’ine kadar öğrencilerin, gençliğin sesi duyuluyor. Akgül ve Durak, mekânı sadece fiziksel bir kategori olarak değil; politik bir anlatı ve sınıfsal bir mücadele düzlemi olarak okumayı önerirken, birer güzergâhtan çok, emekçilerin tarihsel sürekliliğini de kanıtlıyorlar. Üçüncü rota Gedikpaşa’dan Yedikule’ye işçi sınıfının izlerini sürerken, dördüncü rota Galata Köprüsü’nden İstiklal Caddesi’ne, Hasan Fehmi suikastından 15-16 Haziran’a, Celile Hanım’ın imza kampanyasından Kamondo Merdivenleri’ne kadar uzanıyor. Bu son rotada İstanbul’un merkezlerinden biri olan Beyoğlu, başka bir suretle okurun karşısına çıkıyor. Eğlence endüstrisinin merkezi olarak pazarlanan bu alan; aslında 6-7 Eylül’ün linç kalabalıklarıyla, Şişli Meydanı’nda vurulan devrimcilerle, Nur-u Ziya’da komşu olan Ruhi Su ve Franz Liszt ile, Troçki’nin sürgün izleriyle dolu. Dikkat çekici bağımsız rotalarda ise Tophane’nin kaybolmuş işçi anıtındaki, Gazi Mahallesi’ndeki, Kavel kablo fabrikasındaki, Maçka’daki Abidin Dino’nun tasarladığı anıttaki bu şehrin görünmeyen alt metni yazılıyor. Rehber bizi İstanbul’un “beyaz yaka” rotaları dışında, bir de “göçmen işçilerin”, “gecekondu mahallelerinin”, “direniş sanatının” rotasını yürümeye çağırıyor.

Edebî bir bellek, politik bir atlas

Hasip Akgül ve Hüseyin Ortak’ın kaleme aldığı çalışma, sıradan bir gezi kitabı değil; İstanbul’un haritasını tepetaklak eden, mekâna sınıfın belleğini kazıyan, politik bir anlatı örgüsü. Kitap, turistlerin değil, eşit ve özgür bir ülke için mücadele edenlerin, kayıplarını arayanların, taş üstünde taş bırakmayanların rehberi. İstanbul’u sadece gözle değil, vicdanla, bellekle, mücadeleyle gezmeyi öneren politik bir atlas. Kitabın dili sade ama güçlü. Her durağa eşlik eden anlatılar, tarihsel belgelerle ve kısa öyküsel pasajlarla beslenmiş. Bu yönüyle kitap, düz bir rehber olmaktan çok, edebî bir topografya çalışması gibi de okunabilir. Bir yandan Yaşar Kemal’in “İnce Memed”i gibi Çukurova’daki isyanın dili, diğer yandan Nâzım’ın şiirlerindeki gibi kentli bir mücadele sesi yankılanıyor satırlarda. Kimi bölümlerde sokağın taşına sinmiş bir başkaldırı; kimi bölümlerde unutulmuş bir öğrencinin gözaltı hikâyesi; kimi bölümlerde 1970’ler TKP’sinin Marangoz Halturin’i çıkıyor karşımıza. Bu çokkatmanlılık, kitabın edebî gücünü de oluşturuyor.

taksim
                                        1 Mayıs 1977 Taksim Meydanı

Unutmak, iktidarın armağanıdır; geleceğimiz için hatırlayalım…

Ezilenler İçin İstanbul Gezi Rehberi, klasik bir kent rehberi gibi okunamaz. O, bir yürüyüş çağrısı, bir işaret fişeğidir. 1970’te Galata Köprüsü’nün ayağından karşı yakaya seslenen bir işçiyle Gazi Mahallesi’nde duvar yazılaması yapan bir genç arasında köprü kurar. Kentin toplumsal belleğini geri çağırır. Ezileni görünür, silineni okunur kılar. Tarihle bağ kuran, kendini geçmişin direniş geleneğiyle ilintilendiren bir şehir haritası sunar. Ve belki tam da bu yüzden, bugünün eylemlerinde yeniden anlam kazanır. Saraçhane’den bakınca, İstanbul’un gerçek yüzü görünür hale gelir. Geçtiğimiz haftalarda Saraçhane yeniden dolmuşsa, bu yalnızca bugünün öfkesiyle değil, geçmişin bastırılmış seslerinin de yükselişiyle gerçekleşir. Ezilenler İçin İstanbul Gezi Rehberi, bu sesi yankılamakla kalmıyor; egemenlerin İstanbulu’na karşı, halkın İstanbulu’nu kurma çağrısına davet ediyor. Çünkü biliyoruz, bu kentin tarihi, yalnızca saraylarda değil, terk edilmiş fabrikaların, üniversite amfilerinin ve yıkılmış gecekonduların duvarlarına da yazılıyor.

                                                      /././

T-24 "Köşebaşı + Gündem" - 14 Nisan 2025 -

Trump vergiyi neden koydu, neden kaldırdı?-Füsun Sarp Nebil- 

Tarife muafiyetleri büyük tüketici elektronik markalarına rahatlama sağlasa da B2B donanım şirketleri, girişimler ve daha geniş tedarik zinciri için zorlukların yannda dengesizlik getiriyor.

trump

Başkan Donald Trump, dün de akıllı telefonların, dizüstü bilgisayarların ve diğer önemli elektroniklerin yeni dayatılan tarifelerden muaf olacağını ve hem tüketicilere hem de büyük teknoloji şirketlerine önemli bir rahatlama sağlayacağını duyurdu.

Muafiyetler akıllı telefonlar, bilgisayarlar, yönlendiriciler ve yarı iletken yongalar dahil olmak üzere bir dizi ürün için geçerli.  Bu gelişme teknoloji sektörü üzerinde baskıyı biraz hafifletiyor. Bu kalemler daha önce Çin ithalatında yüzde 145'e ve diğer ithalatlarda yüzde 10 taban çizgisi tarifesine tabi tutulmuştu. Yeni muafiyetlerle, akıllı telefonlardaki tarifele ryüzde 119'dan yüzde 16'ya düştü ve PC'lerde ve sunucularda yüzde 45'ten yüzde 5'e düştü.

Ancak verig, Akıllı saatler (Apple Watch), Bluetooth kulaklıklar (AirPods), Ev ağı yönlendiricileri (Routers) ve basılı devre kartları için hala geçerli.

Muafiyet kararı teknoloji hisselerini olumlu etkiledi. Daha önceki tarife duyuruları nedeniyle önemli düşüşlerle karşılaşan teknoloji sektörünün dengelenmesi bekleniyor. Analistler, muafiyetlerin Apple ve Nvidia gibi ürünleri tamamen Çin üretimine dayanan şirketler için büyük bir rahatlama olduğunu belirtti.

Muafiyet öncesinde nelerin yükseleceğini ya da etkileneceğini Amerikalı uzmanların görüşleri çerçevesinde 4 gün önce yazmıştım. Ama doğrusunu iseterseniz uzmanlara bile gerek yoktu. Çocuklara sorsak bile Çin'e konulan verginin birçok şeyi --en başta iPhone fiyatını-- patlatacağını söylerdi. O zaman olan nedir? ABD üst yönetimi bu kadar kör mü? Olacakları anlayamayacak kadar cahiller mi? Ya da başka hesaplar olabilir mi? Biraz beyin jimnastiği yapalım.

Devam eden ticaret dinamikleri

Muafiyetler Amerikan teknoloji sektörüne bir rahatlama sağlasa da, ABD ve Çin arasındaki daha geniş ticaret gerilimleri devam ediyor. ABD gümrük vergisini arttırdığında, Çin de kendi artışları ile yanıt verdi ve ABD yönetimi, diğer teknoloji ürünlerindeki potansiyel tarifeler de dahil olmak üzere ek önlemleri araştırmaya devam ediyor. Önümüzdeki haftalarda daha fazla gelişme olabilir beklentisi var.

Yine de temel elektroniklere yüksek tarifeler uygulanmasının ve kısa bir süre sonra muafiyet getirilmesinin arkasındaki mantığı anlamak mümkün değil. Analistler ve endüstri gözlemcileri de böyle düşünüyor.

İç ekonomik kaygılara ve endüstri geri bildirimlerine duyarlılık….

Tarifelerin ortaya çıkmasının nedeni, Çin'in teknoloji alanında (özellikle telekom ağları konusunda) öne geçmesi oldu. Bunu özellikle belirtiyorum ki önemini farkedin. Telekom ağları demek, dünyada ne olup bittiğini en önce ve ilk elden öğrenmek demektir. Bu alanda yıllarca ABD öndeydi ve Snowden ile öğrendiğimiz şey de şu oldu; örneğin yabancı bir ülkenin önemli bir kurumuna (mesela başbakanlığa) Amerikan cihazı satıldığında, CIA içine böcek (casus) yerleştiriyordu. ABD Çin'in şunu bunu üretmesine laf etmiyordu ama iş telekom ağlarına geldiğinde ve de Çin öne geçtiğinde, sorun ABD tarafından farkedildi.

ABD 2015 sonrasında Çin'i fikri mülkiyet hırsızlığı ve ticaret dengesizlikleri (düşük fiyatları Çin Merkez Bankasının sübvanse etmesi) ile suçladı. Bu "Make America Great Again (MAGA)" diyen Trump yönetiminin de önemli bir iştigal konusu oldu. İlk başkanlık döneminin sonlarında Trump Çin'e ilk engellemeyi koyan başkan oldu. Bu engellemeler önce ürün almamak, sonra teknoloji almamak, Huawei'i Avrupa dahil bütün ağlardan çıkarmak, en son ABD teknolojisiyle yapılmış ürünlerin satışının engellenmesi şeklinde kademe kadem arttırıldı.

Şimdi 2.Trump yönetiminde yeni bir adım, tarifeleri arttırarak Çin'i taviz vermeye zorlamayı ve ABD şirketlerini üretimi ABD'ye geri taşımaya teşvik etmeyi amaçlamış gibi gözüküyor.

Ancak, tarifelerin hemen ve önemli yansımaları vardı ve bunlar önceden nasıl ve neden analiz edilmedi. Çok şaşırtıcı:

Tüketici Etkisi: Akıllı telefonlar ve dizüstü bilgisayarlar gibi tüketici elektroniği fiyatlarının artması bekleniyor ve bazı tahminler iPhone fiyatlarının 2.300 $ 'a ulaşabileceğini gösteriyor.

Piyasa oynaklığı: Borsa olumsuz tepki gösterdi ve teknoloji şirketleri önemli kayıplar yaşadı.

Endüstrinin Tepkisi: Apple ve Nvidia da dahil olmak üzere büyük teknoloji firmaları, karmaşık tedarik zincirlerini hızla değiştirmenin zorluklarını vurgulayarak tarifelere karşı lobi yaptı.

Bu olumsuz etkileri fark eden Trump yönetimi daha 3-4 gün geçmeden, piyasayı istikrara kavuşturmak ve daha fazla ekonomik aksamadan kaçınmak için belirli elektronikleri tarifelerden muaf tutmayı seçti (en azından AKP'nin faizi indirerek enflasyonu tutmak şeklindeki yanlış stratejisinde ısrar edişinde yaptığı hatayı yapmadılar).

Trump yönetimi, muafiyet ile vergilerden geri adım atmış olmasını, "uzun vadeli stratejik hedefleri anında ekonomik gerçeklerle dengeleme girişimi" şeklinde ifade ediyor. Tarifelerin konulmasının ticaret meseleleri üzerinde kesin bir duruşa işaret ettiğini, sonraki muafiyetlerin ise iç ekonomik kaygılara ve endüstri geri bildirimlerine duyarlılık gösterme olduğunu söyleyerek, başarılı bir şey yapılmış gibi anlatılıyor.

2018'de iPhone'ların vergilendirilmesi sonrasında pazarda panik oluşunca, verginin geri çekildiğini hatırlatırsak, bu yönetim tarzı Trump'ın tarzı desek doğru olur.

Tarife muafiyetleri kimi nasıl etkileyecek?

Trump’ın tarife muafiyetlerinin kilit teknoloji oyuncularını nasıl etkilediğine bakalım:

Apple: iPhone'lar (ithalat miktarı 45 milyar $ /yıl) ve MacBook'lar kurtuldu. Ama Apple Watch, AirPods, HomePod hala vergilendiriliyor. (tahminen 2 milyar dolar)

Microsoft/Dell/HP:  Dizüstü bilgisayarlar/tabletler muaf (endüstri 3.7 milyar $),  Ama veri merkezi donanımları hala vergilendiriliyor (Çin'de Yapılan Dell Sunucular). Ayrıca bilgisayar çevre birimleri de (klavyeler, web kameraları) vergiye tabii.

Oyun Devleri: Sony (PlayStation) & Microsoft (Xbox) Speed muafiyet aldı. Denetleyiciler, VR kulaklıklar hala tarife listesinde. Oyun PC'leri Muaf ancak bileşenler. (GPU) tarifeye tabii.

Çinli üreticiler:  Foxconn iPhone (Zhengzhou Plant) üretimi muaf.  Bileşen üreticileri ise  tarifelerle karşı karşıya. Muafiyetler montajı Çin'de tutmayı teşvik ediyor.

Amazon/Walmart: Tatil satışları kurtuldu. En çok satan elektroniklerde fiyat şoku yok. Depolarda sorun var; muaf/muaf olmayan SKU'ların ayrılması gerekecek. Üçüncü taraf satıcılar eşit olmayan maliyet değişiklikleriyle karşı karşıya.

Silikon Vadisi Paradoksu: Donanım startuplarının ithal prototipleri vergilendirilecek. Ama Apple muaf. 

Bu muafiyetlerin iki katmanlı bir teknoloji ekonomisi yaratacağı düşünülüyor

Tüketici elektroniği üzerindeki son ABD tarife muafiyetleri, büyük tüketici markalarının yararlandığı bir manzara yaratırken, B2B donanım şirketleri, girişimler ve daha geniş tedarik zinciri önemli zorluklarla karşı karşıya.

* Büyük tüketici markaları kazanıyor.

* B2B Donanım/Startup'lar kaybediyor.

* Tedarik Zinciri Karmaşıklığı artıyor.

Büyük tüketici markaları: Kazananlar

Apple, Nvidia ve Dell gibi büyük tüketici elektronik şirketleri tarife muafiyetlerinin birincil faydalanıcıları olarak ortaya çıktı. Akıllı telefonlar, dizüstü bilgisayarlar ve yarı iletken bileşenler gibi ürünlerde dev tarifelerin kaldırılması, bu firmalar için potansiyel fiyat artışlarını ve tedarik zinciri kesintilerini yok etti. Örneğin, iPhone'larının çoğunu Çin'de birleştiren Apple, tarifeler nedeniyle potansiyel marj baskılarıyla karşılaşmıştı. Muafiyetler, operasyonlarını ve stok performanslarını stabilize ederek önemli bir rahatlama sağladı.

B2B donanım ve Startups: Akıntıya kürek çekecekler

Buna karşılık, B2B donanım şirketleri ve girişimleri artan maliyetler ve operasyonel karmaşıklıklarla boğuşuyor. Bu firmaların çoğu, bileşenleri ithal etmeye veya yurtdışında fiziksel mal üretmeye dayanıyor. Yeni tarifeler, özellikle Çin, Tayvan veya Güney Kore'de üretilen parçalara bağlı olan girişimlerin maliyetlerinin artmasına neden oldu. Bu artış sadece bileşenlerin fiyatını değil, montajdan nakliyeye kadar tüm ürün yaşam döngüsü boyunca etkili olacak.

Tedarik zinciri karmaşıklığı arttı

Tarife politikası kaymaları küresel tedarik zincirlerine önemli oynaklık getirdi. Şirketler, tedarikçi tabanlarını riskleri azaltmak için yeniden şekillendirmeyi veya çeşitlendirmeyi düşünerek kaynak stratejilerini yeniden değerlendiriyorlar. Bununla birlikte, bu ayarlamalar, artan maliyetler ve yeni altyapıya duyulan ihtiyaç da dahil olmak üzere bir çok başka zorluk taşıyor. Ticaret politikalarının öngörülemezliği, bu tür uluslararası iş yapan firmalar açısından uzun vadeli planlamayı zorlaştırıyor.

Özetle, tarife muafiyetleri büyük tüketici elektronik markalarına rahatlama sağlasa da B2B donanım şirketleri, girişimler ve daha geniş tedarik zinciri için zorlukların yanında dengesizlik getiriyor. 

O zaman baştaki soruyu yeniden soralım; madem geri alacaktınız, neden tarifelerle oynadınız. Dev bir ekonomik hareket yapmadan önce analiz yapamayacak kadar kör ya da cahil misiniz? Ya da başka bir hedefiniz mi var? Bazı firmaları daha öne mi çıkarmaya uğraşıyorsunuz? Neresinden baksanız saçmalık.

                                                                 /././

İmamoğlu ve Ongun'un tutukluluğuna yapılan itirazlar reddedildi

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve basın danışmanı Murat Ongun'un tutukluluklarına karşı yaptıkları itirazlar reddedildi.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca, İBB Başkanlığı görevinden uzaklaştırılan Ekrem İmamoğlu ve 99 zanlı hakkında, "suç örgütü yöneticisi olmak", "suç örgütüne üye olmak", "irtikap", "rüşvet", "nitelikli dolandırıcılık", "kişisel verileri hukuka aykırı ele geçirmek" ve "ihaleye fesat karıştırmak" suçlarından başlatılan soruşturma sürüyor.

Soruşturma kapsamında tutuklanan İmamoğlu ile Danışmanı Murat Ongun'un da aralarında olduğu bazı şüphelilerin avukatları, Nöbetçi Asliye Ceza Mahkemesine tutukluluğa itiraz dilekçesi vererek, tahliye talebinde bulundu.

Talebi inceleyen mahkeme, avukatların itirazını reddetti.

İmamoğlu'nun tutukluluğuna itiraz edildi: 16 milyonu temsil eden ve Cumhurbaşkanlığı'nın en güçlü adayının 'kaçacağı' tespiti, hazindir

Ne oldu?

İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne (İBB) yönelik yürütülen 'terör' ve 'yolsuzluk' soruşturması kapsamında 19 Mart'ta gözaltına alınan Türkiye Belediyeler Birliği (TBB) Başkanı ve CHP'nin cumhurbaşkanlığı ön seçim adayı İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu, 23 Mart'ta tutuklandı. İmamoğlu, İBB'ye yönelik olarak "yolsuzluk" suçlamasından yürütülen soruşturma kapsamında, “ihaleye fesat, kişisel verileri kaydetme, rüşvet ve örgüt kurma” iddialarıyla tutuklanarak Silivri Cezaevi'ne götürüldü. Tutuklanmasının ardından İçişleri Bakanlığı kararıyla İBB Başkanlığı görevinden uzaklaştırıldı. 

GÖKÇER TAHİNCİOĞLU YAZDI - Şimdi ne olacak: İmamoğlu’nun “terör” suçundan serbest kalması kayyım yolunu kapatır mı, siyasi yaşamı nasıl etkilenecek?

Üç sandık zaferinin sonu cezaevi oldu: İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu "yolsuzluk" iddiasıyla tutuklandı!

İmamoğlu’nun ifadesi: Benim mal varlığım bir yüzükle yola çıkılan uydurma siyasi yaşam hikâyelerine benzemez!

İBB soruşturmasından 48 kişi tutuklandı: İşte tam liste!

                                                      ***

Terör dosyalarının temyiz incelemesini yapan Yargıtay 3. Ceza Dairesi'ne 8 yeni üye atandı, 4 üye gönderildi

Terör suçlarına ilişkin tüm dosyaların temyiz incelemesinin yapıldığı Yargıtay 3. Ceza Dairesi'ne 8 yeni üye atanırken, şimdiye kadar bu dairede görev yapan 4 üye ise başka dairelere gönderildi.

 Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu kararıyla, ceza dairelerinde görevli 12 üyenin görev yeri değişti. Terör soruşturmalarına ilişkin davaların temyiz incelemelerinin yapıldığı 3. Ceza Dairesi’ne farklı dairelerde görev yapan 8 üye görevlendirilirken, 3. Ceza Dairesi’nde görevli 4 üye de farklı dairelerde görevlendirildi.

Serbestiyet'in haberine göre; Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu kararıyla yapılan değişiklikler şöyle:

1) Yargıtay Beşinci Ceza Dairesi Üyesi Ahmet Nazmi Alp’in Üçüncü Ceza Dairesinde görevlendirilmesine,

2) Yargıtay Dokuzuncu Ceza Dairesi Üyesi Savaş Şahinbay’ın Üçüncü Ceza Dairesinde görevlendirilmesine,

3) Yargıtay Dokuzuncu Ceza Dairesi Üyesi Ali Öztürk’ün Üçüncü Ceza Dairesinde görevlendirilmesine,

4) Yargıtay Yedinci Ceza Dairesi Üyesi Fehmi Tosun’un Üçüncü Ceza Dairesinde görevlendirilmesine,

5) Yargıtay Dokuzuncu Ceza Dairesi Üyesi Yüksel Gezgin’in Üçüncü Ceza Dairesinde görevlendirilmesine,

6) Yargıtay Onuncu Ceza Dairesi Üyesi Hulusi Pur’un Üçüncü Ceza Dairesinde görevlendirilmesine,

7) Yargıtay Onuncu Ceza Dairesi Üyesi Müslüm Canpolat’ın Üçüncü Ceza Dairesinde görevlendirilmesine,

8) Yargıtay On Birinci Ceza Dairesi Üyesi Murat Pala’nın Üçüncü Ceza Dairesinde görevlendirilmesine,

9) Yargıtay Üçüncü Ceza Dairesi Üyesi Şerafettin Saka’nın Dokuzuncu Ceza Dairesinde görevlendirilmesine,

10) Yargıtay Üçüncü Ceza Dairesi Üyesi Muhammed Yavuz’un Dokuzuncu Ceza Dairesinde görevlendirilmesine,

11) Yargıtay Üçüncü Ceza Dairesi Üyesi Mehmet Öztunç’un Onuncu Ceza Dairesinde görevlendirilmesine,

12) Yargıtay Üçüncü Ceza Dairesi Üyesi Ekrem Çetintürk’ün Onuncu Ceza Dairesinde görevlendirilmesine oybirliği ile karar verildi.

                                                      ***

40 bin lira maaş alanlar vergi dilimine girmeye başladı…-Murat Batı-

Eşitsizliği azaltmanın ya da yok etmenin bir yolu var mı?

Çalışanların elde ettikleri ücret gelirleri üzerinden işveren tarafından vergi stopajı yapılır ve kesilen bu tutar (stopaj yapılan) gelir vergisi olarak vergi idaresine ödenir. Çalışanların maaşları artan oranlı bir tarifeye tabi tutulmakta -halk arasında vergi dilimi denilmekteve gelir arttıkça daha yüksek bir orandan vergilendirilmektedir.

Aşağıda ücretliler için 2025 yılı vergi tarifesi (dilimleri) görülmektedir.

Örneğin Ocak 2025’ten itibaren aylık brüt 50 bin TL maaş alan bir çalışanın bu maaşından yüzde 14 SGK ile yüzde 1 işsizlik fonu kesilir. Kalan tutar (buna matrah diyeceğiz) 42.500 TL’dir ve bu tutar, yukarıdaki tarifede gördüğünüz 158 bin TL’lik ilk dilimi aşmadığından yüzde 15 vergi uygulanır. Her ay toplanarak (kümülatif) dilime tabi tutulur. Örneğin Temmuz’da (7’nci ay) aylık matrahı yine 42.500 TL olacak ama yedinci aya kadar (42.500 x7) toplam matrahı 297.500 TL olacağından Temmuz ayı matrahı (42.500 TL) 158 bin TL’yi aştığı için yüzde 20’lik vergi dilimine girecektir. Dolayısıyla da önceki aylara nazaran daha fazla vergi hesaplanacak ve eline daha az ücret geçecek.

Ücret elde edenlerin, ücretlerinden asgari ücrete kadar gelir ve damga vergisi uygulanmaktadır. İşverenin de SGK maliyeti olduğu için tüm 50 bin lira brüt maaş alan birinin tüm hesaplamalarını ay bazında aşağıda göstermeye çalıştım.

Aşağıdaki tabloda brüt 50 bin lira alan bir ücretlinin maaş karnesi görülmektedir.

Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere aylık brüt 50 bin lira alan bir çalışanın her ay 50 bin liralık brüt maaşından yüzde 14 SGK ile yüzde 1 işsizlik fonu kesilir.  

Ve ne oluyorsa bundan sonra oluyor. Kişinin kalan bu tutarı toplanıyor yukarıdaki tarifede görüldüğü üzere 158 bin liraya kadar yüzde 15; 158 bin lirayı aştığında ise aşan kısmına yüzde 20; 330 bin lirayı aştığında ise aşan kısmına yüzde 27 uygulanmaktadır. Bu şekilde hesaplama yüzde 35 ve yüzde 40’a kadar gitmektedir.

Yukarıdaki tabloda görüldüğü üzere Nisan ayında da 42.500 matrahı olan bu kişinin (4 ay x 42.500) kümülatif matrahı 170 bin lira olduğundan 158 bini aşan kısmına yüzde 20, yani sonraki tarife uygulandığından (dilime girdiğinden) ilk üç ayda aldığı 39.258 liralık maaş Nisan ayında 38.658 liraya düşmektedir. Yani Nisan ayında eline 600 lira daha az geçmektedir.

Mayıs ayında ise kümülatif matrahı 212.500 lira olduğundan (5 ay x42.500) Mayıs ayı maaşının tamamına yüzde 20 uygulanmakta ve kişinin eline net 37.133 lira geçmektedir ki Ocak ayına nazaran çalışanın eline 2.125 lira eksik geçmektedir. Eylül ayından itibaren ise üçüncü vergi dilimine girdiğinden bu çalışan 35.263 lira net maaş almakta ve Ocak ayıyla maaş farkı 3.995 lira yani yaklaşık 4 bin lira (eksik) olacak.

Özetle aylık 50 bin lira yani yıllık 600 bin lira brüt maaş alan birinin yıllık eline geçen net tutar 446 bin 265 liradır. Aradaki 153 bin 735 liralık farkın 84 bin lirası SGK primi, 6 bin lirası işçi/işsizlik fon kesintisi ve 63 bin 735 lirası ise vergilerden oluşmaktadır.

Brüt maaş artarsa ödeyeceği vergi ve SGK primleri de dolayısıyla yükselmiş olacak vergi dilimine daha erken girecektir. Aşağıdaki tabloda brüt maaşı 40 bin ile 100 bin aralığında olan kişilerin ellerine geçecek net tutarlar görülmektedir.

Görüldüğü üzere maaş yükseldiğinde SGK ve vergi tutarları artmakta işverene maliyet de artmaktadır. Bu eşitsizliği azaltmanın ya da yok etmenin bir yolu var mı? sorusunun cevabı ise aslında var. Bu cevabı başka bir yazıya bırakayım.

                                                         /././

Umman arka planında jeopolitik hesaplar -Akdoğan Özkan-

ABD ve İran heyetleri Umman’da niçin görüşüyorlar? Gelişmelerin arka planında hangi jeopolitik hesaplar yatıyor? Nükleer odaklı denilen müzakerelerde başarı ve başarısızlık ne anlama gelebilir?

abd iran

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın ABD’li mevkidaşı Marco Rubio ile 3 Nisan’da Brüksel’deki görüşmelerinin hemen öncesinde neredeyse kucaklaşarak sıcak mesajlar yaydıkları görüntüleri siz de izlemişsinizdir. NATO Dışişleri Bakanları Zirvesi’nde yaşanan bu görüntüler pek çok kişiyi şaşırtmadı. Ancak onun geçmişte Beyaz Saray’da nasıl algıladığını bilenler için bu görüntü çok şaşırtıcı değilse bile çok ilginç idi. Zira Fidan Washington tarafından bir zamanlar “İran ajanı” olmakla suçlanmış ve üzeri çizilerek ekarte edilmek istenmiş bir isim idi. O dönemde Washington, yaptırım uyguladığı İran’ın Türkiye ile ticaretinin artmasından rahatsızdı ve o tarihte MİT Müstearı olan Fidan’ı Ankara’nın yaptırımları baypas edici hamlelerinin ardındaki isimlerden biri olarak görüyordu. Beyaz Saray, iki ülke arasında gelişen ticaretin Tahran’ın yürürlükte tutmaya devam ettiğini düşündükleri uranyum zenginleştirme programını finanse etmeye ciddi katkı yapabilecek bir seviyeye yaklaştığını düşünüyordu. Bu nedenle de ABD Hazine Bakanlığı’nın terörizm ve finansal istihbarattan sorumlu müsteşarını sık sık Ankara’ya göndererek Türk hükümetini uyarıyordu. (Bunları bir dönem ayrıntılı olarak T24 yazılarımda yazmıştım.)

Zira, dönemin ABD Başkanlarına Amerikan istihbarat teşkilatları ve MOSSAD tarafından ulaştıran bilgilere bakılırsa, Tahran yönetimi uranyum zenginleştirme programını gizli gizli yürütüyordu. Elinde yüzde 3-4'lere yakın mertebede zenginleştirilmiş uranyum bulunan bir ülke olarak İran bu oranı yüzde 20'nin üzerine çıkardığında nükleer reaktörlerde, yüzde 90'ın üzerine çıkardığında füzelerinin nükleer başlıklarında kullanabilecekti. Amerikan yönetiminin yaptırımlarla dünyadan yalıtmaya çalıştığı İran, eğer uranyum zenginleştirme programını sürdürme ve oranı yüzde 90’lara ulaştırma imkânı bulursa, balistik füzelerine nükleer başlık takabilme olanağını kavuşacak ve bu şekilde bölgedeki tek nükleer güce sahip İsrail’i frenletebilecek, en azından bölgedeki dengeleri radikal bir biçimde sarsabilecekti. Dolayısıyla İsrail istihbaratının elindeki “bilgi” ve iddialar sıklıkla Washington’a yönlendiriliyor ve bunlara göre aksiyon alınması isteniyordu.

İşte Hakan Fidan’a böyle bir dönemde ana akım medyamızın da katkısıyla “İran ajanı” suçlamasını yöneltenler aslında bir taşla iki kuş vurmayı hedeflemişlerdi. Bir yandan Türkiye’deki seküler kesimlerin 1979’dan miras “mollalar rejimi” alerjisi üzerinden, Sünni İslamcıların da Şii alerjileri üzerinden Fidan’ı toplum nezdinde itibarsızlaştırmak istiyorlar, bir yandan da -ve asıl önemli mesele olarak- Ankara ile Tahran arasındaki SWIFT sisteminin dışına taşan ticari ilişkilerin gelişmesini dizginlemek istiyorlardı.

Türkiye’nin resmi sisteminin dışına taşarak yöntem de değiştiren ve zamanla doğal gaz – altın ticareti üzerinden yürüyen ticari ilişkisi Ankara’nın Washington tarafından tedip edilmesinin zor olduğunun görüldüğü bir hatta ve yılların seyri içinde tatsız gelişmelere doğru evrildi

Washington uyarılarına Ankara’nın fazla kulak asmadığını gördüğünde, Fidan’ı Washington iradesinin o dönemki Türkiye uzantısı yerli operatifleri yoluyla ekarte etmek istemişti. Fidan 2012 Şubat’ında Cumhuriyet Savcılığı tarafından KCK operasyonunda şüpheli sıfatıyla ifadeye çağrıldığında meseleye ancak Başbakan Tayyip Erdoğan el koyarak bu ekarte hamlesini boşa çıkarabilmişti.

Çoğumuz bunların -sebeplerinden ziyade- sadece sonuçlarını biliyoruz. Neticede gelişmeler, dönemin ABD yönetimince bir türlü tedip edilemeyen Ankara’nın Oslo barış görüşmelerinin sonlanması, 17-25 Aralık (2013) operasyonları ve zamanla -farklı dinamiklerin de katkısıyla- “15 Temmuz başarısız darbe girişimi” (2016), ABD’de Halkbank ile Rıza Sarraf aleyhine açılan davalar ve CAATSA yaptırımları gibi sonuçlar üretti.

O dönem bu olayların nasıl geliştiğini ve hangi saiklerle yapıldığını T24’teki 12 Haziran 2023 tarih ve “Devlet Hükümeti” başlıklı yazımda anlatmıştım. Şimdi daha fazla uzatmayayım. Bu yazı çerçevesinde söylemek istediğim, dönemin MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın Washington tarafından bir zaman nasıl görüldüğü ve nasıl ekarte edilmek istendiği. Türkiye’nin “ABD’nin hasmı” olan ülkeler konumuna sokulmasına yol açan sürecin Ankara’daki belki en önemli tanığı, aktörü olan ismin bugün artık Dışişleri Bakanlığı koltuğunda oturan bir devlet adamı olarak ABD Dışişleri Bakanı ile bugün artık böyle samimi bir resim vermesinin ne anlama geldiği önemli ve üzerinde konuşmayı hak ediyor.

Bugün Fidan, Ankara’nın dış politikasına belirli ölçülerde denge ve hareket kabiliyeti getirebilmiş ve çok-merkezliliğe evrilen yeni dünya düzeninde kendisine biraz daha geniş manevra alanı açarak görece bağımsız politikalar üretebilme kabiliyetine kavuşmuş bir devletin o derinliği kazanmasının sembolü olan bir isim.

Aslında bu durum ikili ilişkiler tarihi ve Türkiye’nin geçirdiği dönüşümü bilen Amerikalılar için çok şaşırtıcı olmasa gerek. Zira, ABD’nin Türkiye ve Irak Büyükelçisi olarak görev yapmış James Jeffrey, daha 2013 yılında Fidan için şöyle demişti: “Hakan Fidan yeni Ortadoğu’nun yüzü. Onunla işbirliği yapmalıyız, çünkü işleri halledebiliyor. Ancak ABD’nin gözü kapalı dostu olduğunu da düşünmemeliyiz, çünkü değil.”

James Jeffrey ve onun gibi düşünen Amerikalılar Türkiye’nin Ortadoğu'daki politikasının en önemli mimarlarından olarak gördükleri Fidan için “Türkiye'nin istihbarat şefi Suriye'de kendi yolunu çizdi,” değerlendirmesini yapıyorlardı.

Gelgelelim Washington o tarihlerde Jeffrey’yi dinlememiş, Ankara ile işbirliği imkanını değerlendirme yoluna gitmemişti. O yazıdan 10 yıl sonra, 2023 seçimleri akabinde Ankara, Fidan’ı Dışişleri Bakanlığı ile kabineye taşıyarak belki de ABD’ye işbirliği konusunda bir “şans” vermiş oldu. İki yıl önceki yazımda bu konuyla ilgili olarak şöyle demiştim:

“Washington da en azından F-16’ları verme konusundaki çekincesini kaldırarak Ankara’ya bir şans vermek ister mi, göreceğiz. Ama sanıyorum İsveç’in NATO üyeliği meselesinin çözülmesi konusuna paralel olarak Fidan’ın en önemli gündemlerinden biri o F-16’ların gelmesi olacaktır. En büyük hedef de kanımca ABD askerlerinin Suriye’den çekildiğini görerek Şam ve Moskova’yla yeni bir anlaşma noktasına gelmek ve ardından da yeni bir “Kürt açılımını” başlatmak. Zor mu, çok zor! Ama imkânsız da değiller galiba.”

Evet bu “zor” konular ve onların bugün aldığı seyir bugünkü yazımızın konusu değiller gerçi, ama şurası bir gerçek ki, 15 Temmuz ile ülkemizdeki devlet rejimine bir “format atan” Hakan Fidan ve onun temsil ettiği hükümete Washington tarafından Demokratlar iktidarında verilmeyen “şans” bugün verilmiş durumda.

Zira ABD’de de devlete -bir anlamda- “format atmak” isteyen bir yönetim iş başında. Ancak kucaklaştığı kişi Rubio diye, ona “Amerikalıların Hakan Fidan’ı” diyemeyiz. Konuyu fazla basitleştirme riski taşısa da, şu anolojiyi yapmak sanırım yanlış olmayacak. Amerikalıların Hakan Fidan’ı, olsa olsa Tulsi Gabbard olabilir. Gerçi siyasi çizgisi farklı biri Tulsi Gabbard. 2016’da Demokratların Başkan aday adayı olan Bernie Sanders’ı desteklemiş Demokrat Kongre üyesi Gabbard, o çizgi ile köprüleri atmış biri olarak bugün Cumhuriyetçi Trump hükümetinin Ulusal İstihbarat Direktörü olarak görev yapıyor. Bir diğer deyişle, aralarında Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) ve Federal Soruşturma Bürosu (FBI) dahil olmak üzere ABD'nin 18 istihbarat kurumuna başkanlık ediyor.

Demokrat iken de ana akım ABD politikalarına karşı çıkan bir isim olmuştu Gabbard. Eski açıklamalarında Edward Snowden'a destek verdiğini ifade etmiş, Rusya-Ukrayna Savaşı'na ilişkin Moskova'ya “sempati” ile yaklaşan açıklamalar yapmış ve 2017 yılında kongre üyesiyken Suriye'nin başkenti Şam'a yaptığı ziyarette Beşşar Esad ile görüşmüştü. Bu nedenlerden dolayı da Gabbard, her iki ülke ile ilişkilerde de “Amerikan çıkarlarına aykırı hareket etmekle” eleştirilmişti. Hatta 48’e karşı 52 oyla görev onayı aldığı Senatodaki onay oturumunda Snowden'ın “vatan haini” olup olmadığına yönelik sorulara bile muhatap kalmıştı.

Gabbard’ın göreve geldikten sonraki bir numaralı misyonu, istihbarat camiasında "güveni yeniden tesis etmek” üzere siyasallaşmanın önüne geçmek ve kamu yararına olan bilgilerin gizliliğini kaldırmak oldu. Bu amaçla bir denetleme ekibi de kurmuş olan Gabbard’ın medyada dile getirilmeyen ama benim bu kısa sürede en önemli icraatı diye düşündüğüm şey, İran’ın uranyum zenginleştirme programını aktif tutup nükleer silah geliştirme faaliyetlerini sürdürüp sürdürmediğni sağlam istihbarat raporları ile ortaya dökmek. Kongre üzerinde etkili siyonist lobilerin tüm engelleme gayretlerine rağmen Gabbard, Ulusal İstihbarat Direktörü olarak Başkan Donald Trump’a geçtiğimiz haftalarda bu konuda, “İran 2003’den bu yana nükleer silah geliştirme çalışması yürütmüyor, ülkenin dini lideri Ali Hamaney de böyle bir çaba yürütmenin karşısında” şeklinde özetleyebileceğimiz bir rapor sundu.

Yani artık Amerika istihbarat teşkilatları -MOSSAD’ın ve Netanyahu’nun tüm karşı yöndeki iddia ve telkin çabalarına rağmen- İran’ın nükleer füze geliştirme çabası içinde olmadığını düşünüyor. Tabii siyonist lobilerin desteğindeki medya kuruluşları, Ulusal İstihbarat Direktörlüğünün bu son pozisyonunu “Kötü hata: Tulsi Gabbard İran'a nükleer can simidi attı” diye yorumlamaktan geri kalmadılar. Belki ilerde onu “İran ajanı” olmakla itham edenler de çıkacaktır. Ancak bugün itibarıyla, Trump İran konusundaki yol haritasını Gabbard’ın bu raporları temelinde şekillendirmiş görünüyor.

Trump bu kararı aldıktan sonra, takip edebildiğim kadarıyla en önemli aksiyonu, o günlerde Macaristan’da bir ziyarette bulunan Benjamin Netanyahu’yu Washington’a davet etmek oldu. İran’ı vurmak arzusunda olan ve bunun için de bu fikre yakın duruyor gibi hissettiği Trump’ın siyasi, askeri, mali vs. desteğine ihtiyaç duyan Netanyahu, koşar adım Washington’a geldi. Ancak, Trump Netanyahu’yu ters köşeye yatıracağı bir sürpriz hazırlamıştı. Ona yol haritasını açıkladıktan sonra Beyaz Saray’da medya mensuplarının karşısına çıkaran Trump, “Ben İsrail’in görüp görebileceği en iyi ABD Başkanı’yım. İsrail’in dostuyum. Onunla ticari ilişkilerimizi bu çerçevede konuştuk,” dedikten sonra, “İran’ı vurmuyoruz, İran ile görüşmelere başlıyoruz. Nükleer silah geliştiriyorlarsa çok kötü yaparız. Ama geliştirmiyorlarsa anlaşabiliriz” anlamına gelen açıklamalar yaptı. Netanyahu’nun beden dili, nasıl bir tufaya getirildiğini gösterir nitelikteydi. Trump, Bibi’ye “İran’ı vurursan yanında olmam, başına gelenlere katlanırsın” demişti. Bunu da kendince bir “lisan-ı münasip” ile ifade etmişti.

Kısa süre içinde de öğrendik ki, ABD ile İran, yıllar sonra ilk kez nükleer program odaklı müzakerelere hazırlanıyordu. Trump’ın “doğrudan” dediği ama sonra “dolaylı” olacağı bildirilen görüşmeler 12 Nisan’da Umman'da gerçekleşecekti.

Trump ekibinin Gabbard’ın taze istihbarat raporları temelinde şekillendirdikleri yeni İran politikası, Tahran’a kırmızı çizgiyi “nükleer silah geliştirmiş olmak” hususunda değil “o eşiğe yakın durmak” şeklinde de çekiyor. Washington’un İran’ın balistik kabiliyetine yönelik bir tehdit değerlendirmesi ise yok. Yani balistik silahları kapsam dışı bırakıyor. Yani Trump özetle diyor ki, “kusura bakma Bibi, İran ile konuşacağız, bakacağız, nükleer silah geliştirmedikleri konusunda ikna olursak İran ile yeni bir anlaşma yapacağız.”

Tabii Trump Tahran’ın nükleer silah geliştirme faaliyeti içinde olmadığını Gabbard’ın istihbarat raporlarından biliyor. Bu durumda akla şu soru geliyor: Washington zaten nükleer siyah geliştirmediğine artık inandığı Tahran ile bu görüşmelerde hangi konuda mutabık kalmayı hedefleyerek bir anlaşma yapmaya yönelecek?

İşte tam o noktada konu biraz daha uluslararası bir nitelik ve girift bir hal alıyor.

Hatırlarsanız, İsrail 26 Ekim 2024'te İran'a “Tövbe Günleri Operasyonu” adı altında bir dizi hava saldırısı gerçekleştirmiş ve bu saldırılarla hava savunma bataryaları, İHA fabrikası ve füze üretim tesisleri de dahil olmak üzere İran askeri tesislerini hedef almıştı. Saldırılar gece boyunca sürmüş ve aralarında F-35 Lightning II hayalet avcı uçaklarının da bulunduğu 100'den fazla uçağın 2 bin kilometre civarında yol kat edip ağır mühimmat kullandığı saldırıların ardından İsrail Savunma Bakanlığı, “kesin ve hedefli saldırıları” tamamladığını açıklamıştı.

Ancak İranlılar karşılık verme hakkına sahip olduklarını söyleseler de bu saldırılara misillemede bulunmadılar. Tahran’ın Lübnan’daki müttefiklerinin zararlı çıkabileceği ya da kendisini savaşa çekmeye çalışan gerilimi tırmandırmama yönünde itidal ağır bastı, diye düşünmüştük o günlerde. Ancak olaydan bir hafta sonra çok ilginç başka bir gelişmenin ipuçları düştü ajans bültenlerine.

Rusya ile İran çok kapsamlı bir stratejik savunma işbirliği anlaşması imzalamak üzerelerdi. Rusya Savunma Bakanı Sergey Şoygu, aslında eylül ayında bunun sinyallerini vermiş ve “İran ile çift taraflı savunma iş birliği anlaşmamız neredeyse tamamlandı” demişti.

Ancak stratejik işbirliği anlaşmasını dile getiren Lavrov detay vermiyor, anlaşmanın hiçbir ayrıntısı açıklanmıyordu. Denilenlere bakılırsa, Rusya, İran’a Su-35 savaş uçaklarını bir lisans altında üretme izni de veriyor ve iki ülke arasındaki askeri iş birliğini yeni bir seviyeye taşıyordu. Ancak, Amerikan istihbarat çevrelerine bakılırsa, anlaşmada NATO’nun 5. Maddesine benzer bir maddenin de yer aldığı iddia ediliyordu. Anlaşma, İran’ın kendi topraklarında saldırıya uğraması durumunda Rusya’nın müttefikinin yanında saf tutacağını hükme bağlıyordu. Ancak anlaşma hükümleri, İran’ın nükleer programını yeniden aktive etmesi durumunda böyle bir maddenin işlemeyeceğini de kayıt altına alıyordu. Ruslar risk almak istemiyor, bu konuda söz aldıkları Tahran’ı da anlaşma çerçevesinde tam sorumlu tutuyorlardı. Tahran yönetimi İran’ın Batı yaptırımlarına karşı daha dirençli bir savunma sanayi altyapısı geliştirmesine katkı sağlayacak bu savunma işbirliği anlaşmasına ramak kalmışken gerçekleşen İsrail saldırılarına karşılık vererek gerilimi tırmandırmak istemiyor, Rusları imzadan caydıracak ya da bir son dakika golü yiyecek bir tatsızlığın içinde olmak istemiyorlardı.

İddialara göre, İran Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan yılsonundan önce Moskova'yı ziyaret edecek ve anlaşmaya imza atacaktı.

Özetle, anlaşma İsrail için olduğu kadar Washington için de bir endişe kaynağı oldu. Trump yönetimi, Tahran’ın nükleer silah geliştirme faaliyeti içinde olmadığını görmüşken, üstelik Rusya’yı Çin’den uzaklaştırma potansiyeli taşıyacak şartlar için masaya oturma hazırlıkları yaptığı bir dönemde, sırf Bibi’nın hatırı için Moskova ile çatışma yolunu açacak bir İran saldırısının ortağı olmak istemiyordu. Ayrıca Netanyahu, İran’ı vuruyor, “İran'ın füze üretim kapasitesini sekteye uğrattım, artık bellerini doğrultamazlar,” diyor, ama sonra geliyor, hadi gel şimdi de beraber vuralım, diyordu.

Tabii ABD cephesinde İran meselesi olası yeni nükleer anlaşma şartları karşılığında Tahran’a yönelik yaptırımları hafifletme/kaldırma ile sınırlı değildi. Trump’ın son yıllarda önemli jeopolitik kazanımlar içinde olan İran ile ilgili başka bir hesabı daha vardı.

Trump, son yıllarda Rusya’nın inisiyatifiyle gelişimi hızlandırılan Kuzey-Güney Uluslararası Taşımacılık Koridoru’nu da engelleme ya da çalışmalarını geciktirmeyi hedefliyor. Güney Asya’dan Kuzey Avrupa'ya giden ana yük taşıma yollarından birisi olarak, 20 küsur yıl önce Süveyş Kanalı güzergahına alternatif şekilde tasarlanan 7 bin 200 km’lik “Kuzey-Güney Uluslararası Taşımacılık Koridoru” projeleri artık gün sayıyor.

Rusya’nın St. Petersburg kentini Azerbaycan ve İran üzerinden Hindistan’a bağlayarak gemi, demiryolu ve kara taşımacılığını içeren bu ticaret hattı, Akdeniz’i Rusya için çok kritik olmaktan çıkarıyor. Zira Kuzey-Güney Uluslararası Taşımacılık Koridoru, Rusya ile Avrupa’yı Süveyş Kanalı üzerinden Basra Körfezi ülkelerine ve Hint Okyanusu’na bağlayan deniz rotasına bir alternatif teşkil ediyor. Kuzey-Güney Koridoru ile mesafe Süveyş Kanalı'ndan geçen deniz yolu ile karşılaştırıldığında yarıdan fazla azalmış oluyor. Böylece ulaşım süresiyle birlikte taşıma maliyetleri de ucuzluyor.

Yani Moskova, Hindistan, İran ve Basra Körfezi ülkelerinden gelen yük taşımacılığını kendisi üzerinden Avrupa’ya yönlendirerek, teslimat sürelerinin azaltılmasını sağlamak peşinde. Bu kapsamda yürürlüğe konan 100'den fazla proje var ve bunlara 38 milyar dolardan fazla yatırım yapılması planlanıyor.

İşte Trump’un bir hedefi de, İran ile Rusya’nın bu planlarına olabildiğince sekte vurabilecek şekilde anlaşabilmek.

Bugün, Hindistan’ın Mumbai limanından Saint Petersburg’a bir kargonun teslimatı Süveyş Kanalı'nı takip eden geleneksel rota üzerinden 30-45 gün sürerken, Kuzey-Güney Uluslararası Taşımacılık Koridoruyla teslimat süreleri 15- 24 gün arasında zaman alacak. Dahası, koridorun Kazakistan ve Türkmenistan'dan geçen Doğu güzergahı kullanıldığında teslimat süresi 15-18 güne kadar düşecek. Gıda, tekstil, ev aletleri, tüketici elektroniği alanındaki birçok ürün için teslimat sürelerinin bu şekilde aşağıya çekilmesi kritik öneme sahip.

Toplam 3 güzergahı bulunan projenin Doğu Güzergahı ile de Orta Asya'yı Basra Körfezi'ne, Orta Güzergahı ile Basra Körfezi'ni İran üzerinden Hazar Denizi’ne ve nihayet Batı güzergahı ile de Basra Körfezi'ni Kafkasya’ya bağlamak planlanıyor.  Son olarak Ermenistan’ın önerisiyle dördüncü güzergâh olarak şekillenmek üzere finanse edilmesi planlanan ve 1 milyar dolara mal olacak karayolu ve demiryolu projeleriyle Kuzey-Güney Uluslararası Taşımacılık Koridoru’nun Ermenistan üzerinden de İran’a ulaşması mümkün olacak.

Aslında, Kuzey-Güney Koridoru, biraz da Çin’in Tek Kuşak Tek Yol projesine karşı bir cevap olarak Rusya, İran ve Hindistan arasında 12 Eylül 2000’de imzalanan anlaşmayla kurulmuş, sonraki yıllarda aralarında Azerbaycan ile Türkiye'nin de bulunduğu 10 ülke daha bu projeye katılmıştı. Ancak projeler uzun yıllar ağır ilerlemişti.

Projeler, Moskova’nın Rusya – Ukrayna Savaşı’nın başlaması sonrasında ABD ve Avrupa Birliği (AB) tarafından kendisine uygulanan yaptırımlarla başa çıkmasını sağlayacak alternatif arayışı içinde, lojistiği de yeni şartlara uyarlama ihtiyacının belirmesi akabinde hızlandı. Hindistan’ın Rusya’ya yönelik yaptırımlar sonrasında Rusya’nın Avrupa’ya sevkiyatında giderek artan “dolaylı” bir rol üstlenmesinin de bu hızlanmada etkisi oldu.

Sonuçta, 14 Mayıs 2023 tarihinde, yani savaşın başlamasından birkaç ay sonra Rusya ve İran, Uluslararası Kuzey-Güney Ulaştırma Koridoru'nun bir parçası olarak Reşt-Astara demiryolunun inşası için bir anlaşma imzaladı. İran'ın Reşt şehrini Azerbaycan sınırındaki Astara’ya bağlayacak olan projenin 48 ayda yani 2027 yılı içinde tamamlanması planlandı.

Yani ABD Rusya’nın planlarına bir stoper koyabilmek istiyorsa, çok zaman kalmadı.

İşte dünyanın gözü bu şartlar altında bir anda Umman’ın başkenti Muskat’a çevrildi. Amerikalılar, İranlılar ile geçtiğimiz cumartesi günü nükleer odaklı müzakerelere başladılar.

İran Dışişleri Bakanı Abbas Erakçi ile ABD Ortadoğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff'un başkanlığındaki heyetlerin gerçekleştirdiği dolaylı görüşmelerin, "karşılıklı saygıya dayalı yapıcı bir atmosferde" geçtiği bildirildi. Umman Dışişleri Bakanı Bedir el Buseydi’nin arabuluculuk ettiği dolaylı müzakerelerin ilk turunun sona ermesinin ardından Erakçi ile Witkoff bir araya geldi. Görüşmeler sonrasında İran devlet televizyonuna konuşan Erakçi, “Bir sonraki toplantı anlaşma çerçevelerine odaklanacak. Hiçbir taraf zaman kaybetmeye çalışmıyor. ABD tarafı adil bir anlaşma için kararlılık göstermeye çalıştığını gösterdi,” dedi.

Taraflar 19 Nisan’da yeniden bir araya gelinmesi konusunda da mutabakata vardı. Yani, haberler şimdilik pozitif. Obama yönetimi zamanından bu yana ilk kez bir araya gelebilen iki taraf bu görüşmeler sonunda masadan bir anlaşmayla kalkabilirse belki Netahyahu’yu üzmüş ama hem bölge hem dünyaya rahat bir nefes aldırmış olacaklar. Sanırım en büyük nefes alanlar arasında Hakan Fidan ile Marco Rubio da olacak. Tulsi Gabbard’ın belki adı bile anılmayacak, ancak, istihbarat teşkilatına attırdığı “format” ile kanımca bu anlaşmanın arka plandaki engellerini saf dışı eden bir numaralı isim o olacak. (Bibi’nin ise teselliyi şimdiden Gazze’de gazetecilerin kaldığı çadırı bombalamada ve işler durumdaki son hastaneyi de yerle bir etmede aradığını görüyoruz.)

Ama yok, çok katmanlı bir takım jeopolitik hesapların da gölgesinin düşeceği görüşmelerde bir mutabakata varılamazsa, o zaman bizi yeni bir belirsizlik ve tatsız bir dönem bekleyecek. Zaten engeller çok ve Trump’ın bu yolu “salimen” yürümesine izin verileceğinin garantisi de yok.

Daha önce de yazdığım gibi, uluslararası sahada olan şeylerin “dış haberler” adı altında biz sıradan insanlara sunulma biçimi her zaman epeyce distorsiyon içeriyor. Bazen bir bakıyorsunuz, falanca ülkede “zalim hükümdara” karşı “insanlık ve demokrasi adına” sokaklara çıkmış sonra da ellerine silahlar almış insanlar Başkanlık Sarayı’na yürüyüp bu “özgürlük mücadelesi” yolunda Batı’nın kendilerini yalnız bırakmamasını istiyorlar. Ardından yıllarca susmayan silahlar ve savaş. Biz filanca grupla falanca güçlerin ön planda görünen çatışmasındaki haberlere odaklanmaya başlıyoruz. Ama arka planda oyun değiştirme kapasitesi olan jeopolitik bir hamle, yeni bir ticaret yolu girişimi, ya da bunun reddi filan yatıyor olabiliyor. Fakat gerçeği distorsiyona uğratan prizmalardan arka tarafı seçebilmek her zaman kolay olmuyor.

En son Suriye’de de böyle olmadı mı! Suriye’nin başına gelenler, Katar’ın kuzeyindeki off-shore doğal gaz sahasından başlayacak ve Suudi Arabistan – Ürdün –Suriye ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya doğalgaz sağlayacak bir boru hattı projesi teklifini Şam yönetiminin reddedip benzer bir anlaşmayı kendi müttefikleri ile imzalama yoluna gitmesinden sonra gerçekleşmedi mi?

O yüzden bütün o prizmatik perdeleri aralayıp arka tarafta, jeopolitik sahada ne tür yeni ticari ilişkiler, güzergahlar geliştirilmekte olduğuna, bunların oyun kurucular ve bozucular için nasıl anlamlar taşıdığına, dünya barışı için ne anlama geldiğine arada bakmak lazım.

                                                              /././

Trumpçı gümrük tarifeleri: Ekonomi politik etkileri(I) -Mustafa Durmuş-

Dünyanın en büyük iki ekonomisi arasındaki meta ticaretindeki böyle bir daralmanın kârların realize edilememesi ve sermaye birikiminin tıkanması ve böylece kapitalist krizin derinleşmesi anlamında, küresel kapitalist sistem açısından ne denli önemli olduğunun altının bir kez daha çizilmesi gerekiyor

trump

2 Nisan ‘Kurtuluş Günü’nde, Trump Yönetimi açıkladığı yüksek gümrük tarifeleri aracılığıyla dünyadaki ticaret savaşlarını hızlandırırken, küresel ekonomiyi de yeni bir türbülansa soktu.

Bu tarifeler 1930 tarihli ‘Smoot-Hawley Tarife Yasası’ndan bu yana gündeme getirilen en kapsamlı ve en yüksek tarifeler. “Komşudan komşuya karşılıklı tarife uygulanması” biçimindeki ticaret savaşlarının önünü açan bu yasanın dünya ekonomisinin kapitalizmin tarihinde görülen en büyük krize (Büyük Buhran) girmesini hızlandırdığı göz önüne alındığında, bugünün Trumpçı tarifelerinin de benzer etkilerinin ortaya çıkması ve mevcut krizi derinleştirmesi beklenmelidir.

Nitekim bu yönde endişeler ve ülkelerden gelen tepkiler üzerine 7 Nisan’da, Trump Çin dışındaki ülkelere konulan tarifeleri 90 günlüğüne erteledi. Son durum şöyle:

ABD-Çin, AB Ticaret Savaşları

▪ Çin ürünlerine konulan tarife yüzde 125’e yükseltilirken, misilleme yapmayan ülkelerde asgari yüzde 10 olarak belirlendi (çok sayıda ülke için bu oranlar yüzde 11 ile yüzde 49 arasında değişiyor). (1)

Buna Çin Hükümeti yanıt vermekte gecikmedi:

“ABD tarafı yanlış yolda ilerlemeye kararlıysa sonuna kadar mücadele edeceğini” ve Amerikan menşeli ürün ve hizmetlerdeki yüzde 34’lük tarifeyi yüzde 84’e yükselttiğini açıkladı. Hatta Hollywood filmlerinin ithalatını yasaklama olasılığını gündeme getirdi. Çin'in tepkisi, Trump'ın tarife uygulayarak kendisinden bazı ticari tavizler koparmayı başardığı 2017 yılındaki Çin ile artık aynı ülke olmadığını gösterdi. Artık Pekin, Washington’a karşılık verme konusunda daha istekli görünüyor ve Amerikan önlemlerine karşı daha proaktif davranma işaretleri veriyor”. (2)

▪ Avrupa Birliği (AB), badem ve yat dahil olmak üzere çok çeşitli ABD menşeli ürünlere 15 Nisan’dan geçerli olmak üzere, yüzde 25 tarife koyma kararı aldı. Dahası bu durum Çin ile AB ve Japonya’yı birbirlerine yakınlaştırma potansiyeli taşıyor.

“Çünkü Trump'ın geleneksel Amerikan müttefiklerine karşı uyguladığı gümrük vergileri uluslararası arenada da Çin'in işine yarayacak. Japonya, Amerikan Hazine Tahvillerini azaltmayı ve aynı zamanda Çin ile ticari bağlarını güçlendirmeyi tartışıyor. Oysa bu ülke uzun zamandır ABD’nin önemli bir müttefiki ve Çin’in bölgesel bir rakibi olduğundan, bu hamleler bir yıl önce düşünülemezdi. Benzer gelişmeler AB ülkeleri arasında da yaşanabilir. Nitekim İspanya Başbakanı P. Sanchez Brüksel’i Çin ile ilişkilerini gözden geçirmeye çağırdı. Çin'i kenara itmeyi amaçlayan hamleler ABD'yi izole etmekle sonuçlanabilir”. (3)

Kısaca, yaygın ve yüksek gümrük tarifeleri aracılığıyla derinleştirilen ticaret savaşları 21. Yüzyılda emperyalist devletler ve/veya bloklar arasındaki çelişkilerin artmakta olduğunun bir göstergesi. Bu çelişkiler (daha önceki paylaşım savaşlarına benzer) yeni bir paylaşım savaşının öncülü olarak değerlendirilebilir.

Tarifelerin finans piyasalarına olan etkileri

Kapitalizm tarihinde genelde yaşandığı gibi ilk etkiler finans piyasaları üzerinde görüldü. Dünya borsaları, ABD tahvillerinin değeri ve petrol fiyatları düştü. Tarifelerin açıklanmasının hemen ardından Brent Petrol fiyatları 2021 başından bu yana ilk kez varil başına 50 dolar civarına kadar düştü. Tarife uygulamasının (Çin dışında) 90 gün erteleneceğinin açıklanmasının ardından 65 dolar civarında kaldı (dünyada petrol fiyatları düşerken Türkiye’de petrole yapılan zamlar sorgulanmalı).

Borsalar allak bullak!

Aslında Trump'ın göreve gelmesinden bu yana ABD borsaları inişli çıkışlı bir seyir izliyor. Trump'ın seçim zaferinin ardından sermaye dostu bir rejim beklentisiyle borsalar yükselişe geçmişti ancak başkanlığının üzerinden üç ay geçmeden hisse senetleri düzeltme bölgesini (-yüzde 10) geçti. Tarife açıklamaları, dayatmaları ve geri almaları, piyasanın 19 Şubat’taki zirvesinden yüzde 21 geriye düşmesine ve 7 Nisan'daki gün içi işlemlerde kısa süreliğine “Ayı Piyasası” bölgesine ulaşmasına neden oldu.

Öyle ki fiyatlardaki hızlı düşüş sırasında hassasiyet arttı ve S&P 500’ün Volatilite Endeksi 60'a yükseldi (endeks 2024 ve 2025 yıllarının çoğunda 12 ila 22 arasında değişmişti). Bu yüksek düzey piyasa katılımcıları arasında aşırı düzeyde bir tedirginliğe işaret ediyor. Ayrıca, belirsizlik dönemlerinde genellikle güvenli bir liman olan ABD Tahvil Piyasası da bu tarife kaynaklı türbülansla sarsıldı: 10 yıllık Hazine Tahvilinin getirisi 7 Nisan’daki yüzde 3,86'lık seviyesinden yüzde 4,5’e kadar yükseldi (getirinin yükselmesi tahvilin fiyatının düştüğünü gösterir). Bu durum, hisse senetleri düştüğünde tahvillerin tam tersini yapma eğiliminde olduğu düşünüldüğünde, sert ve beklenmedik bir hareketti. (4)

Finans piyasalarının tepkisi karşısında atılan geri adım!

90 günlük erteleme öncesinde borsada iki gün süren satışlar 6 trilyon dolardan fazla değer kaybına neden oldu. Tek başına Apple hisseleri 600 milyar dolar zarar etti. Ürünlerinin büyük kısmını Güney ve Doğu Asya’da ürettiren diğer teknoloji şirketleri de eşdeğer kayıplar yaşadı. Financial Times'ın başyazısının başlığında yazıldığı gibi, “Donald Trump piyasaların gücüne boyun eğerek” (5) Çin dışında diğer ülkelere tarife uygulamasını 90 gün erteledi.

Reel ekonomi üzerindeki etkiler

Tarifelerin uluslararası ticaret hacmini daraltması doğaldır. Uluslararası Ticaret Merkezi’ne (ITC) göre, küresel ticaret yüzde 3-7, küresel gayri safi yurtiçi hasıla ise yüzde 0,7 oranında daralabilir ve bundan en çok azgelişmiş ülkeler etkilenecektir. (6)

Diğer yandan, bu gelişme hava kirliliği açısından olumlu bir sonuç doğurabilir. Zira atmosferdeki karbondioksit emisyonunun yüzde 7’den fazlası taşıma/ulaştırma faaliyetlerinden kaynaklanıyor. Böylece tıpkı Covid-19 Pandemisi sırasında olduğu gibi hava kirliliğinde bir geçici düşüş söz konusu olabilir.

Bu tarifelerin ABD milli gelirini yüzde 1,9 azaltması, üretimi düşürmesi, ekonomiyi resesyona sokması ve enflasyonun yükseltmesi (stagflasyon) bekleniyor. Karşı ülkelerin misillemeleri yüzünden ihracatın azalması da söz konusu olabilir. Ayrıca bu savaş, ağırlaştırılmış gümrük mevzuatı ve prosedürleri, gereksiz bekletmeler gibi “tarife dışı engeller” le de sürebilir.

Trump inişte!

Nitekim Çin'in tarifeye tepkisinin etkisi henüz tam olarak ortaya çıkmasa da tarifeler daha şimdiden ABD’de fiyatların artacağı korkusunu yarattı. Çünkü Amerikalıların satın aldığı giyim ve tüketici elektroniği ürünlerinin çoğu Çin’den ithal ediliyor. Bunun siyasal sonuçları da söz konusu olacaktır. Yani tarifelerin Trump'ın popülaritesini arttırmak şöyle dursun tersine çevirmesi de mümkün.

Son olarak, Dünya Ticaret Örgütü, ABD-Çin ticaret gerilimlerinin iki ülke arasındaki emtia ticaretini yüzde 80'e kadar azaltabileceğini tahmin ediyor. (7)

Dünyanın en büyük iki ekonomisi arasındaki meta ticaretindeki böyle bir daralmanın kârların realize edilememesi ve sermaye birikiminin tıkanması ve böylece kapitalist krizin derinleşmesi anlamında, küresel kapitalist sistem açısından ne denli önemli olduğunun altının bir kez daha çizilmesi gerekiyor.

Devam edecek…

Dip notlar:

(1) https://edition.cnn.com/business/trumps-reciprocal-tariffs-countries-list-dg  (4 April 2025).(2) https://theconversation.com/what-the-spiralling-trade-war-means-for-relations-between-the-us-and-china  (10 April 2025).                                                                                                                                                (3) Agm.                                                                                                                    (4) https://www.voronoiapp.com/current-events/Charting-the-SP-500s-Post-Election-Rollercoaster-Ride  (7 April 2025).                                                                                                                                                                  (5) “Trump’s tariff pull-back and the class character of the capitalist state”, https://www.wsws.org  (11 April 2025).                                                                                                                      (6) https://www.reuters.com/world/tariffs-have-catastrophic-impact-developing-countries-worse-than-foreign-aid  (11 April 2025).                                                                                        (7) https://www.reuters.com/world/wto-says-trade-between-us-china-could-decrease-by-much-80 (9 April 2025).

                                                                  /././

T-24

Öne Çıkan Yayın

BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -25 Temmuz 2025-

Memleketi ateşe attılar Eskişehir’in Seyitgazi ilçesindeki orman yangınında 10 kişi yaşamını yitirdi. Prof. Dr. Erdoğan Atmış, “Düzen değişm...